Sayı:9 Kasım 2010
GENÇ-ANALİZ Young Future Academy Aylık Gençlik ve Kariyer Dergisi
YOUNG FUTURE ACADEMY
GENÇ GELECEK KÜNYE Genel Koordinatör- Özel Araştırmalar Takım Lideri Yiğit AKKOCA İnsan Kaynakları Koordinatörü Burçin TOKSÖZ Dergi Editörü Şeyda KAYA Görüntü Yönetmeni Melike GÜNEŞ Dış İlişkiler Koordinatörleri İdil ÖZMAÇİN Utku HATİPOĞLU
İş-Staj Koordinatörü Sinan SÖNMEZ Sosyal Organizasyon Koordinatörü Mihraç NALBANTOĞLU
Stratejik Araştırmalar Takım Lideri Barhan KAYNAK
Dünya Ekonomi Araştırmaları Takım Lideri Utku HATİPOĞLU
Yurtdışı Eğitim Danışmanı Anna BEGOVİC
İÇİNDEKİLER . Millisizleştirme Terör Örgütü ……… 1
. Yediveren ….…………………………..….. 5 . Yolculuğa Var Mısınız? …..…….…... 10 . Dombıra Nogay Türküsü ..……………14 . Druid Gizemleri …………..………..….. 17 . Sevgili Türkiye ………………………….....28 . Aydınlanma Nedir? .………………..…. 32 . Bir Film Bir Kitap ……………………..…..37
Hazırlayan: Young Future Academy Website: www.youngfutureacademy.tr.gg Adres:Cumhuriyet Bulvarı No:137 Deü Rektörlük Karşısı Cumhuriyet Apt. K:2 D:6 Alsancak,İZMİR Tel:05065882913 NOT : Her türlü eleştiri ve yorum için gencgelecek@windowslive.com adresine mail atabilirsiniz ya da yazarlarımıza direkt isimlerinin altında yazan mail adreslerinden ulaşabilirsiniz. İyi okumalar.
MİLLİSİZLEŞTİRME TERÖR ÖRGÜTÜ
Bugün 29 ekim, yıl 2010, yani Cumhuriyetimizin 87.yıldönümü. Ben sizlere bu yazıyı yazıyorum. Hani büyüklerimiz derler ya “nerde o eski bayramlar” diye. Ben aynısını diyorum ama bu sefer ramazan ya da kurban bayramı için değil, milli bayramımız Cumhuriyet Bayramı için. Milli bayram mı? O da ne ki? Milli ne acaba? Bu soruları duyar gibiyim. Yooo evet biliyorum kimse bunu sormaya cesaret edemez ama ben ülkemizde bilinçli bir millisizleştirme operasyonu olduğu inancındayım. Ve bu sorulamayan soruların yeni nesillerin içinde var olduğunu adım gibi biliyorum. Kimse eskiden olduğu gibi bağlı değil bayrağına, niye? Çünkü bayrak sadece bir bez parçasıymış gibi gösterilmeye çalışıyor insanlara. Milli marş falan artık umursanmaz oldu bazı kesimlerce. Milliyetçilik dendiğinde insanlar yüzünü ekşitir oldu. Niçin? Yahu M. Kemal de milliyetçi değil miydi sanki? Nedir korkunuz? Ya da çıkarınız ne olacak insanlar milletine ve milliyetine bağlı olmayınca? Eskiden bayramlarda çocuklar ellerinde bayraklarla statlara giderdi ya da meydanlarda kutlamalar yapılırdı. İnsanların cumhuriyet şiirleri okunduğunda gözleri dolardı. Kutlamalar sadece
öğrencilere mecburi değildi, herkes ama herkes büyük küçük amca teyze dede demeden giderdi kutlamaya. Çünkü cumhuriyet var oluşumuzun en güzel temsiliydi. Bizim kurtuluşumuz olmuştu. Ne kıymetliydi. Ne çileler çekilmişti ilan edilene dek. Şimdiyse Cumhuriyet Bayramı sadece tatil olarak değerlendiriliyor. Ne kutlaması ne şiiri yahu gözleri dolmak mı bayrağa bakınca içinin gururla dolması mı nerdeeee? Oh 3 gün tatil var Paris’e gideyim bari diyenler var. Yahu ne işin var Cumhuriyet Bayramı’nda Paris’te. Ama moda diye gider Fransız İhtilali’ni kutlarsın sen, eminim eline Fransız bayrağı da alırsın. E canım onlar Avrupalı, büyük devlet kutlarım tabi sesleri geliyor kulağıma… Milleti millet olmaktan çıkaran zihniyet sebebiyle milli bayram kutlayamaz olduk. Millet nasıl mı millet olmaktan çıkartıldı? Çok basit. Önce ayrıştırıldı sonra araya fit sokuldu düşman edildi taraflar birbirine , sonra zenginlik menginlik masallarıyla farklı kültür farklı dil sesleri yükseldi, sesler yükseldikçe cümleler değişti bu sefer ayrı devlet ayrı ordu aydı meclis seslerini duyar olduk. Zaten işsizlik desen aldı başını gitti, fakirlik diz boyu diyeceğim o da değil yahu boy veriyoruz fakirlik içinde artık, sanayileşme yok olamaz ki zaten vatan karış karış satıldı, ülke insanı vasıfsız amele olarak kullanıldı sadece, çiftçiye gözünü toprak doyursun dendi, bir taraf gavursun sen diye
horlandı, diğer taraf senin farklı dilin var hadi koçum binlerce yıldır kendi devletin yok bir baltaya sap olamadın ama şimdi tam zamanıdır dendi pışpışlandı. Sonuç? Herkes her şeye kızgın, çünkü mutlu değil. Bazıları insanımızı mutsuz etti. Mutsuz olan insan karamsar olur. Karamsar düşündükçe emek vermekten vazgeçti, çaba sarf etmeyi unuttu, umudu çöpe attı. Kaybedecek bir şeyi kalmayınca da herkese kızar hale geldi. Önceden kardeş kardeş geçinenler artık birbirine düşman hale geldi. Millet yok edildi. Milli diye bir kavram ortada kalmadı haliyle. Yine de başka milletlerde bu oyunlar sökse de ben Türkiye için aynısının olacağına inanmıyorum. Umudum var çünkü tarihi iyi biliyorum. Hainler istedikleri kadar uğraşsın, düşmanlar ağızlarının suyu aka aka ülkeme baka dursun biz ne olursak olalım ayakta kalacağız, hevesleri kursaklarında kalacak. Kimseye benzemeyen, bu oyunu yutmayacağına inandığım Türk milletinin Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun.
Ve sen Atam 10 Kasım 2010 tarihi geldiğinde tam 72 senedir ebedi uykunda olacaksın. Rahat uyu atam, merak etme senin çocukların olan biz, Türk milletinin her bir evladı bu vatana sahip çıkacağız. Çünkü ;
biliyoruz ki muhtaç olduğumuz kudret
damarlarımızdaki asil kanda mevcut…
Editör
Şeyda KAYA seydakaya-yfa@hotmail.com
YEDİVEREN… Nefesim kesildi. Resmen aşık oldum… Küçücük, yemyeşil bir dünya… İnanılmaz bir çalışma ve elde edilen güzel sonuç… Yaz tatilim sırasında yolum tesadüfen bir tesise düştü. Tesis Adapazarı’nın küçük bir köyü olan Bıçkıdere’de kurulan ve bitki kültürleri üzerinde çalışılarak yeni fidanların oluşturulduğu Yediveren Agrobiotech Park’tı. İnanılmaz güzel bir yerdi. Çalışanları (müdürü de dahil) çok cana yakınlardı ve tesisi görmek istediğimi söylediğimde bunu hemen kabul ettiler. Gecenin bir yarısı tüm tesisi gezerek, tesiste yürütülen işlerle ilgili bilgi verdiler. Öncelikle şunu söylemeliyim ki tesis çok temiz ve iyi korunan bir yer. Bir hastane kadar hijyenik. Bu tesiste laboratuarlarda bitkilerden doku, organ veya hücre örnekleri alınarak yeni bitkiler ve bitkisel ürünler üretiliyor. Peki niçin bitkilerden direk fidan alarak bu üretim yapılmıyor sorusu aklınıza gelebilir. Bunun birkaç sebebi var; öncelikle amaç yeni çeşitler geliştirmek, kaybolmakta olan türlerin korunması ve çoğaltılması zor türlerin üretiminin daha kolay yapılabilmesi. Yediveren Agrabiotech Park’ın amacı, tarımsal biyoteknoloji yöntemi ile hastalıksız, kaliteli, yüksek verimde ve Pazar ihtiyacına yönelik standart bitki klonları üretmek.
