Yaratim Dergisi, Mart-Nisan

Page 1

İki Başlı Sanat Edebiyat Dergisi Mart-Nisan 2013 ¨5

KIZIL VE SARI

EYLÜL VE ŞİİR

sesin düşer ve kırılır, alıngan bir mavide sulara gömülerek. bir kuş yağmuru her göç mevsimi nöbeti devralmaya başlar sarı ve kızıl güzün öfkesi dallara yüklendi mi.

bir iklim hırsızıdır her şiir şubata hapsolmuşken yüreğin nisanı ta kapına getirir.

sevda hırçınlaşır hicran ya da firkat gibi eskimiş sözcüklerde tedirgin ürkek. kaybolan umutların ardından bir başka umutla aşka ulaşmaya çalışır pervasız çiçekler üreterek. tekkelerde ölüme elpençe dervişler kutsadıkça vuslat öncesi ayrılıkları hükmünü dayatır sonbahar hazana dönüşür bakışların sesine yerleştikçe kızıl ve sarı.

yorgun ve bitkindir her hazan karmaşık bir soru gibi bahçeler insan adını bile unutur bazan. kalkıp bulutlara gidersin sevdaya tünemiş bir eylül hem de ne kadar eylül bir bardak yağmur içer dönersin. rüzgâr dokundukça yaprak irkilir gözlerinin bana dokunduğu gün kadar. uçarıdır bütün renkler ama en çok sarılar aşkı bir şiirle değiştirir.

bu sayıda: -bu baştan başlayarakŞiirin Amedli hicri takvimi, SEZAİ SARIOĞLU n Çürümüş zamana ağıt, AHMET ÇAKMAK Yavuz oğlanın şarkısı / Anglosakson için kara, METİN KAYGALAK n Helbest li ser şopa jîyanê ye, MAZHAR KARA n Arap baharı, ADNAN CİHANGİR n Sayıklamalar, OSMAN ÇOKUR n Doktor, REMZİ KARABULUT n Mühür, BİNALİ DUMAN n Bölünme, ÇOMAN HERDÎ (Çev. OSMAN MEHMED) n Sabah akşam üç posta vb., vd.’leri için manşet değerinde söz, ÖZTEKİN DÜZGÜN


A

med yeddi emini. Şehremin. Tarih şiiri/ şehri ona emanet etmiştir sanki. Şehrin tarih eki İhsan Biçici’yi saymazsak, kolluk takmayan, tahtaya isim yazmayan, şiir kolu başkanı... Amed nasıl özetlenebilir... Hicri’yle de elbette. Başkasını bilemem ama ben can güvenliğimi tehlikeye atarak Hançepek duvarlarına şu cümleyi yazmak için yazılamaya çıkarım: “Hicri, dedim şiirlerimi ilikledim..” İncelikler insanı... Bir övgü, bir incelik cümlesi mi kurdunuz, tepeden tırnağa mahcup olur, cevaben mırıldandığı “Gözümsün...”, “O senin güzelliğin...” söz kalıplarını hiç kimse onun gibi söyleyemez... Bir zamanlar göğe taş atıp altında bekleyen Kürt öğretmen. Şimdi, şiir, düş ve aşk bahsi dışında emekli. Klasik “edebiyat öğretmeni” tipolojisinin tersi. Müfredatta, resmi tarihte kalmamak... “İktidar” odaklı bir meslek olan ve “alışkanlık” yapan öğretmen olarak kalmaması, öğrencilerinin ve şiirin kârıdır. Öğrenci demişken, öğrencilerinde yandan şarklı “ Adnan’ı (Satıcı) unutmak olmaz. “Qırık” şair Adnan Satıcı’nın her anlamda yarısı Hicri’dir... Şiir yarısı, rakı yarısı, bilgi yarısı... İçki şiirde durduğu gibi şairde durmayınca başlar mı masa içi ve masa dışı sataşmalar. O da göz şahidi olur, ya da yan masaya sığınıp içki ve şiir mültecisi... Adnan’ı kaybettiğimizde, şiirlerin, harflerin bil cümle Kürtçe ve Türkçe anlamların boğazına düğümlenip konuşamaması Adnan’ın suyuna şiir karıştırmasıyla da ilgilidir. Özellikle kahırzaman aşkıyası olduğu günlerde, “yakıcı”lardan düz rakıyla arası oldukça iyidir... Naif içici. Şık kırıldım... Hiç’lenme sanatında değme neyzenle yarışabilir... Akşamcı. Hep akşam görürüm onu. Bu demek değildir ki Barış ve Devrim gündüz olunca o uykuda olacak. Ya da, Barış veya

