7 minute read
I BAKIŞ NOKTASI
Epistokrasi: Oy Kullanma Yetkisinin Bilgiye Dayalı Olduğu Yönetim Biçimi
Doruktan Türker
Advertisement
PureMind Advising Services, Senior Consultant | Owner Modern demokrasinin işlemez hale geldiği, tüm dünyadaki siyaset bilimciler, sosyologlar, felsefeciler ve diğer sosyal bilimciler tarafından neredeyse bir konsensüs halinde kabul edilir duruma geldi. Ancak bir alternatif bulmak da kolay değil. Daha iyi ya da kötü demeden tarih boyunca önerilmiş alternatifl eri incelemeye devam ediyorum. Sırada epistokrasi var. Türkçe’de hakkında çok da fazla kaynak bulunmayan, tarihçesi daha doğrusu tanımlanması 19. Yüzyıl fi lozofl arından ve aynı zamanda da parlamento üyesi de olmuş olan İngiliz John Stuart Mill tarafından yapılmış olan bir yönetim modeli: Bilenlerin yönetimi. Demokrasiye karşı olduğu söylenebilir çünkü siyasi karar alma sürecine katılma hakkının ne yaptığınızı bilip bilmemenize bağlı olduğunu savunuyor. Demokrasinin temel önermesi, ‘ne kadar bildiğinizin önemli olmadığı’ olmuştur: Herkesin bir söz hakkı vardır çünkü kişiler yaptıkları seçimin sonuçlarıyla yaşamak zorundadırlar. Eski Atina’da bu ilke, şehrin yöneticilerinin çekiliş ile seçilmesi uygulamasında görülebilir. Atina’da herkes yönetici olabilirdi çünkü herkes – yani kadın, yabancı, yoksul, köle ya da çocuk olmayan herkes – devletin yetkin bir üyesi sayılırdı. Günümüzde, bazı ülkelerdeki jüri hizmeti dışında, önemli roller için insanları rastgele seçmiyoruz. Ancak, vatandaşların görev için uygunluklarını kontrol etmeden oy kullanmalarına izin vererek temel fi kri destekliyoruz.
Platon’dan bugüne tüm demokrasi eleştirmenleri her zaman demokrasinin cahillerin, daha da kötüsü, cahillerin âşık olduğu şarlatanların yönetimi anlamına geldiğini söylemişlerdir. Örneğin İngiltere’de Brexit oylamasının ardından bu fi krin çokça seslendirildiğini duydum. Eğitimli ve donanımlı insanlar, yüksek sesle söylemeye cesaret edemeseler de sıradan insanlara anlamadıkları bir soru sorulduğunda elde edilecek sonucun bu olduğunu birbirlerine mırıldandılar. Hatta kötü insanların aptal insanlara yalan söylediği için Brexit’in gerçekleştiğini söylediler. Demokrasinin sonunun geldiğini savunanlar dahi oldu, genelde hep kısık sesle olsa da. Demokratların aptallar ve cahiller tarafından yönetilmek istediğini söylemek haksızlık olur. Hiçbir demokrasi savunucusu aptallığın veya cehaletin bir erdem olduğunu iddia etmemiştir. Öte yandan demokrasinin bilgi seviyesi nedeniyle bir ayrımcılık yapmadığı da doğrudur. Zor sorular hakkında akıllıca düşünme yeteneğini ikincil bir değerlendirme olarak kabul eder. Birincil ve önemli olan düşünce, bir bireyin seçim sonucuna dahil olup olmadığıdır. Demokrasi, sadece seçmenlerin kendi hatalarının acısını çekecek kadar uzun süre sistemin içinde olmalarını ister. Kalanıyla ilgilenmez. Epistokrasinin ortaya koyduğu soru ise şudur: Neden bilgi temelinde ayrımcılık yapmıyoruz? Herkesin katılmasına izin vermenin nesi bu kadar önemli ve özel? Bu soruların arkasında, hatalarımızla yaşamak yerine, onları önlemek için elimizden gelen her şeyi yapmamız gerektiğine dair sezgisel olarak çekici bir düşünce yatar. Bu açıdan bakılırsa kimin sorumluluk alması gerektiğinin önemi kalmaz.
