- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - -
1
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - -
2
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - -
Diriliş Ve Öze Dönüş Engin ERDEMİR1
Felsefenin bugün içinde bulunduğu durumu anlayabilmek için onun insanla olan ilişkisine geçmişten günümüze geniş bir perspektifle bakmak durumundayız. Çünkü ne felsefe insansız ne de insan felsefesiz var olabilir. Bu faaliyeti gerçekleştirebilmek sınırlı süreler dâhilinde mümkün olmadığından bir iki cümleyle bu ilişkiye sizler için ışık tutmaya çalışacağım; Felsefenin doğduğu bir zaman yoktur, ilk insan ne zaman dünyada varlığını bulmuş ise işte o zaman felsefe de vücuda gelmiştir. Felsefenin doğduğu bir toprak yoktur, düşünen insan her nerede ise işte felsefe oradadır. Onun adımları her toprakta iz bırakmıştır. Felsefenin insanı, insanın felsefeyi bağladığı bu tür bir ilişki hala devam etmekte midir sorusu sormamız gereken en haklı sorudur belki de. Sorunun cevabını olumlayabiliriz. Peki eğer öyleyse bu ilişki dahilin de düşünüldüğünde, bugün felsefi tefekkür tam olarak nerededir? Soruma cevabınız şimdilik sizlere kalsın, benim cevabım ise şöyle olacaktır; felsefe rakibinin son raunda kadar olanca gücüyle salladığı yumruklara karşı direnmiş ancak son raddede yorgun düşmüş bir boksör gibidir ve köşesine sinmiş geleceğini tayin edecek son raundu beklemektedir. Felsefenin rakibi ise insanın ta kendisidir. Felsefe bu karşılaşmada insanın değişimine, şahsiyetten bireyliğe geçişine ve onu unutuşuna karşı direnmektedir. İnsan ve felsefenin karşı karşıya gelmesi olgusu günümüzde bugün tesirini iyiden iyiye hissettirmeye başlamış bir çıkmaz halin yansımasından başka bir şey değildir. Düşünen insan, bugün yerini tüketen insana bırakmıştır. Yaşatan insan bugün yerini can alan insana bırakmıştır. Dün yaşama anlam ve değer katan insan bugün o kattığı anlamları ayaklar altına alan bir varlık haline gelmiştir. Bu genellemenin biraz dışına çıkıp bu durumun baş müsebbibi olarak üst-düşünür insanları görmek de bana göre daha doğru bir tavır olacaktır. Dünün düzenini, toplumunu ve en özelde insanını mana üzerine inşa eden düşünürler bugün mananın yerine maddeyi esas alarak hem felsefenin hem de ‘iyi insan’, ‘düşünen insan’ tasavvurunu temelden sarsmıştır. Bu sonucun niçini ise şöyle oluşmaktadır;
1
Gazi Üniversitesi Felsefe Grubu Öğretmenliği
-1-
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - Modern dünya bilim ve teknolojinin dünyasıdır. Bilim, teknik ve sanayi unsurlarının bileşimiyle insanlık üzerinde hüküm bildirmeye kendini yeterli ve yetkin gören modern toplumlar kültürü de kendi egemenliği altına alıp, sanayinin içine sokmuştur. Bir kültür endüstrisi oluşturmuş böylelikle insanı da bu endüstrinin içinde bir ürün haline getirip bir nesneye dönüşmesine sebep olmuştur. Kültürün maddi ve manevi olmak üzere iki temelinden bahsedebiliriz. Buna göre felsefe manevi kültür ögelerinin içindedir ve o da bu endüstrileşmenin içinde kendini bulmuştur ya da bu endüstrileşmenin içinde kaybolmuştur. Artık felsefe bilimin ve teknolojinin kölesi ve nesnesi haline gelmiştir. ‘Madden’ gelişmiş toplumlar diğerlerinin üzerindeki tahakkümlerini yine madde üzerinden yürütmektedirler. Bugün sebepsizce –aslında sebep maddedir- devletler savaşabiliyor ve milyonlarca insan çıkarlar uğruna katledilebiliyor, felsefe mefhumu ise burada işlevini yitirmiş görünüyor. Onun kullanımı başka bir sahadan ilerliyor. Bir zamanlar filozoflar insanlara kendi hayatları aracılığıyla ölüme karşı nasıl dayanabileceklerini öğretirken çağımızda ise filozoflar genellikle başkalarının yaptıkları katliamların nasıl kabul edilebileceğini anlatmaya başladılar. Yani bir anlamda felsefe bugün teknolojinin, bilimin, paranın kölesiyse bu filozofun asıl köle olmasına bağlanmalıdır. Bugün aydın denilen insanlar aslında insanları uçurumlara sürükleyen birer sürü çobanından başka bir şey değillerdir. Bugün felsefe ve yöntemleri insanların kontrolünde kullanılmaktadır. Bu tür ayan olmuş olguların yanı sıra aslında insanları rahatsız etmesi gereken sinsi tehlikelerden biri ise toplumların artık birbiri içine geçmiş yapısıyla bozulma ve çözülmeyle yüz yüze gelmiş değerler alanıdır. Bugün biz evimizin içinde başka kültürleri, başka başka değerleri yaşamaktayız. Yani biz ahlakı ve değerlerimizi de tüketmiş bulunmaktayız. Teknolojik gelişmeler, dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir insanın sesini en uzağındakine dahi duyurabilmesini sağlarken bizlere ne kadar olumlu görünüyorsa, herhangi bir toplumun en uzağındaki toplumların insanlarına kendi değerlerini bu yolla dayatması da o kadar zararlı, tehlikeli ve olumsuzdur. Bunun yanında bugün biz en uzağımızdaki mazlumun sesini sanki yanımızdaymışçasına işitebiliyoruz ancak o sesleri bastıran zalimlerin sesleri de var. İşte bu paradoksal yapının anlamı size dayatılanı almak zorunda olduğunuzdur. Kısaca bahsetmeye çalıştığım bugünün insanı yani dün felsefenin eşref-i mahlûkat seviyesine çıkardığı o insan bugün tercihini tam tersi yönde kullanmaktadır. Bunun ana sebebi de dünün eşref-i mahlûkatını oluşturanların bugün esirleşmiş olması ve insanın felsefi tefekkürden uzaklaşmış olmasıdır.
