YFA Genc Analiz Temmuz

Page 1

GENÇ ANALĠZ Young Future Academy Aylık Gençlik Ve Kariyer Dergisi

TEMMUZ 2011 SAYI : 17


ĠÇĠNDEKĠLER

GENÇ GELECEK KÜNYE Dergi Editörü ġeyda KAYA

Kapak Tasarım Melike GÜNEġ

Yurt DıĢı iliĢkiler Adem BAKAN Ceren BAKICI

MASALCIK …………….………………… 1 . YAZ HUZURU …………………………… 4 . ĠSTĠKRAR SÜRSÜN DEMOKRASĠ ÖLSÜN … 5 . SOSYALĠZM VE EĠNSTEĠN ………..… 9 . YOK ARTIK ………….………………… 22 . HER GÜZEL ġEYĠN BĠR SONU VARDIR …. 25 . 12 HAZĠRAN 2011 ……………………. 26 . SĠZDEN MĠLYONLARCA VAR ….….. 28 . SPOR …………….………………………. 31 . PROJE KÖġESĠ ………..……………… 34 . BĠR FĠLM, BĠR FĠLM DAHA :) ……... 38

.

Yurtiçi ĠliĢkiler Fulya SAVAġIR

Proje Koordinatörü Yiğit AKKOCA

Hazırlayan: Young Future Academy Website: www.youngfutureacademy.tr.gg

Dergi Kadrosu Burçin TOKSÖZ Ceren BAKICI Hamdi AYAR Kaan TÜRKELĠ Kunter COġKUN Miraç NALBANTOĞLU Melike GÜNEġ ġeyda KAYA Yiğit AKKOCA

Adres: Cumhuriyet Bulvarı No:219 Kalyon Apt. Daire:5 35220 Alsancak, İZMİR Tel:05065882913 NOT : Her türlü eleştiri ve yorum için gencgelecek@windowslive.com adresine mail atabilirsiniz. Ya da yazarlarımızın yazılarının altındaki mail adreslerinden direkt onlara ulaşabilirsiniz. İyi okumalar


MASAL-CIK

Bir varmış bir yokmuş, bir anne bir de çocuğu varmış. Anne çocuğunun üzerine titreyerek, onu öpüp koklayarak, emek semek yetiştirmiş çocuğunu. Ona kimse zarar vermesin istermiş, onun yüzü eğilmesin diye hiçbir yanlış iş yapmazmış. Yıllar yılları kovalamış, evlat sevgisi ve fedakarlıkla geçmiş kadının ömrü. Bir gün kötü kişiler -ama arkasında çok fazla insan olan kötü kişiler- anneye bir iftira atıp çocuğunu ondan koparıp almışlar. O kişiler öyle güçlü öyle yeteneklilermiş ki herkesi annenin kötü kendilerininse iyi olduklarına inandırmışlar. Kadın çırpınmış, herkese derdini anlatmak için dilinde tüy bitmiş. Haklı olan oymuş, doğru olan oymuş ve iyi olan da oymuş. Ama onun sözleri havada asılı kalmış. Çevresindeki insanların %50si kötü kişilere inanmışlar, çünkü onlar gerçekleri göremeyecek zavallı insanlarmış ama içlerinde inanmadığı halde bu işten çıkarı olduğu için inanmış gibi yardakçılık yapan, güce tapan karaktersizler de varmış. Ama kadın ne yapsın insanların %50si sonuçta tam karşısındaymış. Diğer %50si ise kötülere inanmamışlar ama kendi içlerinde bölünmüşler, kavgaya tutuşmuşlar, nasıl çocuğu kötülerin


elinden geri alacaklarına karar verememişler. Kadının yanında epi topu bir avuç insan kalmış, onunla beraber çırpınan, karşı tarafa direnen, ayakta durmaya çabalayan. Ama nafile sayıları çok azmış. Anne kavuşamamış çocuğuna. Bir yalanla, büyük bir iftirayla almışlar yavrusunu ondan. Ne yapsın gücü yetmeyince, sesini duyan olmayınca kalakalmış bir başına… Düşünsenize 100 kişiden 50si ona inanmamış, inananlar ise arasında kavgaya tutuşmuş ve ortak hareket edememiş. Sonuçta ana evlattan ayrı, evlat kötülerin elinde geleceği olmayan, aç kurtlara yem edilmek üzere bir serüvene başlamış… Evlat acısı ne kadar da büyük… Ya peki daha büyük bir acı var mı bu fani dünyada? Daha büyüğü olmasa da evlat acısı gibi insanın yüreğini dağlayan bir acı daha var ki onun adı vatan acısı… Her şeyden sakınmak istediğiniz ülkeniz kötülerin ellerinde oyuncak olduysa, başka ülkelere soytarılık yapıyorsa, geleceği bilinmezliklere doğru sürükleniyorsa ama bunlar olmasın diye doğruyu aylarca belki de yıllarca haykırmanız bir işe de yaramammışsa artık ne yapmak gerekir? Yanınızda bir avuç insan kaldıysa, karşı taraf bir çığ gibi her geçen gün büyüyorsa, kendi yalanlarına kendilerinin de inanmaya başladığı sefil bir toplulukla savaşmak ne işe yarar söyleyin…


İçinizdeki umudu söküp kalbinizden o pis elleriyle çıkardılarsa elinizde ne kalmıştır ki geriye? Umut değil midir insanı yaşatan? Sesimi duyan yok mu Allah aşkına ya, çalan çırpan, kendini tanrı zanneden, padişah gibi davranıp kendisine oy verenleri aşağılayan bir adamı taparcasına sevmek, yanlışlarını görmemek aptallık değil de nedir sizce? Her ne gelirse insanın başına kendisinden gelir, eden bulur, sizin yüzünüzden kurunun yanında yaşlar da yanacak ama neyse… Çok mu konuştum? Çok mu ağır oldu? O zaman artık susmak vaktidir… Ne demişti Fuzuli “Sussam gönül razı değildi, söyledim tesiri olmadı.” Dergi Editörü Şeyda KAYA seydakaya-yfa@hotmail.com


YAZ HUZURU Bu sayı şikayetim var dostlar. Bıktım bu otobüs insanlarından. Anlamıyorum ki İzmir gibi yerde yaşayan bir insan nasıl deodoranttan habersiz olur? Hiç mi adını duymaz? Ne işe yaradığını bilmez ? Malumunuz yazın sıcaktan foşur foşur terleriz. Ama benim derdim terleyen insanlarla değil. Terlediği ve leeş gibi koktuğu halde deodorant kullanmamakta ısrar eden, henüz medeniyetle irtibata geçememiş insanlarla. Benim kadar siz de bilirsiniz, eminim ki rahatsız da olursunuz. Hepimiz içimizden saydırmışızdır böylelerine. Başka türlüsü mümkün değil zaten. Tepede bilmem kaç bin derecede güneş, yanınızda leeş gibi kokan, nefes almanızı zorlaştıran adamlar ya da kadınlar. Dua edersiniz artık nolur yolculuk bitsin diye. Yol da inadına tıkanıktır, inadına ilerlemez. Cinnet gelir yavaştan. Azcık utanıyor olmasanız kalkıp bağıra bağıra bu ne koku kardeşim git yıkan gel demek istersiniz… İsteğim herkes mis gibi koksun, parfüm şişesini kafasında kırsın ya da parfümle yıkansın değil. Sadece kötü kokmasınlar. Zaten işkence olan otobüs yolculuklarını daha da zor hale getirmesinler. Kısacası bir damla deodorant bir damla huzur istiyorum. Saygılar, sevgiler (:

