Yabani 04 tanıtım

Page 1

6 TL

KDV DAHİL K.K.T.C. FİYATI

7 TL

DOKTOR HYDE DEVRİM KUNTER ÖZGÜR YILDIRIM

HER AYRILIK CESET KOKAR GÖKTUĞ CANBABA EREN ARIK

AKBABA ŞEHRİ KADİR ÖZEN BORA ÖRÇAL

GEZİNTİ

GALİP DURSUN ŞERİF KARASU

AYANA

I. BERİL TETİK SİBEL BOZKURT

BİR KAMP ATEŞİ ÖYKÜSÜ GÖKCAN ŞAHİN SERHAN YENİLMEZ

KRALINA İSYAN DEVRİM KUNTER

NERDEN BAKSAN MİKHAEL DE KAHRAMAN SİBEL KÖROĞLU ALİ YAĞIZ KANİ



Merhaba!

İÇİNDEKİLER

Yabani’nin 4. sayısıyla birlikteyiz. Bu sayımızda, yola devam etmemiz için gerekli olan ufak bir fiyat değişikliği yaptık. Keşke daha çok kişiye ulaşıp, fiyatımızı yükseltmek zorunda kalmasaydık ama durum bunu gerektirdi. Bu sayımızda, Millarworld 2016 yıllığında Hit-Girl’ü çizen Özgür Yıldırım’ı ağırlıyoruz. Yabancı edebiyat kahramanlarına el atan Devrim Kunter, “Doktor Hyde”ın macerasını yazdı, Özgür Yıldırım çizdi. “Akbaba Şehri”, yine bir Kadir Özen, Bora Örçal ortak çalışması. Görünüşe göre bu sayıyla sınırlı kalmayacak bir distopya çizgi romanı. Geçen sayı ara verdiğimiz “Ayana” bu sayıda devam ediyor. Vampir Lorduyla, Kurt kadınların geçmişindeki sır perdesi biraz da olsa aralanıyor. Işın Beril Tetik’in yazımı ve Sibel Bozkurt’un çizimiyle.

DOKTOR HYDE

02

HER AYRILIK CESET KOKAR

11

AKBABA ŞEHRİ

13

GEZİNTİ

22

AYANA

25

BİR KAMP ATEŞİ ÖYKÜSÜ

34

YAZAN: DEVRİM KUNTER ÇİZEN: ÖZGÜR YILDIRIM

YAZAN: GÖKTUĞ CANBABA İLLÜSTRASYON: EREN ARIK

YAZAN: KADİR ÖZEN ÇİZEN: BORA ÖRÇAL

YAZAN: GALİP DURSUN İLLÜSTRASYON: ŞERİF KARASU

Dergimizin demirbaşı “Kralına İsyan”da Korkut Dede ve Köroğlu geri dönüyor. Hikâyelerimize gelince; farklı türlerde eserler veren, en son “Ayyaş Buda” öykü kitabını okuduğumuz Göktuğ Canbaba’nın, “Her Ayrılık Ceset Kokar” hikâyesinin illüstrasyonunu geçtiğimiz günlerde “Non Player Cards” projesini gerçekleştiren Eren Arık yaptı. “Pusova” öykü kitabından tanıdığımız Galip Dursun’un postapokaliptik dünyada geçen “Gezinti” hikâyesine, Şerif Karasu illüstrasyonu eşlik ediyor.

YAZAN: I. BERİL TETİK ÇİZEN: SİBEL BOZKURT

YAZAN: GÖKCAN ŞAHİN İLLÜSTRASYONLAR: SERHAN YENİLMEZ

Gökcan Şahin’in sıra dışı bir grubun toplanmasını anlatan “Bir Kamp Ateşi Öyküsü”nü, Serhan Yenilmez’in illüstrasyonlarıyla okuyacaksınız.

YAZAN / ÇİZEN: DEVRİM KUNTER

KRALINA İSYAN

37

Sibel Köroğlu’nun kahramanlığa farklı bir bakış sunan “Nerden Baksan Mikhael de Kahraman” hikâyesinin illüstrasyonu Ali Yağız Kani’den geldi.

NERDEN BAKSAN MİKHAEL DE KAHRAMAN

47

Geçen sayı arka kapağımızda yer alan Cem Batur bu sayıda “Doktor Hyde”ı kapağa taşıdı.

YAZAN: SİBEL KÖROĞLU İLLÜSTRASYON: ALİ YAĞIZ KANİ

İç kapağımız Şerif Karasu’ya, arka kapağımız ise Mehmet Özen’e ait. Son söz yine aynı: Gelecek sayılarımızda farklı yazar ve çizerlerimiz olacak. Yabani Dergi’nin değişken kadrolarla ilerlemesini ve genç yeteneklere yer açmasını hedefliyoruz. Hikâyeleriniz için hikaye@yabanidergi.com, çizimlerinizi göndermek için cizim@yabanidergi.com ve çizgi roman projeleriniz için cizgiroman@yabanidergi.com adreslerinden iletişime geçebilirsiniz.

KAPAK CEM BATUR İÇ KAPAK ŞERİF KARASU ARKA KAPAK MEHMET ÖZEN

EDİTÖRLER HAKAN TUNGA KALKAN İLKE KESKİN CENK KÖNÜL ÖZGÜN MUTİ ONDORDAKİ ALİCAN SAYGI ORTANCA S. EMRE TAŞKIRAN BALONLAMA YUSUF ULAŞ TÜFEKÇİLER

facebook.com/yabanidergi

twitter.com/yabanidergi

instagram.com/yabanidergi

EYLÜL 2016 SAYI: 04 BİLİM KURGU • FANTASTİK • KORKU • ÇİZGİ ROMAN DERGİSİ - AYLIK YAYGIN SÜRELİ YAYIN EFENDİ YAYINLARI İMTİYAZ SAHİBİ: DEVRİM KUNTER SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: DEVRİM KUNTER ADRES: KAMELYA SK. C71/2 No:27/5 ATAKENT - KÜÇÜKÇEKMECE / İSTANBUL E-POSTA: bilgi@yabanidergi.com BASKI: YIKILMAZLAR BASIN YAY. PROM. ve KAĞIT SAN. TİC. LTD. ŞTİ. (0212) 630 64 73 GENEL DAĞITIM: DPP (0212) 622 22 22 ISSN: 2459-2080

BİLİM KURGU • FANTASTİK • KORKU • ÇİZGİ ROMAN DERGİSİ

Yabani Dergi’de yayınlanan tüm yazı, çizgi roman ve karakterlerin yayın hakları saklıdır. Yayınevi, yazar ve çizerinin izni olmadan tanıtım amaçlı alıntılar dışında hiçbir şekilde çoğaltılamaz.

www.yabanidergi.com 01


hikayeyi bilirsiniz: kibar bir doktor bulduğu iksirle bir canavara dönüşür...

whıtechapel’da fahişelerin gırtlaklarını kesen katilin hikayesini de bilirsiniz...

morg sokağında geçen menfur olayı da biliyorsunuzdur ama...

bilmediğiniz husus...

