6 TL
KDV DAHİL K.K.T.C. FİYATI
7 TL
KARA ZEYBEK DEVRİM KUNTER YARKIN SAKARYA
COGİTO
TEVFİK UYAR ONUR AKKİRİŞ
AKBABA ŞEHRİ KADİR ÖZEN BORA ÖRÇAL
ÇÖL
DEMOKAN ATASOY A. GÖKHAN GÜLTEKİN
UÇAN KALE
DEVRİM KUNTER DİNÇ ONUR AYDIN
KAPTAN, ORTA KAPI!
ONUR SELAMET ETHEM ONUR BİLGİÇ
DÜNYANIN EN BÜYÜK NESNESİ
ZAFER OKUR
SALI SALLANIR ÇARŞAMBA BEYAZ ÇARŞAFA DOLANIR BEYZA TAŞDELEN MERCAN AYTUNA
KRALINA İSYAN
DEVRİM KUNTER
Yabani’nin 7. sayısıyla birlikteyiz. Dergimiz "Kara Zeybek"le başlıyor. "Kara Zeybek", Devrim Kunter’in yazıp, Yarkın Sakarya’nın çizdiği, “Ülkemizde Amerikan çizgi romanlarındaki gibi intikamcı süper kahraman olur mu, olursa nasıl olur?” sorusunu cevaplamaya çalışan bir çizgi roman.
İÇİNDEKİLER
Merhaba!
Yine Kadir Özen ve Bora Örçal birlikteliğiyle gerçekleşen "Akbaba Şehri" çizgi romanı "Tuzlu Su" bölümüyle devam ediyor. Bu ilginç dünyayı yavaş yavaş tanımaya devam ediyoruz. Geçen sayıda başladığımız “Uçan Kale”, ikinci bölümüyle devam ediyor. Kahramanlarımız adım adım “büyü” olarak adlandırdıkları teknolojiyi çözmeye uğraşıyorlar. “Dünyanın En Büyük Nesnesi”, Zafer Okur’un yazıp çizdiği masalsı tarzda fantastik bir çizgi roman. “Kralına İsyan” bu bölümünde hem Büke Hatun’un yeni hayatını, hem de Megaşah cephesini gösteriyor. Hikâyelerimize gelince: “Cogito” Tevfik Uyar’ın Pera Müzesi Blog'un Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği iş birliğiyle sunduğu "Gece Yarısı Öyküleri" kapsamında "Katherine Behar: Veri Girişi" sergisinden ilham alarak yazdığı bir hikâye, illüstrasyonu Onur Akkiriş'e ait. Demokan Atasoy’un “Yolcu” hikâyesi “Çöl” bölümüyle devam ediyor. Hikâyeye bu sefer A. Gökhan Gültekin’in illüstrasyonu eşlik ediyor. Bu ay iki hikâyemiz Kayıp Rıhtım’dan geldi. Beyza Taşdelen’in yazdığı, Mercan Aytuna’nın illüstrasyonunun eşlik ettiği “Salı Sallanır Çarşamba Beyaz Çarşafa Dolanır” ve Onur Selamet’in yazdığı, Ethem Onur Bilgiç’in illüstrasyonuyla okuyacağınız “Kaptan, Orta Kapı!”. "Akbaba Şehri" içerikli kapağımızı Volkan Küçükemre çizdi iç kapağımız Ethem Onur Bilgiç’ten geldi, arka kapağımız ise Aykut Aydoğdu’ya ait. Son söz yine aynı: Gelecek sayılarımızda farklı yazar ve çizerlerimiz olacak. Yabani Dergi’nin değişken kadrolarla ilerlemesini ve genç yeteneklere yer açmasını hedefliyoruz. Hikâyeleriniz için hikaye@yabanidergi.com, çizimlerinizi göndermek için cizim@yabanidergi.com ve çizgi roman projeleriniz için cizgiroman@yabanidergi.com adreslerinden iletişime geçebilirsiniz.
facebook.com/yabanidergi
twitter.com/yabanidergi
KARA ZEYBEK
02
COGİTO
09
AKBABA ŞEHRİ
12
ÇÖL
18
UÇAN KALE
20
KAPTAN, ORTA KAPI!
