GENÇ ANALİZ Young Future Academy Aylık Gençlik Ve Kariyer Dergisi YY
MAYIS 2011 SAYI : 15
GENÇ GELECEK KÜNYE Genel Koordinatör- Özel Araştırmalar Takım Lideri
İÇİNDEKİLER . Annelere …...……….....………….…… 1
Yiğit AKKOCA
. Adam Toplayın Olay Var ………………... 5
İnsan Kaynakları Koordinatörü Burçin TOKSÖZ
. Sihirli Vaadler …..……………………... 7
Dergi Editörü ġeyda KAYA
. 21 MAYIS 1864 ……………………….. 8 . Mozart’ın Ölümünün Perde Arkası ……. 12 . Sultanlar Sultanı Fatih ..……..………… 20
Görüntü Yönetmeni Melike GÜNEġ Dış İlişkiler Koordinatörleri
Ġdil ÖZMAÇĠN İş-Staj Koordinatörü Sinan SÖNMEZ Sosyal Organizasyon Koordinatörü
Mihraç NALBANTOĞLU
. Bir Film Bir Kitap …………………… 23 Hazırlayan: Young Future Academy Website: www.youngfutureacademy.tr.gg Adres:Cumhuriyet Bulvarı No:219 Kalyon Apt. Daire:5 35220 Alsancak, İZMİR Tel:05065882913
Stratejik Araştırmalar Takım Lideri
Barhan KAYNAK
NOT : Her türlü eleştiri ve yorum için gencgelecek@windowslive.com adresine mail atabilirsiniz ya da yazarlarımıza direkt isimlerinin altında yazan mail adreslerinden ulaşabilirsiniz. İyi okumalar.
ANNELERE… Geçenlerde çekmeceleri düzeltiyorum, dikkatimi bir şey çekti. Nerdeyse ilkokul 1den beri her anneler gününde anneme bir yazı yazmışım hediye olarak, bazen kocaman kağıtlara yazıp duvara yapıştırmışım kağıtların kenarında hala bant var :) bazense simli kalemlerle renkli kağıtlara yazmışım, kokulu zarflara koymuşum falan. Uğraşmışım yani her yıl… Hatta bir sene oturup albüm oluşturmuşum sayfa sayfa annemle birlikte çekildiğimiz fotoğraflardan. Bir sayfada ağabeyimin bebeklik halleri, diğerinde benimki, arka sayfada annemin kucağındayız vb devam edip gitmiş. Hepsini okurken ağlamıştı annem. Muhtemelen bunu okuduğunda da ağlayacaktır.
MAYIS - 1989
Nasıl bir duygudur annelik? Nasıl büyük bir sevgi anlamak imkansız gibi bir şey. Ne olursa olsun bir annenin gözünde çocuğunun yeri değişmiyor en güzeli ve en garibi bu. Çünkü sosyal ilişkilere bakıldığında her türlü ilişki karşıdakinin hareketine göre değişiyor. Ama annelik… Çocuk ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin, üzülse de kadın kahrolsa da evladına olan duygusu, sevgisi değişmiyor… Annelik ; çocuğunun yanında değilken onun ağladığını göğsünün sızlamasından anlamaktır… Ya da işyerine gittiğinde omzundaki kusmuk kokusu ona evladını hatırlatıyor diye iğrenmemektir :) Altını değiştirirken gülücükler saçabilmektir… Bir gram fazla yediğinde dünyalara sahip olmuş HAZİRAN- 1993 gibi sevinebilmek ya da az yediğinde ah gelişimi eksik olacak diye dizlerini dövmek ve ertesi gün işe morarmış bacaklarla gitmektir. Hatta inatla kusan çocuğuna inatla aynı ölçülerde yemeği 5-10 kez pişirebilmektir. Aman bana ne diyememektir… Her üzüntüsünde kendini suçlamak ama her mutluluğunda sadece çocuğuna mal edip onunla övünmektir. Her türlü işe ve zorluğa sadece evladı için katlanmaktır. O hasta olduğunda onunla beraber
sancı çekmek, onunla ateşlenmek, onunla üşümektir. Çocuğu ergenlik dönemine girdiğinde bazen onun tarafından küçümsenmeye, hor görülmeye, bağırıp azarlanmaya, her şeyi ben bilirim havalarına rağmen sabretmektir. Onu üniversiteye yolladığı, askere uğurladığı zaman içi kor ateş gibi yansa, onu özlediğinde burnunun direği sızlasa, gözleri dolu dolu olsa bile hasretine katlanıp bağrına taş basarak ona destek olmak, tüm özlemlerine rağmen neşeyle gülümseyebilmek ve ona moral verebilmektir. Kısacası annelik hiç izine ayrılmadan, emekli olmadan, yoğun, yorucu, bir ömür boyu karşılık beklemeden hizmet vermektir.
