6 TL
KDV DAHİL K.K.T.C. FİYATI
7 TL
Öncelikle duyurmak istediğimiz bir haberimiz var. Önümüzdeki sayımızda sayfa sayımız artacak ve kuşe kağıda geçeceğiz. Ayrıca 10. sayımız “Klasikler Özel Sayısı” olacak. Bu sayıda bize ilham veren yazarların hikâyelerini çizgi roman olarak okuyabileceksiniz.
İÇİNDEKİLER
Merhaba!
SEYFETTİN EFENDİ YAZAN / ÇİZEN: DEVRİM KUNTER
PC 243 YAZAN: GÖKTUĞ CANBABA İLLÜSTRASYON: ONURCAN DUMAN
ABİDE
Yabani’nin 9. sayısına gelince... Devrim Kunter’in Seyfettin Efendi’si bu sayımıza ilk kez konuk oluyor. “Kara Dul” Seyfettin Efendi’nin geçmişinden bir kesit sunuyor. Malum düşmanıyla ilk karşılaşmasını anlatıyor.
YAZAN / ÇİZEN: MUSMET
Musmet ilk sayımızda Murat Dural’ın “Tengri ve İnanna” hikâyesinin illüstrasyonlarını yapmıştı. Bu sayıda “Abide” çizgi romanıyla geri dönüş yaptı.
YAZAN / ÇİZEN: SELÇUK ÖREN
“Şehzade Yangını” çizgi roman serisiyle tanıdığınız Selçuk Ören, “Kılıç Dağı”nı yazdı ve çizdi.
YAZAN: FUNDA ÖZLEM ŞERAN İLLÜSTRASYON: EFECAN SEZER
“Uçan Kale” uzun bir bölümle final yapıyor. Tabii bu, çizgi romanın bittiği anlamına gelmiyor. Devamı konusunda çalışmalar sürüyor. “Kralına İsyan” 9. bölümünde Basat’ı konuk ediyor. Keyif kaçırmamak adına bu bölüm hakkında daha fazla açıklama yazmıyoruz. “PC 243” hikâyesiyle Göktuğ Canbaba’yı tekrar okuyabileceksiniz. Hikâyenin illüstrasyonu Onurcan Duman'a ait. “Maşuka” Funda Özlem Şeran’ın yazdığı, Efecan Sezer’in illüstrasyonunu yaptığı değişik bir aşk hikâyesi. “Son Vapur” Galip Dursun’un yazdığı, Diren Ayhan’ın illüstrasyonunu yaptığı buluntu belgesel formatında bir hikâye.
KILIÇ DAĞI MAŞUKA
UÇAN KALE YAZAN: DEVRİM KUNTER ÇİZEN: DİNÇ ONUR AYDIN
SON VAPUR YAZAN: GALİP DURSUN İLLÜSTRASYON: DİREN AYHAN
KRALINA İSYAN YAZAN / ÇİZEN: DEVRİM KUNTER
02 09 11 19 24 27 39 42
İç kapağımız Diren Ayhan’dan, arka kapağımız Hakan Arslan’dan. Bu sayımızın kapağını Evren İnce çizdi. Dergimizde yazan bir çok yazarın içinde bulunduğu "Aşkın Karanlık Yüzü", 14 Şubat için 14 yazardan 14 karanlık öykü bu ay raflarda yerini alacak, onu da haber verelim. 10. sayımızda, yenilenmiş “Yabani” ile buluşmak dileğiyle...
