Lise Postası, Sayı 8

Page 1

MERSİN GAZİ ANADOLU LİSESİ

NO 8

BAHAR 2014

ISSN: 130B-996X

LİSELİYE SORDUK? ALTI YAŞINLA KARŞILAŞSAN ONA NE SÖYLEMEK İSTERSİN? SENİN romanININ İlk cümlesİ ne olurdu? EDEBİYAT NOTLARI EDEBİYATIN SON ÜÇ AYI ŞİİR ATÖLYESİ YENİDEN İKİNCİ YENİ

ÜÇ EL söyleşİ

AHMET ÜMİT

“Dünya yazılarıma gİrİyor”

FERİDE ÇETİN

“romanlardakİ sokakları keşfe çıkardık”

BURHAN ŞEŞEN

“Lİse bİter, ama edebİyat asla” YAZARLARIN LİSE EDEBİYAT SERÜVENLERİ ŞÜKRÜ ERBAŞ - ZEKİ DEMİRKUBUZ AZİZ GÖKDEMİR - NAZMİ BAYRI

DOSYA AHMET ERHAN

“GELDİM, GÖRDÜM, YENİLDİM... nE VAR Kİ BUNDA?"

TUĞBA KARAASLAN / BERİVAN ADAN / SEVİN YAŞAR / HALİME AKKUŞLU / EBRU UZ / ZELİHA MARANGOZ RIDVAN ŞENER MELİS ÖZDEN / Neşe Görücü / Makbule Yüksekdağ / Ayşe Herdem / MİNE İÇGEL /BESTE YAŞAR / MEHMET TOPAP BİLGE YÜKSEK / TOLGAHAN KÖÇMEZE / İREM TURUNÇ / OKTAY AYDIN / ALEYNA ÜÇER / SAKİNE BARAN / FİLİZ ÇOBAN NURAY KARACURA / EMİNE ERÇİN / ZÜLFÜ GÜL


LPliSEPOSTASI Mevsimlik Edebiyat Dergisi Mersin Gazi Anadolu Lisesi Yayınıdır

Mayıs 2014/8 ISSN:130B-996X

Okul Adına Sahibi Musa Malkoç (Okul Müdürü) Genel Yayın Yönetmeni ve Yazı İşleri Deniz Gönüllü Editörler Filiz Çoban (11. Sınıf ) Tuğba Karaaslan (11. Sınıf ) Yayın Kurulu Melis Özden (11. Sınıf ) Nuray Karacura (11. Sınıf ) Sakine Baran (11. Sınıf ) Neşe Görücü (12. Sınıf ) Yayın İnceleme Kurulu Ali Narlı (Müdür Başyrd.) Kemal Ali Timuroğlu (öğretmen) Çağlayan Limon (öğretmen) Hatice Çavdar (öğretmen) Halkla İlişkiler Kadir Soğuksu Düzelti Emine Erçin, Nilgün Karayılan Yönetim ve Yazışma Mersin Gazi Anadolu Lisesi Akdeniz/Mersin Telefon ve Belgegeçer: 0324 336 40 74 e-posta: lisepostasi@gmail.com web: www.magal.meb.k12.tr www.lisepostasi.blogspot.com Grafik Tasarım Deniz Gönüllü Kapak Görseli Xiao Ci Wei Baskı Şahin Ofset / 0324. 233 77 44 >Gönderilen yazılar yayımlansın yayımlanmasın iade edilmez. >Yayımlanan yazıların sorumluluğu eser sahiplerine aittir. >Gazetemiz, Şubat 2005 tarih ve 2569 sayılı Tebliğler Dergisinde yayımlanan “İlköğretim ve Ortaöğretim Sosyal Etkinlikler Yönetmeliğine (Madde 24)” uygun hazırlanmıştır. 13.01.2005 tarih ve 25699 sayılı R.G.)

2

E

debiyat yaşatır, rahatlatır. Edebiyat hep bahardı. Edebiyat barışı ve kardeşiliği vurgular. Edebiyatın renkleri ve coşkusu tüm benliğini sarmalı, yola öyle başlamalısın. Yola Lise Postası’nın sekizinci sayısıyla çıkmaya hazır mısın?

Liseliye sorduk bölümünde, liseliyi aslında çok da uzakta olmayan geçmişin gizli bir çekmecesinde saklı olan çocukluğuna götürdü kısa bir süreliğine.Böylece yaşanmış acı tatlı hatıraları hatırlamak bir yana, gelecekten biraz sıyrılıp geçmişin pencerelerini birer birer araladık.Ve sonra geçmişin pencerelerini tekrar kapatıp geleceğe yöneldik. Başladık yazdırmaya kendi romanlarının ilk cümlesini. Lise Postası her noktaya dokunduğu gibi, sinema ve tiyatroya da sihirli bir dokunuşla el attı. Feride Çetin’in yaşantısına da dokunan sihirli değneğimiz merak edebileceğiniz ve sevebileceğiniz noktalara değindi. Akdeniz’in sahillerinde gizlenen büyük Akdeniz şairini çektik aldık Akdeniz’in kıyılarından. Ağustos 2013’te yitirdiğimiz güzel şair Ahmet Erhan’ı dosya şairimiz olarak seçtik ve Ahmet Erhan çalıştık. Hayatı bir kez daha size sevdirecek, çekip alacak sizi yoğun kalabalıktan, şehir gürültüsünden, kalabalıklardaki yalnızlıktan. “Haydi sen de bugün bir dize oku.” diyecek mısralarıyla. “Yazdıkça dünya yazılarıma giriyor. Yazılarım dünyam oluyor”. diyen yazarımız Ahmet Ümit’i kitaplardan okuyup onu tanımak ve anlamakla kendisiyle bir şeyleri paylaşmak, onun dünyasına girmek arasında dağlar kadar fark var. Ahmet Ümit’le özel bir söyleşiyi sayfalarımızda bulacaksınız. Liseliyi edebiyatın önemli adlarının anılarına konuk etmek istedik. Bir zamanlar liseli olan şair yazar ve sanatçılar lisenin soğuk sınıflarındayken acaba edebiyatla nasıl ilişkilenmişler? Soruşturma dosyamız için onlarca yazar ve sanatçıya “Lise ve edebiyat dersek, ne dersiniz?” diye sorduk. Bize ulaştırılan yanıtları sizinle paylaşıyoruz. Şiir atölyemiz şiir üretti yine. Bu sayımızda da seçilmiş şiir parçacıklarını sizlerle buluşturuyoruz. Grup Gündoğarken’in kurucusu ve solisti Burhan Şeşen’le müziğe dair keyifli bir söyleşi geçirdik. Mevsim baharsa ve başınızda yaşamak telaşı varsa müzik dinlemelisiniz. Grup Gündoğarken, yeniden ve yeniden dinlenmeli. Ayrıca sıra liselinin edebiyat toprağına ektiği şiirler, denemeler, günlükler ve öyküler okuyacaksınız. Edebiyat notlarında edebiyat dünyasının son birkaç ayına bir genel bakış atmış olacaksınız. Yine bu sayıda dergimizin basım masraflarını üstlenen edebiyat ve insan sever FİAT Bilen Otomotiv ile Sayın Musa Çokgünlü’ye sıcacık teşekkürlerimizi sunmak istiyoruz. Hayatınıza bir yenisini ekleyeceğiniz güzel ve mutlu izlerle buluşmak ümidiyle. Hoşça kalın.

Editör


LPliSEPOSTASI

3

Söyleşi FİLİZ ÇOBAN NURAY KARACURA SAKİNE BARAN EMİNE ERÇİN ZÜLFÜ GÜL

Yazdıkça dünya yazılarıma giriyor. Yazılarım dünyam oluyor Herkesin bir nedeni var. Sizin yazma nedeniniz ve neden polisiye? Çünkü bir olayı aydınlatmayı dedektifçilik oynamayı seviyorum. Hayatta herkes için can sıkıntısı olan bir yığın zaman var. Ben yazdıkça can sıkıntısından kurtulduğumu hissediyorum. Yazıyorum, canım sıkılmıyor, yazıyorum keyif alıyorum. Yazıyorum hayatım anlam kazanıyor. Dünya yazılarıma giriyor. Yazılarım dünyam oluyor. Çok keyifli çok. Zenginleşiyorum, çoğalıyorum yazdıkça. Ayrıca bir olayı aydınlatmayı, dedektifçilik oynamayı seviyorum. Bir kitaba veya yazıya başlamanın en zor yanı ilk cümleyi bulmaktır. Siz ilk cümlenizi bulmakta zorlandınız mı? Zaten ilk cümleyi söyleyip yazınca roman kafamdaki kurguya göre tıkırında gidiyor. Arada tekrarlarım oluyor; ama romana başladıktan sonra benim için sürprizler yok oluyor. Çok geziyor, çok düşünüyor, sonra yazıyorum. Emek vermeden yazmaya başlamak okura da saygısızlık bence. Ben hikaye yazmak için oturuyorum; ama ilk cümleyi yani giriş cümlesini bulamıyorum. Sizin tavsiyeniz nedir?

Okumayı sevdiğin yazarların kitabını oku. Okumak istemediğin yazarlar seni sıkar ve okumaktan soğursun. Sevdiğin kitapları okumak sana ilham verecek ve en iyi kaynak odur. Yazmaktan vazgeçme ve çok oku, okuduğun yazarın neyi nasıl anlattığına bak, sen nasıl anlatıyorsun karşılaştır. Kitabınızı yazarken kendinizi hem katilin, hem maktulün hem de dedektifin yerine koyuyorsunuz. Peki hangisi olmaktan zevk alıyorsunuz ve hangisi olmak daha zor? Ayrı ayrı hepsi olmaktan zevk alıyorum. Ama çözümü bulan dedektif olayı en küçük bir ayrıntıdan yola çıkarak, kimsenin tahmin etmediği birini bulduğu için, dedektif olmaktan daha çok zevk alıyorum. Hepsi olmak başlı başına bir zorluk ama maktul olmak daha zor. Ölünün ne düşündüğünü yaşarken anlatması gibi bir paradoks. Fakat dedektif olmak harika bir duygunun peşinden koşmak demek. Kitapta her karakter var. Hiçbiri ve okur katili tahmin edemezken siz herhangi bir sayfadaki bir ayrıntıda katili bulabiliyorsunuz ve kitabın sonuna kadar bunu herkesten hatta Komiser Nevzat’tan bile saklıyorsunuz. çok muzip ve keyifli bir yolculuk. Farklı olduğunuzun bir tek siz farkındasınız. Harika.


LPliSEPOSTASI İnsan Ruhunun Haritası kitabınızda bir denemenizin sonunda “İçindeki kahramana asla yüz çevirme. Çünkü umut hala insandadır. Hayır demeyi bilen, kabul etmiyorum demeyi bilen insanda. Unutma sakın hak için gösterilen inat kutsaldır.” Yaşar Kemal’in bu sözlerine yer vermişiniz. Peki sizin sevdiğiniz bu yazarın dediği gibi edebiyat adına kutsal inatlarınız var mı? Varsa bunlar nelerdir? Edebiyat kutsal değildir. Bana göre sadece ‘yaşamak’ kutsaldır. Kutsal olan her şey yaşamı daha da anlamlı kılmak için öğretiler ortaya koymuştur. Tüm dinlerde bunu görebilirsiniz. Edebiyatın amacı haz vermektir. Okurken biz de haz almayı bilmeliyiz. Edebiyat öğretmenlerinin görevi de okumayı sevdirmek okuduğunuzdan haz almayı öğretmek olmalıdır bence… Beyoğlu’nun En Güzel Abisi adlı romanınızdaki yazar gibi sizin de peşinden gittiğiniz herhangi bir polis var mı? Hayır. Peşinden gittiğim veya gözlemlediğim herhangi bir polis yok. Fakat benim arkamdan koşan ve beni gözlemleyen birçok polis var. (Burada muzip bir kahkaha ve gülümseme.) Fakat yine romanlarımı yazarken de ihtiyaç duyduğumda arayıp kolaylıkla cevap alabileceğim birçok emniyet görevlisi vardır. “Kadının canı da eti de sudan ucuzdur.” demişsiniz. Kimsenin kimseyi öldürmediği bir dünya mümkün mü? Kadına yönelik şiddet nasıl son bulacak? Maalesef ülkemizde kadınların canı da eti de sudan ucuzdur. Biz hala eşit olmayı hazmedebilmiş bir toplum olamadık. Bu konuda bunca çabaya ve toplumsal duyarlılık oluşturmaya dikkat ettikçe bile. Kadın cinayetleri gündemimizden düşmüyor. Kader Erten’ in ölümü hatta öldürülüşü bu konuda sınıfta kaldığımızın göstergesidir. Ben bu sözü bu yaraya fazlaca parmak basmak için söyledim. Çok üzgünüm… Kimsenin kimseyi öldürmediği bir dünya? Mümkün değil. Her öldürenin bir sebebi var. Haklı ya da haksız; ama var. Ama maalesef böyle. Keşke kimse ölmese. Hele kadınlar ve anneler... Romanlarınızda genel olarak İstanbul’un mekan olmasının nedeni nedir? Başka illeri de kullanıyorum Kavim’de Tarsus’u ve Mardin’i Bab-ı Esrar’da Konya’yı kullandım ama İstanbul yaşadığım kent çok

4

Edebiyat kutsal değildir. Bana göre sadece ‘yaşamak’ kutsaldır. Kutsal olan her şey yaşamı daha da anlamlı kılmak için öğretiler ortaya koymuştur. Tüm dinlerde bunu görebilirsiniz. gerçekçi ve doğal gözlemlerim var. Çok zengin bir kültür akıyor sokaklarından. Ayrıca İstanbul’un tarihi bir yer olması ve her taşın, toprağın altında ayrı bir güzellik olması İstanbul’u mekan olarak kullanmam için yeterli sebeptir. Bir barın balkonunda oturup oradan geçen insanları izliyorum. Her biri ayrı bir karakter, nereye baksam yazasım geliyor. Bu gözlemler romanlarım için esin kaynağı oluyor. Mekan çok gerçekçi bunu nasıl başarıyorsunuz? Ben zaten kitaptaki mekanları gidip görüyorum geziyorum ondan sonra yazıyorum. Hatta orada bir süre yaşıyorum insanları gözlemliyorum, onlar gibi yaşamaya çalışıyorum. Nevzat Komiser Atina’ ya gidecek mi? Nevzat Komiser’in eşi ve çocuğu nasıl ölüyor? Hayır. Nevzat’ın uydurması. Evgenia’yı kandırıyor. Bir patlama sonucu ölüyorlar. Nevzat Komiseri bir sonraki romanda görecek miyiz? Bir sonraki romanda değil ama başka romanlarda yine beraber olacağız. Komiser Nevzat’ sız bir roman bekliyor bizi. Fakat o romandan sonra tekrar komiserimizle birlikte olacağız. Özel bir sebebi yok. Bu kez sadece farklı bir çözümleme ya da çözümlenmeme olabilir ama komiserimiz bir tek aradan sonra tekrar bizlerle olacak.


