yıl: 8 mart-nisan: 2013/2 issn: 1303-3700
¨5
bu sayıda: -bu baştan başlayarakSokaktaki çocuk, MUAMMER HACIOĞLU n Korku, ŞAFAK ÇUBUKÇU Namık Kemal ve İbn-i Haldun eleştirisi, SUFİ n n, SABAHATTİN UMUTLU n Nagisa Oshima anısına, BORGES DEFTERİ n Pencere, YOUSEF EL SAYIGH n Hançer, METİN AYDIN Keman hüznünde unutulan babalara, YILMAZ AKBIYIK n Dışarı sarkmayınız, HAKAN İŞCEN Çekilemeyen filmin hayali, MAHSUM ÇİÇEK n Uykusuz kedi, HİCRAN ASLAN Lazca şiirler, OĞUZ MUSA
öteki-siz
mart-nisan: 2013/2
zeminde kayana ve kaydıranlara bakalım…
airlerin yüzyıllardır hayatla ilgili problemler ortaya çıkarmaları ve bu problemlerin doğası gereği üzerine düşünülmeleri hor görülmüştür.
Ş
“artık şiir okumamak gerekir” dersek (internet ortamı dahil…) ressamlara, tiyatroculara, mimarlara, sinemacılara, müzisyenlere, şairlere ve felsefecilere haksızlık etmez miyiz?
şairler, gündelik yaşam gereksinimlerini karşılamak için sözcüklerin bir denklem olduğunu ve bu denklemin getirdiği birikimlerin hatırı sayılır bir seviyede bile karşılanmaması anlaşılmamıştır.
kıyım politikasının dayattığı “her renk, her ses, her görüntü, her düşünce, her kare” benimdir anlayışının bütünlüğüne dokunmak bizi bütün olmaktan alıkoyar mı? aslında onun bu söylediği bu “bütünlük” bizi parçalayan değil midir?
düşünmek/anlamak ya geçerli olan durum için ya da geçerli olmayan biçimin sürüklediği anlama kaydırılmıştır.
ne itaatliğin içindeki tövbekar dilden ne de dilimize uzatılan cetvelin uzunluğundan yanayız.
şair, dilin noktaları üzerinde düzey oluşturmaz. dilinin ulaştığı noktaların başlangıçlara yeni/yeniden alan tartışmaları açabilmeli…
şairin sorusu: “kimin gölgesinde bir çıkmazın içindeyiz?” şiirin neresindeyiz?! kendini zamirlerin(!) iletisindeki kayma ve karışmalara katan ve bunda öngörüsüz ortaya çıkan şairlerin bir iç kırılmaya uğramaları bu coğrafya için anlamlı olabilir.
kuşku, çözülme ve çöküş bilgisinin büyüsü içinde şiirin neresindeyiz? bu büyüden sıyrılan var mı?
edebiyatın ve şiirin yoluna ve yolunun ortasında camış gibi oturanları dürtüp kalkmalarını beklemektense onları atlayıp şiir için yürümek anlamlı olur.
hangi gerçekliğin(gerçeğin) peşindeyiz?
öteki-siz
kültür, sanat ve şiir “derdi” iki aylık yerel süreli bir yayındır sahibi: salih aydemir hazırlayanlar: salih aydemir-ahmet çakmak yazışma adresi: kadımehmet mah. arda cad. arda apart. No:7/6 kasımpaşa/istanbul grafik tasarım: deniz gönüllü - onegrafik.com baskı: berdan matbaası iletişim: salihaydemir@otekisiz.com / ahmetcakmaksiir@hotmail.com * yazıların hukuki ve etik sorumluluğu yazarına aittir. 2
öteki-siz
KORKU
Namık Kemal ve İbn-i Haldun Eleştirisi SUFİ
Buz’un üstünü örten yeni kar,
Namık Kemal benim bilgi kalesi olarak adlandırdığım ve devasa bir bütünün parçası sayılan tarih konusunu neredeyse o kalenin en önemli burçlarından birisi olarak kabul eder. Tarihe olan büyük merakı, ilgisi yaşadığı dönemde çevresini kuşatan herkesten daha yoğun ölçüde idi. Bu nedenle onun basılan ilk kitabının tarih eksenli olması tesadüf değil. Devr-i İstila adlı yapıtı tamamen bir tarih yolculuğudur. Ayrıca Osmanlı tarihi hakkında da kayda değer araştırmalar yapar. Benim okuduğum ve bu kitaplar da ilgimi çeken şey sadece tarih olgusuna yoğunlaşması değil, belki kullandığı yöntem, içerik, yorumlar açısından da önemlidir, üstelik bunu herhangi bir Üniversitede tarih kürsüsü olmayan birinin yapması öne çıkar. Onun “ilm-i siyaset fenni şahane” sözü üstün bilimin “politika bilimi” ama yardımcı unsuru da tarihtir yorumunu pekiştirir. Tarih bilinci olanca ihtişamıyla onun dünyasını selamlar. Rousseau ve John Locke’u tüm felsefi-tarihi ayrıntılarıyla irdeler ve bu ikiliye işaret ederek şu ilginç çıkarsamaya yönelir: “ Son çağların bu iki filozofu, biri Carolin biri de Polonya için yasalar düzenlendiler. Ama oraların tarihinden çok, felsefi kurumları göz önünde tuttuklarından düzenledikleri yasalar uygulanmadı”. Namık Kemal, tarihin bir toplumun tüm bireyleri için zorunlu bir
kapıdan, kırık mermerine dek balkonun, yüzünü saklıyor gecenin rüzgarla
karanlık bir sabaha kavuşmak için. Korku zamanı!
yürekte boğulan masum yaşam-kuşunu
mutlu bir geçmiş,umutlu bir yarını yadsıyarak bu berbat- şimdi ile sınamak için.