Melike GÜNEŞ


ĠSTĠKRAR SÜRSÜN; DEMOKRASĠ ÖLSÜN “Dağdaki çobanla benim oyum bir olmamalı” demişti birileri bir zaman. Biliyor muydu ki dağdaki çoban başka seçeneği olmadığı için cahil kalmıştı. Biz okumuşların cahilliği yanında o pek bilgiliydi aslında. Toplum olarak okumuş cahiliz. Sokaklarda demokrasi naraları atarken, sandıkta susuyoruz. Eğer tutarsızlıklar olmazsa, belki de halkın tercihi der, sessiz kalırız. Yeni bir seçimin ardından konuşacak öyle çok şey var ki... Halk sürünürken, 3. dönemini yaşayan iktidar, her geçen gün demokrasiden adım adım uzaklaşmakta... Hayır, iktidar demokrasiyi öldürüyor demiyorum (Tabii bu da bir bakış açısı) Her ne kadar adaletli bir seçim olmadığını düşünsem de sonuçlara saygım var. Benim isyanım okumuş, çok bildiğini iddia edip, vatandaşını aşağılayan cahil kesime; evet siz okumuş cahilllere! Her şey ben bilirimle olmuyor, açın gözünüzü. İki köprüye, asfalt yola kanıp, çılgın projeler için ruhunu satmak bilgililik, aydınlık ya da kaliteli oya sahip olmak anlamına gelmiyor; bu saçmalıklara kanıp her gün kötüleşen ekonomiye gözlerini yummak, çığ gibi büyüyen işsizliği yok saymak da kutlanacak bir marifet değil. Tüm bunları görmeyip “istikrar sürsün” söylemlerine kapılıp, peşinden koşmak nedendir bilmem. Neyin istikrarı sürüyor? Evet, işsizlik ve yolsuzluk konusunda hatırı sayılır bir istikrar yakaladık. Ama yine de tebrike şayan bir başarı gösterdiklerini inkar edemem. Halkta var olan tüm iktidarlar çalıyor


görüşünü; çalıyorlar ama en azından icraat var şekline büründürenleri ve bir de buna inanıp oy verenleri tebrik ediyorum. Siyasette herkesin eksik olduğunu düşünüyorum, yalansa bu işin kuralı. Ama göz göre göre nasıl bu kadar cesurca yalan söylüyorlar anlamıyorum. “Devlet hastanelerinde sıra beklemeye son; devlet hastanelerinde, özel hastane konforu.” Kulağa muhteşem geliyor değil mi? Oysa ki ben seçimlerin hemen ardından online başvuru sistemi ile Seka Devlet hastanesinin Semt Polikliniğinden aldığım randevu saatinde polikliniğe gittiğimde büyük bir şokla karşılaştım. Evet, Recep Bey çok haklılar hiç sıra beklemedim; zira terbiyesiz bir şekilde söylenen “bizim ortopedi doktorumuz yok” cümlesiyle karşılaştım. Nasıl olur randevu verdiniz bana dediğimdeyse, resmen yalancılıkla suçlandım. Şükür ki artık sıra beklemiyoruz hastanelerde! Keşke bu hafta gördüğüm tek eksiklik bu olsaydı devlet işlerinde. Bir kaç gün sonra para yatırmak için sabahın kör saatinde gittiğim T.C. Ziraat bankasında da ayrı bir şok yaşadım, ve söylemeliyim ki güvenlik görevlisinin tarzı yine hiç hoş değildi. Yarım saat banka kapısında bekletildik önce, içeri dahi alınmadan. Ardında güvenlik görevlisi çıkarak, sokak boyunca elektriklerin olmadığını söyledi. Beklemek isteyen bizlere de elektrik ne zaman gelir bilmiyoruz beklemeyin dedi. Bu bana resmen canımız çalışmak istemiyor, gibi geldi. Zira bütün sokakta elektrik olmadığını söyleyen görevli, kafasını dışarı uzatsa yandaki dükkan, mağaza ve diğer bankaların elektriklerinin var olduğunu kendi gözleri ile görürdü. Ayrıca


banka gibi önemli bir kurumun nasıl jeneratörü olmaz, o ayrı bir tartışma. Bunlar benim sadece bir hafta içinde yaşadığım olumsuzluklar, birçoğumuzun başına gelen niceleri var. Vatandaşlarını özel sektöre böyle özendiriyor devlet. Özel sektör böyle gizliden besleniyor işte. Tüm bunlara rağmen istikrar sürsün, Türkiye şirkete dönsün! Sinirimi zıplatan bir diğer durumsa, 3. dönemini yaşayan iktidar. Hayır, hayır benim eleştirim A partisine, B partisine değil; isyanım AKP’ye, CHP’ye, MHP’ye ve bilumum adını sayamadığım tüm partilere! Demokrasi can çekişiyor; ülkede seçimle süren bir padişahlık havası... İşte buna kızıyorum. Bir partinin %50 oy alarak başa gelmesi beni sinirlendiriyor; bu CHP de olsa MHP de olsa tepkim aynı olurdu. Mecliste, demokraside tekele karşıyım. Birilerinin halktan oy aldık diyerek, halk bizi temsilcisi seçti diye kendi borusunu öttürmesine; üzerindeki denetimi kaldırmasına dayanamıyorum. Bunu söylediğim bazıları, beğenilmezse, tehlike görünürse sonraki seçimde oy verilmez diyor. Gülüyorum, hem de kahkahalarla. Bu kadar okumuş cahile, özelleştirmelerin berbatlığını, sınavlardaki şikeleri, yolsuzlukları anlattığımızda anlamıyorlar da başka herhangi bir koşulda oy vermeyi mi kesecekler. Türkiye tarihinde oyların yönünü belirleyen her zaman ekonomik gidişat olmuştur. Bugünkü ekonomik gidişatı görmeyen gözlere, neyi gösterebiliriz ki?


Muhalefet olduğunu iddia edenlere daha ayrı kızıyorum bu konuda. Tekelin en büyük suçlusu onlar. Çocuğa şeker verir gibi saçma vaadlerle, halkı kandırma çabası da ne demek? Bir birinin benzeri söylemler, emekli aile babası görünümümde bir lider; hem de kendi tarafına oy veremeyen bir lider! Burası Türkiye; doğu ve batının orta noktası, medeniyetlerin beşiği. Her ne kadar batılı olduğunu iddia etse de doğusal özelliklerinden sıyrılamayan bir ülke. Doğunun gelenekçi yapısına boyun eğen, karizmatik görüntü çizen liderin peşinden koşan bir ülke. Ezilmişe acıyıp elinden tutan saf bir çocuk benim ülkem. Siyaset yaptığını iddia eden biri ülkesini nasıl okuyamaz? Siyaset nasıl bu kadar boşlanabilir, anlamıyorum. Ülke yönetmek bu kadar basit bir olay mı? Yıllar da geçse biliyorum ki düzelmeyecek bu durum, herkes eleştiriyor; icraat sıfır! CHP, MHP hiç bir zaman iktidara oynamıyor, meclise girmek yeterli onlar için. Barajı geçelim gerisi Allah kerim, anlayışı hakim. Tabii tüm bunlar sadece siyasilerin değil, tüm halkın suçu. Göz göre göre cahillik yapar, susar, kabullenirsen; bedelini ödersin. Sözüm şu ki var olanların hiç biri bir diğerinden daha iyi değil, sonumuz hayrola. Burçin TOKSÖZ


Sosyalizm ve Einstein

Kırıgınım herkese her şeye, o yüzden yazmayacaktım bu ayki sayıya bir şeyler ki zaten aslında yazamadım… Ama bir şeyler söyleme ihtiyacında bulundum. Bizde artık yeni bir hastalık var „Ben Demiştim Egosu‟ !!! Evet evet yanlış okumadınız, olay olup bittikten sonra ahkam kesenler ben demiştim diyip duran insanlar. E sen dedin? Peki diğer insanlara öyle dediğin olayı yaşamamaları için ne yaptın? Sadece söylemek ile kaldın… Bu mudur senin yüksek egonun kaynağı? İçimden senin egonun diyesim var da diyemiyorum. Bu dergi çıktığından beri kimine göre saçma kimine göre şimdi için çok uçuk gelen yazılarımla aslında tek bir şeyi hedefledim.‟Ya biz yanlış biliyorsak?‟ düşüncesini insanlara gösterip onları düşünmeye sevk etmek. Bana diyebilirsiniz sana mı kaldı bu iş ama.O „Ben Demiştim Egosu‟ sahibi insanlardan olmak istemememden dolayı hedefim bir uyanış süreci başlatmak… Bu yaz dönemi yazı yazmayıp yeni bir yazı dizisine başlayacaktım.Yine başlayacağım ama yaz dönemi boş geçirmemek için size bana ait olmasa da