02


DEVRİM KUNTER ÖZGÜR YILDIRIM RENK: BURÇİN Ö. YILDIRIM YAZAN: ÇİZEN:

hoş geldiniz doktor hyde, “m” sizi bekliyor.

...bu hik�yelerin kahramanının aynı kişi olduğu.

03


iyi akşamlar henry.

iyi akşamlar mycroft.

fransızların yeni bir silah ürettiğini haber aldık. o çılgın mıchel ardan’ın planlarını çizdiği, dünyanın her köşesini tehdit edecek büyüklükte bir top. üzerinde güneş batmayan imparatorluğumuz için büyük bir tehlike!

aldığımız istihbarata göre çalışmalar cezayir’de sürüyor. her zamanki gibi, yakalanmanız durumunda, devletimiz sizinle işbirliği içinde olduğunu ink�r edecektir.

ne dersiniz?

önümüzdeki hafta beş çaylarını aksatacağım demek ki!

tanrı kraliçe'yi korusun!

04


HER AYRILIK CESET KOKAR Kalbim çarparak uyandım. Güneş yeni doğmaya başlamıştı ve önceki gün beni terk eden sevgilim yanımda uyuyordu. Canlıydı, sapasağlam görünüyordu. Ben, ayak parmaklarıma kadar terlemiştim oysaki ve kalp çarpıntım kesinlikle bir insanınkine benzemiyordu; kalbimin üzerinde tamtamlar çalıyor, hayatları boyunca hep terk edilen eski ruhlar, deliler gibi tepinerek dans ediyordu. Az da olsa güç bularak kalkmayı başardım. Ellerim… Ellerimin üzerindeki deriler soyulup yatağa dağılmıştı. Tırnaklarım yastığın üzerinde sinir bozucu bir topluluk oluşturmuş bana kıkır kıkır gülüyordu. Yatağın her yeri kan ve irin doluydu. Sevgilim ise hiçbir şey olmamış gibi uyuyordu; hayatından bir irin torbasını çıkardığı için arınmış ve temizlenmişti sanki. Usulca doğrulurken o s*tiğimin yatağında neler döndüğünün gayet farkındaydım; bir yaşayan ölüye dönüşmüştüm. Her ayrılıktan sonra olduğum gibi hayat tarafından sert bir şekilde nakavt edilmiş ve vücudumu yavaş yavaş geride bırakmaya başlamıştım. Bunu daha önce de yaşamıştım ve yapmam gerekeni biliyordum. Üzerime üşüşmüş sinekleri kovalayarak tuvalete ulaştım ve aynanın karşısına geçtim. Tek gözümün yerinde olmadığını, yanaklarımın çürüyüp içinde kurtçukları konuk ettiğini ve çenemdeki etin kopup yerini çirkin bir kemiğe bıraktığını fark edince içimde kalan son ruh parçacığı da uçup gitti. Her şeyin bir çaresi vardı oysaki değil mi? Bilim insanları uzaya mekikler yollayabiliyor, ölümcül hastalıkları iyileştirebiliyorlardı ama bu durumun bir ilacı ya da tedavisi yoktu. Bilim insanlarına sağlam bir küfür yapıştırdım. Nerede gereksiz şey varsa yaparlardı zaten! Ama kişisel depremlerin inşası konusunda bir b*k bildikleri yoktu. Zombiler krallığının bir neferiydim artık ve sevgilim yani eski sevgilim tarafından koparılıp lime lime edilen vücudumla yeni bir yaşama hazırdım. Son bir kez daha birlikte uyuyup o saçma ritüeli de yerine getirmiştik ne de olsa ve artık evden ayrılmanın vakti gelmişti. Evden çıktım. Bu tarz ayrılıkları birkaç kere daha yaşadığım için en azından ilk başta ne yapmam gerektiğini gayet iyi biliyordum. Yaşayan Ölüler Danışma Ve Hoş Geldin Merkezi’ne doğru yürümeye başladım. Her semtte bu merkezlerden vardı. İnsanlar sadece Moda’da ya da Ümraniye’de ayrılmıyordu sonuçta birbirlerinden. YÖDHM’e gittiğimde masa başındaki p*ç kurusunun gülümsemesiyle karşılandım. Güldüğünde dişlerinin arasında dolanan irili ufaklı böcekleri görebiliyordum. Kıdemli zombiler böyle yerlerde çalışmaya hak kazanıyordu. Onlar terk edilme zehrini vücudundan asla atamayan, sistemli çürüyenlerdi. “Sevgili Koray,” dedi boğazında açılmış karanlık delikten gelen ses. “Krallığa yeniden hoş geldiniz. Akıllanmadığınız için teşekkür ederiz. Her ilişkinin bir gün kokacağından, çürüyüp toprağa karışacağından haberiniz ola ola yine de o canlı, sulu ve yumuşak kızı öpmeye devam ettiniz.” Ve kemikleri görünen parmaklarını tutmaya çalışan çürümüş elleriyle alçakça alkışa başladı. Danışmada o an benden başka kimse yoktu, açıkçası olmasını da istemezdim. Beni o halde kimsenin görmesine tahammülüm yoktu.

