Fundamenta Dergisi 5. Sayı

Page 1

edebiyat kültür sanat dergisi

www.fundamentadergi.com

sayı #5 - 2013 - 4 TL

ş¡¡r - h¡kaye - deneme - röportaj - ¡nceleme - tanıtım -f¡lm - müz¡k - res¡m

k t E

i im

Yoksa

? i m i k Tep # Analiz / Meral Özbulur # Röportaj / Koray DEMİR

# Öykü / Batuhan Özyürek # Şiir / Bünyamin Kavrut


İÇİNDEKİLER / SAYI#5 şiir 1

Halit Uysal - Sana,Bana ve Markalara Dair

2

Ayşe Büşra Erkeç - Zir-u Zeber (Ayaklar Altında)

3

Bünyamin Kavrut - Soğuk Şehir Sıcak Kan

4

Payanda Şafak - İfade Eden Su

5

Fidel Garzan - Çöle Yazı

6

Mahmut Özkızıl - Hayatı Ellememe Dair

röportaj 1

Koray DEMİR – Aişe Hümeyra

deneysel yazı 1

Betül İzgöer - Son Not

analiz 1

Murat Alp- Geçmişe Yolculuk: Tamikrest

2

Zehra Çelik - Huzur Sokağı

3

Lütfi Bergen - Kurt Leş Yer Mi? Soylu Açlık

4

Meral Özbulur - Betonlaşma ve İslam Mimarisi Üzerine

hikaye 1

Batuhan Özyürek - Bir Şey Konuşma Derse

2

Zeynep Ubeyde - Bir Metempsycose Hikayesi

3

Halit Uysal - Losing My Religion

4

Talha Orhan - Şair’e Şair Diyorduk ve Bize Arabalar Çarpıyordu

deneme 1

Mehmet Akdağ - Uzay Boşluğuna Bırakılmış Uydudan Haberler

2

Zehra Öztürk - Hikmet Uğruna

3

Betül ENSARI - Hayatı Korsan Yaşayanlar


EDİTÖRÜN KLAVYESİNDEN

SUNUŞ

“Her insanın yaşamı onu kendine götüren bir yol denemesidir.” - Hermann Hesse Bir ifade ediş biçimi olarak yazmak, insanın her devirde ihtiyaç duyduğu bir eylem olmuştur. Kimileri yaşamıyla daha fazla yakınlık kurmak için kimileri de yaşadıklarından uzaklaşmak için yazmayı tercih etmiştir. ‘Söz uçar yazı kalır’ denilmiş, önemli görülen olaylar kaleme alınmış, sözle ifade edilemeyen pek çok düşünce ve duygu kalem aracılığıyla kendine bir yol bulmuştur. Bununla birlikte yazmayı kaçış olarak görenler olduğu gibi yazdıktan sonra pişmanlık duyanlar da mevcuttur. Kafka, ‘Yazmamak cinnete davetiye çıkarmaktır’ diyerek yazının kendi yaşamındaki yerini tartışmasız bir kesinlikle ortaya koyar. Aynı şekil-

de, İtalyan yazar Calvıno’nun ‘Bense konuşarak asla bir şey söyleyemeceğimi bildiğim için yazıyorum’ demiş olması manidardır. Bir dergi çıkarma düşüncesi elbette yazıyı kendi hayatı için elzem görenler tarafından vücut bulacaktır. Belki yazdıklarımız hakikaten yazı değil belki de elden ele dolaştırdığımız bu sayfalar bir dergi bile değil. Fakat nihayetinde o yol üzerinde yapılmış denemeler silsilesidir. Yazmanın kutsal yolu üzerinde yürüyüp yaşanılana veya yaşanılmayana dair kelimeler sarfederek birbirimize farkındalık kazandırmak istiyoruz. Bu istek bizi beşinci kez

yokladığında sahnenin ışıklarını yeniden açıyor ve izlemeye başlıyoruz. İlk sayıdan itibaren bizi yalnız bırakmayan ve sonraki duraklarda bize katılan arkadaşlara teşekkür ediyoruz. Ayrıca Koray Demir beyefendiye saygılarımızı sunuyor ve şükranlarımızı iletiyoruz. Yaşamak bizi kendimize götüren bir yol bulma telaşıdır. Yazmak ise yaşamanın aynasıdır. Aynalarımızı birbirimize tutarsak sonsuzluğa giden bir yol keşfedebilir miyiz? Neden olmasın. İnsana kalemle yazmayı öğreten Rabb’e hamd.

dergi künyesi

dergi tayfası Betül İzgöer Aişe Hümeyra Halim Bekar Bünyamin Kavrut Fidel Garzan Ayşe Büşra Ergeç Şeyma Güner İsmail Kaleci

İletişim fundamentadergi.com - fundamentadergi@gmail.com - facebook.com/fundamentadergi - twitter.com/fundamentadergi

edebiyat kültür sanat dergisi süreli yerel ve online olarak iki ayda bir çıkar


Halit Uysal

fundamentadergi.com

a n

a S

e v a n Ba

Mar

kal

2

FUNDAMENTA

arA

Dair


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

Angry Birds Mücahit bir kuştur, -Ebabil, esatirsinsi hesaplar yapan domuzcukları vuran. Starbucks ikram edilmez, Allah’ın emri peygamberin kavliyle girişilen hayra... Annemin elleri bağlanır isterse Fatiha’yla belki oklava açar ellerini ayakların altındaki cennetse eğer Coco Chanel ayakkabılarını çıkar da gel Bvlgari sponsor olsun gözyaşlarına. Onaltı da birimiz Cengiz Han soyundan denizde yüzer eşcinsel balıklar, baba sever başı örtülü mağdur annenin ruhu markalaşmakta damat işsiz, fakir şerefsiz gelin Pepe’yi pek de sever. Ablanın eşarbı çok dar, giymese de olur. Özgürlük budur. Dayan Jack Daniels dayan, zemzemin faziletini an. Cami önünde şerefsiz güvercin.

kaldırımda demokrat otobüste Ford okulda babasının dublörü. Öğretmen sufle verir; «Aslan ekmeği sindirdi gençler» b.ktan bir hayata önermeler Kravatlı, takımlı, elbiseli, bluetooth zinciri var Adem elması yok ki, günahlar kas yapmış boğazda. Kabız olmuşuz haberimiz yok, itaat etmekten. Elma doyurucudur cola soğuk içilir convers’se eğer giydiğin bağcıklarını bağla iphonumda namaz sureleri, belden yukarda. Levis kotum boldur 501 değil, 571 Allah muhafaza kızar sonra ehli sünnet ulema. İhbar niteliği taşır; bir keresinde hamburger istedi midem Tövbe ettim, açtım bi biskrem.

FUNDAMENTA

3


Ayşe Büşra Erkeç fundamentadergi.com

Zir-u Eflatun ceketim, savrulan çay dumanını yakalamanın telaşına düştüğünden beri, tuhaf bir şeyler oldu arttı bileklerini kesen kadınların sayısı ülkenin çiçek tarlalarını ateşe vermiş bir ihtiyar şehrin ağaran saçlarına güneş kızılı efsununu saçtı her şey… her şey… tuhaf bir şekle soyundu hilkat giysisini giyinmiş kız gözlerime baktı son vermeye ahdettim bedenimde var olan kahırları intihar mektubunu yazarken içtiğim çayın bedeli zir-u zeber… Kiraz dallarında asılı kaldı yaşlı kadının haylazlıkları esmer kavruk rengi miraca çalınca çocuklar büyüttü, tahta beşikli salıncakta engin bir dilek ağacına dönüştürüldü geçmişi anlardı belki çocukluğun da turuncu ceketiyle gülücük dağıtsaydı kiraz ağacında gözlerine ömür sığdıran küçük çocuk şarkılar söyledikçe öldürdü yıldızları şarkıların bedeli zir-u zeber… Tarihin bağrına sapladığım bıçaktan sızan soğuk kan

4

FUNDAMENTA

Zeber


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

Alaaddin'e hibe edilmiş sultanların acemi telâşı harem nöbetçisinden aldığım ödünç nişan eteklerinden dökülürken sararmış yapraklar yaz ortasında İskoç meyhanesinin hasırlı çatı katında şarabın bedeli zir-u zeber… Acı tütünlerin dumanı ruhlara kazınmış kırmızı fistanları sarmaladı Duman duman tüttürürken anladım iki paralık an’ın keyfini, parlak liralardan geçtim kazındı güneşin göğsüne bahtiyarlığım hayat, jilet kesiği ince bir yara olmasaydı yırtık ayakkabılarımdan fırlamasaydı başparmağım sessizce giderdim geldiğim o yerden ruhların kesik elleri birleşip yerleştiğinden beri alıklığıma yönü kıbleden başka her yere yakın olan caminin dökük duvarları ibadetin bedeli zir-u zeber…

Öğle sonları, taşralı mağrur kızlar Tanrı’ya sunarlardı aşk heveslerini sustum ve yitirdim gölgesini sevgililerimin martıların ince feryadı duyuldu kutsal ayinlerde Allah›ın sözü gibiydi, ilâhi ve melankolik saatler saniyelerin köleliğinden feragat etti kulların garip serzenişi dalgalandı… sustum ve kapandı Sultanın gözleri düştü yakarışın sızısı gibi düştü taşlara mağrur ve mavi aşkın bedeli zir-u zeber… Kedilerin kederinden dudaklarım uçukladı tuhaf bir şeyler oldu sürekli arttı bileklerini kesen kadınların sayısı ellerine kınalar sürülmüş kundaktaki bebeğin ağlaması avı başında iştah kabartan aslanın beklentisi her şey… tuhaf bir şekle büründü merhametin bedeli zir-u zeber.

FUNDAMENTA

5


Mehmet Akdağ

fundamentadergi.com

Dünyanın ortasına sürekli kazık çakmaya çalışan, bir yerlere destek olsun diye değil destek beklentisi hergün biraz daha çoğalan. Başkasının kullandığı kelimelerle öcüleşip, aynı kelimeleri kendisi kullanınca devasa çığlar bekleyen, ... bir diğer anlamla çatışıp kendi verdiği anlamı bile unutan, bir diğer tavırla kelime zenginleri, yoksulları... yani bir sürü kelimesi olduğu halde kelimesizleşen kelimesizlerin, kelimelerle yaptığı dolanıyı anlamsızlık kapısına çıkaran, dünyanın kendi dışındaki yarısının geride kaldığını, anlamsız olduğunu düşünen -düşünmeye çalışan -düşten ibreye dönüşen, kendini bir üst seviyede zannedip alt tabakaya kanal açamayan, bi nevi hiçliğe su taşıyan geride kalanların gerisinde kalanlara selam olsun. Elinde olmadan aklı herhangi bir boşluktan destek alan, ortadaki bütün sözlerin doğruluğundan yahut yanlışlığından söylemler doğuran, belirli bir enformede haritalı olduğu halde bütün kaya parçalarına çarpan (afrika dahil), anlamsızlık depolayan, bütün bir çerçeveyi parçalamaya çalışan, kendine parça arayan, kendisi olmayınca, olmayacağını sanan, kendisini olmadan olduğunu gören, kendisi olamadan olan, bütün varla yok arasına sıkışmış herkese selam olsun. daha sonra deyip, daha daha sonrasızlaşan, beğeni seviyesinin dojunu kaçıran, beğendiği şeyin anlamından haberi olmayan beğenileriyle anlamsızlıkları çoğaltıp ortamın anlamsızlığından yakınan sevgili anlamsıza da selam olsun. Pür dikkatle okuduğu şeyden saplantı çıkarmaya çalışan, kendini yapıştırdığı fikirden kopma korkusuyla körlüğü göze alan, bütün kitapları silip süpüren saygı değer bilgi mağdurlarına da selam olsun. İkinci ebatın üçüncü boyutunda olan, metalaşan metafizik yarışçılarına da selam olsun. Etkinlikten etkinliğe koşan fakat bir türlü etkin olamayan etkisiz elemanlara da selam olsun. Hepimiz bir savaşın ortasındayız. Taşıdığı haberin heyecanıyla hiç durmadan koşan habercilere, soyu tükenen bilgelere, ve bütün bunları anlamsız görüp hiçbir safta yer almayan safsızlara da selam olsun.