25
YAZAN: DEVRİM KUNTER ÇİZEN: YARKIN SAKARYA
YAZAN: TEVFİK UYAR İLLÜSTRASYON: ONUR AKKİRİŞ
YAZAN: KADİR ÖZEN ÇİZEN: BORA ÖRÇAL
YAZAN: DEMOKAN ATASOY İLLÜSTRASYON: A. GÖKHAN GÜLTEKİN
YAZAN: DEVRİM KUNTER ÇİZEN: DİNÇ ONUR AYDIN
YAZAN: ONUR SELAMET İLLÜSTRASYON: ETHEM ONUR BİLGİÇ
28 SALI SALLANIR ÇARŞAMBA BEYAZ ÇARŞAFA 33
DÜNYANIN EN BÜYÜK NESNESİ
YAZAN / ÇİZEN: ZAFER OKUR
DOLANIR
YAZAN: BEYZA TAŞDELEN İLLÜSTRASYON: MERCAN AYTUNA
KRALINA İSYAN
YAZAN / ÇİZEN: DEVRİM KUNTER
KAPAK VOLKAN KÜÇÜKEMRE İÇ KAPAK ETHEM ONUR BİLGİÇ ARKA KAPAK AYKUT AYDOĞDU BALONLAMA OZAN ÇAĞATAY
36
EDİTÖRLER ALP BİLGİN HAKAN TUNGA KALKAN İLKE KESKİN CENK KÖNÜL ÖZGÜN MUTİ ONDORDAKİ ALİCAN SAYGI ORTANCA S. EMRE TAŞKIRAN FATİH YÜRÜR
instagram.com/yabanidergi
ARALIK 2016 SAYI: 07 BİLİM KURGU • FANTASTİK • KORKU • ÇİZGİ ROMAN DERGİSİ - AYLIK YAYGIN SÜRELİ YAYIN EFENDİ YAYINLARI İMTİYAZ SAHİBİ: DEVRİM KUNTER SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: DEVRİM KUNTER ADRES: KAMELYA SK. C71/2 No:27/5 ATAKENT - KÜÇÜKÇEKMECE / İSTANBUL E-POSTA: bilgi@yabanidergi.com BASKI: YIKILMAZLAR BASIN YAY. PROM. ve KAĞIT SAN. TİC. LTD. ŞTİ. (0212) 630 64 73 GENEL DAĞITIM: DPP (0212) 622 22 22 ISSN: 2459-2080
BİLİM KURGU • FANTASTİK • KORKU • ÇİZGİ ROMAN DERGİSİ
Yabani Dergi’de yayınlanan tüm yazı, çizgi roman ve karakterlerin yayın hakları saklıdır. Yayınevi, yazar ve çizerinin izni olmadan tanıtım amaçlı alıntılar dışında hiçbir şekilde çoğaltılamaz.
www.yabanidergi.com
YAZAN: DEVRİM ÇİZEN:
Belediye başkanına yönelik yolsuzluk soruşturması durduruldu. Yüksek Mahkeme Heyetinin verdiği gerekçeli kararda, devlet faydası için çalışan görevlilerin yolsuzluk yapmalarının mantıksızlığı üzerinde duruldu.
Ülkenin b*ku çıktı resmen!
Rezilliğin bini bir para.
Kendilerini “nükleer fabrika yapılmasına engel olmaya çalışan çevreci” kılığına sokan teröristler...
Terörist, terörist! Ama kim terörist onu düşünmek lazım...
500 kg. Eroinle yakalanan başSAVCı, yürüttüğü soruşturmayı engellemek isteyen güçlerin kendisine komplo kurduğunu...
Sallandıracaksın bunlardan üç beş tanesini meydanda... Bak bir daha yapıyorlar mı?
KUNTER YARKIN SAKARYA
Gece olunca bütün hayvanlar dışarı çıkar...
Hasta ruhlu psikopatlar...
Ruhunu üç kuruşa satanlar...
Onursuz alçaklar...
Bugün sağlam bir yağmur yağacak...
...ve bütün bu pislikleri temizleyecek.
COGITO YAZAN:
TEVFİK UYAR
İLLÜSTRASYON:
ONUR AKKİRİŞ
Duruşma salonunun büyük bir mekân olacağını hayal etmişti. Hiç de öyle değildi. Kendi evinin salonu kadar bir yerin bir tarafını biraz yükseltip, üzerine yüksek bir kürsü yerleştirmişlerdi. Hâkimler, savcılar orada oturuyorlardı. Alt tarafta da eskimiş ve yer yer aşınmış ahşap bir parmaklık bulunuyordu. İşte orası da kendi yeriydi. Yanında da avukatı otursun diye başka bir sıra. Arkada da olmayan kalabalığa ayrılmış, yirmi otuz kadar sandalye, sıkış tepiş yerleştirilmişti. Sanık olarak girdiği duruşma salonundan idam hükümlüsü olarak çıkması on beş dakika ya sürdü, ya sürmedi. Hatırladığı birkaç detay vardı: Ahşap parmaklığın önünde öylece dururken mübaşir kollarını bağlamasını işaret etmişti. O da bir suçlu gibi durdu böylece. Bir de hükmün okunduğunu hatırlıyordu. Avukatına dönüp bakmıştı o sırada. İnce kaşlarını kaldırıp başını bir yana eğmişti avukat. O kadar. Tekrar cezaevine taşınırken, olan bitenin bir rüya olup olmadığından emin olmaya çalışıyordu. Bir bedeni imha etmek, bu kadar kolay bir iş miydi? Öyleymiş demek ki. İki hecelik bir şey. Hemen yakındaki cezaevine varır varmaz avukatının görüşme odasında beklediğini söylediler. Baronun atadığı avukat bacak bacak üstüne atmış, ellerini kucağında kavuşturmuş, önünde boş bir not defteri, kendisini bekliyordu. Gardiyanlar sanki bakınca görmeyecekmiş gibi karşısındaki sandalyeyi gösterdiler. Doğrulan avukat “Elimden geleni yaptım inan…” dedi ilkin. O kısa sürede ne yapmıştı ki? Bir şey yapmıştı da adam mı görememişti? “… Ama artık idam kararlarını daha kolay veriyorlar,” diye ekledi. “Ne de olsa gerçek bir ölüm değil…” “Gerçek bir ölüm değil mi?” diye geçirdi içinden adam. Dışından alaycı alaycı güldü farkında olmadan. “Demek gerçek bir ölüm değil… Yaşamak nedir? Sadece varlığın farkında olmak mı?” Gözlüklerini çıkarıp saçını açsa, biraz da makyaj yapsa pek güzel ve alımlı görünecek olan avukat kadın, bu defa bacaklarını çözüp gizli bir şey söyleyecek gibi masaya iyice eğildi. “Descartes ne demiş? ‘Düşünüyorum öyleyse varım’. Varlığın sürdükçe gerçek bir ölüm olmaz. Düşünmeye devam edeceksin. Hatta konuşmaya… Yakınlarınla bile iletişim kurabileceksin hâlâ. Dünyayı takip edebilecek, haberleri izleyebilecek… Ne bileyim işte… Yaşayan birinin yaptığı pek çok şeyi yapabileceksin. Daha ne istiyorsun? Hapis cezası alıp da parmaklıklar ardına mı tıkılsaydın?” Adam düşündü. Demek ki avukat kadın, iletişim kurmayı sadece konuşmak sanıyordu. Sevdiğine sarılmak, elini tutmak, biriyle gurur duyduğunda onun sırtını sıvazlamak, teşekkür ederken minnet duygusuyla el sıkmak… Ya bunları iletişimden saymıyordu ya da teselli etmeye çalışıyordu. “Bu kadar arzu edilir bir şey madem yer değiştirebiliriz,” dedi adam geriye yaslanırken.