facebook.com/yabanidergi
twitter.com/yabanidergi
instagram.com/yabanidergi
KAPAK EVREN İNCE İÇ KAPAK DİREN AYHAN ARKA KAPAK HAKAN ARSLAN BALONLAMA OZAN ÇAĞATAY
EDİTÖRLER ALP BİLGİN HAKAN TUNGA KALKAN İLKE KESKİN CENK KÖNÜL ÖZGÜN MUTİ ONDORDAKİ ALİCAN SAYGI ORTANCA S. EMRE TAŞKIRAN FATİH YÜRÜR
ŞUBAT 2017 SAYI: 09 BİLİM KURGU • FANTASTİK • KORKU • ÇİZGİ ROMAN DERGİSİ - AYLIK YAYGIN SÜRELİ YAYIN EFENDİ YAYINLARI İMTİYAZ SAHİBİ: DEVRİM KUNTER SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: DEVRİM KUNTER ADRES: KAMELYA SK. C71/2 No:27/5 ATAKENT - KÜÇÜKÇEKMECE / İSTANBUL E-POSTA: bilgi@yabanidergi.com BASKI: YIKILMAZLAR BASIN YAY. PROM. ve KAĞIT SAN. TİC. LTD. ŞTİ. (0212) 630 64 73 GENEL DAĞITIM: DPP (0212) 622 22 22 ISSN: 2459-2080
BİLİM KURGU • FANTASTİK • KORKU • ÇİZGİ ROMAN DERGİSİ
Yabani Dergi’de yayınlanan tüm yazı, çizgi roman ve karakterlerin yayın hakları saklıdır. Yayınevi, yazar ve çizerinin izni olmadan tanıtım amaçlı alıntılar dışında hiçbir şekilde çoğaltılamaz.
www.yabanidergi.com
Bu çizgi romanda geçen hik�ye, Seyfettin efendi’nin mübalağalı bir üslupla yazdığı
YAZAN / ÇİZEN
hususi notlarından derlenmiş olup, gerçekliğine dair bulgular şaibelidir.
DEVRİM KUNTER
Kara Dul istanbul, 1920.*
anlattığınıza göre... babanız kocanızın kızıyla evlendiği için aynı zamanda damadınız oluyor.... Ayrıca oğlunuz da aynı zamanda dayınız oluyor...
*1336, notlarda yazan tarihler miladi takvime göre düzeltilmiştir.
eVET AYNEN anlattığınız gibi Seyfettin Efendi!
fakat bu aile şeceresini düşününce dava etmek istediğiniz kişi yine kendiniz çıkıyorsunuz. benim merak ettiğim ise şu: neden bana geldiniz...
...VE mark Twaın’in yazdığı bir şeyi anlatmak için neden bu kadar zahmete girdiniz?
beni vurduğunuza inanamıyorum!
PC 243
YAZAN: GÖKTUĞ CANBABA
SE F E R S AY I L I U Ç A Ğ I N E N TA L İ HS İ Z Y OL CU SU
İLLÜSTRASYON: ONURCAN DUMAN
PC 243 sefer sayılı uçağım kalkmak üzereydi ve ben uçağa yetişmek için topuklarımın kıçımı dövmesine sesimi çıkarmıyordum. Bir çita kadar hızlı koştuğumu, hava alanında harikalar yarattığımı söylemek isterdim ama gerçek biraz daha farklıydı; özenle seçilmiş atletik çitalarla dolu Serengeti Maratonu'ndaki tek su aygırıymışım gibi ilerleyebiliyor ve evlenme teklif edeceğim kızdan sanki her saniye daha da uzaklaşıyordum.
"Pardon," dedim geveleyerek ama gerçek şu ki, yaşlılar umurumda bile değildi. Önemli olan uçaktı ve o uçağa yetişemezsem hava limanını, içindeki tüm yaşlılarla yakıp kül edebilirdim.
Melisa 585 km ötede sürprizimin ne olduğunu düşünüyor olmalıydı. Bu geçirdiğim en rahatsız sevgililer günü maratonuydu ve koşarken aşağı yukarı inip kalkan göbeğimin bir anda kopup gitmesini, kredi kartıyla temellerini oluşturduğumuz, her ay özenle büyüttüğümüz fastfood kokan bu ilişkinin bittiğini haykırmasını diliyordum. İnsanın göbeği, koşarken hem aletine hem de göğüslerine ritmik şekilde çarpmamalıydı. Bu sağlıklı bir ilişkinin yapısına aykırıydı bir kere.