Peki bitkilerden alınan o minicik örnekler nasıl çoğaltılıyor? Bitkilerden alınan bitki parçaları (kök, gövde, embriyo vs.) yapay besin ortamlarında bekletilerek yeni bitkicikler elde ediliyor. Parçacıklar önce kimyasallarla sterilize ediliyor, bir süre sonra yeni bitkimiz yapay besin ortamına ve oradan da toprak benzeri ancak içeriğinde sadece topraktaki mineralleri barındıran toprağımsının içine aktarılarak, kök salması için bekleniyor. Toprağımsının içinde bekletilen bitkiler için otel kıvamında bir oda tahsis edilmiş. Burada otelden kastım bitkilerin tüm ihtiyaçlarının karşılanması. Yani bu oda bitkilerin mor ve kırmızı ışık altında, kapalı ortamda fotosentez yaparak gelişmesine uygun. Oda içinde ki araçlar 12 saatte bir çalışmayı durdurarak bitkileri dinlendiriyor. Klima ile serinleyen bitkiler kök salacak kıvama geliyor ve minik seralarda güçlenmeleri bekleniyor. Bu aşamayı geçen genç yeşillikler toprakla tanışıyor. Sistemin işleyişi kısaca böyle. Ama bu kadar maliyetli işlemlerle neden uğraşıyor bu insanlar? Bu sistem ile yıl içerisindeki üretim döngüleri kontrol altında tutulabiliyor. Çoğaltım aşamasında klonlar defalarca, sınırsız olarak yenileme yolu ile çoğaltılıyor. Yani bu yöntem ile çoğaltılan birçok bitki ticari olarak kullanılabiliyor. Ve sanırım en önemlisi burada elde edilen bitkicikler virüslerden tamamen uzak.
Tesis 3 ana bölümden oluşuyor; bitkilerden parçacıkların alındığı ve onlar için en uygun ortamın saptandığı Üretim Tesisi; üretilen bitkilerin virüslü olup olmadığının araştırıldığı ve kalite testlerinin yapıldığı Kalite Laboratuarları ve son olarak rutin üretim dışında araştırmaların yapıldığı, yeni çeşit üretmek ya da var olan çeşitlerin verimini arttırmak adına çalışmaların yapıldığı Ar-ge Laboratuarları. Laboratuarlarda üretilen türlerse şimdilik şöyle; standart klon meyve fidanları, doku kültürü yöntemi ile kısa sürede istenilen çeşitlerin üretilebildiği kesme çiçek, pazar ihtiyacına yönelik olarak istenilen renklerde ve özelliklerde üretilen süs bitkileri ve son olarak da ekonomik açıdan büyük değer taşıyan orkide…
Gerbera süs bitkisi
Yukka kesme çiçeği
Gelgelelim ben bu ortama neden aşık oldum? Çok basit inanılmaz bir iş yapıyorlar. Bir kere böyle bir işte insan stresten o kadar uzak durumda ki… Sürekli yeşil, canlı bir ortamın içindesin ve bitkicikler elinde büyüyor, her
aşamasını izleme imkanı buluyorsun. Ama sanırım o gece öğrendiğim en ilginç şey şu; üretilen bitkiciklerin cinsi yok! Aslında örnekler hangi bitkiden alınıyorsa, fidenin de o bitkinin fidesi olmasını bekliyordum. Düz mantık ; erik fidesi erik ağaca, çam fidesi çama dönüşür. İşte öyle değilmiş bu durum. En azından burada üretilen bitkiler için değil… Fideler arı, yani cins olmadan üretiliyor. Ekim aşamasında hangi bitkinin aşısı uygulanırsa, gelişen bitki o türe dönüşüyor. Erik fideciğine; badem aşısı çok uygunmuş yanlış hatırlamıyorsam eğer. Yani, erik fideciğinden, badem ağacı ortaya çıkıyor ve bu ağacın meyvesi bildiğimiz bademden farklı olmuyor. Bana çok ilginç gelen bir olay bu ve bir o kadar da güzel… Huzur verici bir ortam, insan orayı görünce ofise tıkılıp çalışmak tüm cazibesini yitiriyor açıkçası… Son olarak şunu söylemeliyim ki bu tesis henüz deneme aşamasında. Eğer istenilen sonuç alınırsa, tesis çok daha büyüyecek ve ürün çeşitliliği artacak. Benim ziyaretim sırasında birçok bitkicik toprakla buluşmuştu; minik minik, yeşil yeşil ağaççıklar olağanüstüydü… Umarım bu küçük dünya biraz olsun kafanızda canlanmıştır ve yine umarım yolunuz bu tesislerden birine düşer ve orada ki minicik yeşil hayatlarla tanışırsınız… BURÇİN TOKSÖZ
BENİMLE GÜZEL VE ALKOLLÜ BİR YOLCULUĞA VAR MISINIZ?
Türkiye deyince akla ilk rakı gelir, sihirli gibidir adeta. İçine su karıştırınca beyaz oluverir ve meze yanında büyük bir keyifle içilir. Bu arada 11 Aralık da rakı günüymüş arkadaşlar. Hepimize şimdiden hayırlı ve uğurlu olsun. Rakının hikayesi derinlerdedir ve usulüne göre içilmelidir. Aksi düşünülemez. Masanın etrafında toplanıp yapılan sohbetler içilen rakıyla daha da keyifli hale gelir. Bir masal gibidir kendi içinde ve içtikçe güzelleşilir, insanlar kendi içlerine dönerler. Sanki yılların biriktirmiş olduğu her şey içlerinden çıkıverir su yüzüne doğru yavaş yavaş.İşte bütün gerçeklik ordadır ve yapılan sohbetlerden alınan keyif de tahmin edersiniz ki paha biçilemezdir. Bütün çıplaklığı ve gerçekliğiyle insanlar asıllarıyla var olurlar . Gece boyunca yapılan sohbetlerde sanki acıları da uzaklaşır her yudumla. Bir yudum daha bir yudum ve bir yudum daha… Rakı başlı başına bir kültürdür ve çok özel bir içkidir. Öğrenci masalarında içilen patates bira kültüründen çok uzaktır ve kendi içinde bağımsız ve orijinal lezzetiyle süregelen bir gelenektir.
