edebiyat kültür sanat dergisi
www.fundamentadergi.com
sayı #3 aralık-ocak 2012 - 2013
ş¡¡r - h¡kaye - deneme - röportaj - ¡nceleme - tanıtım -f¡lm - müz¡k - res¡m
''Bir şeyleri değiştirmek isteyen insan önce kendisinden başlamalıdır'' - Socrates -
#Röportaj / Hakan Kalkan / Lale müldür
#Hikaye / Halit UYSAL #Deneme / Tarık KAY
İÇİNDEKİLER / SAYI#3 şiir 1
Ayşe Büşra ERKEÇ- BÜYÜ
2
Bünyamin KAVRUT- 15:00 Otobüsü Birkaç Ceset ve ben
3
Sümeyye SEVİM- Şehr’e Senfoni
4
Ahmed MUSAB-Farkında Değilsin Bi Ara Seni Düşünmedim
5
Mustafa ONUR-Sen Beni Bir Meşe’den
röportaj 1
Hakan KALKAN – Ahmed Musab & S.Betül İzgöer
2
Lale MÜLDÜR – A.Büşra Erkeç
3
Mustafa Onur- Aişe Hümeyra
hikaye 1
Halit Uysal-Götür Beni Gittiğin Yere
2
Müzeyyen Çelik-Eksik Noksan
3
Talha Orhan- Fazlaca Sıradan Bir Ofis Tecrübesi
deneysel yazı 1
Tarık Kay –Mazot 1
inceleme 1
Kitaro- Aişe hümeyra
2
Üç Maymun-Deniz Sadık
3
Yedinci Gün-Halim Bekar
4
Ödevimiz Dergi-Ayşe Betül Kahraman&Aişe Hümeyra İtalo Calvino-S.Betül İzgöer
illüstrasyon 1
Ahmet Demir
2
Emel Yılmaz
EDİTÖRÜN KLAVYESİNDEN
SUNUŞ
“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı, Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz” - Yunus Emre Sözümüzü öyle bir tılsıma benzetir ki büyükler, ‘söz ağızdan çıkana kadar insanın kölesi; çıktıktan sonra da insan sözünün kölesi olur’ derler. Kalemi elinde tutan için yazının bundan bir farkı var mı? Silmek diyebilirsiniz veya yakmaktan mı bahsedeceksiniz –delete ile backspace’e hiç girmiyorum- fakat biz, zihnin içinde yüzen sözler kalemle harflere döküldükten sonra her ne ile imha edilmek istenirse istensin bir büyük defterde zabt altına alındığını hatırlatacağız. Sözlerimizi kalemimizden çıkan yazılarla eşleştirdik. Biz biliyoruz ki söylediğimiz her sözü, hissettiğimiz her duyguyu kalemimizle şekillendirerek anlam kazandırabiliriz. Fundamenta temkinli adımlarla sağına soluna dikkat kesilerek ve elbette hava durumunu takip ederek yürüyüşüne devam ediyor. Sözümüz, yazımız, eylemimiz ‘yağ ile bal’ olsun için derinden alıp veriyoruz nefesimizi.
Ayşe Büşra yolun üçüncü kavşağında ellerinde bir takım ‘Büyü’lerle gülümsüyor ve hatrımızı soruyor: ‘Kadın aşkın büyüsüne kanar / Erkek büyünün kendisine / Nasılsın? / Kendime büyü yapıyorum ... teşekkür ederim’ Bünyamin ‘15:00 Otobüsü’ne binip varıyor durağına: ‘Ölebiliriz ama devlet kayıtlarına / yolun yorgunluğu eklenir.’ Derken Ahmed Musab bir meydana çıkarıyor bizi, ‘karmanyola haberler’ anlatıyor ve ekliyor: ‘Allahuekber’ lafzı yerlerde ise/ çıkılması gereken merdivenlerden inme vaktimiz gelmiştir’ Tam bu sırada Sümeyye Sevim, şehrin orta yerine davet ediyor bizleri ve sonra arkasını dönüp fısıldıyor: ‘Kimsesizlikten / Şaşırabiliriz’ Üçüncü durakta üç ayrı röportaj sizleri karşılıyor. Ayşe Büşra, Lale Müldür’ün kapısını çalıyor ve keyifli bir sohbete açılıyor kapı. Onlar kitaplarından şiirlerinden dünyadan konuşmaya devam ederken ‘Şiir’ alanında iki editörümüz
Hakan Kalkan’a başvuruyor. Şiir bir şey anlatır mı anlatmaz mı, çıkış nerededir diyerek oturuyorlar Kalkan’ın sofrasına. Öte yandan Aişe Hümeyra ‘Kültür-Sanat’ alanında Mustafa Onur’u getiriyor yanımıza. Soru cevap ikliminden biraz uzaklaşmak istediğimizde Halit Uysal, Müzeyyen Çelik ve Talha Orhan hikayeleriyle başbaşa kalıyoruz. Tanıtımda Deniz Sadık, Halim Bekar, Aişe Hümeyra ile Deneysel Yazıda Tarık Kay, Ayşe Betül Kahraman bizlere eşlik ediyor. Ahmet Demir ise bu sayıda bir çizimini bizlerle paylaşıyor. Yazmayı bir endişe eylemi olarak kabul edip, dünya denen yolculukta ‘yaşama’ endişemize sizlerle beraber su serpmek istiyoruz. Yeni bir ifade, yeni bir bakış açısı ve yeni bir duruş hepimize farklı izahlar sunabilir. O yüzden burdayız, o yüzden yürümeye devam ediyoruz. Sayfalar bizi hangi dağa çıkaracak hangi ovaya indirecek hangi yağmur ile ıslatacak hep birlikte görelim. Kasım 2012
dergi künyesi
dergi tayfası Genel Yayın Yönetmeni : Betül İZGÖER Şiir Editörü : Ahmed MUSAB Hikaye Editörü : Betül İZGÖER Kültür-Sanat Editörleri : Gamze OKUMUŞ /Aişe HÜMEYRA Görsel Tasarım : İsmail Kalecİ İllüstrasyon : Emel YILMAZ
İletişim fundamentadergi.com - fundamentadergi@gmail.com - facebook.com/fundamentadergi - twitter.com/fundamentadergi
edebiyat kültür sanat dergisi süreli yerel ve online iki ayda bir çıkar
A. Büşra Erkeç
BÜYÜ
Savaş sanatı ustalıkları Sevgili Enya, dünyaca ünlü büyülü şarkılar söyle Sıkıca tutunmamak için mesela Mesela, cam batırıyorum parmaklarıma Böylece attığım adımları kontrol ediyorum Bram bram bam bam bam bam Nasıl ahenkle atar adımlarını kadın başka, estetik ve tetikte Kadın aşkın büyüsüne kanar Erkek büyünün kendisine Nasılsın? Kendime büyü yapıyorum ... teşekkür ederim İğne batırmaya benzemiyor bu başka bir şey Etime işliyorum cam kırıklarını fazla dokunmak bir şeye Herhangi bir şeye Bir kedinin tüylerine mesela yumuşak ve serin Dokunuyor ve geri çekiliyorum Dokunmak, sokulmaktır Enya Dokunmak, sığınmaktır Leyla Dokunmak, soğumaktır Cesarin Evera Dokunmaya çalıştıkça parçalanıyor çünkü Parmaklarımızda cam, sırtımızda yük Bir kadını takip ediyor, yaşlı çirkin ve kambur bir kadın Gece sakin ve duvarları kalın Deniz yarasaları gibi... deniz, sadece gündüz mavi değildir Mavi değildir avutulmuşlar korosunda çocuklar Büyüde cam gibi, bil artık bunu bil ve kabullen Sen konuştukça şiddeti artacak parmaklarındaki sızının Kendine büyü yap büyülerin en sevimlisini Rüya gibi, efsunlu hayaller gibi, tadı yerinde turşu gibi Ekşi ve mağrur kekremsi bir tat Araba tekerleğine yapışan ve yollara kayışlanan Haşerat ya da savaş ne fark eder Onlar senin geçtiğin yollara serpişecek Buhuruna karışıp yollara hücrelerine yerleşecek Kadın ey kadın, daha daha nasılsın? Kendimize büyüler yapar, efsunlarda yaşarız Teşekkür ederiz ...
4
FUNDAMENTA
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
Bünyamin Kavrut
15:00 Otobüsü Birkaç Ceset ve Sen azrail in elinde tırpan olsa babama yardıma gelirdi o vakit ben kazağını çıkaran çarmıh herkesten önce yola koyulana yakılan ağıt gerillaların geceye savrulan türküleri gibi şam dan beyrut a ve kalbine bir cariyenin soğuk sancılar içinde her şey olurdum dört mevsim bir kabile geçti ve sen pimi çekilen bomba gibi süzülürken kuyunun neden dolmadığını açıklayacak ayetler aradım hep bir şeyler eksik hep bir şeyler yanlış dendi ve ben çantamda ekmek olmayışına o an ağladım yol gitsin biz kalıyoruz ve kan kadehini doldurmuyor başbakanın kırılan gözlerim imamı korkutuyor devenin ayaklarına inerken terkediyorum şehri el-fil öldü ama cumalar bununla başa çıkabilir bir kez daha açıyor kanatlarını ama neden taşı delecek su anlamıyor bizi çitler işleniyor boğazıma odada hiç cam yok ölebiliriz ama devlet kayıtlarına yolun yorgunluğu eklenir oysa keder diye inliyoruz biz ayaklarımıza dolanan kumla yoğrulan biri zerdüşt ün ateşi kadar aciz derken kolum uyuşuyor hem uzandığım orak sakallarım için fazla küçük yaşayanlardan nefret eden morg görevlisini çiziyorum arenada ölen imparator olunca kalabalık neden susuyo
6
FUNDAMENTA
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
edebiyat k端lt端r sanat dergisi
fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
7
Ahmed Musab Rö
por
taj
ADAM BUNLARI İYİ Kİ DEMİŞ
8
FUNDAMENTA
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
Betül İzgöer
Şiirlerine ilk olarak Şehrengiz, Atlılar, Huruç ve Fayrap dergilerinde rastladığımız, neo-epik şiirin çıkış noktası olarak kabul edilen Hakan Kalkan, Fundamenta Ekim-Kasım sayısında sorularımızı cevapladı. 2007 yılında Meryem Koçaklamaları adlı kitabınız ile yayın hayatına giriş yaptınız. Bir hareket noktası olarak Meryem Koçaklamaları istediğiniz yerde miydi? Meryem Koçaklamaları’nı çıkaralı beş yıl olmuş. Beş yıl sonra konuşulacak bir kitap olması bir şeye işaret ediyor. Okunmaya devam ediyorsa bir şeydir. Meryem Koçaklamaları’nı okuyan biri “adam bunları iyi ki demiş.” diyorsa bir yere varmış demektir şiirler. Hakan Kalkan okuyucuları, klasik dönem şairlerinden sonra bir yıkımla karşı karşıya. Klişelerin, benzer ifadelerin yerle bir edildiği bu şiirleri, şaire özgü bir duruş olarak mı kabul edeceğiz yoksa bu neo-epik şiirin bir gerekliliği mi? Şiir benim için konuşmaktan, seslenmekten ibaret. Neyi yaşıyorsak, ne kadar görmüşsek neleri önemsiyorsak onu da söylüyoruz. Söylediğimiz şey şiirdir. Neo-epik şiirlerden çok şey öğrendim: Dünyada yalnız olmadığımı, “ben” denilen şeyden sıyrılmadıkça “ben” e yaklaşılamayacağını mesela. Ama zaten o yol üzerinde yürüyorsun. O yol üzerinde seslenen birinin sesini duyuyorsun. Hiç şiir yazmamış, şiirden hiçbir şey anlamamış biri olsaydım bile yine neo-epik şairleri bir şekilde bulurdum. Yaşamakla ilgili bir şey bu, dünyada kapladığın yerle ilgili. Bir şeyi yıkmak için bile o şeyin ne olduğunu çok iyi bilmek gerekiyor. Şiir gelenekten bağımsız değildir, kendinizi geleneğe dahil ederseniz. Eğer Türk şiirinde yürünülecek bir yol açmışsanız sadece oraya eklemlenmiş bir halka olursunuz. Şiir zaten sarsmak demek değil midir? Şiir sıkı bir yumruk gibidir.
edebiyat kültür sanat dergisi
“Sana ekmeğimi uzatıyorum Sana uzanıyorum aşkın olanda Bir gülü uzatmıyorum sana Sana çünkü karalar ülkesindeyiz gemilerimizi yakmışlar Sürgündeyiz Uysal ve kalabalık” Hakan Kalkan neden ekmeği uzatıyor? Ekmeğin insan için en elzem ihtiyaç olduğundan yola çıkarsak, Kalkan burda gül yerine ekmek uzattığını söyleyerek, sürgün gerçeğini muhatabına hatırlatıp beklentileri sıfıra indirmek düşüncesi mi benimsiyor? Allah var, umutsuzluk haram. Ben sadece bir şeyleri işaret etmek istedim. Gül-bülbül’den öte bir şeyi. Daha gerçek olanı, dünyada oluşumuzu. Gül deyip durmak vardı; ben yolda yürümek gerektiğine, aramak gerektiğine inandım. Umut varsa karamsarlık da vardır. Biz ekmeği öpüp başımıza koyarız. ‘Gül’ ve ‘Ekmek’ Kalkan şiirinde neyin yerini tutmaktadır ki muhatabın ‘kullanılmış gülleri’ yüzünden ‘ekmek yetmemekte’dir? Kalkan’ın sözlüğünden ekmek ve gül bize ne anlatmak istiyor da mısralar arasında devamlı kendini hissettiriyor? Neo-epik şiiri tercih etmenize mi olanak sağlıyor? Gül bir şeyin yerini tutmuyor. Gül güldür o kadar. Meryem gülü sevmez, sevseydi sadece sevdiği bir çiçek olurdu benim için. Çiçek almak istesem saksı çiçekleri alırdım yada alıyorum. Ekmek eve gitmemi sağlayan bir şey. Ekmeğini sıkı tutmak gerekiyor. Kavgadır ekmek. Ben Karslıyım, Karslı için ekmek yemekten öte ve daha kıymetli bir şeydir. Sofrada ekmek yoksa hiçbir şey yoktur çeşit çeşit yemek olsa bile. Biz yemek yiyoruz demeyiz, ekmek yiyoruz deriz. Pay etmektir, güzel bir mısradır ekmek.
fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
9
Ahmed Musab Rö
por
taj
Kalkan’ın devrine ait halleri sahneleri net, duru ve aynı zamanda arkadan gelen bir kahramanlık marşı ile okuyucularına ulaştırdığını görüyoruz. Bu ulaştırma eylemi şair için yeterli olacak mı? Şair şiirlerinde bir çözüm sunacak mı, sunmalı mı? İnsana bir şey yetiyorsa bir sonraki adım için çabalamıyor genellikle. Bundan sonra neler görürüm bu garip dünyada bilmiyorum, bildiğim şey iki günü aynı olan ziyandadır. Şiirden öte bir şey bu, daha önce de söylediğim gibi şiir olsun diye şiir yazmadım, yazmıyorum. Bir bakış için binlerce mısra yazmak isterdim. Şiirim bir kahramanlık marşıyla okuyuculara ulaşıyorsa buna sevinirim. Bir şeyleri çözümlemişsek neden çözümü sunmayalım. Tehlikeli bir yoldan geçiyorsun ve bunu haber veriyorsun. Bu şiirden bir şey götürmez. Her tanım bizi kalıba sokar. Şiir şudur, şiir bu değildir, şunu yapmaz bunu yapar. Şiir insanın söylediği bir şey. Söylediği şey için de çözüm de olur ve bazen çözümsüzlük de. Şiir sadece şiir olmakla bile bir çıkış hareketi midir? Sürekli bir çıkış arıyoruz. Sürekli bir yere varmak orada kendimize bir alan açmak için çabalıyoruz. Şiiri şiir olmaktan çıkarıp kutsanmış, kutlu söz söyleme olarak göremeyiz diye düşünüyorum. Anlatamayınca şiir diyoruz. Şiir diyorsak bir çıkış elbet vardır. Çıkışın her daim olduğunu işaret ediyor bize şiir. Hakan Kalkan ‘şiir’i neye yormaktadır? Mısralar arasında salınırken tanıştığımız
10
FUNDAMENTA
insanların tutunamamış yıpranmış ‘delice akan hayat ırmağı’nın bir şekilde kıyısında kalmış insanlar olduğunu görüyoruz ve şu soru ister istemez merak konusu oluyor: ‘Gerçek’ şair için o ırmak değil de, bu kıyıda kalmış insanlardan mı ibaret yoksa ‘Bakın bunlar da var’ demek mi istiyor? Kıyıda köşede kalmış insanlar demeyelim de kendi vatanında vatansız bırakılmak istenilenler diyelim. Kimdir kıyıda köşede duranlar, her gün gördüğümüz, selam verdiğimiz insanlar mı? Yoksa mevki ve makamımıza göre bir yerlere sıkıştırmaya çalıştığımız insanlar mı? Biz de birileri için kıyıda köşede kalmış insanlarız. Ya da öyle olmamız isteniyor. Biz merkezdeyiz, birileri bizim merkezden uzaklaşmamızı istiyor. Ama merkez biziz. Halktır. ‘Şairin gerçek işi öç almaktır. Şair zulme uğradığı için şiir yazar’ deniliyor. Hakan Kalkan kimden neyin öcünü almakta? Her kim ki zalimdir, yaptığı zulmün öcü alınmalıdır. Her kim ki kulun hakkına göz dikmiştir öç almak gerektir. Her kim ki, yalan, iftira peşindedir ondan öç almak gerektir. Her kim ki, bizim olanı bizden almak için yalan söylemektedir öç almak gerektir. Her kim ki gavurun ekmeğiyle beslenmektedir öç almak gerektir. Her kim ki gavura gavur demeyip ahkam kesmektedir öç almak gerektir. Her kim ki garibin rızkına göz dikmişse öç almak gerektir. Her kim ki ter dökenin hakkını yemektedir öç almak gerektir. Her kim ki emanete ihanet etmiştir öç almak gerektir. Dünyadan öç almak gerektir.
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
Betül İzgöer
Kalkan’a göre bir şiir ayarı var mı? Karşımıza şiir diye gelen her metne şiir diye bakabilir miyiz? Bir metin şiir midir değil midir nasıl anlaşılır? Şiiri tek bir mısradan bile anlayabiliriz. Türk şiiri “insan” üzerine kuruludur. İnsansız fotoğraftan bahsedebilirsiniz, insansız müzikten…ama Türk şiirinden bahsedemezsiniz. Sarsan, saran, üşüyene örtü olan bir şey şiir. Birine “üşüme” dediğimizde artık şiirdir. Gayrısını günümüzde reklamcılar daha iyi yapıyor. Bunun için neo-epik şiir önemli. Bize bizden olanı, olanları haber verir. Bizi anlatır. Bize bir yurdumuz olduğunu yeniden hatırlatır. Önümüzdeki zamanlarda ‘biz okuyucularınıza kitap müjdeniz’ var mı? İkinci kitabın dosyasını hazırlıyorum. İnşallah zamanı geldiğinde kitaplaşır. Şimdiden bir şey diyemiyorum. Ama ikinci kitap hazır sayılır. Nasip, bakalım. Hakan Kalkan’ın okuyucularından istediği bir şey var mı? Okusunlar. Türk şiirinin büyüklüğünü kavramak gerekiyor. Türk şiirini takip etsinler. Şiirin insandan kopuk bir şey olmadığını, şiiri anlamak için yeniden insana dönmek gerektiğini söylemek istiyorum. Halk olduğumuzu unutmasınlar. Popülist kültürü takip etsinler. http://www.populistkultur.com/ ve http:// www.fayrap.com/ bu sitelere bakabilirler. Bir okuyucu olarak kendi adıma söyleyebileceğim bunlar. Okumak, görmek, anlamak gerekiyor. Hakan Kalkan’a teşekkürlerimizi iletir saygılarımızı sunarız.
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
11
Sümeyye SEVİM Dilindeki serseri ıslıkla Göğsünün orta yerinden geniş meydanlar Ve kimsesiz,gri arka sokaklar açılan bu şehrin
-Şehr’e Senfoni -
Tam orta yerinde durabiliriz sevgilim Hayal ettiğimiz ahengi parmak uçlarından yakalayıp Her köşe başında tepesine dikilebiliriz.
12
FUNDAMENTA
Savaşabiliriz ideolojilerinin tüm kırmızılığıyla Kanından beyazı ayırt edilmeyen bayraklarını Gökdelenlerinin tepesine geçirebiliriz. Bir yudum suya para sayıp Çitlerin ardındaki erik ağaçlarına Günahkar bakışlar savurabiliriz. Yokuşu bin, inişi bir yıl olan bu şehrin Tam orta yerinde durabiliriz. Özleyebilir tüm o kokulu bahçeler evimizi Sevişebilir dut dalları ve erikler Parmaklarımızla. Bunu yapabiliriz. Ve evet; Girebiliriz Bu şehrin muhtelif kapılarından Şaşkın bir ıslıkla Toz yutmadan ve çarpışmadan duvarlarıyla Milyon yalnızlığa Tek seferde üstelik Girebiliriz. Görebiliriz Denizinde martısının nasıl ukalalaştığını Nasıl caka sattığını çingenesinin Ve nasıl saydığını malvarlığını dilencisinin. Görebiliriz evet; Şiddetli yalnızlıktan. Şaşırabiliriz Emzikli bebek nasıl teskin eder anneyi Ve anne Bir resme bakarak nasıl hayal eder Doğumunu beklediği bebeği. Sütü kan kırmızı gelebilir Kimsesizlikten Şaşırabiliriz…
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
edebiyat k端lt端r sanat dergisi
fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
13
Ahmed Musab
FARKINDA DEĞİLSİN
[Bİ ARA]
SENİ DÜŞÜNMEDİM Otun kokusunu alan gençlerin birer birer gidişini izliyorum. her günün bir başka günü özlettiği şu günlerde alnımızın ortasına büzülmüş günahları taşıyoruz yazılarının okunmadığı cümlelerimizin tükendiği bir günü koyuveriyoruz harf inkilabının fayda vermeyeceğini söylemiştim sokulan borulardan dert yanarak şizofren kimliğimizi açık ettik söyleceklerimizi ağzımıza doldurduk : işçinin hakkı bana kadar ulaşıyorsa bu yeryüzünde kan akacak diye bağıran ergenler sokaklar da dolaşıyorsa “Allahuekber” lafzı yerlerde ise çıkılması gereken merdivenlerden inme vaktimiz gelmiştir. bunların söz konusu kimliği ekmeğe şarap dökme hikayesidir. Hastane önünde duran polisler bekleme salonundaki kalabalık ölümü bekleriz bir an Ölüm; Polis joplarıyla korkutuyor bizi
14
FUNDAMENTA
kalabalıkta saklıdır ölüm -jopun bir ucunda, simsiyah bir jopun........................................ karmanyola haberler dolaşır ajansta kahvede silah sesi! lazın biri diye başlar anlatmaya ahali sokakta ruhsatsız kimlikleriyle izler deli safhalar işte “öcü alınmış bir kız meselesi” diye ekler çok hücreli düşünen can ölümler başlar bi ara tarihte gizlidir ölümler ve hastanelerden çoktur polisler Doğuş diye bağıran bir kurtarıcıyı hastanede herkes bilir işçiyi ahkam kesenler müstehzi konuşmalarıyla bir sekreter daha alır işe dövülen işçilerin sendikası olay mahalinde derken ajansta dolanan hikayeyi dillendirir kaybedilmiş sıcak cesetler ve soğuk hangisi önce kaybedilirse işte ajanstan duyrulur mesleğinizin verdiği ölçüde bilgilendirilir.
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
edebiyat k端lt端r sanat dergisi
fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
15
Tarık Kay De
ney
sel
Yaz ı
- MAZOT 1 Ben uzun uzun yazarım. Siz dinler misiniz bilmem. Siz; geçmişten ve gelecekten birçok insan. Dinlemezsiniz. Uzun yazıları sevmezsiniz. Akademisyen veya inek değilseniz edebiyat dergisi dahi olsa oturup beş kısa yazı okursunuz ama aynı satır adedince tek bir yazıyı okumazsınız. Psikolojiniz bozuk değil endişelenmeyin. Sadece bir tür zihin tembelliği. Bu yüzden yazımı belli belirsiz yerlerde böleceğim. Sizi kandırmak istiyorum. Kompozisyon çalışmalarına başlarken hepimizin bildiği gibi giriş-gelişme-sonuç sıralaması önemlidir. Hikâye ve romanlarda bu kalıbın dışına çıkabiliyor olmak zannımca insanın kalemine daha geniş ufuklar açıyor. Düşünsenize, sırf bir hâli anlatmak için yola çıkacaksınız ama sizden o hâlin bilmem kaç perde gerisini soruyorlar. Bu durum yazarın canını epeyce sıkacaktı herhalde. Neyse ki, bizim artık bir şeyleri sorma yaşımız geçti ve okumaya başladığımız kitap zaten yazarın elinden çıkalı çok oldu. Yazar denen kişi, sokağın ortasında bağıran bir adamı pat diye sahneye ittiğinde ve siz koşuşturan insanların seslerini duymaya başladığınızda vaktin sabah mı akşam mı olduğunu bir yana bırakıp, birbirlerine seslenen bu insanların cümlelerini ayırt etmeye çalışıyorsunuz. Birileri birilerini kovalıyor, sanat yönetmeni silahların bu sahnede iyi duracağını ileri sürüyor ve fakat silahlar herkes tarafından görüldükten sonra hikâyenin bir yerinde illa ki patlayacağını bilen yazar on beş sayfa sonrasında ufak bir değişiklik yapıyor. İki kedi iki kişinin ayaklarına dolanarak mevcut karışıklığa katkı sağlıyor. Sahneye ilk atılan adam eve gelip ayakkabılarını çıkararak kanepenin üzerine çöktüğünde sabahın beşi olduğunu fark ediyorsunuz ama aradan yedi sayfa geçmiş oluyor. Heyecan verici öyle değil mi? Şimdi burada yazar, sabahın beşinde bağıran bir adamdan bahsedecekse o adamın bütün bir akşamını anlatmasına gerek yok. Ki, yazarın sabahın beşinde bağıran bir adamı anlatmak istediği çok açık. Durum hikâyesi olarak adlandırılacak olan bu tür böylelikle yazarın ve okurun hayal ürünü ile sonuçlanmaktadır.