LPliSEPOSTASI

5

Böyle işte kimse bilmeden oldu. Ne olduğunu anlamadı kimse. Onlarda biliyorlardı aslında, ama bilmemekte ısrar ediyorlardı. İnsanlar gizli olmayı seviyorlardı. Daha büyülü bir hava vardı etrafta. Kimse yok diyemedi, ama biliyorlardı olmadığını. Olmaz diyemiyorlardı, olmamakla beraber oluyormuş gibi yapıyorlardı, olur olmaz şeyleri buluyorlardı. Ben o zamanlar ilkokul beşinci sınıftım. Elif ’le merdivenlerden koşarken görmüştüm halamı. Soğuktan olacaktı ki kırmızı eldivenler takmıştı. Nasıl da gülmüştük ama Elif ’le. Sonra halam, “Zeynep, Zeynep!” diye çağırdı beni. Elimdeki son karanfili Mehmet’e atmasaydım çatlardım.. Karanfili atışımla kaçışım bir oldu.. Efendim hala dedim. Zeynep ne oldu senin yüzüne? Bilmem ki hala ne olmuş benim yüzüme.. İlahi çocuk sen insanı öldürürsün! Ne oldu hala ne varmış benim yüzümde? Hadi gel eve gidelim sana üzümlü pasta yaptım. O çok sevdiğinden. Elimden tuttuğu gibi çekti götürdü beni. Çok sevdiğimmiş. Ne sevgisi! Sevgi mi kaldı artık? Halam içime bir kurt düşürmüştü farkında olmadan. Ne görmüştü yüzümde acaba. .. Abooo!.. Bugün matematik dersini dinlememiştim, onu mu gördü acaba. Yoksa bugün beş çikolata aldığımı mı öğrenmişti.. Off hala asıl sen öldürürsün insanı. Eve gidene kadar merak ettim . Çocukların bana bakıp gülmesi beni tamamen çıldırtmaya yetiyordu zaten. Hele bakkal Hüseyin amcanın oğlu Emin.. O gülünce çok çirkin oluyordu. Öyle ama.. Kara böcük ne olacak.. Oldum olası sevmemiştim onu. Hala ne var yüzümde? Bak Zeynep, bugün annenle babanın bir işi çıktı o yüzden benimle kalacaksın, pastanı yersin, televizyon izlersin, sonra da dersinin başına, sonra…. Halam neyin hesabını yapıyordu, neyi ayırıyordu, ne birleştiriyordu, neleri süzgecinden geçiriyordu… Ben annemle babamın gelmeyeceğini biliyordum hem üzümlü değil kakaolu pasta severim ayrıca televizyon izlemekten nefret ederim. Niye

bu kadar ısrarcı davranıyordu? Kapının önüne geldiğimizde kapının kilidini rengi biraz turuncuya kaçan çantasından çıkarıp bana sessizce “Susss!” dedi. Halam neden bu kadar zevksizdi? Kırmızı eldiven turuncu çanta.. Gökkuşağı gibi olmuştu.. Ama bana neden sus dediğini anlamamıştım. Sesimi duymuş gibi, Ahmet enişten yatıyor içerde bugün biraz erken geldi dedi. Peki dedim. Bana bi terlik uzattı al bunları giy, sonra mutfağa gel tamam mı şekerim. Tamam dedim. Ama bana neden şeker dedi ki ben şeker miydim? Kendimi bayramlarda ikram edilen içi damla çikolatalı beyaz şekerlere benzettim.. Çocukluk işte insanın aklına bin bir türlü düşünce geliyor. Az sonra telefon çaldı. Halam bana sen burda kal ben geliyorum dedi. Bir yere kaçtığım yoktu ki. Halamın sesi az da olsa duyuluyordu. Evet, evet kaçta.. Kaçta.. Tamam. Ama Ahmet’e sorayım. Ne der ki? Aldın mı onu? Hani bir okul var ya karşısında. Aa.. ne zahmeti. Peki yarın görüşürüz. Halam nasıl atlıyordu ordan oraya. Peki nasıl birleştiriyordu bu kadar düşünceyi, nasıl tamamlıyordu resim yapan bir ressam gibi hiçbir yeri atlamıyordu. Bana kal demişti ama o nerelere gittiğini hiç bilmiyordu. Az sonra kapı çaldı gelen Deniz ablamdı. Deniz abla halamın en büyük kızıdır. Hepimiz çok severiz onu. Biraz kaprisli olmakla beraber.. Üff, ne desem bilemedim! Halama hiç benzemez. Az sonra yanımıza geldi. Anne ya! Geçen gün aldığımız kırmızı bluzumu göremiyorum.. Ne bileyim ben Deniz. Kim bilir, yine nerde unuttun! Anne ne oldu biliyor musun? Biz yolda gelirken işte arkadaşlarla hani bir tane yokuş var ya. Hangisi? Hani teyzemlerin sokağını geçince solda bir butik var. Eee.. Hııh! İşte o butiğin yanında da…. Bu nasıl bir karmaşıklıktı öyle. Halamla Deniz ablam nasıl buluyorlardı bu kadar cümleyi? Onlar ne geçişti öyle.. Sonra bunları bir yerde toplayıp, düzenleyip, evirip çevirmesi vardı. Bir de konuşmaya başladıktan sonra her şey

domino taşları gibi geliveriyordu. Ve o zaman bunlar bana inanılmayacak gibi geliyordu. Ne bileyim belki çocukken ayrıntılar vardı. Bir sürü ayrıntının içinde yüzüyorsun ama bir tanesi bile sana değmiyor. Büyüyünce öyle olmuyor ama.. En ufak bir şey canını sıkabiliyor. Aaa Zeynep sen mi geldin? Evet Deniz abla.. Niye hiç konuşmuyorsun! Bak ben görmesem kimse bir şey söylemeyecek. Nihayet Deniz ablam fark edebilmişti beni bir sürü kelime yığınının arasından. Zeynep ne oldu senin yüzüne? Bilmem ne olmuş benim yüzüme? Koşa koşa yukarı çıktım. Bir de ne göreyim.Yüzümü karalamış biri. Kesin Elif yapmıştır. Nasıl yaptı acaba kaşla göz arasında. Az sonra aşağıya indim. Ama halamın Deniz ablama sus çaktırma dediğini duydum. Halam benim görmediğimi sandı. Oysa bilmiyordu çocukken insan her şeyi görür. Benim gözlerim bana ait, düşüncelerim benimdi. Benim saklamak gibi bir kavrama da ihtiyacım yoktu. Yemekte herkes suskundu. Kimse bilmeden oldu. Kimse bilmeden sustu. Susmak bir anlıktı zaten. Kimse çabalamamıştı susmak için. Ben annemin işi çıktığı için değil , hasta olduğu için yanımda olmadığını biliyordum. Onlar da biliyorlardı, ama bilmemekte ısrar ediyorlardı. İnsanlar gizli olmayı seviyorlardı. Daha büyülü bir hava vardı etrafta. Kimse yok diyemedi ama biliyorlardı olmadığını.. Bir an annemin yanımda olmayacağını hayal ettim, bu hayal onu bir daha görmeyeceğimi, sonuna kadar onun varlığından uzak kalacağımı hissettirdi. Bir insanı bir daha görmemenin, sesini bir daha işitmemenin, keskin ve yenilmez acısıyla onu bana hatırlattı. Hala bir şey mi oldu dedim. Yok bir şey Zeynep yemeğini ye sen dedi. Onlar da biliyorlardı ama bilmemekte ısrar ediyorlardı. Sonra ben de sonuna kadar sakladım bildiklerimi, olduklarını bilerek bilmemekte ısrar ederek… Az sonra Deniz ablamla yukarı çıktık. Onun odasında yatacaktım bu akşam. Merdivenleri


LPliSEPOSTASI

6

ağır ağır çıktım. Bir sonraki adımı atamıyordum. Ayaklarım basamakların iki sınırında kayboluyordu. Gözlerim yıllar, yıllar öncesinden çekilmiş mutlu aile tablolarında buluyordu kendini, mutsuz ve çaresiz. Yıllanıyordu orda… Oysa ben göz bebeklerimi çok severdim. Herkes mutluydu o fotoğraflarda. Ya herkes çok mutluydu ya da herkes oskarlık oynamıştı. Aa! Bir de ne görsün gözbebeklerim .. Annem. Aman Yarabbim! O ne güzellikti öyle. Saçları altın sarısıydı. Aşk olsun anneme altın sarısı saçlarından hiç bahsetmemişti. Acaba benden utanmış mıydı. Aa yok artık Zeynep. İnsan kızından utanır mı? Hele o güzellikten. Dedem. O da ordaydı. Yine yüzü turşuya dönmüş. İnsan hiç mi gülmez be! Dedem annesinden büyük doğmuştu sanki. Sanki çocukken ağzına emzik değil de acı koymuşlardı bir yığın.. Sonra dedem, dedem olmuştu. Yedisinde dedem, on yedisinde dedem, yirmi yedisinde dedem, kırk yedisinde.. de- de…. Annem olsa ne kızardı ama. Ama öyle be anne. Teyzem de vardı orda. Yine her zaman ki gibi. Görende dedemin babasında kalma evde değil de Kraliçe Elizabeth’in şatosunda sanır.. Göz bebeklerim o fotoğrafta bir çok şeye şahit olmuştu. Gökyüzüne, küllenmiş yastıklara, toz bulutlara… Sonra ellerim ceplerime gitti. Sonra ayaklarım, sonra Deniz ablamın odası… Ertesi gün erken uyanmıştım. Camda annemi bekliyordum. Güneş yeni yeni doğuyordu. Dışarda fare tıkırtıları ve araba egzozları… Annemi düşündüm. Düşündüm, düşündüm…. Ne gerek vardı bunlara. Niye bana kimse bir şey anlatmamıştı. İçimden kaçmak geldi. Uzak ülkelere. Kimsenin olmadığı bir ülke düşledim, “Saklı” Fazla sürmedi halam girdi içeri. Elimden tuttu aşağıya götürdü beni. Çok ağlamıştı. Hala ne oldu yüzüne demek geldi içimden ama sormadım. Halam, Zeynep sana kek yaptım dedi. Bende iyi dedim. Halamı hiç anlamıyordum neden yaşanılanları keklerle, çikolatalı pastalarla örtmek ihtiyacı duyuyordu. Büyükler neden böyleydi. Halam salona geçti aniden. Hissetmiştim kötü bir şeyler vardı. Ama anlamıyordum ne vardı anlayamıyordum.. Ben ise kekin büyülü dünyasında annemi, babamı ve Elif ’i düşündüm. Az sonra halam geldi elimden tuttu Zeynep salona gelir misin seninle bir şey konuşacağız dedi. Peki hala tamam dedim ve salona geçtim. İçerde Ahmet eniştem ve Deniz ablam vardı. Yüzleri sapsarıydı. Halam başladı konuşmaya, Zeynep seni çok seviyoruz, biliyorsun değil mi? Eğer sen de istersen bizimle yaşayabilirsin. Hala annem nerde? Bak Zeynep.. Hala annem nerde? Annen gökyüzünde Zeynep. Bizi hep izleyecek, oradan bize el sallayacak. Hala annem nerde? Böyle işte. Sonra herkes sustu.

Sevgili günlüğüm, Yine her zamanki gibi bu sabah da erkenden kalktım. Yatağımı toplayıp, penceremi açtım. Kuş sesleriyle nağmelenen o eşsiz şarkıyı dinlemeye başladım. Birden odamın kapısı çalındı ve içeriye babam girdi. “Hazırlan bugün balık tutmaya gideceğiz.” Bu söze hem çok sevindim hem de çok heyecanlandım. Çünkü evimiz deniz kenarında olmasına rağmen daha önce babamla hiç balık tutmaya gitmemiştik. Hemen üzerimi değiştirip hazırlığımı yaptım. Artık tüm benliğimle bu maceraya hazırdım. Denizin kıyısında avlanmaya gelen fakat av olan balıkları bekledik. Bu arada babamla da şakalaşıp durduk. İnan bana keyfime diyecek yoktu. Bu anın bozulmasını hiç istemiyordum. Ama gün, ışığını pencerelerden çektiğinde eve gitme zamanı geldi. Akşamı güzel bir ziyafetle sonlandırdık. Şimdi yatma zamanı. Ha unutmadan, sana küçük bir itirafım olacak. Bugün babamla gerçekleşmesini istediğim; fakat henüz gerçekleşmemiş olan bir hayalimi yazdım. Hani derler ya, “söz uçar; yazı kalır.” diye. Belki de benim de hayalim uçsun, unutulsun istemedim. İşte bu yüzden sana yazdım hayalimi. İyi geceler sana sevgili hayaldaşım. *12.Sınıf


LPliSEPOSTASI

7 Hazırlayan SEVİN YAŞAR / HALİME AKKUŞLU / EBRU UZ

Altı yaşınla sokakta karşılaştın. Altı yaşına neler söylemek istersin?