belki size iktidar partisinin ampulu gibi değil ama daha iyi bir aydınlık oluşturacak ampul yakar. Bu yüzden Büyük fizikçi Albert Einstein‟ın aşağıdaki yazısını sizlerle paylaşıyorum, ABD‟de yayınlanan Monthly Review adlı aylık derginin Mayıs 1998 tarihli 50. cilt, 1. sayısından alındı. Yazı, ilk olarak aynı derginin ilk sayısında ilk yazı olarak, 1949‟da yayınlanmıştı. Yazının ana konusu Sosyalizm Neden Gereklidir? Ancak okursanız emin olun ki içinde çok şey bulacaksınız. Birey, toplumda öyle bir konumda ki, maskeler takmasına yol açan egoist dürtüleri sürekli tetikleniyor; yaradılış olarak daha zayıf olan toplumsal güdüleri ise sürekli kötüye doğru gitmekte. Toplumdaki konumu her ne olursa olsun tüm insanlar, bu süreç nedeniyle acı çekiyorlar. Kendi bencilliklerinin mahkûmları olduklarından habersiz, kendilerini güvencesiz, yalnız ve yaşamın o saf, basit ve yalın güzellikleri ellerinden alınmış hissediyorlar. Ben, bireylerdeki bu tahribatı kapitalizmin en korkunç kötülüğü olarak görüyorum. Bu büyük kötülükleri saf dışı edecek sadece tek bir yol olduğuna inanıyorum. Bu yol, toplumsal hedeflere yöneltilmiş bir eğitim sisteminin eşlik edeceği sosyalist bir ekonominin kurulmasıdır. Ekonomik ve sosyal konularda uzman olmayan birinin sosyalizm hakkında görüş belirtmesi uygun olur mu? Birçok nedenden ötürü ben, uygun olduğuna inanıyorum. Sorunu ilk önce bilimsel bilginin bakış


açısından ele alalım. Astronomi ile ekonomi arasında hiçbir temel metodolojik farklılık yokmuş gibi görünebilir: Her iki alanda da bilim adamları, belli görüngüler arasındaki bağlantıyı mümkün olduğunca anlaşılır kılmak için, sınırlı belli bir görüngü grubu için genel kabul görecek yasaları keşfetmeye çalışırlar. Oysa aslında böyle metodolojik farklılıklar bulunmaktadır. Ekonomi alanında genel yasalar bulunması, gözlenen ekonomik görüngünün, yalıtık olarak değerlendirilmeleri çok zor olan birçok faktör tarafından etkileniyor olması nedeniyle güçleşir. Ayrıca, insanlık tarihinin sözde çağdaş dönemi olarak adlandırılan dönemin başlangıcından bu yana birikmiş deney, çok iyi bilindiği gibi, nitelik olarak ekonomiyle özel bir ilişkisi olmayan nedenlerden etkilenmiş ve o nedenlerle sınırlanmıştır. Örneğin, tarihteki büyük devletlerin çoğunluğu varlıklarını fetihlere borçluydular. Fatih halklar, kendilerini yasal ve ekonomik olarak, fethedilmiş ülkenin imtiyazlı sınıfı durumuna getirdiler. Toprak sahipliği tekelini aldılar ve yine kendi saflarından bir rahiplik kurumu oluşturdular. Rahipler, eğitimi kontrol edip, sınıf ayrımını kurumsallaştırdı ve sosyal davranışlarına yön verdikleri geniş ölçüde bilinçsiz halkı güdecek bir değerler sistemi yarattılar. Ama denilebilir ki, tarihsel gelenek daha dün başlamıştır; Thorstein Vebren‟in insan gelişiminin “yırtıcı dönemi” olarak adlandırdığı şeyin üstesinden hiçbir yerde gelebilmiş değiliz. Gözlemlenebilir ekonomik olgular bu aşamaya aittirler ve onlardan çıkardığımız yasalar da diğer aşamalar için uygulanabilir


değildir. Sosyalizmin asıl amacı tam da bu durumun üstesinden gelmek ve insan gelişiminin yırtıcı dönemini aşmak olduğuna göre, ekonomi bilimi, mevcut haliyle, geleceğin sosyalist toplumuna pek fazla ışık tutamaz. İkinci olarak, sosyalizm sosyal-ahlaki bir amaca doğru yöneltir. Bilim ise amaçlar yaratamaz ve onları insana aşılayamaz; bilim, olsa olsa, belli amaçlara ulaştıracak araçları sunabilir. Fakat amaçların kendileri, yüce ahlaki ideallere sahip kişilikler tarafından tasarlanır -eğer bu amaçlar ölü doğmuş değil, aksine canlı ve güçlü iselerve yarı bilinçsiz bir biçimde, toplumun yavaş evrimini belirleyen çok sayıdaki insan tarafından benimsenir ve ileriye doğru taşınır.

Bu nedenlerle, sorun insan sorunlarına dair olduğu zaman, bilimi ve bilimsel yöntemleri abartmamaya dikkat etmeli, toplum örgütlenmesini etkileyen sorunlar üzerinde söz söyleme hakkının yalnızca uzmanlarda olduğunu sanmamalıyız. Bir süredir, sayısız ses, insan toplumunun bir krizden geçmekte olduğunu ve istikrarının ciddi bir biçimde tahrip edildiğini söylüyor. Böylesi bir durumda bireylerin


kendilerini, ait oldukları küçük ya da büyük gruba kayıtsız, hatta düşman hissetmesi karakteristiktir. Söylemek istediğimi daha iyi anlatabilmek için, kişisel bir deneyimimi aktarmak istiyorum. Geçtiğimiz günlerde, zeki ve iyi niyetli birisiyle yeni bir savaş tehdidi üzerinde tartışıyorduk. Bana göre, insan varlığını ciddi bir biçimde tehlikeye atacak olan bu tehdidi önlemenin tek yolu, uluslarüstü bir örgütlenmeydi. Bu sözlerim üzerine, ziyaretçim, oldukça sakin ve soğukkanlı bir biçimde, bana, “İnsan soyunun yok olmasına neden bu kadar karşısınız?” dedi. Eminim ki, bundan yüz yıl önce, hiç kimse, bu türden bir sözü bu kadar düşünmeden sarf etmezdi. Bu söz, kendi içinde bir denge kurmak için boşu boşuna çabalamış ve sonunda, az ya da çok, başarı umudunu yitirmiş birisinin ifadesidir. Bugünlerde çok sayıda insanın yaşadığı o acılı yalnızlık ve yalıtılmışlığın dile getirilmesidir bu. Peki bunun nedeni ne? Bir çıkış yolu var mı? Bu soruları sormak kolay, onlara garantili bir yanıt bulmak zordur. Yine de, duygu ve uğraşlarımızın çoğu kere birbirine çelişik ve anlaşılmaz olduğunu, basit ve kolay formüllerle dile getirilemeyeceklerini bilmeme rağmen, bu soruyu yanıtlamaya çalışacağım. İnsan, aynı zamanda hem tek başına, hem de toplumsal bir varlıktır. Tek başına bir varlık olarak, kendisinin ve ona en yakın olanların varlığını korumaya, kişisel arzularını tatmin etmeye ve doğuştan olan yeteneklerini geliştirmeye çalışır. Toplumsal bir varlık olarak ise, diğer insanların onayını ve sevgisini kazanmaya, zevklerini paylaşmaya, üzüntülü anlarında onları teselli


etmeye ve onların yaşam koşullarını iyileştirmeye çabalar. İnsanın o özel karakteri bu çeşitli, sık sık çelişen çabaların varlığı sayesinde oluşur ve bunların özgül bileşimleri, bireyin, kendi iç dengesini sağlama ve toplumun geleceğine katkı yapabilme düzeyini belirler. Bu iki dürtünün göreceli gücünün, esas olarak kalıtım tarafından belirlenmiş olduğu kuvvetle muhtemeldir. Fakat sonunda ortaya çıkan kişilik, geniş ölçüde, insanın gelişmesi sırasında kendini içinde bulduğu çevre, içinde yetiştiği toplumun yapısı, o toplumun gelenekleri ve belli davranış türlerini onaylaması tarafından biçimlenir. Soyut “toplum” kavramı, birey için, çağdaşları ve daha önceki kuşaklar ile doğrudan ve dolaylı ilişkilerinin toplamı demektir. Birey kendi başına düşünebilir, hissedebilir ve gayret sarf edebilir; ancak fiziksel, entelektüel ve duygusal bir varlık olarak topluma öylesine bağlıdır ki, onu toplum çerçevesi dışında düşünmek ya da anlamak mümkün değildir. İnsana yiyecek, giyecek, ev, iş aletleri, dil, düşünce biçimleri ve düşüncenin içerdiklerinin çoğunu sağlayan toplumdur. İnsanın yaşamı, hepsi de o küçücük “toplum” sözcüğünün ardına gizlenmiş olan geçmişteki ve bugünkü milyonların çaba ve başarıları ile olanaklı kılınır.