Yalnızca sözcüklerin ritm sorunu da değil
nesnenin çağrısına boyun eğen kör-bellekten gökyüzüne öfkeli, bilgece bir bakış.
Çıplak taşta eriyen o ilk damla anısına sarı kardelenlerin şımarık mağrurluğu
uzat ellerini öyleyse,yeniden tanı gücünü anımsamanın bir korkuyu başka bir korkuyla unutmak için.
ŞAFAK ÇUBUKÇU
3
öteki-siz
mart-nisan: 2013/2
kitabını, bugün okunması elzem üç beş yapıttan birisi olarak gönül ferahlığıyla öneririm. Özellikle ve özellikle özgürlük konusu üzerinde bu denli görkemli fikirleri ta o dönemlerde dile getirmesi ve doğduğu, büyüdüğü topraklar için bu özlemi büyütmesi hala ve de günümüzde bile ne kadar
bilim olduğunu öne sürerek bu önermeyi sıkıca savunan ilk düşünürümüzdür. “Tarih bilmemenin” ağır vebalına vakıftı. Bir yazsında ilginç ve uzunca bir soruya odaklanarak konunun önemini vurgular: “ Parlak bir cevher olan akıl, gücünü ne kadar çok kullanırsa, ne kadar çok işlerse o kadar daha parlaklık kazanır. Koca insanlık aleminin binlerce yıllık olaylarını, algımızın ufkunda toplayarak , birçok kitap ve bilgiyi birbirine yaklaştırmaya, onlardan sonuç çıkarmaya yarayan tarih gibi, düşünmeye elverişli bir bilim daha var mı?”. Namık Kemal okuma azmi o denli kristalizedir ki Aristoteles’in neden tarih olgusunun kıyısına şiiri yerleştirdiğini de çekip çıkarır. “ Tarih düşünceyi aydınlatmakla kalmaz, vicdanı da temizler. Tarih okuyan kimse gereksiz olgulardan kaçınır, hakikate merak sararlar, kendinden öncekileri geçmek ister. Aristoteles’in tarih olgusunun hemen yanı başına şiir eksenini yerleştirmesi bundandır.” Namık Kemal’in bence en önemli odaklanmalarından bir tanesi İbn-i Haldun ve onun Mukaddime kitabıdır. Mukaddimeyi devasa bir kitaplık kadar önemli olduğunu vurgular. Tarih felsefesinin kurcularından birisi olarak tanıtır. Belki de bizim coğrafyamızdan İbn-i Haldun’a eleştirel yaklaşan ilk düşünürdür, çünkü Namık Kemal’in yaşadığı tarih ketsindeki tüm eşdeğer yaratıcı zihinlere baktığımda İbn-i Haldun konusunda hiçbir yazar, düşünce kulvarından çıt bile çıkmıyor, yok, görmeniz, okumanız mümkün değil. Sadece ve sadece Namık Kemal var. Eğer ki onun İbn-i Haldun eleştirileri o dönemlerde derli toplu bir yapıt biçiminde yayınlansaydı bugün muhtemelen tartışma konularının merkezinde yer edinirdi. İbn-i Haldun büyük eseri Mukaddime’de devleti insanlara benzetir. “Devletin de çocukluk ve gençlik çağları vardır, gittikçe güçlenirler ve olgunluk çağına ulaşırlar. Daha sonra yaşlılık, hastalık ve ölüm yılları gelir” der. Namık Kemal tam da burada İbn-i Haldun’u eleştirir ve bu sıralama, tanımlaya toptan karşı gelir ve “devletlerin doğal ömrü diye bir şey asla söz konusu olamaz…” diye yazar ve İbn-i Haldun’un söz konusu görüşlerine sadece Osmanlı tarihi’nde değil başka devletlerde de değinir. Türkiye’ye “hasta adam” diyenlere kızarak, “o hasta adam doğanın gereklerine göre hareket etse, hem sağlığına kavuşur, hem kuvvetlenir, hem de dünya durdukça ömrü sürer..” der. Muhtemelen İbn-i Haldun’a aşırı odaklanmasının sonucunda parlak yapıtı “Rüya”yı kaleme alır ve onun düşüncelerinde geniş bir yere sahip “ütopya” öğesi irdelenir. Bir özlemin sesidir aslında, yaşadığı dönemden yüz yıl sonrasının resmini çıkarmaya çalışır, özlediği Türkiye’sini oldukça oturaklı bir dil kullanarak betimler . Yazın tarihimizde ilk kez böyle bir surreal tablo çizilir, öncesi yok, işin garibi sonrası da yok. Yıllarını geçirdiği Avrupa kentlerinin inanılmaz abartıya kaçmış resmini, düşünü yerleştirir Rüya kitabına ve özlediği mimari üsluplarının izleri peşinde gezinir bu kitapta. Rüya