16
FUNDAMENTA
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
Bir de kılı kırk yaran yazarlar var. Sanki karşılarında sağır dilsiz aynı zamanda âmâ bir okur duruyormuş gibi olayı anlatmaya başlamadan önce apartmanları ve sıralanış biçimlerini sonra kaldırımları ve eksik taşlarını sonra ağaçların uzunluklarını ve hangi evlere gölge yaptıklarını sonra bakkalı ve haylaz oğlunu ve burnu havada kızını sonra muhtarın ne meymenetsiz bir adam olduğunu sonra sokakta oturan iki memur ailesinin hiç anlaşamadığını bu anlaşmazlığın eskilere dayandığını sonra bu sokağa hiç devriye uğramadığını sonra çöpçülerin iki günde bir çöpleri toplamaya geldiğini anlatmaya üşenmezler. Okurun buna benzer sokaklardan birinde oturma ihtimali yokmuş; anlattığı ayrıntılar çok ahım şahım şeylermiş gibi düşüncesizce kalemlerini tüketir dururlar. Olay hikâyesi olarak adlandırılacak olan böyle hikâyelerin de elbette yazarın üstün dehasını ortaya koyduğu okurun ise sadece seyirci kaldığı bir bitişle sonuçlanacağı kaçınılmazdır. Yazının tam burasında iseniz hangi tür hikâyelerden hoşlandığımı anlamanız gerek. Yazarı ve okuru daha serbest bir düzleme taşıyacak anlatışlar peşindeyim. İlkokul yıllarım boyunca kompozisyon yazmaktan nefret etmiş bir öğrenci olarak başka türlüsü beklenemezdi sanırım. Öğretmenler bir konu verir ve sizden yazmanızı isterler. O konu hakkında hiçbir şey merak etmiyor olabilirsiniz. Merak etmek istemiyor da olabilirsiniz. Merak zorlayarak oluşturulabilecek bir şey değil sonuçta. İnsan ilgi duyduğu şey hakkında bilgi sahibi olmak ister. Onun üzerinde fikir beyan etmek ister. Zavallı bir karıncaya nükleer santraller konusunda akıl danışmamız gerekmez herhalde değil mi? Ama öğretmen kutsal bir varlık olduğu için isyan bayraklarınızı kalbiniz içinde gezdirip dururken, ‘Ormanlar bir ülkenin doğal güzellik ve zenginlik kaynağıdır’ şeklinde cümleler kurmaya başlarsınız. Okullar faydalı olduğu kadar örnekte görüldüğü üzere güven kırıcı yerlerdir. İlk satırdan buraya kadar toplam iki dakika otuz yedi saniye sürdü okumam. Yuvarlama yaparsak üç dakika. Hayatınızdan bu ay üç dakikanızı bana ayırdığınız için teşekkür eder, saygılarımı sunar, esenlikler dilerim.
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
17
Mustafa Onur
SEN BENİ BİR MEŞE’DEN... Okunaksız bir tarih kitabıyken, Ellerin beni ovalıyor ellerin. Tuza pamuğa sardığın o kıtlık günlerinden, Bir tutam pencere ver. Yoksa tozmu desem, üstümde kan izlerim. Herkesin herkesle mutlak bir işi varken, Okumalısın beni, Okumalı ve ellerin. Üstüme etiketler, dünden kalan naftalinler, Kırk yıllık bir ambarın en ücra yerlerinde, Dizlerine bakıyorum...Dizlerin. Korkusuz her romanda, Kuşkusuz çok kahraman, Hepsi ben olduğum zaman, Yasla sırtını beyin kıvrımlarıma. Seni ben kurtarmalıyım. Kök salıyor içime kırılgan yükselişler, Alçaklığın tadını özlüyorum nicedir. Dizlerini arıyorum...Dizlerin. Yoksa sen beni bir meşeden, Hatta ucuza kapatılmış incirin gövdesinden, Çok daha iyi yapardın, kollarımı mesela. Şark’ın çay bahçesine dik düşürüp gölgemi Acemi askerlerin yalanmış saçlarına, Çok sürülsün diye sabun bile yapardın. Sen beni bir meşeden, Çelik çomak geceden, Çok yıldız kaysın diye üstüme pislemekten...
18
FUNDAMENTA
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
Her yaraya mecburum, katlanası yokuşta. İnsanım diye mahkum, münferit bir hazımla. Hep eski kitapların o bilgin yazarları, Bir gecelik rüyada sokulunca koynuma, Başlıyor söğütlerin rüzgarla vals zamanı. Ben seni diliyorum, bir şey bilmez halini. Bir şey bilmez halinden çıkan saf gülüşleri. Bazen çok özlüyorum, sence bu iyi midir? Geredur içiyorum, sence de iyi midir? Şimdi boşver bunları, hem yaraya mecburum. Bi saniye bekle, ölüp diriliyorum. Hadi sen beni pazara, tezgahlara tıkıştır. Satılası yok gibi değersiz bir reyonda, Baharat standının başucunda mesela. Kekiği de severdim, bundan yüzyıllar önce. Sahi bir ihtimal, onca kadın elinde, Alınıp satıldım da kıskanmış mıdır Tanrı? Sen beni düşsel kanıt, Beni güncel avutup, Boş yere çabaladım, sen beni burda unut. Mecburum salya sümük kapına dayanmaya. Bir kereste kutudan, bir uzamış şiirden, Levha olunmayası paslanmış bir demirden, Yeryüzüne küs bakan zorlama bir resimden, Çok daha iyisini arzuladım evvelden. Mecburum, salya sümük tokmağına vurmaya. “Şimdi biraz müzik lütfen”
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
19
A. Büşra Erkeç Rö
por
taj
“İstanbul, bir caminin kubbesinden süzülen bir melek gibi...” 1956’da Aydın’da doğdu. Orta öğrenimini Robert Koleji’nde da Anne’ye Ayetler ve O’nun postmortem Alâmetleri bunlar bitirdi. Şiir bursuyla İtalya’nın Floransa kentine gitti. Dönüşte arasında… Kitap isimleri içeriği belirleyen ve okuyucuyu birer yıl Orta Doğu Teknik Üniversitesi Elektronik ve Ekonomi ilk etapta çeken bir özelliğe sahip, fakat asıl beni cezbeden bölümlerine devam etti. İngiltere’ye gitti, Manchester Üni- hem din öğeleri hem de karşı bir kavramı da içinde barındıversitesi Ekonomi Bölümü’nden lisans öğrenimini tamam- rıyor. Neden Medine ve likör? Neden Meryem ve buhur? Ve ladı. Essex Üniversitesi Edebiyat Sosyolojisi Bölümü’nden neden Anneye ayetler? master yaptı. Belçikalı ressam Patrick Jacquart ile evlenerek Artık ben oralarda değilim, kavun likörü, eskiden Brüksel’e yerleşti. Üç yıl sonra yurda döndü. Bir dönem Radi- bayramlarda likör ikram ederdik ona dair yazdığım bir şey, kal Gazetesi’nde yazdı. içkiyle alakalı olduğu için ya da karşıt bir kavramı dile getir İlk şiirleri Yazı ve Yeni İnsan dergimek için yazmadım. İçkiyi de sevmem aram lerinde yayınlandı. Sonraki yıllarda Gösteri, yoktur zaten. Leyla Müldür Defter, Şiir Atı, Oluşum, Mor Köpük, YöneShakespeare şiirlerini 45 bin kelimeyle lişler, Sombahar gibi dergilerinde şiir ve yazıyormuş. Gerçi sizin şiirlerinizde seryazıları yayınlandı. Şiirlerinden bazıları besbestlik dikkat çekiyor, özgür bir kulvarda telendi ve filmlerde kullanıldı. Birçok şiiri koşturan mavi atları izler gibi okuyorum şiİngilizce, Fransızca ve İbranice gibi değişik irlerinizi… Kelime sayısı, vezin gibi ölçüledillere çevrildi. Türk şiirinin lirizm birikimlere uyma içgüdüsü veya endişesi sizde hâsıl riyle ilintisiz, imge ya da görüntü düzeyinden oldu mu hiç? çok beslendiği farklı kültürlerdeki kavram Ben her şeyi çok planlı yaparım, biliyorsunuz lar ve kaynaklar üzerine kurulu Türk şiirizaten. Çok melodi vardır benim şiirlerimde. nin köşe taşlarından sayılan bir şiiri vardır. Ses vardır, müzik vardır. Anlam bütünlüğü de Şiirlerinden bir seçki “Water Music” adıyla var içinde. Bir kitabı tümden okumadan pek 1988 yılında Dublin’de yayınlandı (Poetry anlaşılmaz. Benim şiirlerimde öyle. Ireland). Fransız ressam Colette Deblé’nin resimleri üzerine yazdığı şiirler ise Fransız Şairlik ve o vasfı taşıyan benliklerin sahip Enstitüsü’nden “Yağmur Kızı Böyle Diyor” olduğu dış görünüm, yani içerde yanan voladıyla Fransızca yayınlandı. Divanü lügat-itkanın bedene yansıması ve gözlere sirayet Türk isimli kitabı Fransız bir Türkolog taraetmesi hakkında ne düşünüyorsunuz? fından Fransızca’ya çevrildi. Ultrazon’da Ultrason (2006) dlı Şair o kadar az ki, bir de onu dış görünüşünden tarif kitabıyla 11. Altınportakal Şiir Ödülünü kazandı. Son çıkardıetseydim bilmiyorum ne olurdu. Bakışlarından fark edersiniz ğı kitabı “Anne’ye Ayetler ve O’nun Postmortem Alâmetleri” bir şairi.. Şairce bakar ama nasıl bir şey onu anlamak da anüzerine konuştuk… latmakta zor. Balık gibi okyanusun dibine giderken, gördüğü Ayetler ve O’nun Postmortem Alâmetleri, postmortem ne dehşetli olaylara bakar gibi bakar. Delicidir bakışları. demek, sürecini ve neden kitabınıza böyle bir isim verdiğinizi Şair olmasaydınız ne olurdunuz? anlatır mısınız? Çok şey… Mortem ölüm demek. Postmortem, ölüm sonrası alametleri demek. Kitap eğer baştan sona okunursa, post- Mesela diye örneklendirirsek? mortem ilişkiler olduğu gibi gözükebilir. Bunlardan bir tane- Şu anki aklımla cevap vermek başka, o zamanlar ki si, insan ölüp yeniden dirildikten sonra, dünyaya geliş yolları, yani şair olmadan önceki aklımla cevap vermek başka. Ben niçin geldiği ve ne gibi şeyler beklediğini gösteren bir bilimdir. kolejde okudum, o zamanlar gördüklerimi dile getirirken şiir gibi konuştuğumu söylerlerdi. Sonra onları yazmaya başlaBir kere ölen, tekrar ölmekten korkar mı? dım… Sence ne olurdum? Hayır, korkmaz. Kitaplarınızda isimlerinin dikkatimi çektiğini ifade etmeli- Ben Lale Müldür değilim, cevabı sizde bu sorunun değil mi? yim. BuhuruMeryem, Medine&kavun Likörü ve son olarak Evet, doğru söyledin. Ben daha önceki bir şiirimde
20
FUNDAMENTA
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
yazdığım gibi “Ben derbeder bir derviştim daha önce” diyorum. Bu yolda neler karşıma çıktı, neler yaşadım, bu insanlar bu dervişten neler bekliyor, kimseler bilemez. Ben biliyorum fakat insanlar vereceğim cevabı anlamazlar. İkinci bir hayatın varlığına inanıyor musunuz? Tabiî ki inanıyorum… Peki, önceki hayatınız da kim olduğunuzu bize söyler misiniz? Bunu söylemem çok ultra bir cevap olurdu. Çok büyük yankılar, sesler çıkar. Sizce Annelik ve şairlik arasında bir bağ var mıdır? Annemi çok takdir ederdim. Her şeyini çok beğenirdim. Ve bağım kuvvetliydi. Son kitabımı onun için anneme ithaf ettim… Şair benim, anne benimdi, bir şey yapmak istedim iyi bir şey, ona şiirler yazdım. Sen gazetecilik dışında yazdığını da söyledin bana, hepsinin dışında başka bir şey yap, mesela heykel yap desem ne derdin bana? Heykel değil, çocuk yaptım… Derdim. İşte bilen bir insanın vereceği cevapta budur. Sende bizim yolda ilerliyorsun dikkat et, fakat yolun daha çok başındasın. Üstelik bulunduğun yaşa dikkat et, tehlikeli bir yaşın içindesin… (gülüyoruz…) Din ve Tanrı kavramlarına sıkça yer veriyorsunuz şiirlerinizde, son kitabınızda ki “Dokunma Bana” isimli şiirinizde “Birisi Tanrı kadar uzak bana, Diğeri Muhammed kadar Yakın” diyorsunuz. Buhuru Meryem’de de Muhammed’e hitap ettiğiniz dizelerin olduğunu anımsıyorum, Muhammed’e şiirlerinizde yer vermenizi nasıl anlamalıyız? Dini sevmeyen fakat Muhammet hayranı bir şairle mi karşı karşıyayız? Uzaklık yakınlık meselesi değil bu, ben Muhammedi çok seviyorum, çok hakikatli bir şahsiye t olarak görüyorum onu… Şiirlerimde ki Muhammet betimlemeleri var esasında bu doğru. Fakat Muhammed’e olan sevgim başka, bazı konularda kızıyorum ve anlamıyorum onu. Çünkü kadınlar konusun da bu çağda eğer algılandığı gibiyse, yani 4 kadın alınabilir diye söylüyorsa, onların bakış açısını alan insanlar var. Bunu bu şekilde algılayıp kadınlarını üzüyorlar. Bu o insanların çok kadınlar alarak dini bilmediklerini gösterir bunu düşündürüyor bana. Bilmiyorlar ve o kısmı onlara cazip geliyor. İşlerine geliyor yani. Muhammedi ve İsa’yı ya da Zülkarneyn’i size yakın, Tanrıyı uzak kılan şey nedir? Ben dinleri ve onu temsil eden insanları ayırmıyorum. Tanrıları seviyorum, dinlerin hepsi tek bir manayı işaret ediyor, mutlak sevgi, mutlak anlayış, mutlak kavrayış ve bütünlük. Benim için hepsi aynı, Tanrılar da, İsa’ya da, Muhammed’e de başka bir anlam yüklemiyorum. Bu insanların oyalanması demektir. Neden kısa yol varken, resmi parçalara böleyim ve yorulayım? Resmin bütününde daha güzel mesajlar var. Her şey bana yakın, hepsi benden uzaktır bu anlamda. Anneye Mektuplar’da İstanbul, İstanbul’un sahip olduğu mekânlar dâhil, Ayasofya gibi isimler sıkça geçiyor. İstanbul sizde neyi ifade ediyor? Ben dünyanın pek çok yerini gezdim. Dünyanın her
edebiyat kültür sanat dergisi
