6 TL
KDV DAHİL K.K.T.C. FİYATI
7 TL
YOL
GALİP DURSUN AYŞE İREM AKTAŞ - ŞERİF KARASU
ARABACININ TORUNU M. BERK YALTIRIK HAKAN DUMAN
EGZORSİZM
KADİR ÖZEN DEVRİM KUNTER - ARES BADSECTOR A. GÖKHAN GÜLTEKİN
KAPININ DİĞER YANI
ÖZLEM ERTAN ÜLKER ŞAMXALOVA
UÇAN KALE
DEVRİM KUNTER DİNÇ ONUR AYDIN
ARKA KOLTUK GÖKTUĞ CANBABA BİĞKEM KARAVUS
MÜNZEVİ
SERAN DEMİREL GENCER ÖZDAMAR
KAMBUR
DEMOKAN ATASOY KORAL İLHAN
KRALINA İSYAN
DEVRİM KUNTER
İÇİNDEKİLER
Merhaba! Korku, bilim kurgu ve fantastik sanatlarının büyük ismi, Türk sinema tarihinin kıymetli emektarı, üstadımız Giovanni Scognamillo’yu 8 Ekim 2016 tarihinde kaybettik. Giovanni, başta korku olmak üzere ana akım yayıncılığın göz ardı ettiği türler hakkında ufkumuzu açan, eserlerin ve sanatçıların olgunlaşmasına vesile olan büyük bir ustaydı. Yaşamı boyunca, gücünün yettiği ölçüde sürdürdüğü çalışmaları sayesinde bugün üzerinde fikir yürütebileceğimiz bir çok eser bırakmış, önemli fikir insanıydı. Günümüzdeki renkli piyasa ve görece yaygınlaşan eserler sizleri aldatmasın, Türkiye’de bilim kurgu, fantastik kurgu ya da korku türünde eser üretmek ve dağıtmak daima zor olmuştur. Bu türlerdeki eserlerin sunulduğu camia ve sektör ise çoğu zaman sanatçıların bireysel çabaları ya da yetenekleri ölçüsünde ilerleyen proje yığınlarından ibaretti. Son yıllarda bu yığındaki karmaşanın arasından sıyrılıp öne çıkan, gelecekteki işlere zemin sağlayabilecek projeler, çalışmaların olması ise en büyük mutluluğumuz. Bu değişimi neredeyse tek başına sağlayan isim denilebilir Giovanni Scognamillo için. İçine sıkışıp kaldığımız bu kısır döngüyü kırmanın tek yolunun Yabani gibi dergiler, projeler üretmek olduğunu bize tekrar tekrar hatırlatmış, yol göstermiştir. Onun eserleri, sohbeti ve bilgisiyle yetişen, cesaret bulup bu sanatlara gönül veren bizler Giovanni’ye ne kadar teşekkür etsek azdır. Sanatçı kimliğinin yanı sıra araştırmacı bakış açısıyla da önümüzü açan, bu türlerle ilgilenen bir avuç insana yol gösteren ustamızı saygıyla anıyoruz. Ayrıca bu vesileyle hatırlatalım, Giovanni Scognamillo’ya ithaf edilen, 2012’den beri Fabisad derneğinin Türkiye’de bilim kurgu, fantazya ve korku türlerinin tanıtılması, yaygınlaştırılması ve bu türlerde eserler üretilmesini teşvik etmek için düzenlenen Gio Ödülleri’ni takip etmeyi unutmayın.
YOL
02
ARABACININ TORUNU
11
EGZORSİZM
13
KAPININ DİĞER YANI
20
UÇAN KALE
23
ARKA KOLTUK
29
MÜNZEVİ
31
KAMBUR
39
KRALINA İSYAN
42
YAZAN: GALİP DURSUN ÇİZEN: AYŞE İREM AKTAŞ - ŞERİF KARASU
YAZAN: M. BERK YALTIRIK İLLÜSTRASYON: HAKAN DUMAN
YAZAN: KADİR ÖZEN ÇİZEN: DEVRİM KUNTER ARES BADSECTOR - A. GÖKHAN GÜLTEKİN
YAZAN: ÖZLEM ERTAN İLLÜSTRASYON: ÜLKER ŞAMXALOVA
YAZAN: DEVRİM KUNTER ÇİZEN: DİNÇ ONUR AYDIN
YAZAN: GÖKTUĞ CANBABA İLLÜSTRASYON: BİĞKEM KARAVUS
YAZAN: SERAN DEMİREL ÇİZEN: GENCER ÖZDAMAR
YAZAN: DEMOKAN ATASOY İLLÜSTRASYON: KORAL İLHAN
YAZAN / ÇİZEN: DEVRİM KUNTER
KAPAK BERKER SÖNMEZLER İÇ KAPAK BİĞKEM KARAVUS ARKA KAPAK VOLKAN KÜÇÜKEMRE
facebook.com/yabanidergi
twitter.com/yabanidergi
instagram.com/yabanidergi
BALONLAMA OZAN ÇAĞATAY
EDİTÖRLER ALP BİLGİN HAKAN TUNGA KALKAN İLKE KESKİN CENK KÖNÜL ÖZGÜN MUTİ ONDORDAKİ ALİCAN SAYGI ORTANCA FATİH YÜRÜR
KASIM 2016 SAYI: 06 BİLİM KURGU • FANTASTİK • KORKU • ÇİZGİ ROMAN DERGİSİ - AYLIK YAYGIN SÜRELİ YAYIN EFENDİ YAYINLARI İMTİYAZ SAHİBİ: DEVRİM KUNTER SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: DEVRİM KUNTER ADRES: KAMELYA SK. C71/2 No:27/5 ATAKENT - KÜÇÜKÇEKMECE / İSTANBUL E-POSTA: bilgi@yabanidergi.com BASKI: YIKILMAZLAR BASIN YAY. PROM. ve KAĞIT SAN. TİC. LTD. ŞTİ. (0212) 630 64 73 GENEL DAĞITIM: DPP (0212) 622 22 22 ISSN: 2459-2080
BİLİM KURGU • FANTASTİK • KORKU • ÇİZGİ ROMAN DERGİSİ
Yabani Dergi’de yayınlanan tüm yazı, çizgi roman ve karakterlerin yayın hakları saklıdır. Yayınevi, yazar ve çizerinin izni olmadan tanıtım amaçlı alıntılar dışında hiçbir şekilde çoğaltılamaz.