Yakın komşumuz olan Yunanistan’a geçtiğimizde ise bu sefer de “uzo” denilen Yunan rakısı çıkar karşımıza. Yunanistan’a özgü bu rakı sek içildiğinde oldukça serttir ama bizim Tekirdağ rakımızın yanında mevzu bahis edilmeye bile değmez tabi ki. İtalya ve Fransa’ya geldiğimizde ise muhteşem şaraplarıyla karşılarız. Şarap aslında çok eskiden ilk Anadolu’da üretilmiş olup günümüzde özellikle Fransa ve İtalya ile duyurmuştur adını. Anadolu aslında şarabın beşiğidir ve bağcılık Hititlere kadar uzanır. Şarap birçok dalda kullanım alanı da bulmuştur. Örneğin Hıristiyanlıkta Kudas Ayininde hiçbir katkı maddesi içermeden kullanılır. Edebiyattaki kullanımı da bir hayli ilgi çekicidir. Kırmızı rengi dolayısıyla sevgilinin dudağı, âşığın kanlı göz yaşıdır. Kadehi andıran biçimiyle lale, kırmızı rengiyle gül de şaraptır ve tekkelerde saki adındaki şarap dağıtıcı aslında Allah'ın rahmetini dağıtır. Yani şarap mecaz anlamda kullanılır edebiyatta. Şarabın diğer adı da mey’dir. Sadece tat alma değil, görme, koklama ve ağız duyusuna da hitap eden şarap profesyonellere olduğu kadar amatörlere de seslenen bir içkidir. Keyifli ve hafif içimiyle şarap şiddetle tavsiye edilir. İspanya’da ise karşımıza şarap tadında ama şarabın meyve suyuyla karıştırılmış biçimi olup içimi biraz daha hafif olan “Sangria” karşımıza çıkmaktadır. Kısacası Sangria meyveli bir şarap kokteylidir. Tipik bir sangria tarifi ise aşağıdaki gibidir:
1 şişe kırmızı şarap 2 kaşık bal ya da şeker (tercihen az miktarda suda çözülmüş olarak) dilimlenmiş yarım portakal, dilimlenmiş yarım elma, dilimlenmiş bir limon, yarım çay bardağı rom veya votka, bir su bardağı gazoz, buz, şarap büyük bir kaseye boşaltılır. Bal veya şeker eklenir ve karıştırılır. Dilimlenmiş meyveler ve rom veya votka eklenir ve karıştırılır. Soğuyana kadar buzdolabına konulur. Servis edilmeden önce gazoz ve buz eklenir. Sangrianın tadının güzel olması içerdiği şarabın tadına ve meyvelerin sangriaya tadını iyice vermesine bağlıdır. Bunun için meyvelerin küçük parçalar halinde dilimlenmesi ve servis edilmeden önce sangriayı dolapta bir süre bekletmek önemlidir. Sangria, İspanya ve Portekiz kökenli bir içki olarak bilinmekte ve bu ülkeler ile Latin Amerika'da yaygın olarak tüketilmektedir. Daha az kabul gören bir düşünceye göre ise ilk olarak Britanya kolonisi olduğu dönemlerde Antil adalarında içilmeye başlanmıştır. Sırada Çek Cumhuriyetinin “Yeşil Peri” denilen Absinthe adlı içkisi var. Absinthe çeşitli bitkilerin damıtılarak fermante edilmesiyle oluşan alkol oranı yüksek bir içkidir ve tadı da rakıya çok benzemektedir.Absithe’a ilişkin yaygın inanç ve yasaklar da mevcuttur. Absentin yaygınlaşmasına koşut olarak, hem bazı dindar örgütler hem de şarap üreticileri birlikleri tarafından, çeşitli absent karşıtı kampanyalar geliştirildi. 20.yüzyıl başlarında absent ile vahşi suçları ve sosyal
yozlaşmaları ilişkilendiren popüler inanışlar artık iyice yerleşmişti. Bu döneme ait bir yazıya göre, absent "insanı delirtir ve katil yapar, epilepsi ve verem getirir, ve binlerce Fransızın ölümünden sorumludur. Erkekleri bir hayvana dönüştürür, kadınları telef eder, çocukları yozlaştırır ve aileyi yıkıp ülkenin geleceğini tehlikeye sokar." şeklinde yorumlar yapılmıştır. İçkilerden bu kadar bahsetmişken içlerinde aynı zamanda benim favori içkim de olan Baileys’i söylemeden geçemeyeceğim. Baileys İralanda’ya özgü sütlü nescafe tadında ağızda krema gibi bir his yaratan ve son derece özgün bir tada sahip muhteşem bir içki! Bir İrlanda viskisi ve kreması olan Bailey’s Dublin’de üretilmekte olup hacmen % 17 alkol içermektedir. Baileys İrlanda viskisinin, krema ve kahve aromaları ile harmanlanmasıyla üretilmektedir. İçkinin badem ve fındık aromasıyla, zengin, pürüzsüz ve tatlı bir tadı vardır. Baileys'in isim hakkı günümüzde Diageo firmasına aittir. 26 Kasım 1974'de piyasaya sürülen Baileys'in, ilk kremalı likör olduğu iddia edilmektedir. Bu iddiaya karşı çıkanların sayısı çoktur, ama içki piyasaya çıkar çıkmaz birçok taklidinin yapıldığı da bir gerçektir. Yolculuğumuzun sonuna gelmiş bulunuyoruz. Umarım bol alkollü bu yolculuğumuzdan keyif almışsınızdır. Alkol belki de hayata tat katan, onu kendi içinde daha anlamlı ve zevkli hale getiren temel taşlardan biridir. Her daim yanınızda olması gereken bir dost, zamanı keyifli hale getirerek bol eğlenceli dakikalar yaratan bu mucizeyi hayatınızdan çıkarmamanız şiddetle tavsiye edilir
İDİL ÖZMAÇİN idilozmacin-yfa@hotmail.com
DOMBRA NOGAY TÜRKÜSÜ Geçenlerde denk geldi bir yerde “Dombıra Nogay türküsü” dinledim. İlk dinlediğinizde tam olarak anlayamıyorsunuz aslında ama azıcık kulağınızı sözlere verdiğinizde 3000 yıl önce yazılan türkü sözleri size 100 yıl önce yazılan divan edebiyatı sözlerinden çok daha anlamlı geliyor. Çünkü öz be öz Türkçe kullanılmış. Neyse merak ettim, araştırdım bu çalgı nasıl bir şeydir diye. Sonra Dombıra’nın hikayesini buldum. Çok etkilendim. Şuanda yani bu devirde kullanılan Dombıra, 2 telli, ortası delik bir müzik aleti. Kazak Türkleri arasında dombıra en yaygın, değerli telli çalgılardan sayılmaktadır. Halk arasında bu çalgıdan atalarının kalbinin sesini, gönül şarkısını dinledikleri inancı yaygındır. O yüzden Kazakistan’da duvarında dombra asılı olmayan ev yoktur. Eskiden dombıra 4 telli ve ortası delik olmayan bir çalgıymış, bu hale dönüşmesininse çok dramatik bir hikayesi var.
Çoooook eski zamanların birinde bir Nogay hükümdarı varmış. Bir de çok sevdiği oğlu. Bir gün oğlu ava gitmiş ve üzerinden birkaç gün geçmesine rağmen dönmemiş. Herkes hükümdarın oğlunun öldüğünü düşünmüş. Ama Nogay hükümdarı oğlunu o kadar çok severmiş ki ona ölümü yakıştıramazmış, inanmak istemezmiş. Yanındakiler onu oğlun öldü diye ikna etmeye çalışmışlar uzun bir süre. Ama bunu her duyduğunda hükümdarın canı o kadar çok yanıyormuş ki bir gün şöyle demiş “eğer bir daha oğlumun öldüğünü söyleyen olursa ağzına kurşun dökerim” Herkes susmak zorunda kalmış. Aradan epey bir zaman geçmiş ve hükümdarın oğlunun cesedi bulunmuş, gerçekten de çok sevilen oğul ölmüş. Fakat kimse bunu hükümdara söylemeye cesaret edememiş ağzına kurşun dökülür korkusuyla. E ama bir şekilde hükümdarın bunu öğrenmesi de gerektiğine göre, işin içinden çıkamayan Beyler bir bilge dedeye gidip dertlerini anlatmışlar. 80 yaşlarındaki bu bilge dede gerçekten de çok bilgili bir zatmış. Tamam demiş ben hallederim. Geçmiş hükümdarın karşısına almış eline Dombıra’sını başlamış çalmaya. O kadar acıklı çalmış ki bunu dinleyen hükümdar oğlunun öldüğünü anlamış. Çok üzülmüş, yıkılmış ve söylediği söz gelmiş aklına.