önemli olduğunu vurgulamaya gerek yok, çünkü özgürlük kavramı, anlayışı, kavrayışı konusunda ülke olarak çok ciddi gel-gitlere maruz kaldığımız hepimizin malumudur, aydın tanımlanması, ulu orta yapılan atıflar ve tanımlamalar, tümü o gerekli özgürlük anlayşından ne denli uzak durduğumuzun göstergeleridir. Toplumun imkansızlığını deşmek ve o kavramın peşine kısa ömrü harcamak elbet ki kayda değer bir yaşam hasadı olarak kalır. Bugün eğer holistic kavramının bütün ince damarlarında bir düşünce gezintisi yapabilseydi toplumumuz, güncel çekiştirmelerin maskaralılığını az biraz anlardık. Namık Kemal de geriye dönük ütopyaya odaklandığımızda onun İslam ve bir nebze Osmanlı’ya göndermelerde bulunarak “ideal zamanlar” olarak adlandırdığını görürüz, Namek Kemıl’e göre “o yıllarda toplumda eksiksiz bir adillik ve özgürlük vardı, erdemler egemendi o zamanlar” der. “Cehennemi dünyada gördüm kendi vicdanımda ben” dizesini yazan bir ruh “bir yanlıştan bin çile çektiğini” de aktarır. Sonraki yazılarımda zaman elverişli, sağlık izin verirse onun iç dünyasında gezinen tüm kavramlara değineceğim. İbn-i Haldun’un sadık okuru ve dostu bu güzel insanımızı bir kez daha anarak sevdiğim dizeleriyle virgül işareti gelsin söze, …
4
“ Yüksel ki, yerin bu değildir
Dünyaya geliş hüner değildir
Yüksel ki, boyun kadar kalırsın
Gölgenle, hünersiz kalırsın…”
öteki-siz
n bilemezdim bir harfe
çiziyoruz üstünü mağlupların dilinden.
n n
karatahta önünde ser verip sır vermeyen tek ayaklı devrimin direni kaypakkaya’dan ezber bozan bi dersim seni yanlış yazmışlar ol tarihin üstüne.
sığabileceğini bir ömrü
seni yanlış vurmuşlar bir umudun üstüne
çünkü elleri uzun sürer uzaktaki kadınlar
meskun mahal ateştir eskiden çok eskiden şaraptandı gökyüzü.
n
gözleri sürgün bir alfabenin gölgesi alev harfler vapura bindirirdin dışarıda kalsa da gökyüzü içine çekerdin bulutlar mahsur kalmazdı martılar.
içimizde tıkır tıkır işleyen o dağlardan bilemezdim bir şehre vurabileceğini bir ömrü
aceleydin elzemdin rüyası kar geceden boğulmuş bir çığlığa damar yolun bulmaya.
sabahattin umutlu
gözdağları aşılmış alfabeden geçilmiş kanlı tarih kor sayfa
5
n
.
öteki-siz
mart-nisan: 2013/2
Nagisa Oshima Anısına
ÇAĞDAŞ IRAK ŞİİRİ
PENCERE
Borges Defteri
YOUSEF EL SAYIGH
J
apon ve yeryüzü yeni dalga akımının münzevi, yeteneği, dahi yönetmeni Nagisa Oshima da sonsuzluğa uçtu. 80 yıllık verimli bir yaşamın ardından sinema tarihinin unutulmaz yapıtlarına imza atarak, Japon yeni dalga akımının öncüsü oldu. O akım ki hiç kuşkusuz sine tarihinin en parlak sayfalarından sayılacak. Avrupa ve özellikle Fransa’dan önce çok radikal ve aynı anda sert bir dönüşümün habercisiydi. 1976 yılında New York film festivalinde gösterimi yasaklanan Ai No Corrida, bütün sinema severler tarafından bir Eros –Thandos düzlemi olarak kabul edilir ve sürükleyici öyküsü, yaşanmış bir öyküden hareketle düşgerçeklik köprüsünü ve dengesini havaya uçuran bir yapıt olarak belleklere kazınır. Oshima’nın “Aşk ve Umut Kenti”; “Duygu İmparatorluğu” ve Ko Nakahira’nın “Vahşi Meyveleri” filmleri Yeni Dalga Japon sinemasının başlangıcı sayılır. Kimi zaman Oshima’nın kullandığı sinema dili Godard’la paralellik gösterse de aslında birbirinden apayrı bir menzile doğru süzüldükleri çok sonralar fark edilir. Çünkü Japon yeni dalga akımı çok daha “uslanmaz”, ele avuca sığmaz ve terim yerindeyse “sert ve uzlaşmaz ” bir rüzgar estirdi. Belki de Japon toplumun yapısı, tarihten gelen gelenek esintileri, söz konusu yönetmenleri daha radikal bir anlatım diline yönlendirdi. Oshima’nın bütün ilk evre filmleri tartışmasızca birer baş yapıttır. Sonraki dönemlerde bazı sinema eleştirmenleri Oshima-Godard-Fassbinder’i bir dahi sinema üçgeni olarak adlandırırlar, haksız da sayılmazlardı. Onu “Kızıl yönetmen” olarak adlandıranların elbet ki bir politik gönderme yapmadıkları da açıktı, çünkü kırmızı onun en çok sevdiği renkti. Filmlerinin temel taşında gezinen cinsellik, sevgi, ve suç çemberi, onun sinemayı tanımlamasına da yansır ve aslında film yapmayı bir çeşit “suç işlemek” olarak görüyordu ve bunu da açık açık dile getiriyordu. Aynı eksendeki bir soruya şu yanıtı verir: “Film yapmak suç işlemekle eşdeğerdir, siz tek başına çok kolaylıkla suç işleyebilirsiniz, ama gizli ve toplu bir eylem için çok zorlu bir süreç var karşınızda.”