Demek ki, bireyin topluma bağımlılığı, tıpkı karınca ve arı örneklerinde olduğu gibi, yok edilemeyecek bir doğal olgudur. Bununla birlikte, karınca ve arıların tüm yaşam süreci, en küçük ayrıntısına dek, katı kalıtsal içgüdüler tarafından belirlenmişken, insanın sosyal seyri ve karşılıklı ilişkileri çok çeşitlidir ve değişime açıktırlar. Bellek, yani yeni bileşimler oluşturma yeteneği ve sözlü iletişim, insanlar arasında, biyolojik gereksinimlerin dikte etmediği gelişmeleri mümkün kılmıştır. Bu türden gelişmeler kendilerini gelenekler, kurumlar ve örgütlenmelerde; edebiyatta, bilimsel ve mühendislik başarılarında, sanat yapıtlarında gösterir. Bu durum bize, insanın kendi davranışları sayesinde kendi yaşamını etkileyebildiğini ve bilinçli düşünce ve arzulamanın bu süreçte nasıl rol oynadığını belli bir noktaya kadar açıklar. İnsan, doğarken, kalıtım sayesinde, insan türüne özgü doğal güdüler de dahil olmak üzere, sabit ve değişmez olduğunu düşünmemiz gereken biyolojik bir anayasa edinir. Ayrıca, yaşam süresi boyunca, iletişim ve diğer etkilenmeler yoluyla toplumdan adapte ettiği kültürel bir anayasa da kazanır. Değişime açık olan ve birey ile toplum arasındaki ilişkiyi büyük ölçüde belirleyen de bu kültürel anayasadır. Modern antropoloji bize, sözde ilkel kültürlerin karşılaştırmalı incelenmesi sayesinde, insan sosyal davranışlarının, yaygın kültürel modellere ve toplumda egemen örgütlenme tiplerine bağlı olarak büyük farklılıklar gösterebileceğini öğretmiştir. Bu temelde, insan türünün yaşama koşullarını iyileştirmeye çalışanlar umutlarını şuna


bağlayabilirler: İnsan, biyolojik anayasası gereği, birbirini yok etmeye ya da kendi yarattığı insafsız bir yazgının kurbanı olmaya mahkûm edilmiş değildir. İnsan yaşamını mümkün olduğunca yetkinleştirmek için toplumun yapısının ve insanın kültürel duruşunun nasıl değiştirilmesi gerektiğini soracak olursak, değiştiremeyeceğimiz bazı kesin koşullar olduğu gerçeğinin sürekli bilincinde olmalıyız. Daha önce belirtildiği gibi, biyolojik insan doğası, ne amaçla olursa olsun, değişime açık değildir. Üstelik, son birkaç yüzyılın teknolojik ve demografik gelişmeleri, artık kalıcılaşan bazı koşullar yaratmıştır. Varlıklarını sürdürebilmek için zorunlu olan metalara bağlı olan görece kalabalık yerleşimli toplumlarda, aşırı bir işgücü bölünmesi ve çok merkezileşmiş bir üretim aygıtı kesinlikle gereklidir. Geriye baktığımızda, şimdi sadece bir masal gibi görünen, bireylerin ya da görece küçük grupların kendi kendilerine yettikleri o dönemler, bir daha geri gelmemek üzere kapandı. İnsanlığın, gezegen çapında bir üretim ve tüketim toplumu haline geldiğini söylemek abartı olmayacaktır. Bu noktada, zamanımızın krizinin özünü neyin oluşturduğunu kısaca dile getirmek istiyorum. Bu öz, bireyin toplumla ilişkisine dair. Birey, topluma olan bağımlılığının her zamankinden daha çok bilincine varmıştır. Fakat o, bu bağımlılığı olumlu bir özellik, organik bir bağ, koruyucu bir güç olarak değil; aksine, doğal haklarına ve hatta ekonomik varlığına yönelik bir tehdit olarak görüyor. Üstelik, toplumda öyle bir konumda ki, maskeler takmasına yol açan egoist


dürtüleri sürekli tetikleniyor; yaradılış olarak daha zayıf olan toplumsal güdüleri ise sürekli kötüye doğru gitmekte. Toplumdaki konumu her ne olursa olsun tüm insanlar, bu süreç nedeniyle acı çekiyorlar. Kendi bencilliklerinin mahkûmları olduklarından habersiz, kendilerini güvencesiz, yalnız ve yaşamın o saf, basit ve yalın güzellikleri ellerinden alınmış hissediyorlar. İnsanın, o kısa ve tehlikelerle dolu yaşamını anlamlandırmasının tek yolu, kendini topluma adamasıdır.

Bence kötülüğün gerçek kaynağı, kapitalist toplumdaki mevcut ekonomik anarşi. Önümüzde koca bir üreticiler topluluğu görüyoruz; bu topluluğun üyeleri ise, durmaksızın birbirlerini, kolektif emeklerinin sonuçlarından mahrum bırakmak için çabalıyorlar. Bunu zor kullanarak değil, yasalaşmış kurallara körü körüne inanarak gerçekleştirmekteler. Bu bağlamda, üretim araçları -yani, tüketim metaları ve ek sermaye metaları üretmek için gereken üretim kapasitesinin bütünüyasal olarak bireylerin özel mülkiyeti olabilmekteler ve öyleler.


Daha kolay anlaşılsın diye, aşağıdaki tartışmada kelimenin alışılagelmiş günlük kullanımına tam olarak denk düşmemesine rağmen- üretim araçlarının sahibi olmayanların tümünü “işçiler” olarak adlandıracağım. Üretim araçlarının sahibi, işçinin işgücünü satın alır konumdadır. İşçi ise, üretim araçlarını kullanarak, kapitalistin mülkiyeti haline gelen yeni metalar üretir. Bu süreçteki temel nokta, işçinin ürettiği ile karşılık olarak aldığı arasındaki ilişkidir; bunların her ikisi de gerçek değer ölçüleriyle belirlenir. İş akdi ne kadar “serbest” olursa olsun, işçinin aldığı ücret, ürettiği metaların gerçek değeri tarafından değil; işçinin asgari ihtiyaçları ile kapitalistlerin, iş bulmak için birbiriyle yarışan işçilerin sayısına bağlı olarak, işgücüne duyduğu gereksinim tarafından belirlenir. İşçinin ücreti, teoride bile, ürettiğinin değeri tarafından belirlenmez. Özel sermaye, kısmen kapitalistler arasındaki rekabet, kısmen de teknolojik gelişme ve emeğin giderek gelişen işbölümünün, küçük olanlar aleyhine daha büyük üretim birimlerinin oluşumunu teşvik etmesi nedeniyle, az sayıda elde yoğunlaşma eğilimindedir. Bu gelişmelerin sonucu ise bir özel sermaye oligarşisidir; bu sermayenin olağanüstü gücü, demokratik yoldan örgütlenmiş siyasi bir toplumda bile denetim altında tutulamaz. Yasama organı üyeleri siyasi partiler tarafından seçilmektedir; bu partiler ise büyük oranda özel kapitalistler tarafından finanse edilmekte ya da onlardan etkilenmektedir. Yani özel kapitalistler, seçmenler ile seçilenleri birbirinden ayırır. Sonuçta halkın temsilcileri, nüfusun olanakları kısıtlı bölümünün


