- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
1
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
2
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
MODERN DÜNYANIN YÜZÜSTÜ BIRAKTIĞI İNSAN EMİNE YENİKAYA*1 ÖZET
Yabancılaşma psikoloji,
edebiyat
yüzyıllardır
felsefe,
alanlarında
önemini
koruyan bir kavramdır. Günümüzde de dünya toplumları için önemli bir sorunsaldır. Yabancılaşmanın
aşılabilmesi
için
yabancılaşmanın ne olduğunu kavramak ve hayatımıza nasıl nüfuz ettiğini görmek önemlidir. Yabancılaşma, insanın ve insan topluluğunun olduğu her alanda mevcut olsa da felsefe, iktisat ve edebiyat irdelemeye çalıştım. Tarihsel süreç içerisinde düşünürler ve aydınların ele alışıyla şekilleriyle ortaya koydum. Anahtar kelimeler: Modernleşme, Yabancılaşma, Hegel, Marks, F.Kafka, Oğuz Atay
* Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Öğretmenliği
-1-
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
MODERN DÜNYANIN YÜZÜSTÜ BIRAKTIĞI İNSAN
Modernite ; insanı özgürleşme, hayatı kolaylaştırma vaadiyle yaşamın manasını maddeye
indirgedi.
İnsanlar
arasındaki
ilişkilerin
yüzeyselleşmesine,
iletişim
kopukluğuna ve yalnızlaşmasına sebep oldu. Günlük işlerin esiri konumuna gelen insanlık, zamanın büyük kısmını hayatını idame ettirecek zorunlu uğraşlarla harcıyor. İnsanı varoluş sorunsalında dibi görünmeyen bir kuyuya atmıştır. 19. yüzyılın başlarında kendini gösteren Sanayi Devrimi onu takip eden bilimsel ve teknolojik gelişmeler, insanın makine egemenliğine girmesine yol açtı. Baş döndürücü hızla gelişen bilim ve teknoloji sosyal ilişkilerinde zayıflama, iletişimsizlik ve yavaş yavaş toplumdan uzaklaşmasına zemin hazırladı. İnsan hiçbir alandan kendisini soyutlayamaz duruma gelmiştir. Öyle ki; yabancılaşma dediğimiz olgu insanın kendi kendine yabancılaşmasına kişiliğin yitimine kadar kendini göstermiştir. İnsan doğa ve diğer insanlarla olan ilişkilerinde bunalım ve mutsuzluk halini giderek artırmaktadır. Yaşadığımız hız ve haz çağı insanın çevresinde olan biteni fark etmesi güçleştirdi. İş bu geç farkındalık daha da vahim olanı farkına varmaksızın hayatın yitimine kadar devam edebiliyor. İnsanın akıl sayesinde kendine yeten, kendi kendini gerçekleştirebilen bir varlık olarak görülmesine yol açtı. İnsan kendi kendisinin sebebi ise ve ne olduğunu kavrama yeteneğini elinde bulunduruyorsa, kendi varlığı ile kendi varlığını kavrayan aklını birbirlerinden ayrı iki şey olarak düşünmek mümkündür. Bu durumda insan, hem düşünen hem düşünülendir; hem bilen hem bilinendir yani hem özne hem nesnedir.”2 İnsan dualist bir ayrım olarak ifade edilse de özne-nesne birliğiyle anlam kazanır. Ben olan öznenin, ben dışında var olan dünyanın yani ben dışında her şeyin mevcut olması kuramsal anlamda bir ayrışmaya yol açmıştır. Bu düşünceler yabancılaşma düşüncesinin bir anlamda çıkış noktasıdır. Yabancılaşmayı tarihi seyri içerisinde ele almak yabancılaşmayı daha iyi kavramamıza yardımcı olacaktır. Yabancılaşma Kavramının İlk Ortaya Çıkışı Kimi düşünürlerce yabancılaşma ilk kez putlara tapmakla ortaya çıkmıştır. İnsan kendi eliyle meydana getirdiği putları kutsal sayarak, kendi gücüne ve potansiyeline 2
İsmet Özel, Üç Mesele, Şule Yayınları, İstanbul, s. 83
-2-
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - yabancılaşmaktadır. İnsanın kendi gücü, kendini baskı altına almakta ve insan, kendi varlığının özelliklerine ancak putların yaşamına boyun eğerek dolaylı yoldan ulaşabilmektedir. 3 Yabancılaşma düşüncesinin kökleri Tevrat’a dayandıranlar varsa da son çağlarda yabancılaşmayı metafizik bir problem olarak ortaya atan Hegel’dir. Ruhun kendi içinde şedid ve üstün bir çatışma yaşadığını söyleyen Hegel, ruhun ideal bir varlık olarak kendini gerçekleştirme gayretleri içerisinde olmasına rağmen bu hedefini kendi gözünden sakladığını, böylece ruhun gerçek yönelimi ile o anda birbirine yabancı kaldığını belirtir. Bu yüzden Hegel’in anlayışında insanın zihni ürünleri kaynağından bağımsızlaşır ve böylece ona yabancılaşır. Yabancılaşmanın bu idealist-metafizik yaklaşımına Marks sosyal bir muhteva kazandırmıştır. 4 Hegel’de yabancılaşma “ tabiatın alt ucu, ide’ye tamamen dışlaşmış ve yabancılaşmış olan tabiattır; üst ucu ise akıllı ve kendisinin bilincine ulaşmış olan insanoğludur.”5 “ Hegel’in felsefesinde mutlak ve akıl aynı manaya gelen kelimelerdir. Mutlak inorganik ve canlı tabiatın birbirini izleyen derecelerinden geçerek insanda şahıs haline gelen akıldır”
6
Hegel yabancılaşmayı bilinç düzeyinde işlemiştir. Dış
dünyayla ilişkisine değinmemiştir. Yabancılaşma özne-nesne arasındaki tersleşmeden ileri gelir. Öznenin kendisini gerçekten var eden değerlerden uzaklaşarak kendini maddeye indirgemesine sebep olur. Varoluşçuluğun temeline oluşturan Kierkegaard ise insanın yabancılaşmasını Tanrı’nın buyruklarını kendi isteğiyle yapamamasında görüyor. İnsanın temel amacı varoluşunu ortaya koymaktır. Gerçekten kendisini var eden şeyleri gözden kaçıran insan gerçeğe uzaklaşır. İnsan bu haliyle, mutsuzluğu kendi elimizle inşa eden konumundadır. Yabancılaşma kavramı Hegel’le gündeme gelmişse de, onu bugünkü anlamıyla kullanmış olan isim Marks’tır. Karl Marks da yabancılaşma kavramını ele alacak olursak Hegel gibi bilinç düzeyinde değil, toplumsal, iktisadi, kültürel düzlemde irdelemiştir. İnsan emek vererek oluşturduğu ürünler sayesinde hayatını idame ettirir, meydana gelen ürünleri kendi 3
Barlas Tolan , Çağdaş Toplumun Bunalımı Anomi ve Yabancılaşma , İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları, Ankara, 1981, s:143 4 İsmet Özel, Üç Mesele, Şule Yayınları, İstanbul, 2006, s. 80 5 Selahattin Hilav, 100 soruda felsefe el kitabı, gerçek yayınevi, İstanbul, 1970, s.124. 6 İsmet Özel, Üç Mesele, Şule Yayınları, İstanbul, 2006, s. 93
-3-
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - kullanım ihtiyacını aştığı ölçüde ise diğer insanlarla paylaşmaktan mutluluk duyar. Bu paylaşım sayesinde, zorlu yaşam mücadelesi içerisinde hayatta kalma olanağına ve paylaşmanın mutluluğuna kavuşur. Böyle bakıldığında Marks, emek ve üretim insan varoluşunun tabi unsurları olarak görür. Oysa içinde yaşadığımız kapitalist düzende insanın her şeyi metalaştırdığı ve olması gereken düzen dışına itmiştir. Marks’ta yabancılaşma daha çok üretim ilişkileriyle ilgilidir, bireyin bu ilişkiler içinde ürettiği şeye ters düşmesine ve giderek kendini şeylerin kölesi gibi duymasına karşılıktır. Yabancılaşma dinsel, siyasal, toplumsal ve iktisadi düzeylerde kendini ortaya koyar. Ne var ki iktisadi yabancılaşma öbür alanlardaki yabancılaşmayı belirlemektedir. Yabancılaşma yalnızca kendinden çıkıp kendi dışıyla ilişkiye girmek, buna göre nesneler ya da yapıtlar yaratmak değildir. Daha çok iktisadi düzenin uyarsız koşulları içinde yitip gitmektir. Böylece Marx felsefesinde yabancılaşmış emek kavrayışı ortaya çıkar. Bir nesneyi üretmek işçiye güç kazandırır, ama bu nesneyi başkasına kaptırmak ona yabancılaşmayı getirir. Çünkü bu durumda o nesne işçinin karşısında “yabancı bir varlık olarak” ya da ‘ bağımsız bir güç olarak” çıkar. Böylece ürettiği ölçüde sermayenin egemenliği altına girer. Üretim arttıkça üretici yoksul düşer. Emeğin yabancılaşması emekle sermaye arasında uçurumun açılması anlamına gelir. Bu durumda üretici ya da işçi “kendini onaylamaz, kendini yadsır; kendini esenlik içinde duymaz, mutsuz duyar”, giderek kendini köle saymaya başlar. İnsan doğaya karşı koyabilmek, toplumun gelişimi için üretmeye ve çalışmaya zorunludur. Zorunlu olan bu insan doğası, ürettiklerinin kölesi durumuna gelmemelidir. Kendi ürettiklerinin köleliğinden kurtaramayan insan nesneleşir. G.Lukacs’ın deyimiyle yaşamını değerli kılmasına yol açacak şekilde “kendini gerçekleştirme etkisi” ortaya çıkmamış ise, insan o vakit insanlığını yaşayamamış, “şeyleşmiş”, bir “şey” olmuş demektir. Edebiyatta Yabancılaşma Dediğimizde, Yabancılaşma felsefi ve sosyal alanın bir problemi olduğu kadar 20.yy dan itibaren edebiyatında ana konularından biri olmuştur. Yalnızca felsefi ve sosyal bir sorunsal olarak ele almak tam anlamıyla çözüme taşımayacaktır. Yabancılaşma her ne kadar iletişimsizlik, toplumdan soyutlanma, kişinin kişiliğini yitimini konu ediniyorsa da -4-
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - aslında mevcut sorunları yeniden kaleme alarak farklı kurgularla meseleyi yabancılaştırma girişimi olarak karşımıza çıkıyor. Yabancılaşma modernist edebiyatın öncüleri olan F.Kafka, E.Canetti
eserlerinde
yalnızlık, korku, çaresizlik gibi konulara yer vermiştir. F.Kafka’nın Dönüşüm adlı yapıtında ana karakter olan Gregor Samsa, bir sabah uyandığında kendisini böcek olarak bulur. Ancak bir böceğe dönüşmüş olması kendisini ve ailesini endişelendiren şey işe gitmeyecek olmasıdır. F.Kafka bu anlamda iyi bir örnektir. Yabancılaşan kendisini yalnızca eve para getiren bir nesne olarak görmeye başlamasını anlatırken yazar bir böcek metaforu kullanarak hayatın içinde olan duruma farklı kurgusuyla dikkatleri çeker. Türk edebiyatına baktığımızda, dış dünyada tutunamamakla işler Oğuz Atay yabancılaşmayı. Modern romanın öncüsü olan Tutunamayanlar’da Selim Işık bu dünyanın ihtiraslarına yabancıdır. Böyle bir dünyada soluk almayı beceremez ve bana “yaşamayı öğretmediler” diyerek ortaya koyar Atay. Sonuç olarak, Günümüzde, sürekli daha fazla üretme, kazanç elde etme ve tüketme çekici hale getirilirken insan sadece ihtiyaçlarına hizmet eden konumuna düşmüştür. İnsan üstün özelliklerle donatılmışken, madde karşısında itibari zedelenmeye başlamıştır. İnsanın kendisine, topluma, yaşadığı çağa uzaklaşması insanı yalnızlaştırıyor. Düşünmesi için yaşamda kendisine hiç boşluk kalmamıştır. Oysa Aristoteles’in ifade ettiği gibi “Dünya birbirinden kopuk bireylerin bir toplamı değildir; tüm bireyler bir şekilde birbirleriyle bağlantılıdır.” İnsanın tabiatı gereği putlara tapınmak yerine Tektanrıcılığa varmayı yabancılaşmaya karşı ilk insanı tavır olarak görülebilir. İnsan yaradılış itibariyle bir şeye inanmak durumundadır. Burada kastettiğim yalnızca din olgusu değil, insanın hayatta kalmasını sağlayacak bir neden arayışıdır. Ontolojik kabulü neticesinde hayatının değer ve epistemolojik görüşlerine de varması mümkün olur.
-5-
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - KAYNAKÇA
Hilav, Selahaddin, 100 soruda felsefe el kitabı, gerçek yayınevi, İstanbul, 1970, Özel İsmet, Üç Mesele, Şule Yayınları, İstanbul, 2006 Tolan Barlas, Çağdaş Toplumun Bunalımı Anomi ve Yabancılaşma , İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Yayınları, Ankara, 1981
-6-
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
KÜLTÜRE KÜLTÜREL BİR BAKIŞ ORHAN BİLİR*7 ÖZET İnsan doğuşu ile başlayan, insan eliyle şekillenen ve daha sonrasında insanı şekillendiren bir kavramdır kültür. İnsanın çevresini anlamaya başlamasıyla oluştu kültür. İnsan idrakinin artık, düşünsel bir faaliyet olarak, insana ve insanlığa bir şeyler katma çabası ile ortaya konulmuş eşsiz ürünlerdir. Kültür insanın doğuşu ile başladı artık bitmez, tükenmez ve sürekli bir şekilde( isim değiştirebilir, yahut da alışkın olmadığımız şekilde değişebilen ürünler ortaya çıkabilir) oluş halinde olan bir varlıktır. Kültür ile ilgili süregelen sayısız makale ve kitap bulunmaktadır. Bunun sebebi insanların sürekli olarak içinde yaşadıkları evreni tanıtma isteği kendilerine kimlik oluşturma olduğunu söyleyebiliriz. Tüm dünyada sınırsız kültür bölgeleri bulunmaktadır. Kültürel çeşitlilik her geçen gün daha da artmaktadır. Türkiye’de kültürel faaliyetler bakımından en başat durumda olan ülkeler arasında bulunmaktadır. Türkiye’de bu çeşitli kültür kaynakları öncelikle içerisinde bulundurduğu milletlerin oluşturduğu bir kültür hazinesidir. Birbiri içerisine girmiş, kaynaşmış ve yeni bir kültür ortaya konulmuştur. Böyle bir ortamda kültürü tanımlamak, onu istediği makama oturtmak zor bir hal alır. Anahtar Kelimeler: 1.Kültür 2.Eğitim 3. Dil 4. Medeniyet 5. Milli Kültür 6. Kültürel yozlaşma/ Kültür Emperyalizmi 1.Kültür Kavramı: Doğduğu Yer, Kültür Tanımları Kültür kavramı latince kökenli bir sözcüktür. Cultura kelimesinden gelmektedir. Toprağın bakımı, işlenmesi, ekime uygun hale getirilmesi ve verimliliğin artırılması manalarında kullanılmıştır. Zamanla maddi anlam ifade eden bu kavram daha sonra manevi bir boyut kazanrmıştır. Justus Möser (1720-1794) ilk defa kültür eğitiminden bahsetmiş ve manevi kültür anlamını yeniden değerlendirmiştir. Kültürün, toplumbilimlerine girişi ve araştırma konusu yapılması XIX. Yüzyılda başlamıştır. İnsan yaşamına bakıldığı zaman, insanın yaratılışından itibaren sürekli bir bilme isteği ve bu bilme isteğini uygulama olarak yapmış olmasıdır. Fikir beyan etme, felsefe, sosyoloji, matematik gibi dallar insan fikriyatının gelişim sürecinin ürünleri olarak ortaya çıkmıştır. Bundan sonraki süreçte kültür kavramı sosyal bilimlerin(özellikle) sosyolojinin vazgeçilmez konusu haline gelmiştir. Günümüzde ise kültür kavramı dilimize yerleşmiş hemen hemen herkes tarafından birilerine yada bir şeylere
*Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Öğretmenliği
-7-
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - atfedilmektedir. Mesela ‘’Kültürlü adam’’ gibi ifadeler lisanımıza yerleşmiş bulunmaktadır. Yaşadığımız 21.yüzyılda dil bilginleri insan zihnini bilgi tohumları ekilen bir tarla olarak görmüşler ve onun için terbiye ve tahsili neticesi alınan bir irfana da ‘’Kültür’’ demişlerdir. Kültür ile bir malumatı da karıştırmamak gerekir. Malumat bir şekilde hafızaya alınmış , tutulmuş bir bilgi yığınıdır. Kültür ise sistematik bir şekilde alınmış belli bir ayrıştırmaya tabi tutulmuş bir bilgidir. Şimdiye kadar sadece lugattaki anlamıyla yetindik. Zaten kültür tanımı kesin bir dille ifade edilmemiştir. Birçok sosyolog, antropolog, eğitimci, düşünür ve eğitimci farklı kültür kavramı ortaya koymuştur. Kültür tanımlarına bakacak olursak; Fransız filozofu Tain ‘’Kültür; insanın gördüğü şeylerin zihindeki suretleri birer müsbet fikir halidir.’’ E. Sapir ‘’Kültür, atalardan alınan maddi ve manevi değerlerin tümüdür.’’ A. Young ‘’ Kültür insanın tarih boyunca, tabiatı ve kendisini idare usulünü öğrenmek sureti ile, bizzat meydana getirdiği eserlerdir.’’ E.B.Taylor ‘’ Kültür, bilgiyi, imanı, sanatı, ahlakı, örf ve adetleri ferdin mensup olduğu cemiyetin uzvu olmak itibari ile kazandığı itiyatlarını ve bütün maharetlerini ihtiva eden bütündür.’’ Fransız başvekili Heryeaux ‘’ Kültür, her şeyi unuttuğunuz vakit sizde kalan şeylerdir.’’8 Ve Prof.Dr Mümtaz Tarhan ‘’Kültür cemiyetin sahip olduğu maddi ve manevi kıymetlerden teşşekül eden öyle bir bütündür ki, cemiyetin içinde mevcut her nevi bilgiyi, alakaları, itiyatları, kıymet ölçülerini, umumi atitüt görüş ve zihniyeti ile her nevi davranış şekillerini içine alır. Bütün bunlar birlikte o cemiyetin mensuplarının ekseriyetinde müşterek olan ve onu diğer cemiyetlerden ayıran ulusal bir hayat tarzı temin eder.’’ Kültür tanımlarını bu şekilde çoğaltabiliriz. Kültür insan hayatını şekillendiren, inanç ve değer bakımından neslin devamı için gerekli bir o kadar da zorunlu doktirindir. Kültürü yaşatmak için var olan bazı unsurlar bulunmaktadır. Toplumun var olması, kişiler arası etkileşim ve müşterek bir dilin var olmasıdır. Kültürün taşıyıcısı dildir. Bu yüzden bir milletin dilinin bozulmuş olması kültürünün de bozulması manasına geldiğini belirtmek gerekir. Bu yüzden kültür varlığı olan biz insanlar ‘’Dilin yerini iyi belirleyip, geliştirmeye çalışınca bozmamak gerekir.’’ Bugün Türkiye’de ‘’Türk kültürü’’ diye tabir ettiğimiz kavram yerini ‘’Türkiye kültürü’’ olarak yer değiştirmiştir. Bunun sebebi Türkiye’de çeşitli kültürlerin bir araya 8
Prof. Dr. M. Gökberk, Kültür Meselesi, Bilgi Dergisi, İstanbul, 1959, syf.3.