İki yıldır penceremi içimde taşıyorum Ve yeryüzünü dolaşıyorum, Ve seni arıyorum, İki yıldır İki gözüm senin için iki pencereye dönüştü.
Evet, Oshima, sinemanın bu sert çekirdeği yok artık, uzun ve sonsuz bir yolculuğa çıktı, Hiroshima ‘nın ruhundan beslenen çağın önemli sanatçısı Haiku yurduna göç etti. Uzun süre önce beyin kanaması geçirdi ve sonunda perdeyi indirdi, son zamanlarda ve hasta yatağındaki beyini sanki filmlerinin ortak zemininin rengi gibiydi: kırmızı! Harika bir beyin, fırtına kapanı, kızıl kan kırmızı.
Dilsiz bir adam güzel bir kadınla buluşur Adam tebessüm eder Kadın da tebessüm eder, İşaret eder, kadın da işaret eder Yol alır, kadın da peşinden gelir Birlikte yeryüzünün sonuna varırlar Adam tedirgin olur ve kendi kendine sorar: Dilsiz olduğumu anlayabilecek zaman gelmedi mi? Kadın yanında ve bekleyiş sürer O da kendine sorar: Dilsiz olduğumu anlayabilecek zaman gelmedi mi?
Kabus
Bu geceki Kabusun özeti: Bir masa Bir şişe Otuz kadeh Ve otuz başsız adam.
Akşam
Her akşam eve vardığımda Hüzün kışlık paltosuna bürünür Gölge gibi peşimden gelir Attığım adımları takip eder Nerede otursam oraya oturur Eğer ağlarsam, benim beraber ağlar Gece yarılarına doğru yorgun her ikimiz yorgun düşeriz Hüzün mutfağın yolunu tutar Buzdolabının kapısını aralar, Kararmış et parçasıyla yemek yapar.
Yeryüzünün Sonuna Doğru
Arapçadan Çev: Poetic Mind
6
öteki-siz Hançer
KEMAN HÜZNÜNDE UNUTULAN BABALARA
Korkunç bir rüyaydı belki gördüğüm Yoktun işte!.. Sana dair ne varsa ömrüme kış. Boynumu uzattığım urgan senbahar.
YILMAZ AKBIYIK
Seni gören rüyaya eblehtim Ve rezil düşecek kadar âşık. Heyhat!.. Gül dediğim niye ki sırtıma hançer.
"Bu ormandan başka, benden başka gidebileceğim tek yer senin uzaklığın/ dilini ver Ruth, uzaklığınla koru beni uzaklığından başka yakınım yok ki!" lina salamandre
Tül
A
Böğrüme soğuk zehrini akıtan Akrepti kadim zaman. Ki devran, -Hadım bir tariheTülü eprimiş kekre bir efsane.
ğaçların yeşillendiği ve dallarında tomurcuklanan güneşin meyveye kestiği bir sabah içimdeki söylenmeyi bekleyen sözler sararmaya başladı. Kapı aralığından görünen yüzüne, tutuk bir soluk gibi, uzun uzun baktım. Hani bir an gelir de veda edemeden giderse birimiz; boğazımızda kıymıklaşan söylenememiş sözler diğerinin yüreğine batmasın diye, usulca uykuna seslendim. Sabahında hatırlanmayan iç içe geçmiş rüyalar; karanlık yanımızın aydınlığa çıktığı, tüm özlediklerimizin isimlerinin fısıldandığı anlar değil miydi? Yüzüne bakarken korkuyla irkildim. Saçlarının kokusunu duyumsayamadım biran. Oysa ağıldaşan dudaklarını avunsun diye ilk ben öptüm. O küçücük ellerini avuçlarımda sıkıca tutup, bedenin göğsümde güvenle büyürken, seni sevgiyle ilk ben uyuttum. İlk adımların yüreğimin ritmiyle ilerliyorken yarınlara; biraz ürkek biraz merakla attığımız adımlarda sendelediğimiz anlar olurdu; o anlarda sen öğretirdin dimdik ve güçlü kalmam gerektiğini. Eğer şuan okuyorsan bu satırlarımı, biliyorsundur, güçlü olma sırası şimdi sende sevgili kızım! Korkusuzca ilerle seni bekleyen geleceğe. Hata yapmaktan korkma ve unutma, en büyük öğretici acıyla sınarken küçük yüreğini, asla geri adım atma. Etrafına o meraklı gözlerinle bakmaya devam et. Aldıklarının yerine koyduklarıyla zamanın mevsimler gibi değiştiğini göreceksin. Onlarla mutlu olmayı çalış. “Ardımda bıraktıklarımı unut mu diyorsun bana baba?”, dediğini duyar gibiyim kızım. Tabi ki unutma! Yenilenen bahar