Başmelekler

Page 1

BAŞ MELEKLER

Onur Orkun Kara


Baş Melekler: Gündelik kaosların içindeki insan, binalarla çevrili ruhunun derinliklerine bakar bir gece, elinde makas ve odanın ışığında aydınlanan yüzü ile aynanın. Yaşam bazen, tartışmasız en büyük kozumuzdur ve bu oyun sendromlarının kurtulmadığı bir neslin. Birey ve ego zaaflarından sarkan dik uçlu kırıklıkları bulmamla başlayan. Dinler tarihi kadar eski mitlerden, çağlardan ve iç savaşlardan bahsetmemin en eski dili olan bu günde yaşadığım her şey. Bu roman, bir kişinin saçlarını kesişi ile başlayıp buna neden olan anların fotoğrafını çeken benim. Ve arkadaşlarımın ortak anlatımıdır. Sizi, götürdüğüm yerlerin zamanlarını bilmiyorum, yörüngeleri yahut yer kürelerini. Dün ile bu gün arasında kaybettiğim bir anın içinde olan, sadece bir gün mutlak olmuş olan bu her şeyi anlatabilirdim. Serinin ilk dört kitabı: I.Baş Melekler II.Erkek Sureleri III.Habilanın Eteği IV.Marduk Üçlemesi


K端nye


-pandora-

Sobanın ateşinde Su toplayan parmak uçlarımdan öğrendim Öpsem geçer acısı Gözlerinden öpüyorum şimdi... Azat et beni...


—Neredeyiz biliyor musun? —Öğreteceksin hayır… Tabirsiz kalabalıklardan geçiyoruz, görkemsiz vücutlarımızla… Bu yüzden ilgiden uzak ve şefkate daha yakın, mordan daha tuhaf ve en az kırmızı kadar belirgin dudaklarımız… Kan yürümüş gibi sözümüze, kan tutmuş gibi bileklerimizle ve kanla dolaşmış gibiyiz. Tunçtan tenlerden hemen sonrayız, ateş bulunmuş; bakışlarımızda… Saf sorulardan dolambaçlı cevaplara ulaşmış ve en çok olmayan topraklara taşınmayı düşlemişiz. Yorulmuş atlar kadar belirgin bakışlarımız; ter ve tenin aziz belirginliyi ile gümüşten ışıklarla, yansıyoruz… Yanılmıyoruz hayır.

Taş kadar belirgin, dokunuşlar arasındaki boşluklar… Yere yakın yaralar gibi kabuk kabuk yürüdüğümüz yol. Belirgin bir kapıdan girmiş ve surlarında yosun dilli sorular biriktirmiş bir başka yer. Gök kadar ağır üstümüzde. Yer kadar batmış içimize… Bir Dünya, Atlastan emanet taşınan boşlukta savrulurken halen daha… Bir küsmenin, çekip gitmenin baştan çıkartan sonucu gibi… Savruluyoruz işte böyle…


Yaprak kadar basit, rüzgâr kadar aşikâr ve daha derinlerimize işlemiş su; aziz sürüklenme biçimi ve kutsal taşma biçimi ve Lethe’nin etekleri… Yön veriyor ellerimize. Tuttum bu yüzden dizlerimi bile… İçine çekildiğim bir ateş hiç sönmemiş diye/ toprağın bile içinde. Yanmakla ve tutuşmakla başlayan bir denge, uzak yıldızlar kadar uzak ve eski çağlar kadar eski bir bakma/ gözlerini açmak birden karanlığa gibi… Durmadan yön bulması o bakışın durmadan ilerlemesi, eşyadan eşyaya, taştan taşa ve derin uçurumlardan uçurumlara… Tam ortasındayız. Tam ortasında olduğumuz bir anlamın. Gözlerimi kapattığımda başlayan karanlığın, giderek büyüdüğünü görüyorum. Her an, madde'den ve ışıktan uzaklaşarak ve kapsayarak hepsini… Daha derinlere, renksiz ve kokusuz bir yolculuğun beni neden onarılmaz bir kırılmaya dönüştürdüğünü bilmeden tekin olmayan topraklarıma yürüyorum adım adım… Ulaşmak, gitmek ve kaçmak istediğim şeyin bir yaşam biçimden, değer bulma, değer kaybetme ve ego illüzyonları ve tatmin mekanizmaları üzerine kurulu olduğunu bilmek memnuniyetlerimize ait sorunlarımızı çözmeye yetmedi sanırım. Şuan buradayım ve hepsi bu… Defterler biriktirerek yaşamış olduğunuza inanırsınız, sağınızdaki korkusuz sözler / solunuzdaki mahcubiyetle yüzleşir. Eğer kapıdan içeri girdiğinizde, odanızı dağılmış buluyorsanız. Loş ışıklar ve kendi kokunuzla yırtılmış sayfaları onarmak ve yeni bir cümle kurmak için... Yazmak anlamını kaybeder. Şuan buradayım ve günün birinde yine yırtacağımı bildiğim bu siyah deftere yazıyorum tüm bunları. Sorumsuz ve sonuçsuz sesler duymaktan vazgeçişimiz ilk ne zaman başlamışsa o zaman başlamış olan bir biçme isteği ile tırnaklarınızı ve çevresindeki etleri ve en sonunda saçlarınıza ulaşırsınız ki sanırım en hasarsız karar budur bileklerinizden hemen önce…


Fark etmenin fiziksel cazibesi, kadın anatomisindeki ergen sapkınlığın –uzun saçlı- erkek sendromlarına denk geldiği bu günlerde sevişmenin daha çok sevişmek olmadığını ve tene vurulan kırbacın, ağız kapatmanın, saç çekmenin ve ısırmanın doyurmadığı bir –yok etme- arzusu emrettiği ve bunu uygularken dahi… Efendinin, kırbacı elinde tutan olarak değil, bu güdüyü ortaya çıkaran fikrin olduğu söylenmesi ne komik. Alınıp satılabilinir hevesler bunlar, antik mistisizme duyulan hayranlık kadar bariz ve inançlar tarihi kadar uzak saydığımız kendimize.

Kendinizden ne kadar kaçabilirsiniz ki, Gözlerimi kapattım ve bir tutamı kesildi bile…

Kimin kokladığının ve kimin yüzüne dağıldığının bir önemi yok artık, kimin parmaklarına dolaşmışsa onu öldürmeyi planlamakla başlayan bir sonuç bu… Kelebekler gibi; defter yapraklarıma canlı canlı koyup sonra bir daha o iki sayfayı açamayan bir kelebek koleksiyoncusuyum ben. Kelebekler gibi, karanlığın içinden ışığın, ateşin ve yansımanın becerisiyle görüntüsü oluşmaya başlayan narin keder canlıları. Bir gece bir tren istasyonunda kırık bir fenerin lambasına dokunarak ölmekten yorulmayan ve ışıkla yanmaktan korkmayan kelebekler gibi evet… Bir gün bir kelebek gibi doğacağım ve öleceğim. Bir kelebek gibi yaşamayacağım ama… Sevdiklerimle, tatlarımla ve dokularımla beğenilerimle ve arzularımla yaşayacağım. Son verdiğim ya da sonlanmış olan hayatlarda kaybetmeden hiç birini… Sanki bir başkasıymış gibi bir başkasında ve diğerinde cazdan bahsederek aslında hep hüzünlü soloları severek ve çığlık çığlığa dip soundları severek ve böğürerek kendi içime… Değiştirmeyeceğim tuttuğum takımı ve sevdiğim rengi…

Kelebekler göz kapaklarımın içinde Ve ne kadar çoklar bir anlatabilsem…


Önce hücresel canlılara benzediler, varlıklarından emin olmanız için mikroskoptan bakmanız gereken türden. Gözlerimi kapatıyorum, ışığın ve karanlığın ne yapacağını bekleyerek, tuhaf nebulalar, tuhaf şekiller ve tuhaf minik noktalar. İçine uzandıkça, o noktaların birbirine bağlanan bu oyunu var ettiğini görürsünüz. O küçük nokta gibi organizmalar ile kesilmiş, katliam yaratılmış kıvrımları ile giderek daha çoğalan, daha belirginleşen bir hal alır gözkapaklarımızın içinde. Üstünde sanki biraz daha kopmaz olanlar, biraz daha açık ve seçik olanlar var. Düşük dial-up sinyalleriyle algılanan türden. Yok, gibi var olanlar, yüzlerce sayfalardan taşan, oluşan kanatlarıyla oluşmaya devam ediyorlar. Keskin fikirleri olur varlığını minnetsiz tarif eden her canlıda. Öyle ya kozadan gelen bir cüret ile antenlerini ve algı alanlarını yayarak, evrimsel biçimsizliklerine cazibeli kırılganlıklar ekleyerek büyüdüler… Büyüdüler ve gözlerimi açtığımda öldüler…

Gözkapaklarımın içinde biri debelenip duruyor daha. Uçabilse onunla uçacağım. Ölse karanlığımın koyuluğunda yalnız kalıp, bu ölüm gibi bir şey diyeceğim. Bir tutama ihtiyaç duyacağınız bir anda, yeni bir diz nota bakarak temize çekmek içimde beni dinleyen herkesi… Onlara hesap vermek ve onlarla yüzleşmek çünkü zamansız ve mekânsız bir zamanda onların beni sorgulayacağına olan inancımla didişip duruyorum avuçlarım terlerken.

Tesadüfî bir durum değildir sanılanın aksine, refleks yetersiz ve duyarsız haller yaratır işte böyle… Kaynayan sıcaklığın suya dönüşmesini hızlandırmak ve buna sebep olan aziz tenin ve mübarek yüzün tabirlerini yapmak için gözlerimi aynanın önünde açtım. Kendimi izliyorum kendimle, ilk defa karmaşık değil. Saçlarım ve makyajım ile ilgilenmiyorum. Saçlarımda dolaşan ellerimi ve onun saçlarımı kesişini izliyorum. Değişmiyorum, daha şirin değilim ve daha çirkin olmayacağım. Daha kısa sadece, biraz daha kısa hepsi bu…


Sorun şu ki; erkeklerin elleri erkek eli olmaktan giderek uzaklaşıyor. Daha beyaz ve daha narin sanki. Sorunum şu ki; bir kadını kıllarımdan yoksun düşünmeye alıştırılmış olmam. Ve bir erkeğin sakalı, bıyığı ve bedeninde ki kıllara rağmen kabul edişim. Estetik anlayışım erkeğe göre daha vahşi, bacaklarında ve koltuk altlarında ki tüylere verdikleri tepki belliyken ve üstelik kendi erkeklik kavramlarını bu estetik üzerine kurulu cinsellik anlayışı ile bağdaştırıyor oluşları beni kim yapar?

Aynada kendime bakıyorum kendimle, donuk mevsimler gibi mat sorularla ve ne düşünmem gerektiğini düşündüren boşlukla sesimi yükseltiyorum!

-Daha kısa evet.

En son bu kadar kısa olduğu zamana dönmek istiyorum, kimsenin hatırlamak istemeyeceği kadar kısa olduğu zamana. Bunu hiçbir kimse değilse eğer, kendim yaptım kendime. Unuttum, unutmam emredildi zihnime herhangi bir gün herhangi bir zamanda bir şey yüzünden.

Gözlerimi kapatıyorum ve hiçbir şey yok var olan içimde. Şeylerin kaderidir bu, çoğu şey gibi… Bir şey ifade edemez kendisine. Bu yüzden sanırım başka şeylere benzemek cazip geliyordu o zamanlarda. Sabrın anlamını yok etmeyi beklemek diye öğreniyordum çünkü. Bekle ve ne olacağını izle, Hemen arkasından giden bir gölgenin, dön ve yak bütün emanetlerini, dumana sal vücudunu sarhoş triplerine sal kendini ve en olmadık anlarda mesajlar yaz.

Aran sonra, bir dolu nasihat ilk seferinde bir sonrakinde orospu ol ve bir sonrakinde cevaplama telefonu. Sesi yok et, o sesin ait olduğu yüzü, o yüzün kokusunu ve parmaklarını. Sırtım ürperiyor kızgın bir kedi gibi, gözlerimi açsam ateş çıkacak bu şey gibi.


Ben, ünlü bir fotoğrafçı olacağım bir gün ve bunu herkes görecek. Bunu o fotoğrafları koyduğum aptal sitede ki herkes görecek. Kareler yakalarım, benim en iyi yaptığım şey bu. Kimse bilmiyor deklanşöre basmasını ve ne salakça çekiliyor tren rayları, uykulu gözler ve bulutlar. Oysa boya rayın birini beyaza birini siyaha geç ortalarına ve en yukardan bas deklanşöre. Aynı hayat kadar gerçek, simgeleştirme kadar berrak, ben fotoğrafçıyım evet.

Bir kare yakalıyorum ve adını hemen koyuyorum. Daha önce duyduğum kelimelerden yahut müziklerden… Sen, evet sen. Hotel California idin. Altıma almıştım seni, yüzüme belirsiz bir ifade otursun diye ormanlarımı yakıyordum. Deklanşöre bastım ve ağladın. Şaşkındım, ilk kez bir fotoğrafı yırtmak istedim ve halen daha devam ediyorum bu son parçası evet. Yetersiz kaldığım bir deneyimdi, daha çok fotoğraf çekip bunu öğrenmeliydim. En acısız kareyi yakalamalıydım. Bunun içinse daha büyük yangınlar çıkarmalıydım. Bende öyle yaptım. Topuklarıma bulaşan otları yakıyordum. Irmak ise küllerimi döktüğüm yakın mesafede ki kaçışım olurdu. Kimse bilmiyor ben Pandora’nın evinde yaşıyordum. O kırdığı kâsenin parçalarıyla doğuruyor rahmini şimdilerde.

