FUNDAMENTA dergi sayı 1

Page 1

FUNDAMENTA edebiyat kültür sanat dergisi / iki ayda bir çıkar / mayıs-haziran 2012 / sayı #1

ÖN KAPAK

#1


içindekiler

4

ÇARPINTI YAPTI GÜNEŞ

Şiir

Ahmed MUSAB

5

EYVAH…

Şiir

Ayşe Büşra ERKEÇ

6

SESLİ YOKLAMA

Şiir

Nurbanu DÖNMEZ

7

ZEHİRAK

Şiir

Sümeyye SEVİM

9

DUCASSE + MALDOROR = LAUTRÉAMONT

İnceleme

Ahmed MUSAB

10 SES VE YAZI

Hikaye

Betül İZGÖER

11 ESTER’İN İNCİSİ

Hikaye

Elif ERDOĞAN

12 BİR CAMIN TASVİRİ

Hikaye

Kübra MUTLU

13 TANRIYI ARAMAYA GELDİM

Hikaye

Halit UYSAL

14 AHVAL-İ BEYAN

Mektup

İlknur ŞAŞMA

17 HİKAYE MEVSİMİ

Hikaye

Neslihan HİSAR

19 HERŞEYİ YENİ BAŞTAN ÖĞRENMEM GEREK 22 HÆVNEN

İnceleme Film

Betül İZGÖER Gamze OKUMUŞ

25 NOİR DÉSİR

Müzik

Aişe HÜMEYRA

26 JOSÉ SARAMAGO - KABİL

Kitap

Songül SUBAŞI

İllüstrasyon

Ali Kaan SUBAŞI

27 TİPOGRAFİ

FUNDAMENTA fundamenta edebiyat kültür sanat dergisi yayın tarihi: 18/05/2012 yayın türü: süreli yerel ve online

Genel Yayın Yönetmeni: Betül İzgöer Hikaye - Deneme Editörü: Betül İzgöer Şiir Editörü: Ahmed Musab Kültür - Sanat Editörleri; Gamze Okumuş - Songül Subaşı - Aişe Hümeyra Tasarım & Mizanpaj: Gökçe Değirmenci, C. Ömer Subaşı


FUNDAMENTA Dergi Kalplerimize genişlik veren, işimizi kolaylaştıran, dilimizdeki düğümü çözüp sözümüzü anlaşılır kılan Rabbin adıyla. Burası toprak. Burası yerin yüzü. Burda, her sabah yeniden doğmayı ve her gece yeniden ölmeyi anlamlı kılan, bu düzeni çekilir hale getiren bir şeyler var; zihnimizde sürüp giden planlar, unutmamamız gereken işler, yarım bıraktığımız şiirler, kitapçıda gözümüze kestirip almayı ertelediğimiz kitaplar, daha geniş bir zamana bırakılmış muhabbetler… Hayatın devamını sağlayan, onu diri tutan eylemler var burda. işte biz, tüm bu eylemler azalmasın; toprağa dair, göğe, sokağa, şehre, kaleme, insana dair heyecanımızı kaybetmeyelim istiyoruz. Edebiyat, tam da bu anlamda kapılarını açıyor bize. Elimizden tutup gezdiriyor odalarını. İçimizdeki iman ve şevk ile ‘tamam’ diyoruz, ‘tamam, biz bu evde kalırız! Bu evde sehpaların tozunu alır, buğulanmış camları yeniden görünür hale getirir, sönmüş ışıkların yerine yenilerini takarız. Harfleri heceleri silahımıza doldurur, biz bu evin kapısını tetikte bekleriz. En nihayetinde buradan geçtiğimiz, ne alıp ne bıraktığımız, bu işi nasıl yaptığımız anlaşılmış olur.’ Çokça yanıldığımız, yorulup düştüğümüz ve buna oranla hakikate çokça yaklaştığımız, heyecanlanarak tekrar ayağa kalktığımız bir dünyada, yanıldığımız ve yanılmadığımız yönleriyle edebiyat bize ne söylüyor biz ona ne söyleyeceğiz görmek istiyoruz. Anlayıp gördükçe, görüp duydukça artan bir iştiyak ile kollarımızı sıvadık. Ortaya neler çıkacağına eş zamanlı olarak hep birlikte tanık olacağımız için heyecanlıyız. Fundamenta ekibi, ‘insan’ı temel çıkış noktası tayin ederek, edebiyatın kaynağına doğru yola çıkmaya hazır! Bizimle beraber bu yola revan olmak isteyen herkes için, heybemizde yeteri kadar azık var. Öyleyse bir hamle ile ‘at binenin, silah kuşananındır’ diyerek doğrulalım ve ilk adımı atmış olalım; vira bismillah! fundamenta ekibi / manifesto

fundamentadergi.com

facebook.com/fundamentadergi

fundamentadergi@gmail.com

twitter.com/fundamentadergi


Ahmed MUSAB ÇARPINTI YAPTI GÜNEŞ Yaşamın sırlarını açıyorum geziniyorum kof yüreklerde Bir akşam kadınları anlatıyorum o süpürgeye dayanmış tozlarından adamlar yapmış kadınlarımı yürekleri hiç olmayacak gibi seviyor adamları eğreti sevmelerde birinci kazanılmış çaresizliklerinden ödün vererek kaderin çıplaklığını bekliyor yetmiyor ona bu kadarı tanrıyla sevişme vaktini kaçırıyor. Sevinç yumağını örümceğin ağlarına vuruyorum kaslarımı gevşetiyorum bu yüzden huzursuz yanlarım kemiren bir hayvanın doğasını yansıtıyor hüznümü vuruyorum yerin ve göğün ardına bir anlatıyorum porsuğa bakıp; nedir düşüncemizin en saf hali sıradanlığımızı kadınların yoğurmasına bırakmamız neden neden vahşi taraflarımız ayağımıza dolanıyor kaçan sevinçlerimizin doğurganlığı uçuşan dumanlarımızın rahatlığına vuruyor Kurdun beyninden yapılmış ve bir insan biçimiyle kristalleşmiş cesetlerimiz yarı tanrıların yapmış olduğu hayvanın gözleriyle gökyüzüne bakınıyorum kadınca bir hayali maşayla alıp konuşan ocaklara atıyorum: -kuzularımızı çayırlara bırakıp gidenlerin eşleriyiz sürüyü parça parça bırakanlarınRüzgarların hışırtısıyla koyuveriyoruz zamanı bir çocuk esip geçerken ki anı keskin yokuşlara vuruyor. Derken; devrim hikayelerinde kadının rolünü kahramanlık destanlarını başını açıp türkü çığırmasını hakkaniyeti ve adaleti 3 eylül 1981’deki maddelerle eşliyoruz Kurdun başka gözleri de var elbet! roman kahramanlarından madame bovary, flaubert’in derin anlatımından tatmin olmayan bir portre çiziliyor Kadının bir anlık annesine benzerliğiyle gömleğine kuzu kokusunun sindiği anlaşılıyor tozlarından adam yaparak adını bile bilmediği bitkileri ellendiriyor Kadınlarım ekşimsi tarafları merak edilecek cinsten yürekler çoğalıyor erkek sevecenliğini artıran çoğalıyor kalkan şiirleri kadınlar adamlara sancınarak vakit öldürüyor sancınıyor gökyüzü bulutların mahvına kanarcasına rahatça yuvarlanabiliyor kent insanlara oturacak banklar bırakan Ağlayabiliyor. dişlerini gösterebiliyor aynalara

4

FUNDAMENTA

edebiyat kültür sanat dergisi

www.fundamentadergi.com


Ayşe Büşra ERKEÇ EYVAH… Tanrım eyvah, yakalıyor bir deniz tahtalara işlenmiş salların kenarından boğazımda sallanan yağlı bir urgan öptürmek istiyor kirli yanağından Atlıkarıncada sallanan bedenim bir hayatı koklamakta nefesimin bitme noktasında incecik bir yalan dolaşırken sonbaharın içinden gelen, kendi ekseni etrafında 8888 kez dönüp duran güneş öptürmek istiyor kirli yanağından. Tanrım eyvah, tutmuyor hayat ellerimizden sesimize kazınmış tiksintili seslerden yağmamışken kadınların geçmişine kurak yağmurlar sensizliğimizden süzülüp gelen nefesimde incecik bir sen korumuyor hayat bizi serzenişlerimizden siyanür zerk edilmişken sırtımıza aniden sıcak bir damla düşerken toprağa hemen kayıp bir kurgu olup düşüyorken kalbinin tam ortasına bilmeden yalnız şehirler de yaşayan, sığınamayan benzetip her şeyi kendi hüznünü çizemeden çoktan öpmüş olacağız kaderin kirli gözlerinden. Tanrım eyvah, dünya korumuyor bizi ani reflekslerle kurban gidiyor güneşin çocukları yalnız şehirler de yaşayan kalabalık insanlar sığınıyor insansız sedalara, kediler kıvrıldıkça kıvrılıyor kucaklara kayıp bir kurgu olup düşüyorum tek kişilik mezarlara ölümümle gerçekleşen sardunya kokularını sindirip hülyalara duymayacak pembe yalanlar söyleyen çiçekler kulaklarda o eskidikçe dinmeyen acı bir avuç etten hasıl beynim solup gidecek bir yaprak gibi sevişen bulutlar arasında. Tanrım eyvah, rüzgâr sarsılır güneş karşısında kabalık etmedim yaşanmışa, yaşanacağa bulutlar gelir geç kalma korkusuyla kalabalık korkusu bir yana telaşlı telaşlı boğuşurken damlalar, birbirine dokunmaktan hayâ eden yağmur taneleri vardır sigara izmaritinden doğan gözlerine yerleşiverir korkarsınız, dumanını üfüreceğim necatigil okumuşluğumdan düşüyorken sonra bir boşluğun tam ortasına kadınlar kapkara yarasalar üşüşüyor cansız bedenime ve sen bunca yılgınlığa müptela olmuş aşklar varken nesefimi taşıyan soluk üşüyor. öptürmek istiyor bir melek kirli kanatlarından yıkamak isterken bir meleği, isyan etme endişesi hani... Tanrım… eyvah, korumuyor bu ruh bizi çoktan öptük kaderi, urganı, meleği ve şeytanı sesimize kazınan tiksintili nefeslerinden.

www.fundamentadergi.com

edebiyat kültür sanat dergisi

FUNDAMENTA

5


Nurbanu DÖNMEZ

SESLİ YOKLAMA imza atamam yerinize, ses sesi vurabilir. atamam yerinize imza, gelmeliydiniz! işaretler var, işaretler yok, işaretler… işaretlendiyse, vurulmuştur işaretlendi mi? bu kara kedilerin, gözleri hendek bir parmak daha kayboldu bir parmak daha doğurabilir mi ellerin? işaretlendiyse havadan, cama yüzünü yapıştıranlar işaretlendiyse camdan, suya yüzünü asanlar hiç usanır mı çocuk utanır mı? bir hırsız karanlığı işaret edince, çıkıp gelmeliydiniz suya işaret edince bir adam çıkıp gelmeliydiniz bir ağaç, eğilip işaret edince toprağa çıkıp gelmeliydiniz çıkıp gelmeliydiniz cam gözlü balıklar düşerken avucuma kayboldu yanı başımdaki ırmak.