hep o ilk bildiğimiz mevsim gibi kalacak içimizde; bunu ikimiz de biliyoruz. Dudaklarımda susuş olarak biriken bütün yarım kalmış cümlelerimi sana bırakıyorum. Kendini bu hayatta yalnız hissettiğin anlarda çığlığın olup dudaklarında yankılanacak sözlerim, biliyorum. Kalbinin ilk kırılganlığını yaşattım diye, sırt çevirme sakın hayata. Gidişimin zamansızlığına da bir suçlu arama! Bu bir babanın, kızına yazıyla sesini duyurmaya çalıştığı ne ilk ne de son serzeniş… Küçük bir âna sığdırılan, biriyle olmanın ve onu mutlu etmenin sonrasında gidilmesi gerekliliği bu, anlamaya çalış! Sevgiyle doluyken bir yanın diğer yanını sevdiğinin yokluğuna alıştırmak, zor hem de çok zor kızım! Zamanı gelince farklı bir yürek ve farklı bir solukla yürünmesi mutlak olan aşk ile hayata mayası çalınmış iki kişilik bir serüven bizimkisi. Bu yüzden yüreğini
Bellek
Böyle derdest Ve tarumar Zehri kendine Ağzı açılmadık küfürler emzirdik Körken bellek METİN AYDIN
7
öteki-siz
mart-nisan: 2013/2
dizlerim kanıyor baba, acım dinsin diye eğilip öpmeyecek, bir daha kucağına alıp avutmayacak mısın? Dudaklarından dudaklarıma miras onca aşkı şimdi nasıl emanet alabilirim ki baba?
mantığının esaretine rehin bırakma kızım, zira yüreğini mantığının gelgitlerine esir bırakanlarda aşk olmaz! Şimdi sessizce gidiyorum ve benimle şuan okuduğun mısraları tekrarla kızım. “Dudaklarından ilk ben öptüm ve ilk ben tuttum sımsıkı ellerini…” Ve dudaklarında birikmiş aşkları yüreğindeki sızıyla emzirttiğin ân bu sözlerimin de bir manası kalmayacak. Küçük bir kalp atımının mutluluğunda beni anlayacak ve bağışlayacaksın! O güne dek sevgimle kal kızım.
III.
Biliyor musun hâlâ seni ne zaman özlesem, küçüklüğümde televizyonun karşısında oturup, merakla izlediğim filmler gibi fotoğraflarına bakıp kocaman ağız dolusu gülümsüyorum… Kalbimin yakışıklı damadının videosu, en çok izlenen filmlerim arasında favorim hâlâ! İnsanlar içinde o kadar güçlü duruyorum ki baba; görebilseydin, gurur duyardın kızınla. Merak etme baba, kimselerin yoksunluğumdan, güçsüzlüğümden haberi bile yok… Hayır baba hayır, kendimi kandırmıyorum; ağlamıyorum da eskisi kadar… Seni çok özlüyorum baba. Ağaçlar yine bahara hazırlanıyor. Seni seviyorum baba. Aylardan hep mayıs ve ağacımız büyümeye devam ediyor...
I.
Yağmursuz bulutlar geçiyor üzerimden. Üzerimden bir bir kuşlar göçüp gidiyor en uzaklara. Göçmüş bir duvar avlusunda sarmalanan kollarım kucaklıyor küçücük bedenimi. Derinlerden duyulan bir şarkının çok uzaklara götüren ezgisine eşlik ediyor yuvasından düşmüş kırık bir kuş kanadı yüreğim. Yüreğim ki ilk erkeğinin, ilk sevgilisinin baş ucunda; ninni dinlediği dudakların yasında… Dilime on altısında küfürler düşüyor, eteğimden dökülen misketler gibi savruluyor dört bir yana. “Babam!.. ”Yanaklarımdan dudaklarıma taşmış yaşlarla uzanıp öpüyorum beni bekleyen dudaklardan. Son sözlerin ürpertisiyle soğuyan bedenin hareketsizliğini kabullenemiyorum. Gözlerimin önünde perdelenen geçmiş, en mutlu anlardan seçilmiş küçük kesitler sunarak geçip gidiyor yoksunluğuna. Zamanının gelmesini bekleyip, şimdi bir daha asla gelmeyecek o zamanlar için, ne çok şey biriktirmişim içimde. En yakınımdaki erkeğe; yani sana baba, sadece sana anlatacaktım. Beni inciten, acıtan ve korkutan onca şeyi anlatamadan gittin işte. Sen bile baba, beni bırakıp, kollarımı çaresizlikle sarmalatırken bedenime; bir başkasına o kolları nasıl açabilirim ki!
IV.