2

Devrim şenliklerine katılmak için şiirinin bitmesini bekleyecek... Ne kadarını yazdıysa şiirini bir beze yazıp seslerin olduğu tarafa koşar... Sonrası malum, Barış da Devrim de düz rakıyla kutlanmak ister... Dünyanın bütün şiirleri ve şişeleri bir masadabirleşir... Elbette aşkıya... (“aşksız geçen günleri düşmeli ömürlerden”) Farsça’da “yakan” anlamına gelen suzinak makamı. Yakılmıştır, çok yıkılmıştır. Kaç maşuk’a, “HİCRİ’nden bu gece yatabilmiyem. Yazabilmiyem” dediği rivayetler arasındadır. Ama şiirle kendini yeniden icat etmeyi bilmek kaç şaire nasiptir... “bugün newroz’du, oturdum hevalno’yu dinledim” dedikten sonra, yarı yolda durmayıp Newroz ateşini 1 Mayıs’a taşıyan sosyalist koşucu. Dilini ve yaralarını kimlik sayan ama, düşlerinin, kavramlarının ve yaşamının ipini “kimlik politikalarına” bağlamayan mürekkep (birleşik) makam... Sınır tanımayan şairler kavmindendir... (“Bir istisnayım artık / Kuralı bozuyorum”) Her


anlamda istisna, kendi biz’i içinde bir ağaç gibi tek ve hür, kendi tek’i içinde çok... Azıcık boydan kısa olduğuna bakmayın, Kürtçe veya Türkçe şiir okumaya başladığında oldukça uzun boyludur. Şiiri, hem doğru hem de güzel, süssüz, yalın ve derin okuyan az sayıda şairden biri... Bilgisinin bilgesi... Türkçe şiirin üniter ve muvazzaf şiir ortamında kaç şair farkında bilinmez ama Türkçe şiire, kendi dili Kürtçe’nin, kültürünün anlam aşısını yapan şairlerden. Gazeteci çıraklarının çıkardığı, sürekli küllerinden doğan, dili öne eğilmeyen Özgür Gündem Gazetesi’nde, anlamlarından, yazılarından nasiplendiğim kapı komşum... (“Herkesin uyuduğu saatlerde/Kapı kapı dolaşır şiir”) dizelerinin hem mecazı hem de aslı. Ruhen ince bedenen zayıf olduğunu biliyorum ama “zayıf” yanlarını henüz bilmiyorum. Bilmem için Amed’de iki başımıza hane-i berduş olarak gezmemiz gerekir. Sonra da, hayatlarımızın sağlamasını yapmamız için bir meyhaneye oturup Diyarbakırlı Ermeni karakter oyuncusu ve bestekar Samuel Agop Uluçyan’ın nam-ı diğer Sami Hazinses’in “Bir dilbere müpteladır gönlüm” ve “Derdimi kimlere desem” şarkılarını meşk ettiğimizi düşünürüm...

gizlenir gibi yaşıyoruz

Suzinak, demiştik... O halde “Suzinak” şiirinden bir kaç dize ile bitirelim faslı: “seviyorum, seviyorum başka seçeneğim yok / yedeğimde yeni acılarım var, öderim diyetini /yeni yazgılar bulurum belki, şiirlere vururum kendimi /başımı kitaplara yaslarım / toplarım şarkılardan yasadışı aşkları sürerim alanlara// seviyorum / başka seçeneğim yok / yeter sınama beni.”

çarpmak için kırsal bedenlerimize

O “yeter sınama beni” dese de ben tersinden bir cümle bu yazının kalbi olsun isterim: Bir Amed Divanı olan Hicri, kendimizi sınamamız, kavramlarımızla yüzleşmemiz için bakmamız gereken Hençepek’in girişinde duvara asılı Mezopotamyalı bir aynadır.

gözleri olan işitsin

çalıdan bıyıklarımız, çırpıdan sakallarımızla çarığında hızır’ın yükseklerde erimeyen karla altında bekleyen baharla çürümüş zamana şahitlik ediyor aynalar boşluk içinde boşluk kulağına kim fısıldadı şu sonsuz menzilde yakamozlarla kişneye kişneye ay’ın yanık ağzından kopup cehennem kokulu nefeslerimize bütün sular karpuz çatlatırdı eskiden

25 aralık 2012

İyi yanım, Hicri yanım; aynalandığım...

3


7/5. Yavuz oğlanın şarkısı

27/6. Anglosakson için kara

Beni bu yas evinden çıkar

Bu kez taşlara bakacağız

Bir uzak anne cümlesi bul bana

Taşlara.. yazılmış o ilk sayfalara

Bir devletli baba tembihi.

Oradan bildiğimiz bütün tabletlere gireceğiz

Ya da tapınak bekçisinin

En olmaz harfleri getireceğiz huzura

Omuzlarındaki eğreti vakarla

Bu kez herkes bir fazla olacak ama

Tartımla beni…

Remildarlara soracağız Ruhunu çölde gezdiren

Haydi bu kez

Bir Anglosakson’a soracağız

Yavuz bir oğlan ol

Çölün cümlelerini.

Oğuz bir oğlan ol

En olmaz berzahlarında dolaşacağız

Ya da bu kez harbi

O muharref aklın

Yenik bir oğlan ol

Yani herkese

Kara bir evin

Kendinden olmayanı soracağız

En yavuz yerindeyken

Başkasında kalanı…

Kara bir evin… Yani herkese Başkasının karasını soracağız Herkesin karası kendine.. değil!