-2-
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - Bütün bu kötü tabloya karşı önerim ise şudur; öncelikle düşünen insanı yaratabilmeli, bireylikten şahsiyete geçişi sağlayabilmeliyiz. Bu bizim en saf ideal tipimiz olmalıdır. Toplumun bilinçlenmesi ve felsefenin şahsiyet anlamındaki dirilişinin ardından toplumsal dirilişini sağlamak adına topluma, felsefi tefekkürün yayılımını sağlamalı, ‘düşünen toplumu’ yakalamalıyız. Bunu gerçekleştirebilmenin tek önkoşulu da yarattığımız ‘mütefekkir şahsiyetler’ eliyle halka gitmek ve halka halkın diliyle seslenebilmektir. Bırakın felsefenin terimleriyle biz boğuşalım ve onlardan biz sıkılalım. Onlara derdimizin ne olduğunu anlatabilmektir bizim amacımız. Son kertede gücün, tekniğin ve maddenin esirliğinden kurtulmuş ‘mütefekkir şahsiyetler’
artık
bizlere
eski
değerlerimizi
anımsatabilecek,
yeni
değerler
de
üretebileceklerdir. İşte bu şahsiyetler felsefenin geçtiği topraklardan geçip, onun izlerini takip ederek bugüne ulaşacaklardır. Böylelikle felsefe yorgun düştüğü köşeden kadim bir dostun eliyle ayağa kalkıp rücu ederek, tekrar karşısında insanı görecektir. Ancak bu sefer karşı karşıya gelmeyen aksine bütünleşen iki değer olarak insan ve felsefe şahsiyetlerini tekrar kazanmış bir biçimde asıl vatanlarına döneceklerdir. Engin ERDEMİR Gazi Üniversitesi
-3-
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - Felsefeyi Öldürüp Yeniden Diriltmek! Fethullah Topal2
Dostlar hepiniz hoş geldiniz. Aramızda yalnızca felsefe öğrencileri olmadığı için; felsefecilerin değil de tüm felsefe severlerin Dünya Felsefe Gününü kutluyorum. 2002 yılından itibaren kutlanmaya başlanan Dünya Felsefe Gününün, felsefeyi anlama anlatma yolunda hepimize bir milat olmasını ümit ediyorum. ……… Yeri yurdu Hindistan’dır. Uzun, kuvvetli bir gagası vardır. O gagada ney gibidir. Gagasında yüze yakın delik vardır. Bu kuşun eşi de yoktur. Her delikten bir başka nağme çıkar, her nağmesinin altından da bir başka sır. Sesinin güzelliğinden bütün kuşlar susarlar. Ömrü bin yıla yakındır. Öleceği vakti bilir. Öleceği vakit çalı çırpı toplar, onları çepeçevre yığar. Tam ortasına geçer ve yüzlerce türlü nağme ile feryada başlar. Hem feryat eder hem de ölüm derdinden gazel yaprağı gibi titrer. Feryadını duyan kuşlar onun ağlamasına ağlar, bu ağlama yüzünden bir kısmı dermansız bir halde ölür. Bir soluk ömrü kaldığında şiddetle kanatlarını çırpar. Kanadından bir kıvılcım sıçrar, alev alır. O ateş çevresindeki çalı çırpıyı tutuşturur; ve tamamıyla yanar gider. Külde bir zerre bile ateş kalmayınca o külden bambaşka bir Kaknüs kuşu meydana gelir.3 Evet yukarda Feridü’d-din Attar’ın Mantıku’t Tayr’ından iktibas ettiğimiz bir türden yok oluş ve yeniden doğuşu, kevn ve fesadı farklı alanlara teşmil edebilir, felsefeyi de bu alanlardan biri görüp bu kapsam içine alabiliriz. İnsan zihninin ürünü olan felsefe ilk insanla başlamıştır. Bu gün dünyamız, Harvard Üniversitesi Yer ve Gezegen Bilimleri enstitüsünden Dr. Stein B. Jacobsen’e göre Tam 4,577 milyar yıl yaşındadır.4 İnsanın dünyanın oluşumundan daha sonra var olduğu ve kesin olmamakla birlikte ilk insanın bundan yaklaşık olarak 55 bin yıl evvel yaşadığını biliyoruz. Bu noktadan itibaren acımasız olmak ve bu kadar yaşlanmış olan bir bilimin, yaklaşık olarak 55 bin yaşında, ölüp tekrar Kaknüs kuşu misali küllerinden doğmasını istemek durumundayım. Ve artık bilgi kirlenmesinin hat safhaya ulaştığı günümüzde ucu bucağı 2
Gazi Üniversitesi Felsefe Grubu Öğretmenliği Attar Feridü’d-din, Mantıku’t Tayr, çev: Çiçekler, Mustafa, sy:231, Kaknüs Yayınları, 2006, İstanbul 4 Bilim Teknik Dergisi, Tübitak, Temmuz 2003 3
-4-
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - olmayan bir derya gibi görünen ve fakat olduğu yerde duran, birbirinin tekrarı niteliğindeki statik felsefi söylemlerin ortadan kalkması için çalışmalı, küllerinden doğan yeni bir bilimin oluşması aşamasında felsefe severler olarak topyekûn ubudiyetle çalışmalıyız. Bu çalışma esnasında farkında olmamız ve belki de en çok üzerinde durmamız gereken nokta; yeniden doğuşun oluşumunda tek bir kuram yahut kişiye bağlı kalınmaması gerçeğidir. Zira kuramlara, yaklaşımlara aşık olunmaz. Böyle bir şeyin olması bizi statik konuma sokar. İnsanlar kendi inançlarının, düşüncelerinin, tavır alışlarının doğru olduğuna inanırlar ve kendi doğrularının yok oluşunu ve her zerresinin kül olmasını izleme cesaretini ne yazık ki gösteremezler. Bu da önce insanı, sonra grubu ve daha sonra toplumu ve haliyle felsefeyi statik bir konuma sokar. Oysa eleştirel bir düşünceyle doğrularımızın üzerine gitsek ve yaksak onları, bu sayede doğrularımızın duman olan kısımlarına nasıl bu ana kadar prangalara vurulmuşçasına bağlı olduğumuzun ızdırabını ve dahi küllerinden yeniden doğan kısımlarıyla da doğrularımızın doğruluğunun bir kez daha haklı gururunu yaşasak o zaman gerçek felsefeyi, felsefi davranışı sergilemiş olacağız. Bilenler bilirler Nasreddin hocanın başından geçen şu ibretlik olayı ; Mollanın biri bakmış, Hoca Nasreddin sokak lambasının dibinde, iki büklüm eğilmiş, yolda bir şeyler arıyor. Sormuş: “Hocam hayırdır, orada öyle ne arıyorsun?” “Evin anahtarını düşürdüm de onu arıyorum.” “Orada mı düşürdün anahtarını?” “Yok, şu karanlık sokağın ortasında