-Kızım, üstünü örtüyorum bazı geceler. Üşüyor musun hâlâ? -Baba, bu kış çok çetin geçti. -Kızım, yalnız mısın ? -Baba,… ! -………. “Dünya ki: sanrıdır kardeşlerim. Söze dökülenler sızı. Ve içre kör boşluğuna dilsiz dönense acıdır. İki dudağınızın arasında çatallaşan dilinize kement olup suskunluğunuzun sahteliğine vuruldum! Teninizden derime değen kırbacın sesinde bütün acıtmışlıklarınızı bağışladım. Her şey korkularınızın iniltisiyle yaşanmamış bir hiçliğe ilerlerken; gidişinizle içimde unuttuğunuz tüm yitik babalara keman hüznün de bir veda…”
II.
Dudaklarımdan ilk öpen; yüreğimi göğsünde ilk uyutanım! Ellerim parmaklarının bir tutumunda kaldı, duyuyor musun? Bak, büyüyen yüreğim bir yumruk olmuş isyan ile sıkıyor ellerini. Bir infilak gibi kanatarak ödetiyor yokluğunun acısını dudaklardan. Bir yürekten geçilmeden, acının hafızasızlığına kendini vuran belleğim, unutuyor ezberindeki her şeyi. İsimlerin ve yaşamın bir anlamının olup olmamasının sorgusunu da çoktan bıraktım. Alkolün boşluğunda yüzerken sığındığım ruh sağaltıcıların renkli hayal öldürücü ve mantık geliştirici haplarının unutmuşkanlıklarına vuruyorum sevgimi. Yemin olsun ki baba, senden sonra dudaklarıma sözleri değen hiçbir erkeğin, yokluğumun acısından başka, yoklukları yer etmeyecek içimde! Ve yemin olsun, bedenimin arzu dolu ürperişlerinde, hiçbir erkeğin ismi yaş olup akmayacak yanaklarımdan. Sadece senin zamansız gidişinle bende yarım kalan, yaşanamamışlıkların sızısı kalacak. Görüyorsun işte baba, bütün sığınaklardan, bedeli ağır yenilgilerle hep sana dönüyorum! Ellerim, 8
öteki-siz ÇEKİLEMEYEN FİLMİN HAYALİ
HAKAN İŞCEN:
MAHSUM ÇİÇEK
DIŞARI SARKMAYINIZ yılkı vagonlarının
Herkes filmde verilen rol kadar yaşayıp ölüyordu. Sanırım filmde yaşanılanlardan bahsetmem gerekmiyor. İnsanın varlığı ve yaşamı sadece senaryoda yazılanlarla sınırlıydı. Yer, zaman ve mekân dekorlarla belirleniyordu. Herkesin nasıl yaşayacağı belirlenmişti, ta ki bir gün oynanacak bölümün senaryo metni gelmeyinceye kadar. Yaşam, filmin son karesindeki dekor içinde dondu; güneş öğle sıcaklığında, erkek kadın üzerinde, küçük çocuk sofrada, idam mangası asılacak adamın yanında, adam darağacında kalakalmıştı. İnsanlar dekor içinde ne yapacağını bilmeden duruyorlardı. Kendileri de dekorun bir parçası olmuştu, sıfatların hepsi anlamsızlaşmıştı. Yaşamıyorlardı ve yaşama devam etmek için rollerini bekliyorlardı.
güzergâh dışı bırakılmış küskün istasyonunda hem gayrı, hem meşru
elimize doğdu güneş
ay-yıldızlı tozlu camlara yapışıp kalan neftî gözlerdi: umutlarımız pencereler boyu canhıraş: “gaste! gaste! gaste!..” çelik göğsünü isterik ısırgan otlarının kapladığı paslı bir makastı sırrımız
Yönetmen ne yapacağını bilmeme edasıyla filmle alâkası olanlara yöneldi. Bu söyleyeceklerim, senaristin yazdığı son bölümdür, film burada sona erecek.
miadı dolmuş tarifeler değil derdimiz: rötarlarımız!
tenin binlerce fersah derininde
Herkes tekrar rolünü alacağını ve yaşayacağını zannedip (sanırım bu zannetme de senaristin düşüncesiydi.) gözleri parlayarak yönetmene baktı.
bulsa da biricik kıvılcımını
anlamlı kılınır mı salt düşlerle
Yönetmen, senaristin yazılacak yeni bir yaşam bulamadığını ve var olan yaşam senaryolarını tekrar tekrar yazmanın anlamsız olduğunu söylediğini söyledi. Bundan ötürü elimde bulunan bu son bölümü yazmış.
en cüretkâr sevişmelerimiz
Son senaryoda senarist, tek yaşam kaynağı olan senaryo yazma işi sona erdiği için filmde ki rolü sona eriyor ve filmin kadrosundan adının silinmesini istiyor.
sönmek üz’re olan köz
bir kaç korkak sözcükle kurulur mu hayat? ıssız banliyölerde, köşe bucak?
dur durak bilmez ekspres şehvetimiz:
Senarist bir film kadrosu için gerekli kişiler listesindeki adını sildirerek farklı bir senaryoda yaşam bulmayı umuyor.
bakışlarımız!
Son bölüm şöyle olacak: herkesin film kadrosundan ismini sildirmesi için yeni bir bölüm yazılmış ve herkes ismini sildirdikten sonra her şey senaryosuz çekilen daha doğrusu çekilemeyen bölümlerinde kaybolacaktır.