Sallamadım hatta uzun kollarımı kullanarak memura biletimi gösterip bir de sıralarını çalmaya çalıştım. İşte işin rengi o zaman biraz değişti. İnsanlar bağırmaya, yaşlı adam nefretini çekinmeden kusmaya başladı. Kadın ise rahatsız edici bir şekilde gözlerime bakmaya devam ediyordu. Kadının gözlerinde karanlık bir taraf vardı anlayamadığım, sanki bakışlarıyla ruhumu okuyor, kemiklerimi kırıyordu.
"Ne pardonu ulan, ezdin kadını ezdin!" diye kükredi yine yaşlı. Kadın ise gözlerini benimkilere dikmiş sesini çıkarmadan beni izliyordu. Ortamdaki herkes bana evrenden kopmuş ve henüz hava limanına düşmüş iki tonluk bir meteoritmişim gibi bakıyordu.
Güvenlik noktasına yaklaşırken hâlâ bir şansım olduğunu biliyordum, sıraların arasına karışabilirsem bu iş tamamdı. Göğüslerim ve aletim çarpmaların etkisiyle hissizleşmişti ve yelkovan ile akrep ağızlarına tıktıkları patlamış mısırları kusarak benimle eğleniyordu. Zaman, yaşamın her anında insanla dalga geçiyordu; gençken erken boşalmalar bahşediyor, yaşlandığında ise seni yumuşacık bir oyuncak ayıya dönüştürüyordu; gençken ona daha çok vakti olduğunu söylüyor ama bir dakika sonra saçlar ağarmaya başladığında söylediklerini hemen yalanlayabiliyordu. Zaman, yalancı p…n tekiydi kesinlikle, her zaman fikir değiştiren, sürekli dedikodu yapan o… ç…unun biriydi. Güvenlik sırasına öyle bir hışımla girmiştim ki, terden sırılsıklam olmuş vücudum önümde duran yaşlı kadınla olan mesafesini ayarlayamamış ve onu neredeyse içine almıştı. Yediği yemeği beğenmeyen biri gibi onu önce ağzının içinde bir gezintiye çıkarmış, sonra ıslak ıslak dışarı tükürmüştü. Koca havalimanı sessizliğe büründü ve benim kayıp bir gezegeni andıran vücudumun yaşlı kadını tükürüşünü izledi. "Yavaş ulan yavaş!" diye çıkıştı yaşlı kadının yanındaki daha az yaşlı olan adam. "Cüssesine bakmadan nasıl da koşuyor hayvan herif!" Ulan, bir şekilde kabul edilebilirdi ama hayvan herif'e içerlemiştim. Şu yaşlılarda hiç ahlak kalmamıştı.
"Susun ulan!" diye kükredim. "Uçağa yetişmem lazım, yoksa hayatımın sonuna kadar bekar kalacağım!" Kimse bir şey anlamadı. Bazıları deli olduğuma kanaat getirip sessiz kalmayı tercih etti, bazıları ise cık cıkladı bir süre. "Sen benimle nasıl..." diye yaşlı adam söze girecekken, kadın kemikli işaret parmağını adamın dudaklarına yapıştırarak onu susturdu. "Ancak hanım efendi size sırasını verebilirse biletinizi ondan önce kontrol edebilirim," dedi memur. Çok bilmiş, işgüzar piç kurusu! "Bak yaşlılar umurumda değil tamam mı? Ben gencim ve daha yaşamam gereken çok şey var. Al bu bileti ve geçir beni hemen," diye çıkıştım.
MAŞUKA YAZAN: FUNDA ÖZLEM ŞERAN
Direnememişti bile; ondan kaçmaya ne gücü ne de niyeti vardı. Tek istediği kadındı ama tanıştıkları andan beri ne yaparsa yapsın onu elde edememişti. Tam ulaştığını sandığı anda uzaklaşıyordu, peşinde sürüklenmekten başka şansı kalmamıştı.