6

FUNDAMENTA

edebiyat kültür sanat dergisi

www.fundamentadergi.com


Sümeyye SEVIM

ZEHİRAK Damlıyor alnıma ak sütü annemin mevsim oldukça haklı üstelik dişlerine kurşun eritilmiş çığlığı sesinden çalınmış matemin Alnıma sütünün aklığı yayılıyor annemin beni semaha çağıran da bu kokusudur matemin bir demir daha eriyor gördün mü işte bir kelepçe daha güle duruyor bileklerinde annemdir maharetidir ellerinin Dudağımı dayarken annemin ak göğsüne bulut bulut dayatılır gölgeler kara tenime zehir bir özgürlük olur koşar şakaklarıma ak sütü arayan dudaklarım doyar zehrin o en kekre tadına Büyürdü çocuk rüyalarım boğuşurken bin yılanla annemin ak göğsüne sığındığım geceleri sıralasam uzanırdı bambaşka coğrafyaların rüyalarına Zehir sütüydü annenim ama ben dilimdeki şu düğümü çözmek için içtim de içtim Göğsü ak idi annemim sütü ak sütü zehir yeşil perdeler dağladı dilimi çökerken demirden lacivert gece üzerime annemdir işte kutsaldır sütünün aklığı zehirden bile...

www.fundamentadergi.com

edebiyat kültür sanat dergisi

FUNDAMENTA

7


8

FUNDAMENTA

edebiyat k端lt端r sanat dergisi


Ahmed MUSAB Ducasse + Maldoror = Lautréamont “On dokuzuncu yüzyılın sonu görecek kendi şairini” (Birinci Şarkı) Yukarıdaki dizeyi olduğu gibi kabul edecek olursak Ducasse kendi şairliğini üst seviyeye çıkartmış ve bunu da bir mısrada belirtmiş diyebiliriz. Bunu yazarken daha yirmili yaşlarında olan yazar,ismi tam olarak “Isidore Ducasse” oldu. Maldoror’un Şarkıları’nı yazmaya başlayınca birden Comte de Lautréamont’a dönüştü.

var,evren gibi hüzünlü,intihar gibi güzel” Şair Lautréamont,Maldoror’u konuşturarak kurbağaya söylediği cümlesiydi. Şair isteklerini ve doyumunu insanın kendi olduğunu görmüştür. Lautréamont şiirlerindeki kendinden çıkış ve başka bir beni ortaya çıkarması; Ben,Sen ve O üçlemesini ortaya çıkartmaktadır.

“Maldoror’un 6. Şarkısını okuyunca kendi yapıtlarımdan utandım” (A.Gide)

“kasırgaların kızkardeşi fırtınalar, güzelliğini kabul etmediğim mavi gökkubbe, yüreğimin aynası ikiyüzlü deniz, öteki gezegenlerin halkları, bütün evren ve onu cömertce yaratan tanrı; sana yakarıyorum iyi bir insan göster bana, o canavarı görünce şaşkınlıktan ölebilirim, daha azı için bile ölünebilir.”

“Maldoror’un birazcık tadına bakınca,bütün şiir yavanlaşıyor” (Aragon) “Lautréamont’u açın! Bütün edebiyat şemsiye gibi tersine döner. (F.Ponge) Fransız kültürünü büyük etki yapmış olan yazar Lautréamont bugünü yadsıdığı ve bugün de yarını yaşadığı için yalnızlığa kapanmıştır.Her yalnızlığın edebiyata etkisi nasıl yansıması gerekiyorsa bunu arkasında bıraktığı bir 24 seneye borçlu olduğunu unutmamız gerekiyor. Ben,Sen ve O üçlemesinden nasibini alan şair Lautréamont,kişilik kaybından çok değişime uğradığını söyleyebiliriz.Bu değişimini yapıtında yani Maldoror’un Şarkıları’nda görmemiz mümkün.Kendi anılarından oluşturan yazar yer yer Tanrı’yla münasebetini ilahi boyuta çıkartarak;şeytanın tarafında yer alıyor.Tanrı’yla savaşına bu boyuta kadar yükseltiyor. İmparatorluk,burjavazi ve Tanrı üçlemesine karşı yazılan şarkılarını (Birinci ve İkinci şarkısında) isimsiz yayınlıyor. Lautréamont şiiri kendi kulvarında başlatmış olduğu gerçeküstücülük ve bu yönüyle ondan sonra gelen yazarları etkilemiştir. Lautréamont’u bilmeyen yazarlar da ondan etkilendiklerini ihmal etmişlerdir.Sade bir dil kullanan yazar ikinci yenicilerin (Cemal Süreya müstesna) şiirlerinde belirgin bir özellik taşımaktadır.

Şiir üzerine yazılan yazılarda hem Edip Cansever hem de Turgut Uyar’a baktığımızda şiirin bir çıkmazdan kurtulamadığı ve bunu ancak yine şiir yazarak çıkabileceği olmuştur. “bilirim ki, bu, şiir yazmamı, şiirle fazla uğraşmamı önlemiş” c.s Cemal Süreya,İsmet Özel,Edip Cansever,Turgut Uyar ve niceleri kendilerini şiir yazmaya mecbur hissettikleri için şiir yazmışlardır. Lautréamont’ta bu kervana katılabilir : “Arkamdan hiçbir anı bırakmayacağım” Lautréamont bunları tekrarlayarak söylese dahi yine de kendini şiir yazma mecburiyetinden kurtaramamıştı. Şiirin bu yüzyılda nasıl bir şekle bürüneceği merak konusu, Lautréamont’la başlayan bu gerçeküstücülük daha nice serüvenleri beraberinde getirmeye ve bu şiir savaşını her dönem ‘yenicilik’ hissetmeye devam edecektir. Yenicilik;şiir okuyabilen ve şiir yazabilen kalıncaya dek sürüdürülebilir.

“Güçlü olmalısın;çünkü bir üstinsan yüzün

www.fundamentadergi.com

edebiyat kültür sanat dergisi

FUNDAMENTA

9


Betül İZGÖER SES VE YAZI Köprünün merdivenlerini ağır ağır iniyorum. Hızlı adımlar atmamak gerek, asil bir tavır sergilemeliyim. Çünkü burası köprü değil, bir saray. Salonda şık giyimli insanlar beni basamaklarda görünce tepeden tırnağa süzecek, ayrıntılara dikkat edecekler. Kadınlar imrenerek bakacak, erkekler… Ah şarkı bitmemiş olsaydı keşke! Üzerime çamur sıçramış üstelik. Merdivenleri acele acele inip sahilde boş bir bank aradım. Aynı hayalleri kurmaktan bıkmıyorum bir türlü. Fakat şarkı bitince, hayal de kalmıyor. Etrafıma bakındım bu sıra. Gereksiz bir arayış benimkisi, bankların tamamı boş zaten. Herhangi birine geçip oturdum. Deniz güzel. Martılar iyi. Hava soğuk. Arabeske doğru kanat çırpan bu kuşları kafese koymalı. Niye geldim şimdi buraya? Öyle gerekti. Cevaplar hazır bakıyorum. Hazır değildi, doğaçlama oldu. Bir dakika izin verir misiniz? Anlatıyorum. Uzun süredir yazamıyor, kendimi suçlayıp duruyordum. Bu iç seslerimden bir şeyler çıkar zannederek onlara kulak veriyordum. Ancak sesler çoğaldı. Zihnimde uçuşan hiçbir imgenin yerini bulamadım. Hem sadece bu da değil. Canımı sıkan başka şeyler var. Belki de ihtiyacım olan şey, biraz düzen. Hey bu adam bana neden bakıyor? Ya da ben neden ona bakıyorum? İlk önce o başlattı! Aldırış etmeden elimdeki deftere bir şeyler yazmaya devam etmeliyim. Boş ver şimdi adamı. Ne diyordum, hah düzen, evet buna ihtiyacım var. İyi de bu adam sağ tarafa doğru gitmemiş miydi. Neden döndü geri. Yine bakıyor. Deli midir nedir. Bak hiç sevmem böyle şeyleri. Git şuradan da aklımı toplayabileyim. Sahile daha yakın yerde, tam karşımda durdu. Hiç kimse de yok buralarda. Aman Allah’ım, bir şey filan yapmaya kalkarsa. Para versem. Buraya iki satır yazı yazayım diye geldim tamam mı, senin gibilerle işim olmaz benim! Anlaşıldı, bu adamın bir derdi var ve ben o derdi hiç merak etmiyorum. Defterimi, kalemimi telaşsız bir şekilde çantama koyup yerimden kalktım. Müziğin sesini yükselttim. Henüz on adım – belki daha da az- atmamışken, arkamdan gelen sesle döndüm. - Bakar mısınız, biraz konuşalım mı? - Ne! Hayır, tabii ki. - Lütfen kırmayın beni. Kafanı kıracağım senin birazdan! Ne konuşabilirsin ki benimle! Kim bilir nesin? Endişelendiğimi belli etmemem gerek. Gülüyorum. Annem haklı çıktı. Tek başına öyle sahil filan gezilmez demişti. Sadece biraz yazı… Kes artık tamam, bir çare bul, adam inatçı. - Sadece beş dakika! - Bakın eğer yanımdan gitmezseniz, şuradaki amcanın – tam o sırada bir balıkçının bize doğru geldiğini gördüm- yanına gideceğim ve beni rahatsız ettiğinizi söyleyeceğim. Şaka yaptığımı sanıyor. Sırıtmaya başladı. Sen görürsün şimdi. Doğru balıkçının yanına gittim. Bir an onun da bu meymenetsiz adamdan yana olabileceğini düşünmedim değil. Fakat denize düşen yılana sarılıyor işte. Niye yılan oldu ki şimdi balıkçı? - Şu adama bir şey söyler misiniz? Beni rahatsız ediyor! Ciddi olduğumu görünce o da geldi yanımıza. Amacıma ulaştım. Balıkçı ona kızdı. - Rahat bırak kızı. Ayıp, bak o saatlerdir orda oturuyor. Hadi git işine. Amca yalancı çıktı. Yarım saat bile olmadı geleli. Neyse, beni korudu fena mı. Arkama bakmadan uzaklaştım. İş biraz daha uzadı. Bir bisikletli ve iki güvenlik görevlisi ile daha konuşmak zorunda kaldım. Böyle bir şey yaşamak istemezdim elbette. İnsanlardan uzaklaşıp ilham perilerini bulayım derken başıma gelene bak. Bütün derdim bu zaten; kaçmak, uzaklaşmak… İnsanlarla arama ördüğüm duvara en çok çarpan ben değil miyim? Müzik dedim, yazı dedim, kaçtım. Kaçtıkça kırıldım, kırıldıkça… Ne şimdi bu, günah mı çıkarıyoruz? Bir sussanız! Siz susmadıkça, kulağımdaki İranlı adam daha yüksek sesle söyleyecek şarkısını. “Ham rah sho azîz…” Biraz uyumalıyım şimdi. Yoruldum. Nedimelerim nerede? Saçlarımı taramayın bu akşam. Sabahleyin de kahvaltıyı odama getirin. Ah kolumu vazoya çarptım, şu kırıkları toplasın biriniz. Kırıkların arasında bir kâğıt. Şarkı bitti. Kağıt gerçek; “Ses kesilince sertleşiyorum. Buz kesiyorum. Kendimden üşüyorum. Yaralarıma kendimi basıyorum. Hayret iyi geliyor. Kendimin en dip köşesinden gökyüzünü izliyorum. Burası karanlık, burası kuyu. Serin ve derin- burası iyi, dışarısı iyi değil- yusufun kuyusuna benziyor mu bilmiyorum- dışarısı kırıcı- kendime sığınıyorum. Uzanıyorum kuyunun dibine; yusuf olmadım hiç, bir kervan da geçer değil biliyorum.