Gözlerim kapalı ve en kısa halinde saçlarımın annemi düşünüyorum. Onu, en kısa haliyle saçlarını kanser olduğunu ve öldüğünü ve hiç ağlamadığını bugün bile. Bir kurtuluşa ağlayamazsınız. Büyük acılar yaşıyordu yaşlandıkça küçülen bedeninde. Ve özgür bıraktı bir gece kendisini balkondan… Pişmanlık size neyi kanıtlamaz? Devamlılığı bence. Yarıda kaldım diyebiliyorum bu yüzden, eksik ve onarılmaz. Üstelik bilinçli ve isteyerek işgal ediyor evet ve böyle oluyor demek. Hiçbir yerde sabit kalmamalıydım artık, alışamazdım çünkü. Bu yasaklanmıştı bana. Alışmak, kötü ve tehdit ediciydi, hayat kadar uzun bir hesaplaşmada bir kerecik olabilecek her şey için. Ömürlerimizin çatlağından sızan, yol bulan ve parçalayan bu asimetri bozukluklarına mucize diye sarıldık.


Bende öyle yapıyordum, sırt çantamı ve siyah saçlarımı alıp yanıma, yol işaretlerini okuyordum. Dönüş yolunda mutlaka ve özellikle kimsenin dikkat etmeyeceği bir yer belirleyip, bakıp o zaman ne düşüneceğimi düşündürüyordum kendime. Giderken döndüğünüzde bir yeriniz olsun diye sizde yapmalısınız. Göze aldıklarımı saymıyorum bile. Toplumsal erdemler, çizilmiş haritalar ve martılara simit atmak umurumda bile değildi. Ben sadece sevebilirdim seslerini. Çığlık(!) ve ne kadarda farkında değil martılar ne olduğunun. Artık çöpleri yedikleri öğretilse de bana, kavmimin erkeklerince. Ben bu kadar temiz olabildikleri için teşekkür ediyordum içimden. Sana söylüyordum tüm bunları, odam da ki dağınık defterlerin birinin en arkasından ters yazarak. Hatırlaman için değil. Artık unutman için. Unutman ve bir daha hatırlamaman için o kadar güzel olan kendimi.

Kimse bilmiyor ama çok uzaklardan geliyorum ben ve tarih kadar eskiyim evet. Şarap içmeyi bu yüzden marifet olarak kabul edemedim. Testiyi kırdım bir gün ve çok fena acımıştı yanaklarım. Saçlarım bukle bukle düşmüştü boynuma. Ve alt dudağım üst dudağıma dokundukça ağlamıştım sesimi duymamıştın biliyorum. Sana o gün bir şiir yazmıştım. “ Kedileri sev. Ve ateşe verme evini Islat saçlarını Gülümse… Yine ben çekiliyorum gözlerime Ağlamıyorum hayır Kapattım sesimi Ve süzülüyor böyle işte”


Sırtın, ne kadar güçlüdür diye uyumanı bekleyip iki kürek kemiğinin arasından öptüm. “seni seviyorum” gözlerimi yine kapatmıştım ve uyandığımda beni işaret eden parmağını, dekoltemdeki yırtmaçlarımı, dantelli iç çamaşırlarımı ve çok belirgin göğüslerimi taşa, demire ve toprağa çeviriyordu sözlerin. Dönüşüyordum giderek büyümek gibi. Ben güzelleştikçe sen sinirli, ben daha çok sevdikçe sen gerçek oluyordun. Bir masaldan vazgeçtik kelebekler kadar belirgindi bu…


II.bölüm Kısa fIlm seferberlIğI yaşasın!

Büyünün iki tarafı bir gece Nil’in kıyısında bir anlaşma yaptılar. Takipçileri ve habercileri vardı.


Böyle oluyordu işte, filmler kadar belirgin ve tartışmasız buluşmalarımız. Kendi aramızdaki denklemi, kendimizin yine kendimiz için saklamış olduğuna inanıyorduk. Bu yüzden hatırlamak istedikçe yüz yüze geldik. Yüz yüze her gelişimizde perdelere ihtiyaç duyduk. Bir masanın etrafında toplandık önce ve ortamızda yaktığımız dumanların, önce kovboylara kırmızı at satan ve daha sonraları Ferrarili güzeller vaadeden bir şizofren denklemin içindeydik. Hiç birimizin kızıl derili olmak istemediği. Bir barış çubuğunu içerken…

Salonda, izlediğimiz film bize, otel sahibi amcanın yerine oğlunun geçeceğini ve bunu ticareti iyi bildiğini düşündüğü avukatına miras bırakıp öldüğünü anlatır. Yıllar sonra bu çocuğun, hızla büyüyen, gelişen otelde yaşaması sağlanıyor sadece elektrik işlerinden iyi anlaması kadar gerekli ve sahip bile olmadan. Bunu izliyoruz şimdi şu an.

İsrafil; bunun zaten yaşanabilir olduğunu düşünüyor. Mikail ise gelişi düzel bir şey nasılsa öyle olmuş diye geçirdi içinden çok belliydi bu, tırnaklarını yeme biçimi çok iştahlı bir o kadar yüzü mimiksiz ilgilenmediğini kanıtlamaya çalışıyor gibi. Ben şuan bunların nasıl gerçekleşmiş olduğunu anlamaya çalışıyorum. Bol bol kola içiyorum ve sıkça sigara yakıyorum ve çok geç saatte uyanıyorum. Yanaklarıma dokunduğumda terli ve yığılabilecek kadar yorgun olduğumu belli etmemesi için kaşıyarak izliyorum filmi…


Film bana göre; henüz belirginleşmemiş karelerle birlikte bir iç hesaplaşma tasarlamış. Buna göre bir taraf olacak ve bu taraf savunmayacak sadece, neden olduğu şeyi söyleyecek denge böyle kuruluyor evet. Bu eski bir mit, batıya göç etmiş insanların neden olduğu tutkuların birer tanımı. Sizi her on dakikada bir masala ve her masaldan sonra kendi otelinde elektrikçi olarak çalışan ve bir süre sonra çocuklara ait bir otel projesiyle ortaya çıkışını ve yeniden kazanmaya başlayan o gencin Amerika ve son krize neden olan şık beylerin bir savunması olduğunu söylemeyeceğim. Çünkü bir masalı kahramansız bırakan şey o kahramanın başka bir masala inanmış olmasıdır.

İsrafil bunun, birinci dünya savaşı ve ikincisi kadar gerçek olduğunu düşünüyor. Mikail bunu, yüz yıllar sonra ilk kez balkanlarda galibiyete geçen batının bir kaybediş manifestosu olduğunu düşünüyor. Şark, artık biçimsel yaşam şartıyla ve yakın güç odaklarıyla tüketim dinamikleriyle uygarlığın ürün satamadığı tek alternatif olduğunu ve zaten savaşmak için bundan iyi bir neden olamayacağını düşünüyor. Ben, birle konuşup yapmak istediğimiz projeler hakkında finansman destek sağlayabileceğini düşünüyorum.

Bir kızıl deriliden, kırmızı atı alan kovboy genç kızı kurtararak kahraman olması gerektiğini biliyordu bir masalda olabileceğini bilerek. Ve alamayacağını bilerek bakıyordu Ferrari’ ye otel sahibinin elektrikçi oğlu. Her gün mesaiden sonra çocuklarına bakmak için gittiği evin yolundaki galeride izlerken. O çocuklara anlatılacak masallarla, kendi geçmişinin Dünya geçmişindeki karelerini yakalar...

Bu denkleme göre filmin başlamasından itibaren bir Romalı ile Amerikalının karşılaştırılması sonucu; roma zihnini libido merkezli gösterileri ile arena şovlarından, kahramanlıktan yoksun ve atı üstündeki kovboyun kurtaracağı leydi’ ye ancak güç gösterisiyle vakit harcamanın anlamsız olduğunu iddia ederek şaşırtması ilk sürpriz olmayacaktı.


Bunu İsrafil kendisinin sardığı sigarayla bir anlamı olduğunu düşünüp ateşledi dumanı. Mikail, bütün olağanlığı ile katılıyor buna. Ben bir denklem olduğunu düşünüyorum. Bir iyilik ve kötülük denklemi kadar bariz. Bir Romalı yahut Amerikalı kadar aborjinler ya da inkalılar kadar.

Bu kadar basit olmadığını düşünüyorum çünkü önce mısırlıların olduğu öğretildi, evet roma kadar yahut Osmanlı, ancak bir o kadar eski değil daha eski. Sümerler, babil, vadedilen topraklar, isamesihi, Vatikan ve cennetin krallığı. Tüm bu denklemi oluşturan parçaların unutulması gerekliliğinin öğretilmeye çalışılmasının arkasında Harry Potter gibi çocuklara anlatılacak bir masal için, masalcının büyüyü öğrenmesi gerekliydi.

En son bu kadar kısa olduğu zamana dönmeyi istiyorum. Kimsenin hatırlamak istemeyeceği kadar kısa olduğu zamana. Bunu hiç kimse değilse eğer kendim yapmıştım kendime, unuttum ve unutmam emredildi zihnime. Herhangi bir gün herhangi bir zamanda bir renk yüzünden.

Büyünün iki tarafı bir gece Nil’in kıyısında bir anlaşma yaptılar. Takipçileri ve habercileri vardı.


III . bölüm

serrum yazıtları

-Eymur ve Saldum’dan-


İşaretler silindi… Artık cümleler kurmanın bir anlamı yok, son kelime olan ‘’oku’’ nun bir değeri yok. Silindi gümüş atlasların üzerine konan son dokunuş. Keskin bir kenardan sarkan dik uçlu bir ses, nefesine saklanan son çekiş darbesinin o son sesi unutuldu.

Ağır ağır kurtulmanın tene dayatılan zenciliği, yapış yapış buklelerle dokundu derinlerine… Önce Afrika da kirlenmiş bir gecede görüldü belirtiler. Ter, silik bir hafıza yaratıyordu ensesinden sonrasında Eymurun. Gözleri ayna olduğu söyleniyordu birkaç taş yılı boyunca. Ayna olan gözleri, o son dalganın bıraktığı iyot, tuz ve safirle… Topuklarında saf sarı ruhlar yaratıyor diye yazmıştı Saldum. Saldum, bir mağara yazıtında, güneşin denizin yüzünde bıraktığı son ışık parçalarından biri olduğu yazılmıştı. Yol buldu, yol aldı ve yayıldı yer küreye kül adımıyla.

Sözler silindi… Artık unutmak denen bir aracı kullanıyoruz. Burç ayaklarımızda. Uzaya bulaşmış ilk topuk yıldızlar boyu yalnızlık buyurdu. Hatırlamak suç ve yasal olmayan bir madde ile yaşanır oldu. Tip ve tik uysal alışkanlıklar, uysal susmalar ve derin iknalar bıraktı…

Eymur, ilk sorudan asılmış bir kabın içinden sütunlarını gördü içinin. Oymalı bir tılsım eteklisi yıkanıyor şarabı solmuş bir mor, bir eflatun, bir ay, bir yatağın içinde… Sütunlarını gördü, büyük ve korkulu pencerelerle. Afrika yine bir geceye hazırlanıyordu, cılız dağların adımlanan yamaçlarından sızan bir yaradan ölümü temizleyen Saldum iki oğluna baktı. İratiş ve Tiranas, İratiş ilk yangını çıkaranların en son soyu. Tiranas son yangından arta kalan ilk soy. Saldum, ölümü yaradan, yarayı kandan ayırmanın çok yorucu olduğunu hissediyordu. Yaşlanmış bir ağaca benzeyen gölgesinin artık daha yorgun olduğunu bilerek.


Gündüzler silindi… Karanlığın dna’sında ki o yüce imge tanrının ve tanrıların ve unutulmuşların en büyük kozu oldu. Dilim, henüz anatomideki bilmeceyi çözerken, ölümün bir bilinç, bir yok olma, bir bitme olduğu… Bir bilmenin bir sayma sistemine tabi olmanın o hazin sonucunda bunları yazmanın bir anlamı var mı bilemiyorum. Henüz sınırlara tabi bir devlet anlayışının ırklara tabi oluşundayım. Bayrakların, kokuların ve binaların içine sığınan bir insanlığın ortasında buna nasıl neden olduk. Bunu nasıl başardık bilemiyorum, sonuçların içinde bir başka nedene ihtiyaç duymuyor insan. Nedenleri anlamak, görmek ve dokunmak için varolmuşcasına yarınlar var ediyor o toplumsal ortak illüzyonda. Ekranlara yansıyan ay, çöle bırakılan o narin dokunuşun izlerinde set değimliydi? Ve işte adımlandı o görkemli cesedi. Bitkin bir görüntüye benzer bir şaşırma bıraktı yüzünde ona yapılana şaşırarak. Kibirin soysuz efendileri gündüzleri sildi. Gecelere saklanmış bir –bizlik- dirilmeye çalışıyor sentetik ve steril bakışların içinde. Dokunmanın ruha, tene ve bedele dokunmanın herhangi bir an, herhangi bir eğilme, herhangi bir mağrur bakış sayıldığı anlarda kaldı bu sözler. Unutmadığın ve hatırlamadığın, öğrenmediğin ve öğretemeyeceğin bu halleri bıraktı içime. Gözlerimle oynuyorum bu yüzden. Saçını saklıyorum kulağımda. Sesler duyup, sesler anlayıp ve sesle yaşamaya çalışıyorum. Kaç kişi olduğunu bilmiyorum bu yüzden. Doğmanın ve ölmenin yasalarıyla yaşamaya itilerek ve bir rahimden çekilerek yerinden çıkarılarak. Gözümün olduğunu ve neyin öldüğünü öğrendiğimden beri unutulmuş tanrıların ölmeyen temsilcisi zamanın öldürdüğü bir insanlığın içinde yasaklanmış bir dili kullanarak harflere bırakıyorum kendimi...