Müstehzi bir ifade vardı hâlâ yüzünde… Avukatın masasında duran sigara paketine uzanıp bir dal aldı. Yine avukatın incecik çakmağıyla yaktı sigarasını. Kocaman parmakları zorlanmasına neden oldu. “Mesela sigara içemeyeceğim,” dedi dumanı üflerken. “Yemek yiyemeyeceğim… Bir butu kemiğinden kavrayıp, kızarmış derisin lezzetini ala ala kemiremeyeceğim. Terleye terleye sevişemeyeceğim…” diye ilave etti. “E o kadar olacak canım… Cinayet hükümlüsüsün sen. Bir başkasının canını aldın. O canını aldığın adam da yapamayacak bunları. Sen de onu bir buluta mahkûm ettin. Kısasa kısas…” Evet öldürmüştü… İdam cezası vermek nasıl kolaylaşmışsa, öldürmek de kolaylaşmıştı çünkü. Yakalanmak, kaçmak da imkânsızlaşmıştı. Maktul, görgü tanığıydı aynı zamanda. Peki, kendini “ne de olsa gerçek bir ölüm değil” diye savunsaydı? İşe yarar mıydı? Maktulün bedeni ölmüştü sadece. Tüm bilinci bir veri bankasındaydı. Belki şu an eşiyle sohbetteydi. Anca vicdanını susturabilirdi böyle. “Hatta ailesi hemen itiraz edecektir bu karara. Öldürdüğün adamla aynı şartlardasın… Kıymetini bil diyorum bak sana. Hem… Mesele sadece kısas da değil. Sonuçta cinayet suçu işleyenleri topluma yeniden zarar vermekten alıkoymanın bir yolu bu. Modern hukuk böyle işliyor. İşine gelirse…” “Sen kimden yanasın avukat?” dedi adam. Gözlerini kısıp bakarken, derin bir nefes daha aldı sigaradan. “Kimseden değil… Neyse onu söylüyorum.” “Peki, şu çalışma cezası nedir? Ölü adam çalıştırılır mı yahu?” “Eh… İşte maktulden farkın da burada zaten. Günde dört saat, bir elektronik işlemcinin yerini alacaksın.” “Nasıl yani?” “Basbayağı… Zihin emeği harcayacaksın yani. Misal buranın kapılarını kontrol eden devre…” “Eee?” “İşte birileri kapıyı açma düğmesine bastığında. Bu işi bilgisayar yapmayacak. Sen yapacaksın. O kapının açma komutu, senin zihninden gidecek.” “Saçmalık bu… Ne gerek var?” “Bence de lüzumsuz… Ve saçma evet! Ama zaten insanları adam başı iki metrekare düşen parmaklıklı bir odaya tıkmak da saçmaydı. Mantıklı bir ceza olmaz. Ceza, cezalandırmak için değil, zarar göreni ya da yakınlarını rahatlatmak içindir,” dedi avukat. Gözlüğünü çıkardı, güzelleşti. Tekrar arkasına yaslanıp bacak bacak üstüne attı. Cübbesinin içinde, daha bir çekici göründü adama.“Kadın olmayacak” diye geçirdi adam içinden. “Sevişmek olmayacak… Daha kötü ölüm mü var?” “Efendim?” “Yok bir şey.” “Ne diyordum? Ayrıca Adalet Bakanlığı’nın işgüzarlığı bu. İdam edilenlerin topluma hizmet etmesini sağlıyorlarmış, onları işe yarar kılıyorlarmış, bulutta yararsız bir zihin veri kümesi olmalarının önüne geçiyorlarmış da…” Sigarasından bir tane aldı. Adam hızlı davranıp iri parmaklarıyla ince çakmağı çakıp, kadının sigarasını yaktı. “Teşekkürler çok naziksin… Neyse işte. Aslında amaç seni günde dört saat özgürlüğünden koparmak,” dedi. Dudaklarını büzüp, ince bir kanal halinde üflüyordu dumanı.