www.yabanidergi.com
arkadaşlar birazdan izleyeceğimiz görüntüler 11 Temmuz 2015 günü geçirdiği motosiklet kazasında hayatını kaybeden OZAN KARAL tarafından kayda alınmış. G.p.S. sayesinde ulaştığımız bu kayıtlar “K.” ili sınırları içindeki bir harabenin zeminine gömülmüş halde bulundu.
YAZAN:
1. BÖLÜM
5 temmuz 2015 istanbul
GALİP DURSUN
ÇİZEN:
AYŞE İREM AKTAŞ - ŞERİF KARASU
Merhaba, bugün biraz yoğunum. Dükk�nda halledilmeyi bekleyen üç dört tane motosiklet var. Ama onlarla uğraşmak hiç içimden gelmiyor...
Çünkü ilginç bir makine çıktı. Şimdilik markasını söylemeyeyim Ama tam bir klasik ve çok iyi durumda olduğu söyleniyor. Türkiye’de bu modellerden olduğunu bilmiyordum. O yüzden biraz heyecanlıyım.
...Tanıdığı bir Koleksiyoncu yakın zamanda bu motoru bulmuş. Ama...
Çoğu takipçimin bildiği bir motosiklet aslında. Neyse, Geçen hafta hatırlı bir müşterim aradı...
...Ama motorun orijinalliğinden emin olamıyormuş. Müşterim benden bahsetmiş. Koleksiyoncu da benim gidip...
...Yerinde kontrol edip edemeyeceğimi sormuş. Masraflar ve yüklü bir ekspertiz ücreti karşılığında bakarım dedim...
Müşteri bugün dükk�na gelecek. Ama ne yalan söyleyeyim kararsızım. Bu tip efsaneler hep anlatılır.
ARABACININ TORUNU Arabacı Sabri Ağa’nın torununun neden hilkat garibesi olarak doğduğuna dair türlü çeşit rivayet anlatılır. Kimse de Ebe Hati’nin anlattığı, eli ayağı ters dönmüş, koca kafalı, koca gözlü, hayvan misali kıllı kıllı acayip bebenin haricinde pek bir şey bilmez. Kimi gelininin ıssızda fazla eyleşmesine yahut destursuz eşik geçmesine bağlar, kimi edepsiz kimseler de iyi saatte olsunlar’dan birinin sevdalığıdır, onun musallatından doğmasına… Arabacı Sabri Ağa, kendisi gibi at ve talika sahibi birkaç arabacı ile birlikte, Oduncu Mestan Ağa’ya çalışır, üç kuruş paraya ormana taşıdıkları amelelerin sırtından, devletten kaçak kestikleri odunları taşıyarak rızkını çıkarırdı. Torununun doğacağı gün yine her zaman olduğu gibi köyünden yarım günlük yol mesafesinde, dağların koynuna dipsiz ormanlara balta vurmaya ameleler taşımıştı. Gün akşam olmadan, ormancıların yağlı kurşunlarına yahut canavarların, ayıların pençelerine gelmediklerine şükreden odunları Mestan Ağa’nın çiftliğine taşıdıktan sonra, o günkü yevmiyesini alıp amelelerle birlikte yine köyünün yolunu tutmuştu. Hava kararıp rüzgâr uğuldamaya, kurt ulumaları dağların yücelerinde çınlamaya başladığında, ameleler birer birer köylerine dağılmaya başladığında Arabacı Sabri’yi de bir korku almıştı. Öyle ya o devirlerde Balkan dağlarında, ormanlarında elini kollunu sallayarak gezinen eşkıyanın, haydudun, haydamakın, voyvodanın haddi hesabı yoktu. Şansına kendi köyünden gelme amelelerden biri olan Arnavut Halil vardı yanında, kan davasına iki cinayeti olan, nişancılıkta mahir bir kimseydi. “Kurdu basmaya kurt gibi köpek gerek” deyişi misali, önlerini kesecek haydudun şayet kalabalık değillerse iflahını keserdi. Arnavut Halil tüfeğini hazır tutup talikanın üzerinde kestirmekteyken, son ameleyi de bir yol sapağında bırakan Sabri, kendi köyüne giden dağların kıyısındaki ormanlardan geçen tekinsiz yolu tutmuştu. Gündüz gözüyle gezdiği, balta vurduğu ormanlara gece gözüyle görmeye bir türlü alışkın değildi. Balkan dağlarında eşkıyadan daha korkutucu şeylerin var olduğu söylenirdi. Kabirlerinden uğrama upirlerin, ıssız köyleri değirmenleri yurt tutmuş cinlerin, ormanların ıssızında düğün eden perilerin, kaçırdıkları çocukları dişleyen cadıların, bin türlü ecinni ve hortlağın hikâyesi anlatılırdı. Sabri Ağa, birbiri ardı sıra dualar okumasına, yanında tüfekli bir Arnavut bulunmasına karşın bu cin peri taifesinden oldu olası tırsardı ki ayakları elleri ters dönmüş, gözleri kedi misali parlayan acaibelerden birisine denk gelmemek için hayvanlarını hırsla kamçılardı ki karanlık ormandan tez çıkabilsin. Ormanın kör