İLLÜSTRASYON: EFECAN SEZER
"Dünyada istediğim ve bana yaşamı sevdiren iki şey var: Aşk ve özgürlük. Aşk uğruna gerekirse yaşamımı veririm, fakat özgürlük uğruna aşkımı da feda ederim." Victor Hugo “Ey aşk, sen nelere kadirsin!” diye iç geçirdi genç kadın. Hızlı adımlarla yürürken omuzlarına dökülen saçları rüzgârda salınıyordu. Kömür karası saçlarına aynı karalıkta gözler eşlik ediyordu. Dolgun dudaklarının ucunda bir gülümseme vardı; çıkık elmacık kemikli yanaklarında belli belirsiz bir gamze bırakan, alaycı bir tebessüm... Fazla güzel sayılmazdı ama bu, arkasından ayaklarını sürüyerek gelen genç adamı zerrece ilgilendirmiyordu. Kadına çoktan kapılmıştı, artık geri dönüşü yoktu. Kendi de farkındaydı çaresizliğinin; o yüzdendi boynu bükük, omzu düşük duruşu ve her şeyiyle teslim olmuş gibi kadının peşinden gidişi. Gecenin soğuk karanlığında, ucunda ışık olmayan yolda, biri önde diğeri arkada yürüyorlardı. Sokaklar ıssızdı, çok geç olmamasına rağmen etrafta kimseler yoktu. Uyumuyorlardı ama herkes köşesine çekilmiş, bir şeylerin olmasını bekliyordu sanki. Gökyüzünde bütün ihtişamıyla asılı duran dolunayın gümüş ışığının bile artık aydınlatamadığı bu karamsar kentte her zaman bir şeyler olurdu zaten, özellikle de böyle tekinsiz gecelerde. “Bu seferki çok kolay oldu,” diye düşündü kadın. Labirenti andıran sokaklarda kararlı adımlarla yol alırken nereye gideceğini çok iyi biliyordu. Kendine güvenen, vurdumduymaz bir havası vardı. Karanlık gökteki yıldızlar gibi parlayan gözleri geceyi deliyor, gülümserken açığa çıkan dişlerinin keskin beyaz ışıltısı bakışlarını tamamlıyordu. Bu büyü etrafındaki her şeyi etkisi altına alıyordu ama yüzüne oturttuğu tebessüm hiçbir şeyin önemli olmadığını hatırlatıyordu aynı zamanda. Arkasından gelen adamın da önemi yoktu ona göre. Tavlamak için uğraşmamıştı bile, tanışalı birkaç saat olmasına rağmen adam ona sorgusuz sualsiz teslim olmuştu. Böylesi bir gecede normaldi aslında; 14 Şubat sevgilisi olmayan yalnız kalplerin en savunmasız olduğu, kimsesiz bedenlerinin de en çok üşüdüğü zamandı. “Bu seferki çok kötü oldu,” diye düşündü adam. Kadının peşinde, kayıp bir sokak köpeği gibi titreyerek dolanırken nereye gittiğine dair en ufak bir fikri yoktu. Daha önce de âşık olmuştu ama bu kez farklıydı. Sevgililer Günü’ne özel bir “yalnızlar” partisine giderken aklında bazı beklentiler vardı elbette; fakat kadını gördüğü andan itibaren düşünme yetisini kaybetmişti. Onun kendine güvenen tavrı tüm endişelerini silip atmış, vurdumduymazlığı onu daha fazla arzulamasına neden olmuştu. En çok etkilendiği şeyse gözleriydi; daha ilk bakışta insanı içine çeken, hem her şeyi anlamlı kılan hem de insana sonsuz bir boşlukta yuvarlanıyormuş hissi veren kapkara iki küre.