YAZAN:
KADİR ÖZEN
ÇİZEN:
BORA ÖRÇAL
RENK:
ERTAN CEYHAN
TUZLU SU
Akbaba şehri yakınları.
Lanet olasıca çapulcu!
Bir şey yapmadım!
Özgür Şehrin topraklarında yağma yapıyorsun pislik!
ÇÖL
YAZAN: DEMOKAN ATASOY
YOLCU BÖLÜM 3 İLLÜSTRASYON: A. GÖKHAN GÜLTEKİN
Monoton kumun içinde, çadırların arasına girene dek fark etmedikleri köye vardıklarında, gün batımı da serin bir pike gibi güneşten kavrulmuş bedenlerinin üstüne yayılıvermişti. Adamlardan birkaçı keçileri arabadan ayırıp ağıllarına yönlendirirken bir diğeri de günün tek öğününü dağıtmaya başlamıştı. Targu, huzurlu bakışlarıyla Kambur’un kuruyup kan çanağına dönmüş gözlerine baktı. Yarılıp parça parça olmuş dudaklarının arasından anlamsız mırıltılar çıkartan Kambur, her kelimeyle çenesinden süzülen kanın farkında bile değildi. Önce suya uzandığında Targu onu güçlü ama narin bir hamleyle engelledi. Doğrulmaya mecali kalmamış arkadaşının üzerine eğildi. Hamurunu suya banıp yumuşatarak minik parçalara ayırdı ve ağır hareketlerle küçük adama yedirdi. Kendi payını da ona yedirdikten sonra gözleri biraz daha anlamlı bakmaya başlayan Kambur’un kaptaki suyu kana kana içmesine izin verdi. Midesinde şişen hamur onu sabaha kadar huzurlu bir uyku çekebileceği kadar doyurmuş olmalıydı. Kendi kendine mırıldanmaları azaldı ve gözkapakları ağırlaştı. Targu, dizine kıvrılmış yatan adamın minnet duygularını açıkça hissediyordu. Elini güven veren ağırlığıyla Kambur’un omzuna koydu ve uykunun onu almasına izin verdi. Adamlar kısa sürede çadırların arasında kaybolmuş, köy derin bir sessizliğe gömülmüştü. Arada esen hafif kuru rüzgârın sallandırdığı bir iki çadır kapısı ve çadırların üzerindeki kumaş parçalarının hışırtıları dışında devasa bir sükûna gömülmüşlerdi. Savaşçıların değerli olduğu her halinden belli olan işlemeli kıyafetlerine tezat, kaba kumaşların birbirine eklenmesiyle yapılmış ve bazı yerleri derilerle yamanmış çadırları Targu'nun dikkatini çekti. Burası yaşadıkları yer olamazdı. Buranın sadece basit bir karargâh olduğuna karar verdi. Bir yandan zorla alıkonulmak, onu için için huzursuz etmiş olsa da diğer yandan, yaşadıkları çöl gibi kuru ve acımasız bu adamların onun için nasıl planlar kurduğunu merak etmişti. Yola çıkmadan hemen önce, son kez Ha'mi'ye dönüp onu kibirli gülümseyişiyle selamlayışını hatırladı. Ha'mi ise durgun bakışlarını onunkilerden ayırmadan, tüm nezaketiyle, nasırlı avuçlarını dudaklarına götürüp onu saygı ve anlayış dolu bir hamleyle selamlamıştı. Targu o bakışların durgunluğunun çağların tecrübesinin bir sonucu olduğunu düşünmüştü hep... Oysa artık, yaşam süreleri kendi diyarının bebekleri kadar bile olmayan bu insanların dünyasına gireliberi çok şey değişmişti. Savaşçının içindeki o huzur en az Ha'mi'ninki kadar doğal ve derindi. Bunu sadece yaşanmışlıklarla açıklaması mümkün değildi. Targu uzun süreden beri ilk defa bir şeyi gerçekten merak ediyordu ve bu his hoşuna gitmişti. Yol onun için daha neler hazırlıyordu? Kampın merkezinde, sadece girişinde çamurdan birer heykel gibi kıpırtısız dikilen nöbetçilerin siluetleri sezilen büyük çadırın ağzındaki kumaşlar aralandığında, yerinde duramayan kandil ışığı kampın kalbine ani bir parlaklık yaydı. Baştan ayağa kumaşlara sarılmış, ince bir figür çadırdan ayrılıp, diğerlerinin arasında kayboldu. Kandil ışığı da parladığı hızla