karanlığına gözü alışmasın, korkulu bir mahluk görmesin diye gözlerini genelde kapalı tutar, nefes bile almadan bir an önce ormandan çıkmak isterdi. Gerçi o güne değin hayvan yahut eşkıya bir nice karaltı görmüş olmasına rağmen hayalinde canlanan heyulalara, hortlaklara denk gelmemişti ancak yine de gözlerini açmaya cesaret edemezdi. Üstelik ay ışığı belli yerlerde dallardan sızıp ortalığı aydınlattığından, ters bir şeyler görürüm korkusuyla rahatlayacağı yerde daha da endişe duyuyordu. O gece yine gözlerini yumarak, arada atlar yoldan sapmasın diye yarım açarak dualarla korkuyla yoluna devam eden Arabacı Sabri, yolda dikilmekte olan
YAZAN: M. BERK YALTIRIK
İLLÜSTRASYON: HAKAN DUMAN
bir karaltı gördüğünde gayri ihtiyari o yana bakmıştı. İlk gördüğünde ağaç zannetmişti ancak yol ortasında böylesine bir ağaç olsa gündüz görmez miydi? Talika yaklaştıkça dikilmekte olan şeyin kolları ve ayaklarını seçmeye başlayınca yolunu kaybetmiş bir yolcu olduğuna hükmetti. Normal bir insana göre fazlaca uzun sayılırdı, önceden böyle birini hiç bu civarda görmemişti demek ki buralara yabancıydı. Talikayı karaltının önünde durdurduğunda duranın şeklini şemalini hâlâ seçememişti. Karaltı boğuk bir sesle konuşmuştu: “Eşkıya değilim korkmayın. Size bir zararım dokunmaz. Yolumu kaybettim, ormandan çıkana kadar beni de yanınıza alın.” Konuşması Rumelililerin aksanına da pek benzemiyordu. Arabacı Sabri hem kendilerine yarenlik eder diye hem de bu uğursuz ormanda tek başına bırakmamak için adama arabaya binebileceğini söylemişti. Adam arabaya yaklaşınca dallardan sızan ay ışığı altına denk geldiğinde siluetini görebilmişti. Kolları ve ayakları normal bir insanın ölçülerine göre hayli uzundu ancak mahzun duruşlu, kederli bir yüzü vardı. Atlar huzursuz gibiydi ancak her nedense ortalığı ayağa kaldırmıyorlar, durdukları yerde eşiniyorlardı. Adam arabaya bindiğinde talikanın ağırlıktan gacır gucur sesler çıkaracağını bekleyen Sabri, adamın kuş tüyü misali arabaya konduğunu ve sanki yokmuşçasına arabada hiçbir ağırlık emaresinin olmadığını görerek şaşırmıştı. “Elbiselerinden olsa gerek…” diye düşünerek yola devam etmişti. Arnavut Halil de bineni görmüştü ancak ne olur ne olmaz diye varlığını belli etmemek için hiç istifini bozmamıştı çünkü varlığın görünüşünden ötürü pek bir şüphelenmişti. Memleketinin ahalisi arasındaki binbir çeşit batıl inanışın etkilerinden o da herkes kadar nasibini almıştı. Ormandan henüz çıkmadan, aralarında konuşmaya başlamışlardı. “Anacığım elimden tuttu, kardeşimle beni bu yanda düğüne getirdi. Kızlar oyun ettiler, peşlerine düştüm kayboldum. Orman ahalisini de tanımam etmem, size rastladım…” Bir anda Arnavut Halil yattığı yerden doğrulup bağırmıştı: “Abe ne konuşturursun? Hâlâ anlamadın mı? Bu civarda köy mü vardır? Cinlerden perilerden başkası düğün alayı mı kurar bu yanda bu vakitte?” Arabacı Halil, ne olduğunu anlayamadan bir Halil’e bir adama dönüp bakmıştı. Adam yalvaran gözlerle bakıp bebek sesi çıkararak ağlamaya başlamıştı: “Umacı anam arar beni! Kanlı çuvala katar beni! Kardeşim çığırır beni! Peri kızlarının oyununa geldim, cinlerin alayından ayrı düştüm. Size bir kötülüğüm dokunmaz, ne olur beni kovmayın!” Arabacı, ecinnini mi insan mı olduğu belirsiz mahlûkun yüzüne karşı dua okumaya başlayınca atlar çıldırmış, talika sanki görünmez eller tarafından tutulup sarsılmaya başlamıştı. Tuhaf mahlûk arabadan atlayıp ormana doğru koşturmaya başlayınca Halil, sırtını dönmüş kaçmakta olan birini –korkutucu bir ecinni olsa da– vurmayı erkekliğine yediremediğinden dua okumakla yetinmişti. Ancak Arabacı Sabri, korkudan öyle bir haldeydi ki kendisine bir fenalık geleceği düşüncesiyle Halil’in elinden tüfeği kaptığı gibi mahlûka doğrultmuştu. Halil’in “Ecinni de olsa günahtır! Aman dilemiştir!” demesine bakmadan besmele çekip silahı ateşlemişti.