YAZAN:

GÖKTUĞ CANBABA

İLLÜSTRASYON:

EREN ARIK

Yeni yeni çürümeye başlamak, çürümüşlük manastırının en acı veren basamağıydı. “Merhaba,” dedim soğukça. Sesim canlılığını yitirmişti; yüzyıllar önce ölmüş bir müzisyen grubunun ince mi notasıydım bir kere daha. “Burada olduğunuz zaman diliminde Yaşayan Ölüler Kıraathanesi’nde diğer terk edilmişlerle dertleşebilirsiniz. Birbirinizin uzuvlarını parçalayıp irin kokan gözyaşlarınızı silebilirsiniz. Bu genelde ilk gelenleri rahatlatır.” “Birbirimizi parçalamak?” dedim akordu kaçmış sesimle. “Sadece bu değil tabii ki, aslında yapacak çok şeyiniz var. Mesela Kokuşmuş İletişim Odaları’nda eski sevgilinizin tüm sosyal medya hesaplarını kırabilecek Kuşkucular’la tanışabilir, kızın tazecik bir oğlanla cilveleştiğini gördüğünüzde dişlerinizi… Yani kalanları monitöre saplayabilirsiniz. O monitörleri görmelisiniz, modern sanatın baş tacıdır o odalar.” “Ben monitörleri falan dişlemek istemiyorum, ben sevgilimi tekrar geri kazanmak istiyorum!” diye hırladım. Monitör dişlemek mi? Diye sövdüm içimden; s*tiğimin yaşayan ölüleri! “Sizi anlıyorum ama sevgiliniz canlı, sulu ve tazecik. Artık ona ulaşmak gibi bir şansınız yok çünkü yaşayan ölüler yani bizler canlılara yaklaştığımızda… Bilirsiniz…” “Ne?” dedim ellerimi masaya vurarak. Sol elimin serçe parmağı ve işaret parmağı masadan sekip adamın suratına fırlayınca ellerimi usulca geri çektim. “Onları almam gerekir mi?” diye sordum kopan parmaklara bakarak. Kafasını iki yana sallayıp nazikçe devam etti sinir bozucu danışman. “Biz kokarız. Biz Kokuşmuşlar Kardeşliği’nin yanına kimsecikler yaklaşmaz. Geçmiş geçmişte kalır. Ölümüne devam et. Kızı düşün parçalan, yuvarlan ama geri dönmeyi aklından çıkar. Bak senin gibi bir sürü yaşayan ölü kardeşin var burada. Ölüm devam ediyor yahu, keyfine baksana!” Yere çömeldim ve cenin pozisyonu alıp ağlamaya başladım. Başka ne yapabilirdim ki? Gözyaşlarım kan ve irinden oluşuyordu. Bu halde kesinlikle eski sevgilimin yanına dönemezdim. Kim dokunduğunda etrafa kan fışkırtacak bir ceset torbasıyla nişanlanmak isterdi ki? “İsterseniz Yürüyen Ölüler Bakımevi’nde size birkaç gün ayarlayayım, ne dersiniz?” “Orada ne yapacağım ki?” diye sordum yerde kıvranırken. “Bol bol içki içersiniz, diğer cesetlerle konuşursunuz. Bilirsiniz taze vücutlar ayrılık hikâyeleri dinlemeyi pek sevmez. Bu hikâyeler fazlasıyla… Pis kokuyor onlar için.” “Bakımevinde içki mi içeceğim yani? Bu nasıl bakımevi lan? Benim tedaviye ihtiyacım var, tedaviye!” “Sadece içki değil tabii, eski sevgiliyi kazanmak için toplu yürüyüşler düzenliyorlar mesela. Bunları görmelisiniz, her bağırışlarında etrafa dişler, kopmuş diller ve şansınız varsa feri kaçmış gözler fırlıyor. Tam bir şenlik havası!” 11


YAZAN: KADİR ÖZEN ÇİZEN: BORA ÖRÇAL

“oğlum kaç kere dedim, şu ipi germeyin ya!”

“tamam be! heyecan yapma! hani bu gelen ufak tefek bi’ şeydi?”

ufak dediysek kör demedik oğlum! dikkatli olun işte. eğil aşağıya!

13


ele bir daha böyle fırsat geçmez, benden söylemesi... ahmet abi, köye nası taşıy’caz ki?.. yakalayınca yani.

heh he. sen taşırsın artık. şu iş bitsin ayşe’yi alacakmışsın he mi?

lan kemal, abuk subuk konuşma. dedim ya, bize bi’ kafası lazım, gerisini s*ktir et! ulan ahmet, ultıraveyolet ışıklar sana hiç yaramıyo' var ya... kafasını nası çıkarcan lan kocaman aletin.

14


e biliyoruz biraz oğlum o kadarını, kadir baba boşuna mı tutuyo’ beni…

buna sarar mıyız kafayı ahmet abi? çok fiyakalı di mi? benim dedem akbaba şehri’nden yürütmüş bunu.

hele yüzümüzün akıyla önce avımızı bir yakalayalım da…

15


YAZAN:

GALİP DURSUN

G E Z İ N T İ Zeki’nin sıkıntısı büyüktü; hissediliyordu. Toyota’nın direksiyonunda bir heykel gibi hareketsizdi. Ortada arızalı bir durum olduğunu anlamamak için benim olduğumdan daha aptal olmak gerekirdi. Bugünün meşgalesi olmaya aday, yanaşma dostumu yandan süzerken içimi bir sıkıntı kapladı. Sevdiğim bir delikanlıydı. Bizim ihtiyar tayfasıyla takılmaya bayılan, yeni yetme Eskicilerdendi. Ufak çaplı birkaç iş çeviriyor, yolunu buluyordu. Etrafımda dolaşması, sayıp sevmesi hoşuma gidiyordu. Tabii, Zeki’yle bizim öbür ahretlik kankilerle olduğu gibi düşüp kalkmıyorduk. Samimiyet vardı ama esas tayfa gibi değildi; olamazdı da. Bir tutam mesafenin bin türlü lakayıtlığı kırdığını unutmuyordum. Herkes haddini bilecek. Nedense böyle, arada yaş, görmüşlük vesaire farklarının olduğu dostluklar biraz külfetlidir. Birincisi, aynı telden çalmazsınız. Birbirinize ayak uydurmanız zor olur. Sonra tutmayan frekanslar ara ara sorumluluklar, angaryalar yükler adama. Hem anlama hem de uygulama babında söylüyorum. Zeki de sağ olsun hiç affetmez. Fırsatını buldu mu yükünü hemen yanındakinin sırtına boşaltıverir. Dostluk biraz da eşeklik olduğundan ve de sırtınızdaki sırmalı semere ne konulduğundan çok kimin tarafından konulduğu önem arz ettiğinden genelde pek ses etmem. Dediğim gibi, Zeki’yi severim. İsmiyle müsemma olmasa da iyi çocuktur. Bugünün tuhaflığı ise bambaşkaydı tabii. Zeki’nin dertleri olur; katlanırız. Onda sıkıntı yok. Ama garibime giden ve bir türlü alışamadığım şey yakinen tanıdığım bu çocuğun suratında bambaşka bir hava olmasıydı. Bildiğim Zeki gibi değildi. Çocuk şu işlere girdiğinden beri değişen suratına, bakışlarına tutulup duruyordum. Abarttığımı zannediyorsunuz, biliyorum. Ama görmek lazım, şimdi böyle anlatınca olmuyor, kuru kalıyor. Zeki arada sırada göz ucuyla etrafı taramasa ya da yine tek gözünün kenarıyla dikiz aynasından kendini süzüp kravatını düzeltmese ölmüş sanırdınız. Yine de bu hallerine aldırış etmemeye çalışıyordum. Sonuçta bedenine ilk defa bir misafir kabul etmiyordu. Ama ben biraz da böyleyim. Alışmak benim kitabımda yoktur. O kısım eksik basılmış. Misafirlik dediysem de siz kulak asmayın. Bildiğiniz, hizmet sektöründe ufacık bir dükkânı vardı, Zeki’nin. Yerüstünde yaşayan diğer birçok genç gibi bedenini kiralıyordu. Biz ihtiyarlar arada sırada dalgasını geçiyorduk tabii ama öyle or*spuluk filan gibi de değildi yani. Bizim kankilerle büyük savaşın ardından yerüstünde takılmaya karar vermiştik. Savaş biteli 40-50 sene oluyor. Şimdi hatırlamak bile istemiyorum o günleri. Yerüstü olunca otomatik olarak bir de yeraltı oluyor; tahmin edersiniz. Devasa sığınakları kim, hangi ara yaptı bilemiyorum. Bizim eski tüfeklerin arasında bir-iki tane mühendis var. Kafaları güzel olunca anlatıyorlar. Onların iddiasına göre savaşın başında bu sığınaklardan İstanbul’da tek tük varmış; Amerikalılar yapmış diyorlar. Ama savaşın ardından yeraltında kalanlar kendi imkânlarıyla genişletmiş. Tam bizim milletin kafası işte. Yeraltına bile kaçak kat çıkmış herifler. Kendi imkânları dediğime de aldanmayın. 22

İLLÜSTRASYON:

ŞERİF KARASU

RENKLENDİRME:

CANER UYANIK

Bu lağım fareleri yeraltında ne kadar depo, metro istasyonu, akar kokar şey ve hatta İstanbul’un şu meşhur tünelleri filan dahil ne varsa bir yolunu bulup birleştirmiş. Ama haklarını yemeyelim, karınca gibi çalışıyorlar. Biz Eskiciler yukarıda kalmayı tercih ettik. Ben savaşta yirmi yıla yakın her türlü cephede, hemen her türlü bokun içinde savaştım. Birçok arkadaşımı yerin altına kendi ellerimle yatırdım. Hatta karımın kemiklerini o zaman işgal altındaki İstanbul’a gömebilmek için tam yedi sene sırtımda taşıdım. Yeraltına girmeyi tercih etmiyorum. Tamam, yukarısı yok oldu, bitti, İstanbul Boğazı komple kurudu ve şu boktan şehrin tek bir esprisi kalmadı. Ama yine de burada olmayı seviyorum; yukarıda olmak işime geliyor. Arada hanımın yanına uğruyorum. Ona ufaktan bir mozole filan yapmak peşindeyim. Neyse, daha fazla kafa s*kmeyeyim. Fark edeceğiniz gibi bizim kuşak biraz arızalı. Feleğin çemberinden güvercin taklayla geçip de çenesi düşen delileriz biz. Bizim neslin bu yaşadığı şeye hayat denmez. En azından yeraltındakiler ve yerüstündeki bizim alt kuşak öyle demiyor. Zeki’ye baktıkça şu yeni neslin azmine hayran kalıyorum. Aslına bakarsanız çok talihsiz veletler bunlar. Savaşın kalıntıları işte. Bizim çocukluğumuz nükleer savaş korkusuyla geçmişti. Ama daha beter silahları görünce diyecek bir şey bulamıyor insan. Biyolojik silahlar nükleerlere rahmet okutuyor, orasını söyleyeyim. Zeki’nin kuşakta sorun var. Hemen hepsi beyninin çok özel bir bölgesinde amansız bir tümörle doğdukları için yarı sakat sayılırlar. Çok yaşamıyorlar; bizden sonraki kuşaktan en yaşlı olan otuz-otuz beş yaşındadır. Tümör yüzünden kırkını gören henüz olmadı. Ama onlara sorarsan bu vaziyet pek de üstünde durulacak bir şey değil. Üstünde duramadan ölüp gidiyorlar zaten. Ben ve benim yaşımdakiler dünya üzerinde sevdiklerini en fazla gömenleriz desek yeridir. Genç yaşta ölmek haliyle bir melankoliye yol açacakken kaderin bir cilvesi işte bizim oğlanlar biraz değişikler. Yani, nasıl anlatayım, çok gamsızlar. Bizimle en ufak bir alakaları yok. Bundan beş-altı sene evveline kadar görüşmediğimiz ve pek de hazzetmediğimiz yeraltındaki puştlarla da iyi anlaşıyorlar. Ben böyle bizler, onlar diye anlatıyorum. Yeraltında sağlam bir düzen kurdular ama yerüstünde her şey alt üst. Öyle bir devletti, belediyeydi, organizasyondu, medeniyetti pek yok. Gençlerden ara ara kendini bir şey sananlar çıkıyor ama devlette devamlılık esas olduğu için fazla sürmüyor. Ya biz, ihtiyarlar vurup indiriyoruz ya da diktatör bozuntusunun ömrü vefa etmiyor. İhtiyar tayfa dışındaki herkes kırk demeden mortu çektiği için pek bir gelişme olmuyor. Bizim kuşak içinde de ihtiras sahibi adamlar vardı, başlarda. Büyük savaştan hemen sonra onların da çaresine baktık. Neden savaş yirmi yıl sürdü sanıyorsunuz. Yeraltındakiler de bir tuhaf tabii. Onlar sistemlerini kurup ayağa kaldırdılar gibi. Ama o kadar yani. Kafaları eski teknolojilere, makinelere, tesisat işlerine filan pek basmıyor. Aletlere, sistemlere filan yine bizim tayfa, ihtiyar teknisyenler gidip bakıyorlar. Bakımlarını yapıp, tesisatların yağını suyunu kontrol ediyorlar. Ücreti de yeraltı seralarından gelen yiyeceklerle, yeraltı konfeksiyon atölyelerinden çıkma elbiselerle ve silah, bok püsür cinsi şeyler üzerinden alıyoruz. Yani anlayacağınız 2080 senesinde İstanbul’un tüm ekonomisi kaçak işlerden ve merdiven altı üretimden dönüyor. Şaka mı kâbus mu siz karar verin.