çıkarlarını yeterince korumazlar. Ayrıca, özel kapitalistler, mevcut koşullar altında, temel enformasyon kaynaklarını doğrudan ya da dolaylı olarak kontrol ederler: Basın, radyo, eğitim. Bu nedenle, birey-vatandaş için nesnel sonuçlara ulaşmak ve siyasi haklarını zekice kullanmak son derece zor, hatta genellikle neredeyse olanaksızdır. Demek ki, sermayenin özel mülkiyetine dayanan bir ekonominin baskın niteliği iki ana ilke tarafından belirlenir: Birincisi; üretim araçları (sermaye) özel mülk sahiplerinin elindedir ve sahipleri bunları istedikleri gibi kullanırlar. İkincisi, iş akdi serbesttir. Elbette, bu bağlamda, saf bir kapitalist toplum yoktur. Altını çizmek gerekir ki, işçiler, uzun ve şiddetli bir siyasi mücadele sonucunda, belli işçi kategorileri için daha gelişmiş bir “serbest iş akdi” elde etmeyi başarmıştır. Fakat bir bütün olarak ele alındığında, günümüz ekonomisi “saf” kapitalizmden pek de farklı değildir. Üretim fayda için değil, kâr için sürdürülür. Çalışabilecek durumda olan ve bunu isteyen herkesin her zaman iş bulabilmesi mümkün değildir; hemen her zaman bir “işsizler ordusu” vardır. İşçi devamlı işini kaybetme korkusu içindedir. İşsiz ve düşük ücretli işçiler kârlı bir piyasa oluşturmadıkları için, tüketim mallarının üretimi düşer ve sonuçta büyük bir sıkıntı doğar. Teknolojik ilerleme, genellikle, herkesin çalışma yükünü hafifletmeden çok, daha fazla işsizlikle sonuçlanır. Kapitalistler arasındaki rekabetle bağlantılı olarak, kâr dürtüsü, sermaye birikimi ve kullanımında dengesizliğe yol açar ki, giderek daha da şiddetlenen bunalımların nedeni budur.


Sınırsız rekabet, büyük ölçüde emek israfına ve daha önce belirttiğim gibi, bireylerde toplumsal bilinç tahribine neden olur. Ben, bireylerdeki bu tahribatı kapitalizmin en korkunç kötülüğü olarak görüyorum. Tüm eğitim sistemimiz bu kötülükten zarar görüyor. Aşırı abartılmış bir rekabetçi tutum aşılanan öğrenci, gelecekteki meslek yaşamına hazırlık olarak, açgözlüce başarıya tapacak bir biçimde eğitiliyor. Bu büyük kötülükleri saf dışı edecek sadece tek bir yol olduğuna inanıyorum. Bu yol, toplumsal hedeflere yöneltilmiş bir eğitim sisteminin eşlik edeceği sosyalist bir ekonominin kurulmasıdır. Böyle bir ekonomide, üretim araçları topluma aittir ve planlı bir tarzda kullanılır. Üretimi toplumun ihtiyaçlarına göre düzenleyen planlı bir ekonomi, yapılacak işi, bunu yapabilecek herkesin arasında eşit olarak dağıtacak ve her erkek, kadın ve çocuğun geçinmesini garanti edecektir. Bireyin eğitimi ise, günümüz toplumundaki gibi güç ve başarının yüceltilmesi yerine, onun doğuştan yeteneklerini geliştirmesine yardımcı olmanın yanı sıra, onu diğer insanlara karşı sorumluluk duygusu içinde yetiştirmeye çalışacaktır. Bununla birlikte, planlı bir ekonominin henüz sosyalizm olmadığının hatırlanması gerekir. Planlı bir ekonomiye, bireyin tümüyle köleleştirilmesi de eşlik edebilir. Sosyalizmin kuruluşu, son derece zor bazı sosyo-ekonomik sorunların çözümünü gerektiriyor: Siyasi ve ekonomik gücün tam olarak merkezileştiği bir


durumda, bürokrasinin tüm gücü elinde toplamasına ve kendini beğenmiş bir hale gelmesine nasıl engel olunur? Bireyin hakları nasıl korunur ve böylece, bürokrasinin gücüne karşı, demokratik bir denge nasıl sağlanır? İçinde bulunduğumuz bu geçiş çağında, sosyalizmin amaç ve sorunları hakkında net tutum almak son derece önem taşımaktadır. Mevcut şartlar altında, bu sorunların özgürce ve engellenmeden tartışılması tabu haline geldiğinden, Monthly Review dergisinin yayına başlamasının önemli bir kamu hizmeti olacağı kanısındayım.

Yiğit AKKOCA yigitakkoca-yfa@hotmail.com


Yok Artık Son üç ayı seçim gündemiyle dolu geçen Türkiye’de seçimlerden sonra da bu sefer Ak Parti’nin aldığı %50 oy oranı konuşulmaya başlandı. Ne var bunda konuşulur tabi diyenler olacaktır muhakkak ama benim bu sonuçlardan sonra en çok dikkatimi çeken şeyler ise belki de kimsenin fark etmediği bir olaylar. İşte size kısa bir Türkiye turu.  Bildiğiniz üzere seçim arifesinde Artvin Hopa’daki olayları protesto eden grup hakkında dava açıldı. Açılan dava kapsamında yapılan bir aramada ise polis meyve ve ekmek bıçaklarına suç delili olarak el koymaya kalkmış, avukatların itirazları sonucunda ise meyve bıçağını bırakıp, ekmek bıçağına el koymuş. Hızını alamayan cengaver ve de gözüpek polisimiz, ayrıca suç delili olarak Halka filmine ve Kaplumbağa ve Tavşan adlı çizgi filme de el koydu. Polis olmasa bizi çizgi filmlerin gazabından kim koruyacak?  Tgrt’nin Ekonomi Kulisi adlı programında, program sunucusu canlı yayında isim vermeden tehditler savurdu. Sunucu, isim vermeden tehdit ettiği kişiye, Başbakan’ı ziyaret ettikten sonra hapse attıracağı imasında bulundu. Diğer %50’yi de düşünüyorlar anlaşılan.  Ösym’de skandal bağımlılık yaptı. Daha önce YGS ve ALES’de fena bocalayan Ösym bu sefer de Tıpda


Denklik Sınavı’nın sorularının %75’inin geçen yılın soruları ile aynı olduğu ortaya çıktı. Boşuna demiyorlar çıkmış sorulara çalışın diye.  Seçimi izleyen haftada Ankara’yı vuran yağışlar sonucu Ankara’da ulaşım felç oldu, onlarca alt geçidi su bastı. Mahsur kalan vatandaşları dalgıçlar kurtardı. Ankara’ya deniz; Hayaldi gerçek oldu!  Giresun valisi, mezuniyete gidecek öğrenciler için bir yönetmelik yayınladı.Yönetmelikte kız öğrencilerin mezuniyette diz hizasında etek giymeleri, askılı giymemeleri söylenirken, aileler de mezuniyetlerin ahlaksız davranışların, uyuşturucunun mekanı olduğu söylenerek uyarıldı. Giresun valisi kendi mezuniyetinde, kimsenin dans etmek istemediği çocuktu herhalde, yoksa bu yönetmeliğe getirecek mantıklı bir açıklama yok. Tüm bunlar varken kim ne yapsın nükleer santrali, YGS’de şifreyi falan.. Sahi noldu o işler? Hamdi Ayar hamdi.ayar@hotmail.com



Her Güzel Şeyin Bir Sonu Vardır Bir yazı yazsam sana kurtarır mıydı bizi? Ölümsüz olur muyduk sonsuza kalan yazıda? Sözler uçup gitti hep, senin söylediklerin, benim söyleyemediklerim… Ama bir yazı yazsaydım bizim için, sevgimiz yaşar mıydı kıyamete kadar? Belki bir şiir senin gözlerin için, belki de bir hikaye gençlik aşkı diye ve belki de bir roman yazmalıydım bitmeyen aşkımız için (!) Sayfalarca seni betimlemeliydim, sevdiğim her santimetrekareni, her halini, her bakışını… Ve sayfalar eskitmeliydim aşkımızı, yaşadıklarımızı anlatırken. Okuyanlar ağlamalıydı sonunda, “bitmemeliydi” demeliydi herkes. Benim dediğim gibi… Bir roman okusam sana kurtulur muydu aşkımız? Bizim romanımızı dinlerken sızlar mıydı için? Pişman olur muydun çekip gittiğine? Yoksa hiç dinlemez miydin beni? Ben bu aşkı tek başıma omuzlarıma yüklendiğim gibi, yine senin yerine de dinler miydim kendi okuduğum romanı?