• Bacağında ki morluklar geçti mi? Fatma İrem Kurt 10/A • İleride çok canlar yakacaksın. Ali Eren Karakanlı 11/E • Adımlarını atarken dikkat et ilerde küçük dediğin taşlara basıp düşersen canın acır kalkman zor olur. Sevin Yaşar 11/D • Ay ne tatlıymışım ya. Deniz Yıldız 11/G • Hayatın tadını çıkar. Gelecekte yiyeceğin kazıklara hazırlıklı ol. Ozan Kılıç 11/A • Hiç heveslenme bak her şeyin aynı. Sadece boyun uzadı. A. Ayça Kayhan 11/D • Asla masumiyetini yitirme. Ebru Kuzu 11/C • Hayat sandığından çok zor. Ahmet Tefiye 11/A • Seni bir kez daha yaşamak isterdim. Beni tekrar kabul eder misin? İpek Mutluay 11/D • Büyüme çocuk kızlar sana bakmayacak. Enes Sürek 11/E • Sana gülen her surata kanma. Ayakkabılarını sıkı bağla. Çok kandırılacaksın çok koşacaksın. Mehmet Topap 11/E • Uğur böceklerinin üstündeki benekleri saymayı bırak.Çünkü onlar uğur getirmiyor, eğer öyle olsaydı bir kavanoz uğur böceğinin bir gün faydası olurdu. Nuray Karacura 11/E • Keşkelere düşme. Selçuk Hare 12/C • Bol bol basket oyna ileride boyun kısa olacak. Öznur Kayaalp 12/A • Emin ol çok çabuk büyüyeceksin. Arzu Keşli 12/A • Kendi düşüncelerinle var olmaya çalış hep. H.Gizem Oğuz 12/E • Böyle daha tatlısın hep böyle kal. Tuğba Mamir 12/A • Bu yaşın tadını çıkar çünkü istesen de bir daha altı yaşında olamayacaksın. Keşke hiç büyümeseydim diyeceksin. Suzan Serin 12/A • Sevgili, Deniz! Bir an önce büyümeni diliyorum. Emin ol büyüdüğün zaman her şey daha güzel olacak. Deniz Akbaş • Hayal kurmaya, sorgulamaya devam edersen farklı ve mutlu olursun. İnci Durmaz • Sokakta işin ne? İhsan Bulut • Acele etme çocukluğun keyfini sür tatlım. Emine Erçin • Benimle arkadaş olursan sevinirim. Zülfü Gül • “Büyümekle çocukluk etmişsin!” Deniz Gönüllü

Bir roman yazacak olsaydın, romanın ilk cümlesi ne olurdu? • İnsan sevmeye nasıl başlar? Niye sever? Rabia Sinem Alkan 9/A • Şehrin soğuk ve ıssız günlerinden biriydi. Durmuş Yener 10/B • Ellerin kendi kendini ısıttığı, şemsiyenin altında tek başına, soğuktan değil de yalnızlıktan üşüdüğü bir gündü. Şüheda Günay 10/D • Bir yağmur yağıyordu apansız. Muhammed Şafak 10/D • Soğuk bir bahar gününde gözlerim seni arıyordu senin bu yokluğunda. Mert Şerbetçi 11/A • Yine o donuk gecelerin karanlığında kimsesiz adımlar atıyorum. Sevin Yaşar 11/D • Sana bakınca durulduğum duruldukça vurulduğum yerdeyim. Cansu Dere 11/C • Uyandığımda etrafımda kimse yoktu. Murat Yolgın 11/E • Yaşıyordu! İçtiği haplar bile onu bu esaretten kurtarmaya yetmemişti. Fatmanur Yürük 11/D • Zira yalnızca empati kurduğumuzda bir konuyla ilgili olarak konuşabilme onuruna sahibiz. Melike Kenger 11/A • Araba sesleri ile horozların ötmesiyle güzel uykumdan uyandım. Ozan Kılıç 11/A • Sokak lambasının altında hayallerini gökyüzüne yansıtmış bir insan düşün. İbrahim Arslantaş 11/E • Bu kadar uzun zamandan sonra bana dediği tek şey ‘saçların beyazlamış’ oldu. İpek Mutluay 11/D • Deniz bütün fırtınalı sessizliğiyle bana doğru yürürken ben ölmek için nefesimi tutuyordum. Sencer Çaykıter 11/A • Uçurumun kenarında tutunacak sağlam dallar aramakla meşgul olan gölge sahibinin onu çoktan terk ettiğinin farkında bile değildi. Tunahan Kuş 12/E • Aslında gerçeklerden kaçmanın bir işe yaramadığını biliyordum. Aynur Uğur 12/C • Uyandığında hiçliğin içindeydi. Sevgi Ağırcan11/İ • Şükürler olsun tanıştık! Perihan Cankatar • Bu kitabı gerçekten okumak için mi aldın? Sercan Yıldız • Bu uzun bir şiirdi. Bilal Önoğul • Gözlerini tavana doğru açtı? Berivan Torak


LPliSEPOSTASI

8

Çok uzun bir gece

SONSUZ ÖMÜR VARDIR

Geceydi ürpertiyordu kalbi baykuş sesleri Hayli zaman olmuştu güneş dünyayı terk edeli. Yerde taş; toprak gökte yıldız sırra yoldaş, Kalbime damlıyordu gözlerimden süzülen yaş.

Beyaz yakalı kareli gömleği ile asfalt rengindeki şalvarı olan Zeval Dede elini Dide Nine’nin küçük yumuşak ince uzun omzuna koydu. Ağzından “seni seviyorum” sözleri döküldü. Bunun üzerine Dide Nine, yirmi yaşındaymış gibi kızardı. “Ben de” demeyi çok isteyen Dide Nine utanarak kafasını eğdi. Zeval Dede nasır tutmuş elleri ile Dide Nine’nin üçgen çenesini tutup kaldırarak gözlerine bakarak sözlerini yeniledi. Dide Nine kaybolan cesaretini çok uzaklaşmadan bulduktan sonra “ben de” diyebildi. Dide Nine’nin verdiği cevap Zeval Dede’yi evindeki küçük kütüphaneden okumadığı bir kitap bulması kadar sevindirdi.

Yürüyorduk bilinmeze ben sen ve karanlık Sahte gülüşler var yüzümüzde içimizde hıçkırık Kaçırıp gözlerini, perde eylemiştin saçlarını bana, Kirpiklerini ok eyleyip fırlatmıştın kalbimin ortasına. İnceden bir rüzgar esiyordu ve sen üşüyordun, Yalnızlığına yoldaş kaldırımlara kızıyordun. Köpek sesleri bozuyordu gecenin sessizliğini Korkuyordum oysa gurur bağlamıştı benliğimi. Sana ulaşmak ve dokunmak olmaz diyor gönül Bülbülün feryadına hiç karşılık vermiş midir gül? Bir anda karabulutlar kaplamıştı gökyüzünü Yerimize bulutlar ağlıyordu döküyordu hüznü. Sokak lambası yağmur damlası ve parlıyordu saçların, Leyla misal suya kanıyordu çatlamış dudakların. Sana dair hayaller sarmışken her yanımı Çıkarıp dilinden zehri sonlandırmıştı rüyayı. Yorgundum tükenmişlik üzerine serpmişti siyahı Şakağımın ortasına işte o an doğrultmuştu silahı! Beni hayata bağlayacak iki kelime beklerken o gece Çaresizliği yudumlatıp çöktürmüştün dizlerimin üzerine. Çok zaman geçti sevgili değişmezler dahi değişti Unutmak hiç de kolay olmadı o kabus dolu geceyi Sen de öldün çaresiz kucakladın kara toprağı Bil, unutuyor insan burna gelse de gönül yanığı Gözlerin alevini çoktan yitirdi ellerin sıcaklığını Huzuru yudumluyorum sen rüyalarımı terk edeli…

Zeliha Marangoz

* İMKB Mersin Anadolu Sağlık Meslek Lisesi

RIDVAN ŞENER

Dide Nine’den daha fazla uzak kalmamak için hemencecik Dide Nine’nin yanına oturdu. Sol eli ile Dide Nine’nin eşarbının düğümünü çözdükten sonra Dide Nine’nin başını dizlerinin üzerine koydu. Dide Nine’nin saçlarını okşayan Zeval Dede’nin elleri adeta Dide Nine’nin saçları ile sevgililer gününü kutluyordu. O an Zeval Dede’ye binlerce kitap verileceği söylense zamanından salise bile vermezdi. Derin duygulara kapılmış olan Zeval Dede, Cudi Dağı üzerinde duran güneşe bakmasına rağmen parlaklığı bir an bile Zeval Dede’nin ıslak gözlerini acıtmadı. Dide Nine sol eli ile yamacında duran üzüm sepetinden Van Kedisi gözü büyüklüğünde bir üzüm tanesini Zeval Dede’nin ağzına koydu. Zeval Dede üzümü ısırıp yarısını ağzına attıktan sonra kalan yarım üzümü Dide Nine’nin ağzına koydu. Üzüm yeme keyfi şimdi başlamıştı. Dide Nine, sıcak yumuşak Zeval’ine olan güvenin rahatlığıyla mutlu bir şekilde gözlerini yumdu. Dide Nine’nin uyuduğunu fark eden Zeval Dede belinin ağrıyacağını bildiği halde Dide Nine’yi kucağına alarak yeşil duvarlı turuncu kapılı olan evlerine götürdü. Uzun bir koridorun sonundaki soldan üçüncü kapıya girerek Dide Nine’yi bir bebek hassasiyeti ile yatağın üzerine bıraktı. Dide Nine’ye uzun uzun baktı. Aşkın ömrüne kattığı değeri düşündü. Mutlu oldu. Sonra da Dide Nine’nin yanına sonsuzluğa kıvrılır gibi uzandı.


LPliSEPOSTASI

9

Söyleşi MELİS ÖZDEN

Sinema ve tiyatro oyuncusu, yazar, çevirmen, dergici, gazeteci Feride Çetin’e soruyoruz. Bunların dışında Feride Çetin, ne yapar, ne yer, ne içer, neye üzülür? Özel bir reçetem yok. Oyunculuğa giden yol, hangi güzergahlardan geçmeli veya geçmemelidir? Herkesin yolculuğu kendisine has. Aslolan o yolda kendini kimse ile kıyaslamamak. Herkes tarafından beğenilerek izlenen ‘’Hatırla Sevgili’’ adlı dönem dizisinde oynadınız. Buradan hareketle Feride Çetin hangi dönemde ve nasıl yaşamak ister? Nedir Feride Çetin’in bir büyük hayali? Hiçbir zamanın, çağın diğerinden farkı yok, tarih tekerrürden ibaret. Woody Allen’ın “Midnight in Paris” filminde Owen Wilson’un canlandırdığı baş karakter 1920’lerin Paris’ine gidiyordu geceyarıları. O döneme, sanatçıların birlikte oluşturdukları yaratıcı komün hayatına hayranlık besliyordu. Sonra tesadüfen 1800’lerin sonuna falan da gitti, Moulin Rouge dönemine ve gördü ki her dönemin çekici yanları da hadikapları da var. Hiçbiri altın çağ değil yani. Başka zamana sığınmak, nostalji gibi duygular insanın kaçış bahaneleri gibi görünüyor gözüme. Göz önünde olmayı pek fazla sevmiyorsunuz. Yanılıyor muyuz? Peki göz önünde olmayı gerektiren bu alan sizi yormuyor mu? Şikayet etmeyi hiç sevmem. İnsanların ne olduğu ortada zaten, kendini anlatmak gereksiz değil mi? Feride Çetin, şu sıralar sinemadan uzak mı, ne? Neler oluyor allah aşkına? 2013’te Taş Mektep ve Aziz Ayşe adlı filmler gösterime girdi. Nisan’da da Lal gösterime giriyor. Festivalleri dolaşan filmler de var. Üç kitap, üç şair ve üç film? Zamana göre değişebilen bir liste bu. -Saatleri Ayarlama Enstitüsü, A. Hamdi Tanpınar / Uçurtmalar, Romain Gary / Elmalar Diyarı, John Cheever -Edip Cansever / Walt Whitman / Tagore -Celeste and Jesse Forever, Lee Toland Kreeger / Stalker, Tarkovski / Big Bang Love, Takeshi Miike Lise ve edebiyat dersek ne dersiniz? Okul kantininde paylaşılan kitaplar, fantazya ve bilimkurgu ile tanışma ve romanlardaki sokakları keşfe çıkıp yaşanan bol macera...


LPliSEPOSTASI

10

Hazırlayanlar

Tuğba Karaaslan / Neşe Görücü Makbule Yüksekdağ / Ayşe Herdem

M

ersinli bir ailenin çocuğu olarak 1958’de Ankara’da dünyaya gelir. Dört abladan sonra bir kilo beş yüz gram doğar. Başta baba Ahmet İzzet, anne Emine Hanım, büyük abla Nevcihan ile doktor ve hemşireleri kuşkulanırlar yaşayacağından. O yılları ve çocukluğunu şöyle şiirleştirir sonraları: “Ben Ahmet Erhan/ bir kilo beş yüz gram gelmiş tartıda, doğduğu zaman/Dört ablanın ardından horoz çükü kadar bir oğlan/ Üç ayda topacı dört ayda gülle gibi olmuş/Daha doğumdan ağlamayı ertelemiş hinlikten/ Ati ömrüne saklamış / Bütün lohusaların ömrü ona akmış, rivayet o ki/Şımarıklığı bundan/Hoca, bu demiş, ya katil olur ya büyük adam/İkisinin de arasında zati bir soğan zarı” Çocukluğu ve gençliği Mersin ve Adana’da geçer. Ahmet Erhan’ın futbolla tanışan gençliği de epey hüzünlü… Fatih Terim’in de oynadığı Adana Demirspor’da top koşturan Ahmet Erhan, Türkiye’nin en iyi sol açıklarından biri olacakken Adıyaman Sporla yaptıkları bir maç sırasında ayağının kırılmasıyla futbol düşleri biter. Bu kaval kemiği kırıklığı yakınlaştırır biraz da şiire kendisini. Daha sonraki süreçte okullar ve sonrasında da edebiyat öğretmenliği… Çağın en güler yüzlü edebiyat öğretmeninin Ankaralı dönemleri başlar. İlk kitabına, gerçek bir başyapıt olan Alacakaranlıktaki Ülke’ye girecek uzun soluklu şiirlerini yazar çok genç yaşta. Önce Cahit Külebi, sonra Edip Cansever ve Fazıl Hüsnü Dağlarca tarafından keşfedilir. Aynı kitapla jüri üyelerinden biri olan Edip Cansever’in onayıyla yirmi iki yaşında günümüzde hâlâ bu ödülü alan en genç şair sıfatıyla Behçet Necatigil Şiir Ödülü’ne değer görülür ve ismini Türk şiirinin gönderine altın harflerle çakar. Her ne kadar ödüllere, dernek ve sendikalara ve iktidara karşı olsa da Yunus Nadi ödülünü iki kez kazanmanın yanısıra Cemal Süreya, Halil Kocagöz, Behçet Aysan ve Melih Cevdet Anday şiir ödüllerini de kazanır. Sonra Galatasaraylı olmanın dışında, şiir ve hayata dair her şey ona çok ağır gelir. Parti, dernek, sendika, üye olduğu tüm kurumlardan çeker kendini. Ahmet Erhan’ı abisi olarak gören Hüseyin Alemdar, “Galatasaray’ı seninle sevdim, her yenilgi de ne

kadar ve nasıl ağladığımı bilemezsin” der. Hüseyin Alemdar ile Ahmet Erhan iyi bir dostluk kurarlar. Hatta dostluktan da öte abi kardeş olurlar. İlk mekanları Hüseyin Alemdar’ın babasının Yeşilçam’daki ofisi ve Cihangir’deki ev olur. Ahmet Erhan iki kez evlenir ve Deniz adında bir oğlu olur. Deniz’in anlamı Ahmet Erhan için büyüktür. Hatta arkadaşı Hüseyin Alemdar şu sözleriyle “Ankara’da deniz ve denizler olduğunu senden öğrendim.” der. “Oğul” şiirinden kazandığı beş bin lirayı oğlu Deniz’e vermek ister; fakat oğlu gelmez. Oğul ve oğulcuğun annesi gelmedikçe neyi var neyi yok hepsini harcar, harcadıkça yenilir! “Anneci olan çoğu şaire rağmen o hep babacı olur.’’ Bundan olacak babası Ahmet İzzet’in yaşında ölmek ister. Ondan dört yıl fazla yaşadığı için kendini hep suçlu hisseder. Ahmet Erhan, Ahmet İzzet’in göğsüne gömülür... Ahmet Erhan, okuma ve edebiyat tutkusunun gelişmesini şöyle anlatır: “Bir gün babam, “Oğlum benim gözlerim görmüyor, bana geceleri kitap okur musun?” dedi. Ciltlerce kitap okudum ona,