Gevezeliğim üstümde. Zeki’yi diyordum… Zeki, kafası çalışan çocuklardan. Yeraltındaki allameler bilinç transferi üzerinde çalışırlarken haberini almış. Nereden ve nasıl haberi olduğunu bilen yok. Eh ne de olsa bunlar gizli projeler. Eskilerden bir-iki tane bilim adamını kafalayıp dört-beş ay çalıştırıyor ve temel bir konsept oluşturuyor. Konsept de ne havalı laf, eskiden çok kullanırdık. Sonra da, efendime söyleyeyim, proje dosyasını, formülleri, sağlamalarını, testlerini kolunun altına alıyor, kendisi gibi Zeki bir grup arkadaşını toplayıp yeraltına, tünellere iniyor. Teklifini yapıyor. Bu sığınaktaki embesiller makineye, hayvana, ota boka yönelik, tek yönlü bilinç nakletme peşindeler. Zeki ise diyor ki, “Bırakın bu işleri. Buyurun, bize gelin. Kafadaki tümörden dolayı bilinç nakli için müsaitiz.” Bilinç Telekom’a, Yerüstü.Net’e talip oluyorlar yani. Zeki’nin neslindeki tümör bir fırsata dönüşüyor. Ufak tefek sıkıntılar olsa da genel olarak durum böyle. Ona bakınca geçmişi görmemek mümkün değildi. Ama şu an sıkıntısı vardı bu çocuğun. Anlıyordum. Zeki şu işi yaparken birkaç kez yanında bulundum. Müşteri aldığında bir tuhaf olurdu. Mesela şu anda da eskisi gibi değildi; hatta hiç kendinde değildi. Bir başkasının bilincini kendi bedeninde misafir ediyordu. Ücreti mukabilinde. Ve ben yan koltukta otururken Zeki’nin Toyota’sının yol üstündeki hemen her tümseğe girmesini, yirmi metrede bir sarsılmasını hissediyordum. Böyle anlarda Zeki’nin yanında oturmadığımı anlıyordum. Tuhaf şeydi tabii. Arabanın içinde kırk yıldır tanışan iki yabancı gibiydik. Bir ara yıkıntı haldeki iki dev plazanın sağlı sollu çevirdiği, geniş bir sokağa saptığımızda Zeki bana döndü. Karşımda biraz önceki donuk yabancı değil eski Zeki vardı. “Abi,” dedi, “nasıl, bir pot kırmıyorum değil mi? Herif memnun mu?” Binalar Zeki’nin bedenindeki misafirin bağlantısını kesiyordu. Az zamanımız vardı. Bana merak ve takdir bekleyen gözlerle bakması yüreğimi yumuşattı.

Onu yüreklendirmek gerekiyordu. Gerekeni yaptım. “Aslanlar gibi hallediyorsun. Bir sıkıntı yok. Yalnız bu defaki herif arabanın a*ına koyacak gibi görünüyor. Senin bu Müşteri biraz da arıza sanki. Yola çıktığımızdan beri konuşmadı. Etrafa bakıyor. Ama onun dışında bir sıkıntı yok. Bir de terleyip duruyorsun oğlum. Sakin ol. Gerilecek bir şey yok.” Zeki zoraki sırıttı. Bir gözü yoldaydı. Sokağın çıkışına varmak üzereydik. “Abi ben iyiyim. Herif terledi demek ki. Acayip bir adamdı zaten.” Daha uzatmak istemedim. Birazdan sinyali kesen binaların arasından çıkacaktık. “Aman boş ver sen o ibneyi. İyi gidiyorsun se…” Zeki’nin bakışları değişti. Yola bir göz atıp nerede olduğunu kestirmeye çalıştı. Bir-iki sokak sonra bana döndü. “Efendim?” dedi. Sesi son derece ciddiydi. “Bir şey mi dediniz?” Müşteri’nin geri geldiğini anlamıştım tabi. Sigara çıkarıp yaktım. “Yok, sana demedim birader. Kendi kendime konuşuyorum.” Zeki’nin içindeki turist ikna olmuşa benzemiyordu. “Eğer söylemek istediğiniz bir şey varsa...” Lafı uzatmanın manası yoktu. “Yok, arkadaş. Sen yoluna bak. Yalnız sağa sola dikkat et. Çok sarsma arabayı. Aksı, dingili kırarsan parasını ödersin.” Zeki onu tanıdığım günden beri gördüğüm en yapma, en şirin haliyle gülümsedi. “Yok, bir şey olmaz. Daha önce de sürdüm bu arabalardan. Savaş öncesi Toyota’lardan, terörist pikaplarından.” Toyota’yı sadece teröristler mi kullanıyordu? Hatırlamaya çalıştım. Sonra da boş verdim. “Yola dikkat et sen yine de.” Sigaramı camdan atıp dışarıyı seyretmeye koyuldum. Zeki’nin üç otuz paraya bedenini yeraltında sıkışmış şu ibnelere kiralamasına bozuluyordum ama diyecek bir şey yoktu. Adamlar nakit para ödüyordu.