gecenin derinliğinde boğulup gitti. İlk bakışta çölün göbeğine tamamen amaçsızca dağılmış gibi görünen çadırların arasında her biri birbirine eşit aralıklarla bırakılmış koridorlarda zarifçe süzülen ince bedeniyle, kumaşlar içindeki figür aniden durulan gece havasını yararak kafese yaklaştı. Targu ilk andan itibaren hedefin kendisi olduğunu hissetmişti. Ama kafesin tekerinin dibinde uyuklamaya başlamış nöbetçi, karanlık figür önüne gelip durana dek hiçbir şeyin farkına varmamıştı. Kumaşlar içindeki, eğilip nöbetçinin kulağına bir şeyler fısıldarken, zavallıcığın yaşadığı korkudan kaskatı kesilişi Targu'nun dikkatinden kaçmamıştı. Nöbetçi uyanıp ona fısıldandığını hissettiğinde mızrağına sarılıp diğerini tek hamleyle, şişe geçirebilirdi ama tek bir kasını bile kıpırdatamamıştı. Targu buradaki güç dengelerini anlayabilmesinin çok zaman gerektirebileceğini düşündü. İnsanların güçleri sadece bedenlerinden kaynaklanmıyordu bu diyarda. Nöbetçi, doğrulttuğu mızrağına yaslanıp, tir tir titremeye başlamış iri bacaklarının elverdiğince hızla ayaklanıp kafesin kapısını açarken, Targu bu dünyanın alışmaya başladığı garip kokularına hiç de benzemeyen, içini beklenmedik bir heyecanla dolduran yepyeni bir kokuyla sarsıldı. Kambur sanki onun şaşkınlığını hissetmişçesine huzursuzca kıpırdanıp, anlaşılmaz birkaç şey mırıldandıktan sonra derin uykusuna döndü. Kokunun kaynağı, kumaşlar içindekiydi ve kafes kapısı açıldığında, ufacık, eldivenli elini çöl gecesinin bir parçasıymışçasına uyumlu bir hareketle kaldırıp Targu'yu işaret etti. Targu ağır bir hamleyle, kapıya yöneldiği sırada onu sersemletenin bu tanımadığı koku mu yoksa onu çağıranın o kumaşlar altına özenle sakladığı ve en ufak bir açık dahi vermeyen benliği mi olduğunu kavrayamamıştı. Karşısındakini hissedemiyor, ne düşündüğünü, ne istediğini bilemiyordu. Merakını uyandıran çöl savaşçısının o derin huzurundan çok daha şaşırtıcı bir duygu yoğunluğu vardı kumaşlar içindekinin ama ser verip sır vermiyordu. Kafesin dar kapısından eğile büküle çıktı. Ona kapıyı açan nöbetçinin yanında doğrulup, kaslarını açtı. Adamdan en az bir baş daha uzundu ve enli omuzlarıyla kafesin ön yüzünü neredeyse tümüyle kaplıyordu. Kumaşlar içindekinin zihninde bir hareket, bir huzursuzluk hissetti. Sersemleyen sadece kendisi değildi. İstemsizce gülümsedi. Ufak tefek figür, atik ama olabildiğince narin bir hamleyle ona arkasını döndü ve kampın merkezine yöneldi. Targu kafese dönüp önce huzur içinde uyuklayan Kambur’a ardından da içindeki korku yerini hafif bir huzursuzluğa bırakan nöbetçiye baktı. Adam Targu’nun her şeyin farkında olduğunu anlamışçasına başını önüne eğdi. Targu, kumaşlar içindekinin peşinden çadırların arasına girdi. Onu göremese de o hayranlık verici kokusunu genzinin derinliklerinde hissediyor, o kokunun yayıldığı teni, içinde gittikçe büyüyen bir merakla arzuluyordu. Ergenliğini aşalıberi böyle garip duygular hissetmemişti. Büyük çadıra ulaştığında kumaşlar içindeki çoktan çadırın içine girmişti bile. Muhafızlar, gözbebeklerinin gecenin karanlığındaki şaşırtıcı ve keskin parlaklığı dışında kıpırtısızdı. Targu tereddüt etmeksizin çadıra girdi. Yoğun karanlık ve çölün melankolik sessizliğinin ardından, çadırın içerde yanan kandilin turuncu ışığına pek yakışan renkleri onu şaşırtmış, dışarıdan neredeyse hiç duyulmayan – daha doğrusu, çölün sessizliğinden garip bir şekilde ayırt edilemeyen- melodinin, rutin yumuşaklığı istemsizce gülümsemesine yol açmıştı.
2. BÖLÜM
YAZAN:
DEVRİM KUNTER
ÇİZEN:
DİNÇ ONUR AYDIN
işte dediğim gibi gayet kolay!
Hotr adına! Bunlar da bizim gibi Zhran.
Önemi var mı? BU PiSlik BÜYÜCÜLERi GEBERTMENiN YOLU BU...
KAPTAN, ORTA KAPI! YAZAN: ONUR SELAMET
İLLÜSTRASYON: ETHEM ONUR BİLGİÇ
“Kaptan, orta kapı!” Adımı yanlış söylemelerine bozulmuyorum. Sonuçta şu an nereden baksanız bir otobüs şoförüyüm. Orta kapı hakkındaki dileklerini yerine getiriyorum. Halkın içindeyim, halk otobüslerinin aranan kaptanı ve onların biricik hizmetkârıyım.
Tüküren sanki zevk alıyormuşçasına bir kez de yere tükürüyor. Eserini birkaç saniye inceledikten sonra tepkimi ölçmek üzere gözlerini bana çeviriyor. Mesafe konusunda daha fazla yanılmıyorum. Tükürüğü yerden alıp adamın suratına yapıştırıyorum. Suratına çarpan buz parçası duvarda patlayan vazo etkisi yaratıyor. Adam bundan hoşnut değil.