EYLÜL – 2010
Ya peki bir anneye sahip olmak ne demektir? İşte burada benim kelimelerim tükeniyor arkadaşlar, çünkü bu kadar büyük bir tutkuyla sevilmek anlatılamayacak kadar güzel bir duygu. İyi ki varsın demek o kadar az ki anneme, ya da seni seviyorum demek. İçimde güzel ne varsa onun sayesinde var, kimi seviyorsam, kime iyilik yapıyorsam hep onun
sayesinde. Aldığım her nefes ondan, gözbebeklerimdeki mutluluk belirtisi hep onun sayesinde. Ne diyebilirim ki daha fazla. Ya da ne desem az aslında. Ailenizin kıymetini bilin arkadaşlar, onları asla ihmal etmeyin. Bir anneyi üzmek tanrıya karşı gelmektir. En büyük günah bir anneyi kırmaktır. Çünkü o sizin karşınızda tamamen çaresiz, siz onun ibadetisiniz bunu unutmayın. Allah kimseyi annesiz bırakmasın derdim ama ölümlü dünya, sadece onlara iyi bakın. Onlar olmasa bu dünya çekilmezdi… Anneler gününüz kutlu olsun ey yüce insanlar… Ayrıcaaaa ben öyle huzur evi muhabbetine de inanılmaz derecede kıl oluyorum, huzur evi denilen yerlerde huzur yok. Oraları kötülemiyorum yanlış anlaşılmasın ama gerçek huzur insanın ailesiyle yaşadığı yerde olur ancak. İnsanlar kendilerine bakan, büyüten anne babalarına bakmaya üşeniyorsa yaşamasınlar daha iyi, aldıkları nefes zarar çünkü…
Dergi Editörü Şeyda KAYA seydakaya-yfa@hotmail.com
Adam toplayın olay var! Sonunda seçim vakti geldi çattı ya artık eğlenceden geçilmez. Zaten seçimlerin en sevdiğim yanı da başımızdakilerin sözleri oluyor. Bunların da en güzeli mahalle kavgasına adam toplama telaşı. Eskiden mahalle kavgaları olur, adam toplanır, husumet olan tarafla kapışılmak koşuluyla sorunlar halledilirdi. Bu oldukça medeni(!) yöntem artık siyasilerce kullanılıyor. Bir tarafta on bin kişi toplayanlar, diğer yanda bin bozkurtla gelenler, çakallar, eşref-i mahluklar derken ortalık toz duman oldu. Şikayetçi değilim aslında nasılsa saçmalayacaklar her halükarda bari eğlenelim birazcık… LGs yapıldı, şifreler dolaştı, şehven adam kayırıldı derken bizim doymak bilmez, tatmin olmaz(!) öğrenci milletimiz kendilerine yaranılamayacağını kanıtladı ve cumhurbaşkanı ve başbakan tatmin olsa da şifre var diye yürüyüşe kalktılar. Ya arkadaşlar o kadar söylendi, şifre “şehven” var büyütecek bir şey yok. Ama dinlerler mi? Sen kalk Taksim’de yürüyüş yap, slogan at şifre var diye. RTE de haliyle sinirlendi ve o yürüyüşe katılanların karşısına on bin kişi çıkarırız dedi. Bahçeli altta kalır mı hiç, on bin milisini bin bozkurtumla kovalarım, Kasımpaşa’ya zor kaçarsın dedi. Ondan sonrası toz duman vay efendim ben eşref-i mahlukla geziyorum sen çakalla geziyorsun; sen kime çakal diyorsunlar havada uçuştu ben de oturdum tebessümle izledim sadece.
Burada yapılan yanlışlardan, ötekileştirmeden, mahalle kavgası ağızlarından, laf dalaşından bahsetmeyeceğim, bahsetsem zaten ne yerim ne zamanım yeter. Bırakalım dalaşsınlar, oturup izleyelim. Hatta ben de kendi “Çılgın Proje”mi sunuyorum: Taksim Meydanı’nı yıkalım, yerine kocaman bir ring ya da arena yapalım. Siyasilerimiz çıksınlar artık on bin kişiyle mi olur, bin kurtla mı bilemem, çıksınlar kapışsınlar. Kazanan iktidar olsun. Oy falan vermeyelim. Hatta mitingleri falan da boşverin her şey burada halledilsin. Referandum mu olacak; bir tarafa koy evet diyenleri, karşısına hayırları kapışınlar sağ çıkanın dediği olsun. Mecliste yasa mı geçecek; muhalefet iktidara karşı. En güzeli bu olur hem boş seçim vaadlerinden, meclise girenin huyunun değişmesinden yakınmamız biter, hem kesin çözüm bulur her konu, hem de o kadar toplanan adam boşa gitmez. Ne aşağı mahallede kavga mı çıktı? Benden bu kadar bu ay, adam toplayıp aşağı mahalleye dalcaz!
Hamdi AYAR hamdi.ayar@hotmail.com
SİHİRLİ VAADLER Bir varmış bir yokmuş, gelmiş seçim zamanı. E o zaman durur mu hiç Kemal’i, Bahçeli’si başlamışlar masallara. Biri demiş çalışmasan da maaş , biri demiş hilal kart ve asgari şu kadar maaş. Aslında derdim seçim vaatlerinde bulunulması değil. Ve bu sözlerimin arasına Erdoğan’ın yer almaması ona bayıldığımdan değil. Benim canımı sıkan aslında mevcut durumdan kurtulma şansının muhalefet partiler tarafından tasarlanıp kendilerine saklanması. Fazla fazla vaatlerde bulunulabilinir, vaatler gerçekçi olmayabilir falan filan ama yine de bu vaatler muhalefet partiler için Türkiye’nin kurtuluş planıysa şimdiye kadar neden saklanıldı. Bu projeler hükümete taşınmalıydı, teklifleştirilmeliydi, konuşulmalıydı. Kurtuluş yolu olarak belirlediğin politikaları nasıl kendine saklarsın? Bu halde ben senin dürüstçe siyaset yapmak istediğine nasıl inanırım? Derdinin sadece iktidar olmak olmadığını aslında Türkiye’nin kurtuluşu için çabaladığını nasıl söyleyebilirsin? Eğer herkes bilgisini, fikrini kendine saklayacaksa TBMM ye 3 parti sokmamızın anlamı ne?? En az kızdığın, beğenmediğin hükümet partisi kadar sen de suçlu değil misin bu gidişatta? Kendinin onlardan farklı olduğunu nasıl ispatlayacaksın? Bir sürü soru işareti var kafamda. Kendini aklamaya çalışanlara çok sinirliyim. Kendisi sütten çıkma ak kaşık değilken diğerlerine saldıranlara çok sinirliyim. Bu ülkedeki siyaset anlayışına daha da sinirliyim. Kurnaz, bencil parti liderlerine 2 kat daha fazla sinirliyim.