23


ya bu bir tuzaksa? onu yerimizi öğrenmek için yollamış olabilirler. nereden geldiğini öğrenmeliyiz.

raga onu taşır. ne olursa olsun, o bir kurt. onu burada bırakamayız. iki yüz yıldır klanın dışında tek bir kurt görülmedi.

Ayana YAZAN:

I.BERİL TETİK

ÇİZEN:

SİBEL BOZKURT

2. BÖLÜM

kurdana onu görmek isteyecektir.

25


bunlar bizi kocakarıya götürebilir.

cadıyı bulursak lord bizi ziyadesiyle ödüllendirir...

“...iki, hatta üç köle kazanabiliriz...”

kurdana, bu küçük kurdu lal orman’ın girişinde bulduk. lord’un köpeklerinden kaçmayı başarmış...

küçük kurt haaa! bakalım nereden gelmiş?

26


27


BİR KAMP ATEŞİ ÖYKÜSÜ Ege’nin insanoğlu tarafından henüz tam anlamıyla keşfedilmemiş ender koylarından birinin eşsiz manzarasına bakıyordu beş arkadaş. Belki sık ağaçların tekinsiz görüntüsü, belki denizi yaran ürkütücü yükseklikteki kayalık, belki de zorlu yol caydırıyordu insanları buraya gelmekten. Veyahut henüz burayı mesken tutmaktan vazgeçmemiş gizemli bir Anadolu yaratığı vardı, kim bilir. Sebep her ne idiyse, bu beş arkadaşın kısa bir süreliğine de olsa kendilerini İstanbul’un iltihaplı atmosferinden kurtarıp yola çıkmalarından alıkoyamamıştı. Nihayetinde manzaranın karşısında ateşlerini yakmış, kampların vazgeçilmezi olan ateşbaşı sohbetlerine koyulmuşlardı. Dakikalar, saatler birbirini kovalamıştı. Zaman gecenin derinliklerine erişirken, piknik tüpünün üzerinde kaynayan çay, varlığının büyük bir kısmını bardaklara dökülmek ve midelere inmek suretiyle yitirmişti. “Bilerek mi dolunaya denk getirdin?” dedi Ali. Gözleri gri dairenin üzerindeki kraterlerde geziniyordu. “Hiç haberim yoktu vallahi, tesadüf oldu,” dedi İrfan. Çayından bir yudum aldı. “Güzel olmuş ama denk gelmesi,” dedi Aylin uyuşuk bir sesle. Nişanlısı Erdi’nin omzuna başını koymuştu. Önceki seneki kampta başka bir kız vardı o omuzlarda. Ama elbette kimse bunu dile getirmeyecekti. Aslen altı erkek üniversite arkadaşının mezun olduklarından beri yaptıkları bir organizasyondu bu. Yani dokuz senedir. Ama şu an o altılıdan sadece üçü oradaydı. İrfan haricinde hepsi yanında bir kız getirmişti. Ali ile Müzeyyen altı senelik sevgili, Erdi ile Aylin ise jet hızıyla tanışıp anlaşıp nişanlanmış bir çiftti. Bu ve bunun gibi pek çok organizasyonun düzenleyiciliğini yapan, aşırı sosyal bir kişiliği olsa da aseksüelliğini cümle âlemin bildiği İrfan ise halinden gayet memnun görünüyordu. “Ee, son bir senenin değerlendirmesini yaptık. Herkes içindekileri döktü, yedik içtik, rakı sonrası çayımızı da bitirmek üzereyiz, şimdi ne yapsak?” dedi Erdi. Omzundaki Aylin’in artık rahatsızlık verdiğini gözleriyle ima ediyordu. Ya kızı ayıltacak bir aksiyona girişmeli, ya da çadırlarına geçip uyumalıydılar. “İrfan bu seneki korkunç hikâyesini anlatmadan yerimden kıpırdamam ben,” dedi Ali. “Doğru lan, kamp ateşi öyküsünü unuttuk. Gerçi sen geçen seneki kömürlükteki yaratık hikâyesinde altına s*çıyordun, hatırlatayım,” dedi Erdi. “Şşt, hanımların önünde terbiyemizi bozmayalım.” “Haha, sizin küfürleriniz mi bozacakmış terbiyemizi?” dedi Müzeyyen. Dili yumuşamış, peltekleşmişti. Aralarında içki en çok ona dokunurdu ama buna asla ikna olmazdı. “Senin ben tee...” “Hop hop hop tamam,” diye sevgilisinin ağzını eliyle kapattı Ali. Gülüştüler. 34