Sözden dönmek bir hükümdara yakışmaz diye bilge dedeye “senin ağzına kurşun döktürmem lazım bana oğlumun öldüğünü söyledin” demiş. Bilge dede de ona “ben sana söylemedim, sazım söyledi” diyince hükümdar dombıranın ortasına kurşun dökmüş, aradaki 2 tel erimiş kopmuş, ve sazın ortasında bir delik açılmış. İşte o gün bugündür hükümdara ve ölen oğluna hürmeten dombıralar 2 telli ve ortası delik şekilde kullanılırmış… Bu güzel çalgının sesini dinlemek isteyenler için ; http://facebookvideoindir.gen.tr/dombira-nogayturkusu.html Sözleri : Kara kış köyüme gelende Lapa lapa kar yere düşende Dombıramı alırım Yürek sazımı çalarım Kaygılarımı hiç söylenmem…
Şeyda KAYA
DRUİD GİZEMLERİ
-Sembolik Druid Gösterisi @ StonehengeBritanya adasının ilk ve ilkel sakinleri, çok eski bir devirde, ulusal kurumlarını yenileyerek reforme etmiştir. O zamanlar rahiplere, yani öğretmenlere Gwydd denirdi. Fakat daha üstün olup ulusal etkisi olan rahiple, daha küçük bir etkiye sahip olan rahip arasında bir ayrım yapma ihtiyacı hissettiler. Bu andan itibaren Gwydd’lere, Der- Wyd(Druid), yani üst öğretmen ve Go-Wydd, veya O-Vydd (Oveyt), ast öğretmen dendi. Her ikisine de genel bir isim olan Beirdd (Berds), yani bilgelik öğretmenleri deniyordu. Sistem gelişip olgunlaştıkça Bardik Tarikat üç sınıfa ayrıldı: Druidler, Berdler ve Braintler, (yani imtiyaz sahibi Berdler ve Oveytler).” (Bkz. Samuel Meyrick and Charles Smith, The Costume of The Original Inhabitants of The British Islands. [Britanya Adalarının Esas Yerlilerinin Gelenekleri])
Druid kelimesinin kökeni tartışmalıdır. Max Müler, terimin, İrlandalıların kullandığı Drui kelimesi gibi “meşe ağaçları insanı” anlamına geldiğine inanmakta, ayrıca Greklerin orman tanrıları ile ağaç ilahlarına dryades dendiğine işaret etmektedir. Kimileri kelimenin Tötonlara ait bir kökeni olduğuna inanırken, diğerlerine göre kelime Galler kaynaklıdır. Bunlara göre kelime “büyücü” ve “bilge” insan anlamındaki Galce druidh kelimesinden gelir. Kimilerine göre ise köken, “kereste” anlamına gelen Sanskritçe dru kelimesidir. Roma işgali sırasında Britanya ile Galler’in hemen her yerinde yaşayan Druidlerin halk üzerindeki etkileri tartışılmazdı. Birbirlerine saldırmak üzere olan orduların, beyaz entarili Druidlerin emriyle kılıçlarını kınlarına soktukları örnekler yaşanıyordu. Tanrı ile insan arasında aracılık yapan bu patriyarkların yardımı olmadan önemli kararlar alınmazdı. Druid Tarikatlarının haklı olarak doğaya ve onun yasalarına dair derin bir kavrayışa sahip olduklarına inanılıyordu. Britannica Ansiklopedisi, coğrafya, fizik bilim, doğal teoloji ve astrolojinin Druidlerin en sevdiği araştırma alanları olduğunu yazar. Druidler özellikle bitki ve yabani ot kullanımıyla ilgili olarak derin bir tıp bilgisine sahiptiler. İngiltere ve İrlanda’da ilkel cerrahi aletler bile bulunmuştur.
Erken dönem Britanya tıbbıyla ilgili tuhaf bir elyazmasında, her hekimin, mesleği için gerekli belli bitkileri yetiştireceği bir bahçeye sahip olması şart koşulmaktadır. Ünlü aşkınbilimci (transcendentalist) Eliphas Levi aşağıdaki önemli yargıda bulunmaktadır: “Druidler manyetizmayla şifa veren, akışkan etkileriyle tılsımları (amulets) şarj eden rahipler ve hekimlerdi. Astral ışığı özel bir tarzda kendine çeken ökseotu ve yılan yumurtalarını her derde deva ilaçlar olarak kullanıyorlardı. Ökseotunun kesilişinde gösterilen ciddiyet bu bitkiyi halk gözünde yüceltmiş ve otun güçlü bir manyetizmaya sahip olduğuna inanılmıştır. Manyetizma sahasındaki ilerlemeler, ökseotunun manyetizma emici güçlerini bir gün açığa çıkaracaktır. O zaman bitkilerin kullanılmamış niteliklerini kauçuğa benzeyen mantarımsıların gizlerini anlayabileceğiz. Mantarlar, dolamalar (yermantarları), ağaçlardaki mazılar ve farklı ökseotu türleri tıp biliminin getireceği bir idrakle kullanılacaktır. Fakat kişi bilimden hızlı davranmamalı ki aşırı adımlar atmasın.”(Bkz. The History of Magic [Maji Tarihi]) Ökseotunun kutsal olmasının nedeni onun sadece evrensel, her derde deva bir ilaç olmasından değil, aynı zamanda meşe ağacı üzerinde büyümesinden kaynaklanır. Druidler meşe sembolü aracılığıyla Mutlak Mabud’a tapıyorlardı, dolayısıyla bu ağaç üzerinde büyüyen her şey onlar için kutsaldı. Baş Druid, belli mevsimlerde, Ay ve Güneş’in konumlarına göre belli vakitlerde bir meşe ağacına tırmanır ve bu amaç için takdis edilmiş altın bir orakla ökseotunu keserdi. Bu parazit bitki, bu amaç için hazırlanmış beyaz kumaşa sarılır ve yersel titreşimlerle kirlenmesin diye yere konmazdı. Genellikle ağaç altında beyaz bir boğa kurban edilirdi.
Druidler gizli bir okulun inisiyeleriydiler. Yunan Baküs, Eleusis Gizemleri ile Mısır İsis ve Osiris ritüellerini andıran bu okullara, doğal olarak, Druidik Gizem Okulları denir. Druidler’in sahip olduğunu iddia ettikleri gizli hikmetle ilgili çok tartışma vardır. Hiçbir zaman yazıya dökülmemiş gizli öğretileri, özel olarak bu amaç için hazırlanmış adaylara sözel olarak aktarılmıştır. Robert Brown, 32°, rahiplerin bilgilerini, Hıristiyanlığın ortaya çıkışından binlerce yıl önce, Britanya adasına gelip kalay madeni kolonileri kuran Surlu ve Fenikeli denizcilerden edindikleri görüşündedir. Thomas Maurice Indian Antiquites adlı eserinde Fenikeliler, Yunanlılar ve Kartacalıların kalay bulmak amacıyla Britanya adalarına yaptıkları keşifleri uzun uzun anlatır. Kimileri ise Druidler tarafından kutlanan Gizemler’in Doğu kökenli, muhtemelen Budistik olduğu görüşündedir. Britanya adalarının kayıp kıta Atlantis’e yakınlığı, Druidizmde önemli bir rolü olan güneş tapıncını açıklayabilir. Artemidorus’a göre Britanya yakınlarındaki bir adada Ceres’e ve Persephone’ye tapınılmaktadır ve bu tapıncın ritüel ve seremonileri Semendirek (Samothraki) adasındakilere benzer. Druidlerin tanrılar meclisinin çok sayıda Grek ve Roma ilahına sahip olduğuna kuşku yoktur. Britanya ve Galler’i fetheden Sezar bu duruma çok şaşırmış, buradaki kavimlerin Latin ülkelerdekine benzer bir şekilde Merkür, Apollo, Mars ve Jüpiter’e tapındığına inanmıştır. Druid Gizemleri’nin Britanya ve Galler’e ait olmayıp, daha kadim medeniyetlerden göç ettiği neredeyse kesindir. Druid okulları üç ayrı bölümden oluşuyordu ve buradaki öğretiler pratik olarak masonluğun Mavi Locasının mecazlarına gizlenen sırlarla aynıdır.