YAZAN:
KADİR ÖZEN
ÇİZEN:
DEVRİM KUNTER - ARES BADSECTOR - A. GÖKHAN GÜLTEKİN
Hayır! Gidin, yaklaşmayın!
hayır!
fiziksel acıya bu kadar dayanıksız olman beni üzdü Toros.
Genç müritlerimizle konuşup akıllarını bulandırıyormuşsun. "Bırakın bu büyü işlerini.” diyormuşsun, bilimsel kitaplar okumalarını tavsiye ediyormuşsun.
KAPININ DİĞER YANI YAZAN: ÖZLEM ERTAN
İLLÜSTRASYON: ÜLKER ŞAMXALOVA
Kapının ardında olup bitenleri tüm detaylarıyla hatırlıyorum. Hatta onun diğer tarafına geçmeden önce neler yaşadığımı ve nasıl öldüğümü de... Eeee insan her zaman ölmüyor tabii. Su içmek, uyumak gibi sıradan bir eylem değil ölmek. Hayatta insanın başına bir, bilemedin en fazla iki kez gelir. O gün de diğerleri gibi başlamıştı aslında. İşe gitmek üzere evden çıkmış ve yürüye yürüye ofisimin bulunduğu kalabalık caddeye gelmiştim. İş yerinin girişine varmama az kalmıştı ki bir kadın çığlığıyla sarsıldım. "Kaçın! Tabela düşüyor!" diyordu kadın. Ben, "Ne demek istiyor şimdi bu? Ne oluyor?" sorularını peş peşe zihnimden geçirirken tepeme inen ağırlıkla dümdüz yere serildim. Önünden geçtiğim apartmanın kim bilir kaçıncı katındaki dükkânın tabelası bula bula benim talihsiz başımı bulmuştu düşecek. Kaskatı kesilmiş hâlde yerde yatıyordum ama kulaklarım hâlâ duyuyordu. Başıma toplananların "Öldü mü yoksa?", "Bir şeyler yapın, gidiyor kız!", "Ambulans çağırın!" gibi cümlelerini ve akabinde yaklaşan siren seslerini işittim. Sağlık ekibinin beni sedyeye yatırıp ambulansa bindirdiğini ve kısa bir yolculuğun ardından vardığımız hastanenin ilaç kokulu koridorlarında yankılanan ayak seslerini de anımsıyorum. Derken beni yoğun bakım olduğunu tahmin ettiğim, yaşam destek makineleriyle dolu bir odaya aldılar. Ağzımı açıp konuşmak, durumumun nasıl olduğunu sormak istiyor ama vücuduma söz geçiremiyordum. Sesim boğazıma hapsedilmiş, ağzıma da kilit vurulmuştu sanki. Beyaz önlüklü doktor ve hemşirelerin etrafımda koşturup durmasından başım dönmüştü. Sonra birdenbire başıma dayanılması güç bir ağrı saplandı. Öyle bir ağrıydı ki bu, kelimelerle tarif etmek çok zor. Sanki kafamın içine bir takım küçük adamlar doluşmuş ve balyoz darbeleriyle beni içeriden çökertmeye çalışıyorlar. Eğer o an bağırabilseydim sesim hastaneyi temelinden sarsardı. Duvarları aşar, sokaklara ulaşırdı. Kaç dakika çektim o ağrıyı bilmiyorum. Acının vücudumu terk etmesiyle birlikte etrafa karanlık çöktü. Ne beyaz önlüklü insanlar kaldı çevrede ne de sesleri... Kapının diğer tarafına geçmeden önce duyduğum son cümle şuydu: "Hasta ex oldu." O an yüzüme şaşkın, kırılgan bir bakış yerleşmiş olmalı. İnanamıyordum, bu kadar mıydı yani? Hayatta ne yaşamış, ne görmüştüm ki? Daha yapmak istediğim pek çok şey vardı. Bunları düşünüyordum. İyi de, madem ki düşünüyordum öyleyse vardım. Doktorların ölü olduğunu söyledikleri kafam karman çorman olmuştu.