6

FUNDAMENTA


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

FUNDAMENTA

7


Batuhan Özyürek

fundamentadergi.com

BİR ŞEY KONU H

erkesin önünde yapacağını bir gün mutlaka umduğu konuşmayı kağıda geçirmişti. Aslında buna gerek yoktu. Her kelimesini farklı tonlarla onlarca kez seslendirmişti. Büyük salon kendisiydi, sesler iç organlarında anlam kazanıyordu. Kağıdı eline aldı, ayaklarının dibinde beline kadar yükselen içine çamaşırlarını koyduğu eskitme mobilyaya kürsü olma yüceliğini verdi. Titreyen elleriyle tuttuğu kağıda hiç bakmadan konuşuyordu: -“Geliyorlar dağılmış mürekkepleriyle. Uzaklığın o yabancı havasını solumuşlar. Elleri değmiş hiç görmediğimiz çiçeklere. Gözlerinde kuru topraklar görmüş bir nemlilik var. Yumuşak dudakları çatlamamış, sanki hiç dokunmamışlar vücutlarına. Yalnız kendi kaderlerini yazan mürekkepleri dağılmış. Sürülmüşler ama naif yollarda bile yürümeden gelmişler. Karanlığa dikilmiş duvarların eteklerinde sofralar kurmuşlar. Demir sinilerin sesi uzatan derinliğine hayran kalmışlar. Hiç bu kadar uzun konuşmadıklarını dahi anlamamışlar. Hep nemli gözlerle suçlanmamış zayıflıklarını taşıyıp durmuşlar. Bir kaç on kadar çadıra sığacak çoğunluktayken gittikçe kalabalıklaşmışlar. Aralarında ölenler bile farkedilmemiş, yüz hatları haber taşımayan insanlarmış onlar. Kimisinin bambu kolları rüzgar

8

FUNDAMENTA

yutup havalanıyormuş ve öldükleri ancak bu olağan dışı durumlarda anlaşılıyormuş. Bu insanların sürgünü tekerin icadından sonra başlamış, insanlığın yürümeyi unuttuğundan bu yana hala sürüyormuş.” Konuşmasını bitirirken iyice eğildiği kürsüden belini doğrulttu. Sağına soluna , birileri varmış da tepkilerini ölçüyormuş gibi bakındı. Akşamın gündüzden ayrılmaya karar verememiş olduğu bu anlara karşın, gözlerinde her şeyin başlangıcını anımsatan bir öğle güneşi pırıltısı görülüyordu. ‘Evet evet bunu bir gün kesinlikle yapacağım’, dedi açtığı dosyanın içine kağıdını yerleştirirken. Gelecek tepkileri de düşlüyordu: ‘Etkileyici fakat bunların tümünün böyle olduğunu söylemek haksızlık ve yanlış’ diyeceklerdi belki. O da cevap verecekti: ‘Bayım orta çağda kral olmak bile zor işken şimdi insan olmak! Olanları bizi kuşatan yargıların dışında görmek... Bulunduğumuz yerin, doruklarına yakın taraflarında olduğumuzu hiç kimse...’ gibi cümlelerle uzun bir tartışmaya girişecekti. Sonra evine gittiğinde sabah kalkmak için uyumak zorunda kalmayacaktı. İstediği zaman kısacık bir uykuya dalabilecek kadar sessizliğe sahip olacaktı. Yıllardır bunlar için


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

Ş {MA} DERSE çabalarken her bir düşüncenin karşısına çıkardığı o uçsuz bucaksızlığın göz yetiremediği halde içinde soğuk ürperişlere gebe bırakan bilinmezliği onu hep korkutmuştu. Şimdi de karşısına serilen bu korkunun, Berlin duvarının yıkıntıları üzerinden Batıya koşan insanların korkusu olduğunu biliyordu. Acıyan boğazıyla yutkundu. Sessizdi. Ama işaret diliyle koyu bir muhabbete dalmış insanlar kadar çok şey anlatıyordu sessizliği. Bir süre sonra evden çıktı. Bütün düşündüklerini yapacaktı. İki gün önce basit bir baş ağrısıyla gittiği doktordan, yarın beyninde gelişmeye başlayan bir hastalığın haberini almayacak olsaydı.

FUNDAMENTA

9


Zeynep Ubeyde

fundamentadergi.com

BİRMETEMPSYCOSEHİKAYESİ

A

par topar büyük çaplı bir yaprak aradı. -Huba huma?! (Kim var orda?) Sesine tanımadığı bir ses karşılık verdi; -Yuha dudu! (Ben dudu!) Mahrem bölgesini bulduğu genişçe bir yaprakla örtüp çalılıkların arasından çıktı. Haya duygusu Allah'ın, (“Tanrı” deseydim entel dururdu) insanoğluna doğuştan bahşettiği bir duyguydu.Gergindi. Sinirleri bozuktu. Hemoroid, yeryüzünün ilk misafirlerinden miras kalmış bir sağlık sorunuydu. -Kuna çuka? (Ne istiyorsun?) -Haba huna hukhuk yaba daba du. (Kabilemizin azizi önemli bir görüşme için sizi çağırıyor.) Durdu. En son iki hafta önce tuzlu deniz suyuna banmış saçlarını kaşıdı. Gitmek ya da gitmemek. Bütün mesele buydu. Fakat daha önce yine aynı kabile reisi, davetine icabet etmeyen birinin topuğuna çakmak taşı atmıştı. Korktu. -Ok. (Tamam) dedi. Karnı açtı. “Yuha toka şapşap duka niha yuk”

10

FUNDAMENTA

(Eve gidip bir karnımı doyurayım da sonra yola koyulurum.) diye düşündü. İnine doğru yol aldı. Eşi inin önünde ağlıyordu. Yanına gitti. (Hikayeyi uzatmamak adına konuşmaların devamını direkt çevrilmiş haliyle metine almayı tercih ettik. ) -N'oldu? Nen var kuzum? -N'olsun?! Annen! Ne yapsam memnun edemiyorum kadını. hayır yani anlamıyorum ki ne istiyor! -Karıcığım biraz sabret.Yeni ine geçince bu sıkıntılarımızdan... -Evlendiğimizden beri aynı hikaye! dedi, ayağa kalkıp hışımla eve girdi. Gelin/kaynana arasındaki karmaşık ilişkinin aslı da atalarımıza dayanıyordu. İnsin iştahı kaçtı. Bahçeye diktiği çubuğa bakıp saatin beş sularında olduğuna kanaat getirince, karanlık basmadan gideceği görüşmeye yetişmek için hemen yola koyuldu. Delinmemiş dağlar, kesilmemiş ağaçlar... Henüz insan elinin tanrısal cüretle dokunmadığı atmosferi, ciğerlerini yırtarcasına (Bu tabiri kullanmadan olmazdı, özür dilerim.) içine çekti. “Yine ne istiyor bu adam acaba


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

”diye düşündü. Hiçbir fikri yoktu. Fikri olmayanın zikri de olmuyordu. Sustu. İç sesini susturdu. Yoluna devam etti. ... Siyah iplik beyaz ipliği örterken yetişti Agus kabilesine. Çadırların ortasına çalı çırpı yığılmış, bu yığıntıyla yakılan ateşin iki yanına kazık dikilmiş, üstüne kuzu gerilmiş, çevriliyordu. En büyük çadırın önündeki, oyma sanatı icra edilmis genişçe tahta doğru ilerledi. Tahtın önüne gelince diz çöküp başını öne eğdi. Reisi selamladı. Diğer yandan yerdeki su birikintisine düşen gölgesinden reisin yüz ifadesini seçmeye çalıştı. Çağrılma gerekçesinde hayır mı vardı, şer mi? Allahualemdi. Reisin sesli işaretiyle ayağa kalktı. Agus kabilesinin heybetli reisinin; cüssesine, ünvanına, makamına yakışmayan, son derece cılız sesiyle konuşmaya başlamasıyla kabile üyeleri kıkırdaşmaya başladı. Görünen o ki, bu son derece kızımsı ses tonu kabileye maskara olmuştu. İns bir yandan gülmemek için kendini kasıyor, diğer yandan kabilenin bu saygısizlığa nasıl cüret ettiklerini düşünüyorken, reisin sesiyle irkildi. -Duyuyor musun, diye sordu. İns, duyduğu şeyi söyleyip/söylememenin kararsızlığında, “Anlamadım” der gibi kaşlarını oynattı. -Kurbağaların selamlayışını! diye devam etti gözleri kapalı reis, ben ne zaman konuşmaya başlasam doğanın bu çirkin ama asil misafirleri beni böyle selamlar. İns anlamadı. Gözleri, dikkatini çekmek için elleriyle anlamsız hareketler yapan başyardımcıya takıldı. Ona “sus” minvalinde bir mesaj veriyordu, “he de geç”. “He” dedi, geçti. Anlaşılan oydu ki bu kurnaz kabile gülme sesine böyle bir kılıf uydurmuştu ve reis ne zaman konuşmaya başlasa katıla katıla gülüyordu. -Herneyse! dedi. Seni buraya çağırma sebebime gelince... İns biraz rahatladı. Artık ne denecekse denseydi ve dinlenmek için bir köşeye kıvrılsaydı. -Seni bir teklif için çağırdım. Bu öyle bir teklif ki eğer kabul edersen ailenin rahat edeceği iki geniş mağara, dubaiden getirttiğimiz rengarenk yapraklar ve değerli taşlar, inciler bahşedeceğim. İnsin gözleri büyüdü. Ağzının içinde biriken su, dudaklarından sızmaya başladı. Çıtını çıkarmadan, başını hızlı hızlı sallayarak dinlemeye devam etti.

-Tüm bunları kazanman için kahramanlığını ispat etmen gerekli! Agus kabilesi gülmeyi kesti. Endişe içinde dikkatini reislerine verdiler. Bu konuşmayı yaptığı hiçbir insin yaşamadığı, ailelerine de bu ikramların verilmediği geldi akıllarına. Kabilenin cılız sesli reisi konuşmasına devam etti; -Bu doğa, bu nimetler, bu ateş ve bu zürriyet gibi, büyük bir savaş da atalarımızdan bizlere miras kalmıştır. İns dahi, nâsın gözleri büyüdü. Pür dikkat reisi dinliyorlardı. -Ceddimin ceddinin ceddi zamanında Çota bölgesinde koca bir mağarada yaşayan, küçük bir cüce varmış! Bu cüce kabilelere hükmetmek için türlü hilelere başvururmuş. İlkin bu bölgenin zenginleriyle görüşmüş. «Sizi daha zengin yapabilirim!» demiş. Bu teklif kabile zenginlerinin kulağına hoş gelmiş. Yıllar yılı daha zengin olmak için kabile halkını daha fakir duruma düşürmüşler. Derken kabilenin en cesur genci, her şeyin bu cücenin başının altından çıktığını öğrenince tek hamlede başını kesmiş. Yıllar sonra bu cücenin ruhu bir başka ailenin dölüne sinmiş. Jahi bölgesinde dünyaya gelmiş. Bu kabile kendisiyle övünmeyi severmiş. Onlara hükmetmek için bu kez başlamış kabilenin soyunu övmeye. Bu, kabile büyüklerinin hoşuna gitmiş. Böylelikle o kabile yüceldikçe, kendileriyle birlikte yaşayan fakat kendi soylarından olmayan bir kesim ins ezilmiş. Derken kabilenin en cesur genci, herşeyin bu cücenin başının altından çıktığını öğrenince tek hamlede kalbine hançer saplamış. Bu şekilde her öldüğünde yeniden farklı bir bedende ortaya çıkan cüce, otorite kurmak için yeni bir musibet bulup kabilelerin karşısına çıkıyordu. Son olarak Bubba bölgesinde yaşayan kendi halinde bir kadının rahmine göçmüş. Kabile Allah›tan uzaklaştıkça, zillete bulaşmış. Cüce bakmış malzeme çok; “eşitlik, adalet” demiş, “gezi parkı” demiş kafasını bulandırmış halkın. Duydum ki sen kabilenin en cesur gencisin. Bu cüceyi tek hamlede devirme şerefine ulaşmak ister misin? İns düşünmüş. “Bu kez Receb Tayyibus bile çözemediyse ben nasıl tek hamlede deviririm?“ -Hadi ordan! demiş. Arkasını dönüp, ormanın karanlığına aldırmadan Tanrı'nın yeni bir elçi ve yeni bir kitap göndermesini ümid ederek yola koyulmuş. Daha entel durdu.