Bir süre daha yürüdükten sonra kadın durdu. Harap bir binanın önündeydi. Dönüp adama baktı. Sadece birkaç metre gerisindeydi. Göz göze geldiler, adam son bir umutla kadının bakışlarında ufak bir sevgi kırıntısı aradı. Bu ümidin verdiği güçle bitkin bedeni atağa geçti. Kadına yetişebilmek için son birkaç adımı koşarak attı. Tam ulaşmıştı ki, kadın umursamazca başını çevirip köhne binanın içine girdi. Böylece adamın beklentilerini bir kez daha karşılıksız bırakmıştı; gözlerini, bedenini ve kalbini ondan uzaklaştırarak. Ancak umutlar ölse de, arzu bir türlü ölmüyordu. Adam kısa süre sonra kendini içeride, yine kadını takip ederken buldu. Yıkık dökük merdivenleri çıktılar birlikte; kadın önde, o arkada. Üçüncü kata vardıklarında kadın oldukça sağlam görünen büyük, demir bir kapının önünde durdu. Bu sefer adamın yanına gelmesine izin vermişti. İkisi de suskundu; kadın zaten her şeyi bildiğinden, adamsa artık bilmeyi umursamadığından. Kendinden bile vazgeçmişti, bir tek kadından vazgeçemiyordu. Nerede olduklarını ya da burada ne işleri olduğunu da merak etmiyordu. Tek ilgilendiği onun yanında olmaktı. Kadın birden adama döndü, elini boynuna götürerek ensesinden tuttu ve sertçe kendine çekti. Dudaklarının buluşması adam için sürpriz olmuştu ama şikayet edecek değildi. Hiç beklemediği bir anda gelen bu hediyeyi memnuniyetle kabul etti. Öpüşürlerken kadının sivri dişlerinin kanını azıcık akıtması bile onu rahatsız etmemişti. Tersine, büyük bir şevkle bıraktı kendini. Kadınsa sanki bir şey arıyordu adamın ağzının içinde; dili, dişleri ve dudaklarıyla işbirliği içinde sürdürdüğü arama kurtarma çalışmaları olumlu sonuç vermiş olmalı ki, aniden geri çekildi. Adam nefes nefese kalmış, sadece kekeleyerek “S… Se… Sen…” diyebilmişti. Kadın onu susturmak için suratını tek eliyle tutup yanaklarını ince parmaklarının arasında sıktı. Adamın tekrar öpüşeceklerine dair beslediği umudu boşa çıkararak, akı olmayan gözlerini onunkilere dikti. “Ne olursa olsun, sakın ağzını açma.” Sonra hiçbir şey olmamış gibi önüne döndü. Adam şaşkındı; baştan beri hayalini kurduğu öpücük başladığı gibi bitivermiş, şimdi de oyun mu, uyarı mı olduğu anlaşılmayan bu garip emir gelmişti. Kafası karışıktı, bir şeylerin yanlış olduğunu hissetse de ne düşüneceğini bilemiyordu. Öyle kalakalmıştı kapının önünde. Kadın zile arka arkaya bastı. Önce üç, sonra bir ve son olarak da iki kere; bir tür şifre gibiydi. Aradan kısa bir süre geçmişti ki, kapı gıcırtıyla açıldı. Şimdi karşılarında kapıdan daha iri olduğu izlenimi veren bir adam duruyordu. Cüssesine yakışan gür bir sesle kükrer gibi konuştu, “Nerede kaldın?” “Geldim işte, patlamadın ya!” diye yanıtladı kadın, umursamaz tavrını koruyarak. İri adam parlak yeşil gözlerini kısarak karşılık verdi. Bedeniyle orantılı geniş suratında ufak kalan tek şey gözleriydi.
Demek Erg ve kabilesi yok oldu ha! Çok yazık...
4. BÖLÜM
daha beteri de var...
YAZAN:
DEVRİM KUNTER
ÇİZEN:
DİNÇ ONUR AYDIN
etrafında onu savaş şefi olarak kabul edenler toplamaya başlamış...
adam toplayarak buraya doğru ilerliyor...
buradaki yerliler kuvvetli olmalarına rağmen akılsızlar...
fakat kuvvetin dilinden iyi anlıyorlar...
Taktik savaş bilgileri ya da mekanik savaş araçları yapacak kadar bile bilgileri yoktu...
bu da bana büyük bir avantaj sağladı...