LPliSEPOSTASI

11 Dostoyevskiler, klasikler... Aslında derdi, bana kitap okutmakmış. Onu, küçücük puntolu bir gazete okurken yakaladım sonra.” At yarışını sever. Son ayakta yatan kuponlarıyla da mutludur. “Bugün de Ölmedim Anne’’ şiirini bestelediği için Ahmet Kaya ile at binicilerinde “jokey namusu’’ aradığından olacak atları hileli koşturan Halis Karataş’la mahkemelik olur. Ahmet Kaya ve Mohi öldüğünde varoş delikanlısı olup atlar gibi ağlar! O günden sonra hüznüyle yaşıt Attila İlhan’ın şiirini ve Ahmet Kaya’nın bir şarkısını yenilgi sertifikası gibi gösterir. Siz Benim Neden İçtiğimi Nerden Bileceksiniz.” Ahmet Kaya’nın yanısıra Müslüm Gürses, Ankaralı Namık ve Azer Bülbül’ü bile herkesten daha içli dinler. Murathan Mungan’dan çok önce şiir-müzik ilişkisinde bir çok müzisyenle tanışır, tanışmak ister. Hüseyin Alemdar şu sözleriyle Ahmet Erhan’ın sonsuzluğa uğurlanışını anlatır: “Hani senin ölüm nedenin bilinmiyor olacaktı, ah güzel Ahmet abim.. İstanbul’da elime tutuşturulan kağıtta tüm vücudunu saran kanser illetine dair tek cümle yoktu ve ölüm nedenin doğal ölüm diye kaydedilmişti. Ahmet Arif’in otuz üç kurşun şiirini nasıl da severdin. Senin ölüm nedenin bundan böyle otuz üç olacak!” 51 yaşında ölen babasının ardından “babamın öldüğü yaşı geçmeye çalışıyorum” diyen Ahmet Erhan 3 Ağustos 2013 günü, 55 yaşında aramızdan ayrıldı. Sevgili doktoru yazar Ercan Kesal’in sahibi olduğu Özel Ok Meydanı Hastanesi’nin önünden bir grup şair arkadaşının huzurunda son yolculuğuna uğurlandı. “Kalbim bir teneşir kadar pir ü pak değilse o, hayatın suçudur!” dediğinden olacak o ölmedi. Çağdaş yenik, öbür dünyaya çağdaşlarının yanına göçtü. Seni hep özleyeceğiz Ah! Erhan!

NOTLAR - 1958 yılından beri aramızda! - emine hanım’dan doğma, ahmet izzet bey’den olma! - 1 kilo 500 gram doğmuştur! - akdeniz çocuğu, kova burcu kişisi! - ilk şiiri 18 yaşında yayımlanmıştır. 23 yaşında ‘alacakaranlıktaki ülke’ isimli ilk şiir kitabıyla behçet necatigil şiir ödülü’nü almıştır. - hem aslan sütünü, hem de normal sütü çok sever! - top kek hastasıdır!

- berbere gitmeyi sevmez! - yıkanmaktan nefret eder! - pirinç pilavı içinde şehriye tanelerine tahammül edemez! - böreklerden su böreği, mezelerden humus, otlardan semiz, dolmalardan biber dolma favorileri arasındadır! - konserve barbunya pilakiye bayılır! - fanatik bir albert camus okurudur! albert camus yüzünden kavga etmişliği vardır! - küstü mü tam küser! ama hemen barışır! - vaktiyle adana demirspor’da fatih terim ile top koşturmuşluğu vardır! - ankara biraz da ahmet’tir, silivri biraz da erhan’dır, türkiye biraz da ahmet erhan’dır! - okul kıran edebiyat öğretmeni! - en çok dinlediği şarkılardan biri ahmet kaya’dan ‘siz benim neden içtiğimi nerden bileceksiniz’ şarkısıdır! - en sevdiği film ‘sonsuzluk ve bir gün’ ile ‘eşkıya’ ! - incedir, hassastır, abimizdir! - anneci değildir, babacıdır! babası alkolden ölünce, görevi anında devralmıştır! - at yarışı oynar ama “rüzgarın kızı” hiçbir yarışta birinci gelememiştir! - sihirbazdır, kendi kendisini birden kaybettirir! - birçok şiiri, şarkı da olmuştur! - iyi ki vardır, iyi ki karşılaşmışızdır! (nisan 2013, ot dergisinden..) “acının son şairi: acısının peşinde gezen şair. hangisinin ne zaman şiir olduğu artık bilinmiyor. ahmet’in şiiri mi daha acılaştırıyor dünyayı yoksa ahmet erhan acıyı yazmak için mi bu dünyaya gelmiş, belki de nilgün marmara’nın “onun bedeni bir tımarhane” dizesi gibi, ahmet erhan için de bu dünya büyük bir ‘hastane’dir: müebbet hastane. bir ceza gibi. şifası da şiir olan zehri de. “kendime dünyada bir acı kök tadı buldum” demek gibi. belki de şair, ahmet’in şehirde bir yılkı atı kitabıyla adlandırdığı gibi, atların doğada yılkıya, yani ölüme bırakıldığı gibi, dünyada yılkıya bırakılmış bir uyumsuzdur, bir ötelidir, bir umutsuz, ve kabilenin hayırsız oğludur. bunun bilinci şaire acıyla kazılı, şiirine acıyla yazılıdır baştan beri.”

Haydar Ergülen

ESERLERİ /// Alacakaranlıktaki Ülke (1981), Yaşamın Ufuk Çizgisi - Akdeniz Lirikleri (1982), Ateşi Çalmayı Deneyenler İçin (1984), Deniz, Unutma Adını! (1992), Öteki Şiirler 1976-1991 (1993), Sevda Şiirleri / Zeytin Ağacı (1993), Çağdaş Yenilgiler Ansiklopedisi (1997), Köpek Yılları (1998), Ölüm Nedeni: Bilinmiyor (1998), Resimli ‘Ahmetler’ Tarihi (2001), Bugün De Ölmedim Anne - Toplu Şiirler (2001), Ankara - İstanbul Karatreni (2001), Ne Balık Ne De Kuş (2002), Kaybolmuş Bir Köpek İlanı (2003), Şehirde Bir Yılkı Atı (2005), Buz Üstünde Yürür Gibi - Seçme Şiirler (2006), Sahibinden Satılık (2008) ÖDÜLLERİ /// Behçet Necatigil Şiir Ödülü, Yunus Nadi Armağanı, Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü, Behçet Aysan Şiir Ödülü, Cemal Süreya Şiir Ödülü, Halil Kocagöz Şiir Ödülü OĞUL /// Teoman şarkısı, Şiir: Ahmet Erhan, Müzik: Teoman DARDAYIM /// Ahmet Kaya şarkısı, Şiir: A.Erhan ŞAİR AHMET ERHAN PARKI /// Silivri Belediyesi tarafından açıldı.


LPliSEPOSTASI

“Şiir’in Büyük Oğlu” diyor İhsan Tevfik Ahmet Erhan için. Bence de öyle. Ahmet Erhan’ın hikayesi dört ablanın ardından daha bir kilo beş yüz gram doğarken başlamış. Bu yaşamaz derlerken her şey yeniden başlamış hoca: “Bu ya katil olur ya büyük adam demiş.’’ O büyük bir şair oldu. Denize aşık bir şairdi, oğlunun adını Deniz koydu. Hayatı Mersin ile Ankara arasında geçti. O Mersin’i öyle ki sevdi ki “Göğün bittiği yerde Mersin başlayabilir” dedi. Yaşamı boyunca hayatta hep bir arayış içindeydi. Belki yalnızlığı aradı, belki de ölümü… Çok karamsar bir şair olarak gösterilebilir; ama o sabahları bir gazete bulmacasını çözmek için, ‘’Yalnızca bunu için bile yaşanır ‘’ diyecek kadar hayata tutkun bir insandı. Evet belki bazen ölmek istedi; ama bazen de bütün kalbiyle, ruhuyla, bedeniyle yaşama isteğini haykırdı dizelerinde. Ben onun bütün hayat fonksiyonlarıyla yaşama tutkuyla bağlandığından eminim. O cesur bir şairdi. “Yalnızlık, yalnızlık bari sen elimden tut” diyecek kadar cesur bir şairdi, asla çaresiz değildi. Onun şiirlerinde özgünlük vardı. Bu özgünlüğü ilk kitabında gösterdi. Bu gerçek bir baş yapıt olan ‘’ Alacakaranlıktaki Ülke ‘’ idi. Bu kitap Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü alacak kadar özgündü. Ve böylece kitap Türk şiirinin gönderine çakıldı altın harflerle. Her ne kadar ödüllere, dernek ve sendikalara ve iktidara karşı olsa da Yunus Nadi Ödülü’nü iki kez kazanmanın yanında ‘’ Halil Kocagöz, Cemal Süreyya, Behçet Aysan ve Melih Cevdet Anday Ödüllerini kazanacak kadar başarılı bir şairdi. Kaleminden başka silahı yoktu. Hiç kimseye de kırgın olmadı, tek kırgınlığı kendineydi. Neydi acaba kendi ile alıp veremediği, acaba niye bu kadar üzgündü Ahmet Erhan? Hayatına ve kendine bu başkaldırı nedendi? Belki de Ahmet Erhan ‘ı, Ahmet Erhan yapan buydu. Belki şairler hep baş kaldırmalıydı. Belki de hep diken üstünde yaşar gibi yaşamalıydı. Ya da susarak, kelimelerle savaş açmalıydı ya da susmalıydı, susup sessizce gitmeliydi şairler … Şiirlerinde derin bir lirizmi barındırıyor. Ama bu gerçek bir lirizmdir. Tıpkı Ahmet Erhan gibi gerçek. Belki de acıklı diyeceğimiz şiirleri vardır. Ancak bu acının arkasında geride bastırılmış; ama direnen müthiş bir hayat sevinci saklıdır. Ahmet Erhan’ı tanımak ve anlamak lazım. Anlamak lazım sisli perdenin arkasındaki ışığı. Ona yürümek lazım. Gökyüzünde pırıl pırıl parlayan ve yerinden hiç oynamayan bir yıldız vardır. Ona’ “çobanyıldızı’’ derler. Yollarını kaybedenler ona bakarlar ve doğru yolu bulurlar. İşte Ahmet Erhan’ın içindeki yalnızlık da onun çoban yıldızıdır. Ahmet Erhan ona baktı, sevgiyi ve sevdiklerini buldu. Ama Ahmet Erhan olmak başka bir şey sanırım. Yürek işi ve öyle de yaşadı yüreğiyle. “Yok bir ihanetim kimseye / ölümü ve hayatı bile söktüm duvarlarımdan’’ dercesine yürekli. Anneci olan tüm şairlere rağmen o hep babacı oldu ve çok sevdi babasını. Ve bir kadını sevdi hep. Bir de Ankara’da ölmeyi hayal etti. Onun şiirleri birer ölüm ilanı gibiydi. An geldi Ahmet Erhan öldü. 5 Ağustos 2013 Pazartesi… Son pazartesi! İhsan Tevfik’in Ahmet Erhan için dediği gibi “hüzün kırışığı /akdeniz ışığı” Beden olarak bu dünyadan ayrıldı; ama Ahmet Erhan hiç ölmeyecek. O büyük Akdenizli şairin şiirleri okunacak. Yaşayacak. Onu yaşatalım. Seni çok sevdik. Bu yüzden unutmayacağız.

12

Oğul Anne ben geldim, üstüm başım Uzak yolların tozlarıyla perişan Çoktan paralandı ördüğün kazak Üzerinde yeşil nakışlar olan Anne ben geldim, yoruldum artık Her yolağzında kendime rastlamaktan Hep acılı, sarhoş ve sarsak Şiirler çırpıştıran bi adam Kurumuş kuyunun suyu, incirin sütü çoktan çekilmiş Bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi Ayrık otları, dikenler bürümüş Kapıdaki çıngırak kararmış nemden Atnalı ve sarmısak duruyor ama Oğlum, mektup yaz diyen Sesin hala kulaklarımda Anne ben geldim, ağdaki balık Bardaktaki su kadar umarsızım Dizlerin duruyor mu başımı koyacak? Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın.