yerini hemen hemen gördüm. İtalya’yı, Roma’yı Fransa’yı vs. Fransa benim için bir numaralı bir kenti. En çok görmek istediğim ve orada yıllarca kalmak istediğim, benim için özel olan bir kentti. Roma da öyle, sokaklarında gezerken hiç sıkılmayacağınızı düşünürsünüz. Fakat belli bir zaman sonra sıkılmaya başlarsınız. Uzun yıllar kent kent dolaştıktan sonra İstanbul’u özlemeye başlıyorsunuz. Ben de özledim ve sonra buraya, İstanbul’a döndüm. İstanbul çok zengin bir kültüre ve tarihe sahip, buda onu gizemli bir şehir yapıyor. Her an neyle karşılaşacağınızı tahmin edemiyorsunuz. Bazen bir martıyı takip etmeniz size birçok hikâye sunabiliyor. İstanbul’un en çok neyini seviyorsunuz? Camilerini ve onun minarelerini seviyorum… Peki, onu neye benzetirsiniz? Çok yüksek, yüksek, yüksek bir minarenin en tepesinden efsunlu bir şekilde yeryüzüne aheste bir hal ile süzülen bembeyaz kanatları olan bir meleğe benzetirim. Şiirlerinizi okurken, düşünmeyi seven insanlara farklı kapılar aralatan mısralara sıkça rastlanıyor… Roma Mitolojisinde müziğin, sanatın ve şiirin tanrısı diye ifade edilen Apollo ve Hermes gibi tanrı diye tabir edilen isimler ve felsefe… Metafizik ve felsefenin şiirlerinize nüfus etmesi kasıtlı yaptığınız bir şey mi? Güzel bir tesbit yapmışsın, bütün bunları bir şiirin içinde bulamıyorsanız o şiirde eksiklik vardır. Felsefe bunun en temel taşı. Evet, düşündürmeyi seviyorum, çünkü onlar düşünerek yazılıyor. Öyle gelişi güzel bir şiir diye değil. Ve Anneye Ayetler kitabında ve diğerlerinde anlatmak istediğim şeyler birçok şiirden sadece birini okuyarak anlaşılmaktan uzak şeyler. Her kitapta bir anlam bütünlüğü var. Bunu da iyi okuyucular ancak anlayabiliyor. Fakat şu da var, yıllar önce yazdığım şiirler şimdi daha çok seviliyor ve anlaşılıyor, bunun nedeni şuan anlayamadıklarını söyleyenlere bir cevaptır. Bu şiirlerimde yıllar sonra daha iyi anlaşılacak diye tahmin ediyorum. “ona kötü bir şey olsun istedim, bana âşık olsun istedim” şiiri gibi birkaç sevilen şiiri de aldım bu kitaba. Bunu açıklıyor aslında. Bir röportajınızda, Aralık 2012 de dünyanın yok olacağına inandığınızı ifade eden açıklamalar yapıyorsunuz? Kitabınızın son kitap olmasıyla bunun bir ilgilisi var mı? Dünya ve insanlık yok olacak mı? Hepsi değil fakat bir kısmı yok olacak, zaten yok olmaya da başladık. Bu hayat bir şekilde devam eder ama nasıl, hep beraber yaşayarak göreceğiz. Bunu ben söylemiyorum, tarihe baktığımız zaman yıllar önce düşünen insanlar söylemişler bunu, bende bir bildikleri vardır diyorum… Neden son kitabınız, bir şair şiir yazmazsa ne yazar? Roman yazar. Ben de romana başladım harika bir roman olacak. Konusunu sorma söylemeyeceğim o çok büyük bir sır. Bitince göreceğiz. Ruhunuzu ne besler ve ne sıkar? Sıradan olan ve basit olan şeyler sıkar. Elbette bende çok sıkılıyorum zaman zaman, fakat şiirlerle, müzikle ve kitaplarla besliyorum ruhumu. fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
21
Aişe Hümeyra
Ödevimiz dergİ Ne zaman “dergi”den söz edilse ilkokul yıllarım aklıma gelir. Televizyonun yaşama yeni girdiği yıllarda gazeteler de çok önemliydi.Gazeteler o vakit çıkardığı mavi cilt bezli küçük boy çocuk kitapları ilgi görüyordu. Evimizden uzak bir bakkala gelen cocuk dergisini almak için okulun son zilinin çalmasını bekler, koşa koşa giderdim. Bakkaldan eve gelene kadar derginin o taze baskı kokusunu içime çekerek hızlı adımlarla yol alırdım. Daha sonra da geri sayım başlardı: 5 gün kaldı 4 gün kaldı. Yeni bir dergiyi elde tutmanın, o kağıdı hissetmenin, sayfalarını çevirmenin hazzı, geçen bunca seneye karşın hiç kaybolmadı. Bu keyfin de bir ikamesinin olabileceğini düşünmüyorum. Günümüzde dergicilik çok gelişti. Her ilgi alanının neredeyse dergisi çıkmaya başladı; ki ben hala Türkiye’de çeşitlilik açısından az dergi çıktığını düşünüyorum. Özellikle hobi olarak da adlandırabileceğimiz yaşamın çok değişik renk ve kültürlerine seslenen dergiler önemlidir. Edebiyat dergileri de bu gelişmelerden payını aldı elbette; ancak baskı kalite- si arttıkça, bir holdinge bağlı çıkmaya başladıkça
Dünyada bir dergiye abone olunduğunda o dergi piyasaya sürülmeden önce okuma olanağı bulunmaktadır. Bu olanak, abone sayısını artırmaktadır. Oysa Türkiye’deki posta sistemi bu konuda yetersizdir. Dergicilik alanında çok az bilgili insanın olması ise Türkiye’de dergiciliğin en temel sorunudur.
22
FUNDAMENTA
edebiyata gönül vermiş insanlara elini uzatamadı, sıcaklığını hissettiremedi bu dergiler. Yaşasın edebiyat, E gibi dergiler de bu maddi desteğe rağmen kapandı maalesef. Herkesin dediği gibi Türkiye dergi mezarlığı ... Velakin biz yine de size evveliyatdan söz edelim. Dergicilik; gündemi veya konusu belli olan derginin okuyucuya ulaşması için sosyal bir faaliyettir. Dergicilikte araç olarak kullanılan derginin günlük, haftalık, yıllık yayımlanması vardır. Tarihimiz boyunca dergiciliğin faal durumu zamanın şartlarına göre değişmektedir. İlk zamanlarda bilgi edinme ağırlıklı kullanılırken zamanla ilgi alanlarına göre kullanılmaya başlanmıştır. Örneğin;edebiyat dergileri geçmişte popülerken, şimdi kullandığımız dergiler gençlik, moda, özel şirket dergileri, mizah, marka tanıtım için kullanılan dergiler şeklinde çeşitlenmiştir. Bu durum derginin ilgi alanları dışında bağlı olduğu ögelerin gelişimine de bakar. Günümüzde Türk Dergiciliği ve ‘Ünlü’ Sığınmacılığı • Dünyada dergicilik altın çağını yaşarken Türk dergiciliği ciddi bir çıkmaz içindedir. Dergicilik sektörünün temel sorunları aşma çabası göstermek yerine ünlülerin isimlerini dergi adı olarak tayin etmesi çıkar yol değildir. • Değişime ve gelişmelere daha fazla duyarsız kalması mümkün gözükmeyen dergi sektörü, ‘bilgi’ ve ‘bilge’nin hakkını vermek zorundadır. Bunun gereği ne kadar erken keşfedilirse, sektör bundan o derece kârlı çıkacaktır. • Derginin takip ettirilmesi için öncelikle okuyucu kitlesi önemlidir. Dergicilik faaliyetlerinin ilk çıktığı zamanlarda zengin kesime hitap ederken yani dili eğitim almamış yada alamamış kişilere hitap etmezken daha sonraları eğitimin gelişmesi ve yayılmasıyla halka hitap etmeye başlamıştır.
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
A. Betül Kahraman
• Gazetenin, zaman aralığı genişletilmiş ve ihtisaslaşmış türü olarak tanımlanabilecek olan dergi, yine gazeteciliğe paralel bir gelişim süreci izlemiştir. Temelde ikisinin de işlevi aynıdır: Haber ve/ veya bilgi vermek. Bununla birlikte oluşumları bakımından önemli ayrımlar sözkonusudur. • Dergicilikte zaman aralığı geniş olduğu için doğru insan, doğru zaman ve doğru yöntem üzerinde durulmaktadır. Oysa gazetecilikte ‘zaman’ın baskısı vardır. Bir haber yakalanır yakalanmaz haber atlamamak için doğru insan, doğru zaman ve doğru yöntem gözetilmeksizin harekete geçilir. Dergide ise zaman bol olduğu için içerik olarak dergilerin, konuları daha derinlemesine incelemesini mümkün kılar. • Derginin avantajı, editörün ciddi bir araştırma yaparken gazetedeki metinlerden daha ilginç daha iyi bir metin elde edinceye kadar uğraşabilme şansına sahip olmasıdır. Şık bir sayfa düzeninde cömertçe kullanılmış fotoğraflar, başlık, sayfa bantları ve ara başlıklarla zenginleştirilmiş haber gövdesi, yazarı da okuru da doyurur.
edebiyat kültür sanat dergisi
• Gelişmiş ülkelerin çoğunda dergi satışları gazete satışlarının önünde giderken, ülkemizde çeşitlerinin çokluğuna rağmen dergilerin okunma oranları oldukça düşüktür. İletişimci Aslı Yapar, bunun nedenlerini şu şekilde özetlemektedir: “Dergiler yeterince reklam alamadığı için parasal sıkıntı içindedir. Dünyada bir dergiye abone olunduğunda o dergi piyasaya sürülmeden önce okuma olanağı bulunmaktadır. Bu olanak, abone sayısını artırmaktadır. Oysa Türkiye’deki posta sistemi bu konuda yetersizdir. Yani dağıtım da bir sorundur. Dergicilik alanında çok az bilgili insanın olması ise Türkiye’de dergiciliğin en temel sorunudur.”
• Günümüzde bilgi ve donanım yerine daha değişik bir çözüme başvurma eğiliminin ön plana çıktığı gözlemlenmektedir: Ünlü kişilerin ya da ciddi eski dergi adlarından yararlanarak tiraj yapmak… Hülya Avşar, Gülben Ergen’in, ya da zaten var olan bir derginin okur kitlesine ulaşmak için eski dergilerin adlarının kullanılması buna örnek verilebilir. Ancak bunun çıkar yol olmadığı açıktır. • Sonuç olarak; Dünyada dergicilik sektörü, radyo, televizyon ve gazetelerin önündedir. Türkiye de er ya da geç, bu sürece ayak uydurmak zorunda kalacaktır. İşte o zaman ‘bilgi’ çok daha önem kazanacaktır.
fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
23
Halit Uysal Hik
aye
Götür Beni
Gittiğin Yere Yeni Cuma camiinin bahçesinde oturuyoruz. Bizim ihtiyarlardan emekli komiser Rıza baba ve emekli Müezzin-i Kayyum Ömer babayla birlikte sigaralarımızı tellendiriyoruz. Geçmişten bahsediyoruz. Yaşım onların yaşının yarısı kadar etmediği için el pençe dinleme moduna almışım kendimi. Ömer baba öz evladı gibi büyüttüğü, şimdilerde mafya-devlet denkleminde heba olmuş evladı Polat’tan öfkeyle bahsediyor. Olur böyle şeyler Ömer baba diyorum ama umurunda mı? Rıza baba, senelerce hizmet ettiği devletten şikâyetçi. Ezan okunuyor camiye doğru süzülüyoruz. Ömer baba söyleniyor: Halit imreniyorum sana evladım, bizim Polat’ ı daha camiye sokamadık. Yaşlanınca o da gelir Ömer baba diyorum. Ayakkabılarımın bağcını çözmek için eğiliyorum, telefonum çalıyor, meşgule atıyorum. Nafile-Sünneti kılıyoruz. Müezzin ayağa kalkıyor. İmam odasında müthiş ihtişamıyla İskilipli Atıf Hoca görünüyor. Suphanallah diyorum. İhtiyarların ölümlerine kadar kombine bilet aldıkları ön safı yarıyorum, içine Ulubatlı Hasan kaçmış asker edasıyla. İskilipli Allahuekber der demez, Adliye Binasının sütunları çatırdamaya başlıyor. Namaz bitiyor, camiden deparla kaçan cemaatten bazıları fötr şapkalarını alıyor askıdan. Kel Ali cübbesini giymiş pişkin pişkin bakıyor. Yumruğumu sıkıyorum, yanına varıyorum Kel Ali’ nin, kulağına eğiliyorum: “eşkıya dünyaya hükümdar olmaz”, der demez Kel Ali buhar olup uçuyor. İskilipli gülümsüyor. Titreyerek çıkıyorum camiden. Ömer baba sesleniyor: Bu cami tek partili dönemde kapatılmış evlat, Menderes iktidarında yeniden açılmış ve ilk kılınan namazda Cuma namazı olduğu için ismi Yenicuma diye değiştirilmiş. Eski adı neydi ki Ömer baba. Pertev Paşa cami. Mimar Sinan’ın çırağı yapmış. Sağ olsun Menderes tekrar ibadete açmış. Cami cemaatinin en sessiz adamı, Gül Yetiştiricisi olduğunu bildiğimiz ihtiyar söylenerek geçiyor yanımızdan. İşittirmek istercesine mırıldanıyor: Putu koruma yasası, putu koruma yasası, putu koruma yasası… Ömer baba bu ihtiyar karşısında ki tuhaf ezikliğinden olsa gerek, başını yere düşürüyor. Polis arabası hızla geçiyor önümüzden. Rıza baba: Oh ne güzel, eskiden yollar böylemiydi kardeşim. Böyle arabalar mı vardı. Bir olaya gitmek için yollarda yeni olaylara neden oluyorduk. Şimdi ne güzel bak, Allah Razı olsun tayyipten… Duble duble amin diyor Ömer Baba. Kureyş esnafı besmelesini çekerek açıyor dükkanını. Yağmur da yağıyor, güneşte yerinde. Kışladan gelen sesler bastırıyor konuşmamızı: “tanrımıza hamd olsun”. Okul bahçesinde ki mavi önlüklü askerler bağırıyorlar hep birden: “ türküm, doğruyum, çalışkanım”. Kürdün teki, doğru olamadığı için hayıflanıyor. Müezzin, bir kodamanın daha taca çıkışını ilan ediyor minare hoparlöründen. Banka önlerinde iyi giyimli şeytanlar bekliyor, çarpmak için. Genç kızlar şehrin orta yerinde gömülüyor gecelikleriyle. Puta taptırıyor analar-babalar. Ekranlarda Garfield kılıklı hokkabaz hocalar abdestin vaciplerini saydırıyor. Devlet, evlatlarına işkence ediyor gülümseyerek. Evlatlar tecavüzcüsüne hayran hayran bakıyor. Ömer baba cebinden helvasını çıkarıyor. Yermisin Halitim. Yüzüme bir Ömer hiddeti konuyor. İskilipli yanımızdan geçiyor. Arkasından sesleniyorum: Götür beni gittiğin yere…
24
FUNDAMENTA
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
edebiyat k端lt端r sanat dergisi
fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
25
Aişe Hümeyra
Seni sevmek
Söy
ley eşi
Ancak melek işidir
Yazar, şair, radyocu ve 15 yıldır görsel medya sektöründe çalışan Mustafa Onur ile radyo ve edebiyat üzerine konuştuk.