düşürdüm.” “Bre Hocam, insan anahtarını düşürdüğü yerde arar, sen niye burada arıyorsun ki” Nasreddin Hoca, Mollanın suratına bakmış, bakmış, sonunda şöyle demiş: “İlahi Molla, anahtarı karanlıkta nasıl bulayım, burası aydınlık ondan burada arıyorum” Denebilir ki doğrularla yüzleşmek, tarihi anlamda her alanda her konuda söylenenlerin aydınlık olduğunu kabul etmek ve kaybettiğimiz her şeyi bu sokak lambası şebihliği, benzerliği, gösteren tarihsel bilgiden, bizim alanımıza irca eder isek eğer, her doğrunun felsefe tarihi içinden çıkmasını beklemek acı çekmektir. Zira bahsettiğimiz ön kabullerimiz içinde her ne kadar doğrularımız var ise de, aradığımız bilgilerin bazıları her ne kadar günün birinde, asırlar evvelinde birileri tarafından şöylenmişse de; yaşadığımız son yüzyılda duru su
-5-
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - misali olan ve fakat bizim hunharca bulandırdığımız felsefi düşünüş ortamımız, Nasreddin hoca misalindeki anahtarımız, kim bilir belki de sokağın karanlık kalan tarafındadır. Şu gerçeği söylemek durumundayız ki kesinlikle geçmişi silip atma niyetinde değiliz; zira “Eski hatalardan kurtulmak için, bütün eskiyi ortadan kaldırmak isteyiş, pirelerden kurtulmak için yorganı, hatta bütün evi yakmaya benzer ki bu da tembel bir hizmetçinin işidir.” 5 Yapmak istediğimiz asıl iş, felsefe alanında yapılmış olan tüm çalışmaları alegorik bir ifade ile öldürmek yahut yakmaktır. Bu yanma sonucunda geriye duman olup gitmiş, yalan yanlış bilgilerden soyutlanmış, küllerinden yeniden doğan Kaknüs kuşu kalacaktır.
5
Nurettin Topçu
-6-
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - Bana Göre Felsefe Hayriye ERGEN6
Bugün burada dünya felsefe günü ile ilgili olarak toplanmış bulunuyoruz. Böyle bir günün var olduğunu sadece 4 yıldır biliyorum. Bu günü diğer arkadaşlarımla paylaştığımda aaaa her şeyin de bir günü varmış yaaahu! (!) şeklinde tepkiler aldığım da oluyor. Yahu sizi tüketime iten günleri bu kadar sorgulamadığınız da iş felsefeye gelince nasıl bir anda bu kadar sorgulayıcı(!) bireyler oluyorsunuz. Felsefenin suyunda var herhalde sorgulama işi… Yine de anlatmaya çalıştım felsefe o sizin anladığınız anlamda her şey değildir dedim, felsefe öyle güzeldir böyle iyidir dedim, bazıları anladı bazıları sıkıldı, çekildi köşesine… Ben kaldım yine düşüncelerle ve kendi düşüncelerimle… Her neyse efendim, hepimizin felsefe günü kutlu olsun… Öncelikle söylemeliyim ki konuşmam duygusal kaynaklı bir konuşmadır. Herhangi bir akademik kaynağı yoktur. biraz kendi başıma gelen olaylardan bahsetmek istiyorum. Mutlaka benzerleri de sizin başınıza gelmiştir ve belki de gelecektir. (!). Geçtiğimiz Ekim ayında ramazan bayramı vesilesiyle evime gitmiştim. Hoş beş sırasında öğretmen olacağım meydana çıkınca önce bir temkinle yaklaşıldı, atama durumu sorgulandı ve nihayet hangi bölüm okuduğum sorulup acı gerçekler ortaya dökülünce, resmen teselli edildim…Dışarda herkese iş olduğu ve üzülmemem gerektiği bana son derece hüzünlü gözlerle bakılarak söylendi. Benim o çok sevdiğim bölümümle, mesleğimle ilgili neler söylüyordu bu insanlar böyle? Bu misafir grubunu uğurladıktan sonra gelen diğer misafirlerle yaşanan benzer diyalogları atlayıp verilen öğütlerden bahsetmek istiyorum: Bana felsefecilerin kendi doğruları olduğundan bahsedildi. Çok mu eğri duruyordum bilemedim ama ısrarla doğrulardan bahsedildi, keşke ellerine verebilseydim doğrularımı… Keza arkadaşlarımın tahmin edemediği, beklemediği, sık yapmadığı bir şey yapınca işte felsefeci, aaa doğru sen felsefe okuyordun değil mi şeklinde tepkiler alıyorum. Sizler de pek çok almışsınızdır.
6
Gazi Üniversitesi Felsefe Grubu Öğretmenliği
-7-
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - Bu üç örnekten bir felsefecinden beklenenin beklenmediklik, doğruluk ve bir o kadar da işsizlik olduğu sonucuna vardım. Bunların yanında bir gözlük, bir fular veya pipo da fena olmaz . Çok sevdiğim ve saydığım bir hocam bana bundan bir zaman önce kimden ne beklediğini bilmenin önemli olduğunu söylemişti. Kimden ne beklediğimi bilirsem hayatımı yönetmenin daha verimli olacağını anlatmıştı. Felsefeye bu açıdan baktığımızda günümüzde pek çok insan için önem verilenler sırasının üst sırasına gelmiş olan maddi beklentiler açısından bekleneni pek karşılamadığını düşünüyorum. Bu içinde yaşadığımız dünyanın belki de kaçınılmaz bir sonucu. Kimden ne beklediğimizi bildiğimizde ona yüklediğimiz anlam da şekilleniyor. Yüklediğimiz anlamın günümüz dünyasında karşılığı varsa o şey değerli oluyor… Öte yandan felsefeye değer verip öneminin farkında olanlarla da karşılaştım. Oturduk sohbetin tadı damağımızda kalarak ayrıldık birbirimizden. Bazen çıkamadık işin içinden neden bu felsefe ve gerçek (!) hayat kopukluğunun neden olduğu konusunda. Evet, gerçek hayat, sanki felsefenin olduğu hayat gerçek bir hayat değilmiş gibi sanki felsefe rafta bir yerde duruyormuş da biz onu olduğu yerden alıp hayatımıza ekliyormuşuz gibi… Sahi neden bu kopukluk? Teknik bilginin getirmiş olduğu pratikliğe ve çabukluğa çabucak alışıp, ruhlarımızı şehirlerin gürültüsüyle sağır etmeye başladığımızdan mı felsefeye bu temkinli yaklaşma? Yoksa Bacon’un da dediği idola fori yani çarşı idollerinden mi kaynaklanıyor? Bilemiyorum..