Haberciler öldü… Sarsıntılar içinde gelişi güzel bırakıldı ceninler. Doku anlamını yadırgamadan var oldu. Cevaplar diz boyu… Cevaplar çene altına kadar, burun seviyesinde, gözlerini yakan, gözlerinde dalgalanan bir deniz boyunca cevaplar. Haberciler öldü, merak edenler son günlerini sakin sularda yaşamak isteyince…


Nil’in kıyılarında hatanın ve anlamın orduları biliyordu bir milat önce. Hiç yazılmadı ve silinmedi ahitlerden, hiyeogrifikleri işleyen ve işeyen ilk insan dikti son putunu. Saldum un iki oğlundan ilki İratiş, babasının yorgun gövdesini izliyordu. Ölümün kandan ayrılmasını, kanın etten çıkmasını izliyordu. Tüm bunların neden burada şimdi olduğunu anlamaya çalışarak. Tensi dağının doğusunda seçilebilen en büyük gölün kenarında inkurun komutasında ki son adamların ölümünü izlemek, Esdan komutasında ki ikinci ordusunu telaşlandırıyor kaygılandırıyordu… Gözleri büyüdü iratişin, ensesi terledi ve toprağa dayadığı dizleri acıdı. Biraz soluna eğildi tiranasa doğru ve değmeden. Saldum yaralının gözlerini kapatırken dönüp arkasına iki oğluna ‘’Çok geçti’’ dedi. Çok geçti artık ve savaş kaçınılmaz bir öfke büyütüyordu.

Ter silik bir hafıza yaratıyordu ensesinden sonrasında Eymurun. Görkemli sütunların içinde, içinde ki sütunları izlemekten, devam etmekten, o pencerenin açıldığı kara Afrika’nın, kara ormanlarında ki o fısıltılardan, giderek çoğalan, giderek artan, giderek tekrarlanan kehanetten; ay ile güneşin birleşeceği geceden ve ikisinden doğacak çocuktan, Nilin öteki yüzünden, doğudan gelecek olan haberciden hızla çevirerek gözlerini emretti Zefiri’yi her gece artık onun her gündüz ise Zevka’nın. Kol kola gezecek, kol kesecek ve kol kola döneceklerdi yola çıktıkları yere.

Böyle bahsedecekti iki oğluna Saldum, tiranasa dönüp “hazır olmalısın” dedi. Ölüm kana bulaşıyorsa nil bile aşılır. Tiranasın ordusu, nilin doğusunda kumdan surların ardında savunma amaçlı olan düzenli bir birlikti. Nilin tüm doğusunda her iki adımda bir okçu, her bir adımda bir kılıç ustasının olduğu yüz adımlık bir yapıdaydı. Her yüz kişide bir çadır, her çadırda yataklar, yiyecekler ve silahların olduğu bölümler vardı. Her gün ve her gece için bir rivayetin sadık bekçileriydiler. Dolunay geceleri ve tutulmalarda görev yerlerini alan bu ordu artık hem savunma hem de gerektiğinde saldırı amaçlı kullanılacaktı. İratişin ordusunun ikinci komutanı Esdan gücü seven narsist biriydi. Sırtlan gibi olan sırtı ve keskin yüz hatları ile itiraz etti salduma… Saldırı amaçlı ordu ona aitti ve üstelik nilin batısına doğru ilerlemeye devam ediyordu. Saldum, iratişi ne kadar sevdiyse o kadar nefret etti esdan’dan. Esdan ona göre her an dönüp karşı güçle ortaklık kurabilirdi.


Eymurun topraklarında olduğunu biliyordu saldum ve oğullarına yaşayan herkesi geriye çekmelerini emretti. Esdan oldukları yerde oldukları sınırı korumak için kalmak istediğini söyleyince saldum, doğrulup elindeki bitki köklerinin kaynatılmasını istedi. Önemsizdi onun için her şeye söz bulaşmamışsa eğer. Tiranas ve iratiş ordularıyla nilin doğusuna doğru yola çıktıklarında saldum ışıksız çadırına çağırdı esdanı ve gümüş bir kadehi ona uzatıp “hadi iç sınırları koruyan” dedi. Esdan bu davranışı ret etmedi ve bir yudumda hepsini içti. Şimdi gel ve beni kokla dedi saldum. Esdanın omuzlarına biraz daha dayanarak saldum, sol kulağına bir şeyler fısıldadı. Ve ayrılırken çadırdan “içine sözüm kaçtı esdan sakın unutma bunu” dedi.


Atlas öldü… Yaslandığı boşluğu, sırtladığı boşluğu ve boşluklarımızı bırakıp gölgelerimize, önce birer sonra teker teker… Dönerek ve icad ederek ehlileştirerek, taşınarak ve göçerek ve sürülerek yeniden şekillenmesine izin verdi. Kısıp sesini ve galaktik bir fırtınada içine çekip kendisini ışık yılları boyunca uzağa ve saman yolunun bir parçasına bulaşarak. Atom ve çekirdek ve zar ve öte nükleer sistemlerle şeklenmiş ve şekillendirilmiş bir ölme biçimi bırakarak arkasında Atlas öldü. Yer küreden çok uzakta ve derinlerdeyiz artık. Atmosferin üstünde ve bulutların tepesinde bulabildiğimiz benzemez fosillerle, benzemez hallerle… Buradayız işte bir cesedin sırtında. Medeniyetler öldü… Varoluşu anlatmaya çalışırken, kayboldu iksiri. Kıtalara ayrıldı önce, sonra sınırlara, sonra aşklara, sonra diktatörlere ve devrimlere bırakıldı. Geçmiş öldü, tozlanmış rafları bir insanın ve kemiklerindeki kaburga yapısına üflenen naciz nefes/ narin yar ve sperm kokulu sabahlara kızartılan ekmeklerin kokusu dilimlenen varlıklar bıraktı yarına. Kuşak kuşak ve bağlanan ve inanan ve öğrenen nesiller doğurdu kendisine. Kendisini bile var etmeden hemen önce. Dinler tarihi öldü… Kudüs, el-hamd kabbe öldü. Çarşaflara saklanan dolanan ve batan kubbelerinden sarkan. İkarus ya da yahuda tek sonu tek yok oluşu anlatıp durdu. Sığınaklar öldü… Bir mağara, bir in, bir ateş ve bir duman ve ten ve barut kuleler inşa eden, şatolar saraylar binalar inşa eden. Digital algı seviyelerimiz low soundlarla dolduran renk, ışık ve kokularla çeperler ören tenimizin hevesi. Ve ruhlarımızın, ruh olmalarını öğrenmeleriyle tene zarar başlayan bu terk ediş isyanı… Adelet, kardeşlik ve özgürlük düzlemindeki soyut varlığımız ete ve kemiğe bürünerek başlatıyordu açlığını. Libidoların vajina sıvılarına aşinalığı ile büyüdü. Büyüdü yeni yetme efendiler, diyalektiğin salt varlığı koruması için her koşulda yaşamı, yaşamayı emretmesi ve bunun için biçilmiş sado mazo kaftanlarla… Bir pozisyon yaratıyor şimdilerde zihnimde. Öldü değişmeyen tek cevap; zaman.


Afrika’nın kara ormanlarında, dolunay balçığa batmış gibi ağır ve yaralı tırmanıyordu. Tensi dağının yamaçlarından yıldızlar toprağına… Doğuya doğru hareket edenler uzaklaşmış, esdan ise Saldum’un verdiği kadehi elinde tutuyordu halen daha. Gözleri büyüyerek, titreyerek ve küçülerek bedeni Saldum’un sözünü düşünüyordu. “Karanlık, gecede yok. Zafer mutlak bizimle” diye geçirdi içinden Esdan ve ordusuna tensi dağının batısını işaret etti. Düzenli birlik ve sistemli atlılar görkemli bir savaşın habercileriydi.

Ve zefir, zehir gibi diliyle sokuldu Eymurun omuzlarına. “doğudan sesler yükseliyor. Taş, toprak, ağaç ve orman seçilebiliniyor. Düşman yok. Ama büyüyor.” dedi… Eymur, tüm kapıların kapatılmasını ve ordunun tensi dağına yürümesini istedi. Zefir, ordusuna komuta etmek için ayrılırken sarayın merdivenlerinde Drog’u gördü. Drog, Eymurun baş büyücüsü ve kâhiniydi. Henüz yüzünü görebilmiş biri yoktu. Sesini duymak bile öldürücü olabiliyordu. Zefir, “ihtiyar, geç kaldın. Sonunda kan sözünü tutacak ve ölüm toprağa sızacak.” Dedi… Drog elindeki asayı ona uzatıp acı veren bir sesle. “çekil sürüngen” dedi. Drog, Saldum’un anlatıldığı yazıtlarda, denizin yüzünde ki karanlık dalgalar olarak sembolleştirilmişti. İkisinin de yetenekleri aynı, ancak Drog ışıktan değil karanlıktan besleniyordu. İkisi de rivayeti çok iyi biliyordu…

“En batıdaki topraklardan uçan kuşlarla gelecek olan öteliler… En batıdaki toprakları suya gömülerek… Doğuda başka bir yüzle yeniden doğacaklar.” Bunu hatırlattı drog eymura ve eymur gözleri aynadan sesiyle ne kadar eski olduğunu sordu soyunun. Drog, üçtaş yılı dedi… Bu topraklarda efendiliğiniz sürmekte… -Saldum tüm bunları bir gece canlısı gibi dinliyor ve izliyordu-


Drog, görünmez yüzünü açıp pelerininden, duyulmaz bir sesle hükmünü verdi ve Saldum oradan uzaklaşmak zorunda kaldı. Drog, Eymurun karşısına geçip, bana bak dedi… Eymurun, aynadan gözlerini belli belirsiz bir karanlık kapladı. “sonu yazılmamış olanlar/ yazar kendi sonunu/ ne yapman gerekiyor şimdi” diye sordu. Eymur, “yaşamam gerek” dedi. Drog, o halde yaşa dedi. Ve Eymurun gözlerinin içine aktı… Eymur, bitkin düşüp olduğu yere sızdığında, zefir tensi dağına yaklaşıyordu.

Saldum, gördüğü ve duyduğu her şeyi oğullarına anlatırken nili geçmelerine bir günlük zaman kalmıştı. Tiranas, kendi ordusunun iyi savunma yapacağına inanıyordu. Komutanları Sebur ve Neruya bir haberci gönderdi. “İnandığınız gün yaklaşıyor batıdan gelen ikinci gölgeyi öldürün.” Demişti… Sebur ve neru bu emri tüm kuvvetlerine, kuzeye ve güneye, birer atlı göndermek üzere Nil’in tüm doğusuna ulaştırdı…

Tensi dağının doğusunda, hareket eden İratişin komutanı Esdan, önlerinde Eymurun güçlerinin olduğunu bilmeden yamaçlardan ormana doğru iniyorlardı. Zefiri, ormanda yapılacak bir savaşta okçularının başarısız olacaklarını düşünüp, Gura Ormanı’nın bitiminde hazırlıklarını yapmalarını emretti. Okçular sağa ve sola ayrılmış iki kolla ve kılıç ustaları tam ortalarına yerleşerek Gura ormanın Netru ovasına çıkan yamacında bekliyordu. Esdan tüm bunların olacağını biliyordu. Ordusunu ikiye bölüp, birinci kuvvetin daha kuzeyden çıkmasını istedi. Planlanan o ki çekiç darbesi yapacaktı. İkinci kuvvet savaşırken, birinci kuvvet kuzeyden sekizli sırayla savaşı yaracak ilk dört okçuları vururken ikinci dörtte ikinci kuvvetlerle savaşı bitirecekti.

Ancak dolunay, kaskatı kesildiği gökyüzünde mavi, kızıl bir atlasa serilmişti. Eymurun, gündüz gezeni Zevka aynı yöne kuvvetlerini çekti ve savaşı esdan komutasındaki şaşkın bir kılıç ustasının ormandan çıkmasıyla başladı… Esdanın ordusu koşarak, Zefirin ordusuna ulaşmaya çalışıyordu. Zefiri, okçularına ateş emri vermek için bekliyordu. İlk çarpışma kılıç ustaları arasında olurken Esdan zefirinin kendi kılıç ustalarını öldüreceğini düşünmemişti. İlk dalgadan sonra, zefiri okçularına işaretini verdi. Ve oklar göz gözü görmez bir yoğunlukta savaş alanına düştü.


İkinci okçular yerini almadan kuzeyden, Esdanın diğer okçusu yetişmişti. Zefiri bunu planlamamış ve panik içinde güneydeki okçuların kuzeydeki okçularını öldürmesini emretmişti. Esdanın ikinci ordusu kuzeydeki okçularla savaşırken. Zevka’nın kılıcındaki ışık. Esdan kafasını gövdesinden ayırmıştı… Esdan yardımcısı ormana doğru kaçıp, doğudakilere haber vermek için yola çıkarken. Savaş doğan kızıl bir güneşle son bulmuştu.

Saldum – güneşin doğumuna bakarak – “ gece kanla ölümü sürdü toprağa” dedi…

Eymurun sarayında. Mavi kadifeden tahtında zefiri ve Zevka ödüllendiriliyordu. Törene tüm Eymur tahtının koruyucuları katılmıştı. Zefiri ve Zevka’ya birer safir kılıç veren Eymur, “kan toprağa gebe, gece karanlığa. Doğuya yürüyün ve yok edin ne varsa” diye buyurdu. Ve çekildi karanlığa. Bunu, naralar çığlıklar ve coşku hareketleri izledi.