FUNDAMENTA

11


Murat Alp

12

fundamentadergi.com

FUNDAMENTA


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

Ç

ocuk ve savaş yan yana gelmemesi gereken iki kelime, ne yazık ki Ortadoğu, Afrika, Asya da bunlar artık o kadar normal ki bunu dile getirmek ajitasyon yapmakla eş değer oldu. Fakat bir gerçek var ki sanatın beslendiği en güçlü duygu, acıdır. Büyük sanatçılar büyük acılar çekmiş insanlardır. Müzik yaşanılan acıyı en iyi şekilde yansıtabilecek bir sanattır. Aslında bu trajedileri gayet yakından biliyoruz; Kürtler. Tıpkı Kürtler

si insanların rahatsızlıklarını sitemlerini duygularının dışa vurumu ile sisteme karşı olarak ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki zamanla herşey gibi onlar da yozlaşmış tüketime birer araç olmuştur sadece, artık dünyaya biz de varız demek yerine, dünya bize uysun demeye başlamıştır. Touragler ise hala savaşın, parçalanmışlığın trajedisi ile bu müzik tarzlarının ilk çıkış felsefesi olan varoluş mücadelesinin izlerini kendinde barındıran yegane özgün gruplardan

gibi paramparçalar Tuaregler, 5 farklı ülkede yaşarlar, berberi dilini konuşurlar göçebedirler, çölde çadırlarda yaşarlar bir iç savaş geçirmişlerdir 19901995 yılları arasında Mali’de. Tamikrest grubu üyeleri çocukluklarını bu iç savaş ortamında yaşadılar, bir çok arkadaşları öldürüldü. Kendi ifadeleri ile “Bizler kaleşnikof almak yerine elimize gitar almayı tercih ettik. Sesimizi dünyaya müzik yoluyla duyuracağız.” Rock, Blues, Caz, R&B hatta Rap bu müzik tarzlarının hep-

biri. Yine kendi manifestolarında bu durumu: “Daha iyi bir dünya için mücadele ediyoruz“ diye izah ederler. Tamikrest’ in ortaya çıkış hikayesi tıpkı 1960’lardaki rock grupları gibidir. Touregler, çölün çocukları, çölde festival düzenler dans ederler. Acılarıyla dans etmek Frantz Fanon’a göre bir arınma biçimi, öze dönüş danslardaki figürler de intikam ateşiyle yoğrulmuş aşk ve öfke karışımıdır. (Fanon -Yer yüzünün Lanetlileri) Tamikrest grubu kendisini böyle bir festivalde

göstermiştir. (2008) Daha sonra festivalin en büyük grubu olan Dirtmusicle birlikte 2009’da Adagah albümünü çıkarmıştır. Albüm çıktıktan 1 yıl sonra başarılı bir Avrupa turnesi yaptılar. 2010 yılında Toumastin albümünü çıkardıktan sonra kendilerinin bir albümlük bir grup olmadıklarını kanıtladılar. Berberice belki de dünyanın en şiirsel dilli. Toureg gençleri, Tameshek adlı spirutual özellikler barındıran geleneksel müzikle büyümüşlerdir. İnternetin Afrikaya ulaşması ile gençler Jimi Hendrix, Bob Marley, Pink Floy’dan etkilenirler. Rock müzik her ne kadar bugün tüketim kültürüne amede olsa dahi içinde isyan ruhunu barındırmadığını kimse iddia edemez. Çölün insanlarının karakterleri ruhları çölün zor koşullarına göre şekillenmiştir, nasıl ki rüzgar sert eser fakat kumlar yavaş yavaş yer değiştiririr, Tamikrest’in müziği de Jimi Hendix gibi tınılar barındırır. Fakat sesleri o kadar uysaldır ki sanki Bob Marley’i dinlersiniz. Sanki geçmişten gelmiş gibidirler, 60’ların rock müziği milyonluk hippi festivallerini anımsarsınız. Ama herşeye rağmen çölün o dinginliği müziğe o kadar işlemiştir ki, hayır dersiniz bu bir amerika rock görüntülü afrika ruhu. Kendinizi kaybedercesine kafa sallamak yerine gözlerinizi kapatıp ateşin etrafında deli gibi dönmeyi tercih edersiniz. Müziklerde hissedilen duygular ne kadar anlatılabilir ki. İşte size birkaç önerimiz: • 1-Aratan N Tinariwen • • 2- Tidit • 3-Aratane N’Adagh • • 4-Aicha •

FUNDAMENTA

13


Aişe Hümeyra

fundamentadergi.com

Tarih Gerçek Yaşanmışlık Örneğidir 15 yıldır yönetmenlik yapan ve Deve Dergisi yazarı Koray Demir’le Fundamenta ekibi olarak çok keyifli bir hasbihal gerçekleştirdik...

K

âbe’de 1 milyon kişinin aynı anda ibadet etmesini sağlayacak tavaf alanının genişletilmesini içeren dev projenin belgesel filmini hazırlayan Koray Demir ‘e sorduk neden yönetmenlik? 3 farklı Üniversite deneyiminden sonra birçok meslekte gidip geldim. Ve en sonunda yapabileceğim işin bu olduğuna karar verdim. Herkesin Yeryüzüne gelişinin bir gayesi var, herkes birbirinden farklıdır parmak izleri gibi, her insanın farklı özellikleri vardır. Bazılarında var olan diğerlerinde olmayabilir. Kimisi düz çizgi çizemezken, kimisi 5 dk. içinde tablo oluşturabilir. Ben hikâye anlatan ve hikâyeleri olan bir adamım. İnsanlar bana gelip varmak istedikleri yeri söyler ve bende ruhumdan üflemeye çalışırım. Bana göre boş

14

bir kâğıdı şekillendiren de o dur. Bir şey kamerayla anlatılacaksa ben oradayım. Reklam filmi, dizi, belgesel, kamerayla anlatılabilen ne varsa hepsini yapmaktayız, fakat bütün bunlar sadece bir sinema filmi yapabilmek için yapıyorum. Neden Sinema filmi? Bir sözüm, bir hayalim var, temel mesele bu. Bir hayalim var ve bu hayalimi aktarma sözüm var; yoksa yaşayamam, buna olan umudum beni yaşatıyor. Yönetmenliğe nasıl başladınız? -Hızlı gençlik yıllarından sonra 28 yaşında sinema/ TV mezunu oldum. Hayata atılmak için ne yapabilirim dedim ve bir hedef belirledim. Birilerin beni farketmesi için ne yapılamaz deniyorsa onu yapmalıydım ki insanların beni fark etmesini sağlayabileyim.

FUNDAMENTA

Önce hayatın realitelerini kabul etmek lazım. O zaman derlerdi ki bir öğrenci uzun metrajlı bir film yapamaz. Ben de mezun olurken o günün şartları ve imkânlarıyla Kayseri’de uzun metrajlı bir film yapmaya karar verdim. Bir tiyatro grubunun bütün oyuncuları ile birlikteki grubun liderine başrol vererek tüm grubu elde ettim :) -, okuldan kurgu makinalarını kaçırarak herkesin kısa film yaptığı 6 gün içerisinde ben uzun metrajlı bir film yapmayı başardım. İkinci aşama ise bu filmi sektörde tok olan birinin izlemesi ve fark etmesi lazımdı.

Sinan Çetin iki hafta sonra ilk reklam filmimi verdi, fakat ben itiraz ederek, bir sinema filmi için buraya geldiğimi belirttim. Bana fena bir sağ kroşe çaktı, demişti ki; “Sinema filmi yapmak para harcamaktır. Başkalarının parasını harcamak için ilk önce paranın nasıl kazanıldığını öğrenmen lazım. Önce reklam çekeceksin, reklam filmi çekmek senin için bir deney sahası olacaktır.’’ Bu çok önemli bir nokta. Sinema sanatı diğer hiçbir sanata benzemeyen, parasız yapılamayan tek sanattır. Sinema sanatı için paraya, zamana ve insana ihtiyaç vardır. Diğer sanatlar gibi bir yere kapanıp kendi başınıza üretemezsiniz.


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

içeren projenin ‘’Kutsal Mescid‘in İnşası’’ belgeselini hazırlamaktasınız. Çalışmalar nasıl gidiyor? Proje sadece Mekke’de gerçekleşen bir çalışma değil, aynı zamanda 20’den fazla ülkede takip ediyoruz. Gelecek nesillere çözüm oluşturması amacıyla bazı teknolojik yenliklerin ilk defa kullanıldığı, gelecek nesillere de çözümler sunacak olan bir çalışma. 2 milyondan fazla insanın aynı anda aynı mekanda saatlerle hatta günlerle ölçülen zaman dilimlerinde bulunduğunu düşünün. Bütün bu insanların rahatça ibadet edebilmesini sağlamak için tasarlanan bir binalar kompleksi bu. Şu anda dünyadaki en büyük inşaat faliyeti. Bir gün Sinan Çetin’in bir ropörtajını gördüm ve olanlar oldu. Film de bir sürü hata olmasına rağmen beğendi ve hiç asistanlık yaptırmadan direk yönetmen olarak işe aldı. Peki, daha önce gerçekleştirdiğiniz Kur’an Filmleri gibi başarılı bir çalışmanız var, Kur’an videoları daha önce yapılmamış bir proje, böyle bir fikir nasıl oluştu? TRT ile bir proje gerçekleştirmek istedik. “Kur’an’la ilgili insanların iletişimini sağlamak için görsel bir şeyler yapmak istiyoruz, ne yapabiliriz?”

derken bu projeyi aldım, üzerinde çalıştım ve beğenildi, ama buna fetva lazımdı. Amaç, 3 dk. boyunca görsel olarak bir şeyler anlatıp insanları ana kitaba sevk eden bir film çalışması yapmaktı. Diyanet İşleri Başkanı sayın Mehmet Görmez sağolsun tam destek verdi. Fakat bir şartı vardı. Ayetlerle görseller arasında bir benzerlik, çağrışım olmamalıydı. Sadece backgroundlarla görsel bir keyif oluşturarak, insanların ayetle ilişkini artırmak, ayetlerin okunurluğunu arttrımaktı amaç. 2008’de başlattığımız bu projeyi hala geliştirmeye

çalışıyoruz. Bürokratik nedenlerden dolayı proje gelişemedi, 10 dile çevirdik. Nasıl bir tepki vereceğini bilmeden Kur’an Filmlerini Müslüman Alimler Birliği Başkanı Yusuf El Kardavi’ye de izlettik. Fetva onayını ve desteğini de aldıktan sonra projemizi geliştirmeye devam etmekteyiz. Malesef hala emekleme seviyesinde, daha önce de belirttiğim gibi film yapmak bazen gezegenlerin aynı çizgiye gelmesini gerektirir. Aynı zamanda Kâbe’de Tavaf alanının genişletilmesini

Bunun üzerine sizler belgeselcilikten ve projelerinizden bize biraz bahseder misiniz? Şuan üzerinde çalışmakta olduğumuz kırılma evrelerini anlatan birkaç projelerimiz var. Bunlardan birincisi 1876’le 1926 evresini içeren 5o yıllık dönemi anlatıyor. İkincisi ise Hz.Peygamberin vefatından Hz.Hüseyin’in şehadetine kadar geçen süreci içeren ilk kırılma. İnsanlar kendi tarihleriyle hesaplaşmadan karakterlerini inşa edemezler, bu tarihi süreçleri, kavrayamazsak hiçbirimizin karakteri

FUNDAMENTA

15


Aişe Hümeyra

fundamentadergi.com

Walter Benjamin’in Storyteller (Hikâye Anlatıcısı) makalesinde hikâye anlatıcısından söz eder. Hikâyelerin ileriki kuşaklara aktarılmasında sözlü kültürün önemine vurgu yapar. Belgeselcilik bu sözlü kültürün sinemaya yansıyan biçimlerindendir.