Melike GÜNEŞ
21 MAYIS 1864 Bu tarihi ve önemini pek bilen yoktur ama bu tarih Çerkeslerin anavatanları Kafkasya'dan sürgün edilişinin tarihidir. Bu tarih dünyanın en büyük sürgünlerinden birinin tarihidir. Peki niye göç değil de sürgün? Çünkü göç; Birey ve grupların ekonomik, sosyal, kültürel vb. nedenlerden dolayı bir yerden başka bir yere gitmeleridir. Sürgün ise ceza olarak belli bir yerin dışında veya belli bir yerde oturtmak; zorunlu göç demektir. Çerkes Nedir ? Aslında Çerkes diye bir şey yoktur. Çerkes; Kuzey Kafkasya'da yaşayan halk topluluklarının adıdır. Bu halklar Adigeler ( Şapsığ, Abzekh, Hatukhay, Besleney vb.) Kabardey, Abhazlar, Çeçenler, Çeçen-İnguşlar , Dağıstan vb. halklarıdır.
Çerkeslerin sürülme sebebi : Ekonomik, dini, siyasi ve kültürel sebepler yanında tarih boyunca en çok karşılaşılan sürgün sebebi savaşlar olmuştur. Kafkasya'dan Anadolu'ya kitleler halinde akan nüfus hareketinin de siyasi ve dini boyutu da olmakla beraber en mühim sebebi iki asır devam eden Rus savaşlarının Çerkesler aleyhine mağlubiyetle sonuçlanması ve Çerkeslerin Rusya tarafından sürülmesidir. Tehcir Edilen Çerkes Sayısı Büyük tehcirle ilgili resmi istatistik bilgilerinin tamamına sahip değiliz. Ancak muttali olunabilen Rus, İngiliz, Fransız ve Osmanlı kayıtlarında 700 binden 2 milyona kadar değişen rakamlar mevcuttur. Osmanlıdaki nüfus hareketlerini inceleyen Obisni İrolitimo 1866'da muhacirlerin bir milyona ulaştığını belirtir. 1859-1879 arasında göçürülen Kafkasyalıların, çoğu Çerkeslerden oluşmak üzere 2.000.000 civarında olduğunu, sağ salim Osmanlı Devleti'ne ulaşan muhacir sayısının ise 1.500.000 olduğunu belirtir. Kafkasya'nın hürriyet mücadelesi konusunda değerli bir eser yazmış olan Hızal da tehcirin 1.500.000 Kafkasyalının yurdundan sürülmesiyle sonuçlandığını belirtir. Ancak; Kafkasya'da yaşanan iç tehcirleri, Sibirya ve Orta Asya'ya sürülenleri, Balkanlardan Anadolu'ya, Bandırma civarından Güneydoğuya göçürülenleri, Yahudi Arap savaşında Golan bölgesinin işgali üzerine Kunaytıra'dan sürülenleri de hesaba kattığımızda, kelimenin hakiki anlamıyla yurdundan sürülen Çerkes sayısı 3 milyonu aşmaktadır. Çerkes Diasporası Çerkeslerin Kafkasya dışında en yoğun yaşadığı yerler, başta Türkiye olmak üzere, Suriye, Ürdün, Filistin, Mısır, Yugoslavya,
bazı Avrupa ülkeleri ve Amerika gibi çok farklı ülkelerden oluşmaktadır. Varna'da halen dört Çerkes köyü vardır ve özel kıyafetlerini ve dillerini muhafaza etmektedirler. Trablusgarp'a 1000 aile gönderilmiş olduğu arşiv belgeleri ile sabittir. Irak, Endonezya gibi hiç tahmin edilmeyecek ülkelerde dahi Çerkes varlığına rastlanmaktadır. Mısır'da üç asırdan fazla hüküm süren Çerkes Memlükleri ayrı bir bahis konusudur. Çerkesler sürgünde sadece vatanlarını değil, sevdiklerini, bazıları dillerini kaybetmişlerdir. Bu sürgün dünyada eşi benzeri görülmemiş bir sürgündür. Bu yüzden Çerkesler her sene atalarının ilk indiği yerlerden olan Kefken ( Kocaeli ) 'de sürgünü anar. Ağıtlar yakılır, Nart ateşi yakılır, denize çelenk atılır. Sürgünü unutmadıklarını böyle gösterirler ve sürgün yemini ederler. İşte Çerkesleri ve 21 Mayıs 1864 Çerkes Sürgününü kısaca böyle anlattım. Konuyla ilgili olmasa da Türkiye'de Çerkesleri de tanıtmak istiyorum. Aralarında en çok bilinen 'Hain' diye itham edilen Çerkes Ethem'dir. Peki bu kadar mı Türkiye'deki Çerkesler? Tabi ki değil. İşte onlar: Abdüllatif Şener – Siyasetçi Ahmet Necdet Sezer – Cumhurbaşkanı Atilla Saral – Oyuncu Can Bartu - Milli Futbolcu-Spor Yazarı Cem Özer, - Aktör Deniz Akkaya – Manken Deniz Baykal – Siyasetçi Doğa Aziz – Aktrist Doğan Güreş - Genel Kurmay Eski Başkanı Dolunay Soysert – Oyuncu Ediz Hun - Aktör Fahri Korutürk - Cumhurbaşkanı Halide Edip Adıvar – Yazar