-8-
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - gelerek kozmopolit bir kültür yaratmış olmalarıdır. Türkiye’de Laz kültürü, Kürt kültürü ve Çerkez kültürü gibi tam manasını taşıyan kavramlar artık eski anlamlarını kaybetmiştir. Halk arasında kültür olarak anılan bu söylemler artık ‘’alışkanlık’’ haline gelmişlerdir. Her ne kadar Amerikan toplumu gibi tam bir adaptasyon sağlamasak bile gelecek yıllar içerisinde tam bir uyum sağlanabilir. Kültürel kimlik konusunda da Türkiye’de çeşitli fikirler ortaya atılmış Türklerin hangi kültüre sahip olunduğu sürekli tartışa gelmiştir. Kültürel kimlikte ‘’kimin ne olduğu’’ ile ilgili çeşitli söylemlere tanıklık olundu buna Prof.Dr. Bozkurt Güvenç şöyle açıklıyor. ‘’Kültürel kimliğimiz hakkında şu görüşlere tarihte rastlaşmaktayız: 1- Biz ‘’Anadoluyuz’’ diyen Anadolucular, 2- ‘’Batılıyız’’ diyen batıcılar,3-‘’Doğuluyuz’’diyen (töreci) Milliyetçiler,4-Biz ‘’Müslümanız’’ diyen İslamcılar 5- Biz ‘’Türküz ve Türkiyeliyiz’’ diyen Atatürkçüler olarak ayırabiliriz.’’9 Buradan hareketle Türkiye’de tam olarak ‘’Kültür sorunu’’ çözülmüş değildir. Kültürel kimlik konusunun bir çok akım tarafından farklı dille getirilmesi ortak bir paydayı gözden kaçırıyorlar gibi. Çünkü problem hangi kültüre sahip olduğumuz yada olacağımız ile ilgili olmamalı. Var olan ve içinde türküler söylediğimiz, farklı dillerde konuştuğumuz, ortak bir kara parçasına sahip olunan bu kültürü geliştirmek en başat problemdir. Bu yüzden ‘’Farklılık, kültürel zenginliktir’’ sloganına gerçek değerini verip yaşamak gerekir. 2.Kültür-Medeniyet Ayrımı Kültür ve medeniyet tanımları bugün içe içe girmişlerdir. Asıl manasına baktığımız zaman ise ince ayrılıklar olduğunu görmekteyiz. Tanım bakımından birbirlerine zıt anlamlar ifade etmektedirler. Kültür tanımı lugatta daha çok toprak işlemek, ekin ekmek bunlar gibi daha çok kırsal hayatı temsil eden eylemler söz konusu idi. Medeniyet kelimesi Fransızca Sivilizasyon Türkçe manasıyla ‘’Şehrileşmek, şehre uymak, şehirli olmak’’ gibi ince nazik bir tavır takınır. Medeniyetin esas menşei tekniktir, ilerleme esasına dayanır, reeldir, maddidir. Kültür ise dünyaya anlam vermedir, duyuştur bir nevi, inanıştır tam manası ile maneviyattır. Tarihi sürece baktığımız da Ziya Gökalp kültür ve medeniyeti iki ayrı unsur olarak dile getirmiştir. Gökalp medeniyeti beynelmilel(Milletlerarası) kültürü ise milli bir mefhum olarak tanımlamıştır. Kültüre ferdiyet anlamı kazandıran Gökalp kültürü Arapça olan ‘’hars’’ kavramı ile de dile getirmiştir. Kültür hayatımıza bakıldığında ‘’irfan’’ kelimesi sıkça kullanılır. Kültür ve medeniyet ayrımını en iyi karşılayan sözcüklerden biridir. Kültüre yakışan onun tam karşısına koyabileceğimiz kelime irfan sözcüğüdür. İrfan sahibi dediğimiz kişiler kültürlü 9
Prof. Dr. B. Güvenç, Kültür Sorunumuz, Cumhuriyet Gazetesi, 1986,syf,2.
-9-
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - adam ile eşdeğerdir. Medeniyet kavramına karşı gelecek kelam ise ‘’bilim’’dir. Kültür pasifken medeniyet aktiftir. Dünya toplumlarının çoğunda bu iki ayrım benzerdir. Bilim denilen medeniyet meselesi sürekli gelişir, değişir ve farklı bir boyutta yeniden önümüze çıkar. Misal bugün kıtalar arası iletişimi sağlayan iletişim araçları bir medeniyet göstergesidir. Kültüre misal verecek olursak 100 yıllık koruduğumuz düğün şekillerimiz birer kültür mirasıdır. Ülkemizde gerek doğu gerekse batı tarafında zengin kültürel faaliyetler sürdürülmektedir. Şu tespiti yapmak yanlış olmasa gerek. Medeniyet bugün hem ülkemizde hem de tüm dünyada aynı eksen üzerinde gitmemektedir. Türkiye’de batı şehirlerine bakıldığında yani medeniyet denilen kavramın gelişme sürecinin hızlı olduğu kentlerde kültürel faaliyetler bir yavaşlama ve duruş pozisyonu almaktadır. Türkiye’de farklı zengin kültürel mirasa sahip olunduğu defalarca dile getirilmiş ve getirilmekte olmasına rağmen kültürel faaliyetler bakımdan sürekli bir geri didiş söz konusudur. Medeniyete yetişmemiz yahut da yetişip sürekli medeniyet çevresinde dolanıp kültür haznesini görmeyişimiz ilerde çok kötü kültürel yozlaşmaya(erozyonuna) sebep olacaktır. 3.Eğitim-Kültür İlişkisi Bugünkü eğitim süreci bize kültürün eğitimden ayrı bir öge olarak ele alamayacağımızı göstermektedir. Kültür ve eğitim içe içe girmiş eğitsel manada hangisinin etkili olduğu tartışılmaktadır. Eğitim sistemlerinde çeşitli problemler bulunmakla beraber bazı sorunların kültürden kaynaklandığı varsayılabilir. Özellikle bu problem Türkiye için önem teşkil etmektedir. Bugün çeşitli kültür bölgelerinden gelen kişilikler eğitim sürecinde kültür faaliyetlerinde olmayan çeşitli öğelerle karşılaşır ve kültür-eğitim arsında bocalamaya başlar. Misal verecek olursak kırsal kültürden gelen bir çocuk, kültüründe kadın figürünün biraz daha arka planda olduğu lakin aldığı eğitimde kadın-erkek eşitliği konusunda farklı bir söylem takınan çocuk bugüne kadar gördüğü kaideyi( kadın figürünün arka planda olması) mi yerine getirecek yoksa eğitimin öğrettiği kadın-erkek eşitliği kavramlarını mı benimseyecek gibi problemler yaşanacaktır. Bu problem haline gelip kültürel şok yaşamaktadır. Burada eğitimcinin kültür hakkında takınması gereken tavrı da dile getirmek gerekir. Bu konuda gayet açık bir şekilde Nermi Uygur şöyle ifade etmektedir: ‘’Eğitimci biricik geçerli bir kültürün işgüderi olmadığını açık-seçik bilmelidir. İşi görevi sözüm ona resmen kendisine buyurulanları yerine getirmek değildir. Eğitimcinin bir kültür eleştirmeni, toplum onarıcısı, toplum düzelticisi, çağdaş bir toplum değiştiricisi olması gerekir.’’10 Eğitimcinin kültüre bakış açısı farklı olmalıdır. Uygur’un belirttiği gibi bir eleştirmen gözü ile bakabilmelidir. Eğitimci eğiteceği insanları iyi tanımalıdır. Çeşitli 10
Prof.Dr.Nermi Uygur, Kültür Kuramı, Remzi Kitabevi,1984, syf; 28.
- 10 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - kültür bölgelerinden gelen öğrencilerinin hassasiyetlerini, duygusallığını, yaşam alanı gibi bazı faktörleri göz önüne almalıdır. Geleneksel eğitim ve eğitimci anlayışı terk edilmelidir. Çok kültürlü eğitim anlayışı geleneksel tek kültürlü eğitimin yerini alması gereklidir. Elbette basit bir söylem değildir. Bu anlayışı bir anda yıkıp yenisini getirmekte bir o kadar da zordur. Günümüz eğitim anlayışına baktığımız vakit çok kültürlülük anlayışının günümüz eğitim sisteminde yerini aldığını görebilmekteyiz. Lakin tam manada bunun işlevselliğini yerine getirdiğini ifade edemeyiz. Her eğitim camiasında eğitimin en önemli öğesi ‘’dildir.’’ Kültür ile eğitimin birleşebileceği paydalardan biridir dil. Eğitim için dil, kültürün hasla vazgeçemeceği bir temeldir. Çünkü dil kültürün taşıyıcısı, fen bilimleri için, bilimsel çalışmaları açıklayıp dünya medeniyetlerine katkı sağlamak için önemli bir araçtır. Sosyal bilimler için, sevgiliye yazılan şiirleri, edebiyatta yazılacak o tadına doyulmaz eserleri meydana getiren araçtır. Türkiye içinde bulundurduğu çeşitli halklardan dolayı çeşitli kimlikler, şahsiyetler ve diller meydana gelmiştir. Dil bugün bazı coğrafyalarda toplumun belirleyicisi olarak görev almaktadır. Kültürün bu geniş yelpazesi altında eğitimin en önemli sorunlarından birisi ‘’anadil’’ problemidir. Mermi Uygur anadil konusunda şu şekilde bir tanımlama getirmiştir: ‘’Hiçbir kültür gücü, önemce, insanın anadilini öğrenmesiyle , anadilde gelişip serpilmesiyle, anadille gelişmesiyle aynı düzeye konamaz.’’11 Bu ifadeler belki Uygur’un o zamanlar Avrupa’ya gidip o zaman Türkiye’de nasıl bir Avrupa hayranlığı olduğunu(bugün bu süreç daha hızlı işlemektedir) Türkçe’nin hızlı bir şekilde değiştiğini dilde çeşitli bozulmalar meydana geldiğini belirtmek için kullanmıştır. Bugün bu hal hala devam etmektedir. Başka bil öğrenirken bunu kendi kültürünü kaybetmek için, kendi kültüründen uzaklaşmak için öğrenmemelidir. Bu konuda Alman Düşünür, dinbilimci, edebiyatçı Herder ‘’Anadilde Şiir Yazmak’’ adlı yapıtında şu şekilde bahis etmektedir. ‘’Ben yabancı dilleri kendi dilimi unutmak için öğrenmem; yetişimim bana kazandırdığı töreleri değiştirmek için yabancı uluslar arasında dolaşıp durmam; vatanımın yurttaşlık haklarını yitirmek için başka bir uyruğa geçen bir yabancı olurum, kazanmaktan çok yitiririm o zaman da. Oysa yabancı bahçelerde , salt dilime , düşünüşümün bir nişanlısı gibi çiçekler getirmek için dolaşırım. Yabancı töreleri, yabancı bir güneşin olgunlaştırdığı yemişler gibi vatanımın dehasına sunmak için derlerim.’’12 Her millet(ulus) kendi anadilini muhafaza etmek ile mesuldür. Bunu yaparken başka ulus dillerini öğrenmek için kendini kapatmamalıdır. Bugün Türkiye’de önemli problemlerden biride anadil sorunudur. Anadilde eğitim yapılması gerektiğine inanmaktayım. Bunu şu şekilde anlamamak gerek herkes bulunduğu yerde o dili 11 12
Prof.Dr Mermi Uygur, Kültür Kuramı, Remzi Kitabevi, 1984, syf;29. Prof.Dr Mermi Uygur, Kültür Kuramı, Remzi Kitabevi, 1984, syf; 31
- 11 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - öğrensin gibi bir tavırla yaklaşamayız. Bugün Türkiye’de konuşulan bazı diller eğitimde yerini almalıdır. Bu dillere ait eserler verilmeli bunlar canlı tutulmalıdır. Bu görev hem Milli Eğitim Bakanlığına düşer hem de bu dili bilen aydın kesimin ortaya koyacağı eserler ile hayatiyetlerine devam edeceklerdir. Türkiye’de yıllardır İngilizce eğitim verilmektedir. (Türkiye’de okullarda ilkokul 4. Sınıftan üniversite eğitimine kadar verilmekte olan bir derstir) Bugün eğer dil eğitimi gibi önemli bir ders verilecek olursak öncelikle kendi içinde bulunduğumuz kültürün ‘’dillerini’’ öğrenmek zorundayız. Tartışılan anadil problemleri içinde ‘’Kürtçe, Lazca, Çerkezce’’ gibi dillerin öğretilmesi kaçınılmaz olmalıdır. Bugün Kürtçe yolundaki bazı engeller ortadan kaldırılmış olup bu şekilde unutulmaya yüz tutmuş diğer dilleri de gün yüzüne çıkarıp bunları geliştirip eğitimde bunlara olanak sağlamalıyız. Düşünülmesi gereken ve en önemli bahis kültür ve dil gibi bazen soyut bazen somut olan kavramları ortaya koyan varlığı yani ‘’İnsanı’’ eğitmek en başat görev olmalıdır. Kültür ve eğitimi eğitmeyiz lakin insanı eğitiriz. İnsan değişen, konuşan girdiği yeni toplumlarla çok kültürlü bir yapı kazanan, dünya görüşü olan bir varlıktır. İnsanın varlık olarak sığ bir bakış açısından kurtarmak dil ve eğitim gibi önemli iki unsuru hakkettiği yerde görmek ile eşdeğerdir.
4.Milli Kültür Mü? Nerede ? Milli kültür; bir milletin zanaat, ilim, felsefe gibi manevi varlığının millet manasında en geniş anlamı ile müşterek bir noktaya varışıdır. Milli kültür tanımlarından biridir sadece. Milli kültür bu tanımı ile sadece kendimize has, daha geniş anlamda ‘’İçimizde yaratılan hava ve milli iklimdir’’ diyebiliyoruz. Milli kültür saf olarak benliği ifade eder. Misal verecek olursak bir felsefe geleneğimiz var ise bun sadece içinde bulunduğumuz düşünürlerin ortaya koyduğu eserlere milli kültürün eserleri diyebiliyoruz. Felsefe geleneğimizi batıdan yada başka milletlerden çevirdiğimiz eserler ile milli kültürden bahsetmemiz yanlış olacaktır. Bugünkü dünya toplumlarında ‘’milli kültür’’ kavramından bahsetmek biraz zordur. Bunun sebebi ise toplumlar 21. Yüzyılda birbirlerine karışmış kozmopolit bir hale bürünmüşlerdir. Bu nedenden ötürü saf bir milli kültürden bahsetmemiz yanlış olabilmektedir. Milli kültür meselesi asırlarca sürekli korunması gereken en önemli değerler içerisinde yer almıştır. Tarihsel süreç içinde çeşitli düşünürler hele ki Türkiye’de dile getirmişlerdir. Ziya Gökalp milli kültür ile medeniyetin hem birleşme hem de ayrılık noktaları olduğunu vurgulamaktadır. Birleşme noktaları her ikisinin de sosyal hayat kaidelerinin yerine getirmeleridir. Ahlak, dini hayat, iktisadi hayat, hukuki hayat gibi unsurlarda birleşmektedir. Ayrıldıkları noktalar ise milli kültürün bir millete has olması medeniyetin ise beyneminel olması hasebindendir. Milli kültürün başka bir tanımında : Bir arada yaşama arzu ve iradesini duyan, tarihi ve gelenekleri içerisinde - 12 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - birlikte yaşama şuuruna erişmiş olan aynı dili konuşan toplumun ortaya koyduğu kültürdür. Burada milli kültürün, çok kültürlülük kavramından daha sığ ve sınırlı bir yapıya sahip olduğunu görmekteyiz. Türkiye’de çeşitli dönemlerde milli kültür üzerinde çeşitli yorumlar yapılmış milli kültürün düşmanı olarak Türkiye’de konuşulan ‘’Hümanizma’’ hareketleri olmuştur. Prof.Dr Abdulkadir Donuk hümanistlerin milli kültüre verdikleri zararı şöyle açıklamaktadır: ‘’Hümanistler Türkiye’de milli kültür politikasını yıkmışlardır. Çünkü bunların esası milli kültür düşmanlığına dayanmaktadır. Komünizm milli kültürü bozamadı lakin hümanizma hareketleri bu yolda ilerlemektedir.’’ 13 Türkiye’de Ziya Gökalp’in içerisinde bulunduğu milli meseleler Türkiye’de hiç sönmemiştir. Bunu izleyen bazı dernek faaliyetleri hala bunu sürdürmektedir. Ziya Gökalp kendisini milli meseleler ve milli kültüre adamıştır ki Deha adlı şiirinde şöyle anlatmaktadır: ‘’Okumuşlar, bırakınız gururu, Milli harsi öğreniriz milletten O vicdandır, sizse onun şuuru Köksüz şuur uzak değil cinnetten.’’14 Milli kültür meselesini kültür tanımı yaparken Türkiye üzerinde verdiğimiz örnek ile bitirirsek bugün Türkiye’de milli kültür gibi salt bir tanımlama yapmak zordur. İçinde barındırdığı çeşitli millet unsurlardan kozmopolit bir kültür anlayışı doğmuştur. Bunu başka ülkeler ile karşılaştırdığımız da ise belirli çerçeveler dahilinde bir milli kültürden bahsetmemiz olanaklı olacaktır. 5.Kültürel Yozlaşma/Emperyalizm: Türkiye ve Dünya Üzerinde Kültür emperyalizmi kültür unsurları üzerinde tanımlanmış politik bir kavramdır. Kültürel yozlaşma yada emperyalizmi bugün bütün dünya toplularının başında olan bir bela olarak adlandırılır. C. Levi Straus şöyle bir açıklama getirmektedir: ‘’ Kültürün özelliği, yabancı kültürden bazı şeyleri almak ve kendine mal değildir. Aksine öz kültürdeki yabancı unsurları tümü ile temizlemek, onun özelliği olmalıdır. Yabancı bir kültür istemenin kendi kültürümüzü yıkacağını bilmeliyiz.’’