LPliSEPOSTASI

13

“Tedirginlik ve acı. Böyle yaşar halkım Evlerde, sokaklarda, yarınlardadırlar Ağa vurmuş bir balık kadar yorgun…” “Bir gecenin en güzel duygularını Alıp götürüyor silah sesleri Hayat hiç bu kadar güzel olmadı Ölüm böylesine gerekli” “Bugün oturdum ölümü düşündüm soğuk camlara dayayarak yüzümü Kuşağımın acısını, kefenlenen gençliğimizi Yaşayan ya da artık yaşamayan dostları Bugün oturdum ölümü düşündüm Örterek kara bir tülü” “Bugün oturdum ölümü düşündüm Yirmi yaşında ve hayat bu kadar güzelken” “Çocuklar yine kırlara Parklara falan gidiyorlar Düşünüyorum da bu hayatın Henüz çözemediğim sırları var Usul usul birikiyor gözyaşlarım bir ölünün git gide soğuyan ellerinde.” “Her yazdığım şiiri bir kez okuyup, sonra yakmak isterim Ya da son bir şiir yazıp, bırakıp gitmek Beynimde yaralı bir cırcır böceği var Tek dileği, bir türkü daha söyleyip ölmek”

“Nerdesin ey sevgili yokluğun varlığının delili Nerdesin ey sevgili”

“bu hayat sıktı beni, gel yürüyelim..”

“Şehirli aynalara sular seller gibi ağladım duyan yok gören az önce çıktı Türkiye ayağa kalk yorgunluğum boyumu aştı.”

“atılan güller solar, geride hep taşlar kalır”..

“rüya görürüm diye uyumuyorum” “sana baktıkça içimden koşmak geliyor” “ben kendimi deniz sanırdım”

“ben bütün yenilgileri yaşadım, kalmadı sana hiçbir şey .”

“acı yüreğimden beynime sızar..” “gitti bütün seyirciler, boşaldı salon geride kalan yalnızca, yalnızca maskelerdir “ ‘’...kaybolmuş bir köpek ilanı gibi kaldım şu dünyada...’’ ‘’tanrım, çayı demledim. daha önce hiç bu kadar ölmemiştim.’’

“geriye doğru belki koşabilirsin ama akarsu dağları hiç tırmanamayacak”

‘’dizlerin duruyor mu başımı koyacak? anne ben geldim, oğlun, hayırsızın ... ‘’

“ben sustum, sen kendi dilini yarat”

“tükürür gibi bakıyor yüzüme dünya”

“senin tam o köşeyi döndüğün yerde

“pencerene kar buğusu bıraktım belki adımı yazarsın diye”

hep sorulan bir sokak adı olayım” “adımın soluk izi, acının seyir defterinde” “acı, takunyalar giyerek yürürdü yüreğimde sevincinse tüyden ayakları vardı.” “göreceksen şimdi gör beni / tabutlar ışık geçirmez”

“yağmur bile kurulanır bana bakınca” “yarama tuz basınca tuz kanıyor” “peşimde kırlangıçlar dolanır, denizim kıyısıyla dalaşır” “tünel karanlık, tren yorgun, raylar eski gönlümde sonsuz bir kaçma isteği”

‘’yalnızlığın resmine bir fırça da ben attım / dönüp bir daha attım..’’

ekşi sözlükte onun için söylenenler

# 78 kuşağının en önemli şairi belki de, şairler övgüyle bahseder ondan, ama nedense pek tanınmaz, kitapları da zor bulunur... (mats gustafsson) # her yol ağzında kendine rastlayan adam. altı okka şair ve kimsesiz gecelerin kankisi. (wassolldenndas) # şiirleri üzerine düşünmesi insanı korkutabilen, yorabilen, ağlatabilen muhteşem insan. (thebigfella) # azca değeri bilinen, çokça şair. (suyunrengi) # ah benim ahmet abim. ben gurbetteyken mi ölecektin:( daha yavru kedi verecektim sana. bakamam diyordun, göcebeyim diyordun. ah benim güzel abim hangi ara gittin?

(kiralik kamil) # acıların şairi, küllerimizi tekrar ateşe veren sanatçı. (courtney) # her siiri bir vasiyet niteliginde olan sair. (unofficialsultan) # hüzünlü hayatı, yıpratıcı hastalığı ve kahreden ölümüyle bazen boşu boşuna yaşadığımı sorgulatan şair. (atesisuzanifirkat) # yagmur kokulu, bozkir nefesli, deniz sonsuzlugunda siirler yazan adam. ölümü uzun bir gülümseyişe dönüştü. (muntazaman) NOT: Yorumlarda mahlas kullanıldığı için ad-soyad belirtilmemiştir.


LPliSEPOSTASI

14

Grup Gündoğarken’in kurucularından ve aynı zamanda grubun solisti olan Burhan Şeşen’le müziğe ve edebiyata dair söyleştik...

Yeni şarkılar çıkıyor, yeni albümünüz… Ve bunlar oldukça çok seviliyor, fakat ‘’Rüzgar, Yaz Bulutları, Ankara dan Abim Geldi’’ adlı eserleriniz unutulmuyor, dinleyici bunu sürekli istiyor. Aynı şarkılarla yıllarca süren bir beraberlik. Nasıl bir duygu bu? Yani sanıyorum her sanatçı ya da grubun unutulmaz şarkıları var. Bu saydıklarınız da onlardan üçü. Bu biraz çocuklarınızla beraber büyümek gibi bir duygu. Bütün sırrı da bilmişlik taslamadan yukarıdan bakmadan sadece ve sadece ‘samimi’olmak... Bizler bir anlamda dinleyicilerin hislerine şöyle ya da böyle bir şekilde tercüman oluyoruz. Ne mutlu bize.

Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sinema ve Televizyon bölümünü kazanıp bir yıl okuduktan sonra, Vatan Mühendislik Makine Bölümünü kazanmışsınız. Müzik varsa neden konservatuar değil de o bölümler? Ya da o bölümleri neden devam ettirmediniz? Ben o yıllarda müzikle profesyonel olarak uğraşmayı düşünmüyordum. Şarkı yazmak onları söylemek nasıl meslek olabilirdi ki? Dünyanın en güzel en zevkli hobisi nasıl paraya dönüşebilirdi ki?... O yüzden farklı alanlarda üniversite eğitimi yaptım. İyi ki de öyle yapmışım. Bu farklı okullar bana çok farklı disiplinler kazandırdı.

Ben de bir müzik aşığıyım ve müziğe sevdalıyım. Okul ve opera konserlerine çıkıyorum. Hayatımı müzik üzerine kurmak istiyorum. Şunu merak ediyorum, sahneye çıktığınızda, o müthiş kalabalığı gördüğünüzde neler hissediyorsunuz? Bir de konser bittiğinde ve yalnız kaldığınızda neler? Şimdi bazı şeyler yanıltıcı olabilir. Çok seyirci, çok satış, çok para, çok tanınmışlık gibi. Önemli olan sahneye çıktığınızda, kalabalıktan ziyade onlara ne söylüyor olduğunuz... Unutmayalım ki geçmiş dönemde de çağımızda da bir çok diktatör milyonlarca insana seslenip bol bol alkış da aldı kabul de gördü. Sadece çıkarlar uğruna insanların duygularını sömürmek pek insanca gelmiyor bana... Ama müziğe dönersek kalabalık kadar konser verdiğiniz mekan da çok önemlidir.Mesela ben kendi adıma bir Bodrum Kalesi konserini ya da Karadeniz Ereğlisi’ndeki-ne yazık ki adını anımsayamadım-bir mağarada verdiğimiz bir dinletiyi ya da Göcek’te sadece 50 kişi alabilen 540 rakımda çaldığımız bir mekanı hiç unutamam. Bir konser bittiğinde sanki bir rüyadan uyanmış gibi hissederim kendimi. İlk şarkı zaten bir konserin nasıl geçeceğini az çok belli eder. Arada konuşmalar,hatıralar,anektodlar... Bir misafirlik gibidir bazen konserler. Sonunda ne mi olur? Hiç bir şey. Yenisine bakarız:-)

Sahnedeki Burhan Şeşen ile günlük yaşamdaki Burhan Şeşen’in arası nasıl, anlaşıyorlar mı? Aaaaa, aramız çok iyidir. Beni öyle korumalarla gezen, vip araçlarla gezinen, mankenlerle takılan popçularla karıştırmayın. Ben de herkes gibi işimi yapıyorum. İşimi iyi yapmaya çalışıyorum. Fakat mesleğimin yapısı gereği birazcık tanınıyorum o kadar. Ben ve sahnedeki Burhan birbirimizin farkındayız ve de o yüzden birbirimizi hiç üzmeyiz...

Klasik bir sorudur belki, günümüz müziğinin durumu ve gidişatı hakkındaki görüşlerinizi merak ediyorum. Ya çok iyi müzikler de var. Çok kötü müzikler de... Kısaca özetlersek bu çok çok hızlı bilişim çağında duygunun ikinci plana gitmesi ritmin ve soundun birinci plana geçmesi çok doğal. Nasıl mektup yazmıyorsak, hormonlu yiyecekler tüketiyorsak, bütün değerler tek tek törpüleniyorsa bundan müzik de nasibini alacaktır. Alıyor da... 1988 yılında Eurovision Türkiye elemelerine katılmışsınız. O güne dair düşünceleriniz neler acaba? O güne geri dönebilseniz neleri değiştirirdiniz? 1988 yılına geri dönmeye hiç niyetim yok:-) Sonunda eğlenceli bir yarışma. Abartmaya da gerek yok.

Solo çalışmalarınız dışında Grup Gündoğarken olarak yeni bir albümünüzü dinleyebilecek miyiz? Tabii ki. İnan şarkılar hazır ama yoğunluktan bir türlü stüdyoya girip Gökhan’la kayıt yapamıyoruz. Bu şarkılar albüme girmeyince de yeni şarkıların önü tıkanıyor... En kısa zamanda... İnşallah... Burhan Şeşen şu sıralar neler yapmakta? Şu aralar MÜYORBİR (Müzik Yorumcuları Meslek Birliği)in yönetim kurulu başkanlığını yapmaktayım. Diğer yönetim kurulu üyelerimiz. Edip Akbayram-Kubat-Ali Kocatepe-Onur Akın-Belkıs Akkale ve Ahmet Koç. Türkiyedeki şarkıcıların yorumcu haklarını savunan bir meslek birliği bu. Ve tam 1800 üyemiz var. O zamanımın büyük çoğunluğunu alıyor. Tekirdağ Süleymanpaşa Belediyesi’nin Kültür Sanat Danışmanlığına başladım. Zaman buldukça fotoğraf çekiyorum, motorsiklete biniyorum. On altı yaşındaki kızımla vakit geçiriyorum. Ve de aynı zamanda 2008 yılında kaybettiğim oğlum SERHAN’ın adına kurduğumuz Serhan Şeşen Müzik Felsefe ve Yaşama Saygı Derneğinde de başkan olarak çalışıyorum. Üç kitap, üç şair ve üç şarkı? Oğuz Atay ‘Tutunamayanlar’, Yusuf Atılgan ‘Aylak Adam’, Montaigne ‘Denemeler’... / Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Hüsnü Arkan... / Bülent Ortaçgil ‘Yağmur’, Gündoğarken ‘Sıcaklardandır’, Cat Stevens ‘How Can I Tell You’... Lise ve edebiyat dersek, ne dersiniz? Lise bir gün bitecek ama edebiyat asla...


LPliSEPOSTASI

15

Arkadaşım mı desem, dostum mu? Sevgilim mi? Yoksa canım mı? Canım ablam, sensizlik o kadar zor ki, karanlık bütün dünyayı mı ele geçirdi? Biz senle annemin iki yavru serçesi gibiydik. Ayrılmaz iki sevgili… Geceleri sen olmadan ben uyumazdım, ben olmadan sen uyumazdın. Soğuk havaya aldırmadan ayaklarımızı yorganın dışına çıkarıp gülüşürdük. Sırf ayaklarımızla birbirimizi ısıtabilelim diye. Kocaman hayal dünyaları olan iki hayalperesttik. Ben seni kendi hayal dünyama dahil ederdim. Ama sen beni dahil etmezdin. Neden diye sorduğumda, aldığım tek cevap ‘benim hayal dünyama ölüm dahil. Sen o dünyadan değilsin.’ deyip konuyu kapatırdın. Gözünden akan iki damla yaşı bana hissettirmeden silerdin. Biliyorum ki ölümden çok korkardın. Ben sorduğumda ‘ bilmiyorum’ deyip bir ah çekerdin. Her gece dua edip öyle yatardık. Ama lambayı söndürmezdik; çünkü sen geceleri hiç sevmezdin. Karanlık olduğunda içine bir korku girer, geceyi uyanık geçirirdin. Her şey öyle hızlı gelişti ki… Bir sabah baygın buldum seni ve iki gün sonra karanlığa hapsettik seni.Sen istememiş olsan da, farkında bile değildin belki de, gözlerin sonsuzluğa kapanmıştı. Zaman çok çabuk geçiyor. Ama ben seninle kaldım. Zaman seninle durdu benim için. Sen bizim için hala varsın. Yine söndürmüyorum ışığı, dua edip öyle yatıyorum. Seninle olduğu gibi. Herkes uyuduğumu sanıyor; ama yanılıyorlar. Çünkü ben yatağın içinde beni ısıtan ayaklarını arıyorum. Ararken de sabah oluyor. Öldüğünü kabul etmesek de alışmaya çalışıyoruz. Her şey eskisi gibi. Evde sen varmışsın gibi davranıyoruz. Sofrada her zaman yedi tabak yedi kaşık var. Yerine kimseyi oturtmuyoruz. İlaçların televizyonun sehpasında ve yanında bir bardak su bulunuyor. Annem senin uyanmanı bekliyor. Uyanacaksın ve “anne ilaçlarım” diyeceksin. Annem de hemen ilaçlarını getirecek. Ve biz birlikte büyüyeceğiz. Hayaller kuracağız ve zaman mutlu mutlu akıp gidecek. * 12. sınıf

Bir küçük bir büyük

Harabe bir kalp ve eksiklikler

Sen korkma küçüğüm Başka diyarlara çalarsam seni Koparırsam dalından Ayırırsam seni Sakın kızma küçüğüm Sevip kırarsam seni İncitirsem ağlatırsam seni Bir başkası olma küçüğüm Sen de üzme beni Toprağına yol et Hayatına nefes beni Ağlayıp solma küçüğüm Ne olur anla beni Gönlünde bir yer bul Sen de bırakma beni.