-8-
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - Adım Adım Felsefe Melek Zübeyde BAŞ7
“ Micheal Ende’nin Bitmeyecek Öykü adlı kitabında, genç savaşçı Atreyu sihirli ayna kapısından içeri bakma zorluğu ile karşı karşıya kalır. Aynanın sihri, o kendi içindeyken, onun görüntüsünü yansıtabilmesinden gelir. Yani aynaya bakmak demek, kendisinin gerçek yüzüne bakmak demektir. Hikayenin bir diğer karakteri, bunun o kadar da zor bir şey olamayacağını düşünür. Fakat insanların kendilerine ne kadar yabancı olduklarının farkında değildir. “ bu” der bilge, “herkesin görmezlikten geldiği bir şeydir. Çünkü insanın kendi gerçeği genellikle vahşidir. Gerçek yüzleriyle yüzleşenler çoğunlukla çığlık atarak kaçarlar.” Kendi gerçeğimizi ne kadar biliyoruz? Kendimizi ne kadar tanıyoruz? Yaşadığımız dünyayı, bu dünyadaki konumumuzun ne kadar farkındayız? Gerçeklik dediğimiz şeyden ne anlıyoruz? Ya da gerçekliği anlamaya çalışıyor muyuz? Bu soruları tek bir cümle altında toplamak istersek, şüphesiz karşımıza Sokrates ve onun “ kendini tanı\bil.” Öğüdü gelir. Sokrates bu öğüdü yalnızca bir uyarı olduğu için değil, aynı zamanda da bir arayış olduğu için benimsemiştir. Çünkü kendini tanımak dediğimiz şey, aslında ucu bucağı olmayan bir maceranın adıdır. İçe dönük başlayan bu keşif , dış dünya ile devam eder. Ve Emerson’un dediği gibi “ Geçmişimizde neler olduğu ve geleceğimizde neler olacağı, içimizde neler olduğuyla karşılaştırıldığında küçük meseleler. Hayatımızın her aşamasında kendimizle, çevremizdekilerle, yaşadıklarımızla, etrafımızda olup bitenlerle ilgili çeşitli sorular sorarız. Geçmişi, yaşadığımız anı ve geleceği sorgularız. Gördüğümüz olayların sebeplerini sorgulamak bize özgü bir şeydir. Çünkü ilahlardan az, diğer canlılardan da fazlayız. Tanrısal bir bilgeliğe sahip olmayabiliriz ama yaşadığımız dünyanın ve kendimizin farkında olabiliriz. ve işin zorluğu da burada karşımıza çıkar: İnsan olarak, yani aradaki bir varlık olarak, bizden gizlenen şeylerin karanlığına nasıl ışık tutabiliriz? Gazeteci-yazar Mark Vernon 42 Derin Düşünce adlı kitabında bu soruya “felsefe ile” cevabını vermektedir. En genel tanımı ile felsefe değerler üzerine bir sorgulama ve araştırmadır. İnsan, evren ve değerleri anlama çabasıdır. Ve bu çaba aydınlanmamızı sağlar. Kendi içimize tuttuğumuz ışık varoluşumuzu kıymetli kılar. 7
Gazi Üniversitesi Felsefe Grubu Öğretmenliği
-9-
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - Kerkeegard’ın anlattığı bir hikayeye göre, dalgının biri, kendisini, bizzat kendi hayatından öylesine soyutlar ki, neredeyse yaşadığının bile farkına varmadan güzel bir günün sabahında ölüverir. Bizler de kendimizi bir saba ölü bulabiliriz, üstelik kendi varoluşumuzun kökenleriyle yüzleşmeden. İşte felsefe bizleri, Kierkeegard’ın hikayesinin kahramanı gibi dalgın olmaktan ve dalgın kalmaktan kurtarır. Felsefe kendimizi tanımamıza yardımcı olur. Sihirli aynaya bakabilmeyi kolaylaştıran şey felsefedir. Ve yine baktığımız o aynada, kendi gerçekliğimizle yüzleştiğimizde kaçmamızı engelleyen şeydir. Birçoklarının söylediği gibi beyhude bir meşguliyet değil, insan için bir ihtiyaçtır. Felsefenin bütün amacı insanı geliştirmektir. Çünkü hayat düşüncesizce harcanacak bir doğa olayı değildir. Sokrates’in dediği gibi “sorgulanmamış hayat yaşamaya değer değildir.” Çünkü hayatımızı anlamlı kılan bizim yüklediğimiz anlamdır. Bugün her şeyin bir sonu, bir sınırı varken düşünmenin sınırı yoktur. Çoğu zaman sözde sınırlarımız, kendimizi sınırlamak için, kendimizin verdiği kararlardan başka bir şey değildir. Sınırı olmayan bu düşünme faaliyeti bize, hakikatin kapılarını açar. Bu özellik diğer varlıklardan farklı olarak insana kendini geliştirme, yenileme ve diğer varlıklardan üstün olma gücü sağlamıştır. Felsefe, bakmaktan öte görmeyi etkin kılar. Yaşadığımız dünya, o dünyanın neresinde olduğumuz, neleri değiştirebileceğimiz, en iyi nasıl yaşayabileceğimiz, kim olduğumuz, neleri bilebileceğimiz bizlere felsefenin kazandıracağı yetkinlik sonucu öğrenebileceğimiz şeylerdir. Felsefe insanın karmaşık yapısının aydınlık yüzüdür. İnsanın sihirli aynada görünce kaçtığı yıkıcı yanlarını dizginleyen felsefedir. Görmeyi bilen gözleri bize felsefe verir ve gördüğüne uygun yaşamayı. Görmek ile bakmak arasındaki çizgiyi fark etmek yetmez. Çünkü felsefe burada bitmez. Fark ettiklerimize uygun yaşamamız gerekir. Bu da bize yine Sokrates’i ve onun “ Bilmek, olmaktır.” Öğüdünü çağrıştırır. İnsan yaşantısında değişiklik yapmayan bilgi değersizdir. Bilge kişi bilgi ve eylem birlikteliğine sahip olan kişidir. Felsefe bir noktada soyut fikirlerin sırf incelenmek için incelenmesi değildir. Yararlı fikirler sıradan insan yaşamının somut problemlerine de uygulanır. Ve birçoklarının söylediği üzere, felsefeci toplumla sağlıklı ilişkiler kuramayan kişi değildir. Aksine Epikür şöyle söyler: “ bir filozofun söyledikleri insanoğlunun acılarından hiçbirini iyileştirmiyorsa boşadır. Vücuttan
- 10 -
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - hastalıkları atmıyorsa ilacın faydası olmayacağı gibi, zihinden acıları atmıyorsa faydası yoktur.” Felsefenin ne olduğu, neleri kapsadığı, nelerle uğraştığı üzerine konuştuktan sonra geriye tek bir cümle kalıyor: “Felsefe ile uğraşıyorum deme, kendimi kurtarıyorum de!”