Saldum ve iki oğlu, emrindekilerle beraber Nil nehrinin doğusundan görüldüğünde sabahın ayazı son bulmuş, yerine öğlenin kavurucu sıcağı yer almıştı… Tiranasın komutanları, Neru ve Sebur onları karşıladı. Ve büyük bir saygı ile Saldum’a baktılar. Gözlerini parmak uçlarına indirerek şükranlarını sundular… İratiş, yanındaki İnkur’a bakıp “ korkarım bu son olmayacak “ dedi. Saldum oğluna dönüp. Yüz yıllardır süre gelen bir rivayet son bulacak. Bir hayal olmaması için güneşe yüzünüzü dönün. Eymur, karanlığın dolunaydan sonra büyüyeceğini biliyordu. Ve şimdi zamanıydı. Ve tüm ordularına hareket emri verdiğinde, dönüp görkemli sütunlarıyla sarayına baktı. Onu özleyen, onu bekleyen kimsesi yoktu. Ve diğerlerinin de olmaması için kurban etmişti. Ordusundaki erkeklerin kadınlarını ve çouklarını… Saldum, tüm kuvvetlerin hazır olmasını istiyordu. İratişi, inkur ve Sebur ile beraber kuzeye gönderdi. Ve unutmamalarını söyledi. “ikinci gece batıdan gelen her şeyi ve herkesi öldürün”


Tiranas, Saldum ve neru güneye komuta edeceklerdi. Tensi dağından kaçan Esdanın yardımcısı bitkin ve terli ve yorgun bir şekilde Nil’in batısında göründüğünde, İratiş, zümrüt okunu gerip yayı bıraktı. Ok boşluğun içinde Nil’i geçip elçinin bacağına saplandı. Dizleri üstüne çöken elçi gözlerini açtığında üzerine sayısız okun geldiğini gördü, gözleri büyüdü… Büyüdü ve kapandı.

Eymurun ordusu Gura ormanına vardığında, konaklanmaları ve dinlenmeleri için zaman verdi. Ve zefir ile ormana doğru ilerledi. Zevka geride kalıp olanları izlemek istedi. Eymur, Zefiri’ye “ Gece, karanlığın rengini taşır, ordunu al ve yola çık. Nil’in kuzeyini okçularınla döv. Zevka ile ben güneyden gireceğiz. Dikkatlerini üzerine çek.” diye ekleyerek ormana doğru ilerledi. Zefiri Zevka’nın yanına dönüp “ Savaş başlamadan bitecek siz geldiğinizde” dedi. Zevka temkinli ve haşin bir şekilde “senden isteneni yap” dedi. Ve zefiri ordusunu harekete geçirip uzaklaşırken, Zevka yakılmış bir ateşin başında kılıcını bileyliyordu. Ormanın derinliklerinde Eymur, Serum yazıtlarına bakıyordu. “Nerdesin” diye sordu. Saldum, Nil’den ve ordulardan ve oğullarından gözlerini çekip olduğu yere oturarak kapattı göz kapaklarını. Duyulmaz bir sesle “Buradayım” diyerek. -Uzun zaman oldu, uzun birkaç zaman. Dedi Eymur. Saldum Eymurun karşısında var ve yok, silik bir büyü gibi diri… Cevap verdi Eymura. -Zaman çok ve fakat şimdi. Eymur, - Teslim ol Saldum, ateşin sonsuz değil. Saldum, -Sönüyorum belki de ve belki de tutuştum çoktan… Yine de umut yarını istiyor hep. Bugün bu ormanda ne kadar eski olduğumuzu hatırla. Bizi hatırlayanları ve unutacakları öğren, savaş ne sana ait ne de bana, sadece yarına ait ve o şekillendirsin bırak. Diyerek yok oldu.


Saldum, kendine geldiğinde “orada olanlar burada olacak, yerlerinizi alın ve sakın korkmayın” diye tiranasa doğru bağırıyordu… Tiranas, neruya Saldum’un sözleri bittiğinde… “dinlediğini anlamanı beklerim” diye ekledi. Neru, “sabah sadece kasvetli ancak ordunuz emrinizde, ölüm şimdiyse hemen burada, sadece göstersin çirkin yüzünü!” diyip kafasını eğerek uzaklaştı…

Zefiri komutasındaki ordu Gura ormanından çıkıp Nil’in kuzeyine doğru ilerlerken… Eymurun, Şaşkın hevesi bir kartal olup süzülüyordu boşluklarına. Savaş artık kaçınılmaz olandı ve yüzyılları aşan bir sabır dingin bir öğleden sonrasında yaşanıyordu. Nil’in doğusunda ve kuzeyde, İratiş tüm birliklerin hazır olduğundan emin sarmal bir dumanı izliyordu ve yüzünde alaycı sıska bir gülümseme ile “seni bekliyorum” demişti önündeki boşluğun maviliğine…

Gün bütün ihtişamını derin ve kadim kardeşine bırakıyordu. Koyu karanlığın içinden dipsiz ve biçimsiz sesler ayaza, keskin bir ayaz temkinsiz ordulara çarpıyordu. Nil’in doğusu geçilmez olmasını, batısı ise koşulsuz olmasını diliyordu. Nil, küskün perçemini bir şakağa, bir şaşkınlığa düşmesi gibi dingin boşluğuna ilerliyordu tuzlu yatağına doğru…

Zefiri, zift gibi karanlığı meşaleler taşıyan ordusuyla biçerek Nil’in batısında görülmüştü. Okçuları tüm kuzey havzasına yayılmış bir şekilde görüldüğünde. İratiş ve birlikleri nasıl biteceğini değil neden başlayacağını izliyorlardı… “tüm okçular yerlerine” diye bağırdı zefiri. “ dönülmeyecek bir yoldan geldik, aç ruhları arkamızda bırakarak, yağmur olun ve taş kadar ağır ve ateş kadar sıcak.” Bütün okçular aynı anda gerdiler yaylarını ve zefirinin kolsuz gövdesinin kanatlarından anladılar boşluğu…


Yağmur, taş kadar ağır ve ateş kadar sıcak oklar, ses kadar berrak hepsi ve binlercesi çelik ve zümrüt taşıyarak. Oklar… İlk dalgayı hemen sonraki, onu da bir sonraki izledi hiç ara vermeden, durmadan karşı atak yapmak için sığınaklardan çıkılmasına fırsat bile kalmadan, İnkur İratişin yanında ve İratiş Saldum’un ruhuyla… “ durmadan ve hiç durmadan ok atılıyor, ateş, çelik ve zümrüt yağmur kadar ve taş kadar ağır efendim.” Dedi babasına… Saldum, kıskanç gülümsemesi ile “bu kadar mı eymur! Bu kadar mısın?” diye geçirdi içinden ve oğlunun sesine… “sabırlı ol, gün geceye ve gece güne elbette dönecek.”

Eymur ve Zevka Gura ormanından Nil’in güney havzasına vardığında gece sert ve zehir gibi karanlıktı. Saldum Neru komutasındaki orduyu kuzeye yardım etmesi ve İratişe biat etmesi için göndermişti. Tiranas, kendi karanlığının içinde biçimli sakallarıyla bir kuyu kazıyordu derinliklerine… Merak, ilk kez bu kadar anlam buluyordu belki de bir yüzde. Eymur ve Zevka Nil’in güney kıyılarında görüldüğünde, Saldum önce karşısındaki ordunun büyüklüğüne sonra asasına sonra ise oğluna bakmıştı. “Bu bir savaş sadece” diye geçirdi içinden. Eymur, bütün okçularına saldırı emri verirken, gerilerden Gura ormanında hazırlanmış sallar Nilin yüzüne bırakılıyordu. İçi asker dolu bir şekilde… Saldum, uzakları, kendisinden sonrasını izliyordu Eymurun aynadan olan gözlerinde. İkisi de bu yoğun savaşın içinde, daha mistik bir havada ve başka çağlarda yine mücadele ediyorlardı. Tiranas ve ordusu hem ok saldırılarından korunmak hem de nilden gelen salları engellemeye çalışıyorlardı. Tiranasın kaya fırlatan mancınıkları nili dövüyor, yaralanan Nil dalgalanarak salları ters yüz ediyordu.

Kuzeyde savaş zefirinin istediği gibi ilerlememişti… Eymur ve Zevka nile varmış ancak Nil aşılamamıştı. Zefiri Eymurun sallarla doğuya geçmeye çalıştığını öğrenince bütün ordusunu güneye çekmeye başladı. Ordu aynı anda yanlarına birer adım atarak güneye ilerliyordu… Aynı anda İratiş ordusuna aynı yöne hareket etmesini istedi. Neru daha kuzeye varmadan güneye dönmüş ve okçuları ile Eymurun ordusunun kuzey kanadını kırmıştı bile. Ancak zefirin ordusu ikiye bölünerek bir kısmını Iratış ve kuvvetlerine diğer kısmını ise Nerunun ordusunu hedef almıştı. Neru bu çatışmada zefirinin görünmez bedeninden çıkan tek okla boğazından vurularak öldü…


Komutanlarının ölümünü gören askerler geriye doğru çekilip çölün sarı kumlarında yok oldular. Bu boşluğu emreden Eymur salları o yöne çekmiş büyük ölçüde ilerleme kaydetmişti… Karanlık, göz kapaklarının içi kadar karanlık… Karanlık hiçbir şeyi göremeyecek kadar karanlık…

Eymurun, en güçlü olduğu an diye zefiri bütün okçuları İratişin ordusuna ve kılıç ustallarını ise sallarla Nerunun ordusundan boşalan alana işaret etti. Kıyıya önce, eymura bağlı bir sal çıktı ve tiranasın okçuları birden dönerek hedef alıp yayları bıraktı… Salların kıyaya bir bir yanaşmaları o kadar sıklaşmıştı ki okçular düzensiz hareketlerle vakit kaybetmişlerdi. Bu boşluğu İratişin kuzeyden gelen ordusu doldurduysa da hem oklar hem de sallarla aynı anda mücadele etmek gittikçe güçlükleşiyordu…

Saldum ve Eymur bu kaosun ortasında sarkıtılmış bir ruh olarak başka bir zamanda ve başka bir yerdeydiler… Yaralıların sesi ve ölenlerin cesetleri cennette ve cehenneme ulaştığında, gözlerini açtı Saldum ve asasını vurdu yere… Toprak yarıldı ve zaman durdu. Nilin suları çatladı, iki yana doğru ayrıldı ve Saldum ile Eymurun yüz yıllar önce denizin yüzünde verdikleri savaşta kaybettiği ışık parçası dirildi suyun içinden. Ateşten bir fırtınanın suya bulaşmış anlamı ne kadar belirgin olabilir ki, Eymura ve Salduma bu savaşın bitmesi gerektiğini söyledi. Ve Serum yazıtlarına kadar fırlattı ikisini… Ve son bir anıt yazıldı… Buna göre; karanlık ışığa karışmayacak ve ışık karanlığın içinde olmayacak. Derler ki mısırlılar saldumun iki oğlundan oluşan bir kavim olarak var oldu. Derler ki Eymur kara afrikanın kara ormanlarına çekilip bir daha göstermedi çirkin yüzünü… Tabi bazı geceleri zenci şamanların törenlerinde ona kan ve insan sunulması şartıyla…


IV. bölüm satrancın İlK Kuralı

Piyonlar çapraz ölür


—ben kayıp olacağım evet, —nasıl buldum seni? Doğruldum, kendimle çünkü içimde bildiğim bir dil ses kadar üstelik konuşuyor benimle diye… Dinledim, gereksiz olduğum zamanları kendime. Ev ödevleri, iyi çocuklar, aziz savaşlar, derin intikamlar ve büyük davalar… Yapıyor gibi yapamadığımı anladım bu yüzden ve kaçmaya başladım. Açılmış kapılardan, sokaklardan, ifade biçimlerinden ve güya anlıyorum triplerinden. Vücut dili değil bu sanırım, hafifçe eğerek başını minik bir gülümseme ile karşılamak bir diğerini. Utanma biçimi gibi, hem fikir olma şekli gibi ve daha ve dahası gibi… Yaşanmış duraklar bile edindim…


Bir gün, diğer bütün günlerin artık hep benzemiş olduğunu gördüm. Renkler evet değişken, dokular evet, tenler ve kokular evet… Ama her şey bir tekrar. Ama her şey benim içimde bir tekrar. Ama her şey başka bir şekle nasıl bürünür diye… Yakılmış cesetler topladım. Meydanlardan, otel odalarından ve büyük ve muazzam tarlalardan… Gömülmüş mayınlar tehlikeli değildir bu yüzden. Basmadıkça! Basmıyor bilerek ve isteyerek dokunuyordum. Dokunup üstünde biçimsiz halleri yaşıyordum. Dokunup üstüne yürüyordum… Kaç parça daha olabileceğimi görmek için… Ayrılıyordum, hücre/ hücre ve ten/ ten kendimden. Bilemediğim bir uzaklığa sürükleniyordum. Atılmış, dağıtılmış ve unutulmuş gibi savrularak. Bir dünya, bir çoban yıldızı ve bir Samanyolu olabilmeye yetecek kuyular arıyordum. Düştüğümde gerçekten canımın yanacağına emin olabileceğim. Düştüğümde gerçekten acıyı hissedeceğime emin olmak için. Acı, tuhaf bir sinyal gönderiyor aklıma; acı çekebileceğimi hatırlatır gibi… Yaşadığıma itirazsız bir kanıt sunarak… Düşüyordum çünkü gerçekten... İlk kez yaralandığını düşünerek keskin bir yüzeyin. Ellerimi sürtüyordum dizlerime… Dengesizliğin neler doğurabileceğini anlayarak. Ve bunu anlatarak ilerliyordum içime… Gözlerimi kapatmak istemiyorum saklanmalarını yada arandıkça bulunamama yetenek diye öğretilecek. Ben körbe olmak istemiyorum ve benden kimsenin kaçmasını da… Gözlerimi kapatmak istemiyorum, saçlarımın alnıma oradan da bakış mesafemdeki her şeyle arama girmesinden nefret ediyorum…

Aynı renkler gibi, önce bir odak belirliyorsun sonra bir tanım edinip imgeler kuruyorsun. Kırmızı, turuncu ve moryel… Hepsinin bir benzeri olmayı beklemek, o cazibede uyanmak, yaşamak ve o merkezin kendisi diye. Merkezde olmayı isteyerek çoğalan tuhaf komik ve hatta rezilce pigmelerin var ettiği bir Lut gölü, içine düşmeden biliyorsun derinliğini. Bir kuyu’ya çarpınca tunç çağı kadar berrak olabiliyor zihnin.