20. yüzyıl boyunca, demokrasi, siyasetin varsayılan koşulu olarak kabul edildi, erdemleri zayıfl ıklarından çok daha ağır bastı. Şimdi 21. Yüzyıl’da dünyanın çeşitli köşelerinde yaşananlar bazı orijinal şüpheleri yeniden canlandırıyor. Demokrasi içinde yaşayan seçmenler şu anda oldukça aptalca kararlar alıyor gibi görünüyorlar. Öyleyse neden ne yapılması gerektiğini en iyi değerlendirebilecek yetkinlikteki kişilerin görüşlerine daha fazla ağırlık vermiyoruz? Bu soruyu cevaplamadan önce, epistokrasi ile sıklıkla karıştırıldığı teknokrasi arasında ayrım yapmakta fayda var. Epistokrasi, en iyi bilenler tarafından yönetilmek anlamına gelir. Teknokraside ise mekanik ve mühendisler tarafından bir yönetim vardır. Teknokrat, makinelerin nasıl çalıştığını anlayan kişidir diye tarif edilebilir. Hem temsili demokrasi hem de pragmatik otoriter rejimler, teknokrasiye yatkındır. Giderek her sistem, özellikle ekonomik sorunlar söz konusu olduğunda, karar verme kapasitesini özel olarak eğitilmiş uzmanların ellerine bırakmaktadır. Merkez bankaları ya da fi nansal güç odakları, dünya çapında çeşitli siyasi sistemlerde önemli bir güce sahiptir. Bu nedenle, teknokrasi demokrasiye gerçekten bir alternatif değildir. Popülizm gibi daha çok bir eklentidir. Epistokrasiyi farklı kılan, teknik olarak doğru (correct) karar yerine “doğru (right)” karara öncelik vermesidir. Türkçede iki ‘doğru’ arasındaki nüans için farklı bir kelime bulamadım, ne yazık ki. Epistokrasi nereye gitmemiz gerektiğini bulmaya çalışır. Bir teknokrat bize ancak oraya nasıl gitmemiz gerektiğini söyleyebilir. Epistokrasinin pratikte nasıl işleyeceği sorusu önemlidir. Bariz zorluk, kimin bilenler olarak sayılması gerektiğine karar vermektir. Genel bir uzman olarak kabul edilmek için resmi bir nitelik yoktur. Öte yandan bir teknokrat belirlemek çok daha kolaydır. Teknokrasi, felsefeden çok sıhhi tesisat gibidir. Birçok ülke bir fi nansal krize girdiğinde, çözüm için ekonomi uzmanları aramaya başlaması ve global büyük bankalara ve fi nans kuruluşlarına yönelmesi boşa değildir. Çünkü teknisyenler oralarda toplanmıştır. Tuvaletiniz tıkandığında hemen bir tesisatçı bulmak istersiniz oysa genellikle tesisatı ilk seferinde yanlış inşa edip tıkanmaya neden olan da başka bir tesisatçıdır. Tarihsel olarak, bazı epistokratlar, siyaset için teknik olmayan nitelikleri savunarak kimin en iyi bildiğini belirleme sorununu ele aldılar. Epistokratların, en yüksek karar vericilerin bir teknik üniversite yerine ‘Hayat Ünivesitesi’nden mezun olmuş olmalarını tercih edeceklerini söyleyebiliriz. Ancak böyle bir üniversite olmadığı için, genellikle bir tür yetkinlik testinin uygulanmasını önererek bu durumla başa çıkmaya çalışıyorlar. Yazının başında andığımız John Stuart Mill, yaptıkları işe bağlı olarak farklı sınıfl ardaki insanlara değişen sayıda oy hakkı veren bir oylama sistemini savunmuştu. Bu