10

FUNDAMENTA

edebiyat kültür sanat dergisi

www.fundamentadergi.com


Elif ERDOĞAN ESTER’İN İNCİSİ Selamın alınmadığı, uzatılan elin tutulmadığı bir dönemde tanıdım Marsus’u. Ani bir kararla düşmüştüm yola. Terk edecektim bu lanetli kasabayı. Onu gördüğümde epeyce uzaklaşmıştım. Garip kılığıyla çekmişti dikkatimi. Gerçi garip olmasa da bakardım ona, çünkü bu ıssız yolda rastladığım ilk kişiydi. Onun da kafası bir şeylere atmış olmalıydı. Bunu hiç öğrenemedim. Kendi sıkıntılarımı anlatırken onun hikâyesini sormayı unutmuştum. ‘Terk etme!’ dedi ‘büyüdüğün bu yeri’. ‘Her şey daha güzel olabilir.’ Ne yapacağını bilmesem de her teklife açıktım. Gidecek bir yerim yoktu çünkü. Bir anda başını bile bilmediğim yolun sonunu düşünmek korkuttu beni. - Nasıl olacak o dediğin? Marsus cebinden bir inci tanesi çıkarıp uzattı. - Bunu avucunda sıkıca tut ve olmasını istediğin şeyleri dile. Sonra hemen evine dön. Göreceksin senin için her şeyin en iyisi olacak. Her gün böyle gizemli şeyler olmaz insanın hayatında diye düşündüm. Ya da inanmak işime geldi. Dediklerini yaptıktan sonra eve döndüm. Fazla bir şey istemiyordum aslında. Ailemden kalan tek kişi çok sevdiğim erkek kardeşimdi. Onunla beraber baba yadigârı küçük evimizde uzun yıllar yaşamak istiyordum. Bu mütevazı dileğimin önündeki tek engel kral Giges’ti. Çünkü kral evimi ve civarındakileri yıkıp kendine yeni bir hara yapmak istiyordu. Evlerimizi elimizden aldığı takdirde kralın karşılık olarak vaat ettiği hiçbir şey de yoktu. Günlerce anlam veremediğim bir inançla dileklerimin gerçek olmasını bekledim. Ve bir sabah uyandığımda içimde filizlenen o inanç solup gitti. Kralın adamları gelip bizi dışarı çıkarttılar. Ne kadar uğraşsam da evimin yıkılmasına mani olamadım. Birkaç gün boyunca kardeşimle evin yıkıntılarının üstünde oturup ağladık. Marsus’a en az krala olduğu kadar kızgındım. Boş bir hayale kapılmamı sağlamıştı. Gece çıkan ayaz nedeniyle birkaç günün sonunda kardeşim hastalandı. Komşuların yardımıyla doktor bulmak için yola çıktık. Ama doktorun bulunduğu kasabaya varamadan onun artık nefes almadığını fark ettik. ‘Ah! Marsus ah! Diye derin bir iç geçirdim. Üç şey dilemiştim. Evimde kardeşimle uzun bir ömür. Tersi çıkmayan bir tek benim hayatım kalmıştı. Bu üzüntüyle ben de çok yaşamazdım. Evin yıkıntılarına geri döndüm. Birkaç parça eşyamı bulup, bu sefer geri dönmemek üzere terk edecektim burayı. Artık beni bağlayan hiç bir şey de kalmamıştı. Kıyafetlerimi ararken toprağın içinde parlayan bir şey gördüm. Elimle eşeleyip çıkardım. Bu Marsus’un dilek tutmam için uzattığı inciydi. Şaşkındım, anlam verememiştim. Hiçbir eşyamı almadım. İnciyi cebime koyup hızla ayrıldım kasabadan. Yürüme mesafesi üç günlük olan Urbem adlı bir yere geldim. Karnım çok acıkmıştı ve kalacak yerim de yoktu. Cebimdeki inciyi hatırlayıp onu satacak birini aramaya başladım. Bir iki adamın tarif ettiği küçük bir dükkân buldum. İçerideki yaşlı adam gözlüklerinin üzerinden bana baktı. Daha sonra elimdeki inciye. Saniyeler geçtikçe adamın yüzünde bir hayret ifadesi uyanıyordu. ‘Bunu nereden buldun?’ diye sordu. Kıymetli bir şey olduğunu o an anlamıştım. Bahçemdeki gömüden dedim. - Sana yalan söyleyebilirdim genç adam. Ama ben insanların nasiplerini çalan birisi hiç olmadım. Bu kral Giges’in büyükannesi kraliçe Ester’in gerdanlığından kaybolan incilerden biri. Bunu saraya getirirsen bir ömür rahat yaşarsın. Birkaç gün düşündükten sonra kasabaya döndüm. Adamın dediği gibi de oldu. Kral satmayıp inciyi saraya getirdiğim için beni büyük bir ev ve ziraat yapabilmem için birkaç dönüm arsa vererek ödüllendirdi. Her ay saraydan yiyecek yardımı da alıyordum. Yavaş yavaş düzenimi kurunca da yine kralın yardımıyla güzel bir kızla evlendim. Bir gün karım elinde bir inciyle geldi. - Az önce garip kılıklı bir adam bunu bana uzatarak kocana ver dedi. Hızla koşarak evden çıktım. Etrafa bakındım. Kimsecikler gözükmüyordu. Koşmaya devam ettim, tam vazgeçecektim ki dönemeçte onu fark ettim. Arkasından seslenip yanına gittim. Nefesim tıkanmıştı. Ben soluklanırken o sessizce bana bakıyordu. - Bana her şeyi anlatmanı istiyorum. - Nedir duymak istediğin? - Dilek tutmamı söyledin ama ne istedimse olmadı. - İstediklerin olacak dememiştim zaten. Her şey daha güzel olacak demiştim. Evinin yıkılmamasını diledin. - Ama yıkıldı. - Şimdi ise onun üç katı büyüklükte bir evde yaşıyorsun. - Peki ya kardeşim? Ona ne diyeceksin? - İncinin kıymetini öğrendiğiniz gün onu senden almak için seninle kavga edecekti. Ve sonunda seni öldürecekti. - Bu doğru olamaz! - Böylelikle üçüncü dileğinde gerçek oldu. Uzun yaşamak istiyordun değil mi? Söylediklerini düşünürken Marsus uzaklaşıyordu. Ufukta kaybolana kadar ona baktım. Daha sonra uzun uzun elimdeki inciye.