Bu üçlünün en alt sınıfını Oveyt (Ovydd) oluşturuyordu. Bu fahri bir dereceydi ve hiçbir hazırlık veya arınma gerektirmiyordu. Oveytler, Druidlerin öğrenme rengi olan yeşil elbiseler giyiyorlardı. Hayatın sorunlarıyla ilgili üstün bilgi ve genel beceriye sahip olduğu için Druidik Tarikata kabul edilen bir Oveyt’in ilaç, mümkünse astronomi ve bazen müzik bilgisine sahip olması bekleniyordu. İkinci sınıfı, Berdler (Beirdd) oluşturuyordu. Bu sınıfın üyeleri uyum ve hakikati temsil eden gök mavisi elbiseler giyiyordu ve Druidlerin yirmi bin dizelik kutsal şiirlerinin en azından bir kısmını ezberlemekle vazifeliydiler. Bunlar genellikle bir Britanya veya İrlanda harpıyla resmedilmişlerdir. Bu harplara insan saçından teller geriliyordu ve bu teller insanın bir tarafındaki kaburga sayısı kadardı. Berdler genellikle Druid Gizemleri’ne girmek isteyen adaylara öğretmen olarak atanıyorlardı. Yeni girenler, yani Neofitler, Druid Tarikatı’nın üç kutsal rengi olan mavi, yeşil ve beyaz çizgili kıyafetler giyiyorlardı.
Üçüncü sınıf, Druidlerden (Derwyddon) oluşurdu. En önemli işleri insanların dini ihtiyaçlarına yanıt vermekti. Bu onura ulaşmak için aday önce bir Berd olmak zorundaydı. Druidler saflığın sembolü olarak her zaman beyaz giyerlerdi. Bu renk güneşi temsil ediyordu. Cemiyetin başı olan Baş Druid’in (Arc-Druid) yüce mertebesine erişebilmek için Druid Tarikatı’nın altı mertebesini geçmek gerekiyordu (Hepsi beyaz giydiği için farklı mertebelerin üyeleri birbirlerinden kuşaklarının rengiyle ayırt ediliyordu). Bazı yazarlara göre Baş Druid unvanı babadan oğula geçmektedir, fakat bu mertebe için gizli oylama yapılması ihtimali daha yüksektir. Bu mertebeye gelen kişi yüksek Druid mertebelerinden en bilgili üyeler arasından erdem ve bütünlükte öne çıkmış olanlar arasından seçilirdi. James Gardner’a göre Britanya adasında genellikle iki Baş Druid bulunurdu. Biri İngiliz ardasında diğeri de Man adasında ikamet ederdi. Muhtemel Galler’de başkaları da vardı. Genellikle altın bir asa taşıyan bu kutsal zatlar, otoritelerini simgeleyen meşe yapraklarından bir taç takarlardı. Druid tarikatının genç üyeleri yüzlerini tıraş eder, mütevazı giyinirlerdi. Fakat yaşlı olanların uzun sakalları ve büyüleyici altın takıları olurdu. Druidlerin eğitim sistemi, Avrupa kıtasındaki diğer kolejlerden çok daha üstündü. Bu yüzden Galli gençler felsefi öğrenim ve eğitim için İngiltere’ye, Druid okullarına gönderilirdi. Eliphas Levi, katı bir perhizle yaşadıklarını, doğa bilimlerini etüt ettiklerini, en derin gizleri muhafaza ettiklerini, yeni üyeleri ancak çok uzun hazırlık dönemlerinin ardından kabul ettiklerini ifade etmektedir.
Tarikatın yaşadığı binalar modern dünyanın manastırlarından çok farklı değildir. Tarikat üyeleri tıpkı Uzakdoğu’nun zahitleri gibi gruplar halinde yaşarlardı. Bekârlık şart koşulmasa da çok azı evliydi ve Druidlerin birçoğu inzivaya çekilir, tenha bir bölgede kaba taştan kulübelerde, mağaralarda veya bir ormanın derinlerinde bulunan kulübelerde yaşarlardı. Burada dua ve meditasyonla meşgul olup, insan içine sadece dini vazifelerini yerine getirmek için çıkarlardı.
James Freeman Clarke, Ten Great Religion (On Büyük Din) adlı eserinde Druidlerin inançlarını şu şekilde açıklar:
“Druidler üç âleme ve bu âlemlerin birinden diğerine geçişe inanırlardı. Mutluluğun hüküm sürdüğü dünyamızın üstündeki âlem, mutsuzluğun hüküm sürdüğü dünyamızın altındaki âlem ve mevcut âlemimiz. Bir âlemden ötekine göç, ödül, ceza ve ayrıca ruhun arınmasıyla ilgiliydi. Onlara göre, yaşadığımız dünyada Hayır ve Şer öyle eksiksiz dengelenmiştir ki, insan bunları seçme özgürlüğüne sahiptir. Galler’in triatlarında ruh göçünün üç amacı olduğu anlatılır: Ruha bütün varlığın niteliklerini çekmek, bütün şeylerin bilgisine ulaşmak, şerri alt edecek gücü edinmek. Ayrıca onlara göre üç bilgi türü vardır: Her şeyin doğasının, sebebinin ve etkisinin bilgisi. Druidlerin inançlarına göre üç şey giderek azalmaktadır: karanlık, yanlışlık ve ölüm. Üç şey ise sürekli olarak çoğalmaktadır: ışık, hayat ve hakikat.” Tıpkı bütün gizem okullarında olduğu gibi Druidlerin öğretileri iki bölüme ayrılırdı. Sıradan insanlara ahlak eğitimi verilirken, daha derin ezoterik öğreti, sadece inisiye rahiplere verilirdi. Tarikata kabul edilmek için adayın iyi bir aileden gelmesi, terbiyeli biri olması gerekirdi. Ayartıların sınavından birçok defa geçmeden ve karakterinin gücü şiddetle ölçülmeden hiçbir önemli sır ona aktarılmazdı. Druidler Britanya adasında ve Galler’de yaşayan halklara ruhun ölümsüzlüğünü öğretmişlerdir. Ruh göçüne ve reenkarnasyona inanırlar, bu hayatta ödünç aldıklarını, sonraki hayatta ödeme sözü verirlerdi. İnsanların günahlarının bedelini ödeyip onlardan kurtulduğu, ardından ilahlarla birlik içinde mutlu olduğu bir cehennem inançları vardı. Druidlere göre bütün insanlar kurtuluşa erecektir. Fakat bazıları kendi doğalarında bulunan kötülüğü yenmek ve beşeri hayatın derslerini öğrenmek için birçok defa yeryüzüne
dönmek zorunda kalacaktır. Adaylar, Druidlerin gizli öğretilerini almadan önce gizlilik yemini ederlerdi. Bu öğretiler sadece ormanların derinlerinde veya mağaraların karanlıklarında aktarılırdı. İnsanlardan çok uzak olan bu yerlerde neofite evrenin yaradılışı, tanrıların kişilikleri, doğa yasaları, okült tıbbın gizleri, göksel cisimlerin gizemleri, maji, büyü ve sihirbazlık sırlarını öğretilirdi. Druidlerin birçok festivali vardı. Yeniay, dolunay ve ayın altıncı günü kutsal dönemlerdi. İnisiyasyonun sadece iki ekinoks ve gündönümlerinde gerçekleştiğine inanılmaktadır. 25 Aralık şafağında ise Güneş Tanrısı’nın doğumu kutlanırdı. Bazılarına göre Druidlerin gizli öğretileri Pisagorcu felsefe tonuna sahipti. Druidlerin gözlerinde kutsal kabul edilen kucağında bir çocuk taşıyan bir Meryemleri, Bakire Ana’ları vardı. Günümüz Hıristiyanlarının Paskalya’yı kutladıkları vakitte Güneş Tanrısı’nın dirildiğine inanılırdı. Hem haç hem de yılan Druidler için kutsaldı. Bir meşenin bütün dallarını kesip dallardan birini meşenin gövdesine bağlayarak T harfi biçiminde bir haç elde ediyorlardı. Meşe ağacından bu haç, Mabud’larının bir sembolüydü. Ayrıca Güneş’e, Ay’a ve yıldızlara tapıyorlar, Ay’a karşı özel bir saygı duyuyorlardı. Caesar’ın ifade ettiği üzere, Merkür, Gallerin önemli ilahlarından biriydi. Druidlerin taş bir küp şeklinde Merkür’e taptıklarına inanılır. Ayrıca Doğa Ruhları’na büyük saygı duyarlardı (Perilere, orman perilerine, gnomlara). Ormanların ve nehirlerin bu küçük yaratıklarına birçok sunu sunulurdu. Charles Heckethorn, The Secret Societies of All Ages & Countries, [Tüm Çağların ve Ülkelerin Gizli Cemiyetleri] adlı eserinde Druidlerin tapınaklarını tarif ederken şunları söyler:
“Kutsal ateşin korunduğu tapınakları genellikle yüksek yerlerde veya gür meşe ormanlarında bulunurdu ve çeşitli şekillerde inşa edilirdi: Daire evrenin sembolü olduğu için, daire şeklinde; birçok ulusun tradisyonuna göre evrenin çıktığı, diğerlerine göre ilk anne ve babamızın geldiği yumurtayı sembolize eden bildiğimiz yumurtanın şeklinde, oval; Druidlerin Osiris’i olan Hu’nun sembolü olan yılan şeklinde; yeniden doğuşun amblemi olan haçtan dolayı haç şeklinde; Kutsal Ruh’un hareketini göstermek için kanatlı şekillerde olabiliyordu. Belli başlı ilahları iki büyük tanrı ve tanrıçaya, Hu ve Ceridwen’e indirgenebilir. Bunlar Osiris ile İsis, Baküs ile Ceres veya bütün varlığın iki ilkesini temsil eden yüce tanrı ve tanrıçaların özelliklerine sahiplerdi.” Godfrey Higgins’e göre Kudretli Hu, Britanya adasına ilk gelen kişi olarak kabul edilmektedir. Buraya Welshlerin Triadlarında Yaz Ülkesi (Summerland) denilen –bugünkü İstanbul civarlarında– yerden gelmişlerdir. Albert Pike’a göre
Masonluğun Kayıp Kelimesi, Druidlerin tanrısı Hu’nun isminde gizlidir. Druidlerin inisiyasyon törenleri hakkında var olan çok az bilgi, Yunan ve Mısır Gizem Okulları arasında çarpıcı bir benzerliğe işaret etmektedir. Güneş tanrısı Hu öldürülmüştür ve bir dizi tuhaf çetin sınavın, mistik ritüellerin ardından tekrar hayata döndürülmüştür. Druid Gizemleri’nin üç derecesi vardır ve çok sayıda insan bu derecelerin tümünü geçmiştir. Aday Güneş Tanrısı’nı sembolize edecek şekilde bir tabuta konurdu. En önemli test, küçük bir teknenin içinde açık denize salınmaktır. Birçok kişi bu sınavda hayatını yitirmiştir. Gizem sınavlarını geçen Talisein adlı kadim bir öğretmen Faber’ın Pagan Idolatry [Pagan Putperestlik] adlı eserinde tekne inisiyasyonunu anlatır. Bu üçüncü aşamayı geçenlere “yeniden doğan” denirdi ve bundan sonra Druid rahiplerin kadim zamanlardan beri sakladıkları gizli hakikatleri öğrenirlerdi. Britanya dini ve siyasi yaşamının ünlü isimleri bu inisiyeler arasından seçilirdi. (Daha fazla ayrıntı için, bak, Faber, Pagan Idolatry [Pagan Putperestlik], Albert Pike, Morals and Dogma [Ahlaklar ve Dogmalar] Godfrey Higgins, Celtic Druids. [Kelt Druidleri])
Yiğit Akkoca yigitakkoca-yfa@hotmail.com
Sevgili Türkiye, Ne kadar çok özlemişim seninle dertleşmeyi bilemezsin. Anlatacak öyle çok şeyim var ki… Nerden başlasam karar veremiyorum… Keşke iyi haberler verebilseydim sana. Ama her şey istediğin gibi olmuyor işte. Her bir köşenden ya seviyesiz bir tartışma, ya bir acı patlak veriyor. Anlamıyoruz artık birbirimizi. Herkes birbirine yabancı. Biliyor musun artık insanlar birbirinden korkuyor. Hani eskiden hep derlerdi ya ‘Türkün Türk’ten başka dostu yoktur’ diye. İşte şimdi bu sözün yalan olduğu zamanlardayız. Annemin son zamanlarda ağzından eksik etmediği bir cümleyle başlamak istiyorum anlatmaya: ’Her şey ateş pahası oldu. Yaşanmaz vallahi bu memlekette.’ Hani pek de haksız sayılmaz. Domates aldı başını gidiyor. Eh bunu gören diğer sebzeler hiç eksik kalır mı? Ama yine de domatesin eline kimse su dökemez. Nerdeyse unutuyordum son dedikodulara göre ekmek de bu durumdan huysuzlanmaya başlamış, yakında bir fiyat artışı da onda yaşanacakmış. Senin anlayacağın zam üstüne zam… Bu halk ne yer ne içer kimsenin umurunda değil. Sonra geçtiğimiz aylarda sınavlarda skandal üstüne skandal patlak verdi. KPSS’nin bir kısmı iptal edildi, 70’ten fazla gözaltı var. Öğretmen atamaları durduruldu. Binlerce genç belki de hiç hak etmediği halde tekrar bu sınavın
sıkıntısını çekmeye mahkûm edildi. Aslında bundan da ağırı acaba daha önceki yıllarda da böyle seviyesiz olaylar yaşandı mı sorusu. Kim bilir belki de gerçekten hak ettiği halde bir yere yerleşemeyen yüzlerce genç vardır… Bilirsin bu gençlerin başı ÖSYM ve YÖK ile başı hep beladaydı ama sanırım bu kadarını kimse beklemiyordu… İçimi acıtan diğer bir konu ise geçtiğimiz günlerde Dünya Ekonomik Formu tarafından yapılan kadın erkek eşit(siz)ligi konusunda 134 ülke arasında 126. olmamız. Ama bence bundan daha ağırı geride bıraktığımız ülkeler: Fas, Benin, Suudi Arabistan, Fildişi Sahilleri, Çad ve Yemen. Aslında bu tablo şu dilimizden hiç düşürmediğimiz ‘Türkiye gelişiyor(!)’ cümlesini çok güzel özetliyor. Şimdi sen diyeceksin ki siyasette neler oluyor? Ah ah… Nerden başlasam ki halimizi anlatmaya. Öyle hızlı değişiyor ki gündem ne zaman neyi tartışıyoruz, bu konuyu tartışmaya hangi ara başladık ayırt edemiyorum. Eylül ayında yapılan referandum hala etkisini koruyor. Referandum sonuçları ile ülke kıyı ve iç olmak üzere ikiye bölündü. Sonuçları neler olur onu bekleyip göreceğiz… Bir de bu aralar başkanlık sistemi tartışılıyor. Aslında ben pek şaşırmadım. Bu anayasanın arkasından böyle bir şeyin geleceği, başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına aday olacağı açıktı. Peki sen başkanlık sistemine hazır mısın?? Bir de öyle bir konu var ki aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık. Aslında yeni bir konu değil. Özellikle AKP’ nin