Ben bir ego sahibiyim ve bütün imgelerimi yaşıyorum, fotoğraflar çekerek ve çekmiş olduğum fotoğraflara isimler vererek. Senden bahsetmiyorum bile. Telefon müzik çalmayacaksa eğer açık tutulmayacak, gözler sımsıkı kapatılacak, sabahları aç


karnına sigara bile içilmeyecek ve bir masal kahramanı artık kendisine bile benzemeyecek. “biliyorsun değil mi böylesi, artık en iyisi olacak.”

Bu yukarda ki cümleyi ben yazmadım mesela deftere, kendiliğinden çıkıyor içimden ve sanki tüm bu kaos’un içinde gizlenmiş bir kod, mesaj ya da bir müdahale olduğunu düşünüyorum şu anda. Aynada kendime baktığım anı hatırlıyorum da çok başkaydı anlamı. Bir cazibe merkezinin içindeki renk, bir kaba kuvvet ya da bir başkası olamazmış artık zaten. En güzel anına biraz daha benziyordu. Dedim ya orası pandora’nın evi, orada troller cüceleri yer, ejderhalar kendi krallıklarını yaşar ve insanlar uzaylılar ile saklambaç oynar. Bir köle efendisi ile kraliçeyi zehirler ve şövalye yel değirmenleriyle savaşmaya başlar…

Tensel diyalektik evet, göz göze geldiğiniz bir an, tek bir an mekânı ve zamanı yok edebiliyordu. Onun işaretlerini toplamaya başladım. Ateşten bir gemi ile mumdan denizi ve kocaman bir kaya ile âlemleri aşıyordum. Ermek, yüzüne yüz sürmek, kokusuna koku, eteğini dişlerimle ısırıp, ağzını sıkıca kapatmaya çalışmak yan devrilmiş bir gölgenin. Kalçalarına dokunmak… Soğuk, kırmızı ve beyaz, sıcak kan kadar sıcak kuyu… Düştüm ve o anlatılacak ben değil yine.


Bir Yusuf Masalı -kuyuBir duvarın düğmelerini çözmek gibi, dedi Yusuf. Parmaklarını yastığının altına sokmadan hemen önce. Kısıp gözlerini, yakılmamış bir kandilin aydınlığıyla, Kısıp sesini, susturulmuş bir sesin yankısıyla…

Duvara yine dokundu, Bir şey aramak, bir şeye benzemek sayılıyordu. Yusuf, gömleğinin kopartılmış düğmelerine benziyordu. Ortası kırılmış bir düğme, yere düşmüş ve yerle bir olmuş. Dikkatsiz bir zaman, dikkatsiz birkaç zaman sonra izleri yok edecek ve bir düğme zaten yokmuş gibi, bir masalda hiç olmamış gibi, hiç olup karışacaktı bir başka duvarın harcına.

Ben karanlığa saklanamam… Dedi Yusuf. Karanlıktır o zaman beni saklayan, demek kabul edildim. Demek içine alındım/demek içim… Gözlerini kapamadan hemen önce içine baktı… Tutup ellerini, bir baba olurum çocukluğumun. Tutup kendimin bir babası olurum, çocuğum olur rüyalar. Büyütürüm büyülenerek…


İçine açtı gözlerini ve yine karanlık… Aydınlığın anlamı tüm bu hiçliğin yerinde ki her şey mi? Bu kuyu, bu toprak, bu yarısı balçık ve su ve duvar… Aydınlığın anlamı tüm bu her şey mi Ve karanlık mı koruyor beni? Ve ben korudukça kendimi bu karanlığımı? Yusuf, bir sorunun karanlığında. Olmayan cevapların aydınlık olduğunu Ve her cevabın bir ışık, her ışığın bir madde Ve her maddenin bir anlam doğurduğunu… Bu yüzden bir babanın Ve birkaç abinin de aslında babası olduğunu düşündü. Onun varlığına ait parçalardı… Emin bir karanlıktı yüzü, Onlarda ki özlemin, boşluğun Ve öfkenin sahibi olmuştu önce, Sonra nedeni ve şimdi ise bedeliydi.

Açtı gözlerini birden bire ay’a bakmaya çalıştı. Kafasını sürterek yuvarlak duvara. O yok dedi ben varım ve bir bedelim. O zaman bunu yaşarım.


Bir bedeli yaşamak dedi Yusuf. Bir baba olmak, Büyümek ve ellerinden tutmak çocukluğunun Ve onun ellerinde ki rüyaların. Bir gerçek çoğu zaman(!) Ve zaman tek gerçek rüyada. Ben buradayım dedi ve sesi yankılanarak onu terk etti. Sustu bir süre ve ben neredeyim dedi kendisine. Bu bir başlangıç, bir son, rahim, kabir, kuyu ve gömleğimin düğmeleri… Peş peşe aklının içinde adımladı bütün adem soyunu. Ben sadece buradayım dedi kendisine. Bir masalın içinde, abileri tarafından cezalandırılan Ve bir kuyuya hapsedilen bir bedevi. Çöl büyüdü Yusuf’un gözünde, Gözüne tek bir kum tanesi kaçtığında… Evet dedi, evet her şey var herkes var Bu yüzden kimse yok aslında ve hiçbir şey Ben olmayınca… Korktu kendi sesinden, içinden ve kokusundan.

Ben bir rüya söküğüyüm dedi Yusuf. Alıştığım bir zamanın içinde, Alıştığım eşyalar, dokular, kokular Ve bedenlerle yaşarken bazen… Bazen sıkarken dişlerimi ama severken babamı


Ve severken abilerimi. Şimdi bir rüya söküğüyüm… Dikişlerim patladı değilse eğer, Patladı demektir yüzüme bir tokat ve bir tokat daha Ve bir anda çıkartılıp gömleğim, itilip, sürüklenip Ve atılmışımdır boşluğa. Fena düştüm, dizlerim ve dirseklerim değil yırtılan yerlerim, Alıştığım her şeyim acıtıyor. Ben bir rüya söküğüyüm dedi Yusuf Demek ki hayat yırtılmış olan pek çok şey, Yüzde bir maske mesela, tende bir koku, Kervanlar biraz, biraz çöl, babamın sakalları… Ve tutmam demek çocukluğumun ellerinden, Dikmek demek rüyaları aslında. Ben bir rüya terzisiyim dedi Yusuf. Sabaha ne kadar var dedi Yusuf… Güneşin de doğmasına… Bir kuyu bir gölge ile Neye benzeyebilirdi ki… Bitkin düşmüş bir beden ne yapabilirdi ki. Tırmanmak? Daha yukarılara mı? Ya da koyu karanlığının diplerine… Uyku, biçimsiz halleri nabzına soktu yusuf’ un. Gözleri, kirli üşengeç kirpiklerini çağırdı. Ve büküldü bir yanından


Diğer bir yanına, çelik ya da demir. Kemik ve tenden bir beden…

İlk rüya -Kalk… Bir ses, hiçbir yerden, boşluktan, kürek kemiklerinden, uzaklardan ve tırnaklarından. Onu çağıran bir ses, ondan olmayan. Silik, yırtılmış bir haritanın tam ucunda duran Yusuf’a yıldızlar eşlik ediyordu. Yürüdükçe mekân, yürüdükçe zaman değişiyor. Her şey bir çemberin dönüşü kadar giderek azalıyor ve giderek çoğalıyordu. Ayağını bastığı yer toprak, beton, asfalt oluyordu. Duvarlar bina, duvarlar solan renkler, grileşen günler ve ilk köşeden dönmeye hazırlanan Yusuf. Sırtında bir el, elde bir harf, harfte bir şekil. Henüz karmaşık, henüz anlamsız, bir henüz sadece. Bir kapı, oda ve hiçbir şey başka hiçbir şeye benzemiyor. Kokular bir tek aynı. Kimsesizliğin kokusu bu, bu birkaç gün önce bucaksız dağılışının, bu taranmamış saçların kokusu. Çekip çıkmak, uyanıp soyunmak ve gidip kaybolmak istiyordu. Bir pencereden dünyaya, hiç yaşamadığı, hiç yaşayamayacağını düşündüğü dünyaya bakıyordu. Bildiği, yediği ve içtiği her şey olması gerektiği gibi ama olması gerektiği zamanda değildi.


Bir gerçek çoğu zaman… Ve zaman tek gerçek diye uyandı içinden. Rüzgâr ve günün ilk ışıkları… Hurma dedi Yusuf. Biraz ve yeterince… Rüzgâr ve bir yaprak, birkaç yaprak. Çokça yaprak kuyunun ağzına doğru yürüdü. Sırtım dedi Yusuf… Sırtımda bir şeyler… Parmaklarını ensesine doğru götürdü… Kuru, ıslak, canlı ve cansız hurma yapraklarını buldu. İstenilen hiçbir şey verilmiyor dedi Yusuf. Doğru olan şey mi istenmiyor diye ekledi. Dudaklarını araladı Ve hurma yaprağını kemirmeye başladı… Diğerlerini öbür elinde tutarken. Ben, doğru nedir bilmem! Yanlışı kimse öğretmedi. Doğru olan hangisi diye söylendi içinden. Gün iyice hissettiriyor kendisini… Yanmayacaksam bunun anlamı ne dedi Yusuf. Etrafına daha iyi baktı. Anlamak istemiyorum diye söylendi kendi kendisine. Dipleri olan kuyular değimlidir gereksiz olan boşluklar.


Ben gereksiz bir boşluğum dedi Yusuf. Bir rüyadan geriye kalmış, artmış ve anlatılmış. Güneş, ay ve yıldızlar… En çok yıldızlar, kaç tane ve tek tek… Ne kadar uzaklar dedi Yusuf. Benden uzak olan her şey Bana uzak kalmış her şey Bir tek şey değil mi dedi Yusuf… Kendim. Bir güneşin, bir ayın ve yıldızların altında. Altında ki balçığın üstünde, Çamura bulaşarak ve çamurlaşarak Ne kadar uzaklar? Duyulmamış bir şeyim ben dedi Yusuf. Sesim, içimdeki ses ve dışımda yankı. Dünya, çöl ve kum ve kabileler ve aynılıklar Duyulmaz olan bir şeyim ben. Vaktini bekleyen. Vakti ile bekleyen. Vakti geldiğin de bekleyen. Zaman değilim ben dedi Yusuf… Bana dokunan her şey belki de… Benimle olan. Ve ben onu olduran. Karmaşık bir düzmece. Karmaşık bir denklem.


Diye diye çamura şekil vermeye çalıştı. Bir kum adam dedi Yusuf, Bir kum adam ve o azaldıkça doluyor zaman. Ben bir kum adam dedi Yusuf. Ve yalnızda değilim yanlışta. Balçık, güneş, ay ve yıldızlarım var.


İkinci rüya -Kalk…

İki şey arasında hiçbir şeye Bir tek şey ile, kendine bile benzemiyorsan Toprak ve su Doğudan ve batıya her şey Doğuştan ve ölüme her yer Mümkün aslında. Kalk dedi… İçlerinden biri kalk dedi. Biri uyandırmak için, kum döktü biraz. Biri izledi, diğerlerine benzemedi. İlki bir halat atıp tut dedi. Kum döken halatın ucundan tuttu. Biri halatla kuyu arasında bekledi. Bekledi. Bekle Yusuf dedi kuyudan çıkan. İlki “senden kurtulacağız ve sen kurtulacaksın bizden” Kalktı Yusuf. Üzerine dökülen kumlardan kaçmak için gözlerini kapattı. Ve gördüğü halatı tuttu. Ve bekledi.


Soru sormadı. Dinledi ve uyguladı. Alınmak dedi Yusuf… Alınmak, önce alıştıklarından. Sonra ödünç verilmişlerden. Şimdi ise, benzerlerinden. Beni onlar verdi, dedi Yusuf… Beni onlara… Saklanıyorum bir şeyden dedi Yusuf. İçimde sakladığım bir şeyle… Ve farkındalar bunun. Uzaklaştırılıyorum. Ve yaklaştığım şey de ne? Dedi Yusuf… Bilinçsiz bir sürü gibi, Kervan, vahaya dağıldı… Biraz daha su, çamursuz olsun diye. Koşmak. Ağzını balçık kokusuna yaklaştırmak, Ve dudaklarını ileri itip, İçine çekmek. Ne kadar? Yusuf, eğilip / suya… Elini. Ve elini yüzüne, Ve yüzünü yırtılmış gömleğine… Susuzluk, tenimi çatlatan bir toprak gibi dedi. Çölde kum olur dedi…


Tek ve kum kum… Ben kumdan adam dedi Yusuf…

Üçüncü rüya Ona de ki… Ay benziyor bir yüze Ve toprak Adı çöl de olsa Çatlıyor bir bir önce Sonra sahra, sonra fırtına Ve göç Kendine değilse… Hiçbir yere… Ona deki Bir kum tanesi çöle yeniden dönecek. Eksiğim dedi Yusuf. Ben tamamlanmadım Ölüm yaşamı mı tamamlar Yoksa tanımlar mı? Anlam kazanılan değil midir? Kıymetsizleşen… Bir Yusuf Baba bir Yusuf Anne bir. Abiler ve sürüler Testi, bu Yusuf


Su bir Sır bir Yusuf Kuyu bu. Biçimsiz tenkitler dedi Yusuf. Bir inanç biçimi sadece. Ona, buna ve şuna inanmalıyım, Ki var olduğuma inanayım. Varlığım bir. Yusuf bu.