www.fundamentadergi.com

edebiyat kültür sanat dergisi

FUNDAMENTA

11


Kübra MUTLU

BİR CAMIN TASVİRİ

Herkesin çevik hamlelerle yer kapmaya çalıştığı metrobüs durağında o, içeride kendisine yer bulmanın rahatlığı ile oturuyordu. Her metrobüse binişinde, bir insanın vapura binerken hüzünlendiği gibi, hüzünlenirdi. Duygusal hiçbir yeri olmayan, kalabalık insan yığınlarını barındıran metrobüslerin içinde başka duygular yaşardı. Sevdiği, çok sevdiği ama şimdi yanında olmayan insanlarla birlikte, bu arabalarda, bu yolları alırlardı. Artık hiçbiri yoktu, yalnız ve sahipsizdi bu taş şehirde. Yüreğine inen bu acıları zapt edemediği halde onları hatırlamak hoşuna da gidiyordu bazen. Duygularından sıyrılıp, arabanın camından şehri izlemeye başladı. Koca binaları vardı bu şehrin, içleri yetmiyormuş gibi dışları da süslenen binalar... Bir tarafında yüksek siteleri varken, hemen karşısında çadırları vardı...Tüm hava kirliliğinin içine ekilmiş yeşillikleri, laleleri, türlü türlü çiçekleri… Böyle tezatlarla dolu bir şehirdi işte İstanbul. Buradan sıkıldığını hissetti yeniden, kendine göre bir şehir bulamamıştı, artık tüm şehirler samimiyetini yitirmişti onun için... Buna rağmen tüm o sahte yeşilliklere gülümsedi... Tekrar düşüncelere boğulduğunu fark edip, geri çıktı bu kazandan. Biraz sonra, hemen karşısındaki cama akseden kıza dikkat kesildi. ‘Şanslıymış, o da kalabalıkta oturacak yer bulmuş’ diye düşündü. Kızın şehre acıyarak bakışı, ona kendini; az önceki düşüncelerini anımsattı. Yüzündeki acı çizgilerinin oluş sebebini merak etti. Neler yaşamış veya yaşıyordu ki, bu derece dalgın ve kızgın bakıyordu hayata. Onun iç dünyasını merak etmekten kendini alamadı. İlgiyle akseden görüntüsünden, fark ettirmeden yüzünü incelemeye başladı. Haki yeşili bir örtü örtmüştü başına, çok özensiz bağladığı belli olmasına rağmen, su yeşili gözleriyle tam bir uyum içerisindeydi. Zayıf, ince bir yüzü vardı. Belki hastaydı, bayılmak üzereydi, belki o da kendisi gibi ayaklarının onu taşıyamayacağından endişe ediyordu. Bütün bu düşüncelerden sıyrılıp, başka bir şeye dikkat kesildi; gözleri... ‘Canını ne yakıyor be güzel ablam, keşke senin için bir şey yapabil-

12

FUNDAMENTA

edebiyat kültür sanat dergisi

sem, o değerli gözyaşlarının akmasına sebep olan derde, basit olsa bile çare bulsam...’ diye düşündü. Sonra hemen ardından; ‘Ulan kelin ilacı olsa kendi başına sürer, kendi sıkıntını hallettin, bir de başkalarına mı geldi sıra. Herkes kendi çöplüğünden çıkmanın yolunu düşünsün, böylece hayata karşı daha dirençli olur insan...’ diyerek, geldiği durağın ismine baktı. Edirnekapı’ya gelmişti. Yerinden kalktı. Sebebine anlam veremediği gözyaşlarını sildi. İnmek için düğmeye basıp, kızın aksinin düştüğü cama baktı. Yoktu. Cama, arkasında oturan insanların akisleri düşüyordu artık. ‘Demek o da bu durakta inecek, belki onun da burada bir anısı vardır’ diye düşündü. Arabadan indi, o kızla olabilecek benzerliklerini düşündü. Ondan parçalar taşıdığını anlamadan yoluna devam etti...

www.fundamentadergi.com


Halit UYSAL

TANRIYI ARAMAYA GELDİM

-Sende kimsin? -Ben Romeo -Camiye böyle paspal bir pijamayla giremezsin! Hem sen neden buradasın? -Tanrıyı Camiden çıkarmaya geldim! -Evladım O her yerde böyle şeyler söyleme çarpılırsın hem Tanrı da ne yahu senin aradığın Tanrı kilisede. Allah diyeceksin Allah. -Ben Romeo ve Tanrı burada olmalı. -Hadi sen çık artık, millet namaza duracak, engelleme milleti -O zaman Tanrı dışarı çıksın -Gerizekalı herif, diafondan komşunun oğlunu oyun oynamaya mı çağırıyorsun. Anlatıyoruz ya sana, O her yerde diye. -Onu Camiye tıkanlar çıksın Camiden. Onunla yalnız görüşmek istiyorum -Yavrum sen nerelisin, hem Romeo diye Türk ismi mi olurmuş. -Adım İsa ama bana Romeo diyebilirsiniz. Haymatoluyum ama Nasıralı da olabilirim. -Evladım senin memleketin belli değil, ismin belli değil, anan-baban belli değil. Anlamadım ki komiklik mi yapıyorsun. -Haşim abi sor bakem aşşağı haymatodan kimi tanıyormuş. -Sübhanallah çattık yav. -Söyledim ya Tanrıyı arıyorum! -Ya bisi.tirol git. Tanrı manrı yok burda. Allah’ın evinde günaha sokma beni. -Kirasını kim ödüyor -O herşeyin sahibi kendi evine kira mı ödesin -O zaman sende ben gibi bir misafirsin yani beni kovamazsın! -İş misin sipariş misin. Ben buranın cami derneği başkanıyım. -Yani top sizin. -Ne topu yahu. Hadi dışarı çık. Milleti de yığdın başımıza. -Tanrı dışarı çıkmalı ya da onu Camiye tıkanlar dışarı çıksın, işimiz var. -Lan bela mısın sen. Alın şunu yav yoksa elimde kalacak, mübarek cuma günü. anlayışın kıt mı senin? Senin aradığın Tanrı yok burada! -Kimin Tanrısı var o halde. O tek olmalı. -Yavruuuum, kurban olduğum hadi çık dışarı, huzurumuzu bozma. Sen şimdi git dışarıda bekle, ben Tanrı gelince seni çağıracağım. - Peki o halde. Ben dışarıda bekliyorum, bir sigara içicem, Tanrı gelince bana haber verin. Deli midir nedir...

www.fundamentadergi.com

edebiyat kültür sanat dergisi

FUNDAMENTA

13


İlknur ŞAŞMA

AHVAL-İ BEYAN (Ümmetin Çığlığını İki Cihan Serveri Dürri Yekta’dır Duyan)

Hani susuzluktan dilim dilim çatlar ya topraklar, hani artık tutunamaz kendisine can veren dala, sararıp düşer ya yapraklar ben de öyleyim, ben de muhtacım öylesine. Tüm insani değerlerin yitirildiği bir demde, insanların insanlığını yitirdiği zamanda hem de. Nefis çanağından türlü günah çalarken gönlüm, ak dururken bir yanda, siyaha çaba kılarken gönlüm, sana muhtacım peygamberim. Kalbimi kurtarmak için ve kimliğimi sünnetinle diriltmek için muhtacım şefkatine. Ne vakit ansam adını dudaklarım çatlıyor ey güzeller güzeli, Rabbimin Sevgilisi, şefaatin müjdecisi. Adını andığım zaman bir sıcak rüzgâr çarpıyor yüzüme. Kum tadında. Adını andığım demde kervanlar geçiyor ufkumdan ağır ağır adımlarla. Arabistan’ın bütün çölleri üzerime geliyor sanki. Dudaklarım çatlıyor adını andığımda, sanki çöllerin bütün kumu üzerime akıyor. Dudaklarım kuruyor adını andığımda. Adını anmak kolay değil, adın öylesi kolay süzülesi değil dudaklardan. Yüreğimi kanatıyor adın. Yüreğimi. Duvarlarına çarpa çarpa çıkıyor adın, gırtlağımı yırta yırta, ses tellerimi kanata kanata. Dudaklarımı çatlata çatlata. Bu gün ellerimin derisi çatlayacak, derdimi sana anlata anlata. Yine yolunu yitirmiş insanlık. Burunlarının doğrultusunda yol alırken dipsiz derin kuyuları yok gördükleri. Günah ektikleri topraklardan kor ateşin kendisidir derdikleri. Ey yolun nerede bittiğini bilen yolcunun nereye gittiğini bilen kâinatın güneşi. Ey yolun ve yolcunun sahibi, mihmandarların en kutlusu ve en soylusu. Ey Nur Dağının nurlu misafiri. İnsanlığı arıyorum ben. İnsanı insan yapan değerleri. Değerlerimizi. Bulamıyorum peygamberim. İnsanı arıyorum ben. Özünü arıyorum insanlığın. Sevgiyi nereye sakladılar peygamberim. Sabrı nereye sakladılar. Hangi dağın ardına. Hangi kuşun kanadına. Tebessümü arıyorum. Selamı arıyorum. Dost bir bakışı. İnsanları sevme duygusunu. Paylaşmayı. Uzlaşmayı. Adaleti. Hoşgörüyü, merhameti, güzel sözü. Yeryüzünde nerede bir ağlayan çocuk görsem sen aklıma geliyorsun. Çünkü şu gök kubbenin altında hiç kimse senin sevdiğin kadar sevmedi çocukları. O yüzden seni bekliyor çocuklar. Yaşlı gözleriyle şefkatini ve şefaatini bekliyorlar. Filistin’de, Gazze’de seni diliyor çocuklar. Ve bir geleceksin güneşin hükmü kalmayacak, bunu biliyor çocuklar. İnsanlığı arıyorum peygamberim. Komşusunu gözeten komşuyu. Ağzına lokma götürmeden evvel komşusunu düşünen komşuyu. Sıcak sobasının yanında otururken acaba üşüyen komşum var mı diyerek duyduğu sıcaklıktan hicap duyan komşuyu. Gelsen de kapı çalmayı öğretsen ümmetine, gelsen de hatır sormayı öğretsen. Gelsen de ben değil biz olmayı öğretsen bizlere. Bilirim ki sen fakir ve kimsesizlerle birlikte bulunmayı tercih ederdin, bilirim ki gönüllerini alırdın. Aramızda olsaydın eğer senin güneş gibi engin şefkatinin, yağmur gibi bol merhametinin sayesinde tebessüm etmemiş kimse kalmayacaktı. Üşümeyecekti insanlar. Aç kalmayacaktı. Neden yoksun peygamberim. Neden çevremdeki insanlar merhametten yoksun. Neden üşüyenler var sokaklarda. Neden aç kalanlar, ekmek yüzü görmeyenler var. İnsanı arıyorum peygamberim. Nerede bu insanlık, nerede bu insanlar? Mürekkebi hak olan kalemimle sonsuza kadar yazsam gücüm yetse de. Bir avuç yüreğimi şerha şerha parçalasalar da görseler içte, dipte bir benim âşık olduğumu sana, dıştaki ben ne kadar dünya içinde kaybolup gitse de... Kızgın kumların topuğumu yakmaya meylettiği iklimlere düşüyorum kimi vakit. Susuyorum ve bir katre düşsün istiyorum yüreğime. Kanıyorum bir serabın güzelliğine. Yine susuzluğuma yine o kızgın kuma düşüyorum. Aşkını yitirdiğim demde ben Necef deryasında üşüyorum. Biliyorum beni ancak sen götürürsün yüreğimi ferahlatan doyurucu pınarlara. Ancak senin sevdan ile su serpebilirim çatlamış dudaklarıma. Yaratılanların en soylusuna şu perişan halimiz aynen ayandır. Yandığımız yangınlar ahvalimden beyandır. El açıyorum çaresizce. Sen var iken biz kime gidelim ya Resulullah, erdir bizi aydınlık sabahlara ve şu gaflet uykusundan uyandır diyerek. Bizi en çok sen düşünürsün başka kapıya ne gerek. Kendisinden bir şey istendiğinde hiç kimseyi boş çevirmeyen, eline ne geçerse ihtiyacı olanlara dağıtan sen dürri yektasın bizi bizden daha fazla düşünen. Cihan üzerine düşen yağmur senin gözyaşındır. Yüreğimizdeki sabır ve dayanma gücü senin sevdandan örtüdür. Küçücük elleri, büyük yürekleriyle, ebabiller gibi zulmün üstüne taş olup yağan, Filistinli çocuğun kalbine sağanak sağanak sevgi yağdırman için bekliyorum peygamberim seni. İbrahim’in baltasını eline alıp yüreklerdeki bütün putları kırman için bekliyorum. Musa’nın asasını vurup gönüllere ve bölüp yürek denizlerini ortadan ikiye, firavuni sevgiler boğulsun iman denizlerinin dalgalarında diyerek bekliyorum. Cihanım üzerine yağmur