13
Prof.Dr. Abdulkadir Donuk, Milli Kültürümüzün Bazı Meseleleri, Türk Kültürü Dergisi, 1990, sayı;323; sayf;144. 14 Prof.Dr.Orhan Türkdoğan, Türk Sosyolojisinde Milli Kültür Meselesi, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 1982, syf;157.
- 13 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Kültür ile ilgili şu iki ifade genele kabul görmektedir. Birincisi, yabancı bir kültür, milli kültür unsurlarını ortadan kaldırmak amacını gütmekte ve buna uygun politika izlemektedir. İkincisi ise milli kültüre bağımlı olmayan, bihaber olan insanların kendi kültürlerine yabancılaşması ve dışardan gelen kültürel özellikleri tanımadan belli bir süzgeçten geçirmeden olduğu gibi kabul etmesidir. Türkiye’de ikinci görüş daha hakimdir. İnsanlarımız batıdan aldığı kültür öğelerini eleştirmeden, herhangi bir süzgece tabi tutmadan direkt olarak alıp benimseyebilmiş durumdadır. Elbette bu süreç şimdi kazanılmış değildir. Osmanlı döneminin sonlarına doğru batıya açılış fazlaca olmuş ve batıdan gelen bazı semboller, giyiniş tarzımız, mimari yapımız gibi çeşitli unsurlarımız oldukça hızlı değişmiştir. Bugün kültür emperyalizmi sadece bir kanaldan yapılmamaktadır. Medya bunun en başta ki göstergesidir. Bazı toplumlar başka bir çok toplumu reklamlar, filmler gibi cezbedici oyunlarla karşıt bir tavır almamıza sebep olmaktadır. Bugün Ortadoğu ülkeleri daha çok Amerikan kültüründen etkilenmekte ve şekil ve ruh bakımından da benzemeye çalışmaktadır. Elbette burada sunulan kültür öğeleri insanların hoşuna gidecek öğelerle ile süslendiği için insanlar buna kaymakta ve bazen bir behis görmemektedir. Yozlaşma yada emperyalizm denilen iki unsurun temel amacı müziği, alışveriş şekilleri, giyim kuşamı ile tekdüze bir hayat standartı yaratmak ve kendine bağlamaktır. Bu şekilde yeni pazarlar oluşturmak en büyük hedeftir. Bu tür şekilci kültürden uzaklaşmak için öz kendi kültürünün yapıtaşlarını eğitim veya başka faaliyetler ile kendi toplumuna aktarmak, biliş seviyesini yükseltmek ile olur. Öz yakalanmadıkça kültürel emperyalizm ve kültürel yozlaşmaya karşı çıkmamız imkansızdır.
- 14 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - KAYNAKÇA Kitaplar: Gökalp Z.(2009) Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak. Ankara Akçağ Yayınları Güvenç B.(1996). İnsan ve Kültür. (7.Basım) İstanbul. Remzi Kitabevi Uygur N.(1984). Kültür Kuramı. İstanbul. Remzi Kitabevi Yavuz H.(1998). Osmanlılık, Kültür, Kimlik. (2. Basım). İstanbul. Boyut Yayınevi
Makaleler: Donuk A.(1990)Milli Kültürümüzün Bazı Meseleleri. Türk Kültürü Dergisi. Sayı:323 Güvenç B.(1986) Kültür Sorunumuz. Cumhuriyet Gazetesi Gökberk M.(1959) Kültür Meselesi. Bilgi Dergisi Türkdoğan O.(1982) Türk Sosyolojisinde Milli Kültür Meselesi. Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi
- 15 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
NÖROPSİKOLOJİ NEDİR? MUHAMMET DELİBAŞ*15
ÖZET Nöropsikoloji; insan beyninin karmaşık yapısını, işlevlerini ve insan davranışlarına olan etkisini inceleyen uygulamalı bir bilim dalıdır. Nöropsikoloji, bilişsel ve zihinsel süreçlerin, sinir sistemi ve özellikle de beyindeki karşılığını inceleyen disiplinler arası bir daldır. İnsan davranışlarını anlamlandırması nedeniyle, yapılan testler sonucu toplumdaki sorunlara çözüm getirme konusunda yardımcı olabilecek bir bilimdir. Toplumdaki intihar, suç ve cinayetler insanın zihinsel ve bilişsel süreçlerinin bozulmasıyla ilgilidir. Bu bakımdan nöropsikoloji, toplumdaki bu bozulmaların düzeltilmesinde de yardımcı olabilecek bir bilimdir. İnsan beyninin karmaşık yapısını çözme yolundaki her gelişme, insanlığın gelişimi ve ilerlemesine yapılacak en büyük katkılardan biridir. Bu yüzden insanın bilişsel ve zihinsel davranışlarını inceleyen nöropsikoloji bilimine de yeterli destek sağlanmalıdır. Bu bilimin gelişimini sağlamak için üniversiteler nöropsikoloji alanına daha çok önem vermelidir. Bilimde daha çok ilerleme kaydedebilmek için öncelikle insan beyninin daha iyi bilinmesi, araştırılması ve çözülmesi gerekir. Bunu yapabilmek için de nöropsikoloji bilimine ihtiyacımız olacaktır. Anahtar Kelimeler: Nöropsikoloji, Nöropsikolojik Testler, Şizofreni, İnsan, Beyin, BILNOT Bataryası
15
Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Öğretmenliği
- 16 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Davranışın nörolojik temellerini anlamaya yönelik çabalar nöropsikolojinin temelini oluşturmuştur. Kolb ve Whishaw’a(1996) göre beyin işlevleri ile davranış arasındaki ilişkiyi incelemek nöropsikoloji biliminin alanını oluşturmaktadır. Nöropsikoloji, bilişsel ve genelde zihinsel süreçlerin sinir sistemi ve özellikle de beyindeki karşılığını inceleyen disiplinler arası bir daldır. Nöropsikolojik yaklaşım bir anlamda, zihin hakkında bilinenlerin beyin temelinde; beyin hakkında bilinenlerin de zihin temelinde test edilmesini sağlamaktadır. Nöropsikoloji biliminde bilişsel süreçler konusundaki bilimsel veriler ise, nöropsikolojik testler yoluyla elde edilmektedir. Bu doğası ile nöropsikoloji bilimi, bir yandan bilişsel işlevlere ışık tutabilmekte, nöropsikolojik testler yoluyla da, söz konusu işlevlerin bileşenlerine ayrıştırılması mümkün olmaktadır.16 Canlıyı oluşturan iki temel yönü bütünleşik bir yaklaşımla ele alan dallar arasında psikofizyoloji, fizyolojik psikoloji, biyopsikoloji ve nöropsikoloji gibi bilim alanları bulunmaktadır. Bu dalların her biri, temelde, beden ve zihnin ilişkisini ele almaktadır. Bununla beraber, bağımsız varlıklarını haklı gösterecek biçimde, bu bilim dallarının aralarında bazı farklar da vardır. Temel amacı doğayı anlamak olan bu temel bilim dallarının yanında nöropsikoloji, yine beden ve zihin ilişkisini ele alan ancak toplumun sorunlarına çözüm getirme amacını gütmesi nedeniyle, uygulamalı nitelikte olan bir bilim dalıdır. Nöropsikoloji bilim alanında amaç; tüm canlıların ve özellikle de insan bedeninin en önemli organı olan beyinde meydana gelen işlev bozukluklarının, zihinsel ve davranışsal süreçlere etkisini belirlemektir. Nöropsikoloğun görev alanı; konjenital, travmatik, tümöral ve enfeksiyöz hasarlar sonucu insanın zihninde, bilişsel süreç ve davranışlarında ortaya çıkan değişiklikleri ve ilgili hastalıkları ortaya koymaktır. Nöropsikolog örneğin, hippokampal formasyon sklerozlarının görüldüğü epilepsi hastalarında öğrenme sürecinin nasıl etkilendiğini veya Broca alanında işlev bozukluğuna yol açan tümöral oluşuma sahip hastanın konuşma becerisinde ne gibi bozulmaların olduğunu belirlemeye çalışır. Beyni içeren hastalıklarla bilişsel ve davranışsal olayların ilişkisinin ortaya konmasını içeren bu faaliyetler bütününe 'nöropsikolojik değerlendirme' adı verilir.(Karakaş S, 1996)
16
Nöropsikoloji Dergisi, sayı:1, Yıl:1, 2011
- 17 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Nöropsikoloji temelde Klinik ve Deneysel olmak üzere iki dala ayrılır. Ancak bu iki dal arasına zaman içinde Kognitif Nöropsikoloji de dahil olmuştur. Ayrıca psikolog George Miller, klinik ve kognitif nöropsikoloji arasında ara bir disiplin olarak 'kognitif nörobilim' adı altında yeni bir alan önermiştir. Klinik nöropsikoloji ve deneysel nöropsikoloji arasındaki temel fark birinin anormal üzerinde çalışırken diğerinin normal üzerinde çalışmasıdır. Yine de bu alanların hiçbiri kesin bir biçimde birbirinden ayrılmış değildir ve tanımları üzerinde hala bazı farklılıkları vardır. Klinik nöropsikolojide beyin hasarlarının ya da hastalıklarının psikolojik süreçler üzerindeki etkisi incelenirken deneysel nöropsikolojide beyin hasarları olmayan normal bireylerde çeşitli şartların psikolojik süreçler üzerindeki etkisi incelenir. Klinik nöropsikoloji öncelikli olarak nöropsikoloji bilgisinin klinikte uyarlandığı uygulamalı bir alandır. Başlıca kullandığı araçlar nöropsikolojik testler, test bataryaları ve rehabilitasyon çalışmalarıdır. Bu yönüyle de genellikle Klinik psikolojinin bir alt alanı olarak kabul görür.17 Nöropsikoloji Bilimine Destek Verilmeli Özgüven'in (1994) çalışmasında, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ilgili yayınlarıyla yüksek lisans ve doktora tezleri taranmıştır. Bu eserde de genelde psikolojik testler ele alınmaktadır. Ülkemizde kullanılmakta olan test ve ölçeklerin tarandığı bu kaynaklarda nöropsikolojik testlerle ilgili bir bölüm yoktur. Bu saptama, çok yakın zamana kadar ülkemizde nöropsikolojik değerlendirme ve nöropsikolojik test adına yürütülen faaliyetlerin bireysel düzeyde kalmış olduğunu göstermektedir.( Tanör 1992, 1994, Tanrıdağ 1993) Bilim ilerledikçe insanlık açısından birçok yeni problem ve bilinmezler de kendini göstermeye başlamıştır. Türkiye'de de bilim açısından, imkânlar elverdiğince yeni araştırmalar
ve
bilimsel
yoğunlaşılamamakta,
gelişmeler
kaydedilmekte
bilinçlendirmekte
yetersiz
fakat
üzerine
kalınmakta
veya
yeterince destek
verilememektedir. Bunu ülkemizde yetişen birçok genç beyinlerin gelişmiş ülkelere 17
Nöropsikoloji Dergisi, sayı:1, Yıl:1, 2011
- 18 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - 'beyin göçü' yapmalarına bağlayabiliriz. Bilim adamlarına yeterince ekonomik destek ve imkânlar sunulsaydı Türkiye bilimsel araştırmalar ve ilerlemelerde çok güzel sonuçlar alabilirdi. Demem o ki; bilimsel gelişmelerin hız kazanması ve insanlığın gelişimi için biz Türkiye olarak bilime maddi ve manevi desteği sonuna kadar vermeliyiz. İnsan henüz kendini çözememişken, yani insan beyninin bilinmeyen binlerce gizemi varken ve bu konuda ülkemizde ileri derecede bir bilimsel çalışma gerçekleştirilemezken, teknoloji veya sanayi gibi konularda bu üstün çabamız enteresan değil mi? Albert Einstein'ın dediği gibi: 'İnsan aklın sınırlarını zorlamadıkça hiçbir şeye erişemez.' Öncelik insan beyni, akıl olursa ve ileri derecede gelişmeler sağlanabilirse diğer bütün konularda da gelişme sağlamamız daha kolay olacaktır. Nöropsikoloji Toplumdaki Bozukluklara Nasıl Fayda Sağlayabilir? Katı bilişsel şemalarla dünyayı algılayan paranoid(akut) şizofreni hastasında dikkat alanı aşırı genişlemekte; odaklanamayan dikkat nedeniyle, ilişkisiz ipuçları elenememekte ve dikkat dağılmaktadır.18 Bu şizofreni alt tipinde, bazen dine aşırı düşkünlük, metafizik, filozofik ya da cinsel uğraşlar görülebilir. Rahatsızlığı kabul etmez, belirtileri gizlemeye çalışır, sanrıları yüzünden savunmaya geçer ve toplumdan uzaklaşırlar. Düşünce bozuklukları baskındır. Kötülük görme sanrıları, büyüklük sanrıları, etkilenme fikir ve sanrıları, alınganlık, kuşkuculuk bu türde sık görülen düşünce bozukluklarıdır.19 Böyle bir hastalığı olan bir insan evli ise aile içi şiddete, yalnız yaşayan bir kişi ise cinayete veya suça yönelme ihtimali yüksektir. Nöropsikoloji bu tür hastaların beyin işlevlerini inceleyerek onları kontrol altına alması açısından önemlidir. Şizofreni genellikle genç yaşta başlar. En çok görülen yaş aralığı 15-40 yaşları arasındadır. Başlangıç şekilleri çeşitlidir. Önceleri yakınları tarafından anlaşılmayabilir ve zamanla hastalık yerleşir. Yoğun olarak 18-25 yaşlarında yığılma vardır. Erkeklerde 18
Karakaş S, Kafadar H, Şizofrenideki Bilişsel süreçlerin Değerlendirilmesinde Nöropsikolojik Testler: Bellek ve Dikkatin Ölçülmesi, Şizofreni Dizisi,1999 19
http://tr.wikipedia.org/wiki/Paranoid_%C5%9Fizofreni - 19 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - kadınlara nazaran daha erken 17-25, kadınlarda 20-40 arasında daha fazla görülür.20 Bu istatistiklere baktığımızda toplumun genç nüfusunda yoğun olduğunu görüyoruz. Toplumdaki bozulmalara nasıl bir etkisi olacağına bir örnek verecek olursak; İZMİR'in Ödemiş İlçesi'nde, iki kişiyi öldüren şizofren 31 yaşındaki A.Ç. jandarma tarafından gözaltına alındı. A.Ç.'nin, jandarmadaki sorgusunda, "Yakalanmasaydım üç kişiyi daha öldürecektim" dediği öğrenildi.21 Görüldüğü üzere toplumdaki suç ve cinayetlere de neden
olabilecek
bu
hastaların
tedavisi
veya
kontrol
altına
alınmasında
nöropsikolojinin büyük önemi vardır. Nöropsikolojinin Uygulandığı Alanlar Nöropsikolojinin, temelde, beyin-zihin ilişkinin değerlendirilmesine dayanan, sergilediği bütünleşik yaklaşımın kapsamındaki uzmanlık alanlarının bilgi ve becerisinin kullanımını gerektiren ve bu nedenle de disiplinler arası nitelik taşıyan bir uzmanlık dalı olduğu belirtilmişti. Bu niteliklere sahip olan nöropsikolojinin uygulandığı alanları üç temel başlık altında toplamak mümkündür: tanı, hasta takibi ve rehabilitasyon, araştırma.
Tanı: Nöropsikolojinin uygulandığı alanlar arasında en fazla bilineni tanı koyma ile ilgili olanıdır. Nöropsikolojik değerlendirmenin geleneksel olarak amacı, bilişsel ve davranışsal
bozuklukların,
bedensel
veya
organik
etkenlerden
kaynaklanıp
kaynaklanmadığını belirlemektir. Böylece de nöroloji ve nörosirurjinin tedavi alanına giren hastalıkları, psikiyatrinin tedavi alanına girecek olanlardan ayırt etmektir. Öncelikle nöropsikolojik testleri ve ayrıca diğer gözlem türlerini kullanan nöropsikolog bilişsel ve davranışsal bozukluğun türü ve miktarını belirler. Daha sonra da bu bozukluklara yol açan beyin alanı ve alanın bulunduğu beyin yarıküresi ve mümkünse de hasarın türü konularında, bilimsel temele dayanan yordamalarda bulunur.