SON VA PUR YAZAN:
GALİP DURSUN
İLLÜSTRASYON:
DİREN AYHAN
Eminönü - Kadıköy / Şehir Hatları Vapuru 26 Mayıs 2016 - 17.45 2016-05-26_16_33.m4a: Biraz önce, yolcu salonundayken aklıma bir oyun geldi. Evde, uzaktaki ülkemde bıraktığım, nasıl oynadığımızı bile unuttuğum bir oyun. Vapura binmek için bekleyen kalabalığın arasında kendimi olduğumdan bin kat daha yalnız hissettiren cinsten. Kolumun altındaki kutuyla vapurun içinde bir hayalet gibi süzülürken hatırlamaya çalıştım ama faydası olmadı. Annem bütün oyunların birbirine benzediğini söylerdi. Sesi kafamın içinde ama o kadar derinden geliyor ki duymakta zorlanıyorum. Burdur otogarında, beni İstanbul otobüsüne bindirişi gözümün önünde. Sigara alıp geleceğini söylüyor, gülümsüyor. “Ben de geleceğim” diye tutturuyorum ama nafile. Gidiyor. Bu onu son görüşüm. Rıza Bey bizi tekrar bir araya getirene kadar annemi tamamen unutmuştum. Utanılacak bir şey. Rıza Bey “hatırlamak aklın lanetidir” der. Bana öğrettiği bir sürü şeyin arasında en önemlisi bu galiba. Rıza Bey… Şey… Aslında böyle başlamak istememiştim. Anlatacaklarımın bir sırası var. Heyecandan çenem düştü, sanırım. 2016-05-26_16_34.m4a: Biraz önce hareket ettik. En arka sıraya tek başıma oturdum. Bu kaydı Arapça yaptığım için çevremdekiler bir şey anlamıyor. Karşımdaki çocuk da ters ters bakıyor. Beni, bizi sevmiyorlar. Ben de onları sevmiyorum. Konuyu dağıtmamalıyım, zamanım az. Vapur Eminönü’nden Kadıköy’e gidecek. Ve ben, Elif, olan biteni sırasıyla anlatacağım. Suriye’nin H.… şehrinde doğdum. Beş kardeşin en büyüğüydüm. Çocukluğumun üstünden sanki bir asır geçmiş gibi. Çok az şeyi hatırlıyorum. Mahallemin neye benzediğini bile unuttum. İstanbul ya da daha önce sığındığımız şehirlere benzemiyordu. Babamın beyaz eşya mağazası vardı. Annem ile üniversitede tanışmışlar. Ama ben biraz erken ve kaçak yollardan dünyaya geldiğim için ikisi de okulu bırakmak zorunda kalmış. Babamı en son üç yıl önce gördüm. Beni İstanbul’a sürükleyen savaşın nasıl başladığı hakkında en ufak bir fikrim yok. İsyancılar da askerler de bizi sevmiyorlardı. Çareyi kaçmakta bulduk. Babam bizi Türkiye sınırından geçirmek için… kendini feda etti. 2016-05-26_16_35.m4a: Devam etmeliyim. 19 yaşımdayım. Sınırı geçerken birbirimizi kaybetsek de birkaç ay sonra mülteci kampında şans eseri buluştuk. Kamptayken… Annem ve kardeşlerimle şehir şehir gezip kendimizi kurtarmaya çalışırken yaşadıklarımız… Şimdi olanları düşününce başkasının başına gelmiş gibi geliyor. Oradan oraya savrulurken babamdan haber aldık. Avrupa’ya mı geçecektik; yoksa Türkiye’de babamı mı