İnsanlar kendi tarihleriyle hesaplaşmadan karakterlerini inşa edemezler tam ve doygun olmayacaktır. Yeni ve doğru bir medeniyet inşa edemeyiz, bana göre bu iki dönemle hesaplaşmak için anlamak/anlatmak zorundayız... Ben yönetmen olarak sadece film çekmiyorum aynı zamanda tüm bu dönemleri derinlemesine araştırıyorum. Gerçeği arıyorum. Bizimle ilgili yazılmış bütün eserleri araştırmaktayız. Malesef tarih yazıcılığımız kendi komşularına sağır bir yazıcılıktır. Fransız, İngiliz kaynakları derken, Bulgar, Yunan kaynaklarından hiçbir zaman bahsetmeyiz. Hâlbuki yüzyıllarca birlikte yaşadığımız bu insanlardı. Olaylar olduğunda da, herşey bittiğinde de buradaydılar. Bu insanları da dinlemeden, yazdıklarını okumadan

16

doğruyu bulamayız. Tüm bu araştırma ve birikimlerimizi sinema filmi dışında aynı zamanda belgesele ve kitaba dönüştürmek için de çalışmaktayız. Yapımı iki buçuk yıldır süren Türk Derin Devleti

FUNDAMENTA

Tarihi isimli belgeselimiz Al Jazeera’da yayınlanacak. Sinema, Türk insanı için neyi tarif eder? Yapımlar hak ettikleri ilgiyi görüyor mu? Sinema salonları ticari

Kendi kırılma evrelerimizle yüzleşmeden kendi davranışlarımızı düzeltemeyiz.

kaygı gözettikleri için sanat filmleri bu kaygıya takılmaktadır. Sanat filmleri bu türden kaygılar yüzünden geri plana itilmekte ve üretimde kısırlaşmaya neden olmaktadır. Sanat filmlerine bir ayrıcalık tanınması muhtemel mi? Her filmin mesajı vardır ve bana göre filmlerde fake hareket yapamazsınız. En bilgisiz seyirci bile her türlü sahteliği anlayacak bilince sahiptir. Çünkü filmler gerçek yaşamın imitasyonu ve bazende ta kendisidir, hatta daha da ötesidir. İzleyiciler de her şeyin farkında ama insanların bazı şeylere karşı gelecek gücü yok. Bizler film izlemek için Sinemalara geliriz. Para ödeyerek karanlık salonlara gireriz. Peki, neden? Bir kez olsun bir şeylerin yolunda gittiğini görmek için. Bir kez olsun erdemli olabilmek, inançlarımızı ayakta tutabilmek için gidiyoruz sinemaya. Biz karanlık salonlarda masumiyetimizi arıyoruz. Ben böyle bakıyorum meseleye ve masum dönemlerimize olan özlemlerimizi aradığımızı düşünüyorum. Her şey ve her yer bu kadar iğdiş edilmişken insanların karanlık salonlara gelip bir an olsun kendisini iyi hissetmesini sağlamak ve salondan yüzünde genişleyen bir tebessüm


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

ve göğsünde kabaran bir gurur duygusuyla ayrılması kötü müdür? Kimilerince evet. Çünkü bu kaçış sinemasıdır. Bu lafı duydukça hemen aklıma J.R.Tolkien geliyor. Yüzüklerin Efendisi serisini yayınladığında ve kitap hızla insanlara arasında yayıldığında, “Bu yaptığınız kaçış edebiyatı değil mi?” diye soranlara verdiği nefis bir cevap vardır. “Evet” der Tolkien, “ kaçış edebiyatı; ama kaçış yalnızca gardiyanları korkutur!” Okuyucusunu tanıyan ve onun huzur arayışına kendince cevap vermeye çalışan bir yazar tarafından verilmiş tarihi bir cevaptır bu. Benim için iyi filmler cennetten atılan taşlar gibidir. Küçük taşlardır onlar, biriktirilmesi gereken. Bu sebepten sanat sineması, ticaret sineması gibi ayrımlara kökten karşıyım.

kazandıracak olan böyle filmlerin peşindedir. Ve karanlık salonlara bu sebepten gider. Aynı zamanda Deve Dergisinde yazmaktasınız. Deve dergisi farklı formatta olan bir dergi olarak okuyucularına farklı bir açı sergilemekte. Deve dergisi özgür bir platform ve her türden insanın buluştuğu bir nokta. Bir arada yasamanın formüllerini bize gösteren bir dergi, birbirine saygı duyan ama karşıt fikirlerde de olabilen insanları biraraya toplayabilen bir çatı. Bu yanıyla diğer tüm dergilerden ayrılıyor bana göre. Türk dizileri bir marka haline gelebildi mi? Türk Dizilerinin Dünyadaki yerini nasıl

yorumluyorsunuz? Birçok ülkeye dizi ihraç ediliyor. Türk dizi sektörü dünyanın her yerinde kabul gören bir sektör. Gittiğim tüm ülkelerde bunu görüyorum. Tam bir endüstiri haline de gelmiştir ki, bu sayede yeni ve birbirinden bağımsız eseler verebilen zengin bir yapı olarak her geçen gün büyümeye devam ediyor. Sinemadan beslendiğini söyleyemeyiz. Fakat sinema yapma isteğiyle beslenen bir sektördür. Sinemamız endüstrileşemediği için büyüyememekte. Çünkü endüstri olmadan filmler yapılamıyor. Şu anda taşıma suyla dönmekte; ancak endüstri oluştuğu zaman, biz bir Türk sinemasından bahsedebiliriz.

Karanlık salonlarda masumiyetimizi arıyoruz

İşte sanat insanın içine sokulduğu bu amansız cendereden çıkabilmek için tutunduğu dallardan biridir. Çıkmanın mümkün olmadığını gördüğünde ise ruh ve beden hayatta kalmak için dirence geçip hayal dünyasına yönlendiriyor insanı. Peki, bu uyuşturucu mudur? Uyuşturucu, bir insanın, hayata yeniden sarılıp erdemli bir insan olmak için bir kez daha denemesini sağlayamaz. Ama iyi bir film tüm bunları yapabilir. Seyirci, işte kendi masumiyetini ona yeniden

FUNDAMENTA

17


Lütfi Bergen fundamentadergi.com

Kurt Leş Yer Mi? Soylu Açlık

A

hmet Büke’nin Hece Öykü 49. Sayısında (*) yayınlanan “Buluttan Buluta” öyküsü hakkında yazacağım. Önce dekordan bahsetmeli. Fehime noterde çalışıyor. Bunu noterin camdan kapısını tıklatıp izin istemesinden anlıyoruz. Zaman kurgusu çizgisel değil. Öykü Fehime’nin bakkala yürüyüşü ile başlıyor. Kadın dut ağaçlarıyla çevreli bir yoldadır. Zaman belirsiz. Dut imgesi insana HaziranTemmuz’u hatırlatıyor. Oysa vakit kış: “Dut ağaçları vardı yolda. Yapraklarını bırakalı ay olmuş (…) Fehime bu kışa rağmen oğlanın birine âşık oldu galiba.” Zamandan kopukluğun anlatıya hâkim olduğu gibi anlatılan mekâna da hâkim olduğu anlaşılıyor. Mekâna eski zaman işletmeleri monte edilmiş. Zira bakkaldan bahsediyor: “Fehime bakkala yürüdü.” Günümüzde artık bakkal kaldı mı? Dut ağaçlı yollardan bahsediyor yazar. Deniz kenarına inmekten bahsediyor: “Deniz kenarına inerse, dalgaları görürse, hele sandalları, midye karıştıranları görürse sakinleşecek. Dünyayı içine alacak. Derin nefesler verecek. Sakinleşecek.” Deniz kenarında midye karıştıran insanlar var. Demek ki burası bir kasaba değil. Kalabalık bir yer olmalı. Derken yürüyor ve: “Köşedeki marketi gördü.” Şimdi burada duralım… Ahmet Büke’nin bu çizgisel olmayan kurgusu bilinçli bir seçim mi? Bakkala giderken markete varmak. “Son dutu geçip, önünde ekmek dolabı duran kapıya yöneldi.” Marketler bakkaldan farklı: ekmek dolabını dükkan dışında tutmuyor bu işletmeler. Acaba başka bir şey mi kast etmiştir? Az sonra markete girecek ve ihtiyar bir adam görecek Fehime. Bir sigara isteyecek. Ancak içeri girince sigara istediğini unutuyor. İçerisi ılıktır ve ışıklar yanıyordur. Ilık dediğine göre vakit kış olmalı. “Serin” deseydi bahar ya

18

FUNDAMENTA

da yaz diyebilirdik. “Dükkânın uzun koridorunda yürüdü. En arkadaki loşlukta oturan adamı gördü.” Mar-

ket için doğru olan bu tasvir acaba dükkan için doğru olabilir mi? Uzun bir koridora sahip bakkal ne derece


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

gerçek sayılabilir? İçerde bakalım kim varmış: “Başında beyaz takkesi, elinde tespih, yüzü derin izlerle sürülmüş bir amca.” Takkeli amca namazı hatırlattı bana. “Fehime yaklaştıkça adamın ağladığını gördü. Ama bildiğimiz ağlamak değildi bu. Kımıltısız ve usul bir yüzden gözyaşları akıyordu.” Bu ağlamak fiiline dikkat çekmek istiyorum. İnsanlar nedensiz ağlamaktalar öyküde. Picasso’nun Guernica tablosunda da bütün hareket-zaman-şahıslar tek bir sahnenin (odanın) içindedir. İnsan yüzlerinde “acı” ve endişe vardır. Ahmet Büke’nin bu öyküsünde ise acılar buluşur ama birbirine dokunup kayar. “Fehime sigara almadı. Nedense süt aldı. Denize de yürümedi. Metro durağına yürüdü.” Süt alması şaşırtıcı. Zira metroya binecek. Bakkal ile metro istasyonu arasında bağlantı kurmak çok zor. Metrodan çıkıp, bakkala girip, eve doğru yol almaktan bahsedecek bir anlatıya “evet” demek mümkünken; işten erken çıkıp, bakkala girip, süt aldıktan sonra metroya yönelmek zaman ve mekan algısını dağıtıyor. Ardından ihtiyar adamın ağlamasının Fehime’yi “sobelemesini” okuruz: “Turnikelerden geçti. Boş bir sıraya oturdu. Derin bir iç çekti. Ağlamaya başladı –nedense.” Bu ağlamak halini Sevim görecektir. Sevim kim? Metrodaki meçhul kadın. Metrodan trene geçiyoruz. Tren Menemen’e gidiyor. İzmir’deyiz. Menemen İzmir’e 34 km. Sevim başörtülü. İstasyonun karşısından ziraat dükkânına giriyor. Beş kilo şeker gübre alıyor. Yola çıkıp arka mahalleye doğru yürümeye başlıyor. Telefonu çalıyor. Bu sahnede kahraman birisiyle buluşacak. Zira “Yok, vardım ben Menemen’e. Bahçeye gidiyorum şimdi. Hı, evet aldım gübreyi. Sen koy çayı” diyecektir. Fehime dut ağaçlı yolları izlerken Sevim kavak ağaçlı yolu izler: “Kavaklar bitti. Son narı, son ayvayı geçti. Bahçelerine

vardı. Telle bağlı kapıyı açtı. Girdi. Sevim, gübre torbasının ağzını açtı. Avcunu doldurdu. Çilek ocaklarının başına vardı. Ağır ağır gübreyi sermeye başladı.” Bu refleks doğru mu? Çay koydurduğu kişiye bir “merhaba” demeden bahçeye girmek? “Aniden durdu. İçi bulanır gibi oldu.‘Yine gebe mi kaldım ben,’ diye düşündü. Gitti bir zeytin kütüğüne oturdu. Çöker çökmez de ağlamaya başladı.” Fehime’nin yaşlı adamdan kaptığı ağlama bunalımının Sevim’e sirayet ettiğini anlıyoruz. Sevim’in halini izleyen kedi serçeye, tavuk kümesinin çinko damına, Sevim’e ve bulutlara bakar. Bulutla nihayet karşılaşırız. “Sonra bulutlara baktı.” Öykü kişileri buluta bakar. Bulutla “puslu hava” kastedilirdi; bilindiği gibi kurt puslu havayı sever.” “Kurt indi. Tek başına. Havayı derin derin kokladı. Kurt bir yangın toprağına vardı. Taşın üzerindeki karaltı çekti onu. Yaklaştı. Boynundan yarılmış ve dehşetli dizginiyle fırlamış bir katır. Zor ölmüş.” Yangın toprağı, adı konulmamış acıdır ve acının toprağıdır. Sevim’in hamileliği, kadını ağlatır. Öykü kişilerinin hepsinde yalnız hüzün görürüz. Sonra yazar kurtun ete koşturmasını anlatır: “Kurt ete vardı. Açık gözlerine baktı katırın. Katırın gözlerinde bulut.” Katırın gözlerindeki bulut, ölümdür. Ancak ona “ruh” gözüyle de bakabiliriz: Katır ölmüş, gözlerinde bulut var; “O bulut kaçtı uzaklara” der yazar. Peki kurda ne olmuştur? “Kurt döndü, açlığına geri yürüdü. Kurt dağına geri çıktı.” Öykü kurtu anlattığı kısacık bölümde başarılı. “Kurt ete vardı. Açık gözlerine baktı katırın. Katırın gözlerinde bulut. Kurt döndü, açlığına geri yürüdü. Kurt dağına geri çıktı” şeklindeki kısa cümleleri vurucu. Onun dışında Fehime’nin, Sevim’in, yaşlı adamın anlattığı bir sembolizm, özel bir durum yok. Kurttan başka erde-

mi ile yaşayan bir canlı göremeyiz öyküde. Kurt aç olsa da leşe saldırmıyor. Katırın gözlerinde bulut görebiliyor. Öykünün içindeki tüm insanlar ağlarken kurt ağlamadan “vatanına” döner. Öyküdeki insanların hedefleri, değerleri yoktur. İlişkileri yoktur. Kurt şehre geliyor ve huzursuzlukla karşılaşıyor. Şehir insanı ağlıyor. Hatta katırlar bile çatlıyor. Şehirde katır ne arıyor diye soruyoruz. “Havayı derin derin kokladı. Yanık kokusunu takip etti. Et ve kemik çekti onu.” Ülkede kaos var. Yaşlılar ve kadınlar yaşıyor ama erkeklerinden bahsedilmiyor. Kara bulutlar toprağı sarmış, her yer karanlık. Ahmet Büke’nin şiir diline yakın bir üslûbla kaleme aldığı öykü metni kendine mahsus bir tabiatzaman-mekan’ı yansıtıyor. Soylu açlığa ait değerleri yansıtmaya yönelmiş bu güzelleme “dağı/tabiatı” da kente karşı bir yerde konumluyor bunun için. Bozulmuş kent ve insanla toplumun bir yere varılamayacağını işaret eden metin saflıkla vahşiliği kaynaştırmakla paradoksa düşüyor. Kurduğu “mekansız ve zamansız” duruma dair öyküsü açların/yoksulların dünyasına hayallerine ulaşılabilir bir âlem vaadediyor. Ancak hiçbir zaman evcilleşemeyen kurt sembolizmi bu benzeştirmeyi ürkütücü kılıyor. Dağ ve kent, kadın ile kurt dikotomileri üzerinden bir insana varılabilir mi? Ahmet Büke bilinçli bir uyumsuzlukla kaleme aldığı bu öykü metni ile bir insan vaad etmiyor. Aslında mekansızlık ve zamansızlıkla ideal insana varılacağı da şüphelidir. Özlediği değerleri dağa kaçırtan Büke’nin, oradan indirmeye çalıştığı da vahşi bir karakter oluyor. İnsanı da kaybediyoruz. (*) Cazibe İstasyonu adlı kitapta da yayınlanmıştır.