20 21
Ruhi Y, Şizofreni, sayfa:4, http://www.turkpsikiyatri.org/arsiv/sizofreni.pdf http://www.dha.com.tr, 29.04.2011, 16:54
- 20 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Hasta Takibi ve Rehabilitasyon: Nöropsikolojinin uygulandığı ikinci alan, hastanın takip ve rehabilitasyonudur. Hastanın beyinsel rahatsızlığının bilişsel ve davranışsal durumuna yaptığı etkiler hakkında nöropsikoloğun verdiği bilgiler, hastanın kişilik yapısı konusundaki açıklamalar, yetenek ve becerileri; hastayla ilgilenen ve onunla çalışma durumunda olan psikiyatr, konuşma terapisti, danışman, fizik tedavi uzmanı ve hemşire gibi sağlık elemanları için büyük önem taşır. Uzmanlar bu bilgilerden, hastanın bakımı ve etkili bir şekilde idaresinde yararlanırlar. Bozulan ve korunmakta olan süreçler konusundaki bilgiler; hastanın bozukluklarını telafi etmede kullanacağı stratejilerin belirlenmesinde, rehabilitasyon programının yapılması ve gelecekteki yaşamının planlanmasında büyük önem taşır. Hastanın takibi ve rehabilitasyonu, nöropsikoloğun, hastalığın seyri içinde meydana gelen değişiklikleri de belirlemesini gerektirir. Bu değişikliklerden doğal olarak ilki, hastalığın neden olduğu değişikliktir. Ancak bu saptamanın yapılabilmesi için, ilgili özelliğin hastalık-öncesi durumunun bilinmesi gerekir. Nöropsikoloğun buradaki işlevi, hastalıkla meydana gelen değişikliğe duyarsız olan fakat hastalıkla etkilenen süreç veya özellik konusunda bilgi sağlayabilen testleri kullanmaktır. Nöropsikolojideki bir diğer faaliyet alanı da, konuya ilişkin araştırmaların yapılmasıdır. 1990-2000 yılları dünyada ‘Beyin On yılı’ ilan edilmiş bulunmaktadır. Bu dönem içinde beyin konusundaki araştırma faaliyetlerine hız verilmesi ve doğanın bu en karmaşık varlığı üzerindeki bilgilerin arttırılması düşünülmüştür. Halen beyin ve işlevleri konusunda pek çok bilinmeyen vardır ve bu bilinmeyenlerin bir bölümü de, belirli beyin bozuklukları ile bilişsel /davranışsal değişiklik ve bozukluklar arasındaki ilişkilerle ilgilidir. Nöropsikoloji alanında, bu ilişkiyi konu alan araştırmalar yapılmaktadır.22
22
http://www.noropsikoloji.org
- 21 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - BİLNOT Bataryası BİLNOT Bataryası, Türk toplumu için araştırma-geliştirme çalışması yapılmış ilk nöropsikolojik testler topluluğudur. Nöropsikolojik testler Türkiye’de yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Türkiye’de kullanılan nöropsikolojik testlerden bazıları şunlardır: Wisconsin Kart Eşleme Testi (Wisconsin Card Sorting Test-WCST): Bu test beynin frontal bölgesiyle ilgili olan işlevleri değerlendirmek için kullanılmaktadır. Bu işlevler arasında, kategorileme becerilerinin üretilmesi ve gerektiğinde değiştirilmesi, bilişsel işlevlerde esneklik ve perseveratif hata yüzdesi yer almaktadır (Heaton, 1981). Beynin frontal lob işlevlerine duyarlı olduğu bilinen bu testin planlama, çalışma belleği, dikkat gibi bilişsel işlevlere de duyarlı olduğu bilinmekte; WCST’nin kullanıldığı bazı klinik çalışmalar, bu testin daha genel bilişsel bozulmaları da yansıtabileceği görüşünü desteklemektedir (Erkal, 1995). Stroop Testi (The Stroop Test): Stroop testi ilk olarak 1935 yılında Stroop tarafından deneysel bir görev olarak geliştirilmiştir. Testin Türk kültürüne standardizasyonu, geçerlik ve güvenirliği Karakaş ve arkadaşları tarafından yapılmıştır (Karakaş ve ark., 1999). Bu test dikkatteki yanlılığı ortaya çıkarmada oldukça etkilidir. Testin uygulanması sırasında deneklerden sözcüklerin basım renklerini belirlemeleri istenir. Bu sözcükler nötr anlam ifade eden sözcükler olabileceği gibi duygu yüklü kelimeler de olabilir. Bu test, deneklerin belirli anlamlar içeren sözcüklerle karşılaşınca reaksiyon zamanlarında bir uzama olacağını ön görmektedir (Erkal, 1995). Stroop Testi’nin ilgili olduğu beyin bölgesi beynin frontal lob alanıdır. Ölçtüğü bilişsel süreçler arasında, özellikle, odaklanmış dikkat, yönetici dikkat, bozucu etkiye karşı koyma ve bilgi işleme hızı gelmektedir (Dinçer-Doğutepe & Karakaş, 2008). Raven Progresif Matrislerin Standart Matrisler Testi (Raven Standart Progressive Matrices Test: RSPM):Bu test, anoloji kurma, soyutlama ve muhakeme gibi yüksek düzeyli zihinsel işlevlerle ilgili faktörleri kapsamaktadır. Genellikle yaş büyüdükçe bu testten alınan puanlar düşmekte; eğitim düzeyi arttıkça testten alınan puanlar artmaktadır (Raven, Court & Raven, 1983).
- 22 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Rey İşitsel-Sözel Öğrenme Testi (The Rey Auditory-Verbal Learning TestAVLT): Belleğin birçok yönüyle değerlendirilmesine olanak sağladığı düşünülen bu test, uygulama ve puanlama yönünden de oldukça pratiktir. AVLT klinik rahatsızlıkların farklı evrelerinde kullanılabilmektedir (Mungas, 1991). Temel olarak bu test, sözel öğrenme ve kısa süreli belleğin tanı ve değerlendirmesinde kullanılmaktadır (Erkal, 1995). Testin değerlendirilmesinde deneye beş kez okunan sözcük listesinden ne kadarını hatırladığı ve bu hatırlamanın ardından geçen 20 dakika sonunda (bu süre zarfında deneğe başka bir liste okunur) ne kadarını hatırlayabildiği kaydedilir (Akdede, Alptekin, Akvardar & Kitiş, 2005). Kontrollü Kelime Çağrışım Testi: Bellek fonksiyonlarını değerlendirmeye yönelik bir testtir. Testte denekten kendisine verilen bir harf ile başlayan çeşitli sözcükleri belirlenen bir zaman dilimi içerisinde tekrar hatırlaması istenir. Deneğin hatırladığı toplam kelime sayısı kaydedilir (Akdede ve ark. 2005). İşitsel Üçlü Sessiz Harf Sıralaması Testi (Auditory Consonant Trigram Test): Bu testteki temel amaç, yetişkin bireylerde kısa süreli bellek, bilgi işleme kapasitesi ve dikkati ölçmektir. Testin genel olarak işleyen bellek (çalışma belleği) süreçlerini ölçtüğü söylenebilir. Testin değerlendirmesinde deneğin hatırladığı toplam harf sayısı dikkate alınır (Akdede ve ark. 2005). Wechsler Bellek Ölçeği-Geliştirilmiş Formu (Wechsler Memory Scale-RevisedWMS-R): Bu test, Wechsler tarafından 1987 yılında geliştirilmiştir. Medial temporal lob, hippokampüs ve limbik sistem işlevlerine duyarlı olan test, toplam 13 alt testten oluşur. WMS-R, dikkat ve konsantrasyonu ölçmesinin yanı sıra, kısa süreli bellek, uzun süreli bellek, çağrışımsal bellek, sözel bellek ve görsel bellek işlevlerini de ölçmektedir (Dinçer-Doğutepe & Karakaş, 2008; Erkal, 1995). İşaretleme Testi (Cancellation Test): Weintraub ve Mesulam tarafından 1985 yılında geliştirilen bir testtir. Beynin sağ hemisferindeki parietal lob ile ilişkili olan bilişsel süreçlerin değerlendirilmesine yönelik kullanılmaktadır. Ölçtüğü bilişsel süreçler arasında sürdürülen dikkat, görsel arama-tarama, dürtüsellik ve tepki hızı sayılabilir (Dinçer-Doğutepe & Karakaş, 2008).
- 23 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Sayı Dizisi Öğrenme Testi (Serial Digit Learning Test: SDLT): Bu test uygulamacının testi alan kişiye saniyede 1 rakam olmak üzere 9 tane rakamı sözel olarak söylemesi ve serinin bitmesinden 1 saniye sonra doğru sıra ile bu sayıları hatırlanmasının istenmesine dayanır. Buradaki anahtar nokta, testi alan kişinin rakamları unutmamak için bir öğrenme stratejisi kullanmasıdır. Yapılan araştırmalar, bu testin beynin prefrontal bölgelerinin ve hippokampüs alanlarının aktivasyonunu sağladığını göstermiştir (Karakaş & Karakaş, 2006).23 Algı-tepki kontrolünden dikkat, görsel-mekansal algılama, öğrenme, bellek, irdeleme ve genel yeteneğe kadar uzanan geniş bir bilişsel süreçler kümesinin 73 puan yoluyla ölçülmesini sağlayan BİLNOT Bataryasının normalizasyon çalışması, eğitim düzeyi ve cinsiyetin düzeylerine dengeli olarak dağılmış 20-55 yaş ve üstü sağlıklı bireyler üzerinde, 2847 bireysel uygulama olarak gerçekleştirilmiştir.24 BİLNOT projesi yoluyla, öncelikle, beden-zihin ilişkisi konusunda ülkemizde yapılacak temel bilim araştırmalarına standardizasyonu tamamlanmış ölçme araçları kazandırılacaktır. Bunun yanında "nöropsikolojik değerlendirme" için vazgeçilemez nitelikteki test teknolojisi, nöroloji, nörosirurji, klinik psikoloji ve benzeri uygulama alanlarının hizmetine sunulmuş olacaktır.
23 24
Nöropsikoloji Dergisi Sayı:1, Yıl:1, 2011 http://www.sirelkarakas.com
- 24 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Kaynakça Karakaş S, Kafadar H, Şizofrenideki Bilişsel süreçlerin Değerlendirilmesinde Nöropsikoloji Dergisi, sayı: 1, 2011 Nöropsikolojik Testler: Bellek ve Dikkatin Ölçülmesi, Şizofreni Dizisi,1999 http://www.turkpsikiyatri.org/arsiv/sizofreni.pdf http://tr.wikipedia.org http://www.sirelkarakas.com http://www.noropsikoloji.org http://www.dha.com.tr,
- 25 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
KRİMİNOLOJİ, SUÇ VE SUÇU ÖNLEMENİN YÖNTEMLERİ MERVE ÇAKIR*25 ÖZET İnsanlar üzerinde en çok merak uyandıran, bilinmeyen, gizli kalmış yönlerdir. Gördüğünden çok gördüğünün ötesine de ulaşmaya çalışan insanoğlu bunları anlama ve açıklama çabası içinde olmuştur. Suç, insanlık tarihiyle birlikte başlamış ve günümüze kadar gelmiş ve gelecekte de devam edecek bir olgudur. İnsanın, anlama ve açıklama çabasından o da payını almış, bunun sonucunda Kriminoloji ortaya çıkmıştır. Suçun nedenlerine ilişkin araştırmalar, önlenmesine yönelik yaklaşımlar, bilinmeyeni bilme, açığa çıkarma isteği kriminolojinin konusunu oluşturur. Genç bir bilim olan kriminoloji, yöntem olarak hem diğer sosyal bilimlerinin yöntemlerini kullanmakta, hem de kendi yöntemlerini geliştirmek için çabalamaktadır. Hala gelişme içerisinde olan bu bilim geçmişi ve şimdiyi araştırır, geliştireceği yöntemler, çözüm yolları ile geleceği aydınlatır ve suçtan arındırma çabasına yönelir. Suçun, biyolojik, psikolojik, sosyolojik nedenleri, kalıtımsal anlamda suç ile çocuk suçluluğunun önüne geçmek için yapılacaklar bizi kimi zaman aynı önlemleri almaya götürmektedir. Nedir bu önlemler? Bu yazıda öncelikle tarihi, konusu ve ilişkili olduğu bilimlerle kriminoloji alanı açıklanmaya çalışılmış ve her koşulda işe yarayacağına inanılan bir takım önlemler üzerinde durulmuştur. Anahtar Kelimeler: Suç, Suç bilimi, Sapma, Ceza, Çocuk Suçluluğu, Sorumluluk, Merhamet
Kriminoloji (Latince crimen)’nin, kavram olarak ‘suç bilimi’ anlamına geldiği çoğu kişi tarafından kabul edilse de Dönmezer bunun yalnızca şekli ve dar bir anlam olduğu görüşündedir. Ona göre en kısa ve açıklayıcı tarif Bonger tarafından yapılmıştır: Bütün yönleriyle suç olayını inceleyen deneysel bilim.
* Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Öğretmenliği
- 26 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Kavram ilk kez 1879’ da Fransız bir hekim olan Paul Topinard tarafından kullanılmış, ‘Criminologia’ adını taşıyan ilk eser Raffaele Garofalo (1851-1934) tarafından 1885 yılında yayınlanmıştır. Suç insanlığın her döneminde olan, sadece bir milletle ya da belli bir dönemle sınırlandırılamayacak bir olgudur. Suçun araştırılması birden bire ortaya atılmış bir şey değildir. Eski dönemlerde suçun sebeplerine ilişkin yapılan pek çok araştırma Kriminoloji’ nin temellerini hazırlamıştır. Bu araştırmaların öncüleri Platon, Aristo, Hipokrat, Thomas von Aquin, Luther, Calvin, Thomas More, Voltaire olarak kabul edilir. Bunlardan Platon suçun üç kaynağı olduğunu söylemiş, bunları da ihtiraslar, zevk aramak ve cahillik olarak sınıflandırmıştır. Aristo, çevre faktörleri ile yatkınlığın suçun ortaya çıkmasında önemli faktörler olduğunu savunmuş, Hipokrat ise beden şekilleri ile karakter arasındaki ilişkiyi gözlemlemiştir. Bunlar suçun nedenlerini bulmaya yönelik ilk önemli adımlardır. Daha büyük adımlar ise 1764 ve 1876 yıllarında atılmıştır. Bu yıllarda sırasıyla Sezar Beccaria’ nın ‘Suç ve Ceza’, Sezar Lombroso’ nun ‘Suçlu İnsan’ kitapları yayınlanmıştır. Bazılarına Lombroso’ nun ‘Suçlu İnsan (L’uomo Delinquente)’ kitabının yayınlandığı yıl Kriminoloji’ nin gerçek anlamda doğum yılıdır. Kriminoloji oldukça genç bir bilimdir. Avrupa ülkelerinde son 60-70 yılda yaygınlaşmıştır. Türkiye’ de ise kriminoloji öğretimine 1953 yılında başlanmıştır. Ülkemizdeki ilk ve en önemli temsilcisi Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer’ dir. İlk kriminoloji dersleri yine Dönmezer tarafından İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ nde verilmeye başlanmıştır. Dönmezer’ in kurucusu ve müdürü olduğu ‘Ceza Hukuku ve Kriminoloji Enstitüsü’ 70’li yıllara kadar önemli araştırmaların yapıldığı bir merkez halini almıştır. Fakat ülkemiz bu alanda henüz Batı ülkeleri kadar gelişme gösterememiş, duyulan ilgi oldukça sınırlı kalmıştır. Oysa ülkenin büyük bir çoğunluğunu oluşturan genç nüfus, alanda başarılı olmak için yeterli kabiliyete sahiptir.26
26
Hans örneği Kohlberg’ in ahlak gelişimi kuramıyla ilgili ünlü bir örneğidir. Devamı şöyledir: … Hans eczacıya gider. Eczacı ilaç için oldukça yüksek bir fiyat söyler. Hans, paranın ancak yarısını bulabilir. Eczacıya yarısını teklif eder fakat kabul ettiremez. Yarısı daha sonra ödemeyi teklif eder, yine kabul ettiremez. Bunun üzerine Hans ilacı gizlice çalar.
- 27 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Nedir? Ne Değildir? ‘Hans’ ın karısı ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır. Doktorlar ancak bir eczacının geliştirdiği bir ilacın fayda edeceğini söyler. Hans’ da akşam eczaneye gizlice girip ilacı çalar…’1 Bu durumda Hans suçlu mudur? Böyle bir soruya kriminolojinin yardımını almadan cevap vermek istenirse Hans’ ın yasalarda belirtildiği üzere suçlu olduğu ve cezalandırılması gerektiği sonucuna varılır. Kriminoloji bu noktada neyi değiştirmiştir? En başta değiştirdiği suç işleyen bireye diğer bireylerin yaklaşımıdır. Önceleri suç işleyen birey toplumun dışına itilerek cezalandırılmakta ve suçun bütün sorumluluğu tek başına ona yüklenmekteyken günümüzde suçluya yönelik daha insanca bir yaklaşım söz konusudur. Bu değişiklik, toplumların suçun nedenleri ile ilgili düşüncelerinin değişmesiyle gerçekleşmiştir. Toplum artık kendi içindeki suçlulardan sorumluluk duymaktadır. Tüm bu değişiklikleri ortaya çıkaran ve yine bu değişikliklerin gelişmesiyle beslenen de kriminolojidir. Kriminoloji, Hans’ ın suçlu olup olmadığından çok, böyle bir suçu işlemesindeki çevresel, psikolojik, sosyolojik ve hatta kalıtsal nedenler üzerinde durur. Demirdöven, ‘suç’ kavramını buz dağına benzetmiştir. Tıpkı buz dağının büyük bir kısmının denizin altında olması gibi suçun büyük bir kısmı da görünür nedenlerden çok gizil nedenlerden kaynaklanmaktadır. Suç yalnızca elle tutulur, gözle görülür ‘somut’ nedenlere bağlanarak açığa çıkarılamaz.27 İnsan toplumsal bir varlıktır. Toplum ise ancak düzen ve bütünlük içinde devamlılığını sağlayabilir. Düzen, bütünlük ve devamlılık ancak uyumun olduğu yerde gerçekleşir. Birbirine göre pek çok farklı özelliğe sahip bireylerden oluşan bir kitlenin birbiriyle uyum içerisinde yaşamasını sağlamak ise hiç kolay bir iş değildir. Bunun için toplum herkesi bağlayacak ortak kararlar alarak bunlara herkesin uymasını bekler. Bu çerçevede yazılı ve sözlü kurallar oluşturulur. Fakat bunlara herkes aynı oranda uyum gösteremeyebilir. Ortak uzlaşıdan uzaklaşan bu davranışlar sapma davranışlarıdır. Sapma, suçtan daha geniş ve belirsiz bir kavramdır. Her suçlu davranış sapmadır fakat 27
Demirdöven, İsmail, ‘Çocuk’ ve ‘Suç’ Kavramlarına Felsefe Açısından Bir Bakış, 3.