Son Rüya Bazen eksik uyan Bazen tam sus Gölgeni anlama ve diğerini aşağılama Benzer olandır yok edilen. Ölüm, aynılıktan çıkarır zamanı. Zaman ölüme bu yüzden taşır her şeyi Bir gün mutlaka. Mutlak olan da ölür unutma ve hiç. Taşınmaz binalar ve gittikçe duvar duvar ve sur sur… Önce birkaç bakış, şaşkınlık duvar diplerinden meydanlara doğru Sesler giderek ses. Telaşlar giderek telaş. Kaygılar, heyecanlar ve dokunuşlar giderek… Yusuf, nil’i gördü. Bir daha isteyerek. Ve yüzleri izledi… Yüzler bir daha isteyerek.


V. b/ölüm cennetIn Krallığı


Kral zor durumda…

İşte aslında aramızdaki sorun bu, televizyondaki program akışı çok saçma ve kendimizi atamadığımız bir pencereden savuramıyoruz yinede bu mekanik kutuyu. Senin şaşkınlığına benziyor bu durum, elimdeki kumanda ile kanalların içinde ikimiz için en uygun şeyi seçmeye çalışırken. Seni anlamaya çalışmıyor muydum yoksa anlatmak istediğin bir aşk öyküsüne daha tahammül mü edemiyordum. Ben bir deniz kızı olmayı düşünmedim hiç ve sen de bir sürüngen hepsi bu beklide. Kargaları anlatan bir belgesel bulmuştum hatırla… Bana benziyorlar demiştim gülümsemiştin. Bir gün demiştin, bir gün hiç o kadar büyük bir karga görmemiştim… Egenin boz kırlarında her hafta sonu gittiğin bir dağ evinde. Gözlerin doldu ve sesin kırılarak dökülüyordu. Gülümsemiştim. Sana başka türlü bakmama imkân yoktu anlayış ve ya şefkat değildi bu. İzlerime dokunuyordu sözlerin ve bir yara kadar bariz olacaktı artık yokluğun. Gülümsüyordum ve içim acıyordu. Sevdiğim dediğin ve aynı yatakta bastığın bir gölgeyi anlatmaya devam ederken… sana neler yapmak istemiştim o gece bilemezsin! Bu gece burada kendime neler yapmak istiyorum bilemezsin… Bu masanın etrafındaki gölgelerle kendime, içime ve damarlarıma, unutamadığım bir yaşama biçimi ile eğilip diski değiştirmeye çalışırken burada bu mavi ekrana katlanmamak hissi… Yine kumandaya tutuştururken elime kanalların dizi furyasının en mistik dalgasına çarpıyor yüzüm. İsrafil bunun, köklü bir son hazırlayacağını düşünüp yeni bir duman hazırlıyordu. Mikail ise, dengenin kendisi olduğunu düşünüp oturuyordu artık karşımda. Ben, ikinci diski başlayan fiilimdeki karakterin çağlara yaptığı göndermeyi anlamak istiyordum. Filimdeki, otelin elektrikçisi şövalyeler çağına geçiş yapmıştı. Güzel leydiyi bir robin hood hüneriyle kurtarmak mümkün görünmüyordu Roma’nın etkisinden. İsrafil, skolâstik düşünceye bu yüzden ihtiyaç olduğuna inandı.


Mikail ise, güç dengeleri çoğalmış bir yönetme biçiminin artık değişmesi kadar normal karşıladı bunu. Ben, anlamadığım bir tikin etkisi ile cennetin krallığını anlatmaya başlamıştım.

Kralık zor durumda

Krallığın duvarları dışında Selaadin bütün güçleri ile bekliyor. Kral hasta ve artık çok anlamsız. Krala inan halk huzursuz. Üç kutsal dinin mensupları tedirgin, kralın öldüğü söylentileri bütün Kudüssün duvarlarında yankılanıyor. İnanmayı, tercih etmeyi ve biat etmeyi sırayla emreden tanrının şefkatli kollarına bırakıyoruz kendimizi, bir güç yardım etmeli. Bir güç krallığı korumalı.

Krala sadık olan, iki düzenli yapı vardı… Bunlardan birincisi daha mistik ve insani güçleri olan şövalyeler, diğer ise daha barbar olan ve güçlerini avrupadan alan haçlılardı. Bu iki güç dengesi kralın hastalığı nedeniyle çatışma halindeydiler. Haçlılar acil bir savaş istiyorlardı, savaşın kimin nerde ve nezaman başlatacağının bir önemi olmayacaktı. Avrupaya hakim olmak isteyen vatika gücünü var edecek bir karşı güç inşa etmek istiyordu.

Kudüs’ün için de yaşayan halk, Musevi, Hıristiyan ve Müslümanlardan oluşuyordu, Müslümanlar Selaadin’ e sempatiyle bakmalarına rağmen cennetin krallığında onlar yetinebiliyordu. Hıristiyanlar ise kendileri için önemli bir uç nokta olan burada olmayı doğuya açılacak bir kapı olarak görüyorlardı. İpek yolunun pazarı haline gelmiş olması büyük bir avantaj sağlıyordu. Yetinemeyen ve avrupadan gelen gemilerin demirlediği limanlarda ve ipek yolunun bitimindeki pazarlarla geçimini sağlayan İbranilerdi. Bu soy, giderek üzerlerinde baskı oluşacağını bilerek avrupaya göç etmek istiyor ancak gerekli olabilecek koşulu yakalayamıyorlardı. Bunun yanında krallığın devamlılığı önemliydi. Dini temellerinin bu bölgede olması açısından.


Suç barış halinde bile yaşanır oldu… Yassin, bütün günün yorgunluğunu çıkarıyordu odasında, dokuz şamdanlı mum ve büyük bir tespih ve İbranice fısıltılar, düzenli ritmik bir ayine dönüşmüştü. Bu durumu birazdan çalacak olan kapı bozacaktı. Bu yüzden Yassin, duyduğu ayak sesleri ile ağır ağır gözlerini çevirdi hafif sayfalardan. Gelen kızı Şuaydı. Babasını ziyarete gelenleri haber verirken, babasına duyduğu saygı soylu efendilere duyulan bir saygı gibi yaşamadı. Gözlerinde bir kıvılcım tutuştu ilk sözcükle sonra yanağına düştü köz, nar gibi kızardı yanakları… Odanın kapısını kapatırken, saçlarını esirgedi sırtından ve boşluk zift gibi saçlarını sarmaladı Şuanın… Yassin, misafirlerin gerektiği gibi ağırlanmasını istedi ve ağır ağır toparladı masasını. Önce kitabı kapatıp koydu sağ tarafına sonra ellerinden sarkan tespihi katlayarak doldurdu sol avucuna ve kapıdan girenleri oturmaları için buyur ederken giydi abasını… Gelenler, geldikleri yeri anlatırken Yassin önce saklıyla sonra sabırıyla oynadı. Gelenler geldikleri yerden getirdikleri kağıdı ve deriye sarılmış otu uzattılar Yassin. Hemen okumadı, üst çekmecesine koydu ve yemek için eliyle yönlendirdi misafirlerini… Şaşkınlık, misafirlerin yüzünde lezzetli bir hal almıştı. Yassin ilk lokmadan sonra “yazılanlar kabulümdür, böyle bildirin” demişti ve yemek şimdi tuzunu bulmuştu gelenler için… Yemek, şerbet ve uyku iyi bir iksirdi iyi bilinenlerin adreslerinde. Misafirler ve şuan uykunun yadırganamaz boşluklarındayken Yassin odasına girmiş ve elindeki kandili bırakıp masasına üst çekmeceyi açmıştı. Rulo şeklindeki kağıdı bir arada tutan ipi ve ipin üsütndeki mühürü bir kenara bıraktı, sayfayı açtı ve ışığa tuttu sayfayı… Sıradan bir mektuptu, merak bildiren ve iyi dilekleriyle biten ışığa tutup yine ters çevirdi bu sefer. İlk satırları birleştirdi.

“ve Havva uzattı elmayı âdeme”


Son satırları birleştirdi… “krala otla suda bekletilmiş elma gönder.” Yassin çok fazla düşünmedi sayfayı kandilin alevinde yaktı ve odasının karanlığına çekildi.

Kültaba’da gece:

Kraldan uzak, saraydan uzak ve şövalyelerden uzak, doğuda kumdan ve seraptan bir gecenin tam ucunda yüzeli kişi atlarına bindi Kerak yakınlarında… Kıyafetlerinde en belirgin özellik beyaz bir kumaşın üzerine kırmızı ile çizilmiş gamalı haçtı, demir örmeli kollukları ve diz altına uzanan kalkanlarıyla atlılarını sürüyorlardı Kerak ’dan doğuya. Kültaba’da gece evlerine çekilmiş insanlar için suyu bitmiş kuyular gibidir. Değersiz ancak kapatılamaz. Evlerine çekilmiş insanların gözlerinde odalar büyür, odaların içinde olan evlerde. Sami çocuklarını uyuttu önce onlara veciz hikâyeler anlatarak. Sonra karısı gülsümü, kokusunu içine çekerek ve kokusunu gülsüme sürterek. Sami ayın gümüş bir vaha yarattığı kültaba’yı izlerken, asımın sesi ve ömerin bir aralık dışarı çıkan gölgesiyle oyalanıyordu. Evinin üstünde sıkıntıdan uyuyamazken…

Gümüş vahaya akan atlıları gördüğünde olduğu yerde, birinin görebileceğini düşünerek ayağa kalkmadan doğruldu hafifçe, sesler, yankılanan ateşlerin aydınlığı ile uğultuya, uğultu bir çığlın keskinliği ile bir yaraya dönüşüyordu. Merak… Biraz daha doğrulmak diye. Ellerinin battığı evinin damında biraz daha doğruldu ve kaldırdı kafasını, ömerin uçurulmuş kafası düşerken yere asımın yanan evine su diye taşıyordu kanı. Gelenler, yakıp ve yıkanlar gibiydi, misafir ve


dâhil değil ve onlardan değildiler. Beyaz bir çarşafa kırmızıdan çizilmiş gamalı haç, çok fazla gamalı haçlılar gibi… Bütün köyü Sami’nin evi gibi yakıp gitmişlerdi.

Acı, tarifsiz bir ağıt olarak dağıldı bütün köye.

Sami, unutulmuşluğun pişmanlığı ve yaşamanın hevesiyle atıldı evinin arkasından çöle. Kimsenin yaşamasına imkân yoksa eğer nereye ve nasıl gidileceğinin de bir önemi yoktur zaten. Sabahın güneşi, gecenin ateşini söndürmemişti Sami’nin alnında… ne kadar olduğunu ve nereye kadar olduğunun unutabileceği bir anda iki atlı onu buldu ve biat ettikleri efendilerinin çadırına götürdüler. Uyudu sayıkladı, uyandı kustu ve uyudu çığlık çığlığa doğruluncaya kadar yataktan. Çadır, sedef iç yazmaları ve süsleriyle, çadır baharat kokuları ve misk kokularıyla, çadır yere kurulmuş ihtişamlı sofrasıyla… “neler oldu anlat bana” sırtından gelen bir ses gibi, hızla döndü arkasını… Beyaz bir kaftanın içinde siyah ve beyazlaşmış sakallarıyla, keskin bakışları ve zehirli susması ile Selaadin… Yüzüğünden belli olan bir mühürle.

Sami, ne büyük bir sevinç ne büyük bir öfke ile sadece nefretle bağırarak ve ağlayarak köyünde olanları anlattı. Yardımcıları ile her şeyi dinleyen Selaadin “dinlenmelisin, nefret intikamla beslenir” dedi ve ayrıldı çadırından…

Peşinden üç muhafız çıktı, içlerindeki en geç olan sabırsız bir sözle atıldı. “ daha ne kadar, kaç köy daha?” diye sordu…

Atlılar köyden uzaklaşıp Kerak’a doğru yola çıktılar. Arkalarında bıraktıkları yıkımın nedenini; bir başka yıkımın izleyeceğini çünkü bir hatanın anlamıdır hatalı bir şekilde devam etmek olduğunu ve devamlılık halinde olan her şeyin değişimle ve değişimin mutlak irade ile iradenin ise kader olduğu tam bu topraklarda Selaadin tüm kuvvetleriyle artık cennetin krallığına saldıracağını ve


bu saldırıyla yenik düşecek askerlerle batıya uzanan ve güneşin yolunu izleyebileceğini düşünüyorlardı. İçlerinden en kemiksiz olanı inerken atından üstündekileri çıkarıyordu hızla ve diğerlerine dönerek “ kıyafetleri yakın1 diye bağıdı. Yüzeli kişi bir halka oluşturup ateşe verdiler kıyafetlerini… Ateş, kül adımlarıyla yürümeye devam ediyordu.