Bir süperkahramanım. Onlar bunu henüz bilmiyor. Bilmesinler. Henüz adıma film çekmemeleri dışında kırgınlık hissetmiyorum. Sanırım bu ülkede filme çekilmek için her gece hayat kurtarmaktan fazlasını yapmanız gerekiyor. Yine de çatıların tepesinde olmayı seviyorum. Bir süperkahraman olarak fazla sıkıcı konuştuğumu fark edip susuyorum.
Biraz daha dalaşırlarsa daha büyük silahları konuşturmam gerekecek. Gözüm adamın ayağının dibindeki rögar kapağına takılıyor. Tüküren adam, titreyen adam ve… adam bakışlarımı takip ediyor. Kadın kesik kesik ağlamaya başlıyor. Haydutlar için kaçış vakti.
Suskunluğum akşam eve varana kadar sürüyor. Şimdi konuşma, şimdi kostümleri çekme, şimdi dışarı çıkma zamanı. Ben, yani Kaptan Buzdağı, bu gece kötülerin kanını dondurmakla meşgul olacağım. Küçükken hayal ettiğim her şeyi kostümüme dâhil etmeyi başardığım için şanslıyım: Bir pelerin, bir çift boynuz, gerçek bir taç. Buz saçaklarıyla kaplı devasa bir kalıp gövde ve ben. Ben, kostümün önemli bir parçasıyım. Tasarımdan ve teknolojiden anlayan dostlarım yüzümü kara çıkartmadı. Bir şoföre göre çevrem tuhaf bir şekilde geniş. Ayrıca bir İstanbullu olarak nem ve rutubetin en büyük dostum olduğunu söylemem kimilerini şaşırtacaktır. Havadaki nemi haşin buz parçalarına çevirerek avımı mıhlamakta üzerime yok. Avcı kişiliğimden bu kadar bahsetmek yeter. *** Çatının tepesinden onları izliyorum. Üç beyefendi. Bir hanım. Sohbet ediyorlar. Cinsellik ve tehdit üzerine bir sohbet. Beyefendilerden biri kadını duvara yaslıyor. İşte, diğeri de çantasına uzanıyor. Cüzdanı bulup açıyor. İçinden çıkan paradan memnun kalmamış olacak ki kadının suratına tükürüyor. Bu benim gücüme gidiyor. Tacım başımdan hafifçe havalanıp alev alıyor. Öfkemi işte böyle gösteriyorum. Tükürük kadının yanağından aşağı akarken yoluna ara verip katılaşıveriyor. Mesafenin yeterli olduğunu düşünüyorum. Buzlanmış tükürüğü adamın gırtlağına uçuruveriyorum. Mesafe konusunda yanılmış olmalıyım. Parça adamın boğazında tıraş kesiğini andıran izler bırakarak yere düşüyor. Adamlar şahit oldukları olaydan dolayı şaşkın. Kadın gözlerini kapatmış, hıçkırıyor. Doğrudan müdahale için kendime buzdan bir pist yaratıp aşağı doğru kaymaya başlıyorum. Beni görüyorlar. Kaçmıyorlar. Çok ayıp ediyorlar. Karşılarına dikildiğimde, içlerinden birinin bacaklarının titrediğini görebiliyorum. Diğer ikisi yalnızca öfkeli. Beni tanıdıkları her hallerinden belli. Üçüncü aralarına yeni katılmış olmalı. “Sen,” diyorum, kadına tükürene dönerek, “lama mısın arkadaşım?”
Bırakıyorum gidiyorlar. Kadının gözyaşlarını donduruyorum, nazikçe. Onları yanaklardan pıtır pıtır ayırıyorum. “İyisin,” diyorum. “Geçti.” Karşısına dikilmiş dağ gibi adamı görünce korkar sanıyorum, korkmuyor. Belki de adımı duymuştur. “Buzdağı…” diyor. “Kaptan,” diye düzeltiyorum. Adamlar sokağın ucunda gözden kayboluyor. Kadını kaldırırken rögar kapağına sıkışmış kâğıt parçasıyla göz göze geliyorum. Kaçan heriflerden düşmüştür diyerek kâğıdı cebime atıyorum. Sonrası centilmenlik. Hanımefendiye işlek bir caddeye kadar eşlik ediyorum. İkimiz de konuşmuyoruz. Kâğıt cebimde ısınıp duruyor. *** Kendisini uğurlarken cebime para sıkıştırmaya çalışan kadını (hiç süperkahraman filmi izlememiş olmalıydı) şaşkınlıkla yolcu ettikten sonra, tenha bir sokakta kâğıda bakma fırsatı buluyorum. Kâğıt ısınmakta haklı ve şöyle diyor:
“İstanbul’un neminden kurtulma vakti! Şehir gerçek sahiplerini arıyor! Kaptan Buzdağı egemenliğinin sona erişine tanık olmak için, ayın son cumasında, siz değerli kötüleri aşağıdaki adrese bekliyoruz! Gelin ve şehirdeki tüm nemi yok edecek canavarımızla tanışın. Bizim yükselişimiz, O’nun sonu. Şehri geri alalım. Gece yarısı!” Zevksiz bir davetiye ayın son perşembe gecesinin tüm tadını kaçırıyor. Zira yarın kahramanlık hayatımın son akşamı olabilir. Verilen adresi biliyorum. Şehre dikilen plazalardan birinin çatı katı. Böyle bir makinenin mümkünlüğünü düşünüyorum. Oldukça masraflı geliyor. Patakladığım bölüm sonu canavarlarını gözümün önünden geçiriyorum. Aralarından parasını ve nüfuzunu bana ayırabilecek isimlerin listesi kabarmaya başlayınca moralim biraz bozuluyor. Benim nemli gizli silahıma el uzatanların elleri taş kesilmeli. Hani o Cüneyt Arkın filminde, babasına el kaldıran çocuğa olduğu gibi. En fazla buz kestirebiliriz. Aklıma Sergio Busquets gibi kötü kelime oyunları ve kurak, çirkin geceler geliyor. Benden bunu alamazlar. Beni tekrar basit bir şoföre dönüştüremezler. Kelime oyunlarını sevmiyorum bile. Yola koyuluyorum. ***
sessizlik ve sükûnetten...