Ulusal Çocuk ve Suç Sempozyumu Bildirisi, Ankara, 2003, s.146.
- 28 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - her sapma suç değildir. Sapma davranışı, toplumun çizdiği -normal- sınırının dışarısında kalır. Bu beraberinde şu soruyu getirir: Normal nedir? Sapma, normal kavramlarının kesin bir tanımının olmaması suç kavramı içinde benzer bir sorunu beraberinde getirir. Çünkü suç ‘normdan sapma’ olarak adlandırılır. Burada bahsi geçen norm Ceza Hukuku normudur. Yani daha geniş anlamıyla ‘Ceza Hukuku normundan sapma’ denilebilir. Kriminologlar, hukuki anlamda suç ve suçluya yaklaşımı eleştirirler. Hukuk, bireysel farklılıklara önem vermez. Hukuk önünde herkes eşit kabul eder ve koyduğu kurallara aynı oranda uyulması zorunluluğu vardır. Hukuk’ un temel prensibi ‘Kanunsuz suç olmaz’ dır.
Bu prensip hukuktaki boşluğun en büyük nedenidir. Tüm sapma
davranışlarını önceden oluşturacağı kurallarla önlemesi ve/veya düzenlemesi mümkün değildir. O halde bir suçun hukuki tanımının yapılmaması demek onun suç olarak sayılmaması demektir ve bu pek çok suçlunun cezalandırılmaktan kurtulmasına yol açar. Suçun tanımı toplumdan topluma ve dönemden döneme değişiklikler gösterebilir. Günün şartlarına göre suç sayılan bir davranış daha sonraları suç olmaktan çıkabilir. O halde suçun hukuki tarifi keyfidir. Çünkü herkes ihtiyaçlarına göre tarif eder ve buna göre cezalar uygular. Bilindiği gibi Sokrates, yaşadığı dönemde suçlu görülüp cezalandırılmıştır. Sokrates’ in idamından yaklaşık 2500 yıl sonra kurulan temsili bir mahkeme ise onun –günümüz normlarına göre- suçlu olmadığı kararını vermiştir. Durkheim suçun tüm sağlıklı toplumlar için doğal bir olgu olduğu fikri üzerinde durmuştur. O; … ‘meleklerden oluşan bir toplum içinde de kişileri suç derecesinde rahatsız edici davranışlara tanık olunacağını; üniversal nitelikte aynılığın imkansız olduğunu; ve kişilerin az veya çok oranda kolektif tipten farklı olduğu toplumda, farklı kişilerden bazılarının suçlu karakterde olmasının kaçınılmazlığı karşısında suçun gerekli olduğu’ nu ileri sürmektedir.28
28
Akaş, Cem, “Marjinal Suç, Sanal Ceza”, Cogito, S. 2 (Güz ’94). - 29 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - O halde suçu evrensel manada yok etmeye çalışmak boşuna bir çaba mıdır? Ne yaparsak yapalım, her koşulda -suç- olarak nitelendirilecek davranıştan kurtulamayacak mıyız? Dünyamızın günümüzdeki durumu düşünüldüğünde suçu tam anlamıyla yok etmeye çalışmak şüphesiz ki oldukça zor bir tutum olarak görülüyor. Fakat yok etmeye çalışmaktan ziyade en aza indirmeye çalışmak daha ulaşılması mümkün bir çabadır. Bunu gerçekleştirebilmek için ancak kriminolojiden elde edilen verilere ihtiyaç vardır. Dönmezer, Kriminoloji’ nin konusunu şöyle açıklar: ‘Toplumsal normlardan sapma şekillerinden suç denilen insan davranış, tavır ve hareketlerini ve suç olayını, suçu yapan sosyal süreçleri, sosyal bir gerçek olarak Ceza adalet sisteminin işleyişini, suç ile suçlu ve sosyal çevre ilişkilerini incelemek, suçun sebep ve faktörlerini belirlemek, suça sebebiyet veren unsurları, süreçleri izah etmek ve bu hususta elde edilen bilgilerle söz konusu suç denilen sosyal kötülüğü en etkin şekilde yok etmek veya mümkün olduğunca azaltacak strateji ve teknikleri belirlemektir.29 Kriminoloji, suç ve suçluyu konu edinir. O halde suç ve suçlu arasındaki bağ ile Kriminoloji’ nin daha çok hangisiyle ilgilendiği iyi bilinmelidir. Suç ya da suçlu. Her ikisi de birbirinden daha az ya da daha fazla önemli değildir. Suç, suçlunun kişiliğini; suçlu da suçun mahiyetini belirler. Dönmezer, kriminolojiyi bir ‘termometre’ ye benzetir. Buna göre; termometre nasıl hastanın hararetini ölçüyorsa kriminoloji de özelde bireyin ve genelde toplumun hararetini ölçer. Bu ölçmenin sonuçlarına göre de tedavi yöntemleri denenir. Kriminolojinin merkezinde birey ve toplum vardır. Bundan dolayı en çok ilişki içinde olduğu sosyal bilim alanları Psikoloji ve Sosyoloji’ dir. Kriminoloji bu iki alan ve diğer sosyal bilim alanlarının sentezinden doğan, ‘insan bilimi’ kategorisine giren bir bilimdir. Suç, yeryüzündeki canlılar arasında yalnızca insana özgü bir davranıştır. Kriminolojinin alanları; suç etolojisi, suç fenolojisi, viktimoloji, penoloji, suç profilaksisi ve suç istatistiğidir. Onlarda Suçlu mu? 29
Dönmezer, Sulhi, Kriminoloji, Beta Basım Yayım, İstanbul, 1994, s.13. - 30 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Önemli kriminologlardan Lombroso ‘doğuştan suçun tasviri’ ni yapmıştır. O, kalıtımsal bazı özelliklerin suçlulukta önemli olduğunu ve bazı bedensel anormallikleri ile suçlunun tanınabileceğini savunmuştur. Örneğin; hırsızları küçük gözlü, genellikle şaşı, eğri burunlu, hareketli yüz yapısı ve ellere sahip kişiler olarak tasvir etmiştir. Suçun yalnız kalıtımsal kaynaklı olduğu ve bedensel bir takım özelliklerin suçluyu ayırt etmede önemli bir yer tuttuğu görüşü her durum ve zaman için geçerli değildir. Suçun kalıtımsal özelliğinin olup olmamasından daha önemli bir sorun ortaya çıkar: Bireyin doğuştan suçlu olduğuna inanmak bu inancın gerçekleşmesi yolunda atılacak ilk adım değil de nedir? Mahatma Gandhi’ nin ‘Söyledikleriniz; düşüncelere... Düşünceleriniz; duygulara...
Duygularınız;
davranışlara...
Davranışlarınız;
alışkanlıklara...
Alışkanlıklarınız; değerlere... Değerleriniz; karakterinize... Karakteriniz; kaderinize dönüşür.’ sözünde olduğu gibi bir ilişkinin mevcut olduğu söylenebilecektir. Hatta yine kendi atasözlerimizden bir tanesi de bu konuda bizleri oldukça aydınlatmaktadır: ‘Bir şeyi kırk kere söylersen gerçekleşir.’ Bu, suçun kalıtsal nedenlerini yok saymak değil, onun olabilecek etkilerini azaltmaya ve hatta belki yok etmeye yönelik bir tutumdur. Bildiğimiz gibi kalıcı tedavisinin mümkün olmadığı söylenen otizm, down sendromu hastaları dahi eğitim yoluyla diğer insanlarla iletişim kurabilecek, normal davranışlarda bulunabilecek düzeye gelmektedirler. Cezaya Karşı Önlem Suçun yaptırımı cezadır. Yaygın kanaat cezanın, suçun tekrarlanmasına engel olmak amacıyla, caydırıcılığının yüksek olması gerektiği yönündedir. Fakat bazı araştırmaların sonucu bir kez suç işleyen birinin, cezası ne olursa olsun, bunu tekrar etme olasılığının yüksek olduğu yönündedir. Ceza kimi zaman bir sonraki suç için caydırıcı olmamaktadır. Ceza suçun önlenmesi için etkili olmuyorsa ne yapmak gerekir? Bazı durumlarda suç işlendikten sonra bir takım tedbirler alınsa da bunlar suçun sonuçlarını tamir etmeye yetebilecek sonuçlar değildir. Suçlu müebbet hapis ile cezalandırılsa bile bu öldürdüğü kişiyi geri getirmez. O halde suç işlendikten sonra alınacak tedbirler kadar önemli olan bir diğer tedbirde suçu ortaya çıkaracak nedenlerin önceden tahmin ya da fark edilip ortadan kaldırılmasıdır. Suçun işlenmesini
- 31 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - kolaylaştıracak
karanlık
sokaklar
aydınlatılmalı,
alkollü
içkilerin
tüketimi
sınırlandırılmalıdır, su aletlerinin satış ve kullanılış alanları sınırlandırılmalıdır. Bizim Küçük Prenslerimiz Küçük prensin gezegeninde, her gezegende olduğu gibi, faydalı otlar da, zararlı otlar da vardı. Elbette ki faydalı otun tohumu faydalı, zararlı otun tohumu zararlı olur. Ama tohumlar görülmez, toprağın altında uyurlar mışıl mışıl, ta ki günün birinde birinin aklına eser uyanır. … Küçük prensin gezegeninde korkunç tohumlarda varmış… Baobab tohumları. Gezegenin yüzeyine dal budak salmış bunlar. Baobab öyle bir bitki ki erken davranmazsan, bir daha baş edemezsin onunla. … Hiç vakit kaybetmeden baobabları söküp atmayı iş edinmeli. … Baobab tehlikesi o kadar az biliniyor, yolu bir yıldıza düşecek olanın başına öyle büyük dertler açabilir ki, bu kez hiç sakınmadan; ‘Çocuklar! Baobablara dikkat ediniz!’ diye sesleneceğim. Antoine
de
Saint-Exupery-Küçük
Prens Çocukluk, bireyin -birey- olma ve toplumsallaşması yolunda ilk ve en mühim adımdır. Davranışların temelini çocuklukta öğrenilen ve pekiştirilen davranışlar oluşturur. Çocuk eşittir meraktır. Merak eder, öğrenmeye yönelirler. İnsan davranışlarını öğrenmede kullandıkları yöntem model almadır. Model aldıkları kişilerin başında onlara en yakın olan kişiler, ana-babaları gelir. Çocuğun henüz -katkısız- olan kişiliğine ilk ve en önemli katkıları yapacak olanlarda onlardır. Hemen hemen her çocuk ufak tefek suçlar işleme eğilimindedir. Bu onun henüz mülkiyet kavramını edinmemiş olmasından kaynaklanır. Aslında yaptığının bir suç olduğunun farkında değildir. O halde bilmediği, farkında olmadığı bir şey için onu yargılamak hatalı bir davranıştır. Çocukluktaki bu ilk –zararlı tohum- a ana-babanın ve - 32 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - çevrenin vereceği tepki çok önemlidir. Eğer bu zararlı tohum fark edilip, yok edilmezse büyür ve korkunç bir hal alır. Tıpkı Küçük Prens’ in baobabları gibi. Fakat bu durumda bile yapılacak bir şeylerin kaldığını söyler bize Saint-Exupery. Önemli olan bu korkunç suçların kök salmasına engel olmaktır. Çünkü bu kökler yeryüzünü kaplayabilir ve temizlenmesi hiç kolay değildir. Ve eğer bu kökler yeryüzünü kaplamışsa, bunun sorumlusu ancak ve ancak yetişkinler olabilir. Halman şöyle söylüyor: ‘Çocuk ve suç biraraya gelmişse suçlu olan çocuk değildir. Toplumdur. Yetişkinlerdir. Eğitenler, daha doğrusu eğitemeyenlerdir. Yönetenlerdir, bozuk yönetenlerdir.’ Çocukların, insani davranışları kazanmalarına yönelik her adım geleceğin suçsuz toplumu için bir yatırımdır. Ne Yapmalı? İnsanı insan yapan özelliklerden en önemlileri hiç şüphesiz dürüstlük, vicdan, sorumluluk ve merhamettir. Çünkü bunların yokluğu ya da eksikliği suçun ortaya çıkma nedenlerinden biridir.
Kalbe yapılan ilk aşı, merhamet aşısı olmalıdır. Nurettin Topçu Vicdan ve merhametten yoksun bir insan karşısındakinin zayıf olmasından, cinsiyetinden, hareketlerinden istifade edebilmek için fırsatlar kollar. Ancak merhametli insanlar başkalarına acır, şefkat duyar. Yalnızca kendini değil çevresindekileri de koruyup, gözetir. Suçluluğun önlenmesinde önemli bir noktada bu görevin yalnızca bir kurum tarafından yerine getirilmesini beklememek gerektiğidir. Tüm toplum bunu kendine görev
edinmelidir.
Suçun
sorumluluğu
yalnızca
tek
bir
bireye,
suçluya
yüklenemeyeceğinden toplumun üzerine düşenleri yapması, suçun işlenmesinde katkısı olan nedenlerini ortadan kaldırmak içi birlikte hareket etmesi gerekir. Tüm kanser türleri için en etkili tedavi yönteminin kişinin kendi kendine moral vermesi olduğu üzerinde sıklıkla durulmaktadırlar. Bu şu demektir: Kimyasal ilaçlar da kullanabiliriz - 33 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - fakat hasta kendisi iyileşmek için çaba göstermediği sürece hiçbir olumlu sonuç alamayız. Toplumda kendi kanser hücrelerini öldürmek için çaba gösterdiği ve üzerine düşen sorumlulukları yerine getirdiği takdirde refaha erebilir.
Sonuç Kriminoloji, sosyal bilimlerde eğitim gören öğrencilere yeni bir düşünce boyutu sağlaması bakımından önemlidir. Ülkemizde hayal gücü gelişmiş, farklı ve çok boyutlu düşünebilen, olaylara farklı yönlerinden yaklaşabilen kişilere ihtiyacımız vardır. Kriminoloji de hem bunlara sahip insanlara ihtiyaç duyar hem de bu özelliklerin gelişmesine katkıda bulunur. Dönmezer, içinde yaşadığımız toplumun suçla ilgili yönlerini bilmenin bize gerçekçi ve pozitif bir hayat felsefesi oluşturması açısından da yarar sağlayacağına değinmiştir. 30 Muhakkak ki kriminolojinin yöntemi her alanda kullanabileceğimiz ve hatta kullanmamız gereken bir yöntemdir. Her olayın nedenini araştırmak bizi, toplumun genelinin hatalı, kötü ve yanlış olarak gördüğü –fakat hiçte öyle olmayan- bir takım kabullerden uzaklaştırır. Kriminolojinin sorgulayıcı tavrı aynı zamanda bizimde toplum olarak ihtiyacımız olan bir tavırdır. Sonucun doğruluğu ne kadar kuvvetli görünürse görünsün bu onu sorgulamadan kabul etmek anlamına gelmez. Bir takım otoritelerin ya da bu konumdaki kişilerin doğrularıyla yaşamak bireyi bağımlılıktan kurtaramaz. Türkiye, genç ve dinamik bir nüfusa sahiptir. Bu dinamizmin, yararlı alanlara kanalize edilmediğinde faydasız bir takım alanlara kendiliğinden yönelmesi kaçınılmazdır. Bu özelliklere sahip bir nüfus kendisi gibi genç ve dinamik olan kriminoloji alanına yönlendirildiğinde birçok başarı elde edilebilecek, günümüzde yaşanan suç olaylarının azaltılmasına ilişkin çabalar daha çabuk sonuç verebilecektir.
30
Dönmezer, Sulhi, Kriminoloji, Beta Basım Yayım, İstanbul, 1994, s.27. - 34 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Kaynakça Akaş, Cem, “Marjinal Suç, Sanal Ceza”, Cogito, S. 2 (Güz ’94), s. 150-156. Demirbaş, Timur, Kriminoloji, Seçkin Yayınları, Ankara, 2005. Demirdöven, İsmail, ‘Çocuk’ ve ‘Suç’ Kavramlarına Felsefe Açısından Bir Bakış, 3. Ulusal Çocuk ve Suç Sempozyumu Bildirisi, Ankara, 2003. Demiroviç, Alex, "Sorumluluk ve Eylem", (Çev. Metin Toprak), Felsefelogos, S. 24, İstanbul, 2004, s. 21-33. Dönmezer, Sulhi, Kriminoloji, Beta Basım Yayım, İstanbul, 1994. Soyaslan, Doğan, Kriminoloji, Yetkin Yayınları, Ankara, 2003. Tören Yücel, Mustafa, Kriminoloji, Umut Vakfı Yayınları, İstanbul, 2004. Zulliger, Hans, Suçlu Çocuklar ve Çocuk Mahkemeleri, (Çev. Kamuran Şipal) Cem Yayınevi, İstanbul, 2000.