Kapı karşımda tüm görkemiyle belirdiğinde ölü gözlerimin görmekte olduğu gerçeğiyle sarsıldım. Gerçekten çok tuhaf bir andı. Tam karşımda, dört yanından ışıkların süzüldüğü büyük, ahşap bir kapı vardı. Bu nereden geldiğini anlayamadığım, "Acaba hep karşımdaydı da ben mi görememiştim" diye düşündüğüm kapıdan yayılan ışık, karanlığı elinin tersiyle itmiş ve beyaz önlüklü insanlar yine görünür olmuştu. Onların ne yaptığını anlamak ve içinde bulunduğum durumu kavramak arzusuyla yerimden şöyle bir doğrulduğumda ayaklarım sedyeden kesildi ve ben yükseldim, yükseldim... İşte o an kelimenin tam anlamıyla ölüydüm. Kuş tüyü kadar hafif, bedensiz, tüm acılarından kurtulmuş... Kapıya doğru gidiyordum. Ama bu benim tercihim değildi. O tuhaf, ışıklı kapı mıknatıslı mıydı neydi? Kendine doğru çekiyordu beni. Geriye dönmeye çalıştığımda altımda hareketsiz yatan bedenimi gördüm ve moralim çok bozuldu. Ruhumda çok inatçı, ölümü bir türlü kabullenemeyen bir yan vardı. Bu arada, her ne kadar hakkımda "ex oldu" diye konuşsalar da doktorlar da beni hasarlı bedenime geri göndermek için uğraşıyorlardı. Bir tanesi, şu duran kalpleri yeniden çalıştırmak için kullanılan aleti göğsüme bastırıyor, diğeri ise sağa sola koşturup hemşirelerden bir şeyler istiyordu. Bana kalsa bu aksiyonlu sahneyi dakikalarca izlerdim ama bana kalmadığını tahmin etmişsinizdir herhalde. Bir takım güçler, artık bilemeyeceğim kim ya da ne olduklarını, beni tuttukları gibi kapıya fırlatıverdiler. Bu arada kapı da boş durmadı. Avını yutmaya hazırlanan bir timsah gibi açtı ağzını. Direnmek faydasızdı. Ben de kapının çekim gücüne itaat ettim ve bıraktım kendimi. Üstüme çullanan ışığın geçici olarak kör ettiği gözlerim yeniden görmeye başladığında hastane odasında değildim. Bir kayanın üstünde duruyordum. Önümde hayatım boyunca görmediğim kadar temiz, durgun deniz uzanıyordu. Ucu bucağı görünmeyen denizi izlerken içimde hiç korku yoktu. Kapının ötesindeki dünyayı keşfetmek için yanıp tutuşuyordum. Eğer yürüyebileceğim bir yol olsaydı hiç tereddüt etmeden inerdim o yola. Ama yoktu. Sadece üzerinde durduğum kaya ve onun etrafını çepeçevre kuşatan su... Öte tarafa geçtikten sonra kapıyı görmemiştim. Beni farklı bir dünyaya götüren kapı, işini yapmış ve toz olmuştu. Bir süre denizi izleyip "Şimdi ne yapacağım" diye sordum kendime. Önce yerimde şöyle bir zıpladım. Hani artık ölüydüm ve kapının diğer yanındaydım ya, kuş gibi denizin üzerinde uçabilirdim belki de. Ama havalanamadım. Bir an denize dalmayı düşündüysem de hemen vazgeçtim. Ne bileyim o suyun içinde neler barındırdığını.
1. BÖLÜM
Bu verimli topraklara uzun süredir bir bela musallat oldu.
YAZAN: DEVRİM KUNTER
ÇİZEN: DİNÇ ONUR AYDIN
Bu musibeti defetmek için belki de bu son şansımız.
Ymyr’in tahminleri doğru çıktı, burada doğa ölmeye başlamış...
3 hafta önce…
Bu uçan kalenin geçtiği yerde ot bitmiyor, hayvanlar ve insanlar ölüyor.
Ayrıca içindeki büyücüler yaklaşanları ateş topları ve yıldırımlarla yok ediyor.
Üstelik bu leş gibi kokan devasa postlarınıza rağmen.
O zaman sizin klanlarınız da bizimki gibi uyanık olup saklanmayı bilecek.
inan bana saklanmaya çalışanları büyüleri sayesinde elleriyle koymuş gibi buluyorlar. Sizin nasıl kaçtığınızı öğrenmemiz lazım.
Ne leş gibi kokması? Geyik klanı her zaman taze yüzülmüş postları kullanır! Taze mi?
ARKA KOLTUK YAZAN: GÖKTUĞ CANBABA
İLLÜSTRASYON: BİĞKEM KARAVUS
Arka Koltukta Chuck, Burroughs ve Buda’yla Sohbet Halindeydim, Ferit ise Büyük Bir İştahla Magnumunu Yalıyordu! Saatte 190 kilometreyle seyir halindeydik. Üstümüzde ilkokul yıllarından kalma mavi elişi kâğıdı renginde bir gökyüzü vardı ve sanki dünyanın tüm yollarını altımıza almıştık! “Şimdi arka koltukta Burroughs olsa ona ne sorardın abi?” diye sordu Ferit. Elleri direksiyonda ama bakışları bendeydi. Bakışlarının bende olması hiç iyi bir şey değildi. Nepal'in şeritleri birbirine girmiş yollarında gözün sadece yolda olmalıydı. Sadece yolda! “Önüne bak oğlum ya, zaten y*rrak gibi kullanıyorsun şu arabayı,” diye cık cıkladım bi süre. Sonra düşündüm. William arka koltukta olsa ne sorardım ona gerçekten? “Cut-up falan güzel ama ben asıl şeyi merak ediyorum,” dedim arka koltuğa dönerken. William oradaydı. Otuzlu yaşlarındaydı ve elinde sigarasıyla duman avcılarının baş düşmanıydı. “Joan’ı nasıl vurursun be abi?” diye sordum. “Ben o tarz sahnelerin sadece filmlerde