önermeye göre, profesyoneller ve diğer yüksek eğitimli bireylerin her birinin altı veya daha fazla oyu alacaktı; çiftçiler ve tüccarlar üç ya da dört oy; vasıfl ı işçiler iki oy, vasıfsız işçiler bir oy sahibi olacaktı. Mill ayrıca, bu fi krin hiç de hoş karşılanmadığı bir dönemde, kadınların da bir oy hakkı olması gerektiğini savunuyordu. Ancak bunu, kadınların erkeklerle eşit olduğunu düşündüğü için önermiyordu. Bazı kadınların, özellikle de daha iyi eğitimli olanların, çoğu erkekten üstün olduğunu düşündüğü için oy kullanmaları gerektiğini savunuyordu. 21. Yüzyıl’dan bakınca Mill’in sistemi fena halde anti-demokratik görünebilir: Bir doktor neden bir çobandan daha fazla oy kullansın sorusu akıllara gelebilir. Mill bu soruyu duysaydı hemen bir karşı soruyla size yanıt verebilirdi: Bir çoban neden bir doktorla aynı sayıda oya sahip olsun ki? Mill basit bir demokrat değildi, ama teknokrat da değildi. Doktorları çok sevdiği için onlara ekstra oy hakkı vermiyordu. Hayır, doktorlar fazladan oy alıyorlardı çünkü seçim için ihtiyaç duyulan şeyin, kolay cevapları olmayan sorular üzerinde düşünme becerisi gösteren insanlar olduğunu düşünüyordu. Mill, mümkün olduğu kadar çok farklı bakış açısının temsil edilmesini sağlamak için bir sistem inşa etmeye çalışıyordu. Yalnızca ekonomistlerden veya hukuk uzmanlarından oluşan bir hükümet onu dehşete düşürürdü. Platon’dan bugüne tüm demokrasi eleştirmenleri her zaman demokrasinin cahillerin, daha da kötüsü, cahillerin âşık olduğu şarlatanların yönetimi anlamına geldiğini söylemişlerdir.
20. yüzyıl boyunca, demokrasi, siyasetin varsayılan koşulu olarak kabul edildi, erdemleri zayı ıklarından çok daha ağır bastı. Şimdi 21. Yüzyıl’da dünyanın çeşitli köşelerinde yaşananlar bazı orijinal şüpheleri yeniden canlandırıyor. Demokrasi içinde yaşayan seçmenler şu anda oldukça aptalca kararlar alıyor gibi görünüyorlar.
Vasıfsız işçi bir oy, nitelikli işçiler iki oy kullanabilecekti. Ancak kaldırım döşemek gibi bir iş bir beceri olsa da ‘dar’ bir işti. Mill’in aradığı ve ihtiyaç duyulduğunu düşündüğü şey ise ‘genişlik’ti. Mill, gelişimleri boyunca daha fazla karmaşıklığa maruz kaldıkları için bazı bakış açılarının, bu tecrübe ve birikime sahip olmayanlardan daha fazla ağırlık taşıdığına inanıyordu. 21. yüzyıl fi lozofl arından Jason Brennan, Mill gibi düşünürlerden yararlanarak epistokratik siyaset anlayışını yeniden gündeme getirmeye çalışıyor. Brennan, 2016 tarihli ‘Against Democracy - Demokrasiye Karşı’ kitabında, birçok siyasi sorunun çoğu seçmenin kavrayamayacağı kadar karmaşık olduğu konusunda ısrar ediyor. Brennan’a göre daha da kötüsü, seçmenler ne kadar az bildiklerinden habersizler ve karmaşıklığı yargılama yeteneğinden yoksunlar çünkü kendilerine doğru gelen basit çözümlere körü körüne bağlılar. Brennan kitabında bu durumu şu örnekle açıklıyor: “ABD’nin ülkeye önemli ölçüde