- 35 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
İBNİ HALDUN’A GÖRE COĞRAFYANIN İNSAN ÜZERİNDE ETKİSİ GÜLİZ BOZKURT*31 ÖZET
İnsan doğası yaşadığı coğrafya ve iklim şartlarına göre şekillenmektedir. İnsanın gerek karakter gerekse fiziki özellikleri insanlık tarihinin ilk zamanlarından itibaren böyledir. Sadece karakter ve fiziki özelliklerde değil; insanın oluşturduğu toplumun yapısını ve siyasi yönünde belirler. İbni Haldun ünlü eseri mukaddimede bu konu hakkında yaşadığı zaman sartlarının analizi olarak işlemiz ve ileri görüşleriyle geleceğe çok iyi yordamalarda bulunmuştur. Yaşadığımız coğrafya özelliklerini göz önüne alırsak bölgelere göre insanlarımızın karakter ve yaşayış biçimleri belirlenir. Örneğin; sıcak iklime sahip olan ege ve Akdeniz insanı için sıcak kanlı- insanlarla iletişimi daha iyi denir. Bir diğeri yer şekilleri bakımından engebeli olan Karadeniz insanı için yerleşim yerleri dağınık olduğu için içine kapanık karakter oluştuğu toplumumuzca kabul edilir, Karadeniz’in hırçın akarsuları da insanların huylarıyla ilişkilendirilmiş ‘’ suları gibi hırçın Karadeniz insanı’’ etiketi oluşmuştur. Soğuk bölgelerimizde de insanlarımız biraz daha ciddi ve katı mizaçlıdır. Bu örneklerle coğrafyanın ve iklimin insan üzerinde etkisini açıklamaya çalıştım. Peki yüzyıllar öncesi İbni Haldun bu konuyu nasıl işlemiştir, hep birlikte bakalım…
İbni Haldun ; Kuzey Afrika Tunus eyaletinde dünyaya gelmiş, ilahiyat ve hukuk öğrenimi görmüştür.20 yaşında Tunus’tan ayrıldıktan sonra Afrika’nın ve Endülüs’ün çeşitli kentlerini dolaşmıştır.26 senesini bu şekilde geçirdikten sonra geri kalan yaşamını Kahire’de sürdürmüştür. Kuzey Afrika politikasıyla yoğun olarak ilgilenmiş, Endülüs ve Şam’da bulunan kısa ömürlü hanedanlıklar üzerinde araştırmalar yapmıştır. Bu araştırmalarını yaparken Umran bilimini esas alan tahlillerden uzak kalmış çünkü bu bilim yaşadığı çağın çok daha ilerisindeydi. (umran; sosyal ve siyasal yaşama yön veren bazı yaslar-kültür bilimi) * Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Öğretmenliği
- 36 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - İBNi HALDUN’A GÖRE COĞRAFYANIN İNSAN ÜZERİNDE ETKİSİ İbni Haldun da toplu halde yaşamanın en önemli mecburiyeti beslenme ve güvenliktir. İnsanların toplu halde yaşama gereksinimi buradan ortaya çıkar. Ünlü eseri Mukadddime’de yaşama ve geçinme yöntemiyle iki faklı biçime sahip olan kır ve kent toplumlarını incelemiştir. Bedevi toplumlar: Kırsal yaşam süren kent aşamasına ulaşmamış toplumlardır. Hazari Toplumlar: Kentsel yaşam süren toplumlardır.
Kırsal çevre terimi genelde çöl ve sahra bölgelerini ifade eder. Kırsal yaşama ait insanlar genellikle hayvancılık ve tarımla uğraşırlar. İnsanları bu uğraşlara iten faktörler ise yaşama ve geçinme kaygısı dahası da koşulların (sosyal, iklim, coğrafya)bu yönde olmasıdır. Bolluğa eriştiklerinde ise yerleşim merkezi kurmaya yönelirler. Daha sonra insanlar rahata ulaştıkça yiyecek, giyecek, barınma olanaklarını daha yükseğe çıkar ve kentsel aşamaya geçmiş olurlar. Kentsel boyutlara ulaştıkça üretim biçimi veya ürettikleri şeylerde değişir. Geçim kaynağı hayvancılık tarımdan el sanatları ve ticarete kayar. Toplumların farklı coğrafi çevrelerde konumlanmasından kaynaklanır. Bu coğrafi çevre ekonomik yönden farklı olarak sosyal, siyasal ve kültürel yapıları da etkilemektedir. Şöyle ki tarımla ve hayvancılıkla uğraşan insanlar toplumda hor görülüyordu. Bunun nedeni ise genel olarak yüksek vergi ödedikleri ve yöneticilerin baskıları altında çalışmış olmalarıdır. Kent yaşamına ait insanlara gelince bu insanlar arasında ticaretle uğraşanlar ve çoğunlukla ayak takımıdır. Bu insanların sosyal ilişkileri hitapları ve yargıç-yöneticilerle iyi ilişkiler kurmaları gerekmektedir aksi halde iş hayatında başarısız olurlar.
Saygın tacirlerde çoğunlukla ticarete atılmadan önce büyük servet elde etmiş ve bu sayede valilere yöneticilere yargıçlara nüfuz etmiştir, onların desteklerini almışlardır. Yargıçlarla tacirler arasındaki münasebetin sebebi alıcı ile tacir arasında sıklıkla yaşanan anlaşmazlıklar sonucu yargıya başvurulmasıdır.(Uygun-2008)
- 37 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
Tacirler kamu yerlerinde kendi çıkarları doğrultusunda maddi destekte bulunurlar ve işlerinin kolayca yapılabilmesi için çeşitli yollara başvururlar. Bu durumda da tacirlerin ekonomik üstünlüğü kamu görevlilerine siyasi üstünlük sağlar.
Yaşam biçiminin ekonomik siyasal sosyal hayata etkisi dolaylı veya doğrudan olarak bu şekilde açıklanır.
İbni Haldun’un mukaddimede toplumlar için yaptığı araştırma doğrultusunda 14.Yüzyılda Mezopotamya da yaptıkları gözlemler kır insanının temel yaşam gereksinimlerini kentlilerden karşılarken kentliler lükse yakın gereksinimleri için kır insanına başvururlar. Bu nedenlere kent insanı kır insanından daha üstün gibi görüşmüştür bu çağlarda.(tarım araçlarını kent insanı yapar) Bu üretim araçlarının yarattığı bağımlılıktan ileriki zamanlarda Marksizm’in üzerinde önemle durduğu konulardan biri olmuştur. Mezopotamya’daki incelemelerindeki bir yorumunda İbni Haldun şöyle söylemiştir; kırsal alandaki insan kentlere zamanla baskınlar yapmış istilalarda bulunmuştur. Bazıları da şehirleri terk etmemiş ve buralarda yönetimi ele geçirerek siyasal hayatta etkinlik kazanmışlardır. Toplumların göçebelik ve yerleşik durumunu etkileyen en önemli faktör iklimcoğrafya demiştik şöyle ki; koyun, inek gibi hayvanlarla karşılayanların hareket alanları kısıtlıdır. Fazla uzağa hareket edemezler susuz,otsuz alanlarda fazla gezemezler.Deve yetiştiricilerinin böyle bir sonları olmadığı için çöllere ve sahralara açılabilirler.Genelde yabanıl bir mizaha sahiptirler sosyal ilişkileri sıfıra yakındır.Ele geçirilemeyen yırtıcı hayvan gibidirler. Toplumsal yaşamda esasında sürekli kır toplumundan kent toplumuna doğru bir akış vardır. Kırsal alanlarda insanlar refaha ulaştıklarında kente yerleşirler veya tarımla uğraşan insanlar yerleşik/yarı yerleşik olmak zorunda oldukları için yerleştikleri - 38 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - yerler zamanla köy yapısından kent yapısına geçecektir. Yönetim biçimlerinde de yaşam biçimi etkindir. Örneğin; kırsal alanda yöneticiye başkan, kentsel yerlerde yöneticiye hükümdar denirdi. Başkanlık hükümdarlığa göre daha basit bir örgütlemedir ve bu kurum o toplumdaki en güçlü ailenindir.(Uygun-2008) İbni Haldun’a göre insanların psikolojik, ahlaki ve fiziki yapısı da dış etkenlere göre şekillenir. İnsan kendisinde doğuştan gelen mizacın mayasında ve güdümünde değildir, doğup büyüdüğü ortamın şartlarına göre karakteri ve dış görünüşü oluşur. Kırsal veya kentsel alanlara yaşamın insan karakteri ve görünüşü üzerinde etkili olabileceği gibi sıcak,soğuk,ılıman iklime sahip yerlerinde insan üzerinde etkisi büyüktür.
Yaşam biçiminin insan psikolojisine etkisi; Kırsal alanlara insanların hayvancılıkla vs. ile uğraşması sonucu sürekli olarak dağlık bölgelerde, ıssız yerlerde yaşamlarını sürdürmek zorundadırlar. Çöllerde kırlarda geçen hayat kır insanını yabanileştirir. Yaşam koşullarındaki zorluklar insanın tabiatını aynı oranda sertleştirir. Ayrıca kırsal alanlardaki insan güvenliği sürekli bir tehdit altında olduğu için insanlar her an tetikte olurlar. Geceleri bile uykularından feragat ederler her an mücadeleye hazır olurlar. Bu durumlar kır insanının aynı zamanda savaşçı, korkusuz ve yiğit kılar.
Kent insanında ise durumlar şöyledir rahatlık, kaygısızlık ve mutluluk ön plandadır. Mallarına ve kendi güvenliklerini yöneticiler ve kolluk kuvvetlere bırakmışlar kendileri sadece yaşama zevkine düşmüşlerdir. Hiç bir uyarıcı onları heyecanlandırmaz veya korkutmaz.Bu koşullarda onlarda gevşek bir huy oluşmuştur.Bunun yanı sıra siyasal yapıdan insan psikolojisine etki eden faktörlerdir.Kırlardaki başkanlığa göre aşırı otoriter yöneticiler kent insanını güvenliğini sağlarken içeride aşırı bir baskıcı tutum sergilenir.Bu yüzden insan korkak pasifize özgüveni eksiktir. Bu ruh halinin ortaya çıkmasında yardımcı kurum eğitim kurumudur. Eğitim ve öğretim yapılırken insanlara
- 39 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - hep uslandırıcı bir yöntemle eğitim verilirdi. İnsanlar kendilerini çok basit durumlarda bile savunamazlar. Köylerde ise insanları böyle bir ruh haline sokacak faktörler yoktur. Zamanla zayıflayan kent insanı kır insanına yenilecek kır insanı kentlerde yönetici konumuna geçecek, zayıflama ve yenilme aşaması bu döngü şeklinde devam edecektir. Yani coğrafya yaşam biçimini yaşam biçimi insan karakterini insan karakteri siyaseti belirlemiş oluyor. Kır toplumlarının savaşçı özelliği ve özgürlüklerine düşkünlüğünün sonucu olarak da geniş topraklara egemen oldukları tarih boyunca gözlemlenmiştir. Bu toplumlar bir yerde kalmazlar sürekli coğrafya değiştirirler.
Yaşam biçiminin insanların ahlaki yapısına etkisi; İbni Haldun’a göre sade ve gösterişsiz yaşam biçimi ahlaki yönden olumlu insan tiplerinin ortaya çıkmasına neden oluyor. Gösterişli ve hareketli kentsel yaşamda insan ahlakı üzerinde olumsuz etki yapıyor. Kentlerdeki insanlar dünya nimetlerine daha bağlıdırlar haz almak ve mutlu olmak bolluk içinde yaşamak bu insanların öz benliklerini kirletmiştir. Kırsal alandaki insanın ise tek derdi yaşamak ve temel ihtiyaçlarını karşılamak olduğu için dünya tatlarına düşkünlükleri yok denenecek kadar azdır ve öz benlikleri kirlenmemiştir. Aynı zamanda baskıcı iktidarında kent insanının cesaretini kırdığı için korku ve evham aşılanır.İnsanlar verilen cezalardan korktuğu veya kurtulmak istediği için ahlaklı olmayan yollara başvururlar.
İklimin insan üzerindeki etkisi: İbni Haldun Batlamyus’un dünya görüşleri doğrultusunda dünyanın insan yaşamına elverişli kısımlarını 7 bölgeye ayırmıştır. Bu 7 bölgeyi de kendi içinde 10 bölüme ayırarak iklimin insan üzerindeki etkisini açıklar. Bu bölge ve bölümlere göre insan karakterleri ve yaşam biçimleri farklıdır.
- 40 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Bu bölgelerden birinci bölge en sıcak bölgedir.7.bölgeye gidildikçe sıcaklık azalır İbni Haldun en sıcak ve en soğuk bölgelerde insan yaşamını olumsuz etkileyeceğinden buralarda yerleşim olmadığını söyler. İnsana dair ne varsa bilimler sanatlar yapılar giysiler yiyecek ve içecekler hatta öteki canlılar bu üç orta (3. 4.ve 5.bölge) iklime göre belirlenir.(ibni Haldun,1989) İbni Haldun bu durumu dinsel yönden bağdaştırmış ve bu bölgelerdeki uyumun Peygamberlerin gönderişiyle ilişkilendirmiştir. Peygamberler her yönden kusursuz insanlar oldukları için kusursuz bölgelere yerleştirilmiştir. İklim ılımanlaştıkça insan karakterleri üzerinde olumlu etkiler oluştururken aşırı sıcak veya aşırı soğuk iklimlerde insanlarda olumsuz etki yapmaktadır.
İklim insanların giyim ve kuşamlarından ziyade dış görünüşlerini de etkiler. Sıcak yerlerde ten rengi siyahlaşır soğuk yerlerde ise ten rengi beyazlaşır. Bir başka konu ise iklimin insanın zekası ve ahlakı üzerinde etkili olduğudur. Sıcaklık insanların ruhlarını gevşek kılar zekalarını kullanmalarına engel olar insanı amaçsızlığa ve kaygısızlığa sürükler. Daha soğuk bölgelerde ise durum tam tersidir.
- 41 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
KAYNAKÇA Arslan, Ahmet ; İbni Haldun, İstanbul 2009 Haldun İbn ; Mukaddime ( çeviri; Ugan Zakir Kadiri), İstanbul 1989 Uygun , Oktay ; İbni Haldun’ un toplum ve devlet kuramı, İstanbul 2008
- 42 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
DİL HAYRİYE ERGEN*32
İnsanın nasıl bir hayvan olduğu uzun zamandır (yine) insanın aklını kurcalamış. İnsan politik bir hayvandır, insan sosyal bir hayvandır, insan düşünen bir hayvandır. Bu hayvanlıklar içinde (belki de) en meşhuru insan bir hayvandır önermesi. Düşünen bir hayvan(!) olan insan düşüncelerini özsel niteliklerinden dolayı ve tabi ki ihtiyaçlarını daha kolay karşılamak amacıyla da aktarmaya gereksinim duydu. Bu gereksinimi de tıpkı insan gibi canlı bir varlık olan “dil” i oluşturarak gidermenin peşine düştü. Di’li yani görünen geçmiş zaman kullandım sanki oradaymışım gibi. Ancak ben de düşünen bir hayvan olarak size düşüncelerimi aktarma ihtiyacımı gideriyorum sadece. Şimdilerde epeyce küçüldüğü söylenen dünya bir zamanlar bu kadar küçük değilmiş. Dünyanın farklı yerlerindeki insanlar aynı yahut benzer duyguları hissettiklerinden ve bu benzay duyguları farklı sesleri yan yana getirerek ifade etmişler. Evet, dilimizde “benzay” diye bir kelime yok. Ben uydurdum yazıyı yazarken. Eğer biri benden önce benim kullandığım anlamda kullandıysa ona saygılar, kelime onundur. Dilimizde olan, kendimizi ifade etmede kullandığımız kelimeler kadar ifade edemediğimiz duygularımızı resmedecek kelimelere ihtiyacımız olabiliyor bazen. Hani tam bir şey ya da bir gerçek açığa çıkar gibi olur ama aynı anda gözden yok olur da tam anlayamazsınız, yine de hiçbir şey eskisi gibi değildir artık… Anlamadığınız şeyi
görmüşsünüzdür,
artık
eski
cehaletinize
dönmeniz
mümkün
değildir,
değişmişsinizdir. Bir ad konsa buna? Diyor Porto Rikolu yazar Marya Santos- Febres. 33
Ne kadar gerekli bir kelime değil mi?
*Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Öğretmenliği 33 Olmayan Kelimeler, Metis Ajanda 2012(133)
- 43 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Diller de insanların ihtiyaçlarına göre doğuyor, gelişiyor ve ölüyor… Bir zamanlar gürül gürül çağlayan bir ırmak gün geliyor, kuruyor. Biz insanların kelimelere yüklediği anlamlar gerçekten çok ilginç… Biz insanlar demişken Batı Avustralya Aborijin dili olan Jiwali’de dört farklı biz karşılığı varmış. ‘Ngali’ sen dahil biz ikimiz; ‘Ngaliju’ sen hariç biz ikimiz; ‘nganthyrru’ sen dâhil biz hepimiz, ‘nganthurraju’ sen hariç biz hepimiz34 anlamlarına gelen kelimeler. Hayatlara devam etmek için kullanılan kelimeler ne kadar ince değil mi? Hayat ile iç içe hatta zaman zaman hayatın ta kendisi olan felsefe için de kelimelerin yeri tartışılamayacak kadar büyük diye düşünüyorum. ‘Felsefenin dil ile çok özel bir ilişkisi vardır:- Her insan etkinliğinin içinde, yanında, arkasında yer alan dil, insanın en temel etkinliği olarak, felsefenin hem biricik aracı, hem birinci konusudur—üstelik de, felsefe yapan kişinin yaptığının, temelde de en üstte de, kendi yaşadıklarını dilegetirmek olduğu düşünülürse, dil, önemli bir anlamda, işte felsefenin de ta kendisidir. ’ diyerek Oruç Aruoba ne de güzel özetlemiş ‘ilişkiyi’… 35 Dilin insanla olan ilişkisi ve dille felsefenin bağlantısına bir göz attıktan sonra daha dil hakkında daha özelleştirilmiş çalışmaların bulunduğu ‘filoloji’ veyahut ‘dilbilim’ üzerine eğilelim. Yunanca’sı Philologia olan ve bugün bizlerin Türkçe’de Fransızca söyleyişe uyarak filoloji dediğimiz ve Almanların filologi olarak kullandıkları tâbir aslında birleşik bir kelimedir. Philos dost, herhangi bir şeyi seven; Logos kelime, söz, haber anlamlarına gelir. Böylece filoloji kelimesi konuşmaktan hoşlanan, sözü seven kimse anlamını taşır. Köken olarak Yunancaya dayanan bu kelimenin ilk anlamı budur. Söyleneni dinlemesiyle ve tartışmayı sevmesiyle de bildiğimiz Sokrates, Phaidros isimli diyalogda kendisine filologos adını vermektedir. Sokrates Kratylos isimli
34
35
Olmayan Kelimeler, Metis Ajanda 2012(95) A., Oruç, ‘De ki işte’ , Metis Yayınları, İstanbul, Aralık 2011(27)
- 44 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - diyalogunda dilin kaynakları üzerine uzun uzun açıklamalarda bulunmaktadır. İlerleyen inceleme çalışmalarında bu konuda daha fazla açıklama yapmayı uygun buluyorum. Sokrates’in en meşhur ve en büyük öğrencisi olan Platon da hocası gibi kendinden önceki fikir hazinelerini inceleyip değerlendirerek adeta logosa olan sevgisini göstermiştir. Nasıl Sokrates’in öğrencisi Platonsa, Aristo’da Platon’un öğrencisidir. O da -yinehocası gibi o döneme kadar olan ve o zamanın çağdaş edebî eserlerini incelemiştir. Bu bakımdan Aristo bir filozof olduğu gibi aynı zamanda kelimenin ilk ve en geniş anlamında bir filologtur demek mümkündür. Aristo’nun dil felsefesiyle ilgili çalışmaları hakkında yine ilerleyen yazılarda sizlere bilgi vermeye çalışacağım. Yukarıda kabaca filoloji teriminin kökenine inmeye çalıştım. Ancak kaba hatlarını verdiğim bu çalışmalar henüz bilimsel bir karakter taşımamaktadır. Bilimsel söyleyiş olarak filologia yapılsa da henüz özel bir ilim olarak filoloji mevcut değildir. Aristo zamanında bu çalışmalar derinleştirilmiş ve bir meslek haline sokulmuştur. Yunanistan’ın İsa’dan önce üçüncü yüzyılda istiklâlini kaybetmesiyle fikir ve edebî hayatının duraklamasıyla Grek’lerin kültür hazineleri önce İskenderiye’de Ptoleme’lerin büyük kitaplıklarında toplanmış ve bundan sonra etraflı ve derin bir incelemeye ve araştırmaya söz konusu olmuştur. Filologos tabiri böylelikle, sonraları grammatikus adı altında da anılan özel bir âlim sınıfının ismi olmuştur. Bu âlim sınıfının çalışmaları ayrıca kütüpanecilik ile ilişkilendirilebilir.36 İlerleyen çalışmalarda bu konuya yine değineceğim. Yazının gidişatından da tahmin edeceğiniz üzere, ilerleyen zamanlarda, filoloji çalışmalarına tarihsel sıralama gözeterek değinmeyi düşünüyorum. Bunun giriş yazısı niteliğinde olduğunu düşündüğümden ve sizleri ilk aşamada çok fazla tarihsel bilgi ile baş başa bırakmamak niyetiyle tarihsel açıklamaları burada noktalayıp biraz da filolojinin günümüzde ne ile ilgilendiğinden bahsetmek istiyorum. Filoloji çalışma alanı konularına göre ikiye ayrılmaktadır. Dil sistemlerinin incelendiği, kısaca lenguistik veya dil tarihi olarak adlandırılabilecek kolunun yanı sıra 36
B., Burhanettin, ‘Filoloji İlminin Tarihine Toplu Bir Bakış’
- 45 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - edebî eserleri inceleyen ve edebiyat tarihi olarak adlandırabileceğimiz iki konu alanı vardır. Dilin yeri, önemi ve işlevi insanların hatta toplumların iletişiminde büyük bir paya sahiptir. Hayatımızda bu kadar önemli bir yere sahip bir “canlı” varlık elbette ki insanı ve toplumu inceleyen ilimlerle bağlantılıdır. Bir topluma ait dil hakkında incelemeler yapan bir filolog, o toplumun tarihiyle iç içe olmak durumundadır. Dilbilimin veyahut filolojinin çeşitli alt dalları mevcuttur. İlerleyen çalışmalarda daha kapsamlı incelemenin mümkün olduğu bu dallara kabaca bir göz atalım: Tarihî Dilbilimi :Bu disiplin dilin tarihî gelişiminin araştırılmasıyla meşgul olmaktadır. Bildirişim: Biz dilimizi nasıl öğreniriz? Kelime üretimi ve dilin anlaşılması süreci nasıl gerçekleşir? Bu disiplin işte bu sorulara cevap vermektedir. Aynı zamanda dilde hafızanın rolü ve konuşulduğu zaman hafıza nasıl kullanılır gibi sorulara bu disiplin içinde cevap aranmaktadır. Harfiyen ifade etmek gerekirse, 1950’de dilbilimi ve psikolojinin disiplinler arası işbirliğinden ortaya çıkan bu disiplin psikolinguistiğin bir branşıdır. Bu arada dil kazanımları araştırmaları da kendi güçlü yapısını oluşturmuştur. Fonetik: Fonetiğin konusu konuşma seslerinin eklemlenmesi (articulatory), nakli (transport), alınması (receival) ile ilgili bir bilgi dalıdır. Fonetiğin bu üç çalışma alanına karşılık gelen üç bıranşı vardır: eklemleme(articulatory), akustik ve işitim fonetiği (auditory phonetics). Fonolojiye zıt olarak, fonetik konuşma seslerinin fizikî yönüyle ilgilenir. Konuşma seslerinin tam bir transkripsiyonunu vermek için, birkaç özel alfabe vardır. Bu alfabelerden en çok kullanılanı alfabe IPA’dır. Fonoloji: Fonoloji fonemler diye bilinen belirli dil seslerini inceleyen bir bilim dalıdır. Fonoloji dil içindeki seslerin fonksiyonlarını inceler. Morfoloji: Morfemler dilin anlamlı en küçük elementleridir. Morfoloji işte bu anlamlı birimleri inceler. Bütün kelimeler hatta bütün hecelerin anlamlı birimler olması
- 46 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - zorunlu değildir. Morfoloji kelimelerin veya hecelerin morfemlerinin ne olduğunu bulmak için keşfetme prosedürünü uygular. Sentaks: Sentaks cümle yapısı araştırmasıdır. Geniş anlamda gramerin bir bölümüdür. Cümlelerin tanımlanması ve incelenmesinde birkaç yol vardır. Farklı gramer yöntemlerine bakacağız.
Semiyotik: Semiyotik genel bildirişim süreçlerindeki işaretleri inceleyen bir bilim dalıdır. Bildirişim araçları ve sistemlerindeki hem dilbilimsel hem de dil dışı işaretlerin analiziyle ilgilenir. Semantik: Dilbilimsel semantik dilbilimsel işaretlerin ve işaretler dizisinin anlamını inceler. Pragmatik: Pragmatik işaretlerin kullanımı ve işaretler ile işaretlerin kullanıcıları arasındaki ilişkiyi inceler. Metinsel Dilbilim: Geleneksel dilbilimi disiplinleri çevresel (periferik) bir fenomen olarak kabul edilen metinle ilgildir. Buna karşılık metinsel dilbilim metnin kendisinin bir işareti olarak kabul edilen metinle ilgilidir. Farklı metin tipleri ve metinselliği oluşturan mekanizmalar vardır. Bu seçilmiş cümlelerin ötesinde bir şeydir. Sosyolinguistik: Dil ve sosyal örgütlerin karşılıklı etkileşimini inceleyen bilimdir. Sosyal bağlamda dil değişikliklerini hem ferdî hem de sosyal gruplar açısından belirleyen birkaç model vardır. Sosyolinguistikçiler millî dil siyasetleriyle de ilgilenirler. Bilgisayar Dilbilimi: Bu saha dilbilimi ile enformasyon bilimi arasında yer alan disiplinler arası bir araştırma sahasıdır. İki temel branşı vardır. İlkinde bilgisayar dilbilimi bilgisayar programlarındaki dil yapısını tamamlamak için grameri taklit eder. Bu bağlamda bilgisayar istiaresi terimi öne çıkmıştır. Bu düşünce insan beynini bilgisayar tarafından taklit edilmesi fikrine dayanır. İkinci olarak, bilgisayar dilibilmi dil
- 47 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - analizlerinde bilgisayarı bir araç olarak kullanır. Bilhassa yazılım dizaynında geniş metin korpuslarının kullanılması bunun en güzel örneğidir. (5) 37 Oldukça karmaşık ve bir o kadar yaşayan bir varlık olan dil ve kabaca dil ile ilgilenen bilim olarak betimleyebileceğim filoloji hakkında bir çerçeve vermeye çalıştım. İlerleyen sayılarımızda bu çerçevenin daha da netleşeceğini ümit ediyorum. Kelimelerinizin kifâyetsiz kalmaması dileğiyle…
37
Ö, Mustafa, http://w3.balikesir.edu.tr/~mozsari/dilbilim.htm#_Toc121731699 (09-08-2012)
- 48 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - KAYNAKÇA A., Oruç, ‘De ki işte’ , Metis Yayınları, İstanbul, Aralık 2011(27) B., Burhanettin, ‘Filoloji İlminin Tarihine Toplu Bir Bakış’ Olmayan Kelimeler, Metis Ajanda 2012(133) Olmayan Kelimeler, Metis Ajanda 2012(95) Ö, Mustafa, http://w3.balikesir.edu.tr/~mozsari/dilbilim.htm#_Toc121731699 (09-082012)
- 49 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
DİN MÜZİK İLİŞKİSİ VE ITRİ’NİN MUSİKİMİZDEKİ YERİ SERAP AKKUŞ*38 ÖZ
Toplumun yaşam tarzıyla ve kültürüyle şekillenen müzik, dinlerin kendilerini ifade etmeleri noktasında kesişirler. Müzik ile sosyokültürel bir karakter kazanan din, duygu ve sevgiyi aktarmaları açısından da ortaktırlar. Ancak din ile müzik ilişkisindeki bu uyum müziğin dindeki yeri açısından tartışmalara konu olmuş ve tartışmaların bazıları din müzik ilişkisini sınırlarken diğerleriyse bu ilişkiyi koparma noktasına getirmiştir. Müzik, toplumların yaşam tarzı ve kültürleriyle şekillendiği için, kültürden kültüre, milletten millete değişik biçimler alır. Her milletin, kavmin kendine özgü müziği vardır. Ayrıca her dinin ve her dini cemaatin de kendine özgü müzikleri vardır. Müzik tarihine bakıldığında bazı önemli sanatkarların dini kişilikler olması da din ve müzik ilişkisini gösteren önemli bir örnektir. Bu ilişkiyi gösteren en güzel örnek ise bu yılın UNESCO tarafından ‘’2012 Itri Yılı ‘’ olarak kabul edilmesidir. Dini ve din dışı alanda eserleri olan dahi bestecimiz Buhurizade Mustafa Itri Efendi, din ile müziğin ilişkisindeki güzel uyumu göstermesi açısından makalede ayrıntılı olarak incelenmiştir. Anahtar Kelimeler: Müzik, Din, Kültür, Itri, İslam, Mevlevilik
DİN MÜZİK ETKİLEŞİMİ Üstün özelliklerle yaratılan insanda, akıl etme, konuşma, muhakeme gibi özellikler vardır. Bu özelliklerinin yanında üstün duygu ve estetik eserler meydana getirme becerileri vardır. Güzellik duygusuna ve sanatsal hisse sahip olan insan tarih boyunca çeşitli sanat dallarında muhteşem eserler meydana getirmiştir. İnsanın meydana getirdiği güzel sanatlardan biri de müziktir. İnsani ve evrensel bir olgu olan müzik, insanların kendi duygu ve düşüncelerini belirli ritimler ve kalıplar şeklinde aktarabilmesi ve paylaşabilmesi olarak bilinir. *Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Öğretmenliği
- 50 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - İnsanların müzik açısından yetenekleri ve zevkleri birbirinden çok farklıdır. Müzik kişiden kişiye değiştiği gibi toplumdan topluma da değişir. Müzik toplumun hayat tarzıyla ve kültürüyle şekillenir, farklı biçimler alır. Bir kavmin, milletin, halkın ve toplumun müziği, hayat tarzlarına, dünya görüşlerine, kültürüne, gelenek ve göreneklerine göre oluşup, biçimlenmektedir. Müziği olmayan hiçbir halk, millet ve toplumdan söz edilemez. Her toplumun mutlaka kendi kültürüne, hayat tarzına göre bir müziği vardır. Din tabii, insani ve kaynağı itibariyle ilahi bir olgu olduğu gibi müzik de din gibi insani bir olgudur. Bu özellikleri dolayısıyla din ile müzik kesişir. Ayrıca dinlerin kendilerini ifade etmeleri, toplumsal bir yaşamın bir parçası haline gelip, toplumsal bir boyut kazanmasında da müzik önemli bir yoldur. Müzik kolay icra edilmesi ve ulaşılması nedeniyle, yaygın ve kolay etkileme gücüne sahiptir. Bu yüzden müzik, dinlerin kendilerini ifade etmesinde, toplumsal bir karakter kazanmasında sanat türlerinin başında gelmektedir. Müzik, özellikle duygusal yoğunlaşmayı sağladığı için dini hayatın önemli bir parçasıdır. Bazen eğlence ve dünya zevkleriyle bağdaştırılan boyutuyla eleştirilmiş ve şüpheyle karşılanmış, bazen de modern hayatın iş ve boş zaman ayrımında boş zaman etkinliği olarak değerlendirilip dini hayatla ilişkilendirilmemiştir. Ancak tüm dinler, müziği bünyesinde barındırmıştır hatta bazı dinler için müzik ayrıcalıklı bir öneme sahip olmuştur. Özellikle Hıristiyanlık, İslamiyet, Hinduizm gibi dinlerde kendini etkin bir biçimde hissettirmiştir. Din ve müzikte ortak nokta olan duygu ve sevgiyi ifade etmeleri tarihi süreç içerisinde her iki olguyu da aynı yere taşımıştır. Din müziği etkilediği gibi müzik de dini etkiletmiştir. Hıristiyanlıkta kilise korolarının ayinleri, Musevilikte mezmurlar, İslamiyet’te kutsal kitabın okunuşu, namaza davet, müzik ile din arasında bir bağın oluştuğuna dair önemli örnekleridir. İfade etmenin özel ve güçlü yolu olan müzik, bazen sadece sözlerin melodik ve ritmik bir biçimde sıralandığı bazen de sözlere çeşitli aletlerin eşlik ettiği, toplumların sosyokültürel mirasının önemli bir sembolüdür. Ancak, müzik sadece ses düzeni ya da icra etme eylemi içinde yaratılmamaktadır. Müziğin anlamı ve önemi, sosyal bağlamı, dinleyicilerin konumu çerçevesinde şekillenmektedir. Sosyal koşullar müziğin anlamını - 51 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - belirlemektedir ve bunun en tipik örneği de dindir. Duygusal yaşamı diğer sanat türlerine göre daha yoğun bir biçimde aktaran müziğin dinin sosyokültürel bir kimlik kazanmasında önemli bir yeri vardır. Müzik, hem dini tecrübeye etkin katılımı hem de dinin mutluluk, üzüntü, umut ve korku gibi tecrübelerini ifade de önemlidir. İnsan tabiatında var olan güzellik, sevgi ve aşk hisleri müzikte kendini göstermektedir ve din ile beraber bu duyguları fazlasıyla hissettirmektedir. Birbiriyle sürekli ilişkili olan din ve müzik, tarih boyunca her zaman uyumu ifade etmemiştir. Zaman zaman müziğin dindeki yeri tartışılmış ve bu tartışmalardan bir kısmı, dinin müzikle ilişkisini koparma noktasına getirirken bir kısmı da bu ilişkiyi sınırlamakla kalmıştır. İslam aleminde Sufilerin sema ve tegannileri üzerine yapılan tartışmaları, ortaçağ Avrupa’sında kilisenin müziğe karşı tavrı örnek gösterilebilir. Müzik, eğer yapılışı bakımından dinleyenlerde insani değerleri küçültücü, nefsi duyguları uyandırıyorsa vakti boşa harcayan hatta haram sayılmıştır. Ancak, manevi ve yüce duygular uyandırıyorsa uygun hatta helal sayılmıştır. Herhangi bir ilahi ve semavi kitapta insan doğasına uygun, yararlı olan müziğin tamamen yasaklanması söz konusu olamamıştır. Buna en güzel örnek, Hz. Muhammed’in Kuran’ı güzel sesle süsleyiniz hadisi
ile
Bilal-i
Habeşi’yi
sesinin
güzelliği
sebebiyle
ezan
okuması
için
görevlendirmesidir. Güzelliğin, aşkın, ebediyetin, sevginin tercüme gerektirmeyen dili olan müzik, insan duygularını doğrudan etkileme ve ortak duygular etrafında insanları bir araya getirme gücüne sahip, sözlü ve sözsüz bir dildir. Bunun yanında müziğin bir de milli yönü vardır. Her kavmin, milletin kendine has müziği varken her dinin ve her dini cemaatin de kendine özgü bir müziği vardır. Hıristiyanlıktaki kilise müziği buna örnek gösterilebilir. Böylece dini müzik, sözü, müziği, beste ve güftesiyle gönülleri etkisi altına alıp kendisine çekebilir. Kültürün önemli bir parçası olan müziği, bir milletin örf, adet, anane ve tarihinden ayrı düşünmek nasıl mümkün değilse bir milletin dini müziğini din dışı müziğinden ayrı düşünmek de olmaz. Örneğin, dini ve tasavvufi besteler yapan bazı Osmanlı bestekârlarının, şarkı biçiminde de eserler vermesi bunu gösterir. Milletlerin
- 52 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - dini müzikleri ile din dışı müzikleri sıkı bir şekilde bağlı olduğu gibi o milletin kültürü ile de iç içedir. İnsanlığın var oluşundan bu yana birbiriyle sürekli ilişkili iki olgu olan din ve müziğin yakın münasebeti, müziğin aşkın boyutunu da göstermektedir. Tarihte sayısız örneği barındıran bu ilişki bazen Eski Mısır mabet müziği, bazen Hindu Kirtani, bezen de Sufilerin sema ayini olarak kendini göstermiştir. Ayrıca müzik tarihine damgasını vurmuş bazı isimlerin aynı zamanda dini kişililer olduğu da dikkati çeken noktalardandır. İslam felsefesinde önemli bir yere sahip olan ayrıca müzik nazariyatçısı Farabi, Klasik Batı müziği bestecisi ve nazariyatçısı Bach, Türk müziğinin efsane bestecisi Buhurizade Mustafa Itri önemli örneklerdendir.
2012 ITRİ YILI VE ITRİ’NİN MUSİKİMİZDEKİ YERİ
Musikisinde bir taraftan din, Bir taraftan bütün hayat akmış, Her taraftan, boğaz, o şehr-i ayin Mai Tunca’yla gür Fırat akmış. Nice seslerle, gök ve yerlerimiz Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz, Bize benzer o kainat akmış.
Ölümünün 300. yılında büyük Osmanlı bestekârı Mustafa Itri Efendi, günümüze çok az eserinin ulaşmasına rağmen UNESCO tarafından 2012 yılı ‘’ Uluslar arası Itri Yılı’’ olarak kabul edilmiştir.