14

FUNDAMENTA

edebiyat kültür sanat dergisi

www.fundamentadergi.com


gibi seriversen diyerek bir katre ahlakından. Nasip almamışların başına bir katresi düşüverse Yüreği körelmişlerin başına. Görüp de görmeyenlerin başına. Duyup da duymazdan gelenlerin başına. Cihanın her karışına toprağına taşına. O zaman olur muydu gözyaşı. Savaşlar olur muydu? Vurur muydu can canı. Gecelerin sessizliğini Katyuşa füzeleri yırtar mıydı? İnsanı şikâyet ediyorum sana. İnsanlığı. Merhamet deryasının seyyahı. Merhameti bilmiyor bunlar. Hoşgörü deryasının seyyahı. Hoşgörüden nasip almamış bunlar. Sevdaya uğramamış bunlar. Cennet bahçelerinden bir çıkın yap ta uzatıver kara bulutların sardığı dünyama. İçinde merhamet olsun. İçinde hoşgörü olsun. İçinde insan sevgisi. Hak olsun içinde. Senin gözünle görselerdi kara bulutlar olmayacaktı başımızda. Senin bakış açınla baksak güzel görecektik her şey. Güzel olacaktı cihan. Senin bağışlayıcı ve merhamet dolu yüreğinle çarpsaydı yüreklerimiz kin nefret kavga girer miydi cihan üzerine. Senin düşündüğün gibi düşünseydik keşkeklerimiz olur muydu? Sabrınla sabretsek pişmanlığımız olur muydu? Sevginle sevsek düşmanlığımız olur muydu? Tevazünle yücelsek kibirler olur muydu etrafımızda. Benim kitabım güzel ahlak üzerine kurulmuş. Benim kitabım senin yüreğin üzerine yazılmış. Güzel ahlak senin özelliğindir. Kuran senin kimliğin peygamberim. Ben bir peygamber tanırım. Ümmetini bir babanın çocuğunu sevmesinden daha çok seven daha yürekten seven. Mahşer gününde merhametin ve şefkatin tek temsilcisi olacak ve ana babanın evladından kaçtığı demde ümmetine sahip çıkacak. Ben bir peygamber tanırım, tanıdıkça kendi sevdalarımdan utanırım. Bir peygamber tanırım ben. Ötelerden bizim için içli içli ağlayan. Filistin’e güneşi elleriyle getirecek biliyorum. Yetimlerin öksüzlerin yanaklarında gamze olacak. Kum deryasında açan çiçek. Çatlamış dudaklara bir katre su. Ve kurak gönüllerin bereket yağmuru doğrusu. Gecemi yırtan aydınlık. Yaramın üzerine sürülü merhem. Ve ben sana sığınıyorum. Seni düşündükçe yüreğimdeki buzlar çözülüyor ve nurani bir aydınlık çöküyor zifiri karanlıklarıma. Şüphesiz ben seninle kurtulurum şu nefis batağından. Muştular alıyorum merhamet bağından sevda otağından. Benim yüreğim aşk ile kavrulurken bütün ırmakların suyunu serpmek için cismime kaldırasım geliyor her birini aktığı yatağından. O yüzden gel peygamberim. Dünyaya gelişin bütün insanlık hatta bütün bir varlık âlemi için düğündü bayramdı. Dünyaya geldiğin gün, nurlu bir kandil gibi insanlık semasına asılmıştı. Sen yine gel peygamberim. Dünya dönerken başları dönen ümmetine, ticaret deryasında menfaat deryasında kendi kimliklerini kaybeden ümmetine ışık ol. Sen yine gel peygamberim. Cahiliye karanlıklarını nurunla yırttığın o gün gibi yine gel. Güneş yetmiyor karanlıkları silmeye artık. Çevremde yumuşak huylu, yavaş, uslu, sessiz kimlikleri arıyorum. Gözlerimi yoruyorum bulamıyorum. Sen insanların en halimi, en yumuşak huylusu. Sen hayatı boyunca bu sıfatını devam ettiren en soylu insan. Sen hiç şahsına yapılan kötülüklerden dolayı hiçbir şekilde intikam almayı düşündün mü peygamberim. Sen hiç kırmayı vurmayı eziyet etmeyi aklından geçirdin mi. Başımı çevirdiğim her yerde intikam duygusu. Başımı çevirdiğim her yerde nefsine hâkim olamayan insanların çokluğu. Merhametin yokluğu. Sen yine gel peygamberim. Bize bağışlamayı öğret. Bize hiddete düşmemeyi, düştüğümüzde ise en zararsız şekilde çıkmayı öğret peygamberim. Gel bizi hiddet bataklığından çıkarmaya gel, bizi sabır deryasına daldırmaya gel. Bu cihanı gaflet uykusundan kaldırmaya gel. Gel ki günümüz aydın olsun, ibadetlerimiz bereketli olsun, gönlümüz nurla dolsun, sabır doruklarına ulaşalım, sancağı altında toplanıp muhabbetinle coşalım. Yazdıklarım kifayetsiz biliyor musun? Ne desem eksik kalıyor ne desem yarım. Ben bendeki seni anlatamam. Özlemlerimi kalem yazamaz, kâğıt bedeninde taşıyamaz. Yazdıklarım hissettiklerimin tırnak ucudur. Ben yine yazacağım ve penceremin pervazına konan kuşların kanadında göndereceğim selamımı. Biliyorum. Yağmur olup geleceksin. Bir çocuğun gözlerinde gördüğüm sevinçte bulacağım seni. Tenimi ısıtan güneşte. Ekmeğimi dertsiz tasasız böldüğümde ve dünyanın en ücra köşesindeki o son insanı da mutlu gördüğümde. Sen ki sesini asırlar nesiller ötesine ulaştıran o güçlü soluğun sahibi. Artık yetmiyor haykırışlarım, benim de düşlerime düş diyerek. Ve artık yetmiyor bekleyişlerim aşkın esvabını giyerek. Seni sevmek senin ardından kuru sevda cümleleri sarf etmek değilmiş ve seni sevmek adını anmak değilmiş sadece. Seni sevmek sana tabii olmaktır ey iki cihanın serveri. Seni sevmek seni davanı anlayabilmekmiş, senin hayatını en güzel şekilde öğrenebilmekmiş. Ben seni görmeden sevdim, en üstün kelamın, tertemiz sünnetin siretin şahitliğinde. Seni sevmemek ne mümkün bu aciz kula. Sana yöneldikçe kabıma sığmaz oldu sevdam. Ahirette kavuşmanın muştusunda bekler oldum vuslat gününü. Zihnimdeki senle seni biliyorum. Gönlümdeki senle sana yöneliyorum. Seni olduğun gibi bilmeyi diliyorum. Ve dünyada sünnetinden ayrılmadım ahirette de sen sohbetinden ayırma diyerek diz çöküyorum sevdan önünde. Nurundan nur devşirmeye geldim, geri çevirme aciz kulunu. Bilirim sevgi, karşılıksız kalmaz sende. Bilirim seni sevmek en kısa yoldan Hakk’a ulaştırır bizi. Hakk’ın Sevgilisini severek ve sana bağlanıp kendimi sana nispet ederek yola çıkan yolcuyum. Ya Resulullah bırakmaz bizi bu bitmez yollarda. Tut ellerimden, tut ellerimizden. Yürek sesimi yolluyorum, beyandır hallerimizden.