Sensizlik çok kalabalık sevdiğim. Bu sessizlik çok gürültülü. Yastıklar desen taş Yüreğimi sorsan yıkık bir ev gibi. Harabe… Odam dağınık. Sofrada bardaklar eksik Bir zamanlar varlığınla atan kalbim Şimdilerde yokluğunla gün sayıyor. Arıyor işte nefesini. Canım çok yanıyor bu aralar Başım da ağrıyor. Bu sessizlik çok kalabalık sevdiğim Bu sessizlik çok ses yapıyor.

BERİVAN ADAN

BESTE YAŞAR

*12. sınıf

* 9. Sınıf


LPliSEPOSTASI

Mehmet Topap TEK KALE MAÇ

Kördünüz. Ben bunu gördüm Bunu yazarken bir çocuk öldü Ama siz görmediniz. Kendimi deşifre ettim Onu bende zannettim Bu acıya karşı ilk galibiyetim. Sakat bu mısranın kafiyesi Yazan beceriksiz, yazdıran kafiyeli Bu gururuma ilk mağlubiyetim.

TERS ORANTI

Bak bir yalnızlıkta devrilirim! Güneş bizim için varsa gölge niçin?

Bilge Yüksek SONU BELLİ HİKAYE

Gecelere sorsam seni Dipsiz karanlığa, Yıllarını kaybetmiş iki insan olsak Bulsam seni defalarca Adını unutsam hatırlamak için seni, Dönüşüm olsan uzaktan yakına Hem başım hem sonum olsan Ve her sonu sen yaratsan?

Tolgahan Köçmeze SAKINIYORUM

Ütüleyip askıya asmışken sensizliğimi Yine çıkıyorsun karşıma Buruşuyor ruhum Kalbime hücum ediyor Senden kalan birkaç anı Ama sakınıyorum seni benden Sakındığım gibi kendimi Senden başka birinden.

16

Lafın Gelişi >> BESTE YAŞAR

Artık seni unuttum sayılabilir. Yani artık acıtmıyorsun kalbimi. Ama geçenlerde yine geldin aklıma. Yürüyordum aklıma geldin. Canım acıdı. Şimdi seni düşündüğümü sanırsın. Geçenlerde ne zamandır mesaj gelmeyen telefonumdan mesaj sesi geldi. Şaşırdım. Aklıma geldin. Ufacık kalbim acıdı, heyecanlandım; ama sevinme hemen. Sevmiyorum seni. Hemen aldım elime telefonu. Tabi kalbimin atışı da aynı hız da. Mesajı açtım. Ah, yine mağazalarda indirim var. Yıkıldım… Alışverişi seninle yapmadıktan sonra ne önemi var ki indirimin. Başka bir gün şarkı dinliyordum. Her şarkının içine girmek, her şarkıyla buluşmak zorunda mıydın? Her şarkı seni mi anlatıyordu? Hepsi sen, hepsi sen… Sen hepsi. Ama müzik çaları kapatınca unuttum yine. Ha bu arada, unuttum derken lafın gelişi. Bak laf bile geldi, sen gelmedin. * 9.sınıf

Sana Seni Anlatmak >> İREM TURUNÇ

Sana seni anlatmak zor. Bir insan karşısındaki için ne düşünülebilir ki? Ama konu sen olunca insana bir başka gelir rüzgarın fısıltısı. O zaman güneş bir başka görünür. Sarı iken kızıla dönüşür güneş. Sonbahar ilkbahara dönüşür. O zaman da bu şahesere herkes hayran kalır. Günahlarla savaşan, iyiliğe öncülük eden bir şövalye gibisin. Yıldızlar ülkesinin imparatoru gibisin. Ütopya’nın anahtarını saklayan bekçi olmalısın. Peki ya başka nesin? Eğer sana bir şey olursa rüzgar bana bunu fısıldar, doğa dengesini kaybeder. Ve en sonunda güneşle birlikte ben de solarım. Biricik sevgilim, sana seni anlatmak düşündüğümden de zormuş. Şimdi bunu anladım. * 9.sınıf

Sevgili Sevgilim >> OKTAY AYDIN

Dün gece sana yazdığım şiiri okudum. Bir de bu gece yazdığımı. Hiç fark yok! Neden azalmıyorsun bende? Neden gidişin dün gibi? Neden sana yazdığın her yazı hep aynı yerde tıkanıp kalıyor. Ben kimseyi yokluğunda bu kadar özlemedim. Kimse yokluğunda bu kadar özlenmedi. Varlığında kıymetini bilmediğim birini yokluğunun gurbetinde özlemek? Tıpkı yeni doğmuş bir bebek gibiyim, yoksun ama yokluğunu dile getiremiyorum. Konuşamadığımdan değil; ama yokluğunu kabullenmemek için susuyorum ve bekliyorum sadece. * 12.sınıf

Selam Defter >> ALEYNA ÜÇER

Bugün de günlerden M. Zaten hesaplarsak saat de M.’yi M. geçiyor. Şimdi sana Sayın M. Bey, gözlerin diyorum çok güzel ya! Günlerim sensiz diye onlara bakmakla avunuyorum. Bugün de sensiz geçtiği için çok üzülüyorum. Bir gün daha geçti sensiz, bir gün daha çaresiz, bir gün daha geçti sebepsiz. Herkes biliyor seni sevdiğimi. Belki sen de biliyorsundur ve ben bunu sana nasıl söyleyeceğimi her gün tekrar tekrar düşünüyorum. Nedense boşluk gibi karşılıksız. Ne duyan var ne de cevap veren. Karanlığı mı sevdim yoksa? Belki de ben değil ruhum sevdi seni. Konuştuğum her kelimede sen, içtiğim suyun her damlası sen, seni beklerken bile sen. Sen çaresizliği bilir misin? Bildiğinden daha çaresizim! Aylardır belki umuduyla bekliyorum, belki gelir diyorum. Ben seni beklerken kendimi yenemiyorum, bir tek seni beklerken susmuyor düşüncelerim! Her gün uyanır uyanmaz sensiz nasıl geçeceğini öğretiyorum saatlere. Saatler sensiz nasıl geçeceğini öğreniyor ama kalbim sensiz nasıl atacağını bir türlü öğrenemedi. Bilir misin bende aşk nedir? Nefesin kesildiğinde nefes almaktır, gözlerinin rengiyle başladığın gündür, sesiyle karşıladığın gecedir. Gözleri olmadan görememektir. Bedeninde sürekli yer değiştiren patlamamış kurşuna benzer, gelmediğin sürece acıtır kanatır. Sen benim kapanmamış yaramsın. Aşk bir anlık dalgınlıktır ve sen dalgınlıklarımın en uzunusun, ruhum seni hiç unutmayacak. Her şeyimde sen varsın benim; zorumda, kolayımda, sevincimde, üzüntümde, korkumda hatta tereddüdümde bile sen varsın. Zaten “Bir tereddüt anını bekler aşk”; küçük bir andaki tereddüt! Sessiz bekleyişim her gece sürüyor; çoğu zaman neyi beklediğimi bile unutuyorum, sadece aklımda sen kalıyorsun ve ben yine bekliyorum. * 10.sınıf


LPliSEPOSTASI

17

Sevgili Hayal Kırıklıklarım NEŞE GÖRÜCÜ

İ

nsan hayal kırıklıklarıyla başa çıkınca mı büyür, bilmiyorum. Ama ben hiç büyümemişim; çünkü hiçbir hayal kırıklığımla başa çıkamadım. Karşınızda dimdik durup evet, bu hata benim demedim, diyemedim. Ama artık büyümek istiyorum. Bazen sizi bir bavula doldurup çok uzaklara fırlatmak istiyorum. Ama olmuyor . Hayat dedikleri bu düzenin camına yapışmış karasinekler gibi duruyorsunuz. Hiçbir sinek ilacı da etki etmiyor üstelik. Daha hayal kırıklıklarımızı öldürecek bir ilaç bulunamadı. Siz sevgili hayal kırıklıklarım, nereden çıktınız, hangi tercihimin bedelisiniz? Bilmiyorum; ama bir günün ortasında, şarkı dinlediğim bir anda, herkesten kaçacak bir köşe bulduğumda, karşıma dikilip kötü insanların kahkahalarındaki tınıyla gülümsüyorsunuz bana. Bense teslim olmuş bir mahkumun yüzündeki pişmanlıkla acı bir bakış fırlatıyorum size. Mahkum ne zaman serbest kalır bilinmez; ama ben özgür olmak istiyorum. Siz sevgili hayal kırıklarım, benim seçimim, hatalarım değilsiniz. Çevremdeki insanların en çok da en güvendiklerimin, en vazgeçilmez saydıklarımın bana biçtiği bedelsiniz. Şimdi onları mı bavula tıkmak gerekiyor yoksa sizi mi, kararsızım. Lunaparkta oyuncaklara heyecanla binen çocuğun masumiyetiyle size doğru yürüyorum. Oyuncaklara binen çocuğun kalp atışları gibi hızlandı benim de kalp atışlarım. Ama heyecandan değil. Pişmanlıktan, yenilmişlikten, eksilmişlikten. Evet, yaşadığım sürece siz hep benimle olacaksınız. Tek bir farkla: Yağmurdan sonra güneşle beraber çıkan gökkuşağı gibi ara sıra rastlayacağım size. Söz veriyorum. Kendinize iyi bakın hayal kırıklıklarım. Daha görüşeceğiz. Sizinle başa çıkmayı öğrenecek olgunluğa geleceğim güne kadar kendinize iyi bakın. *12. sınıf

Kalbime En Uzak Yer SAKİNE BARAN

G

üne gözlerini açtığında içine bir dert bir sıkıntı çökmüştü. Anlamıştı bu günün onun için iyi gitmeyeceğini. Son birkaç gün böyle geçiyordu. “O” günden sonra hep böyle oluyordu, her hareketi canını yakıyordu. Mutlu olamıyor, gülemiyordu. Güldüğü zaman yanağında yüzüne renk veren iki küçük çukur ortaya çıkıyordu. Gamzeleri ona bir çocuğun yüzündeki masumluğu katıyordu. Bunun farkındaydı ama en çok ‘o’ söyleyince seviyordu bunu. Ama şimdi ‘o’ yoktu. O yoksa mutlu olmanın, gülmenin de anlamı yoktu. Zaten hiçbir şeyin anlamı yoktu. Bundan tam beş gün öncesini getirdi aklına. Yatağında uzanmış tavanı izlerken. ‘O’ gelmişti. Hayal miydi, gerçek miydi? Bunu düşünmüyor, düşünmek istemiyordu. Çünkü farkındaydı hayal olduğunun. Bildiği halde kendini kaptırmıştı bu hayale, en büyük gerçeği yapmıştı. Evet beş gün öncesini düşündü. Çünkü o gün henüz gitmemişti. ‘O’ yanındaydı. Ne zaman isterse dokunabilir, öpebilirdi. Sonra ansızın dalabilirdi izlemeye. Çünkü oradaydı, ona sadece kalbi kadar uzaktı. Derken olan olmuş, sessiz sedasız bir şekilde gitmişti. Uzamıştı mesafaler. Nedensiz değildi gidişi, haklıydı. Epeydir ihmal etmişti onu ilgilenmemişti. Yatağından yavaşça doğruldu. Banyoya elini yüzünü yıkamak için ilerliyordu. Oradaydı aynanın karşısında. Yine ‘o’ gelmişti.Yüzünde hafif bir gülümseme. Ama pek uzun sürmemişti bu. Kulağına onun sesi geldi. “Benim çocuk gülüşlü sevgilim!” Sesin geldiği yere dönecekti ki anladı. Sese ulaşabilmek için bir mesafe vardı. Bu mesafe kalbine olan uzaklık değildi artık. Anladı ve anımsadı. *11. sınıf


LPliSEPOSTASI

18

Yazarların lise edebiyat serüvenleri Lise çağları heveslerin çağıdır. Edebiyatla buluşmanın yahut edebiyattan uzak durmanın yakınındadır liseli. Bu yıllarda okumaya ve edebiyata atılan iyi bir adım sonrasında uzun yolculuklar doğuracaktır. Biz de bu hevesle, liseliyi edebiyatın önemli adlarının anılarına konuk etmek istedik. Bir zamanlar liseli olan şair yazar ve sanatçılar lisenin soğuk sınıflarındayken acaba edebiyatla nasıl ilişkilenmişler? Soruşturma dosyamız için onlarca yazar ve sanatçıya “Lise ve edebiyat dersek, ne dersiniz?” diye sorduk. Bize ulaştırılan yanıtları sizinle paylaşıyoruz.

Lise yılları ve edebiyat...

Göz yaşartan bir öykü

ŞÜKRÜ ERBAŞ

AZİZ GÖKDEMİR

S

anıyorum hemen herkesin, özellikle şiirle ilişkiler kurduğu yaşlardır. Çünkü kızlı-erkekli hemen herkesin kalbine sevda ateşinin düştüğü yaşlardır bu yıllar. Bu sevdayı dile getirmekte sıkıntılar duyduğu, kendini yetersiz hissettiği, ya bilebildiği şairlerin şiirlerine başvurduğu, ya da oturup duygularını cümlelere, dizelere dökmeye çalıştığı bir güzel zamandır lise yılları. Ben de bu genel resmin içindeydim. Bir taşra kentinin ağız dil vermez sokaklarında, okul sıralarında, daracık odalarında gönlümün ve gözümün düştüğü kıza, sevgimi söyleyemediğim için gittim şiire sığındım. Önce, Karacaoğlan’dan, Pir Sultan Abdal’dan, Yunus Emre’den şiirlerle derdimi söylemeye çalıştım... Yetmedi, o şiirlere benzer dizeler kurarak kendi duygumu, bana ait değilmiş gibi, karşımdaki kıza söylemiyormuşum gibi kapalı, dolambaçlı, bulanık yollarla söylemeye çalıştım. Bu yazdıklarım o küçücük, dar çevrede beğenilince, daha çok heveslendim yazmaya. Yazdıkça kendime güvenim geldi. Kendime güvenip geldikçe gittim daha çok okumaya çalıştım. Okuduklarım çoğaldıkça, bildiklerim çoğaldıkça sınıfta da, sokakta da daha güvenli bir yerim oldu. Hem mahcup oldum, hem sevindim, hem de oturdum daha çok yazmaya başladım. Tuhaf bir şekilde edebiyat derslerinden sıkılırdım, çok başarılı olduğum da söylenemezdi ama aşkla şiirler yazardım. Lise bittikten sonra kesildi yazma çalışmalarım. Birkaç yıl öyle suskun, harflerden uzak geçti. Sonra yeniden, bu kez sevdadan çok toplumsal, siyasal sorunlarla tekrar başladım yazmaya. Neden şiir diye çok soruldu. Bugün hâlâ doğru dürüst bir cevabım yoktur. Ama iyi ki böyle tutuk bir dünyada başlamışım yaşamaya, ama iyi ki sevmeye heves etmişim, iyi ki okumuşum ve iyi ki acıma harflerden, dizelerden, şiirlerden merhemler sürmüşüm... Hepinizi sevgiyle, şiirle, şarkılarla ve türkülerle kucaklıyorum...