- 11 -
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - Gelenekten Geleceğe Felsefe-Din İlişkisi Ve Geldiği Nokta Merve Esra Sağlam8
Felsefe ve din modern dönemlerin de içinde olduğu, insanoğlunu kavrayan iki olgudur.
Öncelikle felsefenin gerekliliğinden ve bize kazandıracaklarından bahsedelim.
Düşünme insanı diğer varlıklardan ayıran önemli bir özelliktir. Anlamayı, kavramayı istemeyi ifade eden bir kavramdır. Bilmeyi istemek, bilmeye duyulan bir arzunun sonucudur. Bilmeyi isteyen insan bilmek için bir sürece girer ve bunun için çabalamaya başlar. Felsefenin de kaynağı budur, bilme isteğidir. Bilmeyi isteme çabasıdır. Felsefe; kelimesi bilgelik sevgisi anlamına gelmektedir. İnsan burada bilginin sahibi değil, bilmeyi seven, bilmek için çaba gösteren konumundadır. Felsefe düşünmek ile ilgili olunca her filozofta felsefeyi kendisine göre tanımlar. Platon’a göre felsefe doğruya varmak var olanı bilmek için düşüncenin yöntemli bir çalışmasıdır. Aristo’ya göre hakikatin bilgisidir. Charles Bourdel’e göre felsefe yahut hikmet en umumi binaenaleyh insan aklını en fazla ilgilendiren ilmi meselelerin tetkikidir. Kindi’ ye göre insanın gücü yettiği sürece Yüce Allah’ın fiillerine benzemektir. Ben tanımından çok felsefenin insana bilinçli bir eleştiri zihni kazandıracağı üstünde duracağım. Felsefe insanlara sorular sordurtarak bunların cevapları üzerinde düşünmelerini sağlatır. Her insana kendisini sorgulama, çevresini sorgulayan ve araştırmacı olarak bakmasını sağlar. İçimizde oluşan hayret duygusu ve anlam arayışımız da bizi felsefeye yakınlaştırır. Felsefe insana araştırma arzusu yükleyerek onun temel gayesini; erdemli olma, mutlu yaşama ve bilgeliğe ulaşma özlemi olarak değiştirir. İlk çağda felsefeyle ilgilenen insanlara baktığımız zaman onların temel amacı hayatın gayesini bilgide bulmak, bilgiyi bulmak için çabalamak ve bulduğu bu bilgiyi hayatında uygulamak olarak görülmektedir. Bu dönemdeki filozoflar öncelikle dinden koparak sadece bilginin peşinden giderek bilmenin sevincini yaşamışlardır. Ancak pratiğin ahlaki ödev ile dini duyguların tamamen hayattan silinemeyeceğine görerek tekrar dine dönüş yapmışlardır. 8
Ankara Üniversitesi, Yaygın Din Öğretimi Ve Uygulamaları
- 12 -
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - Orta çağda ise durum biraz daha farklılaşmış filozoflar bilgi arayışına dinden başlamışlardır. Bu çağda olan filozoflar antik çağdan bir düşünce alarak kendilerine bir yol bulmuşlardır. Antik çağdan gelen kavramlar kargaşaya yol açınca iki tip filozof ortaya çıkmıştır. Augustinus’un savunduğu kiliseye bağlılığı olanlar ve Yeni Platoncular olarak bilinen kiliseye bağlı olmayanlardır. Burada kiliseye bağlı olanlar için esas kilisenin kuralları iken yeni eflatunculuk da kişisel dindarlık ön plandadır. Ortaçağ da filozof dine dayanırken rönasans ile birlikte kendini her türlü bağlılıktan kopararak yalnız kendi sorularını bulmak ve sadece kendi dünyasını anlamlandırma çabasına düşmüştür. Rönasans filozofları sadece aklın ve deneyin doğrularına bağlı kalmışlardır. Yani ortaçağdan sonra filozoflar kiliseden bağımsız olarak doğrularını üretmeye çalışmıştır. Şimdi de islam düşünce tarihinde felsefeden nasıl konuşulduğundan bahsedelim. İslam düşünce tarihin de felsefe sözcüğü ile hikmet sözcüğü yakın anlamlarda kullanılmıştır.Hikmet sözcüğü de Kuran da bir çok yerde geçerek insanlara düşünmeyi yani felsefe yapmayı öğütlemiştir. Örneğin Haşr 2 de “Ey Basiret sahipleri! iyice düşünüp değerlendiriniz.” İslam dini insanlara sürekli düşünmeyi öğütlemiştir.
İslam filozoflarının çoğu da felsefe yerine
daha çok hikmet kelimesini kullanmayı tercih etmişlerdir.Bunun bir sebebi İslam da felsefeye karşı çıkan insanlara Kuran i kelime kullanarak onlara açıklamada zorlanmamak için yapılmıştır. Hikmet kelimesi sözlük ve ıstılahi yönüyle de geniş bir yapıya sahiptir. Felsefi, kelami, fıkhi, ve tefsir yönüyle geniş bir anlamı vardır. Kuran da her insanın, her şeyin ilk nedenini bilmeyi ve gayesini ne olduğunu öğrenmeyi öğütler. Düşünen insana da bu bildiklerini hikmetiyle bilmesi gerektiğinden bahsedilir. Kuran insanın sürekli hayret duygusunu aktif hale getirmeye çalışır. İnsanın hayret duygusuna seslenerek bilgi, varlık ve evren hakkında sorular sordurtarak insanın bilincini sürekli çalışır vaziyete getirir. Hikmet veya felsefenin de amacı budur. Bu doğrultuda İslam filozofunun yegane amacı İslami düşünceleri felsefi alana, felsefi düşünceleri de İslami alana taşımaktır. Son olarak da felsefe ve din ilişkisine bakmak istiyorum. felsefe ve din arasındaki ilişkiye bakarken sadece dini yüceltmek veya sadece felsefeyi yüceltme gibi bir amacımız olmadan bakmaya çalışacağım. İnsanın yaşamından bahsediyorsak ne dini ne de felsefeyi dışarıda bırakamayız. Birini diğerine kötülemek bize yarar değil zarar getirir. İkisinin arasındaki etkileşimi iyi kavramalıyız.