4


HELBEST Lİ SER ŞOPA JÎYANÊ YE

E

z do sibê di avek re derbazbûm. Yên ji avên beza, ji avên gur derbaz bûne pê dizanin. Derbazîya ji avên kûr gelek zehmet e. Ku kûranîya avê ji nava merov berjorti be, şixulê mirov hin zehmet e. Lewra ava gur qûma binê lingê mirovan dişiqitîne dibe û linê mirov dimîne li hewa û mirov bi ber avê dikeve, bi evê de diçe. Weka li gelek deveran kurd weka idyoman dibêjin: “ çem û çem çû” Yên sobanî û aşberîyan baş nizanin dibê li avên gur nekevin. Weka ku şaîr gotîye: “Berê xwe bike pola, paşê deswt bavêje hesin ..:” Berê aşberÎyan, sobanîyan hinbibin, paşê li evên gurk evin, ji avên kûr derbazbibin. Wisa nebe aqûnet “çem û çem”e Do sibê di aveke gur re derzbûm. Helbestê xwe sipart dilê min. Qidûmêmên çokên min şidîyan, jîyan weka sêveke sor, l ise lêvên min reqisî, şewq û şuhul daû paşê weka hingivê kewarê helîya.. Sêbe hê zûbû. Şebeqê nûh dabû der. Zeraqî tavê li bilincîyan dicilwilî. Deştên fireh, newalên kûr hê di bin tarîtîyeke girande bûn. Sura serê sibê kulilkan hişar dikir. Aramî di kewna xwe de, keçik bê xem di xewa xwede bû. Serê çiqilên dar û beran bi pûka sipî ve xemilandî bûn. Tenê noberdarên jîyanê hîşar bûn. Nobedaran bi awakî, bi miqamekî, sûra sibê û tirêjên tavê jî bi miqameke dinê difîkande jîyanê. Ez li buhurek digerîyan. Ji bona derbazbûna ji ava gur, ji ava kûr , ji ava pir gere buhur baş bêye hilbijartinê. Hilbijartina bûhur ji hostatîya aşberîyan jî girîngtir e. Ewilî dibê erdê buhur erdeke bikevir be, cîyê vî rast be û bi beraya xwe freh be. Lewra berê buhur çiqas fireh be buhur ewqas tenik e. Buhur çiqas tenikbe jêderbazî ewqas hêsa ye. Tenikatî tim hêsatî ye.. Lê jîyan. Jiyan…

Jiyan çemke kûr e. Lê belê jîyan çemeke kûr e. Çiyan diqelişîne, deştên fireh dide ber xwe, dikudîne. Ji zuxran de, ji kendalên

bilind de tê xwarê. Zevî û mêrgan avdide, tîbûna mirovan û rewiran, ya jar û sêwîyan, ra evindar û rêwîyan..rêwîyên rîyên dûr dişkîne. Dar û beran avdide, qirş û qalan bi ser xwe dixîne dibe digihîne behrên bêbinî. Lê buhurên wî yên tenik jî zefin… yê bi çeman beledin, hostanin; hostayê çeman û rîyan; hostayên jîyanê. Hostayên jîyanê ji çeman û rîyan re beledin. Ew bi tema kûranîyê jî baş dizanin ya ketina avên kûr jî. Yên bi tema kûranîyê nizanin tim û tim xwe di çemên tenikok de dişon, li wir dikevine avê. Lê tema avê wisa dernayê û bi gulek û du gulan jî bihar nayê. Dayîka min digot: “çevên bi tirs singê sipî nabîne.” Çevên bit irs ji çemên kûr derbaznabin.. Ev qanûna avê ye, naguher e. Çihokên pikûk xwe li çeman digirin, çemên piçûk xwe li çemin mezin digirin. Çemên mezin jî xwe li behrên bêbinî digirin ber bi wana diherikin..diherikin bê bêhdayîn û nbê sekan. Jiyan çemeke kûr e. Bi xar û lez dikişe ber bi behra bêbinî. Ew ji tenikaya çihokên piçûk de destpêdike û li bêbinîtîya behra pêldide. Pêlên mezin, yên wka çîyan dipilpitin. Tenê gotinên zêîn dikarin wan pêlan aşbike; tenê helbest dikare..

Helbest kakilê gotinê ye Vê sibê di çemeke kûr re derbazbûm. Avê ji qama min derbazkir. Hênikaya wê tîna dil şikand, tema kûrahîya wê da bin zimanê min û helbestê xwe ceriband. Gotinên nû qiqilîn, j3iyanê xwe hejand ber bi kûrahîya bêbinî. Gotinan qaçil avêtin, merên rût kişîyan ji nava dehlan, çûçik firîyan û helbestê bê sol û gore, bê ser û go, bi lingên mezin, bi lepên qelişî, qelînekên xwe kire bêrîka xwe û da dû jiyanê..