felli yazarların arasından ödülü benim almam, benim hiç unutamayacağım hayatımın temel taşlarından biriydi, beni dergi çıkarmaya ilk iten şey de buydu. 16 yaşımdan sonra şiirle uğraşırken radyoculuğa adım attım. Radyo programÖncelikle Mustafa Onur kimdir? Kendinizden bize kendi- ları yaparken bu vesileyle ‘Rasul’e Mısralar’ diye bir şiir albümü de çıkardık. Edebiyatın bir kısmını da sesli olarak nizce bahseder misiniz? Mustafa Onur İstanbul’da doğup, yaşadığı çevre ve anlatmaya çalıştım. Görsel olarak da birçok konser ve tv hayatı boyunca şiire merak salan,edebiyata uğraş veren ve odaklı şiir programlarım oldu ve bunların neticesinde ki2 abiden sonra dünyaya gelince biraz yalnız, biraz da 3. ço- taplar yazmaya başladım. cuk olarak büyüyünce ister istemez içinde bulunduğu ruh Dergi üzerinden kitpalarımı okurlara hediye etmek maksatlı olarak iki kitabım çıktı. Bunlardan ilki süre gelen şihaliyle birlikte edebiyat tutkunu haline gelen biridir. irlerimin yer aldığı «Adem'i bulmak için» ve Şiir ve edebiyat 9 yaşındaki bir çocuğun «Hoşçakal Bosna» isimli kitaplardı. Yalnızca mesleği haline dönuşebilir miydi? Benim dönüşKötü dergi okurlarına bir armağan olarak tasarlantü ve bazı şeyler vardı; yaşadıklarım. ‘Yazmazsam yazarlar kötü dı. Çünkü ülkemde promosyon da olsa kitap öleceğim’ dediğim zamanlar oldu. Sonra yazmayı kendime meslek edindim. olduklarını hala değer bulabilecek birşey… Çünkü ülkemde promosyon da olsa kitap anladığında Dergi çıkarmak ülkemiz şartları düşünelecek hala değer bulabilecek birşey… olursa pek de rağbet gören bir uğraş olarak artık Meslek edindim demişken hala yazmaya devam görülmüyor. Zor bir kulvarda ‹Parmak ucu› yazmayı ettiğiniz kitaplarınız ve şu an baskıya girmek adlı edebiyat dergisini de çıkardınız .. üzere olan kitaplarınız var mı? Dergiyi çıkartmaya başlarken amacım bırakmış Kadın temalı bir şiir yarışmasında «Beyheyecandı. Edebiyatın içimize sığmamasıydı. olacaklar. Bunu düşleyerek bir ekiple başladık ve tecrüza» adlı şiir ile ilk ödülümü aldim.O kadar kelli
26
FUNDAMENTA
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
be ettik ki gerçekten dergi bir ekip işi. Çok eleştiri aldık, iyi veya kötü. Kötü eleştirileri duydukça aslında biz daha da iyileşiyorduk. Büyük bir heyecanla baslamıştık, ama bize hep şu denildi: Türkiye bir dergi mezarlığı. Aslında biz hep beklentilerimizi alçak tutup, yüksek şeyler gördük. Dergi baskıdan çıkıp elimize geldiğinde bunun heyecanını zaten yaşıyorduk. Derginin insan hayatındakı rolünü ancak yazısı çıkan anlar. Aslında gerçek olan da budur. Neye inanıyorsanız onu yaşarsınız, biz Müslümandık, bizim edebiyatımız da İslamdı, dergimiz de küçük bir hafiz gibiydi ve size tavsiyem toplayın, pılınızı pırtınızı gidin bu diyarlardan (gülüşüyoruz) İşin latifesi bir yana, yaptığınız iş hem zor hem kolay. Çünkü size başvuru olunabilecek nitelikte bir sürü kaynak kişi var. Bu ülkede bir şey yazmak çok kolay. Her pencereden bakıp kalemi eline alan bir hikaye buluyor ve başlıyor yazmaya. Şiirden tutun da romana kadar uzuyor iş. Ama bunların hangi elde değer bulacağı muallak. O açıdan, hem seçici hem de yetkili bir mercii olmak durumundasınız. Çünkü aylık ya da uzun süreli dergilerin, kısa vadede iyi şeyler yayınlaması şart. Dergi bir seçki işidir. Kaliteli olmadıktan sonra okuyucuyu yakalaması zor. Çünkü artık herkes şiirini ya da hikayesini dijital platformlarda çok çabuk ve basit bir şekilde yayınlayabiliyor. Kaliteliyi okutmak dergicinin insafına, yeteneğine ve akılcı bir esnaf kimliğine düşüyor. Edebiyat dünyasına, düzenine, sistemine bakışınız nedir? Yazmanın kolay olduğu bir ülkede okunmak neden meşakkatli bir eylem? Ben okuyucunun, araştırmacı bir tip olmasını umud ederek yazarım hep. Yazdığım bir cümle onu araştırmaya itecek, o araştırma esnasında başka bulgulara rastlayacak ve git gide ucu açık bir edebi ufkun kapısına dayanacak. Çünkü salt ve alelade eserler, çarçabuk tüketilen bir hamburger kadar doyurucu oluyor ancak. Kof aktarımlar ortaya çıkıyor. Önemli olanın gerçekten ileriye sürükleyebilen bir eser olmasnın kanaatindeyim. Zaman zaman kısa ve basit şeyler yazdığımda sırf bu yüzden silip yeniden tasarladığım anılarım az değil. İyi olmak zorundayız. Yazmak kolay ama okutmak daha zor. Bir el ilanında en belirgin özellik bazı maddelerin ya da ürün özelliklerinin koca puntolarla yazılmış olmasıdır. Çünkü ancak o kadar okunabiliyor elde duran şey. İnsan okuma işini bir zaman kaybı olarak görüyor. Yapacak o kadar işi var ki, okumaya sıra ne zaman gelecek diye düşünemiyor bile... Türk edebiyatinin 50 yıl sonrası hakkında bir ütopya ortaya koyar mısınız? Kötü yazarlar kötü olduklarını anladığında artık yazmayı bırakmış olacaklar. (Bu gerçekten bir ütopya...500 yıl sonra bile) Radyoculuk kariyerinizden ve tv programlarınızdan bahseder misiniz... 15 yaşında başladığım ulusal yayın hayatıma hala ulusal bazda yayın yapan bir radyoda devam ediyorum. Şiir üzerine başlayan programlar farklı radyolarda isim değiştirse de kendi iskeletini koruyarak devam ediyor. Radyo, bir yazar için muhteşem tasarlanmış anlatım yeridir. Hem yazıp hem anlatıp hemde geri dönüşüne vakıf olmak hakikaten bir lüks. Ben bunu bir de Tv programlarım ile perçinliyorum. Her ne kadar yıllarımı kamera arkasında yayınlar
edebiyat kültür sanat dergisi
Derginin insan hayatındakı rolünü ancak yazısı çıkan anlar. hazırlamak ve seslendirme yapmakla geçirmiş olsam da, zaman zaman sahnede ve kamera karşısında bunları değerlendirme fırsatı buldum. Yakın zamanda bir şiir programı planımız var. Sizin dergi ile yapıyor olduğunuzu biz hem tv hem de radyo ile yapmak zorunda oluyoruz. İşimiz gerçekten zor. Radyoculuk ya da tv programcılığı ikisi de aslında farklı bir formattadır.Hayatınıza ne gibi katkıları olduğundan söz edebiliriz ? Anlatım gücü daha da arttı. Araştırma yönüm gittikçe gelişti. Çünkü siz eğer sunulmuş imkanları çarçur etmek yerine, çok uzaklarda sizi izleyen ve dinleyen birine gerçekçi bilgiyi ulaştıramazsanız, verdiğiniz muallak bilgiyle yaşayıp büyüyecek, gerçeği öğrenene kadar. Bu bir sorumluluktur. -Ve bir şiirle bize veda etmek isterseniz; hangi dizeleri okursunuz ? “Sonsuzluk Kervanı,“peşinizde ben, Üç ayakla seken topal köpeğim!» Bastığınız yeri taş taş öpeyim. Bir kırıntı yeter, kereminizden! Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben..” (Necip Fazıl) Sonsuzluk Kervanı; çünkü bu kervanın büyük şairlere adanmış olduğunu düşünerek okurum ben hep. Şiire ait bir kervanın geçtiği yerde ise benim gibi birinin mısralar arasındaki yeri elbette ‘üç ayakla seken topal köpeğim’ ibareleri içinde olacaktır. -Teşekkürler. fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
27
Aişe Hümeyra Tan ı
Kitaro
tım
Kendisi ufak tefek ama müziği dev olan mütevazı insan. Ku- distan ve diğer Asya ülkelerine yaptığı gezilerle devam eder. lağımda hiç de mütevazı olmayan müziği, aklımda ne yazaca- Felsefi anlamda olgunlaştığı bu dönemlerde, gezip gördüğü ğım düşüncesi ile oturup Kitaro’yu satırlara oturtmaya calı- yerlerden aldığı etkileri müziğine yansıtmayı da iyi başarmışşıyorum. tır. Hayata bakışını kendi ağzından şöyle özetler, “İç huzuruma Masanori Takahashi olan Kitaro, Japonya’da dünyaya ge- kavuşmamı sağlayan olay, doğduğum şehirden kilometrelerlip, çok küçük yaşlarda müziğe ilgi duydu. İlk müzik deneyim- ce uzakta ve de ona kesinlikle benzemeyen bir başka ülkede, mesela Kalküta’nın herhangi bir solerini lise yıllarında kurduğu “Albatross” kağındaki bir dilenciyle eşit olduğumu gurubu ile edindi, Kitaro takma adı da bu “Nereye gidiyor bu farketmemdir.” der yıllarda arkadaşları tarafından Japon aniyollar? Nereden geldi me karakterinden esinlenilerek verildi. Kitaro’yu aslında biz Türkiye’de Ailesi onun müziğe olan ilgisini desteközellikle ‘İpek Yolu’ belgeselinin mübu bulutlar, nereye lemedi; bu yüzden lise eğitimi tamamlagidiyorlar? Nasıl da akıp zikleriyle tanıdık. Değişik bir akustiğe nınca evinden ayrıldı ve Tokyo’ya yerleşti. sahip enstrümanlarını çoğumuz bir gidiyor zaman… Ben Yarı zamanlı işlerde çalıştı ve müzikle ilgiorkestranın seslendirdiğini düşündük. lenmeye devam ettı Müziğin ruhun gıdası neyi kaybettim, nerede Çoğu zaman adını bilmesek de müzicinsinden olanlarını yapan büyük şahsiyet hayran kaldık. Belgeselle birlikunuttum?” diyorum ve ğine Kitaro, bir çok tuşlu, vurmalı ve üflemeli te bestesini yaptığı dizi müziği büyük müzik devam ediyor. enstrümanı kendine özgü yorumlarıyla beğeni toplamış ve uzun süre Türkiye çalma becerisine sahip müziklerinde doğu dahil çoğu ülkede yayınlanmıştı. Kendi ve batı çalgılarını iyi harmanlayabilen ve insanı ruhsal olarak hayat çizgisinin uzandığı Asya’dan Amerika’ya, dünyanın her etkileyebilecek tarzda müzikleriyle tanındı. Felsefe inanışın- yerinde geniş hayran kitleleri olan Kitaro’nun albümleri, milda ise Budizm veŞinto geleneklerini temel alarak “Müziğinin yonu aşan satışıyla sınıfının “Topten” listelerinde her zaman ruhsallığı çağrıştırdığını ve önemli olan şeyin dinleyiciyi dü- en üstte. Televizyon ve radyolarda fon müziği olarak genellikşünme ve hissetmeye sevketmesi” olduğunu söyler. le onun eserleri kullanılıyor. Herkesin tanıması ve hissetmesi Lise yıllarında ise gitarla blues çalan Kitaro 70’li gereken bir müzisyen; Kitaro’nun müziğine “ses resimleri” ya yıllarda Almanya’da Klaus Schulze ile tanışır ve elektronik da “zihin müziği” tanımını getiriyorlar. Kitaro ise şöyle diyor: dünyasına da girmiş olur. Rahmetli Barış Manço’nun da et- “Bir ressam doğaya bakar, fırçasını renklere batırarak tablokilendiği, Vangelis ile karşılaştırılabilecek tek sanatçı olan sunu yapar. Ben de doğaya bakıyor, fırçamı seslere batırıyor Kitaro’nun dünyayı dolaşma macerası ise, Tayland, Çin, Hin- ve melodilerle bir kainat tablosu yapmaya çalışıyorum.”