bir hayli uzakta bir kentti burası.
ve kentin dışına çıkan otobanın tam ortasında...
küçük müstakil bir ev vardı.
otobanın tam ortasındaki bu evde küçük bir kız... ailesiyle birlikte yaşardı.
yedinci yaş gününde annesi ona, bir kurşun kalem hediye etti.
küçük kız günlerce durmadan resim çizdi...
küçük kız, yüzlerce resim çizmesine rağmen...
kalem bitmek bilmiyor, küçüleceğine büyüyordu.
SALI SALLANIR
YAZAN: BEYZA TAŞDELEN
İLLÜSTRASYON: MERCAN AYTUNA
Direksiyona kenetlenmiş ellerim ve ellerime kenetlenmiş bakışlarımla eklemleri paslanmış bir robot kadar kıpırtısızdım. Radyosu bozuk ve kliması bir koah hastasından hallice hava üfleyebilen arabamın iyice öne çekilmiş deri koltuğunda, varoluşsal bir mola vereli on dakika kadar oluyordu. Bu on dakika zarfında yolun ortasında zınk diye durmuş olduğum gerçeğini suratıma çarpacak kimse karşıma çıkmamıştı. Yollar, bayram arifesi denen trafik geleneğine boyun eğmeyi reddedip üzerinden geçen araçları yutuvermişti sanki. Sol tarafımı sarmış ağaçların tepeme eğilerek oluşturduğu yarım kubbenin ardından, kim bilir ormanın hangi bataklığına ağır ağır gömülmeye hazırlanan güneşi görebiliyordum. Sağ tarafımda ise tuzlu kokusuyla beni baştan çıkaran denizin mavi kıvrımları dalgalanıyordu. Saatlerin terk ettiği, görüş alanımın ardında hiçlik uzanıyormuş gibi hissettiğim bu noktada heykelleşmek isteğiyle doluydum. Fakat bunun yerine derin bir iç çektim, derisi yol yol kalkmış direksiyonu biraz daha sıkı kavradım, el frenini indirdim ve şeritlerle dansıma yeniden başladım. Aklıma, gece çökene kadar köye yetişemeyeceğime dair bir kurt düşerse gerisin geriye dönmeye karar vereceğimden korkuyordum. İçimdeki ses de bu korkuya yancı çıkıp geri dönmemi haykırıyordu durmadan. Fakat beynimdeki ufak çıkar paslaşmaları köye gidip amcamın karşısına dikilmek için daha sağlam dayanaklar sunduğundan ayağımı gaz pedalından çekemiyordum. Bu sefer yapacaktım. Evet hakkımı arayacaktım. Her ailenin ata sporu olan arsa kavgasında ben de safımı tutacak, babamın yıllarca memuriyette tırnaklarıyla kazıyarak toparladığı ve evladına bıraktığı birikimlerin en büyüğünü, aile çiftliğindeki payımı amcamdan söke söke alacaktım. Seyrek bıyığının altından gülünce yılan balığına benzeyen, pintilikten sadece iki çift üst başı olmasa pamuklu dokumacılık sektörünü bir günde zirveye taşıyacak denli kumaşa ihtiyacı olan, itaat ettirebildiği her şeyi sevmesinden mütevellit başındaki iki üç tel saçı her gün itinayla jöleleyip yatıran, çocukluğumu zehir eden, babamın zıddına evrilmiş amcam Vedat… Boyu devrilesice. Bir de tüm dünyayı doyurmaya yemin etmiş savaşçı ruhluyla Adalet yenge vardı. O ufak tefek, saf ve azıcık da aklı başka sularda gezen kadının nasıl böyle bir kabusla evlenebildiği oldum olası aklımı meşgul eden bir soru olmuştur. Sanırım kadınlar gerçekten de efendi adam tercih etmiyorlar. Sinir içinde köklediğim gazla şahlanan arabanın önünde beliren devasa kütüğü farkına varmam birkaç saniye sürdü. Frenlere asılmak için yeterli zamanımın olması adeta mucizeydi. Zavallı arabam birden yavaşlamanın etkisiyle bir dediği iki edilmiş kaynana gibi homurdanarak sakinleşti ve durdu. Yolun ortasına iki seksen uzanmış bu devasa ağaç gövdesi ve Vedat amcam az daha sonumu getireceklerdi. Biraz sakinleşene kadar kafamı direksiyona dayadım ve şu ana kadar nerede yanlış yaptığımla ilgili iç hesaplaşmalarımı duymazdan gelmeye çalıştım. Bunu başaramayacağımı anladığımda da derin bir soluk alıp