www.fundamentadergi.com

edebiyat kültür sanat dergisi

FUNDAMENTA

15



Neslihan HİSAR

HİKAYE MEVSİMİ Kış iyiden iyiye göstermişti kendini. Caddeler ıslaktı. Rüzgâr uğultuyla yalıyordu ağaçları. Her gün sokakları süpüren temizlik görevlisi süpürgesini yağmurdan yosun tutmuş bir duvara yaslayarak üşüyen ellerine sıcak nefesini üflüyor, daha sonra rüzgârın etrafa savurduğu kurumuş yaprakları bir araya getirmek için işine kaldığı yerden devam ediyordu. Ağaçlar çıplaktı; artık kuşları yapraklarıyla saklayamıyor, mahalledeki yaramaz çocukların sapanlarına aldığı taşlara hedef olmaktan onları koruyamıyordu. Dalların arasında rüzgârın şiddetiyle çıkan ıslık tüm caddeleri dolduruyordu. Gri bulutlar güneşe gölge olmuş, vakit öğle olmasına rağmen etraf sanki akşamın izlerini taşıyordu. Giriş katta yalnız yaşayan Makbule teyzenin odası da boğuk bir karartıdan kurtulamamıştı. O da çareyi perdeyi camdan uzaklaştırmakta bulmuştu. Kışın soğuk yüzüne alışmaya çalışıyordu herkes. Ben de onlardan biriydim. Kışa karşı soğuktum. Bir türlü ısınmazdı ellerim. Çocukluğumdaki kış değil bu! Daha soğuk ve sert! Ama yine de çocukluk yıllarımda yaşadıklarımı unutturmazdı bana. Çocukken küçük parmaklarıma geçirdiğim kırmızı renkli eldivenlerim vardı. Evimizin bahçesinde kartopu oynar, babaannemin pencereden gülümseyerek bana baktığını gördüğümde eldivenlerimin ıslaklığına bakmadan avuçlarımda topladığım karları sıkmaya devam ederdim. Annem kapının önene gelerek “Yeter kızım! Hadi içeri gel, üşüteceksin!” dediğinde ses tonundaki merhamet, itiraz etmeme izin vermezdi. Eve girer girmez soluğu siyah, yuvarlak, örgü desenli kömür sobanın arkasında alırdım. Gözlüklerimin camları buğulanınca kardeşimin: “Gözlüklerinin sileceğini çalıştır” diyerek her defasında yeniymiş gibi aynı şakayı yapmaktan geri durmazdı. Herkes gülerdi tabii. Akşam olunca annem sobanın üzerinde kestane pişirir, ben ve kardeşim etrafa serpiştirilmiş minderlere bağdaş kurarak oturup babaannemden hikâye dinlemek için hazır bulunurduk. Sihirli orman, Anka kuşu, dev ile ejderha, fareli köyün kavalcısı keloğlan masalları… Aralarında en çok keloğlan masallarını dinlemeyi severdim. En heyecanlı yerinde ellerini sallayarak “Hey gidi hey” demeyi ihmal etmezdi. Her anlatışında farklı maceralar içinde bulurduk kendimizi. Vaktin nasıl geçtiğini anlamazdık. Hikâye bitmeden annemin terlik seslerini duyar duymaz, kardeşimle saate bakıyormuş gibi birbirimizin yüzüne bakarak uyku saatimizin geldiğini anlardık. Annem yanı başımıza gelir babaanneme fark ettirmeden uzun kirpiklerinin altından bir bakış fırlatarak uyku saatimizin geldiğini haber verirdi. O bakışlar “Anne biraz daha”, dememize fırsat vermezdi. Babaannem hemen anlardı. Geç olduğunu, yarın tekrar devam edeceğimizi söyleyerek bizi yatağımıza yollardı. İtiraz etmeden söyleneni yapardık. Kardeşim başını yastığa koyar koymaz uykuya dalardı. Bense yatağımın içinde hikâyenin devamını getirecek hayaller kurardım. Bazen hikâyemin kahramanı ben olurdum. Tıpkı Keloğlan gibi kılıcımı kuşanarak devlerin altın kafese hapsettiği ay kızı kurtarmak için Zümrüdüanka’nın kanatlarında Kaf dağına ulaşırdım. Rüyalarımı hep babaannemin hikâyeleri süslerdi. Sabah uyanır uyanmaz yatağımdan hızlıca fırlayarak babaanneme koşar ve rüyalarımı ona anlatırdım. Buruşmuş yumuşacık elleriyle başımı okşayarak dinlerdi beni. Sonra elindeki hiç düşürmediği tespihini çekmeye devam ederdi. Derin bakışları vardı babaannemin. Gözleri sisli bakardı. Sessizdi ama bu sessizliği çok şeyler anlatırdı. Öyle derdi annem. Zaman akıp geçti; büyüdüm. Artık cebinde hikâyeleriyle dolaşan bir babaannem yok. Üniversiteyi İstanbul’da kazanınca Afyon Karahisar’dan ayrıldım. Şimdi annemden de uzağım. İstanbul’un kalabalık mahallelerinden bir gecekonduya yerleştim. İlklerde ailemden uzak kalmak bana ağır gelmişti. Fakat gün geçtikçe alışıyorum. Mevsimlerden kış. Her gün Rutubet kokan salondan geçerken duvarda resmi aslı duran babaannemle karşılaşıyorum. Hala derin bakıyor. Odaya geçiyorum; kulaklarımda yanan sobanın gürültüsü ve camdan içeri sızan yağan yağmurun sesi yankılanıyor. Seyrediyorum sokağı. Herkes telaşla dolduruyor kaldırımları. Rüzgâr şemsiyelerini açmalarına izin vermiyor. Kısa zamanda boşalıyor sokaklar. Kaldırımları çiğneyen sadece yağmur. Artık hikâye yazabilirim. Gözlerimle topladığım tüm resimleri çizmek için hazırım. Babaannemi düşünerek yazacağım hikâyemi. Bittiğinde ilk ona anlatacağım.

www.fundamentadergi.com

edebiyat kültür sanat dergisi

FUNDAMENTA

17


18

FUNDAMENTA

edebiyat k端lt端r sanat dergisi

www.fundamentadergi.com


Betül İZGÖER HERŞEYİ YENİ BAŞTAN ÖĞRENMEM GEREK1 Modern kısa öykünün en önemli ustalarından ve 19.yy gerçekçilik okulunun en önde gelen temsilcilerinden Rus, öykü ve oyun yazarı söylüyor bunu ve devam ediyor, “Çünkü yazar olarak tam bir cahilim ben. Ayda beş sayfa değil, her beş ayda bir sayfa yazmalıyım; özene bezene!” Edebiyatta, hikâye dediğimizde akla gelecek isimler, ilham oldukları tarzları ile şüphesiz Çehov ve Maupassant olacaktır. ‘Durum Hikâyesi’ akımının öncülüğünü yapan Çehov, hemen ardından ‘Olay Hikayesi’ni temsilen Maupassant, yazı dünyasında çokça üzerinde durulmuş iki büyük yazar olarak karşımıza çıkıyor. Her şeyi yeni baştan öğrenelim diye, Anton Pavloviç Çehov’un kapısını çalmakta fayda var. Çehovun hikâyelerinde ölçü, insandır. İnsanı bütün yönleriyle çizmeye çalışan Çehov, hayatın birey üzerindeki acı yanlarını olayla dile getirmiş, insan ömrünün istisnai taraflarını değil her günkü alelade yanını ortaya koymuştur. Onun hikâyesinde aslolan olay değildir; ‘durum’ veya ‘kesit’ hikâyesi dediğimiz bu tarzda olaylar zinciri gözetilmez. Hikâye bittiğinde her şey bitmiş değildir. Hatta asıl hikâyenin o zaman başladığı bile söylenebilir. Zira kişiler tamamen tanıtılmadığı, olaylarda kesinlik hâkim olmadığı için okuyucunun hayal gücü devamlı çalışmakta ve kendine göre yorumlar yapmaya elverişli hale gelmektedir. Bir olayı değil, günlük yaşamın herhangi bir kesitini alıp anlatan öykülerdir Çehov’un öyküleri. Serim- düğüm- çözüm planına uymaz, belli bir sonucu da yoktur. Merak ve heyecandan çok duygu ve hayallere yer verilen bu öykülerde düşüncelere de önem verilmez; kişiler kendi doğal ortamlarında hissettirilir. Olayların ve durumların akışı okuyucunun hayal gücüne bırakılır. Bu tarzın ilk temsilcisi Anton Çehov olduğu için, ‘Çehov tarzı’ hikâye de denilmektedir. Bizdeki en güçlü temsilcileri ise, Sait Faik Abasıyanık, Memduh Şevket Esendal ve Tarık Buğra’dır. Çehov’un hikâyelerinin en büyük özelliklerinden biri de kısalığı. Çehov’un hayatını kazanması için yazması gerekiyor ve ondan istenen, hikâyelerinin yüz satırı geçmemesi. Çehov, hikâyeleri istenen ölçüye sığdırmak için çok defalar onları bozmak zorunda kalmıştır. Ancak, edebi hayatının daha ilk başındaki bu geniş pratik sayesinde görülmemiş derecede kısa yazmak ustalığını elde etmiştir. Kısa hikâye türünde şaşılacak bir kıvraklığa ulaşmış; sonraları Çehov kısa yazmaya o kadar önem vermiş ki, ona göre artık başarılı yazmak kısa yazmak olmuştur. Az sözle çok şey söylemek! Çehov’a göre başarının sırrı burada. Ona göre iyi yazmak kısa yazmak demek. Diyor ki; “Kısalık, yeteneğin kardeşidir.” O yüzden ayda beş sayfa değil, her beş ayda bir sayfa yazması gerektiğini söyler. Bununla birlikte sadeliği elde etmek için Çehov, hiçbir zaman eserlerinin özünden, değerinden fedakârlık etmemiştir. Sadeleşme onda, yoksullaşma kısırlaşma anlamına gelmiyor çünkü. Çehov, hikâyeye daima gereksiz malzemeleri atarak doğruca asıl vakadan başlar. Böylece uzun tasvirleri kısaltmak veya büsbütün atmak imkânını vermiş olur. Çehov’un genç bir yazara şu öğüdü verdiğini görüyoruz; “Bir dilenci kadının halini uzun boylu tasvire gerek yok. Koyu sarı bir pelerin giydiğini hatırlatmak yeter.”2 Önceki yazarlarda pek bol olan mehtaplı gece tasvirlerini Çehov, iki çizgiyle veriyor. Bunu da bilerek yaptığını kardeşi Aleksandr’a yazdığı mektubunda gösteriyor; “Parçalanmış bir şişenin, değirmenin su bendinde parlak bir yıldız şeklinde parıldadığını, kara bir köpek veya kurt gölgesinin toztop yuvarlanıp geçtiğini yazarsan işte sana mehtaplı bir gece!” Böylece işaretlerle bütünü gösteriyor. Ayrıntıya inmiyor ama ayrıntıyı hayalde canlandıracak sembollere yöneliyor. Çehov’un hikâyelerinin başlıca özelliklerinden biri de üslup realizmi. Bu hikâyelerde hem Puşkin realizminin sadeliği, tabiliği hem Gogol’un bayağılıkları açığa vurmadaki pervasızlığı var. Çehov’a göre gerçeğin dışında sanat olamaz. Edebiyatın işi gerçek ile gerçeği görmek iledir. Ona göre, edebiyatta ve sanatta aslolan görmektir. Çehov’un bu işi ustalıkla yaptığını, devrinin hayatını hikâyelerinde bütün yönleri ve renkleriyle yansıtmasından anlıyoruz. Onun hikâyelerinde, Rusya’nın dilenciden aristokrata kadar bütün sosyal gruplarının temsilcileri; arabacıdan piskoposa dek her meslek sahibi insan, okuyucunun önünden geçer. O her yerde insan için gereken şeyi, gerçeği söyler. Elbette, gerçekçi olmak demek de, gerçeğin birebir aynısını göstermek değildir. Çehov’a göre fazla sıfat yazıya zarar verir. Edebi bir metnin ise bilakis bir anda kavranması gereklidir. Yazı yazma sanatının, kötü yazıları çizme sanatı olduğunu söyleyen Çehov’u, bir heykeltıraşa sorulan, ‘Aslan heykelini nasıl yaparsınız?’ sorusuna verdiği cevap ile daha iyi anlıyoruz. Bakın, heykeltıraş bu soruya karşılık ne söylemekte; ‘Önüme bir taş alırım. Taşın aslan olmayan kısımlarını çıkarırım. Geriye aslan kalır!’ Edebiyat da böyledir. Yazıdan edebiyat olmayan yerleri çıkardığınızda size yazı kalacaktır.