Şeyda KAYA


12 Haziran 2011 Söze şöyle başlamak istiyorum. Geçen ay yaptığım anket çalışmasının neredeyse yanından geçmeyen bir seçim yaşadık. Koalisyon ve (sözde) Bağımsızlar konusunda yanıldım sonuç anketine baktığımızda. O kadar büyük anket şirketleri yanıldı ki benimki o kadar da göze batmaz umarım. Neyse ülkemiz 12 Haziran'da bir seçimi daha geride bıraktı. Seçim öncesi liderler estirdi. Birbirlerine demediklerini bırakmadılar. Saygı seviyesini bazen düşürdüler. Ama artık bunların pek bir önemi yok. Şimdi önemli olan seçimlerin ne sonuç getireceği. Peki bu seçimlerde ne oldu , ne olmadı ? Oy oranlarına baktığımızda Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) %49 , Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) %25 ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) %13 oy olarak meclise girmeye hak kazandı. AK Parti oy oranını arttırmasına rağmen sandelye sayısında düşüş yaşadı. AK Parti 340 olan milletvekili sayısını %49 orana rağmen 326'ya düşürdü.CHP ise %5.03'lük oy artışının yanında milletvekili sayısını 112 den 135 çıkardı. MHP ise aldığı %13 ile meclise 2007 seçimlerine göre 17 sandalyelik bir düşüşle 54 milletvekili göndermeyi başardı. Ve son olarak (sözde) bağımsızlar 53 kişi ile mecliste yerini aldılar. 2007 Seçimlerinde bu sayı 27'ydi. Peki hangi parti başarılı hangisi değil? Bu kişiden kişiye göre değişir. Bence AKP aldığı oyla başarılı ama sandalye kaybı yaşadı. CHP ise çoğu kişiye göre başarısız. Böyle söylenmesinin sebebi hedefin yüksek tutulması. Ama ana muhalefet partisinin bu %25 oranına bile başarısız demesi bile bir başarıdır. Çünkü geçen


seçimlere göre gözle görülür bir artış yaşandı CHP'de. MHP'de ise durum biraz farklı hem oy oranında hem de milletvekili sayısında bir düşüş yaşandı. Ama yine de kaset komplolarına rağmen barajı geçip meclisteki yerlerini aldılar. Bağımsızlar ise istediklerini aldılar. CHP 7 (Tekirdağ, Kırklareli, Edirne, İzmir, Aydın, Muğla, Tunceli) , MHP 1 (Iğdır) , (sözde) Bağımsızlar 7 (Diyarbakır, Batman, Hakkari, Mardin, Şırnak, Muş, Van) AKP 66 İlde birinci parti olarak sandıktan çıktı. Diğer partiler istediklerini alamadılar seçimden. Seçimin kazananları, kaybedenleri ; Milletvekilleri açısından kazananları düşündüğümüzde akla Ergenekon ve Balyoz tutukluları geliyor. MHP'den Engin Alan ve CHP'den Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal, hapisten meclise giderek kazanan isimler arasına girdiler. Meclisin yeni MHP vekilleri Sinan Oğan, Yusuf Halaçoğlu ve Özcan Yeniçeri de milliyetçi kesimin kazananları arasında sayılabilir. Ümit Özdağ'ı takip ediyordum. Onunda bu mecliste yer almasını isterdim. Birkaç sözde ' Bağımsız'ın yerine. CHP bu sonuçlarla karıştı, kurultay lafları dönüyor. Muhalefet kendine yer arıyor. Bakalım CHP'de ne olacak? MHP'de yönetim değişikliği olacak mı? AKP hangi yolu izleyecek? Yeni Anayasa oluşturulacak gibi, bu anayasada hangi maddeler değişecek, Anayasa nasıl değişecek? Yeni referandum olacak mı? Yasaklar artacak mı? Hapis sayıları ne olacak? Ve birçok soru daha bu dönemde cevap bulacak. SAYGILARIMLA

Kaan TÜRKELİ


SĠZDEN MĠLYONLARCA VAR! Sizden milyonlarca var. Evet, paralel evrenden bahsediyorum. Başka bir evrende, başka zamanlarda da varız. Tabi gerçekten paralel evren varsa…

Her insan zaman zaman pişmanlıklar yaşar. “Keşke şöyle yapsaydım da şu an şu konumda olsaydım.” ya da “O fırsatı değerlendirseydim şimdi bambaşka bir hayatım olurdu.” gibi sözleri söylediğimiz zamanlar olmuştur. Eğer paralel evren varsa belki de o evrende o konumdayızdır. Belki de hiç doğmamışızdır ya da anne ve babamız hiç tanışmamıştır. Belki çok iyi bir konumdayız, belki de çok kötü bir konumda. Aslında bu ihtimallerin hepsini yaşarız paralel evrende. Çünkü biz de bu ihtimallerden bir tanesiyiz. Sürdüğümüz hayat yaptığımız seçimlerden, verdiğimiz kararlardan doğmuştur. Yani paralel evren bulunduğumuz evrenden farklı dünyaları içerir. Her zaman önümüzde iki seçenek olmaz. Birçok seçenek arasından seçim yaparız. Her seçim, her ihtimal başka fırsatlar sunar önümüze. Her fırsat da, her seçim de başka bir evrenin kapılarını açar. Demek istediğim şu ki, eğer varsa paralel evren değil paralel evrenler vardır. Deja Vu yaşarız bazen. Bir şarkı duyduğumuzda onu daha önce duyduğumuzu, bize bir şeyler anımsattığını düşünürüz. Ama aslında o şarkıyı hiç duymamışızdır. Bir ev görürüz ya da bir mekan tanıdık gelir bize. Ama oraya ilk defa gitmişizdir. Paralel evren gerçekten var mı sorusunun temelinde Deja Vu olayı yatar. O şarkıyı paralel evrenlerden bir tanesinde duymuşuzdur, o evi diğer bir evrende görmüşüzdür. Yani yaptığımız seçimler arasında


başka bir seçenekte karar kılsaydık o şarkıyı daha önce duyacak, o evi daha önce görecektik. Hayatımızı, yaşam tarzımızı verdiğimiz kararlar, planlarımız, isteklerimiz, düşüncelerimiz, vicdanımız, duygularımız yönlendirir. İnsan olarak her an karar verme eğilimindeyiz ve bu kararlara göre hareket ederiz. Karar verirken ya öbür seçeneği seçseydik? Kendinizi olmak istediğiniz konumda düşünün. Fakat bu konumda olma fırsatını kaçırmışsınız. Yanlış kararlar vermişsiniz bu nedenle şu an bu konumda değilsiniz. Paralel evrende işte bu konumdasınız. Daha doğrusu paralel evrenlerin birkaç tanesinde. Her paralel evrende farlı konumlarda, farklı durumlardasınız. Çoğu paralel evrende yer almıyoruz bile. Ve çoğu paralel evrende bu dünyaya hiç gelmemiş insanlar var. Her ihtimal bir paralel evren doğuruyorsa ve her insan her an bir seçenekte karar kılıyorsa, her an paralel evren sayısı artmaktadır. Peki, paralel evrene yolculuk mümkün müdür? Stephen Hawking’in “Her Şeyin Teorisi” (Theory of Everything) adlı çalışmasının amacı paralel evrene geçişi mümkün kılmak. Ama projenin önceliği paralel evrenin varlığını kanıtlamak. Hawking’in matematiksel hesaplarına göre bizim evrenimizin dışında başka evrenler de var ve bu evrenlerin bazılarında eşizlerimiz var. Paralel evrendeki eşizlerinizle tanışmak ister miydiniz? Başka bir evrende ünlü bir oyuncu olabilirsiniz, daha başka bir evrende ise başarılı bir işadamı. Zevkleriniz farklı, hobileriniz farklı, aileniz farklı, çevreniz, yaşadığınız yer, mesleğiniz, duygularınız farklı olabilir. Kendinizi bu şekilde görmek, bu halinizle tanışmak hoş olmaz mıydı? Böyle bir şeyin olması belki de beraberinde birçok sorun getirebilir.