5


gam ve hüznü mülk bellemiş ibrahimiler en aziz varlıklarıysa tavan arası cin zemzem bankta dolar dil altı dua rüzgar yaprakken laikleri zikre savan atları nuhun gemisine bedava biner titanike parayla gözüme batırdıkları halkçı eşitlikçi bir rab cudi de cenaze çok oysa meclis önünde az cennetin anahtarı boyunlarında asılı olsa da dünü yarınla kıyaslayacak yaraların mizanını aramakla vakit öldürmekte ısrar ediyor her aylak kocalarını tanrıyla aldatan kadınların hikayelerini dinleyerek ergenliğimi kazandım kaybımsa sürekli kırdığım misaki milli camilerinde beş vakit mümin seçmen dersleri ey inananlar kardeşsiniz ilk hedefiniz iktidar hutbesi benim hiç demokrasim olmadı hep komşununkini kullandım bir görseniz biber gazıyla açlığını bastırma konusunda nasıl da mahir rahman bir seçim sandığına gömülen temsili halkım nedense her sabah akşamdan dönünce

6

cumaya kaçardı tüm takvim yaprakları kenarları yenik azınlığım ben yok çarşı iznim yer yüzümde ateşe verileli bir oy pusulasına sığdırılmalıymış hayat yanarak öğrendim bütün sara lar first lady şimdi başbakanlar ibrahim kardeş katli vacip işkence mubah hay allah diyene otuz bir kere maşallah bütün ibrahimiler başbakan şimdi bütün sara lar first lady bir veda busesini aydınlattı şehrin ışıkları şüphesiz o bıçak gezindi mümin seçmen ense düzlüğünde şüphesiz o baltayla yarıldı bir balta bir bıçak donanımıyla kutlu afyon içen buyruk esiyor şam esriyor bedenime ateşi çıktı rüyamın gelmeyen görmez inanmayan keşfetmez ben şiir mahkumu inanmam gözlerime sevilmemiş her kara parçası gibi dilim kesik ellerim bağlı çocuktum içimde bir ıslık herkesin kulağı

adnan cihangir


Genç adam sabahın bu sıkıcı alacasında, sıcacık köşeyi alıvermiş. Soba kömür yükünü parıltılar saçarak eritmeye koyulmuş. Parçalayıcı kızıl dişleri büyük bir hazla geğirip metal borulardan gazını dışarı salıyor. Bir küme kırış, kırış ak saçlı yılların kör inançlarını sınamaya koyulmuşlar-’Tanrı’ diyor biri pek emin; rüyama peygamberin nurdan taçlı başını erişilmez irilikteki cüssesini sundu, genişçe bakır bir tepsi üzerinde. Raks’tan mest olmuştu. Gözlerinde ki etkileyici nazarı bir görseydiniz. Tabii ki saydım! yedi kez bayılmış da tekrar ayılmışım. Dünkü koşturmacanın ertesi sabahında baş ağrısıyla uyandım. Diş fırçalama, hafif egzersiz sokağa attım kendimi. Curcunadır taşra kentlerinin akan sakinliği; park var atasım geldi, kendimi yeşil bahçeye. Çay içilecek, dört renkli kalem, A-5 kareli defter. Kalemin ve defterin illüzyonlarına dalmak. Uzak, hiç gitmediğim uzak mahallelerden davul gümbürtüsü. taş yapılardan derilmiş ticaret mekanları. Elindeki mekanikle camekana yumulan kambur. Yaz yağmuru var rakım(1635), üşüyorsunuz. Sigara yaktım. Aylaklık günlerindedir pazar. Bebiş otel odasının kasvetinden yorgun uyuyor. Yan masada devlet memuru görünümlü bay ne karaladığımın kuşkusunda; bir ala karga havalandı, sokaktaki dinginliğe ters bir öfke bulutu geçti; iki geçkince adam arasında hayvancılıkla ilgili bir sorun, çekişme. Kırılgan ve bezmiş ruhum iki arada nihayet erkenden yoruyor kendini; bırakıyorum ağır işçilik gerektiren metin düzücülüğü. Üçüncü çay içilmiş kafamdan başlayan karıncalanma ense köküme inmişti. Tedirgin oluyor insan. Hiç bir sosyal güvencem yok. Gecede kirli bataniyeler... bölünmüş uyku.

Kaşıntı,

Sabah, üç beş zeytin, reçel, kirli bardakta çay. 9.35; Birilerine uğranacak. Kamburlaşıp ölmüş numarasıyla kalan ödentiyi tahsil etmeye çalışmak.

9.55; Dinginlikten uzak titrek, titrek dolanmak. 11.45; Ticaret odası başkanlık seçimleri. Didişenler. 12.33;Benliği, on dakikalık sohbette dört kez yarılan ‘Baro’ya kayıtlı avukat 14.47; La teressa de lukrezia, Felisian Marceau. Kitabın kapağını araladım. Kaygılar. O gece olağan gecelerimden birini tekrar kaydetmiştim. Bunu mutlaka yapmalısınız; bu öğüdümü, önerimi lütfen aklınız da tutunuz demiyordum. Nusret sorgulama gereği duymadığım, gölgede kalsın istediğim bir kişilik. Bu özel sayılabilecek konularda kendimi ikna ettiğim doğrusu var; hem en yakınımız da olanı bile tanıyamazken Nusret biraz da karanlık ilişkilerimden önemli bir figür olarak kalacak. Evet öyle kalacak. -Silik, törpülenmiş, ruhsuz ve mongol olmadığımı pekala biliyorsun.Değil mi? -Eh! Fena içici değilsin. Demiştim. Beslemiş olduğumuz ateş, rüzgârın muzipliğinden uzayıp kısaldık. -Püff!.Püfff! -Ne denli bücürük küt tipleriz. -Ne sevimsiz bedenlere. Ne uzun kafalara. -Tur sende. Öldürdün adamımızı. -Prüff! Bedenlerimizin resmi dağın yarısına ulaşmış! -Ne dağ boyunca, dere denli uzun. -Tur ben de. Hayır sen de! -Prüfff!