bekleyecektik? Onu bulmalıydık. Annem gidip adamlarla konuştu. Geldiğinde canı epey sıkkındı. Belli etmemeye çalışıyordu. Mutlu haberi verirken zoraki de olsa gülümsüyordu. Babam İstanbul’daydı. Kardeşlerimi bize göre daha iyi durumdaki akrabalarımızın yanına bırakıp annemle İstanbul’a gitmeye karar verdik. Annem bir akrabasının Burdur’da yaşadığını öğrenmişti; önce oraya gidecek ve biraz borç alacaktık. Annem sürekli bir yerlere gidiyor, babamdan haber getirenlerle konuşuyordu. Her defasında biraz daha bitkin ve umutsuz dönüyordu. Burdur Otogarı… annemi en sonu orada gördüm… İstanbul’a iki sene önce, tek başıma geldim. 2016-05-26_16_36.m4a: Babam bir defasında, henüz bekarken, iş için İstanbul’a gelmiş. Ve resmen çarpılmış. Ne zaman İstanbul’u anlatmaya başlasa bambaşka bir adam olur, ayağa fırladığı gibi beni ya da kardeşlerimden birini koluna takıp evimizin salonunda hızlı adımlarla İstanbul’u gezdirirdi. Annemin gizliden kıskanarak takılmasına aldırmaz hep iyi şeylerden bahsederdi. Babamın İstanbul’unda kötülüğe yer yoktu. Kalbinde birden fazla aşk taşıyan her adam gibi babamın da bir sürü gözdesi vardı. Ama en çok Kız Kulesi’ni severdi. Vapur Kız Kulesi’ne yaklaşıyor. İki yıldır defalarca görsem de bu güzellik her defasında beni büyülüyor. Biliyor musunuz, ben adımı Kız Kulesi’nden almışım. Denizin ortasında yükselen kulenin zarafeti, endamı benim gibi kara kuru bir bebeğe isim oluvermiş: Elif. Kız Kulesi aşkı bana babamdan geçmiş olmalı. Kuleyi görünce derdimi tasamı unutur dalıp giderim. Rıza Bey, boğazı ve Asya ile Avrupa’yı birbirinden ayıran derin suyu gösterip şöyle derdi. “İyilikle kötülüğün birbirine karıştığı bir alemdir boğaz. İki kıtanın hem rahmani hem de şeytani işleri iç içe geçer bu sularda. Bir olurlar, İstanbul olurlar.” Rıza Bey’in söylemediği bir şey var aslında. Kız Kulesi, tek bir dünyayı ikiye bölen yer aslında. Belki tam ortası değil, hakça bölmüyor ama her şey birbirinden ayırıveriyor. Benim gibi. 2016-05-26_16_37.m4a: Hızlanmalıyım. İstanbul’a geldikten sonrasını kısa tutacağım. Kadıköy’e fazla bir şey kalmadı. Buraya geldiğimde bir başımaydım. Annem ve kardeşlerime ulaşamıyordum. Ne yapacaktım? Dilini, yolunu bilmediğim bir yerdeydim. Sokaklarda yattım. Dilendim, hayatta kalmak için ne yapmam gerekiyorsa yaptım. Bir ara kısa süreli bir işe bile girdim. Karşıma çıkan İstanbul babamın âşık olduğu masal diyarına hiç benzemiyordu. Bir yıl boyunca hayatta kalmaya çalıştıktan sonra kabullendim. Belki de en başında yapmam gereken şeye, kendimi öldürmeye niyetlendiğim gün Rıza Bey çıktı karşıma. Artık onu anlatabilirim. 2016-05-26_16_38.m4a: Vapurdaki yolculara bakıyorum. Gözlüğümün arkasına saklanmış etrafımdakileri izlerken her defasında şaşırıyorum. İnsanlar ne tuhaf. Kullan at maskeler takmış gibiler. Hiçbiri akılda kalmıyor. Rıza Bey’in suratını bir defa gördünüz mü, unutmak mümkün değil. Bir uçurtma gibi, bir köşesinin üstünde dikilmiş bir dörtgen işte. Ciddiyim.
Haha! Kayış baldırı hatırlıyor musun peki?
YAZAN/ÇİZEN:
9. BÖLÜM
DEVRİM KUNTER
“aman efendim! Vurmayın! ben zavallı bir dilenciyim...” haha! Aynen öyleydi...
eski güzel günler... hâlâ avcılık hikÂyeleri mi?
peki... sen anlat bakalım...
kilerdeki içkimiz dayanmayacak bu gidişle. Sen beni çeyrek asır önce görecektin asıl!
bu güzel kızla nerede tanıştık demiştin?