28
FUNDAMENTA
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
Amerika’da, içinde orman ve bir de göl bulunan dev bir arazinin içinde, misafir kabul edilmeyen bir evde yaşayan Kitaro. “Doğa ile içiçe olmaktan mutluluk duyuyorum. Sessizlik içinde, huzurlu ve yalnızım. Bestelerimi orada yapıyorum. ‘Kitaro’nun Sesi’ne yalnızken ulaşabiliyorum. Müziğimi doğa ile paylaşıyorum ve tabii doğa da kendi müziğini benimle paylaşıyor” diyor. Bir röportajında ise, “Hayat felsefem doğal ve sade olmak” diyor Kitaro. “Günümüz insanının sahte idealler peşinde koşarak doğal benliğinden ve gerçek huzurdan uzaklaşmasını kabul edemiyorum. Çatışmalar, ruhi hayattan ayrı kalınmasından kaynaklanıyor. His, ruh, yardımlaşma, paylaşma... İnsanlar ne kadar ilgisiz bu yüksek değerlere! Kendi tatminlerinden başka bir şey düşünmüyorlar. İçi boş ve geçici mutluluklarla kendilerini aldatıyorlar. Ne yazık ki bütün dünya gibi kendi vatandaşlarım da bu fırtınaya kapılmış durumda. Hayatlarını rekabet yönlendiriyor. Fakat herşeye rağmen insanların sonunda doğruyu bulacakları ümidiyle yaşıyorum ve eserlerimde bunu seslendirmeye çalışıyorum” demiştir.
edebiyat kültür sanat dergisi
Aynı zamanda birçok başarıya imza atan Kitaro Thinking of You” albümüyle ise “Best New Age Albüm” Grammy’sine layık görülmüş. Kitaro’nun müziği, batı sanat müziğinin bir adım ilerisinde sanki daha “rafine bir sanat”. Eserleri, kolayca algılanmayabilir (yeteri kadar dinleyip keşfetmek gerekebiliyor); bazı eserleri -ilk ve düz dinlemede- irrite edebilir de. Daha sonra ruhu yakalıyor ki zaten transandental meditasyoncuların gözdesi/vazgeçilmezi. Kitaro’nun müziğine aşina olduktan ve sıcaklık hissettikten sonra dikkati parçanın ikincil melodisine ya da ritmine odaklayarak dinlemek de farklı bir haz penceresi açıyor, kuşkusuz kulaklıkla ve gözler kapalı dinlemenin lezzeti yadsınamaz.
fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
29
Deniz Sadık Gör sel
Ok
um
a
ÜÇ
MAYMUN
Tek bir karesinden bile bir filmin Nuri Bilge Ceylan’a ait olup olmadığını bilebilirsiniz. Bunun ne kadar inanılmaz bir şey olduğunu bir düşünün. ‘Üç Maymun’ en genç üyesini yitirmiş bir ailenin hikâyesini anlatıyor. Bu aile için zaman farklı işliyor. Geçmiş, yaşanan travmanın acılaştırdığı, unutulmak istenen bir şey. Gelecek ise yok olmuş; çünkü geleceği temsil eden çocuk ölmüş. Geçmişsizlik ve geleceksizlik: Çürüme için en ideal ortam. Sadece geçmiş ve gelecek parantezine de alınmamış bu aile, yönetmen onları başka insanlardan da soyutlamış. Kendileri dışında kimse yok sanki. Filmde baba, anne ve oğuldan oluşan bu aile dışında galiba sadece beş kişi gözüküyor, bunlardan üçü de sadece bir tek planda. İnsanlardan bu soyutlanmışlık, yine bu travmanın aileye yaşattığı bir asosyalleşmeyi mi anlatıyor yoksa başka anlamlar mı içeriyor, bilmiyorum. UMUT MU? YOK ÖYLE BİR ŞEY Bir gece yarısı, gözlerini açık tutmakta zorluk çeken milletvekili adayı Servet’i araba kullanırken görüyoruz ilk. Servet arabayı son derece yavaş kullanıyor ama yine de bir yayayı ezip öldürüyor (kazanın oluş anını görmediğimiz için ne olduğunu söylemek zor). Hemen şoförü Eyüp’ü arıyor ve suçu üstlenmesini istiyor. Servet, Eyüp’ün maaşını
30
FUNDAMENTA
ödemeye devam edecek, ayrıca hapisten çıktığında miktarı konuşulmayan toplu bir parayı da verecektir. Servet pisliğin tekidir ama para ondadır. Ve parası sayesinde pisliğini başkasına bulaştırıp kendisini temiz gösterebilecek olanağa sahiptir. Pislik ya da kötülük bulaşıcı bir hastalık gibi yayılır. En tepeden başlar ve yavaş yavaş aşağı iner. Kadın ya da erkek, yoksul ya da zengin, patron ya da işçi, genç ya da yaşlı tanımaz. Yukarıdaki paragrafta sözünü ettiğimiz aile, yani şoför Eyüp, karısı mutfak işçisi Hacer ve yaşayan büyük oğulları İlyas, Servet’ten başlayan kötülükten nasibini alacak, yalana, aldatmaya ve nihayetinde cinayete varan bir sarmala gireceklerdir. Umut mu? Yok öyle bir şey, en azından bu filmde. Zenginden, yoksula ve daha da yoksula doğru akan kötülük konusunda Ceylan ilk çuvaldızı güçlü ve erkek politikacıya batırır ama alttakiler de daha iyi değildirler. Sadece olaylar zincirini başlatan onlar değildir. Ceylan geçmişi yaralı bu aileyle özel bir vakanın filmini mi yapmıştır? İşin garibi, bu çok önemli kayıp, ailenin boğularak ölmüş küçük bir üyesinin varlığı sanki çok belirleyici bir role sahip değil filmde. Bu oğlan çocuğu ölmemiş olsaydı, aile farklı davranırdı gibi bir sonuca ulaşmak zor. O zaman o ölü çocuk niye var? (Aklımdan 12 Eylül geçmiyor değil. Masumiyetin ve geleceğin kayboluşunu simgeleyen o tarih. Çocukluğumuzun öldüğü tarih.) Konuya dönelim: Babasının denetiminden kurtulan İlyas, Fedai, Recai ve Sezai (beklenmeyen bir komiklik) adlı arkadaşlarıyla takılıp başını belaya sokunca, Hacer oğlunu kurtarmak için Servet’ten para ister ve oğluna bir araba alır. İlyas bu arabayla servis şoförlüğü yapacaktır.
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
Ama bu aynı zamanda Servet’le Hacer arasında bir ilişkinin de başlangıcı olacaktır. Çöl rüzgârları ve leş kargalarının çığlıkları filmin sesinin temel unsurları. Gıcırdayan kapılar ve soluk alma sesleri de bunlara dahil edilmeli. Bir de Hacer’in cep telefonunun zil sesi olan, sevmemiş bir sevgiliye lanet okuyan Yıldız Tilbe şarkısı var. Filmde bazen komik etki yaratan bu trajik şarkı Servet’le Hacer’in ilk buluşmasında duyulur ve sanki Hacer’in gelecekte yaşayacağı duyguların habercisidir. Hatta bu şarkının ilk duyulmasının ardından gelen sahnede Servet’in trafikte bazı ayılara (yanlışlıkla) dayılanması bizi bir an yanıltmış ve hafif bir filmle karşı karşıya olabilir miyiz acaba dedirtmişti. Öyle değilmiş, bu rahatlatma geçiciymiş. Asıl kâbus başlamadan önceki soluklanma anlarıymış bunlar.
dokunmadığını söylemek garibime gidiyor ama öyle. Belki şundan: Bu ailenin durumu, özgünlüğü içinde anlamlandırılmıyor, bütün toplumu, hatta insanlığı kesen bir evrenselliğin temsilcisi olarak yansıyor. Bu iyi bir şey olarak da görülebilir ama değil. Yani özgül koşulların (bir ferdini kaybetmiş olmak) bu aileyi nasıl etkilemiş olduğunu ben filmden anlamıyorum. Annenin neden babanın çocuklarıyla birlikte çektirdiği resimde yer almadığını bilemiyorum. Babanın kazanmak için 9 ay hapis yatmak zorunda kaldığı parayı, anne ve oğulun nasıl gidip çektiklerini ve babaya söylemeden harcadıklarını anlamıyorum. (Tabii ki gerekçe var: Çocuk başını derde sokuyor ve anne onu kurtarmak istiyor ama yetmiyor). Bir de filmin misojen (kadın düşmanı) olup olmadığı tartışması var. Filmde iki sahnede anne şiddete maruz kalıyor. Bu iki sahnede de sanki asıl acı çeken taraf şiddeti uygulayan gibi gösteriliyor geldi bana. Belki bu yüzden bu sahneler rahatsız etti beni. Annenin cinayet sonrası poliste sorgulanışını görmemek de rahatsız etti. Babanın yaşadıkları daha önemliydi nedense. Ama filmde daha çok genelde insanlığa yönelik bir umutsuzluk var, özelde kadına değil. Nuri Bilge Ceylan gibi sanatçılar çok ama çok seyrek yetişiyor. ‘Üç Maymun’u koşa koşa izleyin. Böylesine özenli bir filme, böylesine iyi oyunculuğa, her saniyesi oya gibi işlenmiş bir filme uzun süre rastlamayacaksınız. Bütün bunlara rağmen size dokunur ya da dokunmaz, o ayrı.
NURİ BİLGE VE ‘AN’LARIN SİNEMASI Bu yazıyı filmi seyrettikten sonra okuyun dememiştim ama artık diyorum. O zaman yazının dağınıklığı canınızı daha az sıkar, umarım. Bilge Ceylan, anların, duygu durumlarının sinemasını yapıyor. İnanılmaz başarılı anlar var filmde. Bir cinayet düşünülürken, bıçağın rüzgârla hafif kıprdayıvermesi, ölü çocuğun hayalinin “abi” diye fısıldaması gibi. Filmin kastingi de inanılmaz. Hatice Aslan’ın yüzü nasıl bir yüz öyle? Hem güzel hem çirkin, hem genç hem yaşlı, hem iyi hem kötü. Yavuz Bingöl, genç oyuncu Ahmet Rıfat Şungar ve Ercan Kesal da çok iyiler. SİZE DOKUNUR YA DA DOKUNMAZ, O AYRI Büyük bir hayranlıkla izlediğim bu filmin bana yine de
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
31
Aişe Hümeyra Sergi
Etk
inli
k
Tiyatro
Beyoğlu Akademililer Sanat Merkezi
İstanbul'da Bir Sokak Kedisi Orhan Veli, bizlere insan yanımızı hatırlatır. Kültürel yozlaşmayı had safhada yaşadığımız; düşünmeyen, üretmeyen ve konuşmayan mekanik birer makine halini aldığımız, çıkarlarımız uğruna gözümüzü kırpmadan yanı başımızdakinin ekmeğine saldırdığımız, savaşlar çıkararak toplu katliamlar yaptığımız günümüz dünyasında, Orhan Veli’ yi dinlemek kendi vicdanımıza seslenmektir. Orhan Veli yaşadığı dönemin zorlu koşullarına, yokluğa ve yoksulluğa rağmen şiirlerinde aşkı, sevgiyi ve mutluluğu anlatmaktan hiç bir zaman vazgeçmemiştir..
Kenter Tiyatrosu Tarihler: 18 Ocak 2013 Cuma Saat: 20:30 Adres: Halaskargazi Caddesi No: 9 Harbiye Şişli İstanbul
32
FUNDAMENTA
Hüsnü Koldaş Akademiler Sanat Merkezi'ndeki ikinci kişisel sergisi "Zaman Dışı" ile sanatseverlerin karşısına çıkıyor. Sanatçı kendi kaleminden bu yolculuğu şöyle anlatıyor; “Boşluğun milyarlarca tanığı yeryüzünü izler. Evrende ve toprakta ve çimende bedenlerimiz yalnız ve çıplaktır. Bulunan hayat varlıkla yokluk arasındadır. Zaman kavranılamaz. Rakamlarla ifade edilen tarihler yok olur. Akrep ve yelkovan dolar. Takvim solar. Sonsuzluğun ve hiçliğin belirsizliğinde bir sahne kurulur. Hem gerçek hem hayaldir. Dünyevi varlığımızın ölümlü bedenine ve zamansızlığa aittir. Şimdi artık herşey zaman dışıdır.”
Tarihler: 05 Aralık 2012 Çarşamba 10 Ocak 2013 Perşembe Adres: Balo Sok. No:37 Beyoğlu İstanbul
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
ŞİİR
Nazım Hikmet Şiirleri
Denize Dönmek İstiyorum!