falan olduğunu sanırdım. O olay olmasaydı yine de kendini yollara vurur muydun, onu merak ediyorum?” William sigaradan derin bir nefes çekti. Ferit biraz daha gaza bastı ve ben Burroughs’un gözlerinde kayboldum. “Her şekilde sonuç bu noktaya varacaktı,” dedi çatlak sesiyle. “Olduğum yerde olacaktım.” “Ne dedi?” diye sordu Ferit merakla. “Her şekilde sonuç bu noktaya varacakmış, “dedim ve önüme döndüm. “İşte böyle bi adama böyle bi soru sorarsan alacağın yanıt da böyle olur,” dedi Ferit. Ferit edebiyatçı değildi, yazı yazmaktan hoşlanmazdı ve okumayı pek sevmezdi ama yine de aynı cümlede üç kere “böyle” demesi sinirime dokunmuştu. “Yavaşlasana biraz oğlum. Deli misin nesin?” diye çıkıştım. Sinirli bir büyükanne gibiydim. Takma dişlerimi çıkarıp içine koyacağım, rengi sarıya çalan çatlak bir su bardağı aradım. Yoktu. Ağzımı şapırdatıp yola baktım. Yol çırılçıplak dans ediyordu. Yol beni ayartmaya çalışıyordu. “Chuck Palahniuk otursaydı peki?” diye sordu Ferit. Bildiği üç yazardan ikisini saymıştı. Onların da ismini son üç haftada öğrenmişti zaten. Bu ara herkes beat falan takıldığı içindi tüm bu saçmalık. Başka kimi sayacak diye merak ediyordum. Elimi serinleten buz gibi biradan iri bir yudum aldım. Yolda içilen yudumlar bana okyanus kıyısında içilenlerden bile daha tatlı gelirdi nedense. Belki de yolda doğduğum ve hayatımı hep yollarda geçirdiğim için böyledir bilemiyorum… Tabii ki yalan söyledim… Hiç kimse henüz Mad Max değil. “Hey Chuck,” dedim elindeki sigarasını kapıp bir fırt aldıktan sonra. Duman başımı döndürdü.
198 kilometreyle ters ilişkideydim o sıra. Önüme döndüm ve yola baktım tekrar. Başımın dönmesi geçer geçmez Chuck’a seslendim. “Hey Chuck,” dedim. “İsmimi ne diye tekrarlayıp duruyorsun g*t oğlanı!” diye çıkıştı. Bozulmuştum. “Türk olduğum için böyle yapıyorsun di mi abi?” diye sordum suratımı ekşiterek. “Sırf o muzır gardiyanları yüzünden değil mi?” “Saçmalama be adam,” dedi gülümseyerek. “Onlar olmasaydı kitaplarım bu kadar baskı yapabilir miydi?” diye sordu. Düşündüm... “Neyse konu bu değil,” dedim. Chuck arka camı açıp dışarı tükürdü. Sanırım diş eti kanaması vardı. “Ölüm Pornosu’nu yazarken hayat kadınlarıyla ya da porno yıldızlarıyla birlikte oldun mu onu merak ediyorum?” diye sordum. “Hani romana daha iyi odaklanmak için.” Chuck sustu. Ferit gülmeye başladı. Ben yarı soğuk biradan bir yudum alıp pis pis sırıttım. “Bu soruyu yanıtlamak zorunda mıyım?” diye sordu Chuck. “Evet,” dedim. Bu konuda nettim. Ön koltukta kahkaha atan Ferit’in ense köküne okkalı bir tokat patlattı. Ses otoyolda yankılandı ve Ferit gülmeyi kesti. Ufak ufak kıkırdıyordu o an sadece. “Ve?” dedim. “Evet,” dedi. Güldüm. Biramı uzattım. Şişeyi düşünmeden kaptı. “Her şey yolunda,” dedim. Her şey yolundaydı gerçekten. “Peki, yatmasan böyle bir roman ortaya çıkar mıydı sence?” diye sordum. Dünyadaki tüm güzel kitapları sanki kendisi yazmış gibi sırıttı ve birayı fondipledi. Başarılı bir yazar olması biramı içip bitirebilme özgürlüğünü vermişti ona demek. Lanet yazarlar, dedim içimden. Hepsi kendini bi şey zannediyor! “Çıkardı bence,” dedi ve gülmeye başladı. Ben de gülüyordum. Ferit de gülmeye başlamıştı. Gülmek güzeldi, saatte 201 kilometre hızla gülüyorduk ve sanırım otoyolun göğüslerinin arasına kimse bu denli keyifle kaymamıştı daha önce. Chuck kapıyı açıp atladı. Atladığı gibi uçmaya başlamıştı. Uçtu, uçtu ve gökyüzünde kayboldu. Önüme döndüm ve yolu izlemeye koyuldum. Ferit düşünüyordu. Gelmiş geçmiş yüz binlerce yazar arasından üçüncü yazarın ismini düşünüyordu. Kısa sürede bulamayacağını biliyordum o yüzden gözlerimi kapadım ve rüzgârın suratımı okşamasına izin verdim. “Buda,” dedi sonra birden. A harfini söylerken geğirmişti. Bilge Buda, Ferit’in ağzından Budaaağğrk olarak çıkmıştı. Zavallı Buda, dedim içimden. Arkaya döndüm. Buda oradaydı. Boğum boğum göbeği yoktu, aşağı sarkan bir gıdığı da. Yola çıktığı ilk senelerindeki gibiydi. Üstü başı yırtıktı, suratı kir pas içindeydi ama gözleri güneşi yutmuş bir okyanus gibiydi. Demek istediğimi anladınız mı? Güneşi yutmuş bir okyanus! Ah Gothama! Ferit güldü. Uzak doğuda Buda’yla karşılaştığımı ama ona heyecandan bir şey soramadığım o efsanevi hikâyeyi defalarca anlatmıştım ona. Piç kurusunun keyfi yerine gelmişti. 189 kilometreyle giderken yoldan ayırdı gözlerini ve torpido gözünden yarı erimiş bir dondurma çıkardı.