O

rtaokul ve lise yıllarım farklı kaynaklardan beslenen edebiyat kazanımlarıyla dolu geçti; bunun bugün ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlıyor ve beni o koşulların içine yerleştiren, belki de kazadan beladan da uzak tutan (1980 darbesinin hemen sonrası bu bahsettiğim dönem) talihe şükrediyorum. Okuduğum okul herkesin girmek için can attığı Robert Kolej’di. Oldukça tembel bir öğrenci olmama rağmen ailemin iteklemesiyle zar zor, kavga dövüş sınava hazırlandım ve kapağı attım. Açıkçası, derslerin çoğuyla ilişkim mesafeliydi ama iki koldan üzerime doğru ilerleyen edebiyata karşı ilgisiz kalamadım. İki kol derken okulun iki öğretim dilini, Türkçeyi ve İngilizceyi kastediyorum. İngilizce edebiyat öğretme görevini üstlenmiş öğretmenlerimizin hem şanslı, hem de şanssız olduğunu söylemek zorundayım. Şanssızlık elbette aradaki kültür farkını aşıp öğrencilerin ilgisini çekmekte dezavantajlı oldukları konumdu. Buna karşılık, ellerinde gayet albenili, özenle tasarlanmış, hatta bazıları siyah-beyaz fotoğraflarla zenginleştirilmiş (ve sanırım içerikleri herhangi bir bakanlık tarafından belirlenmemiş) kitaplar ve yüzlerce yıllık güçlü bir geçmişi olan bir (İngiliz, İrlanda, ABD, Kanada vb. edebiyatlarını ayrı ayrı saydığınızda birden fazla) edebiyat birikimi vardı. Ders programı dahilinde okuduğumuz öykü, roman ve oyunların yanında, aynı kitaplarda yer alan ve ancak boş vakitlerimizde zevk için okuyabileceğimiz yapıtları da sayarsanız bize verilen metin sayısı yüzleri buluyor. Şurası kesin: İlgisi olan balını aldı. Öğrencilerin edebiyatı sıkıcı bulup bir kenara atma olasılığı her zaman pusuda bekler; o zamanlar İnternet, facebook vs. yoktu ama göğün mavi kubbesi altında insanın aklını çelebilecek bin türlü kaçamak


LPliSEPOSTASI

19 vardı. Belki biraz da bunun bilinciyle, kahramanı çocuk ve/veya öğrenci olan birçok İngilizce yapıtla karşı karşıya getirildik. Richard Wright’ın otobiyografisinden mahallede ona dayak atmak için bekleyen çocuklarla mücadele etmesini anlattığı bölümü, Ray Bradbury’nin yedi yıl boyunca yağan yağmurun bir saatliğine durmasının hemen öncesinde sınıf arkadaşları tarafından zalimce dolaba kapatılıp orada unutulan, ancak yağmur tekrar (yedi yıl daha yağmak üzere) başladığında hatırlanıp salıverilen küçük kızı anlattığı öyküyü ve benzeri anlatıları kaçımız unutabildik bilmiyorum. Türkçe edebiyatı ise oldukça eski ürünlerden oluşan, bizim ve annebabalarımızın kuşağının yaşadıkları dönemlere ilgisiz kalmakta direnen bir müfredat (Falih Rıfkı, Halide Edip, belki Behçet Necatigil, belki Orhan Veli, daha yakına yaklaşmaya çekiniyordu kitaplar) belirliyordu ve öğretmenlerin eli kolunu büyük ölçüde bağlıyordu, ama bunu kendi olanaklarıyla aşanlar oluyordu. Örneğin bir hocamızın önderliğinde Çağrı adında bir edebiyat dergisi çıkarıyorduk. Bir başkası ders kitabındaki Türkçe edebiyat örneklerini tarihi bağlamları ve diğer ülke edebiyatlarıyla ilişkilerini irdeleyerek sunar, mümkün olduğunca ilgimizi uyandırır, o metinleri bize yaklaştırırdı. Bir üçüncüsü daha da ileri gider, müfredatı güncel yapıtlarla destekler, hatta kimi zaman yazarı (örneğin bir seferinde Latife Tekin) bizimle tanışmak için okulumuza davet ederdi. Bu hocamız beni sınıftaki edebiyata yatkın nadir çocuklardan biri olarak belirgin bir biçimde kayırır, bir yandan da kendimi yeterince vermediğim için sürekli burnumu sürterdi. Yine de onun dersinde not konusunda pek endişe etmezdim. (Bu not konusu aslında keşke edebiyatla hiç ilişkilendirilmese; öğrencileri soğutması bir yana, bulaştığı herkesi dürüstlükten uzaklaştırmak gibi bir tehlikeyi barındırıyor, aşağıdaki cümlelerde göreceğiniz gibi.) Bana kıyasla, iyi bir arkadaşımın durumuysa oldukça kötüydü; hatta not belası nedeniyle edebiyattan nefret etme raddesine geldiğini söyleyebilirim. Sene sonu sınavını ben biraz da imtiyazlı konumum sayesinde pek üzerine kafa yormadan geride bırakmıştım, o ise bütünlemeye kalacağından korkuyordu. Çaresiz ikimiz birlikte görüşmeye gittik, ki bu forslu bir kasaba seçmeninin hemşerisini yanına alıp torpil umuduyla kaymakamın yanına varması ya da Ankara’da milletvekilinin makamına dayanması gibi bir şeydi galiba. Odada arkadaşımın okunmuş kağıdı çantadan çıkarıldı, arada bir bana “Hadi peki” bakışları atılarak cevaplar yeniden inceledi, o bahane bu zorlamayla pespaye sınav kağıdının notu 3’ten 8’e filan yükseltildi, çocuk kurtuldu. Olay burada kalsa belki de çoktan unutmuş olurdum, ama müsaade isteyip çıkmamıza yakın odanın bir köşesinden minik bir farenin burnunu göstermesiyle bizim için o notun bedelini ödeme zorunluluğu belirdi. Hocamız çığlık çığlığa sandalyenin tepesinde, biz iki çocuk elimize geçirdiğimiz cetvellerle farenin peşinde... Ne not gölgesinin üzerine düşmesi uzaklaştırabildi beni edebiyattan, ne de bir gün hepimizin canımızı çok sıkan bir cezaya alet edilmesi: yukarıda andığım o güzel, sergi kataloğu gibi emek verilmiş kitabımızın en uzun öyküsünü (17 sayfaydı) temize çekmek zorunda bırakıldık bir bahar günü. Ne zaman okusam, sonunda (tesadüf bu ya) farecik Algernon’un mezarına çiçekler yollanırken gözlerimi yaşartan bu öykü, hâlâ en sevdiğim metinlerden biridir.

Lisede edebiyat tutkum NAZMİ BAYRI

L

ise yılları gençliğin bunalımlı yıllarıdır. Bedenin fiziksel, biyolojik değişiminin duyguları, mantığı alt üst ettiği zamanlardır… Eğitim sisteminin çıkmazları da buna eklenince gerçekten de lise yıllarında bir açmaza giriyor gençler. Bu açmazlarını, ayrımında olmasalar da sosyal çalışmalara, spora, sanata yöneltenler sarsıntıyı hafifletiyorlar. Bizim dönemimizdeki eğitim sistemiyle bugünkü eğitim sistemi arasında nicel de olsa farklılıklar vardı. Liseli gençlik bugün daha çok üniversite giriş sınavlarını düşünmekte ve lise 1. sınıftan itibaren hazırlanmaya başlamaktadır. Bizim lise yıllarımızda bu kadar hazırlık söz konusu değildi. Dershaneler yalnızca büyük şehirlerde açılmıştı. Liseli okuldan sonra dershane yolunu tutmuyordu. Kendi olanakları çerçevesinde hazırlanıyordu üniversiteye. Üniversite giriş sınavlarıyla bu kadar uğraşı içinde değildi. Diğer yandan okuyan, okutan, tartıştıran idealist öğretmen kadroları vardı. 70’li yıllar biraz da ülkemizde ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel değişimlerin yaşandığı yıllardı. Belki de Türkiye tarihinde en çok derginin, kitabın nüfusa oranla okunduğu yıllardı. Buna etki eden nedenlerin biri de televizyonların evlere yeni yeni girmesi olabilir. Özel kanallar olmadığı gibi gece saat on iki’de kapanırdı televizyon. TRT televizyonu vardı yalnızca. Telefon da yoktu her evde. Bilgisayarlar, cep telefonları hayal bile edilmiyordu. Ancak sinemalara haftada bir gelen filmler izleniyordu. Söylemek istediğim, lise yıllarında eğitim sistemi ve teknoloji gençliği okumadan alıkoyan etmenler arasındadır. Ama belirleyici değildir. Bugün de okuyan yazan, teknoloji kurbanı olmayan, dersleriyle birlikte sanatın izini süren gençlerin sayısı az değildir. Evet, bu kısa açıklamadan sonra lise yıllarımdaki edebiyata dönebilirim. Sorunuz üzerine epeyce düşündüm, belleğimi yokladım tabii ki… Ortaokul yıllarında başlamışım karalamaya. Hem de şiirle. İki şiirimin içeriğini bugün bile anımsadım. O şiirlerimden birini samimi olduğum bir arkadaşım çok beğenmiş olmalı ki bir kâğıda yazmış cebinde taşıyordu. Bazı ortamlarda o şiirimi okuduğu oluyordu. Ben de yazdığım şiirleri zaman zaman arkadaşlarıma okuyordum. Şiirlerim toplumsal eşitsizlikleri anlatıyordu daha çok. Peki, şiir, ardından öyküler yazdıran nedenin arkasındaki olgu neydi?


LPliSEPOSTASI Okumak. Bulduğum gazete, dergi ve kitapları büyük bir açlıkla okuyordum. Çevremde roman okuyan ağabeyler vardı. Bu da bir şanstı benim için. Okudukça dışa vurumum artıyordu sanki. Okuduğum romanların, hikâyelerin hemen hemen tümü toplumcu gerçekçi eserlermiş. O zamanlar bunu bilmiyordum. Şimdi anlıyorum okuduğum kitapların içeriğini. Dünya edebiyatından Tolstoy, Gorki, Puşkin, Dostoyevski, Şolohov, Gogol, J.London, Steinbeck, Balzak, Hemingwey…gibi daha nice yazarların eserlerini, edebiyatımızda ise Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmet Haşim, Nazım Hikmet Ran, Kemal Bilbaşar, Halide Edip Adıvar, Bekir Yıldız…gibi daha birçok yazarımızın eserlerini okumuştum ve okumayı sürdürüyordum. En büyük şansızlığım düz lise yerine meslek lisesinde okumamdı. Ailemin ekonomik durumu gereği meslek lisesini ben tercih etmiştim. Meslek lisesini bitirdiğimde çalışmaya başlayacaktım. Bu bir zorunluluktu. Düz lisede okuyamadığım için de üzülüyordum. Meslek lisesi tam gündü. Öğlene kadar atölye eğitimi, öğleden sonra teorik dersler başlıyordu. Lisede kitap okumayı sürdürdüğüm için edebiyat dersini seviyordum. Ezber, kalıp bilgilerin dışında olan kompozisyon yazmayı, tiyatral okumaları daha çok seviyordum. Yazar olmayı düşlüyordum. Yabancı filmlerde gördüğüm iki katlı bahçeli evlerin çatı katlarını hep bir yazar evi olarak görüyordum. Nazım Hikmet’in Rusya’da bir ormanın içinde verilen bir evde okuyup yazdığını duyardım ağabeylerimden. Ben de öyle bir yerde okuyup yazmayı ya da bir gün Avrupa’da bir ülkeye giderek orada bir evin çatı katını kiralayıp bir yazar gibi yaşamayı istiyordum. Diğer dersler gereksiz geliyordu bana. Derslerde şiir, öykü, roman, coğrafya, tarih, mantık işlenmeli diyordum kendi kendime…Liseyi terk edip evde okuyup yazı yazmayı da çok istiyordum. Dış dünyadan yalıtıyordum bazen kendimi. Tek başına yürüyüşlere çıkıyor, insanları gözlemliyordum. İçsel bir boşlukta dolanıyordum çoğu zaman. Şehrin uzak noktalarına gittiğim oluyordu. Gidip bir ağaç gölgesinde oturuyor, çevreyi gözlemliyordum. Böyle bir günde çadır kurmuş olan çingeneleri -kap kalaylar, bohçacılıkta yaparlardı- uzaktan uzağa izliyordum. Benim çadırlara dikkatli bakmam onları rahatsız etmiş olmalı ki bana bağırdılar ve ben de sessizce uzaklaştım oradan. Onları da yazmak istiyordum. Bilmeden gözlemci gerçekçi yolu izliyormuşum meğer. Yanımda kitap taşıyordum...Yaz tatillerinde çalışıyor, kazandığım paralarla kitap alıyor bir de sinemaya gidiyordum. Okumayı yoksulluktan kurtulmak olarak görüyordum. Gazete, dergi de alıyordum. Hem de ciddi gazeteleri, dergileri alıp okuyordum. Lisede üç beş arkadaş okuduğumuz kitaplar üzerine konuşuyor, yazdığımız öyküleri okuyorduk birbirimize. Yol gösteren olmadığından yazdıklarımızı bir yerlere gönderemiyorduk. Orhan Kemal’den çok etkilenmiştik. Onun öykülerine benzer öyküler yazıyorduk. Okul tiyatrosunda, kütüphanesinde gönüllü görev alıyorduk. Okul dergisi de çıkartılmıyordu, çıkartılsaydı belki de ilk öykülerimizi orada yayımlar yazarlığa ilk adımı atmanın heyecanı ve özgüvenini yaşardık. Lise 2.sınıfta