Halit Kıvanç – Sunucu Hasan Kabze – Futbolcu Hıncal Uluç - Gazeteci Yazar Gülse Birsel – Aktrist Janset – Aktrist Kenan Işık – Aktör Mehmet Aslantuğ - Aktör Mehmet Okur – Basketbolcu Meltem Cumbul –Aktrist Murathan Mungan - Yazar , Şair Osman Sınav - Yapımcı , Senarist , Yönetmen Özlem Yıldız – Oyuncu Rauf Orbay – Siyasetçi Rutkay Aziz – Aktör Sinemis Candemir - Sunucu , Manken Süleyman Seba - BJK Eski Başkanı Türkan Şoray – Oyuncu Uğur Dündar - Gazeteci , Haber Programcısı Vatan Şaşmaz - Oyuncu
Ben bilgi amaçlı yazdım. Bunlar da Türkiye'deki önemli Çerkesler. Belki en başta söylemek lazımdı ama ben de Çerkesim ve 21 Mayıs 1864 Büyük Çerkes Sürgününü kınıyorum. Atalarımın ruhları şad olsun. Ve son söz olarak ; 21 Mayıs 1864 Büyük Çerkes Sürgünü'nü biz Çerkesler olarak unutmadık unutmayacağız! UNUTMA UNUTTURMA !
Kaan TÜRKELİ kaanturkeli@hotmail.com
Sihirli Flüt-Requiem ve Mozart’ın Ölümünün Perde Arkası
Constanze Mozart, kocasının ölümünden hemen sonra, Mozart'ın 1791 Aralık ayında ölümün eşiğindeyken bestelediği ölülere Ağıt, Requiem hakkında çarpıcı bir öykü anlattı. Constanze, yılın başlarında gizemli bir habercinin Mozart'ın Viyana'daki apartmanına geldiğini hatırlıyordu. Adam, Mozart'ın cömert bir ödeme karşılığında, Requiem'i besteleyip bestelemeyeceğini öğrenmek istemişti. En son operası, Don Giovanni fiyaskoyla sonuçlanan ve bu yüzden büyük nakit sıkıntısı çeken besteci, teklifi hemen kabul etti. Haberci paranın yarısını ödedi ve sadece Mozart'ı parçayı kimin sipariş ettiğini araştırmaya çalışmaması için uyaracak kadar kaldıktan sonra hemen ayrıldı. Mozart, Requiem üzerinde gece gündüz çalıştı. Besteye kendini tamamen kaptırdı, defalarca bayıldı ama besteyi hiç bırakmadı. Constanze, kocasının ruh halini 1798'de Mozart hakkındaki anekdotları bir derleme halinde yayınlamış olan Friedrich Rochlitz'e anlattı. Rochlitz, "Her zaman sessizce oturuyor ve düşüncelere dalıyordu" diye yazmıştı. "En sonunda artık reddedecek durumda değildi, bu eseri kendi cenazesi için bestelediğinden kesinlikle emindi." Mozart'ın ilk yaşamöyküsü yazarlarından biri, Constanze'ın sırdaşlarından Franz Niemetschek'ti. 1798 yılındaki bir çalışmasında o da öyküyü bu şekilde anlatmıştı. "Mozart ölümden söz etmeye başlamış ve.Requiem'i kendisi için bestelediğini söylemişti. Bu hassas adamın gözlerinden yaşlar boşanıyordu. 'Kesinlikle hissediyorum ki' diyordu, 'son günlerimi yaşıyorum, zehirlendiğimden eminim." Mozart Requiem'i hiçbir zaman bitirmediği halde, parça bu şekliyle bile bir başyapıt olarak görüldü. Kuşkusuz, Constanze'ın
anlattıkları eser ve bestecisi ile ilgili bir sansasyon yarattı: İşte karşımızda, bir yandan yaratıcılığının doruklarına yükselirken, bir yandan ne kendisinin ne de başkalarının anlam verebildiği güçleri tarafından kaçınılmaz bir sona sürüklenen Mozart! Mozart'ın kısa sadece otuz beş yaşındaydı ama parlak yaşamına daha uygun başka bir son olabilir miydi? Bu, çok ilginç ve çarpıcı bir öyküydü. Hiç kuşku yok ki, Constanze'dan kaynaklanmıştı. 1828'de benzer bir değerlendirmeyi yayınlayan Vincent ve Mary Novello gibi, Rochlitz ve Niemetschek de öyküyü Constanze'dan duyduklarını söylüyorlardı. Ama şu soruları soramadan edemiyor insan: Requiem'i sipariş eden gizemli yabancı kimdi? Ayrıca, eğer doğruysa, Mozart'ı kim zehirlemişti? Mozart'ın öldürüldüğü söylentileri ölümünden hemen sonra, hatta Rochlitz ve Niemetschek'in 1798'daki değerlendirmelerinden de önce çıkarılmıştı. 1791'in yılbaşı arifesinde, bir Berlin gazetesi, Mozart'ın "ölümünden sonra cesedinin şişmiş olması, zehirlendiği yolunda kuşkular doğurdu" diye yazmıştı. Kuşkular en başta Mozart'ın öğrencilerinden birinin kocası, Franz Hofdemel üzerinde toplanmıştı. Hofdemel'in Mozart'ın cenazesinin kaldırıldığı gün karısına saldırıp intihar etmesi, karısının besteciden çocuk beklediği gibi spekülasyonlara yol açmıştı. Oysa, Hofdemel'i Mozart'ın ölümüyle ilişkilendiren tek bir gerçek kanıt yoktu. 