FUNDAMENTA

19


Zehra Öztürk

fundamentadergi.com

HİKMET

UĞRUNA 20

FUNDAMENTA


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

B

ugün kendi varlık alanının dışında seyretmeye yüz tutmuş, aslında bir hakikat arayışı olan felsefenin, metalaşmasından doğan bir kaygıyla kalemi elime aldım. Nitekim bu kaygı gerçeğe dönerse korkulan başa gelecek ve insan özünü unutacaktır… Felsefenin olmuş, bitmiş bir şey olduğunu söylemek büyük haksızlık iken; onun sürekli kendisini yenileyen bir halde olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Bunun hemen ardından Alper’in yerinde ifadesi hatıra gelir: “Felsefe varoluşumun bir parçası olmaktır.” Bu görüşe göre; felsefe insanın varlığından bu yana hep vardır ve başlangıcı hakkında beşerî bilgi sınırlı kalmıştır. Bu sebeple öteden beri felsefe üzerinde harcanan mesai, insanın varoluş sancısını içinde barındırır.

İşte bu iki aracı sınırladığımız yerde felsefe de sınırlanmış olur ki zaten bunların sınırsız varlığı bile felsefeyi tam olarak ifade edememektedir. Felsefe bazen kendi problemlerini dilin kullanımlarını inceleyerek çözmeye çalışırken, bazen de eylemin düşünce ile ilişkisinden yola çıkarak bunu yapar. Dil gayrisi ile paylaşımı, eylem ise yeryüzü değişimini sağlar.

Felsefenin asıl varlık alanı ‘hakikat’tir. Ve filozof, yolda olduğu ölçüde hakikat ona kendisini açmıştır. Hiçbir felsefe sebepsizlik üzerine doğmamış ve kendine bir hakikat alanı aramıştır. Kendisini iyiye sevk etmeyen bir felsefeden bahsetmek olasılık dışıdır. Felsefe özünde hikmeti taşır… Ve amacı insanı ihya edebilmektir. Buna vâkıf olamayan ise, bilinçsiz insandır.

mettir… Felsefe kimi zaman din ile çatışarak varlık kazanmıştır. İkisi arasındaki diyalog yeni yapılan bir binanın temeline sağlam olması için atılan kaya parçaları gibidir.

Felsefe ‘yolda olmaktır’ der bilge… Bu yolda oluş; yanlışı, doğrusu ile birliktelik ve dostluğu da yanına alır. Farkında olmadan dahi olsa felsefenin alanına girer birçok bilim dalı. Felsefe ile uğraşmanın gereksizliğini savunan biri bile bu iddiasını savunmak, temellendirmek adına felsefi bir çabaya girmiştir.

Ve nihayet felsefeden bunca söz ettiren varlık meselesi çıkar ortaya. Bir ‘var olan’ olarak Asıl soruya gelelim: “FELSEFE NEDİR VE felsefe, önce kendi varlığını sorgular. Bu meÖZÜNDE NEYİ BARINDIRIR?” Bu sorunun ya- sele iki cümleye sığamayacak kadar derindir… nıtı için çaba sarf etmiş olan her “hikmetsever” Buna binaen; filozofun yegâne amacı ne olmafelsefeye anlam zenginliği katmıştır. Felsefe el- lıdır? Sorusuna karşılık; bilgiye değer, eyleme bette her insanın doğasında vardır; fakat bunu de ahlaklılık kazandırmak olmalıdır. Ve ilginçtir ortaya çıkarmak bir gayret ister. Tıpkı ahlaklı ki; felsefe, kavram üretkenliğinde ustadır. Düolabilmek gibi… Aynı zamanda felsefe ahlakî bir şüncenin semeresi olarak kavram ortaya koyar. boyuta sahip olmaktır. Ahlak ise özgürlüğe ge- Bazen de var olduğu halde içi boşaltılmış, anbedir. Felsefe de insanı özgür kılan unsurdur… lamsızlaştırılmış kavramlara yeni bir misyon İnsanlardan öyleleri vardır ki felsefe yapmak, yükler ve anlamlı kılar onları. onlar için varoluşsal bir ihtiyaçtır. Öyle ki onlar, Başka bir açıdan din dediğimiz hayat nizavarlık âleminin felsefe tutsaklarıdır. mımız, felsefeye kaynaklık eder. Diğer adı hik-

Felsefenin ön şartı, niyetlilik; yani art niyetsizliktir! Samimi olan bir filozofun zihin dünyasındaki her düşünce kıymete şayandır; imandan önceki inkârı doğursa bile… İhlâs denen şey bu olsa gerek…

Felsefenin üstlendiği eleştirilerden biri de akıl eleştirisidir. Aklın eleştirisi sayesinde insan varoşlunu sorgulama gereği duyar. Bu ise felsefenin hafife alınmayacak en önemli hizmeti olduğu gibi yine varlık konusu kadar derindir.

Değerlerle kuşanmış bir dünya düşünüyorum, eyliyorum, düşündürüyorum, dönüştürüyorum… O HALDE VARIM… İşte bir filozof bunu arzu ettiği kadar samimidir, felsefe yaptığı alanda. Böylece Felsefenin iki mühim aracı vardır: Bunlardan felsefe ideal ile varolan arasında bir köprüdür. biri dil, diğeri ise eylemdir. O halde felsefenin Bunca çetrefil ifadeler, şu can alıcı soru içinretorikle ilgisi olduğu gibi pratik yönünü göz dir : “NİÇİN FELSEFE VAR DA FELSEFESİZLİK ardı etmememiz gerektiği de düşünülebilir… YOKTUR?”

FUNDAMENTA

21


Bünyamın Kavrut

fundamentadergi.com

Soğuk Şehir

Sıcak Kan 22

FUNDAMENTA


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

Binlerce merdiveni çıkıp, çıkıp !en son katına göğün, bir neden dahi sökemeden içimden, çaresizce inmek hayır düşmek... Düşmek ,düşmek yeniden ... gözlerine mil çekilmiş bir istasyona ; Ne de soğuk biliyorum bu yalnızlık benim değil; bu yalnızlık senin ve benim Maria çıkmalısın içimden burası ölüyor. Evladını koruyamayan anne kalbi lekelenmiş bir alem gibi, atlar hazır ,atlar hazır, atlar atlar diyorum! seni çağırıyor... Yeryürüzünde esrarını bilmediğim ne var dokuz ,sekiz ,yedi hatırlamak için yeterli zaman yok ; lakin... Gecenin üçte birini ardıma takıp üçte ikisinin acısını çıkarmakla görevlendirildim yaklaşma! Masum çocukların bedenini parçalayan , yükselen şafağın rabbine sığınan da ,benim. Barut Kokusu ,şehir yakın şarap kızılı renginde bir kare gergedanların dönüşümü dersin , çorak toprakların beslediği hüzün , gölgeler yaralandı bozuldu büyüm, mevsimlerin zincirleri bir bir kırıldı İçim içine çürüyor maria bak! maria elimi bırak !! elimi bırak , maria ...

FUNDAMENTA

23


Payanda Şafak

fundamentadergi.com

ÌfâdÉ Ed£n

Su

Gümüş bir tas neyi ifade eder suya? çamura kanmak ve bulanmak arasında gidip gelen zamanlar Şahlanmış atları büyüleyen o rüzgârın cebinde küçücük bir not hayatın içinden güç bela akmaya çalışan nehirler için. Sesimi kısalttırmaya bir acıya gitmişsem Evimde yokumdur yokumdur yani tahmin edilen ve görülende Kanım kaynamışsa sinekler avlusunda boş bir örtüde telini ararım hakkın Kapım çalınmaz, açarım –kim o? beni sessizliğime sahip çıktıran yalnızlık kahven soğmuş, nerelerdesin şafağın karşısında dik durması öğütlenmiş eski çocuk. donukluluğunu kimden aldın? Ellerini hangi dâvâda kaybettin sen? kaç topa *kaç topaç bir dünya eder soğukta? *Kaçınılmaz bir son değil ölüm kaçınılmaz bir hayattır yaşadığımız kinayeli nefes alışımızın kabzasına sığmayan delilik. Haşin kumar banyoları eski alkış ve alışkanlıklar süslenmiş insan artıkları Günaha basa basa titreyen bir sazın ucunda delirmenin uzun tadında bir yerdeyiz. Tarihten ucuzluğumuz düşen kalıntılarımız. kimsemiz yoksa gölgemizi elleriz.

24

FUNDAMENTA


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

Kaçırdığımız bir şey mi vardı sevdâ vagonlarına binerken rayların duru çığlıkları aklımızı zorluyorsa gittiğimizden emin miyiz? Gidelim *nasılsa ayışığının temizlendiği bir yer vardır ufka rahatlıkla bakıp ölebileceğimiz alıntılamadan insanları saklamadan imzâları Köpekler ordusuna katılmayı reddedip şiirler kanıtmaya vardığımız Eski pencere önlerine yerimizi yeni aldığımız bizim de bir Yârdan uyku çaldığımız olmuştur Elbet. *Nasılsın demiştin? anlatmadım bu olanları ünlem. geldin girdin canıma ünlem. maviyi çocukken tanıdım ünlem. kırıldım eşkıya iftiralarında ünlem. zorla güzellik mi olur ünlem. sedef ve metruk geceler ünlem. yasını bile kurban eden anneler ünlem. soytarı krallar, kral soytarılar ünlem. şekilci ve kibritçi ünlem. kimlikçi ve piç ünlem. zor zabahlar ünlem. son sabahlar ünlem. geldin geçtin karşıma *ünlem. durdum delindim ünlem. baktın ve duydum ünlem. yoktun çiçeğine su istedim ünlem. sonsuz düşünce ve şiir ünlem. geldin girdin canıma canım ünlem… gece olunca biriken sabahsızlığıma bir de not düştüm; otlar arasında bile savaşlar oluyor ve ben seni seviyorum ve gülüşün ünlem…

FUNDAMENTA

25


Betül İzgöer

fundamentadergi.com

SON NOT

“Şimdi bana hayatı yeniden yaşama şansı verseler ah Enzio! Aşık olur ve güneşin batışını seyrederdim sadece.” (Sicilya’lı bir mafya babasının arkadaşına yazdığı mektuptan)