ÇARŞAMBA BE YA Z Ç A R Ş A FA DOL A N I R arabanın kapısını açarak ılık akşama karıştım. Birilerini aramam gerektiği kafama dank ettiğinde cebimden çıkardığım telefonun mahkeme duvarı gibi suratı selamladı beni. Şarjı olmayan akıllı telefonum yolun kenarına atılmış bir pet şişeden daha akıllı durmuyordu şimdilik. İleri gidemiyordum, geri dönmeye de gücüm ve muhtemelen benzinim yoktu. Bir süreliğine buraya demir atmıştım anlaşılan. Karanlık giderek yaklaşırken, kaputa yaslanmış başka bir motor gürültüsü duymayı beklediğim sırada, yanımda uzanan ormana attığım kısa ve tesadüfi bir bakış, ağaçların arasındaki ufak bir kıpırtının foyasını ortaya çıkardı. O ana kadar uyuşuklukla bıkkınlık arasında ip atlayan vücudum birden yay gibi gerildi. Ufak, masum bir suratın bir anlığına belirip kaybolduğunu görmek değildi beni şaşırtan. O suratın adını biliyor olma olasılığımdı beynimin tüm vücudumda olağanüstü hal ilan etmesinin sebebi. “Rüzgar?” dedim titrek bir sesle. Sanki çocuğa değil de, hâlâ orada olup olmadığımı kontrol etmek için kendime sesleniyordum. Peki kimdi Rüzgar? Ben de bilmiyordum. İşin en korkunç tarafı da buydu. Vücudum birden harekete geçince aklım tıpası çekilmiş bir küvet gibi boşaldı. Ne çiftlikler, ne Vedat amca, ne de yolun ortasında keyfine bakan kütük… Bana müthiş derecede tanıdık gelen o çocuğun, Rüzgar’ın, kim olduğunu bulamazsam bir daha asla huzura kavuşamayacakmışım gibi hissediyordum. Normalde aklı başında, ortalama zekâya sahip bir insan gecenin eşiğindeki bir ormana yapayalnız, savunmasız ve kimseye haber vermeden dalmaz. Ben de dalmam. Çocukluğumdan beri zihnime işlenen türlü masallar, ilk önce içinde saklanan muhtemel canavarlar nedeniyle ormanlardan korkmamı emretti. Sonrasında da insan postu giymiş canavarların hikâyelerini anlatan türlü üçüncü sayfa haberleri bu yetişkinliğe taşan korkumu tescilledi. Fakat o esnada eski dostum korku, hayatımda ilk defa yardımcı role itilmişti. Açıklanamayacak derecede yoğun bir bilmek isteği, o ilkel duyguyu sahneden atmış ve dizginlerimi eline almıştı. Arabanın açık kapısına ve yanan farlarına aldırış etmeden, giderek laciverte bürünen denize sırtımı döndüm ve gölgelerin büyüyüp birbirini yuttuğu ağaçların arasına daldım. İç taraflara doğru daha da karanlıklaşan ormanın yumuşak zemini, yarılıp da yutuvermişti sanki çocuğu. Yaşlı suratlar gibi yol yol olmuş devasa ve hantal gövdelerden biri, başka bir hareket arayan gözlerimle buluştuğunda garip bir beyazlık ilgimi çekti. Yaklaşıp daha dikkatle baktığımda ise bunun dallardan birine takılmış eski ve leke dolu bir mama önlüğü olduğunu fark ettim. Önlüğün altındaki kabukta tebeşir olduğunu tahmin ettiğim beyaz bir tozla, ormanın daha iç kısımlarını hedef alan bir ok çizilmişti. En azından dayanaksız delirmiyordum. Burada gerçekten de birileri vardı. Ormanın içine girdiğim andan itibaren, boğazımdan kulaklarıma uzanan ve uzayda başlığımı çıkarmışım gibi zihnimi ezen büyük sıkıntım, yerini tekrar küçük bir çocuğun pervasız merakına bıraktı. Dönüp ağaçların şeritlediği arabama ve ardındaki denize son kez bakıp ayağımın altında hışırdayan yaprakların adımı fısıldadığı kalabalık karanlığa yollandım. Hızımı alamayıp iyice körleşene kadar ilerledim.
7. BÖLÜM
YAZAN/ÇİZEN:
DEVRİM KUNTER
serdar abi, at geçiyor bak!
at mı? ne yapacağım atı lan?
haa! desene! hey maşşallah! harbiden atmış!
ne dedin sen?
duydun ne dediğimi ahu gözlüm... aşağı gel de iki çift laf edelim güzelim.
yaban ellerden gelen güzel dilber! adın nedir bağışla bana...
emret kölen olayım. izin ver seni ateşli öpücüklerimle...
izin vermek demişken...
zevk diya-dokunmana izin verdiğimi hatırlamıyorum!
büke hatun!
ne var? derdest etmedim işte!
yazıyor! Yazıyor! büyük katliamı yazıyor! 20 Pir askeri mevta oldu! yazıyooor!
derdest’in kelime anlamını bildiğinden emin değilim tam olarak.
ufaklık gel buraya, bir tane ver bakalım...