1820'lerde, Avusturyalı eski bir saray bestecisi, Antonio Salieri'nin adı da daha inandırıcı bir biçimde şüpheliler listesine eklendi. Salieri adına, konuklarının sağır besteci ile iletişim kurmak için kullandığı Beethoven'in "sohbet defterleri"nin birçok sayfasında rastlandı. Hem Beethoven'in oğlu Kari hem de bir başka ziyaretçi, Anton Schindler, Salieri'nin Mozart'ı zehirlediğini itiraf ettiğini defterlere yazmıştı. Bazıları da onun bu itirafının tüm Viyana'ya yayıldığını kaydetmişlerdi. Salieri'yi harekete geçiren şey neydi? Kıskançlık. Hakkında kurulan dedikodu kumpasına bakılırsa, Salieri Mozart'ın dehasını kabul ediyor ve bu yüzden ondan nefret ediyordu. Salieri her zaman saray efendisi ve nazik bir insanken, özellikle
Mozart'ın genelde kaba ve kibirli olmasına rağmen, Viyana sarayının baş bestecisi olarak hep kendi önüne geçmesini çekemiyordu. En azından, zekice düşünülmüş edebi bir tema olarak, son derece ilgi çekici bir fikirdi bu. 1830 yılındaki bir oyunda, tiyatroya uyarlamak için bu temayı ilk işleyen kişi Alexander Puşkin'di. En son olarak, Peter Shaffer'in daha sonra filme de alınan 1980 Broadway hiti, Amedeus, Salieri'yi gene parlak ama görgüsüz bir Mozart görüntüsüne katlanamayan, vasat ama çok ciddi bir müzisyen olarak sunuyordu. Shaffer, Salieri'yi Mozart'ı zehirleyen kişi olarak göstermekten uzak durmuştu. Buna karşılık, saray bestecisi kurbanını sefil ve umutsuz bir duruma iten çeşitli entrikalarıyla sadece onun ölümünü hızlandırmıştı. Salieri'nin katil ya da dalavereci olarak gösterilmesinin sorunu, Hofdemel'inkiyle aynıydı: Kanıt yoktu. Beethoven'in sohbet defterlerinde geçen sözde itiraf, başka hiçbir yerde geçmemişti. Aslında Beethoven'in öğrencilerinden, piyanist Igna Moscheles'in günlüğüne göre, Salieri Mozart'ı zehirlediğini açıkça reddetmişti. Gerçekten de, Moscheles, bunun üzerine Salieri'nin "onu entrikalarıyla moral olarak çökerttiğini ve bu şekilde yaşamının birçok anına zehir saçtığını" söyleyerek devam etmişti. Ama birkaç benzer dedikodu kaynağından başka, Salieri'nin bırakalım Mozart'ı öldürmeyi, ondan nefret ettiğine dair hiçbir gerçek kanıt yoktur.
Karşımıza bu kez kuşkulu olarak çıkan tek bir kişi değil, bir örgüt vardı: Farmasonlar. Üye olmayanlara büyücülükmüş gibi gelen her çeşit gizli törenleriyle gizli bir dernek olmaları, Masonları rahatlıkla kötü kuşkular için uygun bir aday haline getiriyordu. Mozart, 1784'de küçük bir Viyana Mason locasına katılmıştı. Aktif bir üyeydi, son tamamladığı eseri Sihirli Flüt dahil, Masonik temaları olan birçok eser bestelemişti. Bilim insanları Sihirli Flüt'ün masonik imalarını ancak 19. yüzyılın ortasında ortaya çıkarmıştı. Örneğin, Mason törenlerinde büyük anlam taşıyan 18 rakamı, Mozart'ın operasında da önemli bir yere sahipti. II. Sahnenin başında, on sekiz papaz ve on sekiz sandalye vardır ve koronun söylediği şarkının ilk bölümü on sekiz ölçülüktür. Ayrıca bu sahneye orkestranın girişinde on sekiz nota grubu yer alır. 1791'de librettonun (metnin) ilk basımı, Mozart ve librettisti (metin yazan), Emanuel Shikaneder'ın (o da Mason locasındandır) operayı, en azından kısmen bir Masonik alegori olarak yorumladığına ilişkin daha açık kanıtlar sunar. Librettonun kapağında beş köşeli yıldız, bir kare ve mala ve bir kum saati yer alır bunların hepsi de Masonların simgeleridir. Masonların Mozart'ı zehirlediğini ilk kez 1861'de G. F. Daumer öne sürmüş, Mozart'ın Sihirli Flüt'te bazı sırlarını açığa vurmasının. Mason dostlarıyla arasını açtığını söylemişti. Böylece, Daumer, Masonların ya da daha doğrusu, Masonların dar bir çevresinin intikam aldığını ima ediyordu. Bu teori birçok 19. ve 20. yüzyıl yazarı tarafından kullanılmıştı. Ne var ki, Hofdemel ve Saliari teorileri gibi, Masonların komplo teorilerine de hiçbir kanıt gösterilemez. Hepsi olmasa da, çoğu bilim insanının, Sihirli Flüt'te Masonik öğeler bulunduğunu kabul ettikleri doğru ama Masonların opera ve bestecisiyle ilişkilerinden rahatsız olduklarına inanmamız için hiçbir neden yoktu. Gerçekten de, Mozart'ın ölümünden sonra, bağlı bulunduğu loca, bir anma töreni gerçekleştirmiş ve bestecinin anısına yapılan veda konuşmasını bastırıp dağıtmıştı. Aynı zamanda, komplo teorisyenleri, Masonların neden librettisti olarak operanın alegorik