başa gelmesiyle sık sık gündeme gelen bir sorun. Ama bu sefer biraz daha farklı sanırım. Çünkü CHP’nin bu konuya bakışında tarihi sayılabilecek bir değişim gözlemleniyor. Başörtüsüyle üniversitelere giriş henüz yasalaşmamış olsa da bazı üniversitelerde genç kızlar başörtüleriyle derslere girebiliyor. Aslında olayın hukuki boyutunu pek bilmiyorum, benim için toplumsal boyutu daha önemli aslında. Bu sorunla birlikte ülke bir kez daha iki keskin kutba bölündü. Nedense bizim insanımızın gri renk anlayışı pek yok. Bir şey ya beyazdır ya da siyah. Aslında her iki tarafın da sevincini ve korkusunu anlayabilmek lazım. Bir tarafta kimi zaman ailesi kimi zaman da kendisi başını açmak istemediği için okuyamayan yüzlerce genç kız, diğer tarafta ülkenin İran’a benzemesinden endişe duyan bir kesim. Her iki tarafın da kendine göre haklı tarafları var. Ama ne olursa olsun şu bir gerçek ki bu ülkenin okumuş, modern insanlara ihtiyacı var. Ben hiçbir zaman kapalılığın modernliğe engel olacağını düşünmedim, düşünmem de. Çünkü çağdaşlık başını açmak kadar basit bir iş olsaydı herkes çağdaş olurdu. Modern insan karşısındakine saygı duyan, karşısındakiyle empati kurabilen, hoşgörülü insandır. Bazen düşünüyorum da her gün okul girişlerinde ve çıkışlarında bir köşede( çoğu üniversite öğrencilerin başlarını açmalarına ve kapamalarına lavabolarda izin vermiyor) başını açmak ve örtmek rahatsız edici bir durum olsa gerek. Çift kişilikli bir yaşam sürmek gibi. Ayrıca modern geçinen insanlar tarafından aşağılayıcı bakışlarla süzülmek bile üniversiteyi bırakmaya yetebilir sanırım. Ama diğer bir taraftan bu
duruma karşı çıkanlarda haklı. Çünkü kimse başörtüsünün üniversiteyle sınırlı kalacağının garantisini veremez. Bu durum ilkokula da yayılabilir. Bu da beni rahatsız eder sanırım. Çünkü 7–16 yaş arasında bir çocuğun nasıl yaşayacağına dair kendi düşünceleri olamaz. Ailenin ya da içinde bulunduğu çevrenin düşüncelerine göre hareket eder. Ama 18 yaşını doldurmuş bir yetişkin ne istediğine, nasıl yaşayacağına kendisi karar verebilir. Karşı görüşü savunanların diğer bir sebebi ise kapalıların kendilerine açık oldukları için baskı uygulayacağı konusunda.( tıpkı yıllarca bizim onlara uyguladığımız baskı gibi) Ama yine de ortak hoşgörü ile, gerekli hukuki düzenlemeler alındıktan sonra ve başörtüsünü siyaset olarak görmekten vazgeçebilirse ya da buna izin vermezsek bence her iki tarafı da memnun edebilecek bir düzenleme yapılabilir. Unutulmamalı ki herkes inandığı gibi yaşar ve yaşadığını savunur. Kimseyi kendin gibi düşünmediği için suçlayamazsın. Kısacası halimiz içler acısı. Geçer mi bugünler diye sorarsan, bir cevabım yok. Keşke annemin anlattığı bir masal olsan: ‘Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde güzel mi güzel bir ülke varmış…’ diye başlasan ‘onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine’ diye sona ersen ve ben de mutlu sonla yumsam gözlerimi…
Sevgilerimle Yasemin Alp
AYDINLANMA NEDİR? Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu ergin olmama durumundan kurtulmasıdır diye başlıyor Kant yazısına ve şöyle devam ediyor. Bu ergin olmama durumu ise insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamamasıdır. O dönemde kilise baskısından aklını bile başkasının yardımı olmadan kullanamayan insanoğluna Sapere Aude (Yüreklice Düşün) diyerek seslenmiştir. Ayrıca ergin olmama durumun ne kadar rahat ancak bir o kadar da vahim bir durum olduğunu belirtirken şunları söylemiştir. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenen sağlığım için kara veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz. Bu dönemdeki kilise baskısının aşılmasının önündeki en büyük engeli de yine kilisenin otoritesinde kayıp korkusunun ne denli büyük olduğudur. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler, insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için gerekeni yapmaktan geri kalmazlar.
Dogmalar ve kuralların, daha sağlıklı düşünmenin veya daha farklı bir deyişle düşünmenin kötüye kullanımının, insanın erginleşme ve olgunlaşmasında ne kadar büyük ayak bağı olduğu belirtilmiştir. Bu aydınlanmanı başlayabilmesinin ilk adımlarının da nasıl olduğunu veya olması gerektiğini belirtmiştir. Kamuda - gözetenler arasında bile- bağımsız düşünebilen bir kaç kişi her zaman bulunacaktır. Bu kişiler ilk olarak kendi bağlarını çözecekler daha sonra bağımsız düşünmenin insanın doğasının bir gereği olduğunu çevrelerine yayacaklardır. Önceleri otorite kaybından korkup insanları korkutan, bezdiren birkaç yöneticiden biri çıkıp da halkı boyunduruklarını atmaya kışkırtırlar ise diğer yöneticiler onları tekrar boyundurukları altında tutmaya zorlayacaklardır. Önyargıları yaymanın böyle zor yanları da vardır elbet, o önyargılar elbet bir gün dönüp o insanlardan öç alacaklardır. İşte bu yüzdendir kamunun aydınlanması yavaş yavaş olacaktır. Gerçi devrimlerle bir baskı rejimi yıkılabilir ancak bu yeni bir despotizmin yolunu açar bu da aydınlanmanın mantığı ile ters düşmektedir. Ancak magna carta da böyle bir despotizm sonucu doğmadı mı? İnsanın kendi aklının kamuoyu önünde, serbestçe ve onlara hizmet edercesine kullanılması sonucu aydınlanma gelecektir der ve buna aklın özel olarak kullanışı olarak tanımlar. Daha sonra üç açıklayıcı örnek veren Kant ‘ın en çarpıcı örneği olan rahip örneğini sizinle paylaşmak istiyorum.
Papaz işinin gereğinden dolay kilisenin inançlarını cemaatine, halkına öğretmekle yükümlüdür. Ancak din bilgini olarak papazın inançları eleştirme ve daha fazla özgürlüklere sahiptir. Büyük bir itina ile ve dikkatle ölçülüp biçilmiş ve tartışılmış düşüncelerini, çok iyi bir biçimde yönlendirilmiş eğilimlerini kamuya iletmek sorumluluğuna sahiptir. Bunlar sözü geçen dinin ve kilise işlerinin düzeltilebilirliği ile ilgili olacağı gibi ilgili düşüncelerin ve öğretilerin yanlışlığıyla ilgili olarak olabilir ve bunu yaparken papaz vicdanını rahat tutmalıdır. Aslında Protestanlık ile başlayan süreç bu sürecin tetikleyicisi olmuş diyebiliriz. İnsan kendi adına yeni şeyler öğrenmeyi, özgürce düşünmeyi, aydınlanmayı bir süreliğine erteleyebilir. Ancak böyle bir çabadan bütünüyle vazgeçmek demek hem bugün hem de kendisinden sonra gelecek kuşaklar için, insanlığın doğal haklarını ayaklar altına almak demektir. Daha sonra Kant bu düşüncelerini Kralların yani gözetenlerin hiçbir şekilde yapamayacağını belirtmiş, kralın asıl görevinin tanımlamasını da yaparken şu kelamları etmiştir. Kralın asıl görevi ve kendisinden sorumluluk isteyen işi, ellerinden geldiğince kendi kurtuluş yollarını belirleyip bunları hareket geçirmek ve gerçekleştirmek isteyenlere engel olmaya çalışanlara karşı çıkmaktır. Fakat hükümetin denetimi sırasında din konusundaki görüşlerini açıklığa kavuşturmak amacıyla halkının bir girişimi olan yazıları söz konusu ederek bu dinsel konulara hükümdarın müdahale etmesi, onun itibarını zedeler.