“Peki madem,” dedi İrfan. “Aklımda bir şey var. Kısa bir şey. Ama bu seferki gerçek olabilir.” “Nasıl gerçek olabilir?” “Askerdeki Çorlulu bir arkadaş anlattı bunu. Kendi başından geçmiş.” “Hadi canım.” “İnsanlığa dair kutsal ne varsa üzerine yemin etti valla.” “İnandın mı cidden?” “Ne yalan söyleyeyim, inandım ben.” “İyi, anlat bakalım. Ne kadar korkunç olduğuna biz karar verelim.” İrfan kısa bir süre sessiz kaldı. Birkaç yudum çay içti. Arkasında topladığı uzun saçlarını kurcaladı. Bir şey anlatmadan önce hep buna benzer bir ritüeli gerçekleştirdiği için kimse bir şey demedi. Çünkü kafasını bir kez topladıktan sonra bir edebi eser sunarcasına, takılmadan etmeden, konuşma dilinden ziyade masal dili kullanarak anlatırdı hikâyesini. Yine öyle başladı. Gözleri doğruca ateşe bakıyordu. Sanki oradan okuyormuş gibi. *** “Sene doksanların başı. Asker arkadaşım Kadir daha yedi sekiz yaşında. Çorlu’nun merkezinde bir apartman dairesinde anne babasıyla ortalama bir hayat sürüyorlar. Bir de kardeşi var, daha birkaç aylık. Aslında ailenin yeni bir çocuk arzusu yokmuş ama Kadir arkadaşlarının kardeşlerini görüp çok özeniyormuş. ‘Bana hastaneden bir kardeş getirin,’ diye diye başlarının etini yiyormuş. İki sene, üç sene idare etmişler. Ama bakmışlar, çocuk hakikaten çok mutsuz. Yemesi içmesi kötüleşmiş, kilo vermiş, hastalanmış. Daha kötüsü arkadaşlarından uzaklaşmış, kimseyle konuşmaz olmuş. Öyle ağzı açık, televizyon izlemekten başka bir şey yapmıyormuş. Okula başlamış ama ona da ilgi göstermemiş. Okuma yazmayı sınıf arkadaşlarından geç sökmüş mesela. Anne babası tüm bunları kardeş isteğiyle bağdaştırmışlar; demişler bu gidişle tek çocuğumuzu da kaybedeceğiz. Bir tane daha yapalım, bari Kadir’in gönlü olsun, arkadaş olsunlar birbirlerine. Sonra anne hamile kalmış. Sekiz ay yirmi gün sonra doğurmuş. Ama öyle prematüre değil, tosun gibi bir kız çocuğu doğurmuş. Dört kilonun biraz altında, elli beş santimlik, sanki erken çıkmak için hızlı hızlı büyümüş bir bebek. Tabii bunların hiçbirinden anlamıyor Kadir. Daha çocuk. Onun için önemli olan artık onun da bir kardeşinin olması. Diğer çocuklardan geri kalmayacak olmak. O yüzden de mutlu. Gelelim bebeğin birkaç aylık olduğu zamana. Kadir, kardeşinin diğer bebekler gibi olmadığına dair tuhaf bir kanıya kapılmış. Dışarıda gördüğü bebekler sevimli, saftirik şeylerken onun kardeşi ciddi görünüşlü, abuk subuk hareketler yapmayan, sakin bir tipmiş. Oyun oynamaya tenezzül etmiyor, hem abisinden hem de diğer insanlardan hazzetmiyormuş. Annesi defalarca Kadir’e, saçmaladığını, onun da sıradan bir bebek olduğunu,


YAZAN: GÖKCAN ŞAHİN

belki kendisinin bebeğin üzerine fazla gittiğini söylemiş ama Kadir ikna olmamış. Bebek ona hep nefretle bakıyormuş, bir türlü o kardeş mutluluğunu yaşatmıyormuş. Hatta birkaç kez tıslayarak elini ısırmaya çalışmış. Kadir özellikle geceleri bebekten korkar hale gelmiş. “Gel zaman git zaman, bebek bir yaşını geçmiş. Okulların kar yağışı nedeniyle tatil edildiği bir kış günü Kadir alışkanlıkla sabah erkenden kalkmış. Babası işe gitmek için yola koyulmuş, annesiyse mutfakta bir şeylerle uğraşıyor, muhtemelen yemek pişiriyormuş. Bizimki, pencereden izlediği kocaman kar tanelerinden sıkılınca cayır cayır yanan kömür sobasının az ötesindeki beşikte uyumakta olan kardeşinin yanına gitmiş. Uyansın da biraz can sıkıntısını geçirsin diye beşiği bütün gücüyle sarsmış. Bebek sıçrayarak gözlerini açmış ve açar açmaz dikilip abisinin suratına hırlamış. Kadir donakalmış çünkü kızın gözbebekleri tıpkı bir yılanınkiler gibi ince çizgiler halindeymiş. Göz akı da yeşilimsiymiş. Ayrıca ona doğru hırlarken gösterdiği dişler yeni yeni çıkan bebek dişleri değil, filmlerde gördüğü en korkunç canavarlarınki kadar keskin, sivri, uzun ve sarımtırakmış.

İLLÜSTRASYONLAR: SERHAN YENİLMEZ

Kadir şoku atlatır atlatmaz bütün gücüyle çığlık ata ata annesine koşmuş, bacaklarına sarılmış. ‘Kardeşim bir canavar!’ diye tekrarlayıp durmuş. Belki on, belki yüz kez. Kendini durduramıyormuş bir türlü. Nihayet annesi onu zar zor sakinleştirmiş, kardeşinin yanına götürmüş birkaç saat sonra. Gayet normalmiş gözleri, ağzı, her şeyi. Hatta aksine her zamankinden daha sevimli bir şekilde, mahcup mahcup bakıyormuş. Annesi bebekle biraz oynaşıp Kadir’i ‘o izlediğin korkunç filmlerin etkisinde kalıyorsun,’ diye azarlamış. “Her neyse, asıl korkunç olay birkaç gün sonrasında oluyor. Kar iyice çığırından çıkmış, tipi camları şangırdatıyor. Kadir’i uyku tutmamış gece. Günlerdir zaten kız kardeşinden başka bir şey düşünmüyor, o gördüğünün hayal olup olmadığından da bir türlü emin olamıyor. Kalkmış yataktan. Parmak uçlarıyla yürüyerek odasından çıkıp kardeşinin beşiğine gitmiş. Beşik holdeki sobanın yakınında dururmuş; ebeveynlerinin odasında değilmiş. Ama yatak odasından görünecek şekildeymiş. Anne yatağında doğrulduğu an kapıdan görüyormuş yani beşiği. Kadir birkaç saniye

35


YAZAN/ÇİZEN:

KRALINA

DEVRİM KUNTER

ISYAN 4. BÖLÜM

açılın! yol verin!

fahişe!

KATİL!

HAİN!

REZİL!

kahpe!

37


bugün burada adaleti sağlamak için bulunuyoruz!

“bir zamanlar ait olduğu makama layık olmayan bu kadın...”

“...layık olduğu cezaya burada çarptırılacak!”

“hepinizin gözleri önünde kellesi vurulacak!” “şimdi megaşah’ımızın betigini okuyacağım.”

korkma kızım. gözlerini kapa ve nefesini tut.

38


“merak etme çok kolay olacak.” “bir yerine iki ok atarsın olur biter.”

sanki iki ok atmak arzın en kolay işi!

umarım biri hedefini bulur!