öğelerinden eşit derecede sorumlu olan Shikaneder'i değil de, Mozart'ı öldürdüklerini hiçbir zaman açıklayamamışlardı. Komplo teorisi, kendilerine özgü bir kapalılığa sahip olmalarına rağmen Viyana'nın en saygın yurttaşlarını da içlerine alan Masonlara haksız bir yakıştırmadır. Gerçekten de, localar şehrin entelektüel seçkinlerinin büyük bölümünün toplandığı yerlerdi. Aynı şekilde, Amerika'da Masonlar üyeleri arasında George Washington, Benjamin Franklin ve Thomas Jefferson'ı sayıyorlardı. Fransa'da ise önde gelen cumhuriyetçilerin çoğu bu localara katılmıştı. Ne var ki, birçok Masonun cumhuriyetçi eğilimi, Avusturya İmparatoru II. Leopold'ı işkillendirmişti. Leopold Avrupa'daki devrimleri büyük bir kaygı ile izliyor ve buna ülkedeki Masonları ezerek yanıt veriyordu. Çok sayıda Mason locasını kapatmış ve geri kalanları da polisin sıkı denetimi altına almıştı. Bazı tarihçiler, Mozart ve Shikaneder'in bir Masonik opera besteleme kararma bu baskıların yol açmış olabileceğini varsaydılar. Sihirli Flüt'ün halkı ve muhafazakar hükümetiMasonların korkulacak bir yanı olmadığına ikna edebileceğini sanıyorlardı.
Eğer böyleyse, boşuna umutlanmışlardı. 1790'ların ortasında Leopold Masonları tamamen yasakladı. Üye sayılan ve etkileri azalmıştı. Ama Mozart'a dönersek, ölünceye kadar sadık bir mason olarak kaldı. Ayrıca Mason dostlarının da ona aynı şekilde sadık kaldığına inanmamız için her türlü neden var. Eğer Mozart zehirlendiyse, asıl suçlular, kasıtlı olmasalar bile, doktorları arasında aranmalı. Constanze doktorların ondan en az bir kez "kan aldığı"nı
söylemişti. Bu tedavi yöntemi 18. yüzyıl sonlarında çok yaygın olduğu için, başka örnekler de olabilir. Birçok tıp tarihçisinin inandığı gibi, özellikle böbrek hastalığı söz konusuysa, gitgide zayıf düşen Mozart'ın ölümüne pekala bu tedavi yöntemi yol açmış olabilir. Kan alına dışında, tıp tarihçilerinin söyleyebileceği fazla bir şey yoktu. Mozart'ın ölüm belgesinde ölüm nedeni "yüksek askeri ateş!" ["heated military fever"] olarak açıklanıyordu. Bu, günümüz doktorlarına hiçbir şey ifade etmeyen bir teşhisti. Constanze dahil, Mozart'ın ziyaretçileri hastalık belirtilerini o kadar farklı ve o kadar belirsiz bir biçimde açıklamışlardı ki, bunlara bakılacak olursa, bestecinin endocarditis bakteryel, Henoch Schnlein sendromu, lösemi, stafilakok bronşalpnömani ve beyin kanamasından öldüğü söylenebilirdi. 1991'de, Mozart'ın ölümünün 200. yıldönümünde toplanan bir tıp sempozyumunda, ölüm nedeni için en baş sıraya iki aday yerleştirilmişti: Böbrek yetmezliği ve römatik ateş. Ama, hiçbirinin bestecinin zehirlendiğine inanmaması dışında, uzmanlar arasında açık bir uzlaşma yoktu. Öte yandan, Mozart'ın kendi inancı söz konusu olduğunda, ölümüne neden olan hastalıkların herhangi birinin getirdiği delirium ya da depresyondan kaynaklanmış olabilir. Kuşkusuz, Requiem'i ısmarlamış olan gizemli habercinin ziyareti, bestecinin zihnini ölüme, özellikle kendi ölümüne kilitlemesine yol açmış olabilir. Güçsüz düşen bestecinin gizemli haberciyi Azrail'e benzettiği kolayca düşünülebilir. Gerçekten de, Shaffer, Mozart'ın ölüme taktığını bilen Salieri'nin, rakibini uçurumun kıyısına itmek için kendisini haberci kılığına sokmuş olduğunu öne sürmüştür.