1 2

Anton Çehov Dilencilerin bu renkte pelerin giymesi o zamanın Rusya’sına has bir durumdur.

www.fundamentadergi.com

edebiyat kültür sanat dergisi

FUNDAMENTA

19


Bir gün arkadaşlarıyla sohbet ederken, arkadaşı ona hikâyeleri nasıl yazdığını sorar. Çehov, masanın üzerine şöyle bir baktıktan sonra gözüne ilişen kül tablasını göstererek, ‘İşte! Yarın bu kül tablası bir hikâye olacak. Adı da; kül tablası!” Bütün mesele sıradan olanı, olağanüstü bir hale getirebilmekte. Her kelime kendine göre bir sihir taşır, yeter ki yerini bulsun. Hikâyecinin görevi tam da burada devreye girmeli. O sihirli kelimeleri yerli yerinde kullanarak büyü yapmalı. Kelimeler arasında sesleri ve renkleri birbirine uydurmalı. Bu sayede özgünlüğün ve uyumun aynı anda olmasını sağlamalı. Özgünlük samimiyetten gelir; samimiyet de keramettir. Edebiyatın da kerametleri vardır. Ancak sadece samimi olmak da yetmez, edebi bir değer taşıması anlamında veciz de olması gerekir. Hikâyecinin işi bu çizgide insana ait halleri yakalayabilmektir. Bir acıyı, sevinci, herhangi bir insan halini yakalayıp onu işlemek gerekir. Hikâyenin amacı budur. Zira bir kelime yerini bulduğu zaman sonsuz değer kazanır. Bu bağlamda, Nihat Dağlı’nın sesini duyar gibi oluyoruz; “Bir hayata işaret etmiyorsa, sahici bir durumu kurmuyorsa, kalbimizin bir yerinde genişlik taşımıyorsa veya gelip bir yerlerimizi acıtmıyorsa, ‘yazı’ niçin olsun ki!’ Amerikalı yazar, O. Henry, gazeteciler ile yemek yerken gazeteciler soruyor; - ‘Hikâyelerinizin konularını nerden buluyorsunuz?’ - ‘Her yerden’ diyor O. Henry ve masadaki yemek menüsünü alıyor, ‘Bakın’ diyor, ‘ben yemek menüsünü yakında hikâye haline getireceğim!’ Gerçekten de bir yemek menüsünden hareketle harika bir hikâye yazıyor. İşin anahtarı, bakış açısında. ‘Okurundan faydalanan’ ve ‘okuru hesaba katmayan’ şeklinde ikiye ayrılan yazarlar içinde Çehov, okuru ile işbirliği içinde bir yazar olarak duruşunu sergiler. Ona göre, okuru işin içine katmak önemlidir. Dolayısıyla metin içersinde her şeyi söylemez. Hikâye bittiğinde aslında her şeyin yeni başlıyor olmasının sebebi de budur. Çehov, aktif bir okuyucu istemektedir. Ona göre her şeyi söyleyen bütün yolları kapatmıştır. Olaylarda kesinlik olmaması okuyucunun hayal gücünü canlı tutmak içindir. Çehov, satır aralarını okuyucunun doldurmasını istemektedir. Eserlerini incelediğimizde Çehov’un ironi ile okuyucuya inceden inceye ahlak dersi verdiğini görürüz. Her türlü haksızlığa, bayağılığa, dalkavukluğa, ikiyüzlülüğe düşmandır. Eserlerinde de bu tür sosyal kusurlara ince bir ironi ile yer veriyor. Kaleme aldığı bir oyunda karakterlerine şunları söylettiğini görüyoruz; - “Öldüğünüzde yakalım mı, yoksa gömelim mi sizi bayım?” - “Onu artık cesedimle konuşursunuz. Ben şampanya içiyor olacağım.” Öykü ve oyunlarında sık sık bu tür zeka ürünlerine rastlamak mümkün. Ayrıca yer verdiği ironileri bir sükunet içinde kurmakta olduğu gözden kaçırılmaması gereken bir nokta olarak duruyor karşımızda. Çehov, yazar olmanın kurallarını anlatmaya da yine ironik bir dille başlıyor; Yeni doğan her bebeğin poposuna vura vura şu sözler kafasına sokulmalı: “Yazı yazmamalısın! Yazı yazmamalısın! Yazar olmamalısın!” Yine de yazarlık eğilimleri göstermeye kalkarsa, bu kez sevgiyle vazgeçirmeye çalışılmalı. Sevgi de işe yaramazsa, pes edip “kayıplar” listesine eklenmeli. Yazarlık öyle bir kaşıntı ki, tedavisi yok. Yazarın yolu baştan sona dikenler, çiviler ve ısırganlarla kaplı, dolayısıyla aklıselim sahibi insan ne yapıp edip yazarlıktan uzak durmalı. Yine de, tüm uyarılara karşın, kaçınılmaz yazgı kişiyi yazarlık yoluna iterse, bu talihsiz, başına gelecekleri hafifletmek için şu kurallara uymalı:

20

FUNDAMENTA

edebiyat kültür sanat dergisi

www.fundamentadergi.com


1. Yazarlığı zevk olsun diye yapmanın, onu meslek edinmekten daha iyi bir yaşam sağlayacağını bilmeli. 2. Edebiyat arenasında başarısızlığın başarıdan bin kat daha iyi olduğu kulağına küpe olmalı. 3. “Sanat için sanat” yapmanın, acınası bir malzemeyi işlemekten daha avantajlı olduğunu aklından çıkarmamalı. 4. Tercihen genç bir asilzade ya da bir lise öğrencisi olmamalı. 5. Mutlaka akli melekeleri yerinde olmalı ve yazarlıkta deneyim edinmeli. 6. Çekingen olmamalı; önüne kâğıdı koyup, eline kalemi alıp, aklına geleni yazmalı, sonra dosyasını kapıp yayınevi yayınevi dolaşmalı, kabul ettiremezse yılmayıp kendisi bastırmalı. 7. Kitapları basılan ve okunan bir yazar olmak için mutlaka okuryazar olmalı ve en azından arpa tanesi kadar yeteneği bulunmalı. 8. Dürüst olmalı; çalıntı bir şeyi özgünmüş gibi sunmamalı, aynı kitabı iki yayınevinden birden çıkarmamalı, yabancı kökenli bir şeyin yerli olduğunu savunmamalı. 9. Gerçek yaşamda olduğu gibi, basılı sözcükler dünyasında da edepli davranmalı; başkasının nasırına basmamalı, mendiline sümkürmemeli, tabağındakine el uzatmamalı. 10. Yazmaya başlamadan önce bir tema seçmeli, ama Amerika’yı ikinci kez keşfetmiş ya da barutu ikinci kez bulmuş olmamak için, çiğnene çiğnene tadı kaçan sakıza dönmüş temalardan uzak durmalı. 11. Hayal gücünü özgür bırakmalı, ama eline hâkim olmalı; ne kadar kısa ve öz yazarsa, o kadar sık ve zevkle basılacağını unutmamalı. 12. Şöhret peşinde koşmuyorsa ve dayak yemekten korkuyorsa takma ad kullanmalı, ama asıl adını ve adresini yayınevine bildirmeyi ihmal etmemeli. 13. Ücreti kitap yayımlandıktan sonra almalı, gelecekten yemek anlamına gelen avanstan kaçınmalı. 14. Aldığı parayı canı nereye isterse oraya harcamalı. 15. Son olarak, bu kuralları bir kez daha okumalı. Edebiyat endişeden beslenir. Hikâye olsun, deneme, şiir, oyun, roman… vs. yadsınamayacak şekilde besinini kaygıdan alan çalışmalardır. Dostoyevski, Sibirya’da sürgünde iken yazdığı bir mektupta şunu söylemiştir; ‘Mutluydum ve yazamıyordum!’ Çehov’un öykülerinde insanı temel çıkış noktası olarak tayin etmesi boşuna değildir. İnsanın olduğu yerde elbette endişe de var olacaktır ve biz insana ait halleri yakalayabildiğimiz ölçüde kelimelere daha yakın durabileceğiz… “Biz gölgeler, kusur işlediysek eğer, Şöyle düşünün ve bizi hoş görün; Bu hayaller görünürken sahnemizde, Sizde biraz kestirdiniz yerinizde.”3

3

Shakespeare – Bir Yaz Gecesi Rüyası

www.fundamentadergi.com

edebiyat kültür sanat dergisi

FUNDAMENTA

21


SUSANNE BIER’İN GÖZÜNDEN, YERİN FARKLI YÜZLERİNE BİR DOKUNUŞ:

G

eçtiğimiz sene yabancı dilde en iyi film Oscar’ını alan Danimarka-İsveç yapımı “Daha İyi Bir Dünyada”, hikâyesinde insanların taşıdıkları temel güdülerin yine insan eliyle nasıl evrileceğini sağlam sahneleriyle serpiyor önümüze. Filmin orijinal adı olan İntikam’ın, affın ikliminde nasıl eridiğine tanık oluyoruz. Filmin teması Afrika’daki bir mülteci kampı ve Danimarka arasında işleniyor. Anton mülteci kampında doktor, Danimarka’da ise iyi bir baba ve eş olmaya çalışan bir adam. Oğlu Elias, babasının yokluğunda okulda sıkıntılar çeken ve arkadaşları tarafından İsveçli diye aşağılanan yalnız bir çocuk. Elias ile Christian’ın tanışmasıyla başlayan olaylar silsilesinde herkesin öğreneceği bir şeyler olacaktır… Bu klişe girişi sevmediyseniz… Sevmediniz değil mi? Toparlanın başa dönüyoruz o halde. Anton’un kuru rüzgârda siyah çocuklara savurduğu o gülümsemeye. Perde böyle açılır.“Anton çok sinir bozucu bir donukluğun var şekerim” demek isterken her adımda daha da donuklaşır perde. Film bu ihtişamlı sükûnetiyle bir güzel avuçlarınıza dolarken, vermek istediği kutsal mesaj yavaştan aşikâr olur. Batının bitip tükenmek bilmeyen medeniyetinin ve sevimliliğinin bir sonucu olarak verilmektedir affetmek. Daha iyi bir dünyada yaşama fikri ancak insanlar birbirlerini affetmeyi başarabildiklerinde mümkün olacaktır çünkü evrenin üzerimize kustuğu savaşlar, bin bir çeşit zulümler tam da buradan, çekirdekten oluşmaya başlamaktadır. Bu noktada henüz ailede sağlıklı bir zihniyet oluşmadığında sonuçları felaketlere yol açmaktadır. Christian okulda bir kavgaya karıştığında babası Claus ile arasındaki şu diyalog sisin dağılmasını sağlayacaktır: Claus: “Ona vurduysan o da sana vuracak. Bunun sonu gelmez. Anlamıyor musun? Savaşlar böyle başlar.” Christian: “Sen bu işlerden anlamıyorsun! Yeterince sert vurursan başlamaz.” Yerin yüzünde artık olağanlaşmış çatışmaların sıradan bir diyalogda başlangıcını görüyoruz. Filmde Anton’un her şeyi konuşarak halledebiliriz tavrı itici gelse de, hatta “Yeter artık ne zaman bir yumruk sallayacak?” deseniz bile senaryo hep tersine akıyor. Anton’un sabrı “Yanağına biri vurursa ona öteki yanağını çevir” cümlesinin adeta somut olarak karşımıza çıkışı olarak yansıyor. Neden, çünkü Anton medenidir. Ve bu şekliyle söyle bir sonuca varmakta mümkün: Cici mi cici, medeni mi medeni Batının eliyle öğrenecektir insanlar affetmeyi, Afrikalılar mesela. Filmin bitimiyle herkes affetmenin gölgesine sığınıyor da kara toprağın insanları es geçiliyor. Mülteci kampında zulüm kötü adamın ölmesiyle son buluyor ancak. Şiddet, insanları bu kadar içinden çıkılmaz bir hale bürüdüğünde önündeki yollar ölüme çıkıyor. Şiddetin farklı boyutları verilerek bir noktadan sonra nefret gibi temel güdülerin kontrolünün sağlanamadığı vurgulanıyor. Perdeye yansıyan mekânların dikkat çekiciliğinden de bahsetmek gerek. Danimarka’nın adeta kartpostaldan fırlamış geniş toprakları, ışık huzmeleri, turuncu bulutları, pek değerli rüzgâr değirmenleri, Afrika’nın kayalıkları, rüzgârın beleşten estiği, alabildiğine savurduğu kuru toprağı, çadır evleri, çocuk gülüşmeleri… Önümüze serilen bu yoğun sükunet pek çok defa sizi alıkoyar ve içinizde uçurtma uçurma isteği yaratabilir.

22

FUNDAMENTA

edebiyat kültür sanat dergisi


HÆVNEN

Gamze OKUMUŞ



Aişe Hümeyra

NOİR DÉSİR - KARA TUTKU Fransa’nın gelmiş geçmiş en iyi rock grubudur. Rock müziğe çok şey kattıkları, lakin tarzlarının çok fazla etnik ve punk öğe içerdiğini söylenebilir.Tarz olarak ‘des visages des figures’ albümü de Roll Dergisi tarafından yılın en iyi albümü seçilmiştir. Türk dinleyicisinin ilgisini çekmeyi başararak; 2002’de Türkiye’de verdikleri konserde büyük ilgi toplamışlardır. İstanbul’daki konserlerinde boyunlarında puşi, ‘Filistin için özgürlük’ diye bağırıp, 1 dk’lık saygı duruşuna davet eden, cayır cayır rock yapan grup, Bordeaux’ta, 1985 yılında vokalist Bertrand Cantat, baterist Denis Barthe, gitarist Serge Teyssot-Gay ve basçı Frédéric Vidalenc tarafından kurulup, (Frédéric Vidalenc’in yerini 1996’da JeanPaul Roy aldı.) ilk önce Fransa’da, sonra da dünyada ün kazanmışlardır.

bir söyleşilerinde, ‘Müzik ve fikirler hep alış veriş halinde, bizde ve dinleyicilerde. Bu bütünlük, bu alışveriş bir tarih ve bir yaşam oluşturuyor. Bizim asıl çabamız bu bütünlüğü korumaktır.’ diye dile getirmişlerdir.

Mükemmel bir sanatsal anlatımın ardında dehşet anarşist içerikli şarkılar yapan fransız grubun ‘l’europe’ şarkısı başlı başına bir belgeseldir, 23 dk’lık müzikal bir bildiridir adeta. Avrupa’nın geçmişinden tuttuklarını evire çevire yargılayarak günümüze kadar getirir. 1987 yılında ilk EP´leri olan “Ou Veux-tu Qu´je R´garde”i yayınlayarak müzik piyasasına adımlarını atarlar. 2 yıl sonra, 1989´da “Veuillez Rendre L´Ame a Qui Elle Appartient”i dinleyicilerine sunarlar. Bu albümde bulunan “Aux Sombres Heros de L´Amer” ile Fransiz listelerinde büyük bir başarı yakalayarak adlarından söz ettirmeye başlarlar. Karamsar sözleri, bir o kadar karanlık ama romantik soundlarıyla Fransız rock’unu dirilten grup, yazdıkları sözlerle Fransızcayı bizlere sevdirmiştir. Siyasi fikirleri ve ideolojileri ile müziği bir arada harmanlayıp bize sunan Noır Desir, ikisini de dengede tutarak kendi dünyalarını oluşturduklarını vurgulamıştır. Le Monde’da yayınlanan

başarmışlardır. Le Pen iktidarını protesto etmek için, tibet yararına, Fransa’daki göçmenler yararına, zapatistalara selam amacıyla düzenlenen konserler verirler. Grup her zaman isyankâr her zaman politik olmuştur. 2003’te Bertrand Cantat´in yaşadığı bir tartışma sonucu olayın büyümesi ve tutuklanmasıyla Noir Desir de dağılmış olur.

www.fundamentadergi.com

20 Şubat 1998´de “Victoires de la Musique”de “Yılın Grubu” ve “Un Jour en France” ile “Yılın Şarkısı” gibi bir çok ödüle layık görülürler. Des Visages Des Figures albümünün içinde bulunan “Le Vent Nous Portera” parça Türkiyenin de içinde bulundugu birçok ülkede listelerin başında yer almıstır. 9 Mart 2002´de, Noir Desir “Yılın Rock Albümü” ve “En İyi Klip” (“Le Vent Nous Portera”) dallarında “Victoires de la Musique” ödülü alır. Albümün 1 milyonun üzerinde satılması ile “platin disk”i de kazanmayı

Diskografi -Veuillez Rendre L’A-me (1989) -Du Ciment Sous Les Plaines (1990) -Tostaky (1992) -Noir Desir (1994) -666 667 Club (1996) -One Trip One Noise (1998) -Des Visages Des Figures (2001) -En Route Pour La Joie (2006)

edebiyat kültür sanat dergisi

FUNDAMENTA

25


Songül SUBAŞI

José Saramago / Kabil Herkesin özet bir Adem-Havva hikayesi vardır belleğinde. Ama bu kitap, bilindik, anlatılagelen bir hikayeye taraf tutan, farklı, ironik bir bakış açısı getirmiş. İlk insan, ilk cinayet, nam-ı diğer -kardeş katili- Kabil. Üstelik Portekizli yazar Saramago’nun son kitabı, bu da ilginç bir detay olsun. Her şey yerli yerindeyken, cennet varken -yani ki kusursuzluk söz konusuyken- ilk insan Adem fırlatılır dünyaya eşiyle... Dünya pratik olarak başlamıştır artık -başlamıştır- çünki ilk hata yapılmıştır. Adem ile Havva’nın çocukları Habil-Kabil, Tanrı adıyla da bilinen efendi önünde mahirliğini sergiler. Habil’in koyunları, Kabil’in tarlaları vardır. Emeklerinin ürünlerini efendiye sunmasıyla başlar... KABİL İLE EFENDİNIN KONUŞMASI VE SOY SORUNSALI Kabil, cinayeti kalleşçe bir taammüdle işler. Efendi tarafından kabul görmeyen onca sunumlarının -kurbanlarının- acısını çıkarmıştır. Reddedilmenin verdiği acıyla efendiye veryansın eder: ‘’Habil’i öldürdüm evet, infaz eden kol bendim, ama hükmü sen verdin’’ çünki; Habil’i öldürdü ki Tanrı’yı öldüremezdi. Üstelik o kan -Habil’in kanı- artık intikamdır. Alnında bir kara leke ile yeryüzünde kaçak ve serseridir artık Kabil... ‘’öldürülen evlatlarının kaybını telafi etmek için bir oğul doğurma olasılığı yine Adem ile Havva’ya düşmüştür. ‘’ ve ‘’Hayatta nedenniçin olduğunu bilmeden çocuk yapmak pek ürkütücü, Nihai hedefi ‘soy sürdürmek’ için derler; oysa ki bu soyların ne olacağına dair hiçbir fikirleri yoktur.” ‘’Gerçeğin ironik, yalın ve dolaysız dilini kullanan Saramago bu son romanıyla bize tüm zamanların sorusunu miras bırakmış oluyor: İnsan türü evrendeki yerini ve varlığını hak etmiş midir?‘’

26

FUNDAMENTA

edebiyat kültür sanat dergisi

www.fundamentadergi.com



FUNDAMENTA

edebiyat kültür sanat dergisi

web sitemizden diğer sayılara erişebilir ve yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı gönderebilirsiniz

www.fundamentadergi.com fundamentadergi@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.