çıplak göğsümüzü yarı beline rüzgâra germekti:
ilk yasağımız! marşandizin çığlığına avaz avaz tutunmak yerine
Herkes, kırlangıç yavruları gibi bakıyordu yönetmene. Bu da oynanacak bölümün bir sahnesiydi ve senaristin aklına gelen yeni bir benzetmeydi. Annesi avdan her döndüğünde, kırlangıç yavruları, annelerinin yiyecek getirdiğini zannederek ağızlarını açıp bağırırlar, anneleri getirecek yiyecek bulamadıklarında, yavruların ağızları açık kalır ve açlıkları için annelerine suçlayıcı gözlerle bakarlar. Kırlangıçların annelerine suçlayıcı gözle bakmaları midesini doyurmaz aksine açlıklarını gidermek için annelerine ne kadar muhtaç olduklarının farkına varırlar. Kırlangıçlar karınlarını doyuramamanın verdiği sıkıntı ile annelerinin onlara besin getirmelerini beklerler
ovalar boyu mahzun, cama yapışan burnumuz:
“Dışarı Sarkmayınız!”
gün görmez tünellerde sessizce depreşen uğruna sütbeyaz boyunlarımızı gazoz kapaklarınca sıra sıra
yağlı raylara serdiğimiz titrek cesaretimiz:
sırra kadem
sevdalarımız...
Yönetmen herkesin etrafında toplayarak, herkesten böyle 9
öteki-siz
mart-nisan: 2013/2
bir ruh halini canlandırmasını istedi.
bir senarist olarak kalabilmesi için aynı yaşamı farklı versiyonlarda değişen kostümler ve değişen dekorlarda yaşadım. Yaşamı sırf rol icabı kelimelerle kendime bir karakter olarak canlandırdım. Var olabilmek için senaryolara sürekli ihtiyaç duydum ve bunların hepsine yaşam dedim.
Herkes tarif edilen kırlangıçlar gibi yönetmene bakıyordu, herkes ne kadar da masum görünüyordu. İnsanlar ancak aynı rolü oynayarak eşit olabilir ya da rolleri bitince. Oyuncular rollerini kusursuz yapmış ve mükemmel bir performans sergilemişlerdi. Senarist, eski bölümleri sadece yazmak için yazdığından karakterlere de yansıyordu bu geçiştirme. Fakat bu bölüm farklıydı, senarist tüm yaratıcılığını kullanmıştı bu bölümde.
İnsanlar bunları bilmelerine rağmen ya da senaristin yazmasına rağmen yok oluş haklarını umarsızca silebiliyorlar. Yaşama tekrar dönmek için kendilerini senaristlerin onları yeniden var etmelerinin insafına bırakıyorlar. Şimdi benim seçim hakkım var ya da bana bir seçim hakkı tanınmış, belki de bu senaristin öz bilincidir, yok olmak isteyen yanıdır. Bu oyunu kimin başlattığı umurumda değil fakat yok oluşumu ben hazırlayacağım.
Yönetmen: ‘hepimiz bir zihnin ürünüyüz ve mantıksal bir çerçeve içinde yaratıldık eğer mantıksal bir çerçeve içinde yok olursak tekrar mantıksal bir çerçeve içinde var olabiliriz. Hepimiz farklı bir zihnin olasılıkları içinde var olabiliriz’, dedikten sonra, oyuncular arasında bir karışıklık ortaya çıkmıştı.
Bunları düşünürken inleme, ağlama ve çaresizlikler içinde sakat ve çelimsiz adamın yönetmen ve diğer adama yalvardığını gördüm. Herkes kendini rolüne kaptırmıştı. Sakat ve çelimsiz adamın rolünde isimleri dayak yiyerek sildirmek vardı. Biraz hakaret ve dayaktan sonra yönetmen sakat olana önce ihtiyarın adını sildirdi, sırf gıcıklığına ve ardından kendi ismini sildirdi.
Herkes öfkelenmişti. Önlerinde oynanılacak bir yaşamın yokluğundan yönetmeni suçlamışlardı. Herkes bilinen ve belirlenen bir yaşamı tekrar yaşamaya başladı. Kalabalık oluşmuştu, suçlu bulunmuştu, bağırmalar ve küfürlerle
Geriye ben ve sakat adam kalmıştık. Adam korkarak ve çaresizlik içinde bana bakıyordu ve bir taraftan da sürünerek bana yaklaşıyordu. O kadar rahatsız edici görünüyordu ki insanın onu tekmelerle ezmesi gerektiğini hissettiriyordu. Adamın yaşamı hissetme payında en yüksek rolde oynadığı kesindi, müthiş bir performans sergiliyordu. Alkışlayarak adama yaklaştım. Yüksek sesle: « İnsanlar kendi kaderlerini belirler ve sende kendi kaderini belirliyorsun üstelikte başka bir yaşamda bu rolü tekrar yaşamak istiyorsun.» dedim. Adama yaklaşınca yüzünün ortasına gelişine bir tekme attım! Yüzü kan, sümük ve gözyaşı dolmuştu. oyuncular yönetmene saldırmıştı. Öncelikle yönetmeni iyice dövdüler ve senaristin yapmalarını istedikleri her şeyi yaptıktan sonra, zorla isimlerini yönetmene sildirmeye başladılar.