En sonunda, Mozart'ın ölümünden 173 yıl sonra açığa çıkarılan habercinin sırrı daha az can sıkıcı olmakla birlikte, hiç de daha az acayip değildi. 1964'de, Otto Deutsch, Viyana'nın yaklaşık kırk beş kilometre güneyindeki bir kasaba olan Wiener Neusatdt'ta bulunan bir belgeyi yayınladı. "1791 'deki Başlangıcından 1839'a Bugünkü Döneme Kadar, W. A. Mozart'ın Requiem'inin Gerçek ve Ayrıntılı Öyküsü" başlıklı belge, bölgenin büyük toprak sahiplerinden, Kont von Walsegg tarafından işe alınan bir müzikçi, Anton Herzog tarafından yazılmıştı. Herzog, kontun gelecek vaat eden bestecilerin eserlerini satın alıp, bunları kendisininmiş gibi yutturmaktan hoşlanan ateşli bir müziksever olduğunu söylemişti. 1791 Şubatında, kontun genç karısı öldü ve özellikle bir Requiem şaheseri ile onun anısını ölümsüzleştirmek istedi. Bu yüzden her zamanki gibi ömert teklifiyle ve eseri kimin ısmarladığını araştırmasın diye aynı uyarısıyla birlikte uşağını
Mozart'a gönderdi. Herzog ve müzisyen arkadaşları patronlarının nabzına göre şerbet veriyorlardı. "Kontun [ısmarlamış olduğu diğer parçalarda da] yaptığı gibi, bizi şaşırtmak istemesine hepimiz iyice alışmıştık" diye anımsıyordu. "Yanındayken, her zaman bunun kendi kompozisyonu olduğunu söyler, bu sırada gülümserdi." Dolayısıyla, Mozart'ın son başyapıtının, bir ölüm meleği için değil, garip bir eser hırsızı için bestelendiği ortaya çıkmıştır. Hiç de aptal biri olmayan Constanze Mozart'ın kompozisyonlarının hızla artan değerini hesaba katmazsak ölen kocasının hızla büyüyen ününe katkıda bulunması umuduyla meçhul haberci öy-küsünü yaymış olabilir. Eğer böyleyse, rüyasında bile göremeyeceği kadar başarılı olmuştu çünkü Requiem Mozart'ın başyapıtları arasında görülmeye başlanmıştı. Ve sonuçta nasıl bestelendiğinden bağımsız olarak, böyle kalmaya da devam ediyor. İnsanlar görmek istediği şekillerde bakarlar,Siz sevgili okurlarım nasıl bakılacağını bildiğiniz zaman görmeye başlayanlardan olun.
Yiğit AKKOCA yigitakkoca-yfa@hotmail.com
SULTANLAR SULTANI FATİH
29 MAYIS 1453 Yıldönümü anısına ;
İstanbul’un
Fethi’nin
558.
Fâtih Sultân Mehmed, 30 Mart 1432 tarihinde Edirne Sarayı’nda dünyaya gelmiştir. Mehmed iki yaşına kadar Edirne'de kaldıktan sonra 1434'te sütninesi ve küçük ağabeyi Ali ile birlikte 14 yaşındaki büyük ağabeyi Ahmet'in sancakbeyi olduğu Amasya'ya gönderilmiştir. Burada ağabeyi Ahmet'in erken yaşta ölmesi üzerine Mehmed altı yaşında Rum sancakbeyi olmuştur. Diğer ağabeyi Ali ise Manisa'da Saruhan sancakbeyi olmuştur. İki yıl sonra babaları II. Murat'ın talimatıyla iki kardeş yer değiştirmiş ve Mehmed Saruhan sancakbeyi olmuştur. 19 yaşında ise babasının vefatı üzerine üçüncü defa saltanat koltuğuna oturmuştur. İstanbul’u almak için Boğaz’a hâkim olmanın şart olduğunu bilen Sultân Mehmed, 1452’de Boğazkesen Hisârı dediği Rumeli hisârını inşa ettirmiştir. Karşısında Yıldırım’ın inşa ettirdiği Anadolu hisârı yükselmekteydi ve artık böylece Osmanlı’nın izni olmadan boğazı geçmek mümkün değildi. 1 Eylül 1452’de Edirne’ye dönen Sultân Mehmed, hemen kendisinin planlarını çizdiği topların
dökümüne başlamıştır. Deneyler yapılmış ve dünyanın harp aletleri alanındaki harikaları yapılmıştır. Planı sezen İmparator zor durumda kalmıştır. Avrupa, yardım için Katolik olmalarını istiyordu ve Ortodokslar ise buna hayır demekteydi. 1453 Şubatında Edirne’den yola çıkan toplar 5 Nisanda İstanbul önlerine gelmiştir. 6 Nisan’da muhasara başlamıştır. 53 gün süren muhasara sırasında Fâtih’in ordusu, tarihe geçen kahramanlıklar yazmıştır. Bizans’ın Galata ile Sarayburnu arasına gerdiği zincirler, Osmanlı donanmasının karadan yürütülerek Haliç’e girmesiyle parçalanmıştır. Muhasaranın 53. Günü Hz. Peygamber’in müjdelediği fetih 29 Mayıs 1453 günü gerçekleşmiş ve Osmanlı ordusu tekbir sesleriyle Topkapı ve Eğrikapı yönlerinden İstanbul’a girmiştir. Ayasofya’ya sığınan on binlerce insanın burnu bile kanamamış, İslâm Hukukunun bu konudaki hükümleri aynen uygulanmış ve herkese temel hak ve hürriyetleri tanınmıştır. Fâtih’in fetihten sonra yaptığı ilk iş, İstanbul’un maddi ve manevi imar edilmesi olmuştur. Bu işi