daha fazla göçmenin girmesine izin verip vermeme konusunda bir referandum yaptığını varsayalım. Bunun iyi bir fi kir olup olmadığına karar verebilmek için, muazzam sosyal bilimsel bilgiye sahip olunması gerekir. Göçün suç oranlarını, maaşları, göçmenlerin refahını, ekonomik büyümeyi, vergi gelirlerini, refah harcamalarını ve benzer konuları nasıl etkilediğini bilmek gerekir. Çoğu Amerikalı bu bilgiden yoksundur. Aslında, toplumun sistematik olarak yanıltıldığı kanıtlıdır.” Başka bir deyişle, seçmenlerin sadece bir konuyu bilmemeleri değil; bilmediklerini bilmemeleri bile değil, doğru olduklarına dair sarsılmaz inançlarını oylarına yansıtacak şekilde yanlış bir tavırda olmaları sorununun altını çiziyor Brennan. Brennan, birinin işinin ne kadar zor olduğuna bakarak karmaşık bir sorunun üstesinden gelmek için ne kadar donanımlı olduğunu söyleyebileceğimize dair Mill’in önermesini desteklemiyor. Burada çok fazla şans ve sosyal şartlanma odluğunu düşünüyor. Tercihi ise “seçim hakkında kötü bilgilendirilmiş veya cahil ya da temel sosyal bilim bilgisinden yoksun vatandaşları taramak için” gerçek bir sınav yapılması. Tabii ki, bu bambaşka bir soruyu doğuruyor: Sınavı kim yapacak, soruları kim hazırlayacak? Brennan, oy vermenin insanlar için kötü olduğuna dair 100 yılı aşkın süredir biriken kanıtımız olduğunu düşünüyor. Hatta oy vermek insanları aptallaştırıyor, çünkü demokrasi adına önyargılarını ve cehaletlerini yüceltiyor. Brennan, “Politik katılım çoğu insan için değerli değil” diye yazıyor. “Aksine, çoğumuza çok az faydası oluyor ve bunun yerine bizi aptallaştırmaya ve yozlaştırmaya meyilli. Bizi birbirimizden nefret etmek için gerekçeleri olan sivil düşmanlara dönüştürüyor.” Demokrasinin sorunu, bize daha iyi bilgilenmek için hiçbir neden vermemesidir. Bize olduğumuz gibi iyi olduğumuzu söylüyor. Ancak acı gerçek şu ki olduğumuz gibi iyi değiliz. Brennan’ın argümanı felsefi olmaktan çok tarihsel. O’na göre demokrasinin nasıl gelişeceğini bilmiyor olsaydık, en iyisinin olacağını varsaymak mantıklı olabilirdi. Ancak Brennan sonucu bildiğimizde ısrar ediyor ve bu yüzden kendimizi kandırmaya devam etmek için hiçbir mazeretimiz olmadığını söylüyor. Brennan, kendisinin de aralarında yer aldığı modern epistokratları, 19. yüzyılın ortalarındaki demokratlarla aynı konumda görmemiz gerektiğini düşünüyor. Savunduğu şey, o zamanlar demokrasinin olduğu gibi bugün epistokrasinin birçok insan için lanetli bir şey olarak görüldüğü. Brennan şu soruları ortaya koyuyor: Nasıl sonuçlanacağını görmek için bekleyerek demokrasiye bir şans verdik. Yani bu deneyin nasıl gittiğini artık biliyoruz, neden epistokrasi şansını denemeyelim? Neden, gücü tükendikten sonra bile demokrasinin yürütmemize izin verilen tek deney olduğunu varsayıyoruz? Önümüzdeki sayıda bu konudaki diğer değerlendirmelerle biraz daha derinlemesine incelemeye devam edeceğiz.