Y

azıyor olduğuma göre hala yaşıyorum. Ama bunları okuyor olman hala yaşadığım anlamına gelmeyecek elbette. Şimdi sen bu cümleyi bitirdiğinde benim nerede olacağımı tahmin edemeyeceksin. Tıpkı ben bunları yazarken senin nerde olduğunu tahmin edemediğim gibi. Devam etmek zorunda değilsin. Burası bir küllük. Dumana alerjin varsa sağ kapıdan çıkabilirsin. Ah tabi hemen sorarsın, neden sağ kapı? Çünkü sol tarafta kapı yok şekerim. Dünya üzerinde çok fazla yaşadığım söylenemez. Uyuduğum ve boş geçirdiğim anlamsız vakitler ile henüz idrakimin açılmadığı günleri hesaplarsak elimde sağlam diyebileceğim hepi topu onbeş yıl kalacaktır. Bu onbeş yılı ben çok sevdim. Veya hiç sevmedim. İkisi arasında zannettiğiniz gibi büyük bir fark olduğunu düşünmüyorum. Sadece şunu söylemeli insan; yaşadım. Ne kadar dokunaklı bir kelime; yaşadım! Şimdi yüksek sesle bunu tekrar edin; yaşadım! Ben şu kadar sene yaşadım ve gördüm ki. Yaşadım ve anladım ki. Kulağa ne kadar hoş geliyor öyle değil mi. Elbette hayır. Yaşıyor olmak kulağa neden hoş gelsin ki. ‘Artık ölüyorum’ demek kadar afili bir şey varsa çıkıp hemen söyleyebilir. Çünkü ben artık ölüyorum.. Demek ölüyorum. Yani şimdi herşey yarım kalıyor öyle mi. Yapacağımı zannettiğim bir takım şeyler yine yapacağımı zannettiğim bir takım şeyler olarak duruyor. Sahip olduklarımın hepsini mi burada bırakacağım. Ne heyecan verici. Son yazımı yazarken imla kurallarına uymayı elden bırakmıyorum. Okumayı kolaylaştırsın diye kelimeleri titizlikle yerli yerine koyuyorum. Nasılsa ölüyorum diye çalakalem yazacağımı düşünmediniz değil mi? Bilakis, diğer yazılarıma göre daha çok okunacağını bildiğimden fazladan bir

26

FUNDAMENTA

özen içersindeyim. Endişeli değilim şimdilik. Biraz tuhaf. Son sekiz aydır belirli aralıklarla gün sayıyorum. Gerçi iş hedefini çoktan kaybetmiş bir haldeydi. Yaşantıma çeki düzen vereyim diye böyle bir yol bulmuştum. Muvaffak olamadım ve belki de işler daha kötüye gitti diyebilirim. Hiçbirinizin tahmin edemeyeceği kadar kötüye. Ekim ayının yirmidördünden beri bir ölüm merakı ve beklentisi beni gittikçe içine aldı. Bir kurtuluş olarak düşünmüş olmalıyım. Rahatlatıcı, teselli edici bir yöntem. Fakat ilk bir ayın dışında pek işe yaramadı sanırım. Zira günleri hesaplarken bile baştaki ciddiyetimi muhafaza etmediğimin farkındaydım. Eğer ölmeseydim bir kitap yazacaktım evet. Tıpkı size söz verdiğim gibi. Hayatıma bir şekilde dahil olmuş herkesten bahsedecektim. Yazmaya başlamıştım üstelik. Az görmezseniz bir sayfa kadar yazdığımı size açıkyüreklilikle söyleyebilirim. Zaman içersinde not defterlerime sizlerle ilgili notlar alıyordum sürekli. Çoğu başka başka defterlerde kötü bir el yazısı ile karalanmış şekilde-


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

ler. Onları birleştirmek benim için zor olmayacaktı ve çok eğlenecektim. Bana inanın. Ölmeseydim yazacaktım. Ama görüyorsunuz ya ölüyorum. Yapacağım ne çok şey varmış. Önümüzdeki sene iyi bir iş bulacaktım. Borçlarımı ödeyecek birikim yapacak ve araba alacaktım. İki yıl sonra da kitabımı basacak sizler için imzalayacaktım. Bazen yanımda kalem olmayacaktı. Sizi kalem arama telaşında bırakmaktan zevk alacaktım. Her zaman şu konuda kararsız kalmışımdır. İmza günlerinde her okuyucu için ayrı not mu yazılmalı yoksa standart bir kalıpia yetinerek mi imza atılmalıdır. Herhalde üşengeçliğimi ve umursamazlığımı göz önünde bulundurarak bir kalıp üzerinden gitmek işime gelirdi. Falanca Filanca’ya sevgilerle. Tarih. İmza. Bunun gibi ciddi konularda kafa yorduğum için gün içersinde yapmam gereken bazı konuları aksatabiliyorum. Ölmeseydim sarkık yanaklı bir sincap olan yiğenimle daha çok vakit geçirirdim. İşte bu ölmek için üzülmeye değer bir sebep. Biraz kendime gelmeye başlıyordum galiba. Birşeyler

yoluna girecek gibiydi. Tam anlamıyla umutsuz değildim yani. Düğünler nişanlar filan olacaktı. Katılacaktım elbette. Hepinizi ayrı ayrı tebrik ediyorum sevgili arkadaşlarım. Ölmeseydim o mutlu günlerinizde ailemle birlikte sizi yalnız bırakmaz, gülücüklerimi asla esirgemezdim. Biraz daha vakit olsaydı. Ki herşeyin en güzeli biraz daha zaman ayırabilmektir. Ölmek buna benzer sorunları beraberinde getiriyor. Düşündüğünüz zaman bana hak vereceksiniz. Hayat devam ediyor fakat siz yaşamıyorsunuz ve yapabileceğiniz bir şey yok. Can sıkıcı bir durum. Eğer ölmeseydim kitaplığımda duran bütün kitapları okuyacaktım. Onları süs olsun diye almadık heralde. Değişik ülkeler görecektim. Hayal değil, öleceğim diye uydurmuyorum. Kafama koymuştum. Yapacaktım işte. Herkesin kıyameti kendi ölümü imiş. Rüyamda o sureyi görmeseydim. “Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı.” Herşey bir yana yazacağım kitapta hayatımın normal, kendine has gidişatını bozan ve bozduktan sonra kendi yoluna kaçan bencil insanlara elbette her fırsatta yer verecektim. Onlardan intikam almak için ilgisi olmayan başka karakterlere bulaşacak, en güzel en iddialı cümleleri ben kuracak, onlara ise göz açtırmayacaktım. Söylediklerim karşısında konuşmayı unutacaklardı. Her iki paragrafta bir onlara göndermeler savuracak, savunma yapmalarına fırsat vermeyecektim. En büyük arzumun bu olduğunu sizden saklayacak değilim. Yapamaz mıydım sanıyorsunuz. Hah! Tabi ki yapardım. Sadece biraz ölmeseydim. Şimdi öleceğim için üzülüyor sayılmam. Gerçi kendimi pek iyi hissetmediğim doğru ama zaten iyi olmanın iyi olduğu günlerde değiliz. Bundan sebep ortalığı velveleye verecek bir durum yok. Herkes ölür. Bazıları birden, bazıları yavaş yavaş. Bu biraz da sizi kimin öldürdüğüne bağlı. Bana gelince, ben kendiliğimden ölüyorum. Kimse üzerine alınmasın. Öyle ya, hiçbirinizin ölü bir insanın arkasından vicdan azabı çekmesini istemem. Yine de bir son yazmak insanlara yakışmıyor. İnsanlara devam ettirmek yakışıyor. Bu şekilde alışıyoruz çünkü. Herşey devam edecekmiş gibi alışıyor ve bir son ile karşılaşınca bocalıyoruz. Hayır hayır ölerayak didaktik mesajlar verecek değilim. Artık yaşasaydım neler yapacağımı biliyorsunuz. Hiç ölmeyeceğimiz bir gün karşılaşırsak yeniden tanışmak isterim. Şimdi siz sağ olun benimse ruhum şâd. Yaptıklarım için yapmadıklarım için. Özür dilerim. Tarih. İmza.

FUNDAMENTA

27


Halit Uysal

fundamentadergi.com

LosIng My

RelIgIon

S

abahın kör olduğu bir vakitte uyanmışım. Kahvaltı için çok erken ama akşam yemeği için çok geç bir zaman dilimi. Yahya ve Zeynep imama nazire yaparcasına vaktinden önce uyanmışlar. Onları tekrar uyutmak için mücadele eden eşim çilekeş. Bense çorabını kaybeden üniversite öğrencisi edasıyla odalarda dolanıyorum ve ışıksızım. Ulan diyorum bu ara çok kilo aldım koşsam mı acaba. Spor ayakkabılarımı giymişim, artık eşofman olmasını dilediğim yandan cepli hardal renginde pantolonum ve beni Rocky Balboa moduna sokacak kapşonlu eşofmanımı geçirmişim üstüme, atıyorum kendimi sokağa. Hatun ardımdan sesleniyor: ‘Gelirken fırından sıcak ekmek al.’ O an anlıyorum ki türk kadını idealist erkeğin ardındaki kadın değil, zira ben zayıflamak için koşuya çıkıyorum, hatun bana sıcak ekmek ve muhtemel tereyağı zevkinde bahsediyor. Zifiri karanlık desem abartmış olurum. Hafiften hızlıya doğru koşma planları yapıyorum. Ulan diyorum bi de walkman olsaydı müzik çalsaydı iyi olurdu. İyice hızlanıyorum. Aklımda, yarın da koşarsam bir de ekmeği kesersem göbeği eritirim, motivasyonu. Ben hızlandıkça zihnim daha da ileriyi görüyor, göbeksiz halimi canlandırıyorum gözümde. Yüzümde çapkınca bir tebessüm. Sabah namazından dağılan cemaatle cami önünde kesişiyoruz. Aylardır para alamadığı kiracısından dertli bir ihtiyara kulak kabartı-

yorum. Adamı dinlemek istiyorum ama hızımı da kesmek istemiyorum. Boş ver dercesine koşmaya devam ediyorum fakat ihtiyarın sabah namazına gelişinin, muhtemelen alamadığı kirasını Rabbine şikâyet etmek olduğu konusunda müthiş bir önyargıya varıyorum. Her zengin ihtiyara bir Raskalnikov dadanmalı. Koşarak vardığım merkezdeki fırına sıcak ekmek alma umuduyla dalıyorum. Köşede bir ihtiyar daha: Hayda ulan bu ihtiyarlık ne kötü bir şey yahu hepsi ayakta. Ben de mi ihtiyarım acaba fikriyle ilgili bir münakaşa halinde fırına dalıyorum. Sıcak ekmekten iki tane istiyorum. Geceden beri fırında kürek sallayan adamın yüzünde anlamsız bir keyifsizlik. Halbuki ne kadar da mutlu ediyor insanları. Geceleri uyumayıp bizlere sıcak ekmek yapan bu adama şehrin bir anahtarı varsa şayet, verilmeli. Taze ekmeği önce gazeteye sarıp sonra da poşete koyan adama teşekkür ederek dışarı çıkıyorum. Az önceki ihtiyar hala orada. Dikkatle beni süzüyor. Hayırdır amca diyorum. Az yardım ediver de ekmekleri şurdaki el arabasına goyverek diyor. Sırtlanıyorum çuval dolusu ekmeği. Nüfus kalabalık herhalde latifesi yapıyorum. Heyaaa 3 tane inek var evde diyor. Tebessümle ayrılıyorum amcanın yanından. Koşarak gittiğim yerlerden otobüsle dönüyorum. Kahvaltıya oturuyoruz. Kapı çalıyor. Sırf bu bakkal ve kapı muhabbeti yüzünden evin reisliğini 3 yaşındaki oğlum Yahya’ya bırakmayı düşünüyorum. Kapının ardında takım elbiseli iki tip. Yokuz şakası yapmak istiyorum ama buyurun, diyorum. Acele işimiz var Başkan seni bekliyor diyorlar. Sen kalk sabahın köründe ekmek almaya git ve daha bir lokma koymadan kahvaltıyı terk et. Çoluk çocukla vedalaşıp ayrılıyorum. Yan binadan babam beni kesiyor. Annemse balkondan dalgalanan bayrağın altında mutlu ve mesut bir yüzle beni okşuyor. Arabalara binip Başkanın yanına varıyoruz. Bundan sonraki görevimin dışişlerinde olduğunu ve mecliste yemin ederek bakan olacağımı söylüyor. Yüzüme bi s.ktir ifadesi konuyor. Kabul etmiyorum. Fakat çakal Başkan olayı anneme ve babama çoktan bildirmiş. Telefon üstüne telefon.