- 53 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Asıl adı Mustafa olan bestecimiz, ailesinin Bahurizade’ likle anılması sebebiyle yanlış bir söyleyişle ‘’Buhurizade Mustafa Efendi’’ olarak ünlenmiştir. Besteciliğinin yanında ozan olan ve divan yazdığı bilinen Buhurizade Mustafa Efendi şiirlerinde Itri takma adını kullanmıştır. Ayrıca yakıldığında dört bir yana güzel koku yayma anlamına gelen Buhuri ve Itri arasında anlamdaşlık vardır. Buhurizade Mustafa Itri’nin kesin bir bilgi olmamasına rağmen doğum tarihi 1630-1640 yılları arasında ve ölümü 1712 olarak belirtilmektedir. Kesin olan bilgileri arasında ise İstanbul’da yaylak denilen ve bugünkü Mevlanakapısı’nda doğduğu bilgisidir. Beş padişah devri yaşamış olan Itri, yeteneği ve şöhreti sebebiyle en çok lütuf ve beğeniyi IV. Mehmet’ten görmüştür. IV. Mehmet dönemi, son yıllara kadar bir uğraş ve hizmet çabalarıyla geçmiştir. Sosyal yönden bir sarsıntı içinde olan devlet batmak üzereyken yeniden kurtarılmaya çalışılmış ve bazı zaferler kazanılmasının yanında mimarlık, edebiyat, güzel yazı ve musiki alanında büyük gelişmeler yaşanmıştır. Kaba hatlarıyla çizilen bir dönemin adamı olan Itri, musiki alanında yeni bir çağ açmış ve sanat aleminin güneşi olmuştur. Itri’ye gelene kadar Klasik Türk Musikisi temeli atılmış ve kendine has evrenini hazırlamıştır. Özellikle Hoca Meragali Abdülkadir’in besteleriyle, Osmanlı Türk Musikisi sağlam temellere oturtulmuştur. Meragi’ den Itri’ye kadar, birçok ünlü besteci, tarih sahnesinde yer almış ve bunların arasında Itri’nin tan vaktini müjdeleyen Hafız Post ayrı bir öneme sahip olmuştur. Tambur ustası, hafız, ses sanatçısı, ozan, besteci ayrıca Meragi ile Itri arasında bir geçit olan Hafız Post, Itri’ye hocalık yapmıştır. Dahi bestecimizin müjdecisi olan Hafız Post’tan öğrencisine, tevşih ve durak gibi dinsel eserlere ulaşan şey, biçim güzelliğine ve sağlamlığına karışan saklı, lirik bir anlatımdır. Itri, Hafız Post ile beraber sağlam temellere oturmuş, Türk ruhu ile İslam mistisizmini işleyen bir musiki ortamını bulmuştur. Ayrıca oldukça usta musikişinasların etkili olduğu bir devirde onların arasından sıyrılıp çıkarak dehasını ortaya koymuştur.
- 54 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - IV. Mehmet döneminde saraya hanende olarak alınan, sesinin çok güzel olduğu ve ney çaldığı söylenen Itri, padişah katında ilgi ve sevgi görmüştür. Ayrıca Abdülkadir Meragi’ den sonra en büyük musiki ustası olduğu kabul edilmektedir. Sanatkârların el üstünde tutulduğu ve devlet tarafından korunduğu bir çağda yaşayan Itri aynı zamanda şiir ve nesirler de yazmıştır. Dahi besteciyi, edebiyattaki yeteneğini geliştiren, yücelten ve Itri olarak yaratan asıl kaynak ise ‘Yenikapı Mevlevihanesi’ dir. Dinsel musikinin öğretildiği ve seslendirildiği, Mevleviliğin zengin dünyası ve Mevlana sevgisidir. Mevlevi tekkesinde pişen Itri, gerçekte Mevlevi şairidir ve başka tarikatlarda olsalar bile, Mevlevilik bütün divan ozanlarının ana kaynağı olma özelliğine sahiptir. Itri’nin Na’t-ı Mevlana’yı bestelemesi de bunun en güzel örneklerindendir. Dini müziğimizin önemli ürünlerinin içinde yer aldığı Mevlevi müziğinin en büyük güç kaynağı, İslam dinden fışkıran güzelliktir. Mevlana’nın, Tebrizli Şems’ten sonra musikiye, Allah’a ulaşmanın simgesi olan ‘’dönüşü’’ katması, ölümsüz bestelere kaynak olmuştur. Dinde müziğin haram olduğu görüşüne sahip birçok din adamının ‘’Bid’at’’ diye bakışına rağmen Mevlevilik, müziği temel öğesi saymıştır. Böylece, Mevlevihaneler çağın birer müzik mektebi haline gelmiş ve yetenekli gençlerin başarılı bir müzisyen olmalarında önemli bir hale gelmiştir. Mevlana’ya bağlı olan Itri de musiki sevgisini içinde barındırdığı için Mevleviliği doğal olarak kendisine yol bilmiştir. Ney çaldığı, Mevlevi olduğu, ses güzelliğine sahip olduğu, yazı sanatında kabiliyetli olduğu belgelenen besteci, dini musiki alanında çok önemli eserler meydana getirmiştir. Dahi besteci, İslam dininin özüyle musikiyi harmanlamış ve İslamiyet’in musikiye kapılarının açık olduğunu göstermiştir. Itri, Allah sevgisiyle bestelediği ve günümüze kadar gelen Ayin-i Şerif ve Na’t-ı Mevlana ile camii ve tekkelerde, bayram namazlarından önce okunan Tekbir, dini musikimizin başyapıtları arasındadır. Özellikle, Türkiye dışında İslam toplumlarında da okunan Tekbir, tek cümleyle İslamiyet’in haşmetini göstermesi bakımından Türk musikisinin ve dünyanın eşsiz bir şaheseridir.
- 55 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Bini aşkın eser besteleyen Itri’yi bir yandan da din dışı alanlarda görmekteyiz. Itri, çağında hem dini hem din dışı sahalarda yeteneğini kanıtlamıştır. Yüzlerce gazel arasından titizlikle seçtiği din dışı konuları bestelerken gördüğümüz Itri, hem dinsel hem de din dışı eserlerin bestelerinde tekrara düşmemiştir. Bine yakın eser içinde, na’t’tan türküye, tekbirden şarkıya, ayinden kantoya kadar geniş bir yelpazeye sahip dahi besteci, sanatı İslam’a aykırı değil yakışır bulmasıyla Türk Musikisinde klasik bir ekol olmuştur. Tekkede ve Mevlevilikte pişen, hafız post ve başka musiki ustalarından etkilenen, benzersiz sanat gücüne sahip olan Itri, Türk Musikisinde yeri doldurulamaz birçok eser vermiştir. Ne yazık ki bu üretken dahinin günümüze bine yakın bestelerinden ancak 42 eseri ulaşmıştır. Bu eserlerin içinde ise 10 tanesi dini eser, 28 tanesi din dışı sözlü eser ve geriye kalanlar da saz eseridir. Bunun üzerine hüznünü ve kültür mirasımızın bu önemli kaybını ifade eden Yahya Kemal’in dizelerini hatırlayalım: ‘’Belki hala o besteler çalınır Gemiler geçmeyen bir ummanda’’
- 56 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - SONUÇ Kolay icra edilen ve ulaşılan müzik, dinlerin kendilerini ifade etmelerinde, toplumsal bir karakter kazanmasında önemli bir yere sahiptir. Birey ve toplum arasında güçlü bir ilişki kurmada önemli bir yere sahip olan din ve müziğin uyumlu ilişkisi kimi zaman dinde müzik tartışmalarını gündeme getirse de müziği insanlığa sunulmuş bir nime olarak görmek gerekmektedir. Müziği hayatın dışını atmaktansa yararlı işlerde kullanmak gerekir. Din ve müziğin yakın ilişkisi, müzik tarihinde dini müzik icra eden önemli isimlerin doğmasında vesile olmuştur. Bunun en güzel örneği olan Buhurizade Mustafa Itri Efendi de İslam mistisizm ile Türk ruhunu etkili bir biçimde işlemiş ve evrensel bir değer olmuştur. 2012 yılının ıtri yılı olması da bunu gösteren bir karardır. Bugün dahi bestecimizin uluslararası alanda daha fazla tanıtılmasında ve özellikle bizim de bu büyük değeri daha iyi tanımamızda önemli bir fırsattır. Güzelliğin, aşkın, ebediyetin, sevginin tercüme gerektirmeyen dili olan müzik, insanları ortak bir duyguyla bir araya getirmektedir. İnsan tabiatında var olan bu duyguları dinle fazlasıyla hissettirmektedir.
- 57 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - KAYNAKÇA Aksüt, Sadun, Türk Musikisinin 100 Bestekarı, İstanbul, İnkılap Kitapevi, 1993. Çetinkaya, Yalçın, Uluslararası Itri yılı ve Medeniyetler İttifakı Enstitüsü (22 Ocak 2012), Yenişafak Gazetesi. Haliloğlu,
Mevlüt,
Din
ve
Müzik
İlişkisi,
http://www.sokeekspres.com/Makale/202-din--muzik-iliskisi.aspx
2009, adresinden
21.07.2012 tarihinde alınmıştır. Keklik, Semra, Din ve Müzik Etkileşimi, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Şanlıurfa, 2003. Öztuna, Yılmaz, Türk Musikisi Ansiklopedisi, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1969. Şardağ, Rüştü, Mustafa Itri Efendi, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1992. Şahin, İlkay, Dini Hayatın Ritmi: Ritüel ve Müzik, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 2, Ankara, 2008, s. 269-285. Taşdiken, Mehmet, Itri, İstanbul, Otağ Yayınları, 1977. Uludağ, Süleyman, Din-Musiki İlişkisi Üzerine, Köprü Dergisi, S. 79, Yaz 2002.
- 58 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
SOSYAL BİR BİLİM VE ZİHNİN DİSİPLİNİ: FELSEFE FETHULLAH TOPAL*39 1.Sosyal Bilim İnsanın farklı birçok etkileşimi ve bu etkileşimler sonrasında, arasında bağ kurduğu toplumsal yahut, doğal çevresi vardır. İnsanın bu etkileşimler sonrasında; diğer insanlar, toplum ya da doğada ki herhangi bir şeye, birkaç şeye ya da topyekûn tüm varlıklara karşı tavır alışı ile farklı bilim dalları ortaya çıkmıştır.
Bilimi iki temel başlık altında toplamak mümkündür. Bu bilimlerin ilki, insanın doğadaki farklı varlıklara karşı farklı tavır alışlarının sonucunda oluşmuş doğa bilimleri; ikincisi ise insanın diğer kendi gibilerle, insanlarla, toplumla olan ilişkisinin sonunda ortaya çıkmış sosyal bilimlerdir.
Doğa Bilimleri; Doğa ve doğa olayları ile ilgilenen bilimdir. Konusu doğal gerçekliktir (realite). İnsan düşüncesinden bağımsız olarak var olan her şey doğal gerçekliktir.40
Sosyal bilimlerin geliştirilmesi pozitif bilimlere göre daha zordur. Çünkü sosyal bilimlerde insanların var olduğu zamanlardan beri bütün yenilikler irdelenmiştir. Bir anlamda yeniliğe fazla bir yer kalmamıştır. Ayrıca yenilik alanı da giderek daralmaktadır. Bu açıdan günümüzde sosyal bilimlerde sistemler yeni alanlara uygulanması ile daha zengin sonuç vermektedir. Oysaki pozitif bilimlerde yenilik veya icadlar sürekli olarak sürdürülebilmektedir. Yani insan merakının sınırı olmadığına göre, insan ihtiyaçlarının sınırı olmadığına göre bu ihtiyaçların giderilmesi yönünde sürekli açıklık bulunmaktadır. Buharlı motorun icadından önce otomobil nasıl ki temel bir ihtiyaç değilse bu gün uzayda yıldızlar arası seyahat etmek için kullanılacak araç da o kadar temel bir ihtiyaç değildir. Ancak insanoğlu düşünen varlık olması gereği ışık hızında giden bir ulaşım aracını icad etmeyi veya bir gün böyle bir icad edebileceğini düşünmektedir. Bu da pozitif bilimlerin sosyal bilimlere göre farklı açıdan bir avantaj noktasıdır.41 *Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Felsefe Grubu Öğretmenliği 40 http://tr.wikipedia.org/wiki/Do%C4%9Fa_bilimleri 41 Bilimsel Araştırmanın Kavramsal Temelleri, Öğr. Gör. Dr. Ahmet FİDAN
- 59 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
2.Felsefe Evet felsefe her şeyden önce bir zihin disiplinidir felsefe için, hatta tüm sosyal bilimler için, doğa bilimcileri tarafından ve pozitif bilimciler tarafından,2+2’nin 4 etmediği bilimler denmektedir. Hatta doğa bilimcilerine göre ‘bilim’ ve ‘sosyal’ kelimelerinin yan yana kullanılmaları dahi yersiz, sebepsiz ve açıklanamayan bir durumdur. Biz tüm bu tepkilerin felsefenin ya da sosyal bilimlerin değerine en ufak bir zarar verdiğini düşünmüyoruz. Zira bu olsa olsa ‘bilim’ kelimesinin içinin ne ile doldurulduğu ile alakalı bir durumdur. Sosyal bir bilim olarak felsefenin ne idiliğini ilkin anlamak güç fakat imkansız değildir. Bu yüzden öncelikle onun ne olmadığını anlamak ve bu konu ile ilgilenenlerin, ardından takipçiler edinen düşünürlerin ve bir döneme damgasını vurmuş büyük şahısların bu sosyal bilimden, felsefeden, neyi kastetdiklerini anlamaya çalışalım. Felsefe din değildir. Din değildir felsefe; çünkü kesin kati kuralları, doğmaları, ibadet haneleri ve dahi bir ibadet şekli yoktur.Din inanan ona bağlı olan kişiyle ilgilidir.Dinin doğmaları nasları inanan kişi için geçerlidir.Felsefe din gibi içinde nas barındırmaz her türlü sorguya açıktır bu itibarla din değildir.Fakat dinin anlamlandırılması(bu anlamlandırma kişinin bizatihi kendisini anlamlandırmasıdır,dini değil) için önemlidir. Felsefe diğer pozitif bilimler gibi bir bilim değildir. Bu başlangıçta da söylediğimiz gibi felsefenin eksikliği olmayıp ‘bilimin’ içinin ne ile doldurulduğuna bağlıdır. Sosyal bilimlerden sadece piskolojiyi (onunda sadece labaratuvar ortamındaki, deneysel piskolojiyi) bilim sayan pozitif bilimin partizanları ‘bilim’in içini yalnızca labaratuvar ortamında gerçekleştirilmiş deneyler ve nicelik olarak doldurmuş görüntüsü vermektedirler. Evet haklılar eğer bilim sadece nicelik ifade eden bir kavram ise felsefe bilim değildir. Ve fakat bugün için, geç kalınmış olarak, bir sosyal bilim alanı oluşturulmuş ve felsefe bu sosyal bilimler arasında kendisini konuşlandırmıştır. Felsefe sanat değildir. Zira tüm diğer alanlarda olduğu gibi sanat alanlarında da felsefenin bir etkisi, hükmü vardır. Her sanatçı ortaya koyduğu sanat eseriyle sanat eserini irdeleyen kitle ve alıcı konumundaki seyirciler için bir mesaj verir. Mesela Rambo filmleri sanatsal bir yapımın ötesinde Amerika Rusya arasındaki soğuk savaş döneminde sosyo-piskolojik olarak bir ülkenin topyekün piskolojisini, sosyal hayatını etkilemiştir. ‘’Felsefe ve ideoloji aynı şeyin farklı isimleridir.’’ diyor Cemil Meriç. Hayat ve felsefenin toplumların geleceği ile sosyal bilimlerin ilişkisi ve birbirine olan ihtiyacı tüm çıplaklığıyla görülmelidir. Her toplumun kendine özgü bir ideolojisi vardır. Bu ideoloji - 60 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - toplumun şekillenmesinde, toplum içindeki bireyin toplumla olan bağlarının nasıl olması gerektiğiyle, bu bağlar da sosyal bilimlerin özellikle toplum felsefesinin doğrudan etkileyicisi durumdadır. Yöneticisi bulunduğu toplumu, ulaştırmak istediği bir erek ve bunun yol haritası olan bir ideolojiye sahip toplumunun şekillenmesini isteyen yöneticiler bugün tüm bu sosyal bilimlerin desteğini almak ve artık sosyal bilimleri de pozitif bilimler mesabesinde kıymetli bulmak zorundadırlar. Felsefe işte tüm bu kendi değillerin içinde nev-i şahsına münhasır yegane bir sosyal bilimdir. Yıllarca anlaşılmaya çalışılmış ve birçok düşünür tarafından asırlarca bir çok defa tanımlanmıştır. Bu tanımlardan bazıları; Kindi:’Felsefe, insanın kapasitesi ölçüsünde sahip olduğu ve ebedi külli şeylerin hakikatlerinin mahiyetlerini ve sebeplerinin bilgisidir’.Bu tarifte Kindi’ye göre felsefe, nesnelerin mahiyetlerinin ve nedenlerinin bilinmesi olarak anlatılıyor. Yönümüzü batıya çevirip varoluşçu bir filozofun, Heidegger, felsefe tanımına bakalım Heidegger, Felsefeyi açıklarken ‘episteme tis’, yani bir şey hakkında yetkili olma açıklamasını yapar ki bu da varlık hakkındaki bilgiyi düzenleme gücünü gösterir.Felsefe, Heidegger’e göre ‘theorein’ yapabilen yani bilrşeyi görmeye çalışan ‘theoretikedir.’ 42 Ayrıca aynı kitapta Heidegger felsefe için şu tanımı yapar: ‘var olanın varlığına uygun konuşma, felsefedir.’ İnsanın sosyal hayatta çevresindeki insanlara, insan topluluklarının davranışlarına kendini bırakması, onlarla ayrı iken bir olması iletişim kurması sosyal bilimleri oluşturdu.Felsefe bu bilimlerden yalnızca biri ve insanlar arasında yüzyıllardır süre geliyor ve öyle ki yüzyıllar boyu süre gidecek.Varolanın varlığına uygun konuşmak felsefe ise eğer, varolan var oldukça felsefe de var olmak durumundadır.
42
Heidegger,Nedir bu felsefe? ,sy.21,sosyal yayınlar,Almancadan çev.Ali Irgat ,1983
- 61 -
- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Fel- SEFER - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -
- 62 -