- 13 -
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - Tebliğimin başında da bahsettiğim gibi ilk çağ filozoflarından bu zamana kadar olan filozoflar her zaman dine ihtiyaç duymuşlardır. İnsanın fıtratından gelen bir inanma dürtüsü vardır. Din insanların akıllarına gelmiştir. Ve insanın bunu kavraması için düşünmesi yani felsefe yapması gerekir. İnsanlar dinin gereklerini düşünerek, nedenlerini araştırarak sağlam bir inanca ve daha sonrasında bunu tatbik ederek kaliteli dindarlığa ulaşacaktır. Dini anlamak için insana gelen vahiy ilahi bir armağan iken felsefe de insanın kendi çabasıyla anlam arayışına getirdiği yöntemidir. Felsefe ve dinin günümüzdeki hali bence ayrılmaz ikiliden başka bir şey değildir. Akla gelen dini, yorumlamak için bizim felsefeye ihtiyacımız vardır. Hangisinin hangisinden doğduğu hep tartışıla gelmiş olsa da ikisi de birbirinden ayrılamaz. Felsefe yapmadan bir dindar olursak sadece inanmış oluruz. Dinsiz bir felsefeci de olursak eğer ki gerçek bir felsefi sistem geliştirirsek Tanrı’yı buluruz Rager Guardy gibi. Hocam Müfit Selim Saruhan’ın dediği güzel bir söz var onu sizinle paylaşmak istiyorum felsefe ve din aynı evden çıkan iki kardeştir. Aralarındaki tek fark biri başörtülü biri açıktır. Teşekkürler.
- 14 -
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - Mutluluk ve Felsefe Orhan BİLİR9
1.Mutluluk Nedir? Mutluluğu tanımlamak için öncelikle başka lisanlarda hangi manada kullanıldıklarına bakacak olursak şöyle bir tablo ile karşı karşıya kalırız: Yunancada ‘’eudaimonia’’ sözcüğü ile ifade edilir ve büyük çapta zenginlik, iyi olmak ya da mutlu bir alın yazısı olarak ifade edilmektedir. İngilizce’de ‘’happiness’’ sözcüğü ile kıvanç, bahtiyarlık, Almancada ‘’glück’’ sözcüğü ile saadet, mutluluk, mal mülk edinmede başarıya ulaşma, Arapçada ‘’saade’’ sözcüğü ile sıkıntıda olmama, neşe başarı ve muvaffakiyet manalarında kullanılmaktadır. Genellikle insanların kendilerine koydukları en büyük erek olarak tanımladıkları değer olarak ifade edilmektedir. İstek ve eğilimlerimizin en doygun hale gelmiş olması ile de söylenebilir10. Tdk sözlüğü mutluluğu şöyle ifade eder: ‘’Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, bahtiyarlık.’’
11
Bizler mutluluğu nasıl
tanımlarız? Mutluluk hayatımızın bir çok yerinde yer alan bir kavramdır. Biz bazen günlük halkın tabiri ile ‘’İşlerin yolunda gitmesi’’ olarak kullandığımız ifadenin karşılığı mıdır? Acaba? Ahmet İnam ‘’Mutluluk’’ bir karakterdir, hal değildir der. Mutlu karakter kendisi ile barışık olan karakterdir. Bir sorunla karşı karşıya kalan insan mutlu insan mücadelesi ile sürdürmeli. Mutluluk haz ile yaşanan gelip geçici bir doyum hali değil, ‘’Ben hayatın zorluklarını yenebilirim’’ ilkesine dayanan, direnme ve atılım gücünü yüreğinde taşımaktır.12 Mutluluk hayata yeni bakışlar üretmektir. Entelektüel( aydın) kesim ıstırabı seven insanlardır. İnsanın acı çekerek, ıstırap görerek ve bunun bir ayrıcalık olduğunu betimlerler. Halbuki düşünmek ve aydın olmak için ıstıraptan, acı görmekten geçmez. Batı tarihine baktığımız zaman, Sokrates’e bugün Felix Sokrat denilmektedir. Felix mutlu demek, Sokrates bir filozof olarak mutlu olarak anılır. Çünkü ölüme gittiği zaman da mutlu idi. Bu haklı olması ile alakalı bir mutluluktu. Hayattan korkmadı, kendisine edindiği güçle ölüme kendisi gitmiştir. İnsanlara mutluluğu görmeyi, bulmaya teşvik etmiştir. 9
Gazi Üniversitesi Felsefe Grubu Öğretmenliği Akarsu B. (2007), Felsefe Terimleri Sözlüğü, Anakara, İnkılap Yayınevi. 11 Türk Dil Kurumu. 12 İnam A. (2012), Felsefe ve Mutluluk, Akşam Gazetesi. 10
- 15 -
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - Mutluluk tüm insanların ulaşmak istediği en son gayedir. Bu fikir üzerine insanlar genel itibari ile hemfikirdirler. Ancak insanların mutluluğu nasıl kazandığı, ne ölçüde gerçekleştirdiği veya gerçekleştiği insan hayatında mutluluğun yerini tespit edilmesi konularında farklılık gösterir. Peki mutluluk üzerine bu kadar konumlanmışken mutsuzluk nedir? İnsanın temel gayesi ve en büyük değerlerinden biri olan mutluluğu neden mutsuzluğa bırakırız? Mutsuzluk tam tersine, bedbahtlık, hedeflerimizden şaşma durumunda insanda var olan bir üzüntü durumudur. ‘’Kendini iyi hissetmeme halidir..’’ Bizim kültürümüze, bizim inancımıza göre insan evladına yakışmayan bir duygu-durum halidir. Ahmet İnam mutlu olmayı bir görev olarak şöyle betimlemektedir:’’ Mutlu bir karakter edinememişseniz insanlara verebileceğinizi vermemiş olursunuz. Dolayısı ile onlara haksızlık etmiş olursunuz. En azından bundan dolayı ahlaksızsınız. Dünyayı daha yaşanır bir dünya haline getiremediğiniz için. 2.Felsefe Tarihinde Mutluluk Felsefe Tarihinin seyrine bakıldığında ‘’Mutluluk’’ kavramı Antik Yunan, İslam ve Doğu dünyasında sürekli kullanılan bir terim olmaktadır. Mutluluk, Felsefenin Ahlak Felsefesi, alt disiplininde yer alan temel kavramlarından bir tanesidir. Felsefe tarihinde mutluluğu ilk olarak ele alan Demokritos olacaktır. Demokritos mutluluğun insanın nihai amacı olduğunu ifade etmiştir. ‘’Mutluluğun içle ilgili bir şey olmasının, ahlaki olanın otonomisi düşüncesinin ilk defa kendisinde belirlemesi ile kendisinden sonra gelecek olan Sokrates ve Platon’a öncülük etmiştir. Böylece mutluluk Demokritos ile birlikte Antik Yunanın Ahlak felsefesinin ana ilkesi olmuştur.’’13 Antik Yunan felsefesinin mutluluk anlayışı, tek tek bireylerin mutluluğa nasıl ulaşabileceklerini araştırmayı amaç edinmekle bireyci mutluluk anlayışını benimsedikleri görülmektedir. Ancak daha sonra Platon ve Aristoteles ile beraber bu anlayıştan vazgeçildiğini, toplumu göz önünde tutan, ama bireyi ortadan kaldırmayan toplumcu bir mutluluk anlayışına dönüşmüştür. Hazzı esas alan ahlak felsefesinde, Aristoteles gibi, mutluluğun insanın en yüksek amacı olduğunu düşüncesinden hareket eder fakat mutluluk
13
Ocak H.(2012), Kınalızade Ali Efendi’de Mutluluk Ahlakı Kavramının Felsefi Temelleri, Sosyal Bilimler Dergisi, Iğdır,syf:119-141.