Not:

Deli

mesaj içerir

28

FUNDAMENTA


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

Ulan diyorum bize yakışmaz. Annem sırtını devlete daya olum kendini kurtar çoluk çocuk perişan moduna almış kendini. Babamsa, haliyle titreşim modunda. Aile baskısı sonucu milletvekili olmayı kabul ediyorum. Meclise çıkıp yemin edicem ama fetva almam gerekli. Zira ortada bi yemin var. Mustafa Hocamı arıyorum. -Hocam yemin etmem gerekiyor, ne diyorsunuz. -Önemli olan gönül kıblen evladım… -Yav iyi de hocam bunun anıtkabiri felan var. -Olsun evladım, hem peygamber efendimiz içi put doluyu Kabe’yi tavaf etmedi mi? Doğru mu Hamza? -Doğrudur hocam. -Yüksek sesle söyle Hamza, heykes duysun, -Doğru hocam. -Şimdi bu genç Müslümanlar gelip bizim vakfımızda bacak bacak üstüne atıp elinde tiwet… -Doğrudur. … Eee kardeşim adamlar güngörmüş adamlar, zamanında siyaset meydanında devlete meydan okumuş adam. Diğeri desen zamanında bize resmi ideolojiyi adam akıllı anlatmış adamdır. Herhalde bir bildikleri vardır diyorum. Ama yine de kesmiyor beni bu cevaplar. Kimi aramalıyım diyorum. Yeni Yavşak gazetesinden iş ilanları kısmından herhangi bir numarayı aramaya karar veriyorum fakat sayfaları karıştırırken Murat abinin yazısına denk geliyorum. “Atatürk iyiydi kardeşim, çevresi kötüydü mealinde bir yazı…” Ulan diyorum bu tipler İstiklal Mahkemelerinde ölen dedeleri yüzünden veryansın ettiler senelerce hayırdır bunların içine kim girmiş acaba diye merak ediyorum… Tecavüzcüsüne aşık gözlerle bakan tipler tanımlaması kime aitti acaba. Aklıma da muhteşem dayımdan başkası gelmiyor… İş ilanlarından herhangi bir numarayı çeviriyorum. Durumu güzelce izah ediyorum. Telefonun diğer ucunda ki şahıs dikkatle beni dinliyor. “Seni oraya biz getirdik indirmesini de biliriz” sloganıyla kapatıyor telefonu. Çaresiz bir şekilde mazbatamı almak üzere Meclise gidiyorum. Cebimde ekmekten artan paralar var. Ulan en kötü biri masaya gelir ona kitlerim şakasıyla menüyü istiyorum. Fiyatlar çok iyi, ego kart da varsa eğer burada çalışılır abi… Fakat asıl mesele şu, eğer kebap burada 5 liraysa bizim lokantacı Kadir abi senelerce bize feslemiş… Tüm gece uykusuzluk çekiyorum. Yok lan bil-

diğiniz deli gibi uyumuşum. Sabah beni alıyorlar meclise gidiyorum. Takım elbisem Başkandan. Kapıda bir herifçioğlu. Tanıyorum ama çıkaramıyorum. Google olsa da aratsam durumundayım. Yanına varıyorum, dikkatlice bakıyorum. Hass.ktir lan bu bizi başörtüsü eyleminde dövdüren emniyet amiri. -Merhaba abi beni hatırladınız mı? Bir kere sizin çocuklardan çok feci dayak yemiştim. -Çıkaramadım. -Abi nasıl hatırlamazsın yahu. Hani sizin kızısınız da başörtülüymüş, bu işler böyle olmaz, okulunuzu okuyun diye nasihat etmiştiniz. -Afferin bak tutmuşsun öğütlerimi. -Yok abi ben aile içi şiddetten dolayı buradayım. -Olsun beyefendi, bak bende aynı dertteyim… -Anlıyorum… İçerde milletvekili olmam için mücadele eden 300 küsür adam var. Sevildiğimi düşünüyorum bir an. İçim kıpır kıpır. Zaten böyle de mutlu değilim bari çevremdekiler mutlu olsun ulan yalanıyla kandırmaya çalışıyorum kendimi. İçeri davet ediliyorum, yemin etmek üzere. Kürsüye çıkıyorum. Ulan bir sürü ölü ceylan görüyorum, koltuk olmuşlar. Yemin etmem gerekiyor. İmam Hatipten kalma bir alışkanlık akşamdan yazdığım yemin metnini alıyorum elime. Kendi el yazımla. Zira bir kere yazmak on kere okumaktan eftaldir derdi babam. Es veriyorum mikrofona… Birden bir gitar sesi. Kıraç meclise gelmiş. O muhteşem sesiyle bağırıyor: YEMİN ETME TUTAMAZSIN… Silkeleniyorum. Apar topar dışarı atıyorlar Kıraç’ı. Dert oluyor Kıraç’ın dedikleri. Duraksıyorum. Bari bi pencere felan olsa da baksam şöyle diyorum ama çaresizim. Herkes yüzüme bakıyor. Bildiğiniz tedirginim. Bir yanım telefonlarıma cevap vermeyen eşim ve çocuklar. Ne derler acaba diyorum endişesi. Babalarının yeminlerinden sorumlu olacakları fikri delirtmek üzere. Acaba diyorum dün akşam uyumak için izlediğim “Selvi Boylum Al Yazmalım” etkisi mi… Olmaz diyorum yapamıycam. Bir yandan Hatasız Kulmaz şarkısı acaba bizi şirke sürükler mi düşüncesi. Kafam bi dünya. Telefonumun çalmasını istiyorum. Bir şeyler söylemek gerek. Yemin metni önümde ama dilim varmıyor. Birden kusursuzca ezbere bildiğim Fatiha suresini okuyuveriyorum. Cesaret geliyor: -Ulan ibnetörler bu meclis Fatiha ile açıldı Fatiha ile kapanmıştır!

FUNDAMENTA

29


Talha Orhan

fundamentadergi.com

ŞAİR’E ŞAİR DİYORDUK

BİZE ARABALAR ÇARPIYORDU

Ani bir fren sesi duyulmadı. Kornalar da çalmıyordu. Gözlerimin önünden geçen bir film şeridine de şahit olmamıştım. Demek şimdiye kadar duyduklarım palavraydı.

sürekli yoklardı.

Kanepenin üzerinde doğruldu. Paketinden bir sigara çıkarıp yaktı. Onun sigara yakışını izlemeyi seviyordum. Kafasını hafif yatırır, ateşe doğru uzatırken ağzındaki sigarayı, açık havada olup olmaması fark etmezdi ateşe siper etmek için diğer elini. Bilirdi bunun hoşuma gittiğini. Sigara yakacağı zaman ona bakıp bakmadığımı

Daha önce böyle bir şey yapmadığımı fark ettim. Garip huyları vardı Şair’in. Bahis oyunlarına kupon doldururdu ama hiç bir zaman kupona para yatırdığını görmedim. İyi takipçisiydi oyunların. İki üç tane tutan kuponu vardı. Kitap ayracı olarak kullanıyordu onları.

Güzel şarkılar dinlerdi Şair. “Sakallarımın arasında, 17 yıldır içtiğim sigaraların dumanı ve dinlediğim şarkıların tınısı dolaşır” derdi. Sigarasının yarısına doğru kalkıp bir şarkı açtı. *** Şair iki saattir uyuyordu. Bu kaba sakallı es- Sonra da gelip karşıma oturdu. Dergiyi kapatıp mer adam uykuyu severdi. Onu rahatsız etmek kenara koydum. istemiyordum. Sessizce elimdeki dergiyi karış- “Rusça öğrenmek istiyorum” dedi. Hiç bektırdım. O sırada dışarıdan sesler yükselmeye lemediğim bir şeydi. Rusça’dan bahis açmıştı. başladı. Cam açıktı. Şair rahatsız oldu. Birkaç Ses çıkarmadım. “Dostoyevski’yi tekrar okukere sağına soluna döndü. Daha fazla sabrede- mak için. Kendi dilinden okumanın ne kadar keyif vereceğini merak ediyorum. Evet 3-5 kimeyip uyandı. “Bu koduğumun mahallesi hep böyle. İki tap okumak için bir dil öğrenmek istiyorum. dakika huzur vermezler insana. Yine kim bilir, Bir hazzı tam anlamıyla yaşamak için emek kim kimin kuyruğuna bastı da ortalık karıştı!” vermelisin.”

30

FUNDAMENTA

Sabahtan kalma bayat çayı ısıtıp birer bar-


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

dak içtik. Ertesi gün tekrar uğrayacağımı söy- kaybettiğim kendim, beni müthiş heyecanlandıran bir seyahatin hevesinden kaçamayıp kayledim, vedalaştık. Çıktığımda hava yavaş yavaş kararıyordu. bettiğim işim, hırsımdan kaçamayıp kaybettiSokağın sonuna kadar yürüyüp otobüse bine- ğim dostum. Hep kaçamayarak kaybetmiştim. cektim. Müthiş bir sessizlik vardı. Az önce ki Bu seferde kaçarak kaybedecektim ne kaybekargaşa burada patlak vermemiş gibiydi. So- deceksem. Kararımı vermiştim.

Hızla ileriye atıldım ve var gücümle koşmaya başladım. Ana caddeye varmıştım bile. Gelip gelmediklerini kontrol etmek için kafamı arkaya çevirdim ve bir anda müthiş bir boşlukta “Ne kadar paraya ihtiyacınız var” diye sordum. olduğumu fark ettim. Havalanmıştım. Yer çekimi yerle bir olmuş gibiydi. Etrafımdaki herşey “Ne kadar paran varsa” dedi kısa boylu olan. slow motion bir hal almıştı. Kulağımda hafif bir “Yani sizin paraya ihtiyacınız yok, parama çınlama vardı. Belki bir araba çarpmıştır. ihtiyacınız var öyle mi?” diye karşılık verdim. O an aklımdan geçen şey; ani bir fren sesi “Uzatma dökül paraları” dedi Uzun. Sesini duymadım. Kornalar da çalmıyordu. Gözleriyükseltmişti. Durum ciddi bir hal almaya başladı. min önünden geçen bir film şeridine de şahit olmamıştım. Demek kazalar hakkında şimdi Kaçsam kurtulurdum. Kafaları zaten kıyak- ye kadar duyduklarım palavraydı. tı, yakalayamazlardı. Paraya değer vermezdim ama bu züppelere para kaptırmak istemiyor- Şair daha sonra ziyaretime geldiğinde şundum. Kaçmadığım için kaybettiğim şeyler geldi ları söyledi; “Ben sana gitme, bende kal diyeaklıma. Güzel bir kızın cazibesinden kaçamayıp cektim. Keşke deseydim.” kak boştu. Bir anda ara sokaktan iki kişi çıktı ve karşıma dikildi. Sıkıntılı tipler oldukları belliydi. Uzun boylu olan eliyle ver işareti yaparken “Para” dedi. Bir şey kullandıkları belliydi.

FUNDAMENTA

31


Fidel Garzan fundamentadergi.com

Akasyanın dökülüşü yitip gitmesi kadarsa bırakın bütün martılar mavi söylesin uçurtmalara özlediğim kadınları hatırlatsın ay yalnızlığına kuyunun dibinde kalsın ağzım ağzımın içi eskimiş su sözcüklerin şiire akan acı yanını biliyorum, gördüm her özlem biraz miyop biraz kördür bense gözleri pabuç uçlarında omuzları alnında kalmış sağır bir noktayım çok uzak vahalardan geliyorum tüyü bitmemiş develerden bir yel esintisi ile dolu vahalar ben vahalarda gezinen küçük kara bir akrebim sarnıçların kollarından su yanından toprak yanından geliyorum örttün beni ben ıssız vahalarda dolaşan küçük kara bir akrebim diş minelerinde akar soyum

32

FUNDAMENTA

körüm, sağarım ellerim ve ayaklarım var yalnız dervişlerin ısırdıgı kızıl bir elma kadarım bir şiir var zehrimin tükürüğünde salyam kadim zamanlardan kalma kadim cografyalarin yaralı oğlu hani her şair biraz yabancıdır ya kendine; bende de biraz ölmek kalmış kurtlu soğan kokulu ağızlar kalmış göğsümde hurma çekirdeği yanım var biraz biraz yitik ve biraz da şiir oysa ikindi ezanı okunmadan bir ölüyü yıkadım, gözleri yoktu, kaybolmuşlardı som paralar bıraktım gözlerinin içine gözleri yoktu kimseler yoktu ağıtlar vardı topuklarımda ben koştukca koşan ardıma baktım, alın çizgilerime kimseler yoktu olsun bedevi yanım kalsın sadece avuçlarınızda saklayın beni


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

çöl yorgunu şiirler düşlüyor küçük kara ellerim hörgüçlerde, kaktüs içlerinde kurumuştu su, ölmüştü yemiştim, duymuştum şiirlerim oldu çöl güllerinden örme tel sepetlerden dili iltihaplı kara bir akrebim bir çocuğa bıraktım kaşlarımı, geldim kaşlarımin büyüdüğü her yer kiraz dolusu sivilce bedevi yanımı bırakıyorum size yaşlı bir karga kadar akrebim bu günlerde, fazlasız neydi o günler değil mi? her susuş da konuşma yalnızlığı olan günler yüzyılların çınarlara devrildiği günler fahişelerin saygı gördüğü günler elbet görürler elbet akreplerde sarımsak yer şarap içer kumullarda güneşe verirler saçlarını

ışte uzun saçlarımla geliyorum size sakallarımda envai papatyalar ve çok sevdiğim heykellerle biliyorum elbet ötesiyım herşeyin tanrım bu yakarışı duy, bil ve mecal ver bastığım toprağa tabanlarim yırtılmasın damarlarımdan ıslak, yokuş aşağı patikalar kadar kalayım bir feza boşluğu kadar, kalkan bir midenin kaymak tutması kadarım dilsiz ve sağırım sek sütüm kadınların göğüslerinde kemirgen bir hayvanın dişleri var etimde etimle sayıyorum izdusume geçen saatleri gölgem bir devin gövdesini yıkar taş, ejderha, kadın; turkuaz elbiseler içinde iskelet, akrep, çocuk; kirpik uçlarımda ben vahalarda gezinen küçük kara bir akrebim öldürün beni.