Realizme, hâlâ ulaşamadım. Birçok yazılarımın realizmi tek taraflıdır. Bundan dolayı da çok fazla haykıran bir ‘propaganda’ edası taşıyorlar. Bu hatamı anladım. Yeni verimlerimde bu hataya bir daha düşmeyeceğim. Cihanı görüş, anlayış bakımından değil, bu cihanı görüş ve anlayışın sanattaki tezahürü bakımından telakkilerim bir hayli değişti.” (Nâzım Hikmet, “Her Ay”, 20 Nisan 1937) Dünya şairi Nâzım Hikmet’in (19021963) şiirlerinden kronolojik sıra gözetilerek derlenen dinleti, yaşamına göndermeler yapan bir sahne düzeniyle sunuluyor. Ayrıca, şiirle müziğin iç içe geçtiği Denize Dönmek İstiyorum! adlı dinletide Vedat Sakman, şairin şiirlerinden bu gösteri için bestelediği şarkıların yanı sıra kendi şarkılarını da seslendiriyor. Kendine inanırsa kazanır insan. Hazırlayan: Atilla Birkiye Müzik direktörü: Serdar Yalçın Sahneye uygulayan: Mehmet Birkiye Şiirleri seslendirenler: Metin Belgin, Bülent Emin Yarar, Hakan Gerçek Vedat Sakman vokal, gitar Oya Uysal keman Bahadır Peker elektro gitar Bülent Tekelioğlu perküsyon
Konser
Anouar Brahem
Trio Konseri
Arap dünyasının yetiştirdiği en büyük müzisyenlerden biri olan Brahem, udî Ali Sriti'den klasik Arap müziği eğitimi aldı. Genç yaşta düğün orkestralarında çaldı. Bugüne dek 11 albüm yayımladı. Jan Garbarek, Richard Galliano, Dave Holland, Manu Dibango, Shaukat Hussain gibi farklı kültürlerden birçok usta sanatçıyla ortak çalışmalar gerçekleştirdi. Türkiye'den ise Kudsi Ergüner ve Barbaros Erköse ile müzikal işbirliklerine imza attı. Atlantic adlı bir solo albümü de bulunan Barbaros Erköse dünyaca ünlü müzisyenlerle birçok çalışma gerçekleştirdi. Anouar Brahem: Tunuslu ud sanatçısı Barbaros Erköse: "Roman cazcı", klarnet sanatçısı
Mekan: Salon İKSV, İstanbul Adres: Sadi Konuralp Cad. No: 5 34433 ŞİŞHANE / İstanbul
Mekan: İş Sanat Kültür Merkezi Adres: İş Kuleleri, 34330, Levent edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
33
Betül İzgöer
Böyle buyurdu
Calvino “İki yolu var acı çekmenin; Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek.” Yazmanın cehenneminden bahsederken Italo Calvino aynen bunları söylüyor. İtalyan yazar Calvino’nun ortaya attığı bu iddiayı alıp ayak izlerine basarak yürümeye başlıyoruz. 12 yaşında kitap okumaya başladığı söylentileri günümüze kadar ulaşan Calvino’nun az konuşan bir karaktere sahip olduğu bugün hemen hemen herkes tarafından kabul görmektedir. Kendisini sözleriyle değil yazdıkları ile tanıtmak isteyen ve bunu en iyi şekilde başaran Calvino’nun bir yerde kendisine sorulan ‘Niçin yazıyorsunuz?’ sorusuna; “daha önce yazdıklarımdan memnun olmadığım ve bir biçimde onu düzeltmektamamlamak-bir alternatif sunmak istediğim için yazıyorum. ” şeklindeki cevabı Peyami Safa ile bir gazeteci arasında geçen diyaloğa oldukça benzemekte; Gazeteci: ‘Yazdıktan sonra pişman olduğunuz bir eseriniz var mı?’ diye sorar, Peyami Safa: ‘Hepsi!’ diye yanıt verir. Burdan da yazarların ortak bir yazma alışkanlığına sahip olduklarına vakıf olabiliz Ayrıca ayaküstü vermiş olduğu bu dahiyane cevap ile Calvino, aslında konuşarak da kendisini çok iyi ifade edebileceğini fakat yazmanın sadece kendi tercihi olduğunu bizlere gösteriyor ve devam ediyor; ‘Benim için yazmak, başarıp başaramayacağımı bilmediğim bir şeyi oluşturmaya çalışmaktır.’ Calvino’nun eserlerini incelediğimizde her kitabında farklı bir üslup farklı bir kurguyla karşılaşıyoruz. Bu konuların tamamının aynı yazarın kaleminden çıkıyor olması hayret verici olsa gerek. Kimi yazarların oturmuş belli tarzlarının aksine Calvino’yu tek bir cümlesinden tanımak mümkün değil. Zira romanlarında olsun hikayelerinde olsun bambaşka yönlerini sergileyen Calvino duru zekası, coşkulu hayal gücü ile incelediği alanları ortaçağın masalsı havasından modern bilim kurgu ve fanteziye kadar genişletiyor. İşlediği arzu istek ölüm yaşam gibi konuları sadelik ve şiirsellik ile okuyucularına sunuyor. Calvino, yazar olmadan iyi bir okuyucu olmanın gerekliliğine inanıyor. Bu yüzden ‘Klasikleri niçin okumalı’ adlı kitabını kaleme almış. Kitabın arka kapağındaki satırlar özet halinde Calvino’nu n okuma ile ara-
34
FUNDAMENTA
“Bense konuşarak asla birşey söyleyemeyeceğimi bildiğim için yazıyorum.”
Italo Calvino sındaki bağı gün ışığına çıkarıyor; “ Öncelikle Stendhal’i severim çünkü yalnızca onda bireysel ahlaki gerilim, tarihsel gerilim, yaşam atılımı bir bütün oluşturur: Romanın çizgisel gerilimidir bu. Puşkin’i severim çünkü berraklık, ironi ve ciddilik demektir. Hemingway’i severim çünkü yalınlık, abartısızlık, mutluluk arzusu, hüzün demektir. Stevenson’u severim çünkü sanki uçar. Çehov’u severim çünkü gittiğinden daha öteye gitmez. Conrad’ı severim çünkü derin sularda seyreder ve batmaz. Tolstoy’u severim çünkü kimi zaman “hah, şimdi anlıyorum nasıl yaptığını” duygusuna kapılırım, oysa bir
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
şey anladığım yoktur. Manzoni’yi severim çünkü düne kadar nefret ediyordum ( ...) Gogol’u severim çünkü açıkça, kötülükle ve ölçüyle çarpıtır. Dostoyevski’yi severim çünkü tutarlılıkla, öfkeyle ve ölçüsüzce çarpıtır. Balzac’ı severim çünkü kâhindir. Kafka’yı severim çünkü gerçekçidir. Maupassant’ı severim çünkü yüzeyseldir. Mansfield’i severim çünkü zekidir. Fitzgerald’ı severim çünkü halinden memnun değildir. Radiguet’yi severim çünkü gençlik geri gelmez bir daha. Svevo’yu severim çünkü yaşlanmak da gerekir...” Calvino’ya göre klasikler, hakkında asla ‘okuyorum’ sözünü değil genellikle ‘yeniden okuyorum’ sözünü
ken; “Kırk yıl kurmaca yapıtlar yazdıktan, değişik yollar keşfedip çeşitli yazınsal deneyler gerçekleştirdikten sonra şunu öne sürebilirim: çalışma yöntemim çoğunlukla ağırlığı azaltma yönünde oldu. Ağırlığı hafifletmeye çalıştım, kimi zaman insanlardan kimi zaman göksel cisimlerden, kimi zaman kentlerden. Herşeyin ötesinde öykülerin yapısındaki ve dilindeki ağırlığı azaltmaya çalıştım” diyerek yazma işinin rastgele yapılamayacağını, cümlenin taşıma kapasitesine göre kelimelerin cümlelere yerleştirilmesi gerektiğine değiniyor. Tıpkı araçlar gibi, cümlelerin de bir kapasitesi vardır. Yol üzerinde manevra yapabilmek, kulla-
işittiğimiz kitaplardır. Bazı kitapların tek bir sefer okunup bırakılması taraftarı olabileceğimiz gibi çoğunun da bir kaç sefer okunması gerektiğine kanaat getirmemiz gerek. Klasikler bu anlamda tekrarlanarak okunması gereken kitaplardır. İlk okumayı konuyu öğrenmek ikincisini yazarın tarzına aşina olmak üçüncüsünü ise bir keşif gezisi şeklinde düşünerek okumak eserin takdire şâyan ölçüde anlaşılmasını sağlayacaktır. Çünkü klasik dediğimiz kitaplar söyleyecek sözü bitmeyen kitaplardır. Calvino yazmak için, ‘okuma’ ile sıkı bir bağ kurulması gerektiğini söylerken bizatihi ‘yazma’ işi ile de ipuçları veriyor. Kendi çalışma prensibinden bahseder-
nım rahatlığı oluşturmak için aracı fazla yüklerden ağırlıklardan olabildiğince eksiltmemiz gerekir. Nitekim edebiyatın kendi içindeki kerametlerini farkedebilmemiz için de yükümüzün hafif gönlümüzün samimi olması gerekir. Kelimeleri hakettikleri yerlere koymayı bilmeliyiz. Yani biraz samimiyet ve sadelik, istenilen kıvama yaklaşabileceğimiz anlamına geliyor. Bu vesileyle “Ağlatmak istiyorsanız ilk önce siz ağlayın” diyen Cemil Meriç’i de anmış olalım. Tüm bunların ardından Calvino’yu okumaya başlamayı düşünenler için ‘Kesişen Yazgılar Şatosu’nun yerini gösterip edebiyatın kesişen yollarına yeniden revan olalım.
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
35
Halim Bekar Kü
tüp
han
em
‘YedinciGün’
izd
en
İhsan Oktay ANAR
Bir kitap tanıtımın klasik bir girişi var mıdır bilmez yazan ve eğer bilinmesi gereken bir şey varsa o da okuyanlar bilir. Tek hakikat odur. Böyle bir yazının kimseye katkı sunmayacağı bilinen bir gerçektir. Bize de buna inanmamak kaldı. ‘Ne var ki ben, kendimle ilgili bazı meseleleri hala çözebilmiş değilim’ alıntısıyla başlayalım. ‘Puslu Kıtalar Atlası’nın bütün özetinin başlangıcı sayılacak iki yüz otuz yedinci sayfasındaki bu cümleler bize akıl versin diye yazarın ‘Yedinci Gün’ kitabı hakkında bir kaç kısa kelime kullanacağız. Bu alıntının devamında şöyle sürdürür yazar : “Rendekar düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor… Ben de düşünüyorum, o halde ben varım. Düşünen bir adamı düşünüyorum ve onun, kendisinin düşündüğünü bildiğini düşlüyorum. Bu adam düşünüyor olmasından varolduğu sonucunu çıkarıyor. Ve ben, onun çıkarımının doğru olduğunu biliyorum. Çünkü o, benim düşüm. Varolduğunu böylece haklı olarak ileri süren bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öyleyse, gerçek olan biri beni düşlüyor. O gerçek, ben ise bir düş oluyorum.” Descartes’in ‘Düşünüyorum o halde varım’ bakışına bir felsefe kitabından daha açık ve edebi yaklaşan bu romanda kullandığı üslübun ve varlığını düş ile gerçek arasında belirsizliğini koruyacak şekilde gizlediği için hayranlığımızı kazanmıştı ilk kitabında İhsan Oktay ANAR. Hatta bunu yazanın kim olduğunu anlamazsınız. ‘ Sözgelimi Galata’da, Yelkenci Hanı bitişiğinde ikamet eden Uzun İhsan Efendi mi, yoksa bugünden tam üç yüz sekiz yıl sonra sözgelimi İzmir’de oturan mahzun ve şaşkın adam mı?’ Şaşkınlığımızı kısaltmadan ‘Amat’ adlı esere bakıp bir kaç sayfa ilerleyince aniden bir ses duyulur: ‹Teyakkuz›. Hemen ardından ensesi kalın forsalar, dukalık askerler, sancak bataryalar, Ejderdehanlar, kolomborneler, baltalar, kancalı sırıklar, Lomborlar, Zabitler,
36
FUNDAMENTA
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
Porsunlar, Kan içindeki kıpkırmızı ölüler arasından haz ala ala kelimelerin sizde bıraktığı etkiden kurtulmadan bir yazarın kelimelerle seviştiğine tanıksınızdır.Keza Efrasiyab’ın Hikayelerinde de o şaşkınlığınızın baki kalacağına inanırsınız. Bu kitapta ise Anadolu›nun orta yerindeki bir kasabada birbirlerine hikayeler anlatarak ilerleyen Cezzar Dede ile Ölüm arasındaki sohbetin diline o kadar alışırsınız; kendinizi masmavi bir denizin kıyısına komşu, kıvrımların başak tarlasından geçtiği bir yolda Nancy Sinatra›dan Sugar Town dinliyor sanırsınız. Bu neredeyse bütün kitapları için geçerli olduğuna inanacağımız ve beklentimizi yükselltiğimiz yazardan ''Yedinci Gün'' adlı romanını okuduktan sonra aynı şeyleri söyleyemeyeceğimizi düşündürttü. Bazı yazarlara değer, yaşadığı dönemden elli yıl sonra verilmesine tarafız. bunlardan biri de İhsan Oktay ANAR'dır. Böyle bir yazarı bestseller veya aynalı, janjanlı kitapların yanıbaşında görmek; okullarda açıldı fuarlar hızlandı, iyi bir fiyata satılır beklentisiyle yayınevi tarafından öğelerine ayrılmadan o güzelim kelimeleri
edebiyat kültür sanat dergisi