Yassin ertesi sabah erkenden uyanarak bir çömleğin içine su doldurdu, kitabının arasına sakladığı deri kaplı otu suya karıştırdı. Yosun yeşili bir renk bütün çanağın içinde salınmaya başlamışken Yassin yanındaki özenle seçilmiş elmayı bıraktı suyun içine. Kırmızı elma, yeşil suyun içinde yarıya kadar batmış ir şekilde özenle konuldu masasının altına…

Şua uyanmış kahvaltıyı hazırlamıştı, misafirlerine ve babasına, birazdan saraya doğru yola çıkacak ve ilerde kral olacak küçük prensin yemek servisini hazırlayacak, elindeki tepsi ile dört kapı her kapıda iki muhafız, yüz altmış adım merdiven geçip prensin odasına girecek sağ dizini kırıp başını eğecekti… Yassin, kahvaltısını yaparken şuaya bakıyordu. Birazdan ona vereceği elmayı, önce onun elinde sonra tepsisinde ve en sonunda prensin dişleri arasında düşündü. Misafirlerini baba ve kız saygı ile uğurladıktan sonra şua mutfağa doğru adım atarken Yassin kızına “ benimle gel şua” dedi… Babasının peşinden giderken şua, her geçen gün yaşlanan sırtına ve kemiklerine asılmış etine saçlarına bakarak ilerledi… Yassin kabın içinden çıkardığı elmayı bir beze sarıp kızına uzattı. “prensin bunu yemesini sağla, genç yaşında daha rahat ömür sürmesini sağlar” dedi… Şua elmayı alıp odadan çıktı. Yassin bunu zaten hep yapardı, batıdan ve doğudan gelmiş en iyi meyvelerden seçerdi ve kızı ile prense mutlaka gönderirdi… Yassin yaptığı şeyi düşünür gibi değil, üzülür gibi değil, sevinir gibi değil. Bir görevi yerine getirmiş gibi dayadı ellerini masaya ve yorgun başını düşürdü önüne…


Kral hasta, krala bağlı olan damarlar hasta, halk kralın hastalığının tanrıların bir gazabı olduğunu düşünüyor. Yıllardır yüzünü gören yok, yüzünü görenlerde bunu anlatabilecek söz yok. Selaadin kültaba’ya saldırısının ardından tüm birliklerinin toplanmasını emretmişti. Bu durum, krala selaadin’in savaş istediği ve cennetin krallığını istediği şeklinde anlatıldı ve kral hastalığının en ağır döneminde yola çıkarak birlikleriyle Selaadin buluştu. Selaadin suçluların yakalanacağını ve dönmesini gerektiğini söylemişti… Selaadin kralın hasta olduğunu ve her gün biraz daha öldüğünü biliyordu. Bunun üzerine dönme kararı alarak birliklerini geri çekti. Kral suçlu olanların, haçlıların en azgın lordu olan Alexis olduğunu biliyordu. O gece orada değilse de kıyafetleri ve atları veren oydu. Kral onun ölmesini emretti ve sarayına artık yorgun bir şekilde döndü. Herkes sarayın ağır kapıları ardında kralın ne zaman öleceğini bekliyordu… Selaadin’e bağlı askerlerin önde gelenleri bu durumdan hoşnut değildi. Selaadin ise kralla yaptığı ilk savaşı anlatıp onlara ölmeden asla demişti.

Şua sarayın ağır kapılarından, nöbetçilerinden ve merdivenlerinden geçip prensin odasından içeriye girmişti. - Hey şua nasılım söyle bakalım. - Her zaman ki gibi lordum. - Bu gün Selaadin ile karşılaşacağım şua halkıma olan sözüm için. - Olmanız gereken kişi olun lordum, deyip önünde eğildi. Şua tepsiyi masasına bıraktıktan sonra, yanına kadar gitti prens, “korkmuyorum” dedi… Şua, başını kaldırıp “ lordum yemek yemeli, daha iyi savaşmak için”


Masaya geçen prens, tepsinin içindeki tabakların sunumu yapılırken uzanıp tabağın içindeki elmayı yemeye başlamıştı… Şua saygılı bir gülümseme ile odadan çekilirken prens yemeklerine geçmişti.

Yassin kabın içindeki yeşil suya bakıyordu, kızının yokluğuna bir ağacın yaprakları kadar yeşil dedi kendisine bir vaha kadar, derinlerdeki soyun kadar… Kral ölüyor, her geçen zaman biraz daha ve hızlanarak. Belirtileri önce, Selaadin ile yaptığı ilk savaştan sonra ortaya çıktı… O gün, taşların ve toprakların güneşin bütün ışıklarını çaldığını düşünüyordu Markus. Markus, kralın öğretmeni ve en yakın dostuydu, on iki adamı vardı ve şövalyeler sadece kralı korurdu. Kudüs’ ten yola çıkan orduya en önce kral ve markusun adamları komuta ediyordu. Her biri dünyadaki Hıristiyan devletlerden en iyi savaşçı diye seçilmişlerdi. Prens Markus’a yorgun olduğundan bahsetmiş olsa da Markus bunu prensin acemiliğine yormuş ve devam etmek için ikna etmişti. Her iki ordu, karşı karşıya geldiğinde; rüzgâr, ses ve koku çekilmiş yerini sadece boşluk almıştı prens, savaşın başlaması için ileri doğru atıldığında Markus ve adamları hemen arkasından atlarını topuklamışlardı. Selaadin üzerine gelen orduyu görünce geriye doğru çekilip kanatların ileri çıkmasını istemişti. Markus Müslümanların hilal taktiği bu taktiğe karşı tüm birlikleri kanatlardan çekip ok gibi düz bir sıralamayı işaret etti. Her iki ordu, insanın insandan bu kadar nefret ettiğini görmemişti… Her iki ordu, savaşın baştan çıkartan çılgınlığı ile her an ölebilecek olmanın telaşıyla saldırıyordu. Markus prense yakın ve on iki şövalye prensin etrafında, Selaadin in yanındaki daha güneyden gelmiş birliklerin giderek daha zayıfladığını gördü. Güneyden gelen Arapların lideri Selaadin’e “henüz erken bir gün mutlaka” deyip atını ters yöne sürdüğünde sağ kanat geri çekilmeye ve liderlerini takip etmeye başlamıştı… Savaş, sonrayı görenindir. Selaadin sonrayı savaş alanından kaçanların yüzünde görüyordu. O savaş bittikten, taraflar anlaştıktan ve prens artık bir kral olarak döndükten sonra… Prens her yıl biraz daha büyüdü o büyüdükçe vücudunda kapanmaz yaralarda büyüdü. Giderek kök salan bir ağacın kolları gibi yayıldı tüm bedenine yaraları ve giderek çürüyen bir ağaca dönüştü artık… buna sebep olan cilt hastalığı dedikleri türden bir şey olduğuna inanıldı, hangi ölüm hangi hastalık sınırları bu kadar değiştirebilirdi ki. Tanrının gazabı, tanrının gazabı ve krallığımızın sonu… artık yeni ve yetinilemez bir


dönem başlıyor, bütün tanrıların sadece kendilerinin haklı olduğunu öğreteceği bir dönem… Cennetin krallığı kralın son zamanlarında yapılan bir anlaşma sonucu Ürdün nehrini gerçek uzun bir yoldan gelen Selaadin’e teslim edildi. Avrupa ise cennetin krallığının kaybından ötürü henüz bilmediği yeni bir hastalığa yakalanıyordu. Işığın karanlığın içinde olmayacağı…

VI. bölüm Pazar KahValtısı


Gazete mi okuyorsun?

Madde kadar ağır ve sonuç kadar gereksiz bir zamandı, hareket ettiremediğimiz, hareket edemediğimiz ve harekete gerek duymadığımız bir oluş biçimi. Yaşam formu gibi; dinleyen, anlayan ve düşünen yüce amaçlar birliği, yüce erdemler topluluğu ve yüce insan modeliydik… Nesillerden nesillere aktarılan salt o denklem, dna ve şifreleme yöntemlerinde doğu Berlin modelleri bizi, seni ve beni matrix’in olasılıklı sonuçlarına uçuruyordu. Bir ışık yılı geçmiştik ki milenyumdan, tıkadık kulaklarımı ve açtık gözlerimizi. Olan her şey bu yüzden karşımızdaydı. Bu yüzden okullar bitmiş bu yüzden kocaman adam olmalar başlamıştı… Bu yüzden belki de büyümüş olduğumu ve olduğunu ve ne olacağını/ ne olacağımı bilmiyorduk. Yaşamak, hareket etmekle ne kadar alakalı bilmiyordum ve tüm bunları sana anlatıyordum hatırla, mekanik harflerin yoğunluğu ile… Yoğun Empyrium, virgin black ve anathema sendromlarının her defasında şarkıyı başa sarmamızı emrettiğinde. Yola çıkma fikri, her başarısız deneyden sonra kovulan bilim adamalarına özgü değildir sadece… Bir bedevinin geleneksel yaşam şekillerine direnme biçimi bile diyebiliriz buna. Yahut kovulma… Yola çıkmak üzereydim… Günler günlere ve sesler seslerle hep aynı şeyi fısıldıyor gibiydi. Farksız olmayan komalar yaşıyorduk, sen bir evin içinde


sarayına yeltenmeyen bir prens soyunun varlığından şüpheli, ben bir prens soyu olmaktan uzak, kendi krallığımı yıkarak ve azad ederek etrafımdaki havarileri… Vazgeçiyordum her ne ise o olmaktan. Bir ret edişi tanımlayabilmek hiçbir anlam ifade etmez, diye anlatılıp duracakmış gibi satırlar birikiyordu… Her yeni bir gün daha… Her seferinde daha… Yol üzerinde uğranmış, yoğun mekanik algılara hitap eden ve sanal dünyalar var eden mekânlardan sana ve senin saraylarına ulaşan… Ve senden bana ulaşan son elçiyle yola koyulan bir seferdi işte… Ben yürüdüm… Sen uçtun ve vurulduk İstanbul’a… Bir film gibi.

Filmin ikinci diski için harcadığım enerjiyi, yeni bir hava akımı için yapabilirdim ve buna bir rüzgâra, rüzgârda bir fırtınaya dönüşebilirdi eğer kapıyı açmış olsaydım. Masadan uzaklaşmış, birbirimize yaklaşmıştık. Halının üstündeki içi su dolu kovaya, kafalarımızı sokuyorduk. Sıcaktı, cehennem kadar ve bu; İsrafil’e göre, onun haber vermeyi unuttuğu bir şey yüzündendi. Bir isyan gibi titremesi gereken dağları olacaktı ıslığını çaldığında… Sakallarıyla oynadı ve oda şaşırdı kendi sonuna. Mikail kafasını çıkarıp kovadan, neden olduğu şeye baktı, etrafa saçılan ıslaklıkları izlerken. Odanın ortasındayız, ait olduğumuz zamanı sorsalar sanki yakalanacağız. Suçumuz, yapmamamız gereken her şeyi yapmak. Ben ikna edemiyorum Mikail’i ve o vazgeçiyor bütün âlemlerden. Bir oyun sitesi yapıp savaşçıları dövüştürerek yaşamak


istediğini söylüyor. Hepimiz gerginiz, çünkü hepimiz anarşistiz. Hepimiz sinirli tipleriz ve triplerimiz birbirimiz üzerine kurulu ve O yok ortada.

Duman, çirkin kısık seslerimizi ortaya çıkarıyor. Sonra alt bilincimizde taşıdığımız melekleri çıkarıyoruz ortaya. Hepsinin adı öğrenildi ve hepsi tanındı, alkışlanıldı ve hepsi için üzülünüp dualar edildi küfürlerle. O’nun yokluğunda ne yapacağımızı bilmiyoruz ve yapmamamız gerektiğine inandığımız her şey bize ve bizim çevremizdeki her şeyin sonunu hazırlıyor. İyi çocukların, iyi kahramanların ve iyi meleklerin yapması gerekenden uzaktayız. Kendimize bile tahammül edemediğimiz bu oda’ da bütün hesaplarımızı çıkmayan seslerimiz ile yapıyoruz. Ben birkaç dik uçlu kırıkla karşılaştım onlardan öğrendiklerimi onlara anlatırken.

Boşuna saçlar kesilmez demek ki, boşuna rüyalar sevilmez ve daha fazla görebilmek için uyumak ve uyumak içinse birazda hafiflemek gerekiyordu. Hepimize üstelik kaç milyarsak o kadar. Libidolarımız gol attı bilincimize, afyon olabilmesi için bile iki tükürüğün birleşmesini estetik kılabildi müziklerle öpüşmeyi düşündürterek. İlizyonları bu yüzden inşa etti, bu yüzden devirdi kendisini bir sihir darbesiyle… Ve yalnız çok, evet çok yalnız… Kalamadım hiç ne kötü. Birilerinin Kalabalıklının da, sanki birileriymiş gibi kimseler edinmeye başladım. Sabırsız odalar böyle şekillenir. Şu bibloyu oraya, şu posteri buraya ve ki anlaşılabilinsin ısırılabilme olasılığı… Karnım aç ve kola içiyorum, ne kadar zararlı olduğuyla ilgilenmiyorum. Aslında ne kadar açık, saçlarımı kestirebilecek parayı buluyor olmam. Çok zor kısmı bu sanırım. Acındırma üzerine bir yığın patavatsızlık. Marksı iyi anlayıp anlayamadığımı soruyordun o sabah bilmiyorum, rakı içiyorduk ve gel dedim kırmızı yeterli zaten. Şekilci olmak istemedim ama kıskançlığımı anlatabilecek kadar yakındım. Dalgalanmak üzere olan bir kıyı ve belirgin bir boyun, bir ışığın tene çarpıp tende çoğalması, tende dağılması ve ilkel bir vampirliğin sahip olmasını istediğim bir an. Sadece tek bir an. Dudakların dudaklara çarparak ıslandığı ve diken diken tükürüğün acıtması, yakması ve ısırması minik, kokusu derin bir dokuda basmak deklanşöre… O fotoğrafı görmek için toplandığınızı biliyorum kimse neden olduğunu sormayacak ve ne olacağını öğretecekler yâda ne


olabileceğine inandıracaklar. Ben neye inanmış olduğumu şaşıracaktım, sevdiğimi en çok söylerken. Evet, hatırlıyorum bunun ilk ne zaman başladığını…

Küskün bıraktığımız bir mevsimin ardından, sabaha ve hayata uyanan ve aslında bir kere bile aynaya bakmadan. Ertelediğimiz her şey için durgun bir sessizlikte konuşmaya başlamıştı bile dokunuşlarımız. Çoktan bir odanın çapraz köşelerine çekilmiş ve aramızdaki çekimi yine aramızda olan her şeyle tarif etmeye çalışıyorduk. (Bir aşktan daha beteri o aşkın metalaşmış olmasıdır. Bunu odalara /raflara sakladığımız izleri buldukça anlayacaktık) Bir günaydın kadar an içerisinde gülmüştü gözleri, bu öfkeyi bir çocukluk oyununa çevirmiştik sanki.