20 Orhan Kemal’in ‘Yağmur Yüklü Bulutlar’ adlı öykü kitabını almış üst üste iki kez okumuştum. Bekir Yıldız’ın ‘Kaçakçı Şahan’ kitabını da öyle. Öykülerin içeriğini arkadaşlarıma anlatıp duruyordum. Okul dışında bu arkadaşlarla buluşup yürüyüşler yapıyor, öyküleri yazdığımız defterleri açıp yazdıklarımızı okuyorduk. Hiç unutmuyorum, Muzaffer Alpata adındaki arkadaşım ‘Kaldırım Altı İnsanları’ diye bir roman yazdığını söylemişti. Romana nasıl başladığını anlatmıştı sadece. Haydar adlı arkadaş yazdığı öyküleri okuyordu. Ben de öyle. Bugün düşünüyorum da yazdıklarımız olay öyküleriymiş. Şiirlerimiz de Nazım Hikmet, Orhan Veli taklidi şiirlermiş. Ortaokul Türkçe öğretmenimden pek bir şey öğrenemedim. Ondan hiçbir zaman ortanın üstünde not da alamadım. Lisede iyiye yükseldim, ama pekiyi alamadım edebiyat öğretmenlerimden. Ortaokulda Türkçe öğretmenime inat bir gün yazar olmayı soktum kafama. Çünkü aşağılıyordu bizi. Aksine matematik, fen bilgisi öğretmenlerinden okuma ile ilgili teşvik görüyorduk. Yarıyıl tatili, yaz tatilinden döndüğümüzde bu öğretmenler kitap okuyup okumadığımızı soruyor, okuduklarımızı kısaca anlattırıyorlardı. Bir de aferin, diyorlardı sınıfın huzurunda. Lise yıllarımda kısa yazılar yazıyordum. Sokaktan, kırsaldan durumları ortaya koyuyor, doğa betimlemeleri yapıyordum. Şimşek çakan karanlık geceleri, parlayan yıldırımları, yalnız evleri…Karın sokak lambalarında savruluşunu…Rüzgârın sokakları altüst edişini… Elleri eski paltolarının ceplerine sokulu yürüyen zavallı görünümlü insanları…Üşüyen çocukları yazıyordum kendimce. Lise yıllarımda edebiyat, yaşama sımsıkı tutunmak gibi geliyordu bana... Tiyatro da, müzik de, sinema da, resim de öyleydi. Bugün düşünüyorum da çok doğruymuş…

ZEKİ DEMİRKUBUZ Biraz komik olacak ama benim lise hayatım olmadı, liseyi sonradan dışarıdan bitirip üniversiteye öyle girdim. Sevgiler.


LPliSEPOSTASI

21

Mesafeler uzayınca insan ölüyor. (Sevinç Beyoğlu) Uyandım baktım ki sabah Senden kalan duyguları topladım. (Kadir Acıoğlu) Bir kuşun kanadı Kanlı günleri görmeden kaybolup gidiyor. (H.Gizem Oğuz) Kan bile eskisi gibi değil artık. (Süleyman Aydın) Yürüdüğüm en uzun yolda Eskiden kalma ben. (Helin Ekinci) Sen miydin düşlerimden gelen Aklımda ve rüyamda Her şey sensin. (Özlem Taşoğlu)

Bir kuş uzun yollarda kanatlı Kalanlara bakmamak için uçuyor. (Roya Budak) Uzak kalan yoldu, ben değil Kanım akmıyor yalnızlıktan (Fadile Yıldız) Uzaklara dalıyor gözlerim Bulutlar diyorum, bulutlar seni getirmeli (Neşe Görücü) Eski yollarda kan kokusu Kanat çırpsam gelsem bu günlere (Makbule Yüksekdağ) Sana çıkıyor bu kapılar Kalanlarsa kaçışta (Mine İçgel) Bizden kalan ne çok yol varmış Bir sen yoktun orada (Özlem Işık)

Böyle her gün yokuşlarımdan düşen / Benimsin büsbütün terk olduğun gün. (Fatih Türk)

Sensizlikten arta kalan günlerin acısı Ellerimde aşkının kanı (Zehra Baykara)

Senin görmediğin zamanlarda Yokuşlu yollarda sevdim seni. (Tuğba Sarılır)

Onca zamanın üstüne Eski bir düşüncesin şimdi (Elif Kaya)

Yürüyormuyduk bahçelerde Yoksa bir söz parçasının Dağını mı çizdiriyorlardı bize. (Tunahan Kuş)

Anılardan aktıkça kan Cümlelerim ağlıyor yalnızlığıma (Lamia Demir)

Yokuş yolda seni düşündüm Kalmadı yolun yokuşu. (Turgut Duran)

Sakın solmasın Senin bana kanat çırpışın (Atakan Can)

Dallar koşuyor mevzilere Kurtaracak aşkı ve sevgiyi (Çağla Bayram) Gözlerim söz dalında Bahçemde düş geziniyor (Zeynep Turhan) Bahçene sığınmışken ruhumun bedeni / Kalmadı söylenecek söz (Oktay Aydın) Hayaller kuruyorsun Sonra da atıyorsun (İsmail Kılınç) Kanadı kırık bulutsam eğer Eskiden de öte eski var (Nuriye Türe) Dala çıkmak için çabalayan bir balık Sözgelimi yaşadığımı sanıyor (Merve Doğan) Kalemimin düşü o kadar da geniş değilmiş Ayaklarının sisli sesini evimde duymayı beklerim (Deniz Balamut) Güneş parmak uçlarımı yakıyor Saçlarım sislenmiş bir sonbahar Hayat bana mı bakıyor şimdi Dallanıp budaklanır kalbim Bir bahçe haber verir bahardan Söz bulamam kalbime (Samet Beşli)


LPliSEPOSTASI

22 Duygu Asena Roman Ödülü sahibini buldu

Doğan Kitap’ın Duygu Asena’nın anısına saygı duruşu olarak düzenlediği Duygu Asena “Kadının Hâlâ Adı Yok” Roman Ödülü sonuçları açıklandı. Seçici Kurul, 29 Nisan Salı günü yaptığı toplantıda ödülün Fırtına Takvimi adlı romanıyla Jale Sancak’a verilmesini oybirliğiyle kabul etti.

Sait Faik Abasıyanık Hikaye Armağanı, Mahir Ünsal Eriş’in

Sait Faik Abasıyanık Hikaye Armağanı 10 Mayıs 2014 günü Burgazada’daki Sait Faik Abasıyanık Müzesi’nde, düzenlenen törenle Mahir Ünsal Eriş’e verildi.Ödülünü yazarın yaşadığı ve ada öyküleri ile kişilerini kaleme aldığı evde alacak olan Mahir Ünsal Eriş, bu armağana “Olduğu Kadar Güzeldik” adlı öykü kitabıyla layık görüldü. Ödülün seçici kurulunda yer alan Doğan Hızlan, Hürriyet’teki köşesinde bugün şöyle yazdı: “Mahir Ünsal Eriş’in öykülerinin yalın dili okurun hemen dikkatini çekiyor. Sıradan insanların serüvenleri, gündelik yaşamları, dertleri, eğlenceleri ince bir mizahla yazılmış. Hiç kuşkusuz dramatik öyküleri, aile içi çelişkileri yansıtmaları da başarılı. Eriş’i edebiyat geleneğimiz içinde Rafik Halit Karay’a, Memduh Şevket Esendal’a, Sait Faik Abasıyanık’a yakın buldum, onlar bugün yazsalar böyle yazarlardı. Hem adına dosya ve ödül anma vesilesiyle Sait Faik Abasıyanık’ı tekrar ve yeniden, hem de ödül kazanan Mahir Ünsal Eriş’in öykülerini muhakkak okumanızı salık veririm.”

“Çok kitap oku, az hapis yat”

Avrupa’nın en kalabalık cezaevlerine sahip ülkelerinden biri olan İtalya’nın güneyindeki Calabria bölgesinde, hapisteki mahkûmların okudukları her kitap için ceza indirimi almaları planlanıyor.

Sanat ve Edebiyatta Kadın Sempozyumu yapıldı

Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 5- 6 Mayıs tarihlerinde “Sanat ve Edebiyatta Kadın” adı altında bir etkinlik düzenledi.

Tanpınar Edebiyat Festivali, 511 Mayıs’ta yapıldı

İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin (İTEF) altıncısı Vehbi Koç Vakfı’nın ana sponsorluğunda 5- 11 Mayıs tarihleri arasında, Şehir ve Yolculuk teması altında gerçekleşti.

Ahmet Ümit mahkumlara kitap okuyacak

Gaziantep Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde çeşitli kuruluşların da desteğiyle 2- 4 Mayıs arasında gerçekleştirilecek Gaziantep 1’inci Uluslararası Kitap Festivali’nin koordinatörlüğünü ünlü yazar Ahmet Ümit üstlendi. Memleketi Gaziantep’e gelen Ahmet Ümit, festival kapsamında cezaevine gideceğini ve burada bir araya geleceği mahkumlara kitap okuyup, özgürlüğü konuşacağını ifade etti.

KIBATEK Ödülü, İnci Aral’ın

Türk edebiyatının özgün isimlerinden, metinlerinde genellikle kadın-erkek ilişkilerini, sevgiyi, kadının kimliğini, bağlılık ve özgürlük sorunlarını konu edinen İnci Aral, 2014 KIBATEK Edebiyat Ödülü’ne değer bulundu. İnci Aral’a ödülü, İstanbul’da, Yıldız Teknik Üniversitesi, Davutpaşa Kampüsü, Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek 26. Uluslararası KIBATEK Edebiyat Sempozyumu’nun açılış töreninde sunulacak.

Gabriel Garcia Marquez, hayatını kaybetti

Dünyaca ünlü yazar Gabriel Garcia Marquez, tedavi gördüğü hastanede 87 yaşında hayata veda etti. Meksika’nın başkenti Meksiko’da, zatürre nedeniyle geçen ayın sonunda hastaneye kaldırılan ve tedavisinin ardından 9 Nisan’da taburcu edilen Marquez 87 yaşındaydı.

Necatigil Şiir Ödülü, Enver Ercan’ın oldu

3 Aralık 1979 tarihinde yitirdiğimiz şair Behçet Necatigil’in anısına 1980’den bu yana ailesi tarafından düzenlenen Necatigil Şiir Ödülü, 2014 yılında “Türkçenin Dudaklarısın Sen” adlı kitabı için oy birliğiyle Enver Ercan’a verildi.

Erdal Öz Edebiyat Ödülü, küçük İskender’e verildi Can Yayınları’nın kurucusu Erdal Öz’ün anısını yaşatmak için her yıl düzenlenen Erdal

Öz Edebiyat Ödülü, Pera Palas’taki törenle küçük İskender’e teslim edildi.

Bu kitaplar insan derisiyle kaplı

Pahalı ve eski kitapları bir araya getiren büyük kütüphanelerde her daim garip bir yan vardır. Söz konusu garip kütüphanelerse şüphesiz hiçbir yer, Harvard Üniversitesi’yle boy ölçüşemez. Çünkü birkaç yıl önce bu kütüphanede bulunan üç kitabı, diğerlerinden ayıran bir şey fark edildi. Onların deri kaplaması, diğerlerine benzemiyordu. Yapılan araştırmalar da gösterdi ki, bu pürüzsüz kaplamalar, insan derisindendi. Hatta bu kitaplardan birisinin derisi, canlı bir insandan yüzülmüştü.

PEN Şiir Ödülü, Refik Durbaş’ın

PEN Şiir Ödülü, bu yıl usta şair Refik Durbaş’a veriliyor. Konuya ilişkin internet sitesinde bir açıklama yayınlayan PEN, “Hayatını emeğin özgürleşmesine adayan ve geniş Türkçe yelpazesiyle özgün bir şiir oluşturan Refik Durbaş’a 21 Mart Dünya Şiir Günü bağlamında bir şükran ifadesi olarak PEN Şiir Ödülü’nü sunmaktan kıvanç duyuyoruz” ifadelerini kullandı.

Dostoyevski’nin kahramanları heykel oluyor

Daha evvel bizi İhsan Oktay Anar’ın Uzun İhsan Efendi’si ile de tanıştıran heykeltıraş Çağdaş Erçelik’in Dostoyevski’nin roman karakterlerinden esinlenerek hazırladığı sergi, 28 Mart’ta Nişantaşı/ İstanbul’da açıldı.

Fazıl Say, Sait Faik için besteledi

42. İstanbul Müzik Festivali’nin programı açıklandı. Bu yıl “Doğanın Şarkısı” temasıyla 31 Mayıs- 27 Haziran arasında gerçekleştirilecek festival sırasında, 25 Haziran günü Fazıl Say’ın Sait Faik Abasıyanık için bestelediği eserin prömiyeri yazarın yaşamının büyük bir bölümünü geçirdiği ve pek çok hikâyesini kaleme aldığı Burgazada’da yapılacak.

Edebiyatın “belleği” müzenin kapısına kilit

Nazım Hikmet’ten Cemal Süreya’ya, Aziz Nesin’den Melih Cevdet Anday’a pek çok yazar ve şaire ait şahsi belge, mektup, Kitap ve yazın takımlarının sergilendiği Edebiyat Müzesi ve Yazın Belgeliği, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca kapatılıyor. Kaynak: sabitfikir.com


Personel, gezi ve tur organizasyonları Tel: 0324. 322 16 00

Gsm: 0531. 587 87 33 - 0535. 670 00 25 Yusuf Kılıç Mh. 83033 Sk. No: 27 Mersin

Adres: Çankaya Mahallesi Silifke Caddesi Armağan İşhanı Kat 2 No:5 Akdeniz / MERSİN Telefon: 0324 239 23 83 Faks: 0324 237 87 86 www.seviye.com.tr

Üçocak Mahallesi Otogar Karşısı Ezel Galeri Bitişiği MERSİN

0324.237 2147

Güvenevler Mh. 1913 Sk. Çelik Apt. No:11/A Yenişehir/Mersin Tel: 0324. 327 85 05 Faks: 0324. 327 90 75 www.sokakkitap.com



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.