Artık dayanamıyorum. Bu böyle devam edemez!
Bu kadar kolay mı?
Haklısın. Fazla bile uzadı.
Bana ismimle seslenmeyeli yıllar olmuştu.
Git, ne istiyorsan onu yaşa.
Hayattaki her şey kadar kolay, Seçil.
Kabul et işte beceremiyorsun.
Yine eline yüzüne bulaştırdın. yıllar önce ölen pislik babandan hiçbir farkın yok.
YAZAN : ÇİZEN :
SERAN DEMİRAL GENCER ÖZDAMAR
MEZARLIKTA İLK GECE
Seneler geçiyor ve hiçbir şey değişmiyor! Hiçbir konuda başarılı değilim… …ve hiçbir ilişkimde mutlu olamıyorum. Tıpkı senin gibi.
N’oluyor?
Belki ben de senin gibi dünyadan siktir olup gitmeliyim!
Sen de kimsin? Bu saatte ne işin var burada?
Mezarlık ziyareti. Sen… bekçi misin?.
o kadar sevdiysen gel burada sen çalış.
Evet, ne yazık ki. Ne? Nasıl yani?
Aslında… Fena işe benzemiyor. Yalnızsın, karışan yok. zaten mezarlıkları oldum olası sevmişimdir.
Duydun işte. işi benden al. Benden daha iyi yapacağına eminim.
KAMBUR YAZAN: DEMOKAN ATASOY
YOLCU BÖLÜM 2
İLLÜSTRASYON: KORAL İLHAN
Kuraktı bu mevsim. Her adımda daha bir susuz kalıyordu toprak. Denizi kilometrelerce arkalarında bırakalı beri çoraklaşmıştı çevrelerini saran sessizlik. Arada Kambur’un kurumuş dudaklarından dökülen anlamsız birkaç mırıltı ayaklanıveriyordu çöle karşı, sonra yine susuz, yine sessizdi gün. Gece serinliğinde biraz huzura eriyordu tenleri ama gerginlik bitmiyordu. Kurutulmuş et dudaklarını yakıyor, akşam yedikleri tek öğünde, ağızlarına kan tadı geliyordu. Bu ufak tefek adamcığın direnme gücünü takdirle izliyordu Targu. O, onca eğitimi, basit bir sıcak dalgasında pes etmek için almamıştı. Bu çöl tüm ters etkilerine rağmen, pazar yerinde bir gezintiydi Targu için. Oysa Kambur’un hiçbir eğitimi ya da yeterli dayanıklılığı yoktu. En azından Targu öyle düşünmüştü. Hiçliğin ortasındaki dördüncü günleri akşama bağlanırken Targu yavaş yavaş, onun hakkındaki fikrini değiştirmeye başlamıştı. Bu cesur adam, kendinden beklenmez bir dirençle hep bir adım arkasındaydı. Suları bittiğinde bir süre için kendi ile bir kavgaya tutuşmuş fakat kısa zamanda sükûnete ulaşıp, uzun yürüyüşlerinin temposunu bozmaksızın ilerlemeyi sürdürmüştü. Targu'nun nereden geldiğini bilmediği bir güç iteleyip duruyordu küçük adamı. Kambur 'güvencekti!', güvenmek zorundaydı bu koca adama. Anlatılanlara hiç de benzemeyen, sessiz, sert yüz hatlarının ardında yumuşacık bakışları tam bir tezat oluşturan bu koca adam 'arkadaş' olacaktı ona. Yemeğini paylaşmıştı Kambur’la... Kendi köylüsü bile yapmazdı bunu ona. Kambur, onlara oranla yavaş olduğundan onlar kadar çok çalışamazdı ve “Ne kadar ekmek, o kadar köfte” derdi büyükler. O yine de yılmaz çalışırdı. Az da yese onlar kadar çalışırdı aslında ama demezdi kimselere. Ses etmezdi. Gülerlerdi ona. O aklından kazıyıp atmak istediği ama çürük yumurta kokusu gibi zihnine yapışmış, çıkmayan karanlık günün sabahında, o da onlara gülecekti aklınca. Kör akrebin gelişini ilk o hisseder haber verirdi köy halkına. Bazen yanılır ona kızarlar ve ardından onu göstererek gülerlerdi. Bazen sırf onları telaşta görmek için çalardı meydandaki demirden zili. Ama çok zamandır gelmemişti akrep ve eğlenmek için çanı çaldığında bile ona kızmaz olmuşlardı. Hiç bir işe yaramazsın sen demişti, Karamantarlar'dan Ak Baba... İşte o sabah, kör akrebi fark ettiğinde ses etmedi kırık kalbi Kambur’un. “Şimdi görcekler ve hepsi bir tarafa kaçışcak” demişti kendi kendine. “Ben de onları izleyip arkalarından kahkahalarla gülcem”. Ama farkına varmamıştı kimseler akrebin, ta ki çok geç olana dek. Hepsinden hızlı hareket edebilen akrebin ilk vurduğu Çamyosunları'ndan küçük torun olmuştu. Ağlamaya bile vakit bulamadan nefesi kesilmişti yavrucağın. Onu akrepten almaya çalışan anasıydı ikinci kurban. Çığlıklar hala kulağında yankılanırken adımlarını Targu'nun devasa adımlarına uydurmaya çalışıyordu Kambur. Üstüne tünediği ağaçta donup kalmış, gülmek ne kelime, ağlayamamıştı bile o leş kokan karanlık gün boyu.