- 16 -
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - deyince sadece hazzı, zevki ve neşeyi anlarlar. ‘’Herkes kendine haz ve zevk veren şeyleri yapmalı, kendisine acı ve elem veren her türlü davranıştan kaçınmalıdır.’’14 İslam Felsefesinde mutluluk genel olarak dine bağlı bir özellik taşımaktadır. İslam düşünürleri eski Yunan filozofların mutluluk hakkında tarif ve tasniflerinden yararlanılarak, ancak temelini nassa dayandırarak İslami bir anlayış ile dile getirmişlerdir. Farabi’ye göre mutluluk; İnsan ruhunun, varlık bakımından kendisine dayanacağı bir maddeye ihtiyaç duymayacağı bir mükemmeliyet derecesine ulaşmasıdır. Başka bir deyiş ile mutluluk kendisi için istenen hiçbir zaman başka bir şeyin elde edilmesi için istenmeyen iyiliktir. İbn Sinaya göre; ahlak insan nefsini saflaştırır, temizler ve bu suretle onun kemale, nihai gaye olan mutluluğa kavuşmasını temin eder.İbn Sinaya göre hakiki mutluluk(nazari olarak) varlığın yaratılış hikmetini kavramak sureti ile Yüce Yaradan’a yükselmek ve O’na inanmak, ilahi alemi tefekkür etmektir. Ameli olarak mutluluk ise Kur’an’ın emrettiği ibadetleri yerine getirmektir.
14
Akarsu B.(2008) Mutluluk Ahlakı, Ankara, İnkılap Yayınevi.
- 17 -
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - Bir ‘Hatırlama’ İmkânı Olarak Felsefe Peyami Safa GÜLAY15
Alberto Manguel, Kelimeler Şehri adlı yapıtının ilk bölümünde mitolojik kaynaklarla bir analoji kurarak tarih boyunca yazar-çizer takımının, samimi ilim alakalılarının içinde bulunduğu paradoksal durumu tahlil etmeye çalışır. Söz konusu hikâye, mitolojik karakter Apollon’un kendisine hiç kimsenin inanmaması koşuluyla kehanet yeteneği bahşettiği Yunanlı rahibe Kassandra’nın hikâyesidir. Kassandra bir manasıyla hakikate dair konuşur ve bu konuşma öyledir ki, yine Manguel’in ifadesiyle okurları ya da dinleyenleri onun ifadelerini en iyi ihtimalle ‘karanlık’ bulurlar.16 İşte Manguel, topluma birikimini herhangi bir şekilde aktarmak, onu gelecekteki muhtemel tehlikelere karşı uyarmak niyetiyle ve samimiyetle hitap eden entelektüel hatibin kaderini çoğu durumda Kassandra’nın kaderiyle paralel görür ve bahsettiğimiz bölümün sonuna şu kanaatini ekler: “Alay konusu olmak, anormal olarak nitelenmek, ölüme teslim edilmek: Bu, toplumun, hakiki faillerinin birçoğunu mahkûm ettiği kaderdir.”17 Bugün insanın problemleri incelenmeye kalkılsa zannediyorum en küçüğünden en büyüğüne kadar hemen hepsinin arka planında insanın kendi varoluşuyla ilgili yine kendisine ait olan tanımı bulunur. Bu, mümkün olan en kısa haliyle şöyle bir şeydir: Kendisi dışında her türlü varlığa karşı ‘alacaklı’ konumunda bulunan insan. Tabii insan bu tanımı yaparken döneminin ekonomik, siyasi, kültürel anlayışlarına dair algılardan ve bunlar gibi diğer bütün alanlardaki unsurlardan etkileniyor. Bu algılara dair kısa bir düşünümse, insanın kendi yaptığı tanımı sonucu kendisini alacaklı konumuna oturtmasını gayet anlaşılır bir hale getiriyor. İnsanlar bugün artık hangi alanda olursa olsun kabul edecekleri paradigmaları standart ölçütlere göre belirliyor: Kolay olması, pratik olması, çıkar sağlaması yani bir karşılığının olması, kesinlik içermesi ve dolayısıyla mümkün olduğunca az düşünsel işçilik gerektirmesi gibi. 15
Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Alberto Manguel, Kelimeler Şehri, YKY, Temmuz 2009 s.28 17 A.g.e, s.29 16
- 18 -
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - Dolayısıyla insanın bu muharriklerden hareketle kendisine dair yapacağı bir tanım ve bu tanımla konumlanacağı yer elbette alacaklı konumu olacaktır. Ve insanın kendisini bu şekilde alacaklı olarak tanımlamasını tesir alanı öyle geniştir ki, basit arkadaş kavgalarından devletlerarası savaşlara kadar bütün anlaşmazlık ve çatışmaların temelinde görülmesi mümkündür. Mesela haklıyızdır ve arkadaşımız bizim gibi düşünmediği için alacaklı konumunda olduğumuzu düşünürüz, gibi. Savaşlara gelince, onların çıkma sebebi zaten alacaklılık iddiasıdır. Hal böyle olunca, son birkaç paragraftır bahsettiğimiz kabulleri reddederek ve onlardan yararlanmadan oluşturulan görüşlerin, okuyucu ya da dinleyiciye aktarıldıklarında ‘Kassandra’nın söylemi’ ile aynı akıbete uğramaları çok şaşılacak bir sonuç gibi görünmüyor. Çünkü hakikate dair samimi ve istekli olan bir ilginin ürünü her zaman son derece açık uçları, müphemliği, karmaşayı ve hatta belki çözümsüzlüğü, derinlemesine ve son derece zorlu bir düşünsel emeği bünyesinde barındırıyor. Üstelik hemen hemen her seferinde somut bir çıkar sağlamaktan, maddi bir karşılığa tekabül etmekten uzak oluyor. Hem de bu arada ortaya çıkış sürecinde müessirinden