Yazıda Kant kendine acaba aydınlanmış bir çağda mı yaşıyoruz diye sorar ve cevap olarak da; İnsanlığın bir bütün olarak başkasının rehberliği olmaksızın dinsel konularda kendi aklını en iyi ve etkin şekilde kullanması durumunda olması yada bu duruma getirilebilmesi için katedilecek çok yolumuz var. 21. Yy’da bile henüz tam olarak aydınlanmış bir çağda değiliz. Vatikan’ın dünya ekonomisi ve politikası üzerindeki baskısı yadsınamaz. Türkiye’de de politik iktidarın insanı düşünmeye yöneltecek eylemleri (Kitap, dergi, internet, televizyon) kısıtlamaya ve/veya yöneltmeye çalışma çabası Türk aydınlığının önündeki en büyük engeldir. Aynı otorite kaygısını günümüzde yaşayan politik iktidar insanın ne kadar çok aydınlanırsa otoritesinin o kadar sarsılacağını düşünür ve kamuyu cahil tutmaya çalışır. Bu durumda hemen aklıma Friedrich Nietzsche’nin şu sözleri aklıma gelir. “Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır!... Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim hainlerdir!” Daha sonra Prusya Kralı olarak anılacak olan 1. Friedrich hakkında da olumlu eleştiriler de bulunmaktadır. Bir prens halkında din konularında herhangi bir emir vermemeyi ya da yükümlülük yüklememeyi otoritesi adına bir küçüklük
göstergesi olarak görmez aksine halkını tüm bir özgürlüğe doğru yönlendirirse, hatta bu kimse hoşgörülü gibi kibirli bir tanımlamayı kabul etmiş olsa bile, o kişi aydınlanmış kişidir. “İstediğiniz kadar ve istediğiniz konuda düşünün ancak itaat edin.” Özgür düşünme ve eyleme, yönetimlerin yani hükümetlerin ilkelerini de etkileyecek ve kendilerine göre insanı kullanarak onu sömürebilecekleri ya da ondan yararlanabilecekleri düşüncesi, makineden fazla bir şey olan insanın, insansal onuruna uygun davranma düşüncesine dönüşecektir.
Sinan SÖNMEZ sinansonmez-yfa@hotmail.com
BİR FİLM BİR KİTAP
Filmin orijinalinden çevrilmiş ismi ‘artık yıl’, kastettiği gün ise 4 yılda bir gelen 29 Şubat günüdür. Filmin kahramanı, Anna, erkek arkadaşının dört yıldan beri ona evlilik teklif etmemesi üzerine kadınların erkeklere Şubat'ın 29'unda evlenme teklif edebildiği bir İrlanda geleneğinden esinlenip ipleri ele almaya karar verir ve erkek arkadaşı Jeremy’ nin arkasından Dublin’e gitmeye karar verir. Fakat kötü hava şartları Anna’ nın yakasını bırakmaz ve Anna’ nın yolculuğu uzar. Dublin'e gidebilmesi için taşra ahalisinden Declan, Anna'ya yardım eder. Aşkın nereden geleceği belli olmaz ve Anna yolda Declan’ a aşık olmuştur.
Yönetmenliğini Anand Tucker’in yaptığı Aşka Yolculuk (Leap Year) adlı filmin senaryosu Deborah Kaplan ve Harry Elfont’a ait. Filmin oyuncu kadrosunda ise Amy Adams, Matthew Goode, John Lithgow, Kaitlin Olson ve Adam Scott rol alıyor.
İzlerken gerçekten tam anlamıyla bir romantik komedi izlediğinizi hissediyorsunuz. Anna ve Declan'ın yol
boyu
başlarına
gelenler
insanda
tebessüm
uyandırıyor. Üstelik muhteşem İrlanda manzaraları da insanın içini ısıtıyor. Konusu itibariyle de oldukça sıra dışı ve kaliteli bir yapım. Romantik komediden hoşlananların izlemesini tavsiye ederim.
CEREN BAKICI
RODOS’TAN KARŞIYAKA’YA “Okuyun ki, bu semti sevmek için bir sebebiniz daha olsun. “ demiş birisi Karşıyaka’yı kastederek bu kitaptan yola çıkıp. Ne yani Karşıyaka’yı sevmek için bir nedene ihtiyacı mı var insanın dedim kendi kendime. Çünkü eğer birini
neden seviyorsun diye sorulduğunda elle tutulur bir sebep söyleyemiyorsan gerçekten aşıksındır diye biliyorum ben ve Karşıyaka’ya aşık bir insan olarak tabi ki neden aramıyorum. Kelimelerin bittiği yerde Karşıyaka sevdası başlar çünkü… Ama hem tarih ve biyografi özelliği içeren kitapları sevmem dolayısıyla hem bu sözün etkisiyle hem de eskiden Karşıyaka nasılmış acaba diye merakıyla aldım bu kitabı. Bir solukta okudum. Pişman mıyım? Tabi ki hayır. Okuduğuma son derece memnun olduğum bir kitap oldu. Şimdi sırada yazarların diğer kitapları var. Neden mi? Çok basit, çünkü kitap boyunca öyle güzel bir dil kullanılmış ki, anlatım o kadar sahici, o kadar sıcak ki, insan kendisini o kadar içinde hissediyor ki hikayenin, ‘evet Yücel İzmirli ve Zühal İzmirli bu işte çok iyiler, mutlaka takip edilmesi gereken yazarlar arasına alınmalı’ diyor insan kendince.
1930larda Rodos’ta filizlenen temiz ve yoğun bir aşkla başlıyor roman. Kendinizi anında renk cümbüşü bir doğada, masmavi denize karşı, sevgilinizi özlemle düşünürken buluyorsunuz. Daha sonra 2. Dünya Savaşı ve beraberinde getirdiği yoksulluk anlarını iliklerinize kadar hissediyorsunuz en şiddetli acılarıyla birlikte. Savaşın ardından anavatana göç ediyorsunuz ve bir de bakmışsınız ki size tüm acılarınızı dindirecek cennetten bir köşeye sığınmışsınız, İzmir’in kıymetlisi Karşıyaka… Hayata tutunma mücadeleleri, kuvvetli bir aile bağı, sıcak komşuluk ilişkileri, fonda Karşıyaka. Romanın kahramanlarıyla birlikte tertemiz sularda, su kaplumbağaları ile yan yana yüzüyorsunuz kimi zaman, kimi zaman onlar masalarında balık yerken kokusu sizin burunlarınızda buram buram. Adeta 3 boyutlu bir film izler gibi hatta bir zaman makinesiyle onların yanına gitmiş gibi… Bunu okurlarına hissettirebilecek kadar güzel bir dil kullandıkları için yazarlarımıza teşekkürü bir borç bilirim. Ve sizlere bu kadar severek okuduğum bir kitabı tanıtmasaydım vicdanım rahat etmezdi inanın. Şimdiden iyi okumalar…
Şeyda KAYA seydakaya-yfa@hotmail.com