Bunu öğrenmemizin tek yolu da sanırım Hawking’in projesinin tamamlanmasını beklemek. Hiç nedeni yokken bazen korku sarar içimizi. Hiç neden yokken birden gülümseyiveririz. Nedensiz bir mutluluk düşer bazen içimize. “Nedenini bilmiyorum ama bir sıkıntı kapladı beni, moralim düştü.” deriz. Bu duyguların ani ve nedensiz olmasının sebebi, paralel evrende eşizlerimizin bu duyguları yaşamasıdır Hawking’e göre. Öyleyse bizim hissettiğimiz duyguları başka bir evrendeki eşizimiz ani bir şekilde hissediyor olamaz mı? Bizim evrenimiz de belki başka bir evrenin paralelidir, kim bilir… Bir sabah uyandığımızda karşımızda kendimizi görürüz. Diğer bir evrende paralel evrene geçiş mümkün hale gelmiştir ve eşizimiz bizimle tanışmak istemiştir. Bizim evrenimizde evrenler arası geçiş mümkün hale gelse diğer evrenlerdeki eşizlerinizle tanışmak istemez miydiniz? Belki istemeyebilirsiniz. Ama eşiziniz isteyebilir, dikkatli olun.

Pınar KESKĠN


SPOR Galatasaray ve Transferler Hem Selçuk adına hem de Galatasaray adına doğru karar. Sarıkırmızılı orta sahaya ilaç olacak Selçuk... Duran toplarda da takımına katkı yapacak. Fatih Terim ismini tartışmaya gerek yok. Geçen sezon forvetsiz maça çıkmak zorunda kalan bir takım için Elmander hamlesi de doğru. Milli Takım, son Belçika maçına ilk 11'de 6 Galatasaraylı (Sabri, Servet, Çağlar, Selçuk, Kazım ve Arda) ile çıktı. Yerli oyuncuların kalitesi ortada. Yabancı kalitesi çok düşük. Kaleci, stoper, sağ bek, orta saha ve santrfor arayan Galatasaray, yabancı kalitesini yükseltirse eski günlerine döner. Galatasaraya kariyeri tartışılmayacak bir kaleci şart. Klose transferinin bittiği söyleniyordu. Klose ve Drogba'yı kadrosunda düşünen Galatasaray, o zaman Baros'u göndermeli diye düşünüyordum. Baros kaliteli bir oyuncu ama yedek kalacak bir Baros takımda problem yaratır. Bugün itibarıyla Klose olmadı; Drogba için uğraşılıyor. Ama forvete takviye olmazsa Baros'tan faydalanılabilir. Fatih Terim'in teknik direktörlüğe gelmesi, özellikle yerli oyuncular üzerinde pozitif etki yaratacak. Geçtiğimiz sezonlarda istenileni veremeyern yerli oyuncuların Terim yönetiminde kendilerini bulacağını ve kalitelerini sahaya yansıtacağını düşünüyorum. Galatasaray, gönderilenlerin hiçbirini aramayacak. Doğru karar. Mehmet Topal'ın yerine büyük umutlarla alınan ve beklentiyi karşılayamayan Lorik Cana da gidenler listesine eklenebilir. Son haftalarda sakatlığı yüzünden oynamamıştı. Ancak formsuz olduğu da bir gerçekti. Tahmin ediyorum Galatasaray 4 yabancı daha transfer edecek. Galatasaray şampiyonluktaki rakiplerine oranla daha az maç yapacak. 34 hedef lig maçı ve biraz da kupa... Kaleciler hariç 20 kişiyi geçmemeli kadro. 14-15 futbolcu sürekli oynamalı. Sadece lig şampiyonluğunu kovalayacak Galatasaray'ın fazla rotasyona ihtiyacı yok. Daha az, ancak daha kaliteli bir takım kurulmalı.


Fenerbahce Zor bir sezonu şampiyonlukla tamamlayan F.Bahçe yeni sezon için de iddialı. Avantajlarından en büyüğü Aykut Kocaman'ın kalması. Takımı tanıyor, eksiklerini biliyor. Yaptığı transferler de nokta atışı. Sezonun ikinci yarısındaki muhteşem çıkış fazla abartılmadı ve doğru hamleler yapıldı. Doğru hamlelerden biri Emmanuel Emenike'dir. Emenike iyi bir transfer ve F.Bahçe'ye çok faydalı olacaktır. Sırtı kaleye dönük oynayabilmesi de avantajlarından biri. Geniş alanlarda etkili olduğunu Karabük'te kanıtladı. Ancak dar alanda da kıvrak, çabuk ve kolay adam geçebiliyor. Güçlü bir yapısının olması da F.Bahçe'de çok iyi işler yapacağının kanıtı. Şampiyonluk bazı oyuncularda rehavet yaratabilir. Bu nedenle başarıya aç oyuncular alınmalı. Forma şansı olmayan Bilica ve Güiza da gönderilmeli. Cristian'ın yerine daha kaliteli, hücum yönü yüksek bir oyuncu da alınmalıdır. Türkiye'nin en iyileri Fener'de Orhan Şam, Gökhan Gönül'den sonra Türkiye'nin en iyi sağ bekidir. Gökhan gibi savunma yönü de güçlü, hücum yönü de. Böylece Gökhan'ı dinlendirirken kafasında 'acaba' diye bir şey olmayacak. Üstelik Orhan stoper olarak da oynayabiliyor. Bir takımda çok yönlü oyuncu olması hocanın işini kolaylaştırır. Aykut Kocaman özellikle sezonun ilk yarısında yabancı kontenjanı nedeniyle sıkıntı yaşadı. Bir oyuncu değiştirirken mecburen rotasyon yaptı, takımın kimyası bozuldu. Bu nedenle Serdar Kesimal ve Orhan Şam tam isabettir. Yılda 40-50 maç yapan bir takım için geniş ve kaliteli kadro önemlidir. Yobo veya Lugano'yu çıkarıp rahatlıkla Serdar'ı oynatabilir. Serdar kalitesini milli takımda da kanıtladı. Top tekniği iyi, topu iyi de oyuna sokuyor. Bu durum Aykut Kocaman'a hareket serbestisi sağlar, oyuncu değiştirirken rotasyona da gerek kalmaz. Federer çeyrek finalde veda etti! Wimbledon Tenis Turnuvası'nda 3 numaralı seribaşı İsviçreli Roger Federer, Fransız Jo-Wilfried Tsonga'ya 3-2 yenilerek bu yıl da turnuvaya


çeyrek finalde veda etti. İngiltere'nin başkenti Londra'daki Wimbledon Tenis Kulübü Kortları'nda oynanan maçta, 6'sı Wimbledon da olmak üzere toplam 16 Grand Slam şampiyonluğu bulunan Roger Federer, 2008 yılında Avustralya Açık'ta final oynayan 12 numaralı seribaşı Wilfried Tsonga'ya 3-6, 6-7, 6-4, 6-4 ve 6-4'lük setlerle 3-2 boyun eğdi. FEDERER İLK KEZ KAYBETTİ! Tsonga ve Federer daha önce beş kez karşılaştı. Bu müsabakaların dördünü Federer, birini ise Tsonga kazandı. Çimde ilk defa karşılaşan ikili en son bu yıl Roma'da kozlarını paylaşmıştı ve o maçtan İsviçreli 6-4 ve 62'lik sonuçlarla galip ayrılmıştı. Öte yandan bugüne kadar 2-0 öne geçtiği hiçbir beş setlik maçı kaybetmemiş olan ve bu 178 maçı kazanan Federer, Tsonga karşısında aldığı mağlubiyetle kötü bir ilk yaşamış oldu. Roger Federer geçen yıl da çeyrek finalde Çek Tomas Berdych'e sürpriz bir şekilde elenmişti. Federer, maçtan sonra düzenlenen basın toplantısında, rakibinin çok iyi oynadığını belirterek, ''Ben de rakibim de maçın başından sonuna kadar iyi oynadık. Performansımdan memnunum. Kendimi suçlayamam. Ancak maalesef sonunda oyunu kaybettim, tabii ki kaybetmek hayal kırıklığı yarattı'' dedi. Kunter COŞKUN