39


NERDEN BAKSAN MİKHAEL DE KAHRAMAN YAZAN: SİBEL KÖROĞLU

İnsanoğlu kalemle kâğıda yazılmış kaderini silmek yerine üstünü karalayıp baştan yazdı. Hafif bir sızı vardı kolunda, önemsenecek kadar değildi. Etiket gibi bir yara bandıyla kapatmışlardı bileğinin üst kısmını. İzi geçince çıkartacaklardı ama sakın kendisi çıkarmamalıydı, ince işlerdi bunlar, hiçbir şeye kendisi müdahale edemezdi, zaten umurunda da değildi. Eve gidip sandviç yemek dışında hiçbir şey umurunda değildi ve yerken şimdi kolundaki bu sızı sayesinde ileride yiyeceği lüks ve lezzetli yemekleri düşünecekti. Şaşılacak şeydi karşısına çıkan bu fırsat, çok iyi olmuştu, tam da aradığı cinstendi. *** Çip koluna takıldığından beri ilk defa hastalanmıştı. Müthiş bir baş ağrısı ve halsizlikle uyandı, grip olmuştu. Bu çok iyiydi işte. Daha önce söylenildiği gibi kliniğe gitti hemen, beyaz boyalı, tavanları floresanlarla donatılmış klinikte yine midesi bulanır gibi oldu. Bu beyazlık gözünü alıp, başını döndürüyordu. Danışmaya “Hasta oldum, hemen doktor Shalom’u görmem gerek,” dedi. Muayene odasına aldılar Mikhael’i, bütün doktorlar toplanmıştı, galiba hastalanan ilk denekti. Çipi kontrol kumandasında harekete geçirdiler ve gribi üç dakika geçmeden iyileşmişti. “Nasıl hissediyorsun?” diye sordu Mikhael ile bire bir ilgilenen doktor Shalom. “Gayet iyiyim,” dedi, hatta belki eskisinden bile daha iyi. “Nasıl iyileştim?” “Vücudunun sağlıklı hâlini hafızaya aldı çip, hastalandığında çipi devreye soktuk ve işlerin nasıl yürümesi gerektiğini vücuduna hatırlattı. Yediklerine, içtiklerine dikkat etmiyorsun değil mi?” diye sordu doktor uyaran bir edayla. “Hayır tabii ki etmiyorum,” diye cevapladı Mikhael. “Sadece sandviç yerim ben daha önce de söylediğim gibi.” “Kırmızı meyvelerden uzak duruyoruz,” dedi doktor işaret parmağını sallayarak. Doktorlardan biri “Bunun ne kadar gizli bir süreç olduğunu biliyorsun değil mi?” diye Mikhael’i uyardı. “Tamam,” dedi doktor Shalom, “Şimdi gidebilirsin.” Çıkarken danışmada bekleyen iki kişi gördü, ilk hastalanman mı diye sordu biri heyecanla. “Evet,” dedi.“Ya siz?” “Ben hafif halsiz hissediyorum kendimi ne olur ne olmaz diye geldim,” göz kırptı pis pis sırıtarak. “Bu operasyon için de para alacakmıyım?” diye sordu Mikhael danışmadaki kilolu, sinirli, siyahi adama. Kâğıdı ver bakalım dedi adam. İnceledikten sonra “Ee, evet oryantasyon ve biraz da motivasyon için küçük müdahalelerde de para alacaksınız, en geç yarına kadar hesabına yatmış olur paran.” “Peki, ne kadar ödeyeceksiniz?” “İki bin Euro.” “Grip için ödenen bu kadar mı?” “Evet ücret, hastalığının derecesine göre ödenir.”

İLLÜSTRASYON: ALİ YAĞIZ KANİ

Willy ile her zaman oturdukları eski bir binanın üçüncü katındaki rutubetli, karanlık barda oturdular. “Artık hasta olamıyorum Willy,” diye yakındı. Kolumu veya bacağımı falan kırmamız lazım. Büyük vurguna daha var gibi görünüyor.” Willy, Mikhael’in bileğini tutup merakla inceledi. “Hiç iz kalmamış, nerede tam olarak?” diye bileğinin üst kısımlarına parmağıyla dokundu. “Ben de mi taktırsam ha ne dersin?” “Olmaz Willy, sen kendiliğinden gidemezsin, onlar seni seçerler.” “Seni neden seçtiler?” “Çünkü benim ailemde kanser genetik; böbrek, akciğer, safra bütün lanet hastalıklar var,” deyip güldü. “Bu adamların asıl amacı kanseri tedavi etmek. Diğer hastalıkları ilaçla da iyileştirebiliyorlar. Benim kansere yakalanma şansım çok yüksek olduğu için seçtiler beni. Kliniğe gelenlerin çoğu da böyle. Şu an sağlıklı ama ileride ciddi hastalıklara yakalanma şansı yüksek olanları seçiyorlar.” “Şans değil, risk denir ona.” “Hayır Willy benim durumumdakiler için bu bir şans. Hem sen zaten akciğerlerinden hasta değil misin, imkânı yok almazlar seni. Ayrıca bu çok gizli bir süreç, sakın ağzını açıp kimseye anlatayım deme.” *** Kolunu kırdıktan sonra aldığı para da tükenmişti bugün, ufak tefek bütün hastalıkları iyileşmişti, klinikten para alamıyordu artık, tekrar kolunu veya bacağını falan kırarsa ona ödeme yapmayacaklardı çünkü bunu para alabilmek için yaptığını biliyorlardı. Sert bir dille uyarmışlardı onu. *** “İki yıl oldu , verdikleri paralar tükendi, kanser olamıyorum Willy.” “Kanser olana kadar girip bir işte çalışsan?” “Sana daha önce de söyledim Willy, bu köle sisteminin bir parçası olmayacağım.” “Ama sen halihazırda bir sistemin kölesisin zaten. Kullansınlar diye vücudunu o kliniğe verdin.” “Umurumda değil Willy! Kendiliğimden kanser olamazsam dışarıdan vücuduma onkovirüs verecekler, kendiliğimden kanser olma süremin dolmasını bekliyorum, kanser olup da deneyi tamamladıktan sonra kazandığım parayla sana kimin köle olduğunu göstereceğim...” “Ya deney başarısız olursa, ya iyileşemezsen?” “Boşversene, parasız yaşamın kanserli yaşamdan ne farkı var ki...” *** 47




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.