- Bardak beyefendiye sorar mısın akşam kaçta dönecekmiş? - Tuzluk küçük hanıma her zamanki saatte döneceğimi söyler misin ? - Çatal küçük hanıma bu gün çok güzel olduğunu söyler misin? - Bıçak beyimize benim her zaman güzel olduğumu söyle lütfen….

Bir çocukluk oyunuydu bu ilkokul sıralarında başlayan, ben sana anlatmıyorum ki Ayşe ye anlatıyorum bir kere hıh! la devam eden… Ben sana anlatmak, beni seni anlamak, ben seninle sende anlaşılmak, sadece seninle ve sen gittiğinde anlamsızlaşmak saçmalamak, salaklaşmak istiyordum… Bunu istediğimi söyledin mi yüzüme çarpan kapı! Rüzgâr hiçbir erkeğin saçlarını tarif etmek için yetmez, rüzgâr var etmez çünkü hiçbir erkeğin saçını, bütün kadınların saçlarının toplamına eşittir mesela en büyük kasırgalar, keza bilirsin hiçbir gök olayı ilgilenmez kasıklarımla. Bir dürtü bu camdan izlerken arabaya bindiğin anda dağılan saçlarını, yakan/ yakalayan bir dürtü… Hepsi bu.


Rüzgârlı bir günde elma şekeri yemeye çalışan bir kız çocuğunun hüneriyle ve küskün. Sen giyinmek için uzanırken askıya, uzanıvermiştim çoktan boynuna. İçimde bir vampir dürtüsü her an (ağlaya bilirim/ kokun) ısıra bilirim “kes şunu” dediğin anda.

Ve lakin benim içimdeki dürtü genzimi zorluyordu. Genzim ateşler içinde yutkunurken duyulabilinirdi sesim. Sesimin kırıklığı. İşte budur dedim… Bir kadının sesinin kırılması, Yutkunduğunda çıkan o şiddet. Burnumun ucu sızlıyor farkında mısın? Orada mısın? Odanda bir masanın üstündekilerle hayatı tarif etmekte misin? Yoksa ofisinde mi? Mağaralardan çıkan bir neslin mağaralara döndüğü yerde misin? Avcılık ve toplayıcılık yasasına göre ilk kural ihlalisin farkında mısın? Hem avlayan ki şimdi kurbanından arta kalanları kemiriyor yalnızlık. Hem avlanan ki şimdi yani hemen şimdi başlayacak ve kurban edilecek ellerin dokunuşlara.

Toplayan evet sen sadece toparlanan olmalısın, yeni aldığın mavi gömleği unutan ahmak. Kokusunu unutan gör-ebe! İlk kural ihlalisin elmanın çekirdeklerini de yemekle başlayan farkında mısın? İhaleler peşinde koşup duran ömrünü, toptan niyetine bilmem kaç taksitle ödüyorum şimdi, bu son farkında mısın? Önümüzdeki ay senin bir üst modelini almayı düşünüyorum, daha az ağlayan/ daha az konuşan / daha az küsen/ daha az… Bilmem farkında mısın hep senden az… Sen diye alıp durduklarım çarşı pazardan. Senden az olmalı, sen diye konuşa bileceğim bütün sesler. Bütün sesler önce sana dokunurdu farkında mısın? Çayın kaynayışı, açık unutulan bir camdan taşan hayat, araba alarmları, kapı zilleri, saat tik-takları… Yani bütün sesler işte… Sesim! Sesim kırıldı artık farkında mısın? Artık…


Tanımlarımı yeniden yapıyorum, bir şeyi tanımlamak o şeyi aşağılamaktır demiştim sana hatırla… Ağzından çıkan ağırlıklarla anlatmaya çalıştıkça yaşadığını aslında hiçbir şey yaşayamayacağını ve… Sadece yaşamak zorunda olduğunun ve aslında her şeyin tamda olması gerektiği anda/ olması gerektiği yerde/ olması gerektiği gibi… Olduğunun farkında mısın? Solgun bir resmi geçitin her gece / gecelerce gelip gözlerine dayandığının ve senin tüm bunlara bir anne, bir kadın, bir hayal perest olarak dayandığının farkında mısın? Tırnaklarını yemeye başladığın ilk gün, kendini tüketmek istediğini ve tüketimin sosyoekonomik boyutlarıyla iç/ dış borçlarıyla şiddetlendiğinin. Ki sen benim gibi tamda parmak uçlarım gibi birden bire uyanmak ve “uçmama izin ver” der gibi… İçindeki boşluğu, borçluymuş gibi her et ilimciye ve çapkın gülenlerin önünden geçerken bir memurun mahcupluğu kadar ödediğinin ve kendinle ödeşmek için ve katlanmak için çokça katlana bilir portatif hayatının daha çok tükettiğinin farkında mısın?

Senin yüzünde ne var biliyor musun? Cüzdanında etkinliklere ve sosyal debelenmelere katılım kartları ki tamda ne olduğunu anlatan kimliğinin hemen yanında ve hiç birine vakit bulamayan… Yüzünde kuş meraklısı bir kedinin balkon sefası var… Pis pis sırıtan ama hiçbir zaman dokunamayan. Bunun senin ruhuna dokunduğundan ve büyük telaşlarda adam olduğundan, panikatakların olmuş diye bilir çıkardığı “hımm” sesi ve “ sizin çocukluğunuza inmeliyiz” gerzekliği ile binaların içindeki ofisinden içimdeki binaları görebilen bir ahmak. Tamam, kabul sende de benim gibi herkes gibi bir anormallik var.

Şu ceketini alıp gittiğin gün, tuzluğun küs diyalogumuza aracı olduğu ve bana söylediği “ her zamanki saatte geleceğim” diye söylediği gün. Odaya sana söylemesi için not bırakmıştım aldın mı?

Al mı(ş)ydın/ alışmış mıydın yoksa çoktan. Alınmış mıydım bu umursamazlığından… Yani kelimeler işte hepsi… Hepsi…


Büyük bir oyunun sendeki kayıp puzzelı… Bak ne diyeceğim iyi dinle bu sefer sen iyisi mi yine gel aynı saatlerde gel. Beni gör. Ben seni görmüş olayım. Konuşma hayır hiç konuşma… Kelimeler kirletir seni! Sonra git, bütün “sonra”ların giden bir şey olduğunu / Gitmenin ilk koşulunun bir önce ile çiftleşmek olduğunu göreyim. Sonra git… Sonranın gitmiş olduğunu da göreyim. Ve hemen arkandan bir anons sesi yükselsin yine…

“ İlaç saati ”


VII. bölüm KabuK Biz sadece nedenleri anlamak için var edilmiş bedelleriz.

Gözlerimi kapatıyorum, artık kimse olmadığı için. Çevremdeki yüzler bir bir silindi, önemsemem azaldı ya da ilgi duyabileceğim hünerleri yok oldu. Heyecansız anları doğurmaya başladık önce sonra ne konuşacağımızı unuttuk. Yapabileceğimiz en görkemli şey sevişmek diye bedenlerimizin içine sakladık en güçlü sesimizi. Duymaktan hiç kaçamadığımız içimizde durmadan çalışan bir saat gibi bıkmadan ve yorulmadan neyin olması ve neyin olmaması gerektiğini söyleyen bir iç ses ve susturduk bazen. Bazen inandık ona bile ve bazen ne söylemişse harfiyen yaptık. Katlanamadığımız ağırlıklar gibiydik bir birimizin etrafında… Görmeye daha fazla katlanamadığım. Derin ve


onarılmaz bir şey gibi, yok oldular, kelebekler gibi… Parmağımı emip saçlarımı neden kestiğimi uzun uzun düşünmek istemiyorum artık.

Işığı kapatıp, mumu yakmalıyım bütün kokularımı emip, alnımda belirsiz bir yangını çıkaran, bu uyuşma biçimi için, bu terleme ve bu seçilebilinir damarlara, sürtebilmek için aynayı biraz daha… Yavaş uyarılmayı sevmem gerekirdi belki de. Bir anlık patlamalarım için şiddete, şiddeti hafifletmek ve varlığına inanmak için bir aynaya ve soğuk ve kırmızı ve sıcak et, kalçalara bakarak, sırtına dağılmış saçlarına ve aynada ki yüzüme kendime, karın kaslarıma ve bacaklarıma… İçine alındıkça kaslaşan kalçalarıma… Daha uzun sürmesi gerektiğini düşünmüyordum, sen doğrulacaktın önce ben saçlarını çekerken ayakta olacaktık ve ben ensene üflerken öperken fısılda yine kulağıma “ böyle seviyorum” mutlak eşitlik adına, sana sokulamıyorum ben. Bunu biliyorum, sınıfsal boyutlarımız izin vermiyor buna. Buğday bir ten, saten renkli bir kadına sokulamaz. Henüz yeni bir ergen miydim bilmiyorum, kadın kemikleri gibi kemiklerim vardı ve sen bir erkektin biliyorum. Karşılaşabileceğim en kötü rüyada yolumu kaybediyordum… Işığı kapatıp açmamın bir anlamı yok, görmek daha fazla inandıramıyor. Doldu hafızam.

Gözlerimi kapatıyorum ve artık saçlarıma şekil vermek istemiyorum. Bu kısalıkta bile tam olarak hissedemiyorum aklımı. Yitirdiğim belirgin bir boşluk olmalı, yerini hiç dolduramadığım. Kelebek koleksiyonları ve fotoğraflarımla, odama ansiklopedilerden kesip yapıştırdığım resimler, buda rahipleri ve kitaplarımla dolduramadığım. Bu sesini merdiven boşluklarında bırakmam.

Gözlerimi kapatıyorum ve korkularımın ve inançlarımın ve yapabileceğim her şeyin bir diğer tanrısı Lucifer imle beraberim. Giderek duvarlar oluşan, zamanı silik ve kedisi kadar emin ve gözlerimin tam içine bakarak “ Bana öyle bakma çocuk, bana öyle asla” diye bütün kıvılcımdan vücudunu kullanarak bağırıyordu. Kimse bilmiyor bunun nedenini, hiçbir kimse hem de. Her yılın on beş ağustosunda, alt katımda bir masa kurulur, çarşaflar açılır, tütün sarılır baldıran zahiriyle ve kahve suları ve bir film ah bir film telaşıyla… Ki çağlardan dönen otelin elektrikçisi motosikletinin arkasına atıp Leydi’yi uzay boşluğunda, yıldız savaşları serisinin uçan araçlarına geçiş yapıp devam


etmiştir yoluna. Telefonlardan müzikler bulunur “ elend, death is the road to awe, our wings are burning” ve çevrilir sayfalar onun günlüklerinden okunur ve herkes sırasıyla rolünü oynar. İsrafil, bunun zaten onları bir arada tutan şey olduğunu düşündü. Mikail, bir şeyler izlemenin daha çok anlaşılacağını savunuyordu. Ben, zaten yüzüme ne olduğunu söyleyen birine ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. “ Eğer şimdi gidersen, bu kapıdan bir daha asla!” Gözlerimi açıyorum, kelebekler toplanıyor tren istasyonundaki fenerin ışığına, ışığa çarpınca ölen kelebekler ve artık gitmem gerek… Bütün tanrıları ve büyüklere yazılmış olan masalları, kirli yapışkan ıslaklığını ve İstanbul’unu ve antik saraylarını, kavimleri – göçleri ve Roma’yı ve o Roma’yı bir gün yine yakacak olan bu çocukları yarım bırakarak… Gittim…

Yanımda götürdüğüm hiçbir şey yoktu, bir meleğin yeryüzünde kaç âdem soyu yaşayabileceğini ve onun yokluğunda neden olduğu şeyleri bu kadar yakından hissedebileceği tek yolun yeni bir kovulma biçiminde yatacağını bilmiyordum. Bir elma ısırmadım hayır, bulabileceğim en uyumlu parçamı yok ettim ve bu bir savrulmaya neden oldu. Ancak böyle… Daha fazla fotoğraf çekebilecektim, daha fazla şaşırarak ve hangisinin en hasarsız olduğunu öğrenmek için. Arıyorum…


üç ağıt


...Yağmur...

--yağmur.../? Yağmur yağınca... Martılar yolunu kayıp mı eder?



...Kuyuya...

Bir Yusuf düşü var avuçlarında… Her kuyunun dileği bir çocuk gölgesi… Yırtık gömleği ve kan İyi bak e mi? Dönüşleri Düşüşlere benzeyenlere…

...Aynaya...


Sen kırıldığında Benim ayaklarım kanayacak Sen sustuğunda… Benim dudaklarım.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.