1.

Kollarım uyuşuk. Uykunun derin labirentlerine varıncaya ovup durmuşum Gerili iki yay ayak taraklarım; saçlarımın dibi yayladır, derim yanmış. Oysa, onca eylem halinde ruhum kırılmış avuçlamışım ben. Ah bilmiyorum yeni bir öykü ne zaman düşer heybeme.

7


Yeniden ne zaman koşacağım kendimi yola. Ah biliyorum bulanık zamanları ruhum Atlatacağız birlikte koşacağız . (Bingöl 27 .12. 2003) 2. Kalbimin düzensiz atışları sekiz pencere, on altı kapılı koridorun duvarları boyunca yankılanıp duruyor. Kalorifer petekleri altı yuvarlak parlak metal ve ahşap gizleyici muhafazadan aralıklı dilimler halinde sırıtmakta. Nihayet açık yeşil kötücül boya, uzun koridorun kasvetine önyargı büyütmeme sebeplerden sadece bir tanesi. İç huzursuzluk, gelecek günlerin itici belirsizliği. 3. O.9 suları: Siverek yolu kirlenmiş camdan zor seçiliyor. Göğüs kafesi dışarı taşmış bir adam telaşla akıp geçiyor önümden; sırtı kaba bir hörgüçte sanki tüylerini gizlemek için koyu mavi renk parka ya sarınmış. Yüzü halinden üzgünmüş havasını vermiyor ele. Yoldan geçenler bu hilkat garibesine aldırış etmeksizin araç seyriyle birlikte akıp gidiyorlar. (gewer 16 01 200) 4. 9.30 herhangi bir pasajın girişinde oturdun. Keskin buzdan dalgalar. 11.22 düşündün sen yine, düşünülmeyecek şeyleri. 11.47 üç gece önce ' Hanım eller' tıkındığım masada, hemen aynı artıklar. Bu gece, aktarmalı araçla 500 km yol. ( 26 04 2005 ) 5. Seni sonsuz bozkır genişliğince sevdiğimi söylesem bile, sesindeki kırıkları, gözlerindeki donuk, ikircikli perdeyi söküp alamayacağımı biliyorum. Boşluğun ve kuşkularınla mutlu ol dedim. Cehennemin seni bırakmasın demişim ardından. Ağzını genişçe aralayıp, bakır alaşımlı üç beş dişi ile derin ve içten sırıttı. ( weranşar 06 03 2003) 6. Günlük geçimlik kaygıların bedenime bindirdiği donma ve telaş. Josef K' ile bugün 16.30 sularında tekrar karşılaşmışım 'Dava'; genel geçer kaygılarımın yersiz olmadıkları savı güçlendi. Canetti, yirmi dördün de 'Körleşme' ile buluşmuş ne talih! 38'ime ayak dayamışım ve tepemde dolanıp duran imge baloncuklarını anlamsızca avuçlamaya çalışmaktayım. (midyat) 7. Boyama memuru mu, yoksa ressam mısınız? (ben u sen) 8. Meze bol bu gece; beynimi ve ellerimi yemekle meşgul oldum kaç saattir. Bunları tükettikten sonra ne yapacağım. Yüreğim, böbreklerim diğer iç organlarımla... Sonra, beyaz masa örtüsünden

8

başlamam gerekebilir. Salt beyaz masa örtüsüyle yetinemeyecek bir midem var. Çatal, bıçak, servis tabakları vs... Hazımsızlık sonraları baş göstere bilir. Dr. Erhan ne güne duruyor ki. Çözer tabii! 9. a: Bir kapının ağzını tutsak ikimiz; oradan yolunu yitirmiş 'noel' baba geçse. atılsak hınzırca, pataklasak onu. Torbasından hiçbir şeyin çıkmayacağını biliyoruz. b: Küçük bir ihtimal: Pandoranın kutusu da çıkabilir! Açtığımız kutunun bizi nerelere çekebileceğini düşün. (24 04 2006) Bitlis 12.57 10. Surlar...Tozlu inceden bir yol, akan araç seyri, hafiften esen rüzgar, keskin lağım kokusu, köy minibüslerine doğru koşuşma, fetiş derecede ' yoğurt' tanımlayan adam. ikincidir seziyorum. Otelde dayak yiyormuşum üstelik 'Sen bizi aşağılıyorsun' demişti adamın biri. Boş yere, anımsadım. İki gece önceydi, salaş kötü kokan bir meyhanede ilgi bekleyen gözlerle. Sanki yıllardır beni beklemişlerdi. yılışmalar. Rafine olma sonrası uyum sorunu. Bakış açısı genişledikçe ötekiyi kaçırıyorsun. İnsan tekine 'farklı tür, iğrenç', soysuzmuş gibi gelmeye başlıyorsun. Bir çoğun da nefret duygusu. (öğretmen evi Erciş 28 04 2006 11. Gecenin ağırlığını taşıyorum. Taşlaşmış kadavradan farkım yok. Ş. Erbaş aramış incelikten. Alkol duvarına toslamışım besbelli. Lobiye varmışım ışıksız, loş. Şimdiye tutucular moda; kutlu güller, peygamber helvası. Sohbet var. Aptalca doğrular, kör inançlar, doğrusundan bir virgül şaşmıyor adamın biri. Kardeşimsin serenatları iki dakikacık. Tırnakları pek keskin. (08 05 2003) 12. Yağmur dikelmiş-metal sarı aleminyumdan kutuya çata-pat yıkılıp yere çalıyor kendini. Gri, kurşuni, tanımlanamayacak denli karmaşık bulut kümelerinden gelişiyor bu art niyet. 13. Soluğunu tut. Kovada devinen rüzgarı dinle. Kurumun gezintisi nitelik sayılabilir. Mumun gölgeli yansısı ışıldıyor defterimde. Sigaramın yalımlarını yutmaya kalkışıyor. Küllük bir başına nitelik olmaya kalkışmazsa. Sigaramın dayanağı olmaktan kurtarabilirim.