sayfalara sıkıştırmasına ve bu konuda içeriği de zayıflatarak buna katkı sunan yazarımıza söyleyebileceğimiz ek şey; eski eserlerine tekrar kaçmamızdır. Zamanı sonsuz olan dilini bu kitabında çarçabuk tüketivermek için bu düzen nesline sunduğu harfleri eskisine nazaran yeni arayışını sürdüren ve yakın dönemden bahis açarak iyice popüler bir mana kazanan ''yedinci gün'' ikinci günde satış konusunda bekleneni vermiştir ne yazık ki. İçtimaiyat tahsil etmiş, ünsüzlüğüyle ünlü bir filizof olan İhsan Oktay Anar. Duyulsun, okunsun diye çok korkarız ama ‹yedinci gün› bize bu günlerin yakın olduğunu hem satış hem popülaritesini artıracak döneme denk gelmesiyle fazlasıyla hissettirmiştir. Sözlerimiz külliyatı derin olan üstadımız okurlarına zehir gibi gelebilir. Bilinmelidir ki eserinde zehir; içilmediği takdirde ömrü on yıllarca uzatan emsalsiz bir ilaçtır. Yine de bütün bu olumsuz puslu havaya rağmen teslim ederken sözlerimizi; son kitabından en değerli bulduğumuz ve aklımızdan çıkmayacak bir alıntıyla veda edelim: Ve o gün öğle vaktine doğru İdris Amil hayatında, düğmelerini itinayla çözdüğü bluzunu bile incitmemeye özen göstererek, ilk kez aşık olduğu bir kızla birlikte oldu. fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
37
Müzeyyen ÇELİK Hik
aye
EKSİK NOKSAN
Dünden, önceki günden ya da bir önceki günden farklı olmayan bir sabahtı. Bir balçıktan kendini sökercesine yataktan çıktı. Telefonuna baktığında önemli bir arama ya da mesaj yoktu. Zaten olsa nelere heyecan duyabilirdi o da bilmiyordu. Sabah namazına uyanamadığı için bir ara içi acısa da sonra saatindeki tek alarmın işe ayarlı olduğunu biliyordu. Çabucak unuttu bunu. Bir gün her şey yoluna girecekti ama. Sabah namazlarına kalkabilecekti. Biri olacaktı yanında onu dürten. Duvara değdiğinde içi ürperecek sonra yanında atan bir kalbin sıcaklığına sığınabilecekti. Bir gün olacaktı. Şu içini rahatlatabilseydi. İş de umurunda değildi aslında. İçinde dinmek bilmeyen bir korkuyla nereye kadar yürüyebilirdi kendi de bilmiyordu. Geçmişte yaptığı bütün hatalar gün gelecek önüne çıkacak ayağının altındaki toprak çökecek o da içine yuvarlanacaktı. Her sabah aslında bu kâbustu onu yorgun uyandıran. Bir sabah kâbussuz uyansa bu sefer hava kapatıyor yaşam enerjisi büsbütün yok olup gidiyordu. Duvarlar üstüne üstüne geliyor, gözü siyahtan griden başka renk görmüyordu, dolaptan grileri siyahları üstüne yığıp işe iç karartısı gibi gidiyordu. Oysa yeniden başlayabilirdi. Çoğu kez adım atmıştı. Keşke unutması mümkün olsaydı ama hayat acılarını sürekli taze tutması için özel tasarlanıyordu işte tam o sıralar. Olmuyordu. Çoğu zaman her şey yolundaymış gibi davranıyordu. Dışarıdan bakıldığında da öyleydi zaten. İçinde her şey dağıldıkça dışında her şey düzeliyordu. Kütüphanesi günden güne büyüyor, eşyaları renkleniyordu ama eksik olan parça hep karanlık kalıyordu. Bir kitap çıkacak ve bütün sorularına cevap olacak diye dergilerin, gazetelerin kitap tanıtım sayfalarına sarılıyor aç gözlülükle kitap alıyordu. Bir an için unutsa birkaç cümle ezberleyip ona göre yaşamaya çalışsa da eksik olan parça aydınlanmıyordu. Bir kitapta bahsedilen şeyhin mezarını Konya’da bulup gitti medet umdu ama daha eve dönmeden gözü gönlü bulanmaya başlamıştı. O mezarın başında kendini daha eksik daha noksan daha yalnız
38
FUNDAMENTA
hissetmişti. Hâlbuki içindeki karanlığı oraya bırakıp kaçacaktı. Yine olmadı. Tutunamayanlar’da bile kendine yer bulamamıştı. Mezarda mı bulacaktı. Boş verip yok saymayı denemesi kaçınılmazdı. Kitaplığı güzel olmuştu ama. Arkadaşları için eğlenceli, iyi vakit geçirilebilen bir insan, ailesi için iyi bir evlat, işi için çalışkan bir personel olmasına rağmen neden bu kadar gri ve siyah giymesini belki de Zuhal’den başka kimse umursamamıştı. - Neden sürekli siyah ve gri giyiyorsunuz Umut Bey, dedi bir gün hiç de karanlık bir insana benzemiyorsunuz? Hem adınız Umut. Bu siyahlar niye. İnsanın beyaz gömleği de mi olmaz. Umut neye uğradığını şaşırmıştı. Varlığından bile habersiz olduğu bu kız çat diye ona neler söylemişti. Hiçbir cevap vermedi kıza ama içinden yine çalkalanmaya başladı. Ayakkabılarına baktı siyah çorapları siyah pantolonu siyah gömleği siyah kravatı koyu gri saatinin kordonu siyah.
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
Öğle arasına çıkmadan Zuhal’in masasına gitti. Yarım saat sonra onu Yaren’de bekleyeceğini söyledi. Zuhal, olur, diyebildi o kadar. Hızlıca bir şeyler atıştırıp kıza söz verdiği kafeye gitti. Zuhal gelmişti bile. Sandalyeyi çekti, kocaman ekranlı son model telefonunu, sigara paketini, arabanın anahtarını masanın üstüne yan yana bıraktı. Bunlar sayesinde kendini güvende hissedebilirdi. Merhaba demeyi unuttuğunu düşündü ama demişti. Menüyü inceleyeme başladığında Zuhal’le ne konuşacağını bilmiyordu. Kız fazla candan, fazla güler yüzlü ve sevimliydi. Böyle olmasa söze sağlam bir- sana ne benim kıyafetimden- diye elbette başlayabilirdi. Hatta senin haddine mi diyebilirdi de. Lakin karşısından duran koca beyaz yanaklara bu sözleri acımasız bir tokat gibi yapıştıramazdı. Cesaretin beni şaşırttı diyebildi. Zuhal’in hiç korkmuş, çekinmiş gibi bir havası yoktu. Öyle tabi Umut Bey.
edebiyat kültür sanat dergisi
Dünyanın sonu değil ya söylediysem. İnsan biraz da renkli bir şeyler giyer. Ne bileyim en azından kravatı renkli olur diye devam ederken Umut’un bu seri konuşma karşısında bir anda nefesi daraldı. İnsanlarla iletişimden ne kadar da uzakmış onu hissetti. Zuhal’in cümleleri beyninde eko yapıyordu. Bir yandan da konuşurken yanağındaki gamze ne kadar da sempatikleştiriyordu bu kızı. Hiç insanla konuşmamış gibi hissetti kendini. Hâlbuki her hafta sonu arkadaşlarıyla buluşurdu. Sinemaya giderlerdi sık sık. Sinemada konuşulmazdı ama. Sonra oturduklarında hepsi de telefonlarını çıkarır bir şeylerle meşgul olurlardı. Konuşmazlardı pek. Arada birisi komik bir fotoğraf gösterirse gülmek ve konuşmak için sebep bulurlardı. Umut düşündükçe Zuhal susmuyordu. Ama Umut Bey en azından hafta sonları için renkli bir şeyler alın, renkler sizin ruhunuzu yansıtır. Bırakın içiniz açılsın, diyordu. Umut konuşmasını bölmeye kıyamıyordu. Anahtarı çeviriyor kahvesini yudumluyor Zuhal’in renkler konusundaki birikimini hayranlıkla dinliyordu. Dayanamayıp tamam kız dedi bu hafta sonu gidip rengârenk kıyafetler alacağım. Sonra kız dediği için utandı ama Zuhal bundan pek rahatsız olmamıştı. Ben de gelebilir miyim, diyerek Zuhal ikinci şoku da yaşatmıştı Umut’a. Gel dedi, ne desindi ya. İşe geri döndüklerinde ikisi de ne hissedeceğini bilemiyordu ama Zuhal daha cesurdu belki de. Umut tamamen yarın ne yapacağına odaklanmıştı. Bir kızla alışverişe çıkacaktı. Hem de kendine bir şeyler almak için. Pek gitmediği yerler seçmeliydi. Kimseye görünmemeliydi. Kendini de salmamalıydı hemen. Ne olacaktı ya. Aralarında bir şey mi gelişecekti. Resmi görünmeye çalışmalıydı hatta kardeşim dese yakışıksız mı olurdu? Umut kafasındaki düşüncelerle boğuşurken önündeki boş kâğıdı karalayarak doldurmuştu. Bir şeyler yazıp yazıp karalamıştı. Onlara takıldı birden gözü. “Hep eksik, korkuyorum, acı çekmek istemiyorum, bütün insanlar aynıdır, kimseyi istemiyorum,” Bunları yazdığına inanamadı o kâğıdı un ufak edip hemen çöpe attı. Yarın bir bahane bulup gitmese miydi? Gitti. Zuhal’le öğleye doğru alışveriş merkezinde buluştular. Umut birden robota dönüşmüştü. Kız vitrinlere baktıkça onun başı dönüyordu. Açık havaya oturmak, çay ve sigara içmek istiyordu. Boğuluyordu sanki. Zuhal bir camekânı işaret edecekken Umut’u kolundan tuttu. Hadi şuraya girelim dedi, girdiler ama Umut’un kolu uyuşmuştu sanki, hissetmiyordu. Kız neyi gösterdiyse beğenmiyordu. Aslında onun bu gereksiz yakınlaşan cıvık samimi tavrı Umut’u rahatsız etmişti. Kırk yıllık arkadaşı gibi davranıyordu. Bir yandan da sevimliydi ama Umut resmi davranmalıydı. Samimiyetin boyutları her an ona zarar verebilirdi. O susmaya devam etti. İnanamıyordu ona pembe tişört gösteriyordu. Çıkalım mı dedi Zuhal’e. Daha bir şey almadık demesine fırsat kalmadan Umut çıkışa yöneldi. Zuhal üst kattaki kafeteryalara gideceklerini sanıyordu. Umut ana çıkış kapısına doğru ilerliyordu. Gökyüzünü görmese rahat nefes alamayacaktı sanki. Dışarı çıktılar. Zuhal öylece dikiliyordu. Umut sigara yaktı. Senelerdir içmemiş gibi derin bir nefes çekti. Zuhal’in iki elini de avuçlarının içine aldı. - Zuhal beni rahat bırak lütfen! fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
39
Talha Orhan
FAZLACA BİR OFİS
Hik
aye
Biri sekreter olmak üzere iki kız karşıladı beni. “Hoşgeldiniz, Ragıp Bey birazdan burada olur. Bekleme salonuna buyrun” Buyurdum. Bekleme salonu geniş bir yerdi. Deri koltuklar, LCD Televizyon, tablolar, biblolar doldurmuştu odayı. Modern mobilyalar, antikalarla dengelenmişti. Koltuk rahattı ama oturunca “fort” diye ses çıkarıyordu. Bu yüzden ikinci bir hareketle aynı sesin çıkmasını sağlayarak, benden değil koltuktan geldi o ses, diyordum. Böyle şeyler önemlidir. Birazdan gelir denmişti ama birazdanı çok geçmesine rağmen gelmemişti. Önümdeki sehpada bulunan kitapları karıştırıyordum. Kitaplardan biri Ragıp Kapısız’a aitti. Ragıp Bey şairmiş. Okumaya koyuldum. Bir müddet sonra odaya birisi daha geldi. Sürekli gülüyordu ve kendi kendine fısır fısır konuşuyordu. Elleriyle beyni arasında bir uyumsuzluk var gibiydi. Tedirgin olmuştum. Karşımda böyle biri varken vereceğim
40
FUNDAMENTA
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
SIRADAN TECRÜBESİ tepkileri ölçmeye çalışıyor olabilirlerdi. Nasıl bir çılgın böyle teste tabi tutardı ki? İlgilenmiyormuş gibi yapıyordum ama sinirlerim çok bozulmuştu. Kendimi zor tutuyordum. Öfkeyle gülmek istiyordum. Sekreter kapı girişinden bir takım jestlerle, biraz sıkıntılı idare et, diyordu. Rahatlamıştım. Yaklaşık bir saat bekletildikten sonra Ragıp Bey teşrif etti. Tokalaştık ve koltuğuna oturdu. Onun koltuğu daha rahat görünüyordu. Patronların koltuğu her zaman daha rahat görünür. Öyle görünmek zorundadır. “Bak ben patronum ve benim koltuğum seninkinden rahat” diye bağırır adeta. İlgilenmiyordu benimle. Telefon görüşmeleri yapıyordu, önündeki kağıtları karıştırıyordu, çalışanlarına kızıyordu vs. En sonunda aklına geldim ve bana dönerek piyasanın kötü durumda olduğundan bahsetmeye başladı. Para vermemek için çektikleri en basit numara buydu patronların. Oturup birkaç farklı bahane üretmeye üşenen insanlar. Ama rahat koltukları var. Beş dakikalık bir konuşmaydı. Bana işlerin nasıl
edebiyat kültür sanat dergisi
yürüdüğünü anlatırken, oğlunun başarılarını da sıkıştırdı araya. Özellikle yapmıştı. Konuşmasında özetle şunu ima etti; «Az para alacaksın, çok çalışacaksın.» Sonra bir sessizlik çöktü. Birbirimize bakıyorduk ama konuşmuyorduk. Konuşacak bir şey kalmamıştı. Muhtemelen beni beğenmemiş ve benim reddetmem için çabalıyordu. O şartları kabul etmem beklenemezdi. Çabasında başarılıydı. Ona sürpriz yapmayacaktım. Yapmam gereken tek şeyi yaptım. Kalktım ve sessizce kapıya yöneldim. Çıkmadan önce aklımda olan tek şeyi söyledim; «Çok afedersiniz ama şiirleriniz bok gibi bayım» ve sessizce Ankara sokaklarına karıştım. Ragıp Kapısız, rahat koltuğunda kötü şiirler yazıyordu.
fundamentadergi.com
FUNDAMENTA
41
A. Büşra Erkeç
42
FUNDAMENTA
edebiyat kültür sanat dergisi
fundamentadergi.com
Emel Y覺lmaz
İnşa YAYINLARI - İslamın Yenilikçileri 1 - İslamın Yenilikçileri 2 - Bana Dinden Bahset - Hanginiz Muhammed - Bu Belde - Adalet Devleti - Mülk Yazıları - Kur’an’a Giriş - İlk Mesajlar - Yaşayan Kuran
Akdeniz Cad. No:4 / Kat: 4 Fatih - İstanbul 0212 621 24 74 www.insayayinlari.com