bu hassasiyetleri talep eden bir ürün, kendisini anlamaya çalışan ilgilisinden de doğallıkla aynı hassasiyetleri talep ediyor. Özetle söylemek gerekirse: Kalabalıklar nezdinde ilgi duyulan ve kabul gören anlatılar, ilgi duyulacak ve kabul görecek şeyler olarak belirlenme süreçlerinde genellikle sadece ‘her anlamda işe yararlık’ testine tabi oluyorlar. Üstelik bunun bir kere yanlışlanmış olması da bu durumu çok değiştirmiyor. Tarihin en büyük küfürlerinden birinin, bir zamanlar “dünya yuvarlaktır” demek olduğunu biliyoruz. İşte bütün bu sonuçların hareket noktası insanın kendisini kendi yaptığı tanımlama gereği alacaklı olarak görmesi ve buna bağlı olarak bir meseleye kulak vermek için o meselede bir ‘karşılık’ araması gibi duruyor. Aslında diyebiliriz ki insanların kulak verdikleri, ciddiye alarak kendisine göre hareket ettikleri yaklaşımlar çoğu durumda içinde bulunulan anı asgari zarar ve azami çıkarla geçiştirmeye yönelik oluyor. Fakat yine insanın tarihine yönelik bir okuma asıl kulak verilmesi gereken şeylerin herhangi bir çıkar gözetmeyen hatta büyük bir sıklıkla, Manguel’in belirttiği gibi, failinin başına iş açan görüşler olduğunu bize hatırlatıyor. Hâlbuki cesurca itiraf etmek gerekirse insan varlığa karşı alacaklı değil borçludur. İnsana düşen ‘alacaklı’ olduğunun tespitinden ziyade ‘borçlu’ olduğunun idrakidir. Kişinin varlıkla ilişkisi sırasında mütevazı bir borçlu olduğunu fark ve idrak etmesi ona kibirli bir alacaklı tavrından çok daha münasip gibi görünüyor. Bu idrak kişinin her türlü ilgisinin
- 19 -
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - niteliğine ve derinliğine de olumlu katkı yapacaktır. Yine bu idrak, kişinin varlığa ilişkin her nevi tavrına bir tür hasbilik kazandıracaktır. Peki ama bu idrak nasıl mümkün olabilir? Ya da böylesine kökten bir değişim mümkün olabilir mi? “Gelinen nokta itibariyle felsefe” başlığına bu açıdan bakmak oldukça zihin açıcı olacaktır diye düşünüyorum. Felsefe doğası gereği, insanın kendisini alacaklı olarak tanımlarken kullandığı unsurların hemen hepsini dışarıda bırakıyor: Kolaylık, pratiklik, çıkar sağlama, karşılık, kesin yargılar ve düşünsel faaliyetten uzaklık. Tabi bu üslubundan dolayı da kalabalıklar açısından çoğu zaman Kassandra konumunu, dinlenilmeme kaderini paylaşıyor. İtalo Calvino’nun bir ifadesini hatırlıyorum: “Bana üç şeyden uzak durmam söylendi: Dünyadan, kalabalık guruplardan ve cevabı kesin sorulardan”. Calvino’nun bu ifadesi, felsefenin meselelere yaklaşımıyla paralel okunabilir kanaatindeyim. Bir de bir hocamla yaptığım sohbetten “bir şeyin karşılığını almışsan yazık olmuş demektir!” gibi bir ifade hatırlıyorum. Bu son derece radikal söylemde bence, yapılan herhangi bir işin somut karşılığından ziyade manevi getirilerine odaklanma tavsiyesi mevcut. İnsanların kendilerine dair tersine tanımlar yaptıkları, meseleleri mümkün olduğunca yüzeysel ve maddi taraflarıyla değerlendirdikleri böyle bir zamanda vaziyeti daha güzele yönlendirmek için en uygun zeminlerden birisi felsefe gibi görünüyor. Samimi bir felsefe ilgisi her türlü somut çıkarın ötesinde meselelerin manevi, anlamsal boyutlarıyla ilgileniyor. Akla olduğu kadar aklın dışına hatta üstüne, mantıklıya olduğu kadar saçmaya, maddi alana olduğu kadar manevi alana da dikkat kabartan bir yaklaşım olarak felsefe, her ne olursa olsun daha güzel olana yönelik bir potansiyel olarak önemini koruyor. Bizim konumuz özelinde ise bütün bu imkânlarıyla birlikte insanın her türlü varlık karşısındaki ‘borçlu’ konumunu yine insana hatırlatıyor. Şahsi kanaatimce insanın hakiki konumu da bu konum, yani borçluluk konumudur. Bu bağlamda felsefe, başlıkta olduğu gibi insanın aslına dair “bir hatırlama imkânı” olarak herhangi bir karşılık beklemeyen ilgililerine sonuna kadar açık bir şekilde önümüzde duruyor. Sonuç olarak felsefe, her ne kadar günün kıstaslarına uygun olmadığı için kulak kabartılmasa, çoğu zaman insanların işlerine gelmediği için ilgi alanlarının dışında kalsa da muhteva olarak olması gerekeni hatırlatma, dile getirme görevlerini üstlenebilecek birkaç nadir alandan birisi.
- 20 -
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - Peki, sorumuzu tekrarlamamız gerekirse: İnsanı alacaklı olduğu kabulünden borçlu olduğu hakikatine sevk edecek böylesine köklü bir değişim felsefeyle olsa dahi mümkün mü? Yani felsefenin bu çabası acaba somut bir sonuç doğurur mu? Müsaadenizle yine Kassandra’nın hikâyesiyle bitirelim: “[Kassandra] Bilir ki, sorumluluğu ikna etmek değil, yalnızca dile getirmektir.”18
18
A.g.e, s. 28
- 21 -
- - - - - - - - - - - - - - - - Fel –SEFER - - - - - - - - - - - - - - - -
-1-