tamamladıktan sonra Belgrad hariç bütün Balkanları Osmanlı Devleti’ne ilhak eylemiştir. Batıyı emniyete aldıktan sonra, kendisine pürüz çıkaran Karamanoğulları ve İsfendiyaroğulları Beyliklerini tamamen ortadan kaldırmıştır. Bu arada Bizans’ın artığı olan Trabzon’daki Pontus İmparatorluğu da 1461 yılında tamamen tasfiye edilmiştir. Kırım alınmıştır. Bütün bu fetihler, başta Abbasî Halifesi olmak üzere herkes tarafından takdir edilirken, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Fâtih’e kafa tutuyordu. Bunun üzerine Erzincan civarındaki Otlukbeli denilen yerde 1473 tarihinde bu sıkıntı da bertaraf edilmiş ve artık Osmanlı devleti Toroslara kadar genişlemiştir. Fâtih Sultân Mehmed, yeni bir harbin hazırlığında iken, 1481 yılında 51 yaşında Gebze’de vefat etmiştir. 28 yıllık padişahlığı süresince 2 İmparatorluk, 14 devlet ve 200 şehir fethederek Fâtih ünvanını Hz. Peygamber’den alan Sultân Mehmed, devletin sınırlarını 2.214.000 km2’ye genişletmiştir ki, bu 3 Türkiye Cumhuriyeti eder demektir. Balistikteki keşifleri, Matematik ilmindeki dehası, dinî ilimlerde büyük bir âlim olması, Arapça, Farsça, Yunanca, Sırpça, İtalyanca ve benzeri önemli dünya dillerinden dokuzuna vâkıf olması, onu Osmanlı tarihinin en büyük askeri, devlet adamı ve âlimi olduğunu, düşmana ve dosta söyletmiştir.
Şeyda KAYA seydakaya-yfa@hotmail.com
BİR FİLM BİR KİTAP “Pek çok kahraman var, ama yalnızca biri tanrı” Aslında bu cümle bu ay tanıtacağım filmi özetlemekte. 29 Nisan’da gösterime giren Thor bilinen kahraman filmlerinden farklı, Thor’u ne bir radyoaktif örümcek ısırdı, ne kaza geçirdi, ne de başka gezegenden geldi. Bunların hepsinden öte o bir Tanrı. Adını İskandinav tanrısı Thor’dan alan film Marvel çizgi romanının uyarlaması bir film. Kahramanız olan Thor bir tanrı ve alışılmış kahramanların aksine suçla savaş gibi bir amacı yok. Fakat oldukça kibirli olan Thor, bu kibri nedeniyle antik bir savaş başlatınca ceza olarak dünyaya sürgüne gönderilir. İnsanların arasına karışan ve normal bir hayat süren Thor, dünyayı istila etmek için gelen karanlık güçlere karşı savaşırken tanrı olmanın yanında kahramanlığın gerektirdiklerini de öğrenecektir. Kadrosunda birbirinden önemli yıldızları barındıran Thor uzun zamandır beklenen bir filmdi. Antony Hopkins’in büyük tanrı Odin’i canlandırdığı filmde, Thor karakterini Chris Hemsworth canlardırırken, Natalie Portman, Samuel L. Jackson, Stan Lee de rol alan diğer oyuncular. Filmin yönetmenliğini ise Kenneth Branagh yapıyor. Miolojiyi günümüz dünyası ile harmanlayan sıradışı bir kahramanlık öyküsü Thor izlenmeye değer bir film. Şimdiden iyi seyirler...
Hamdi AYAR
FERAYE '... Yüzbaşı kollarını iki yana açıp ayağını yere vurarak, zeybeğe başladı. Daha ilk hareketi ile çok erkeksi ve çok efece bir oyun oynadığı belli oluyordu. Feraye şaşkın, öylece Yüzbaşı'yı seyrediyordu. Yüzbaşı bir adımda onun yanına yaklaştı ve yavaşça 'Hadi küçük kız, başla. Herkes bize bakıyor, ' dedi. Feraye, utana sıkıla çevresine bir göz attı. Kendilerinden başka oynayan kimse yoktu. Gerçekten de herkes nefesini tutmuş, onlara bakıyordu. Feraye de kollarını kaldırdı. Müziğe ve Yüzbaşı'ya uymaya çalışıyordu. İlk bir iki dakika bocaladı. Sonra, sanki çevresindeki herkes yok oldu. Yüzbaşı'nın gözlerinden, kendisine doğru bir alev akıyor gibiydi. Başka bir tarafa bakamıyordu. Birbirlerine kilitlenmiş ve uyum içinde; Yüzbaşı erkekliği, kahramanlığı ve tutkuyu, Feraye de kadını ve zarafeti anlatan hareketlerle oynuyorlardı... Ne zamandan beri bu haldeydiler, kendileri de, seyredenler de farkında değildi. Müzik devam ediyordu. Belki de ikinci veya üçüncü tekrarıydı...' Kurtuluş Savaşı sırasında geçen muhteşem bir aşk hikayesi, Naşide Gökbudak’ın dilinden inanılmaz akıcı oluyor gerçekten. Yazarın tüm kitaplarını okumuş biri olarak size söyleyebileceğim tek şey koşa koşa bir kitapçıya gidip bu kitabı satın almanız olacaktır. İyi okumalar :)
Şeyda KAYA