Gözümün ortasına bakıyordu, ‘şimdi beni aşağılamanın hakkımı ver’ bütün yapısından bir çığlık gibi yükseliyordu. Bakışı bittikten sonra titremeye başladı, hıçkırıklara gömülmüştü.
Hemen film setinde olanlar arasında bir hiyerarşi oluşmaya başladı, fiziksel olarak güçlü olanlar, isimlerini önce sildirdiler, fiziksel olarak zayıf olanlar ise güç birliği yapıp yönetmene isimlerini sildiriyorlardı. Güçsüz olanlar sürekli sona itiliyorlardı, ne kadar bir olmaya çalışsalardı da sürekli kenara itiliyorlardı. Sette sonunda benimle beraber dört kişi kalmıştı. Ben, yönetmen ve yönetmenden daha zayıf iki kişi, iki kişiden biri sakat ve cılızdı zar zor ayakta duruyordu, değeri yaşlı ve ölüm döşeğindeydi.
Son bölüm de bitmişti, sahne yavaş yavaş kayboluyordu. Konuşmadan adamın ismini sildim. Adam kaybolurken öyle içten güldüğünü zannediyordu ki ben de ona sırıtmak zorunda kaldım. İşte yaşam diye bağırdım!
Ben bir köşede oturmuş ismimi sildirmek için sebep arıyordum. Benim böyle düşünmemi senaristin sağlayıp sağlamadığını bilmiyorum. Senaryo olsaydı bu köhne yaşamı sonsuza dek tekrar tekrar yaşabilirdim ama şimdi seçim hakkım var.
İşte salt yaşam!
Yaşamı defalarca yaşadım, çoğu zaman sırf bir senaristin
Artık sadece yok oluşun özü olacaktı, o da hiç olacaktı.
Her şey yok olmaya, kararmaya başladı. Birazdan yapım, film karesinin içinde dağılacaktı. Kendimi çok garip hissediyordum, bu daha çok hiçbir şeyi hissetmeme hissiydi. Artık hiçbir şey olmayacak: Zaman olmayacak, olması için eylem olmayacaktı. Düşünce olmayacak, olması için nesne olmayacaktı.
10
öteki-siz uykusuz kedi
L A ZC A Ş İ İ R L E R
SKİDALA 3UDİ K’ALA OĞUZ MUSA ellerimle dokunabileceğim bir güzellik bul bana
Ma na;
vücutsuz gölgeleri yürümek yordu yüreğimi
Skani k’ala qoropa Xvala skani viqopa
yine gelmedim
Mintu…
kendimi bekliyorum günlerdir köşe başlarında
Si na;
yanlıştım
Çkimi k’ala qoropa
yanlışım
Xvala çkimi iqopa
yolunu bulamayan mavi şiirlere gebeyim hala
Gint’u…
sonunu getiremeyen günlere
Şina;
bu kez uykusuz bir ayrılık kapımda
Goropas am gur k’era
bıraksam ellerimi
Na oxvamç’k’asen ora
hiçbir şey tutamayan ürkek evcil bir kedi
Unt’u… Mara;
hangi cama dayasam gözlerimi
İzmona izmoce 3adaşen
şehir çamurlu bir gülün özeti
Skidala itkven 3xadeşen İmt’u…
HİCRAN ASLAN
11
öteki-siz
mart-nisan: 2013/2
L A ZC A Ş İ İ R L E R
HAYAT Kİ YALAN İLE
Ben ki;
Guriş-k’era biskandini
Açtım yalnız sevdana
Moxti do m3’k’i…
Yüreğim sana
Moxti do m3’k’i…
Açtı…
Uskaneli megazmoni
Sen ki;
Gyuli guris mebimskvani
Sadece aşkım meğer
Daçxuri qoropa skani
Gönlünde bana değer
Moxti do mç’vi…
Saçtı…
Moxti do mç’vi…
Say ki; Aşk bu gönül ocağına Meşk olacağı çağına
GEL DE…
Muhtaçtı…
Ey, tutkunun yeni adı Gönlüme bir gül susadı
Ama; düşte rüyada geçerken
İnleme gönül sus, haydi
Hayat denen gerçekten
Gel, ak beni…
Kaçtı…
Gel, ak beni… İlgide berkitmek için
MOXTİ DO…
Duyguda eritmek için
Ç’e, nonç’eleş ağne coxu
Senlilik dopdolu içim
Guris ar gyuli nacoxu
Gel, pek beni…
Var-iqven ti-ta mencaxu
Gel, pek beni…
Moxti do mç’k’i…
Seni kendime simgedim
Moxti do mç’k’i…
Beni benden esirgedin
Onç’elus ok’om3xvu şeni
Gönülevimi senledim
Dolongonus om3xvu şeni
Gel, yık beni…
Gur’ dolomapşi megşveni
Gel, yık beni. ..
Moxti do m3xvi…
Seni sensizde düşledim
Moxti do m3xvi…
Gülü gönlümde eşledim
Çkim skidalas goskedini
Od ile sevda işledim
Ma çkimda var-domskedini
Gel, yak beni… Gel, yak beni…
12