bugün sevdiğim herkesi aramalıyım hiçbir işim yokken öylesine düşünmemeliyim fazla ne geçmişi ne de geleceği değil mi boş ver yeni bir şey alma artık yeterince yüklendik onları ağırlaştı belleğin belki biraz hafifledikten sonra bu derin sulara atlarım sevdiğimle üstümüzden hiçbir şey çıkarmadan evet çıkarmadan

Doktooor!” diye seslendim bir gün arkasından. Yine hızlı hızlı bir yerlere gidiyordu. Yıllar önceydi. Böyle seslenince döndü baktı. Dönüp bakınca, ben de o günden sonra ona hep Doktor dedim. Doğrusu hâlâ gerçek adını bilmiyorum. Bazen düşünüyorum, acaba ne olabilirdi? Nuri, Ali, Mehmet, Osman, Süleyman, Mustafa… Ayrıca böylelerinin genelde bir de lakabı olur. Örneğin Kıyak Nuri, Pire Ali, Firik Mehmet, Kirli Osman, Ermiş Musa, Hızlı Süleyman, Tilki Mahmut… Ama her neyse, gerçek adını öğrenmem bir şeyi değiştirmez, çünkü ben ona hep, Doktor diyerek seslenmek istiyorum. Dustin Hoffman var ya, Amerikalı aktör, ona benziyor, tıpkısı. Sanki onun kafayı yemiş hali. Sakallı, üstündekileri yıllardır çıkarmayan bir adam. Tüm cepleri dolu, hatta mevcut cepler yetmemiş, kollarına, omuzlarına, sırtına bile cep yaptırmış. Tümünü doldurduğunda, üstünde irili ufaklı birkaç heybe var sanıyor insan. Koştuğu zaman bu torbacıklar dengesini bozuyor, düşürecek gibi oluyor. Bu tipleri konuşturmaya bayılıyorum. Bunun nedenini hâlâ anlayabilmiş değilim. Onlar konuştuklarında ben kendimi gerçekle düş arasında bir çizgide, ruhsal bir sarhoşluk içinde bulurum. Doktor kolay kolay konuşmuyordu. Ayrı gün ve zamanlarda birkaç kez etrafında döne döne konuşturmayı başarabildim. Doktor kendisine sigara verenlerle konuşuyordu. Ya da sigara yaktığında çenesi açılıyordu. Bunu öğrendiğim gün, bir adayı keşfetmiş gibi mutlu olmuştum. Hiç içmediğim halde, Doktor’la karşılaşırım da veririm diye cebimde çoğu zaman bir paket sigara bulunduruyordum.

Bir şey daha yapıyordum. Doktor konuşmaya başladığında kayıt cihazımı çalıştırıyor, konuştuklarının tamamını kaydediyordum. Yine bir gün parkta, havuz kenarında oturmuş çay içiyordu. Daha oturmadan bir sigara uzattım. Yüzüme bakmadan ağır ağır aldı. Heybe gibi ceplerinin birinden çakmak çıkardı. Filmlerdeki aktörler gibi sigarayı yana çekerek yaktı ve dumanı göğe bıraktı. anladım ki akıl işi değilmiş yaşamak bunun için bundan sonra her şeyin daha iyi gidebileceğini düşünmeli hep kentin zaten kendine özgü bir havası var başka bir ülkeden bakıldığında merak edilebilecek bir yer bir rüya kenti ve insanlar rüyadaki hayaletler gibi oradan oraya geçiyorlar sessiz sedasız bunu görüyorum şimdilik kavurucu sıcak altında yürüye yürüye gidilir her yere işte ben o zaman anlarım yaşadığımızı çocuklar dershanenin önünde fıkra anlatıyorlar birbirlerine biliyor musun bazen ürkek güvercinlerin de inip kalktığı oluyor çocuklar güvercinleri görmüyor bile beyaz önlüklü bir öğretmen balkonda cilveli bir kadın arkadaşıyla konuşuyor çay da var ellerinde bugünkü dersler çok ağır biraz yürümeli şöyle dolaşıp hava almalı yine yaralı bir serçenin ardından gitmiştir o her bahar geldiğinde aklına gelen budur gören görmeyen de bir şey var sanacak bir rüzgâr esmeye görsün tut tutabilirsen onu ama helal olsun helal olsun ki ona her esen rüzgârlarla arkadaş oluyor az şey değil bu değil mi dedesine benzer her kişi kızlar dedesine benzer mi kentin araçları birer ayna olup ayrı ayrı yapay ışıklar yansıttı mezarlar metal güneşi kabul etmiyor toprak olsa toprak olsa neyse toprak olsa toprak olsa neyse