Targu durup, o da bacaklarına tosladığında fark etmişti gece olduğunu. Ona, anlayışlı turkuaz gözleriyle bakan koca adama karşı içinde bir minnet duygusu uyanıverdi. Ses etmemiş, sadece kamp yerlerini işaret etmişti Targu. Onun yanında kendini rahat hissediyordu Kambur, huzurlu. Kurutulmuş etlerini yarı eme yarı kemire sessizce yedikten sonra yıldızların altındaki serin gece onları kısa sürede koynuna aldı. Belki susuzluktan kurumuş halsiz bedenlerinin de etkisi vardı ama Kambur, gereğinden fazla huzurlu olduğunu düşünecekti tuzağa düştükleri o gecenin ardından. *** Kambur kendini zorlayarak gözlerini araladığında onlarca adam çevrelerini sarmıştı bile. Targu, onun bir adım önünde dizinin üstüne doğrulmuş, avuç içlerini onlara yöneltmiş, adamlara bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Üzerlerine atılan ilk ağ, Targu'nun belinden şimşek hızıyla çektiği iri bıçağının keskin tarafına mağlup olup ikiye ayrılmıştı. Kambur ayaklanana dek, her yönden ağlar yağmaya başlamıştı üstlerine. Targu gecenin karanlığında bir yok olup bir belirerek ağların ve adamların arasında dolanıyor, tüm hızı ve gücüne rağmen, sayısal üstünlüğünü iyi kullanan saldırganlardan sıyrılmaya çalışıyordu ki, sekiz kadar adamın üzerine üşüşmesi ile hareketsiz kaldı. Kambur hâlâ uyanıp uyanmadığını algılayamamış, bir kâbus gördüğünü umut ederken, karga tulumba pek çok adamın yan yana ve hatta üst üste yığıldığı koca bir kafesin içinde buldular kendilerini. Tiftik tiftik tüyleri gecenin serinliğinde yoğun bir ürpertiyle titrerken, boğum boğum boynuzlarını birbirine sürterek takırdatan pek çok çöl keçisinin çektiği bir arabaya yüklenmiş koca kafesin içinde sallana sallana ilerlemeye başladıklarında, Targu sanki çevresinde haftalardır yıkanmamış onlarca adam yokmuş, o da keyif için evinin bahçesine çıkmışçasına bir köşeye bağdaş kurmuştu. Susuzluk ve yorgunluktan bitkin düşmüş Kambur ise onu attıkları yerde; birkaç zavallının bacakları üstünde, bir külçe gibi kalakaldı. En son, “Hiç değilse biraz daha sıcak buralar” diye düşündü. Kambur, itile kakıla, kıvrılıp büküldüğü kafesin köşesinde gözüne giren güneşin, iliklerine işleyen ilk ışıkları ile gözlerini açtı. Gecenin serinliği, üzerindeki yırtık pırtık kıyafetine sımsıkı tutunmuş, bedenini sarmalamış ondan ayrılmamak için uğraşırken, güneşin yakıcı dokunuşu, kamburunu uzun uzun titretti. “Şeytan dürttü!” diye geçti aklından. Bu düşünce ile tekrar ürperdi. Bir an için parlaklığın arasından nerede olduğunu anımsayamadı. Ardından, masif ter kokusu ve onu, geniş sırtı ile kafesin parmaklıkları arasına sıkıştırmış kaslı bedenin nefes almasını zorlaştıran baskısının da etkisiyle, birkaç gece önce düştükleri talihsiz tuzağı hatırladı. “O kadar yorgun olmasam, hissederdim ben geleni!” diye düşünürken, sıkıştığı yerden doğrulmaya çalıştı. Üzerindeki ağır beden önce sanki hareketlendiğini hiç fark etmemiş gibi umursamaz bir şekilde üzerine yaslanmaya devam etti. Gücünün elverdiğince adamı iteleyip, “Kalkcam yahu, kalkcamm!” diye söylenince, üzerindeki adam hafifçe doğruldu. Kambur, tam derin bir nefes almış, yerinde doğrulacakken güçlü bir el ensesine yapıştı. Güneşle arasına girmiş koca gölge ona hiç anlamadığı ama kulağına kaba gelen buraların diliyle, sertçe bir şeyler söylüyor,
yani her şeyi planladınız ama bana daha düzgün bir elbise almayı akıl edemediniz mi?
Elbiseler sadece bizi korumak için giyilmez, sosyal statümüzü de gösterir. siyah, gri ve toprak rengi dilenciler ve... hımmm... nasıl desem? kötü kadınlar giyer. bu şekilde çok dikkat çekmeden ilerleyebiliriz.
yine de çok rahatsız oluyorum!
ayrıca sen de bir daha beni süzersen burnuna yumruğu yiyeceksin!
çok belli olan bir şeyi tekrar etmek istemezdim ama...
geldik! kestereni yapabilecek demirci şurada. sen kestereni al, benim biraz işim var.
YAZAN/ÇİZEN:
DEVRİM KUNTER
6. BÖLÜM
namlı kestere ustası cin baba sen misin?