PROJE KÖŞESİ Gençlik Gemisi Japon Hükümeti, gençler arasında dostluk ve karşılıklı anlayışın geliştirilmesine katkıda bulunmak amacıyla, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 12 ülkeyi 18 Ocak – 05 Mart 2012 tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan “24. Dünya Gençlik Gemisi” programına davet etmektedir. Çalışma dili Japonca ve İngilizce olan programa ülkemizden biri ulusal lider olmak üzere toplam 11 kişi davet edilmiştir. Türkiye – Japonya arası gidiş – dönüş uçak bileti, konaklama, Japonya’da ve gemi yolculuğu sırasındaki yemek ve ulaşım için giderler Japon Hükümeti tarafından karşılanacaktır. Program sırasında gerek duyulması halinde, tıbbi tedavi ve hastaneye yatış giderleri ve diğer giderler katılımcılara aittir. Bu yüzden tüm katılımcıların seyahat ve kaza sigortası yaptırması zorunludur. Giriş vizesi giderleri de katılımcılara aittir.Uygunsuz davranışta bulunanlar, çeşitli nedenlerden dolayı programdan çekilmek isteyenler, kaçınılmaz nedenlerden dolayı ülkeleri tarafından programdan çekilenler ülkelerine geri dönüş giderlerini kendileri karşılamak zorundadır. Katılımcılarda aranan koşullar:  Tüm program süresine katılabilmek (18 Ocak – 05 Mart 2012),  Programdan önce yapılacak olan ön hazırlık toplantılarına katılabilmek.  Bedenen ve zihnen uzun süreli bir yolculuğu, özellikle de gemi yolculuğunu kaldırabilecek durumda olmak,  18 – 30 yaş arasında olmak (1 Nisan 2011 itibari ile),


 Gençlik etkinlikleri ve kuruluşlarında aktif katılımcı olmak,  İngilizce’yi iyi düzeyde anlayıp konuşabilmek,  Program süresince grupla uyum içinde hareket etmenin önemi ve gereğinin bilincinde olmak,  Türk kültürü ve toplumunu iyi tanımak, birikimiyle araştırma ve tartışmalara aktif olarak katılabilecek düzeyde olmak,  Japonya’ya ilgi duymak,  Daha önce Japonya Cabinet Office tarafından yürütülmüş olan bir programa katılmamış olmak Seçim sırasında kız – erkek dengesine dikkat edilecek olup seçilecek olanlardan en az 5 kişi Japon dili üzerine eğitim almış/çalışmış kişilerden olacaktır. Programa katılmaya hak kazananlar, program öncesinde tarihleri sonradan belirlenmek üzere Ankara’da bir hazırlık toplantısına katılacaklardır. Başvuruların 15 Temmuz 2011 Cuma günü mesai saati bitimine kadar fotoğraflı bir şekilde Aşağıdaki başvuru formunun eksiksiz doldurulup Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü Gençlik Hizmetleri Dairesi Başkanlığına iletilmesi gerekmektedir. (Adres: Süleyman Sırrı Sokak No:3 Kat:5 06441 Yenişehir-Ankara – www.ghdb.gov.tr, e.posta: uluslararasi@ghdb.gov.tr Bu e-Posta adresi istek dışı postalardan korunmaktadır, görüntülüyebilmek için JavaScript etkinleştirilmelidir ) Adayların aşağıdaki konuları içeren bir sayfalık bir yazıyı başvuruları ile birlikte göndermeleri gerekmektedir: Kültürlerarası öğrenmeye ilişkin deneyimi Takım çalışması konusundaki yeterliliği Japon kültürüne olan ilgisi Türk gençliğini temsiliyeti Son başvuru tarihi: 15 Temmuz 2011


Liderlik Geliştirme Programı Washington merkezli Middle East Institute'un (MEI) 2011 sonbaharında başlayacak olan Liderlik Geliştirme Programı'na öğrenciler ve yeni mezunlar başvuruda bulunabiliyor. Ücretsiz dil kursu imkanı da sunan program, yol masraflarınızı da karşılıyor. Başvuru için son tarih 15 Temmuz. Internships at the Middle East Institute (MEI) are designed to provide students or recent graduates considering a career in a Middle East related field with hands-on experience in a Washington-based, nonprofit organization that focuses exclusively on the Middle East. Interns obtain guidance, experience, and exposure to the Washington policy and scholarly community while helping out with the everyday operations of the Middle East Institute. Although there is no financial compensation for interns, MEI does offer each intern one free language class, a one-year electronic membership to MEI, and reimbursement for local travel expenses. Internships are available throughout the year to undergraduates who have completed at least one year of school, recent graduates, and graduate students. Positions are available on a full or part-time basis with a minimum of 20 hours a week.The dates of internships correspond to the fall (September-December), spring (January-May), and summer (May-August) academic semesters. The deadlines for applications are: Spring internship: November 11 Summer Internship: March 7 Fall internship: July 15


To apply for an internship, please send a cover letter, rĂŠsumĂŠ, college transcript, five-page writing sample, and a letter of recommendation to the address below. Interested applicants from all academic backgrounds are encouraged to apply; however, preference will be given to those applicants with superior writing, organization, wordprocessing, and Middle Eastern/European language skills. Please send your rwilson@mei.edu

application

materials

in

pdf

format

to

Any questions about the internship or application process should also be referred to rwilson@mei.edu

Young Future Academy Ekibi


BİR FİLM, BİR FİLM DAHA :) Kader Ajanları (The Adjustment Bureau)

Kaderimizi biz mi kontrol ediyoruz, yoksa görünmez güçler mi bizi idare ediyor? Politikacı ve balerin arasındaki aşk hikayesinde gizemli olaylar gerçekleşir. İkisinin bir araya gelmesini istemeyen gizemli güçler onları ayırmak için her şeyi yapacaklardır. Acaba başarılı olabilecekler midir? Durgun başlayıp, heyecana dönüşen bir film. Değişik Dünyalara açılıyormuşçasına kapı kapı dolaşan David ve Elise’ in gizem dolu macerası. Değişik bir senaryo, iyi düşüncelerle süslenmiş başarılı kurgu. Filmde, çok sevdiği işinden bile vazgeçmek hırsını bir kenara bırakıp, kendi yolundan gitmek isteyen bir karakteri de görüyoruz, yani kendi çizdiği yola azim ve hırsı eklemek istemesini görüyoruz.


Yönetmenliğini George Nolfi’nin yaptığı Kader Ajanları(The Adjustment Bureau) adlı filmin senaryosu da George Nolfi’ye aittir. Filmin senaryosu Philip K. Dick’ in kitabından uyarlanmıştır. Filmin oyuncu kadrosunda ise Matt Damon (David) ve Emily Blunt (Elise) rol alıyor. Filmin türü ise bilim kurgu, gerilim, gizem, macera ve romantik. Filmin aslında sonuna kadar giden senaryosu biraz anlaşılmaz olsa da, film son cümlesinde anlam kazanıyor. İzlerseniz pişman olmayacağınız bir film. CEREN BAKICI

Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde Yelkenler fora, tam yol ileri... Çoğumuzun uzun zamandır beklediği uslanmaz korsan Jack Sparrow geri döndü. Hem de bu sefer çok daha tehlikeli bir macera ile. Serinin dördüncü filmi olan Karayip Korsanları: Gizemli Denizlerde, üçüncü filmin kaldığı yerden devam ediyor. Kaptan Jack Sparrow bu sefer gemisiz kalmış durumda. Bir yandan Siyah İnci’yi geri almaya çalışırken, bir yandan da Ölümsüzlük Çeşmesi’ni bulmaya çalışıyor ve aksiyon dolu ve eğlenceli bir


film ortaya çıkıyor. Bu sefer jack’in yanında Elizabeth ve Will yok ama Jonny Deep bu iki karakterin yokluğunu çok iyi kapatmış. Jonny Deep gene muhteşem bir oyunculukla Jack’in kurnaz ve düzenbaz tarafının sevdiriyor seyirciye. Filmin başından sonuna kadar her hareketinde kahkaha potansiyeli olan bir oyunculuk sergilemiş Deep. Keira Knightley ve Orlando Bloom bu filmde rol almıyorlar fakat bu sefer Jack’e macerasında Ancelica karakterini canlandıran Penelope Cruz eşlik etmiş. Cruz’un canlandırdığı Angelica, Jack’in eski bir “tanıdğı” ve aynı zamanda Kara Sakal’ın kızı. Bu üçlü Ölümsüzlük Çeşmesi’ni bulma yolunda ilerlerken tabiki yalnız değiller. Barbossa’da çeşmeye varmaya çalışıyor ama Kraliçe adına! İşler bu kadar karışıkken de olayların eğlenceli olması doğal. Gizemli Denizlerde diğer üç film gibi aksiyonun yanında kahkahası eksik olmayan bir film. 19 Mayıs’da vizyona girmiş olsa da hala pek çok salonda gösterimde. 3D seçeneği de mevcut olan filme hala gitmeyenler varsa çok şey kaybediyorlar.

HAMDĠ AYAR


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.