9


onun için o gün bugündür suyu hep aziz bilirim bir aralıkta kusmak değil de nedir hayat o bulantı tüm zamanlardan daha uzunu kimler yok ki oralarda tırnaklarını kesiyor yaşlı amca duvar dibinde elleri tir tir titriyor elleri bulantılı zamanlardan yorgun başını kaçırıyor bir salyangoz kalın kalın kitaplar yazıyor artık komutanlar amerika durmuyor şilide deprem gösteri merkezinde çingeneler var biz de gidelim kimse tanımaz bizi sen de tanıyamazsın kendini kısa etek likralı tayt bahar mı dayanır sana kıyma daha fazla yeni açan dallara sokaklarda yürüyüp geçenlere kapısını yeni açanlara elmacık kemiklerim ağrıyor bugün doldurma içmiyorum artık yeter yeter bu kadar şimdi artık ibadet zamanıdır şimdi artık ibadet zamanı şimdi şimdi hiç zaman yitirmemeli şimdi şimdi evet şimdi

* Bir gün de, caminin önündeki kırık sütunlardan birine oturmuş düşünüyordu. Beni gördü. Ellerime baktı. Sigara bekliyordu. Verdim. Çakmağı yoktu. Duvar dibinde oturmuş sigara içen bir adamdan ateş istedim. O da başkasından almış demek ki, yanan sigarasını verdi. Doktor’un sigarasını yakıp geri verdim adamınkini. Doktor’un yanına, öbür Konuşmasını bekledim.

taşa

oturdum.

atıverdim elimdeki çay bardağını pencere camına ama olan bana oluyor ne olacak başka yıpratmamalıyım kendini gerek yok yıpranmışlığımla kalırım sonra ikram edilen çayı içecek zamanınızın olmadığını söylemişti kibarca yağmurların unutulduğu bir mevsimdi âşıktım ben ona yeni filmler vardı gösterimde meydan çeşmelerini saymıştım o gün tek tek çoğunun kuruduğunu gördüm o meydan çeşmelerinin birinden bir gün ellerini tas gibi yapıp su içerken aklıma pat diye bir şey geldiydi aklıma pat diye bir şey gelince ağzını sudan çektim bir baktım ki dünyalar tatlısı bir güzel dünyalar tatlısı o güzel o gün orada bana bir tas su içirdi elleriyle derin derin bakmıştı bana yakmıştı beni içimi kavurmuştu

10

* Geçenlerde de, barajın kenarında çimlere uzanmış elleriyle gözlerini kapatmış, güneşi engelliyordu. Az beriye kaysa, ağacın gölgesine gelecekti. Ürkütmeden ona doğru gittim. Ağacın altına oturdum. “Doktor, merhaba!” dedim. Başını kaldırdı, beni görünce biraz daha doğruldu. “Beri gel, orası güneş,” dedim. Kalktı geldi. Yanıma oturdu. Ellerime baktı. Sigara bekliyordu demek. Verdim. Yaktı. Günlerce bunu bekliyormuş gibi mutlu oldu. Daha bir istekle somurdu. Uzun süre bırakmadı dumanı. Hemen konuşsun diye, “Ne güzel buralar, su, yeşillik, kuşlar, hava!” dedim. Yan gözle baktım. Yarısını yuttuğu dumanı salıyordu yavaş yavaş. “İnsanın âşık olası geliyor, değil mi?” dedim. Kayıt cihazım açıktı. yaraya tuz basan çocukların saflığını korumak kolay mı kente akan suların yüzsuyu hürmetine balçıklı yollardan kurtulacağımı hesapladım akrabası olduğum tüm insanların yakıcı gölgesidir


beklediğim o ölü öpüşme sahneleri uzun sürmüş olabilir sokak sokak ilerlemek hep bana dönecek yüzbaşının kızı boşuna ağlamasın artık bahar balkonlarında kurudu akşamdan asılan tüm çamaşırlar kuşların dokunmadan uçuşlarından belli değil mi kavimlerin atlasında adres aramakta geciksek bile artık tedarikli kullanalım cebimizdeki son kuruşları halatlar kopmadan kuduz yarasaların uçuş alanına girmeden ne edeyim ne edeyim güzel dilber özel öpmelerini erteleme demişti bir vakit o saatler ne güzel saatlerdi kaşla göz arasında yitip gittiğini görmedi hiçbirimiz havuza şemsiye düştü su şaşırdı tavla sesleri kentin gürültüsüne karışıyor bir çay daha alabilir miyim bugün sevdiğim herkesi aramalıyım hiçbir işim yokken öylesine düşünmemeliyim fazla ne geçmişi ne de geleceği değil mi boş ver yeni bir şey alma artık yeterince yüklendik onları ağırlaştı belleğin belki biraz hafifledikten sonra bu derin sulara atlarım sevdiğimle üstümüzden hiçbir şey çıkarmadan evet çıkarmadan * o günden sonra sonra yanımda sigara bulundurmadım kaydetmedim doktorun sesini hiç de gereği yoktu sonra bu arı duyarlılıkla ne olduğunu bilmeden tam anlamadan öylesine belli belirsiz zamanlara uzanan bir yolculuğa çıkar gibi hazırlıklı hazırlıksız kendimi sokağa atar etrafıma bakardım bakardım da kimi zaman yerimin en talihli insanların yeri olduğunu düşünür gördüğüm her şeyin lezzetini alır yutkunur yutkunur gezerdim ruhlarını bilmedikleri herhangi bir mengenede bırakmış özgürlüğüne kavuşmuş hastalara acımayı çoktan bırakmıştım aynı zamanda buna inanmıştım da onlardan oluşan bir mahalle bir köy hatta bir kent kurmayı düşlerdim birbirlerine üst başlarına aldırmadan yolda birbirlerine çarpa çarpa yürüyen ve bunu da bir çeşit sevişme olarak gören tüm fazlalıklarını atmış giderek daha az şeye gereksinin duyan kişilerden oluşan bir kent sabahları eline bir parça ekmekle kendini dışarıya atan kim çıkarsa karşısına elindekini uzatan paylaşan zamanın uzamın gecenin gündüzün ve saatin olmadığı bir kent neden olmasın o zaman saltanatlara ordular saldıracak kırıp dökecek sarayları şatoları ve heykelleri putları yerle bir edecek yalnızca bir yer kalacak bir gök bir ağaçlar su ve bulutlar kalacak kahkahası insanın kahkahası kuşların hayvanların kahkahası kahkahası insanın insanın kuşların hayvanların kahkahası kahkahası insanın insanın kahkahası kahkahası insanın insanın kahkahası

aşkla oyalanan vazgeçtiğin yol anladım diyorsun burada neler olmadığını dilinin arkasında nicedir kapalı gelip durduğun geçmiş işte cilveyle yaklaşıyor aklının kaynağına nefs ve ölüm varlık katıyor yapmayacaklarına olma’nın tene kastı dokunuyorsun açık duran kilit gürültü arasında nefesini tuttuğun başlangıcıdır hakikatin etrafında kelimeler önü de bir arkası da ince huydur huya gider ben insanı dilden eden haldir anladığın

11


SABAH AKŞAM ÜÇ POSTA VB. , VD.’ LERİ İÇİN MANŞET DEĞERİNDE SÖZLER bölünmekle suçluyum çiy düşmüş toprağın hışırtısı merak dolu ağaçların gözlerini okumakla suçluyum uslanmak ne kadar doğru bu fısıltısız gecede kısa ömürlü, küçücük çiçekleri neşelendirmek ne kadar suçluyum büyük kapıların önünde durmakla bir başka mor akşam ömrün karanlık pencerelerinden sızarım sabahın alacakaranlığına mezarlıklarda canlılılığı aramak ne kadar doğru bir başka mum yakmak bu fırtınada çiy düşmüş toprağın hışırtısı merak dolu yersiz yurtsuz hayaletlerle dolu akşam başlangıçtan bu yana sükûnet için bir sığınak arayan fırtına koparmakla suçluyum ve başlatmakla savaşları bende yerleşmek istiyor alacakaranlıklar ikilem hortumuna çekilmiş yıldızlara yazık yazık o titrek turuncu ışıklara avuçlarımın çatlağından dağılıp giden aynaların karanlığı sürüyor bu öykünün yazılışı ateşle şakalaşmaktır delirmektir uyanık olmanın çok gerekli olduğu o an’larda bu öykünün yazılışı bir çabadır an’ları kurmaya boşuna bizi bırakıp giden o an’lar günahların yazımı sürüyor yine benim barışın ölümüne ağlayan yine benim merak dolu akşamlar ve şimdinin yerlerinde bir başka an’ı bekleyen bu öykünün yerelliğiyle suçluyum bölünmekle suçluyum

Çoman Herdî (Choman Hardy) Kürtçe’nin Soranî lehçesinden: Osman Mehmed

12

Soyunmazsam çıkmaz şu gazete, bi de not düşerim fotoğrafın altına; ‘her gece yatmadan önce muz yiyor’ KürTürKürTürKürTürKürTürKürT… Birbirinden türer ülke, manşet; üst manşet; köşeli filozoflar(!) çöplüğü, sayfalar aktıkça Pıhtı Sorunu. Kimin olursa olsun o hryt-i gzt taşşşakla gülünür sosyete haberlerine bizim halk erotiktir, çok sever sonra ergenekon gönderdi aleks’i bence. Söyle bakalım badem bıyık, ne yazsın qaste?

Öztekin Düzgün


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.