FUNDAMENTA

33


Mahmut Özkızıl fundamentadergi.com

Hayatı Ellememe Dair uykular geceyi ne zaman kaçırmış horultudan bir yılan sokulmuş bedenlere uykum yok tadım yok nereye baksam köpeklerin dişlediği bir tutam yalnızlık hangi dağa koşsam yıldızların oyununa sokulan bir serinlik kulağım incelmiş fısıltısını duyuyorum gecenin az önce varlığının gölgesi geçti içimden savaş gümbürtüsüyle böyle mi yaşar herkes hayatı öyle mi eller yalnızlığı çiğnedim birazdan nehirlere yol verdim gözümden altmış kiloluk kuşkuyu yükledim ayaklarıma ve yünden bataklığa uzandım yün göğü çektim üzerime bir yatağın rüyasına daldım

34

FUNDAMENTA


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

sabah arsız bir çocuk gibi çaldı kapımı baktım bahar güneşler dağıtıyor kızlara çocuk sesinden bahçeler etrafımda kırlangıçlar koca taş nefsimi yuvarladım sundurmasından evin yolları ezdim arabaları sinemaları deldim lokantaları gün ansızın bıraktı taşı baktım ay yine aynı ay uzak ve umursamaz göklerin aynasında peki nerede hayat ben nerede başlıyorum ruhumun durduğu yer neresi nefes aldığımda nefesi düşünmüyorum gözlerimi duvarlara salıyorum bomboş tavana yüzümü çevreleyen havaya damıtıyorum ruhumun anahtarını bedenimin kuyusuna atıyorum öyle mi yaşar herkes hayatı böyle mi eller....

FUNDAMENTA

35


Fatma Zehra Çelik

fundamentadergi.com

a n 'EYkanrsıa mayan ' ı ğ a k o S r u z Hu

H

uzur Sokağı’nın ekrana uyarlanacağını duyunca ilgimi çekti. Yıllar önce okuduğum kitabı tekrar aldım elime. Yazarın gözünden Huzur Sokağı’nın nasıl göründüğünü yeniden keşfettim. Kendine özgü değerleri olan hatta zaman zaman bunun dışında kalan hayatları dışlayan bir roman Huzur Sokağı. Kahramanlar son derece keskin uçlardan karakterler. Yazarın çizdiği sokak ‘fazilet, asalet ve şecaat ortağı; kalpleri birbiri için çarpan fertlerden müteşekkil sarsılmaz bir aile ocağı’ Manevi hassasiyetleri yüksek bir genç olan Bilal etrafında şekillenen romanda iyi karakterler son derece iyi, kötü karakterler de son derece kötücül olarak işlenmiş.

36

FUNDAMENTA

Kabul edelim ya da etmeyelim kitabın kendine özgü bir dili, duruşu ve samimiyeti var. Peki ekrana bu ne kadar yansıtıldı? Kitap diziye uyarlanıp yayınlanmaya başlayınca izlemeye başladım. Dizinin senaristleri, kitaptaki ilk vurucu sahne olan Feyza ile Bilal’in karşılaşma anını yeniden şekillendirerek ekranların klişe sahnelerinin en kötü örneği haline getirmeyi başardılar. Huzur Sokağı’nın ağırbaşlı dindar ve hatta mutaassıp delikanlısı Bilal, ekrana modern (!) bir müslüman genç olarak yansıdı. Kitapta üzerinde durulan konular senaristlerin pek ilgisini çekmemiş olacak ki karakterleri aynı


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

kalmak suretiyle yeni bir hikaye kurdular. Ve bu hikaye entrika, komplo ve karşılıksız aşk klişesi ile yeniden yoğrularak karşımıza çıkarıldı. Oysa kitap aslına uygun olarak senaryolaştırılsaydı bence çok daha fazla izlenirdi. Kitapta üzerinde durulmayan bir karakter olan Şükran ekranda çok büyük bir sorumluluk üstlenmiş. Hem başörtülü bir genç kız olarak var olmanın zorluklarını kısmen aktarıyor hem de karşılıksız bir aşkın pençesinde kıvranıyor. Diziyi kotarıp sezon finaline getirmek en çok da Şükran karakterinin başarısı. Çünkü bildiğimiz gibi seyirci, dizilerde ne kadar acı yaşanırsa o oranda ekrana kilitleniyor.

Kitapta zaman zaman sertleşen üslup senaryoda kendine yer bulamamış. Yazarın kalemi oldukça keskinken senaryoda naif bir esinti süregeliyor. Kitabın hangi amaçla yazıldığı kimi çevrelerce tartışılabilir ancak en nihayetinde dili bellidir. Üslubuyla yıllardır varlığını koruyan bir eserdir ‘Huzur Sokağı’. Ancak benim merak ettiğim hangi amaçla dizileştirildiği? Aslına bağlı kalınarak revize edilmesine ya da yeni bir bakışla senaryolaştırılmasına itirazım olmazdı. Ancak burada bana sorarsanız bir tahrif söz konusu. Senaristler kitabı tutucu bulmuş olacaklar ki modernize etme yoluna gidilmiş. Çoğu romanın başına geldiği gibi bu moderni-

zasyon Huzur Sokağının da kimyasını bozmuş. Keskin uçları törpülenirken şekli bozulmuş, aslından uzaklaşmış. ‘Ne izlenir?’ sorusunun cevabı olarak kurgulanmış ve yıllardır defaatle seyirciye yedirilen dizilerden hiçbir farkı kalmayacak şekilde takdim edilmiş Huzur Sokağı. Oysa yeni bir perspektifle Türk dizi tarihine çağ atlatabilecek bir

proje olabilirdi. Hakkını teslim etmek gerek ki Huzur Sokağı belli bir kesimin sahiplendiği önemli gördüğü bir kitaptır. Ekranlarda tahrif edilmeden kendine yer bulabilseydi hem çok daha geniş kitlelere ulaşabilir hem de verilen bunca emek boşa gitmezdi.

FUNDAMENTA

37


Meral Özbulur fundamentadergi.com

BETONLAŞMA VE İSLAM MİMARİSİ ÜZERİNE… İnsanın var olmasıyla mekan ihtiyacı da başlamıştır. . İnsan barınmak, yaşamak ve doğa şartlarından korunmak için bir mekân ihtiyacı duyar ve bu mekânı kendine özgü kültürel, fonksiyonel, teknik ve farklı zevklerde donatır.

G

ünümüzde “Kentsel dönüşüm projesi” kapsamında ülke çapında bir şehirleşme hareketi başlamıştır. En küçük ilçelerden en büyük illere kadar yayılan bu betonlaşma sürecinde, yeşil alanlar hızla azalmakta ve suyun toprağa teması gerçekleşmemektedir. Medyanın yeni gündemi “çılgın proje” örnekleri, daha çok batılı mimarların etkisiyle oluşturulmaktadır. Kibrit kutuları gibi gri, soğuk, sevimsiz, ve iç sıkıcı olan bu yapıların İslam mimarisiyle hiçbir şekilde uyuşmamaktadır. Çağımızda özellikle beton kulla-

38

FUNDAMENTA

nımı, oldukça maddileştirilerek yüceltilmiştir. Halbuki eşyaya yerli yerinde değer veren İslam anlayışında; doğal taş ve ahşap malzemeleri, uyum içinde birbirlerini tamamlamaktadır. Suni çim örtüleri ve acayip şekiller verilerek budanmış ağaçlar, şehre yapaylık verdiği gibi şehrin insanını da yapaylaştırmıştır. Evlerimizin küçük pencerelerinden veya bilgisayar ekranındaki belgeselden izleyerek doğayı tefekkür etmemiz neredeyse imkansızlaşmıştır. Allah’ın ayetlerini tefekkür

edemeyişimizin nedeni; topraktan uzaklaşıp, dikey olarak göğe yükselen gökdelenlerdeki yaşantılarımızdır. Bu yapılaşma bizi doğadan gitgide uzaklaştırmakta, insanoğlunu hem yalnızlaşmasını hem de insandan kopararak komşuluk kültürünü sıfıra indirilmesine neden olmuştur. Artık çocuklarımız ne bitki ne de kuş cinslerinin adını bilmekte veya seslerini duymakta… İşte… “Oku” ayetiyle başlayan insanın Rabbiyle bağlantısı, iki ilahi kitabın; Kainat kitabı ile Kuran’ın nasıl buluştuğunun açık delilidir.


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

Kuran’da adı geçen birçok bitki hayvan cinslerinden de anlaşılacağı gibi “mekanların dili” önemlidir. İslam medeniyeti yüreklere huzuru taşır ve yaşanılan şehirler de bu huzurdan nasibini alırlar. Tabiat ise yeşili, bağı, bahçesiyle doğayla iç içe olmalıdır şehir dokusunda.Ve tüm doğallılıyla, şehirde bir endam oluşturmalıdır. Caddeler, kaldırımlar ve sokaklar; ağaçlar ve çiçeklerle donatılıp, şehre temiz havayı taşırken, güzellikleriyle ruhları okşamalıdır. İnsanın varoluşunun bir parçası olan estetik duygusunu fıtratından almadıkça kendisini ve tabiatı güzelleştirme adına daha çok aslından uzaklaştıracaktır. Allah Resulü ‘de her şeyden önce iyi bir gözlemciydi. Her şeye ibret nazarıyla bakmıştır. O’nun suskunluğu, gözlemlediği tüm güzellikleri tefekkür makamında izlemesidir bir bakıma… Zira gözüyle görüp kalbiyle aklettiği her şey, O’nu(c.c) bildirmektedir. Mesela sahabeler O’nun mehtaplı bir gecede gökyüzünü dikkatle seyrettiğini bize bildirir. Onun hayatının hatırasını bize taşıyan hadis ve siyer kitapları içerisinde yol

alırken, birçok nice örnekler birbirine eklenir ve gerçeği zihnimizde pekiştirir; Peygamberimiz her şeyden önce, dikkatli bir gözlemcidir ve özellikle doğayla olan bağlantısında. Ve bize, bir şeyi daha öğretir: gündelik hayatın sıradan akışına Nebi’nin baktığı gibi bakıp, her şeyden bir ders ve ibret çıkarabilmeyi. Bunun içinde tabiatla olan bağlantımızı kuvvetlendirmeliyiz. Suyu tatlı, hurmalarının gölgesi serin, toprağı çiçeklerle tanzim edil-

miş bir bahçe de, çoğu zaman Peygamberin tefekkür mekanı olmuştur. O bir istirahat ihtiyacı, mahlukatı temaşa edip, sessizce düşünme iştiyakı hissettikçe, sık sık bahçelere gider. Bu bahçe Rabbinin kudret mucizesi ağaçları, otları ile Nebi’nin seyrangahıdır. Nice nice gün, bu bahçe içindeki mahlukatı seyreder, rüzgarın sesini, kuşların şakımasını dinlerdi. Bu seyr ve gezinti içinde, dünya ve içindekiler, mülk ve melekut, şu dünya hayatı ve asıl olan ahiret yurdu üzerine düşünürdü.Bu amaçla tabiatı varedene nasıl şükredeceğimizi de öğretmiştir. Kısacası; “Medeniyet ve Mimari”yi öz kültürümüz ve vahiy eksenli bir tasavvurla buluşturmamız gerekmektedir. 1Nihayetinde insanın tabiatına uygun olan mimari, onu ilahi olana yaklaştıran ve doğal yapısına uygun olan kendi medeniyetinin mimarisidir… Bunun için birkaç çözüm önerisiyle yazımızı sonlandıralım; Her apartmanın önüne birkaç ağaç dikme zorunluluğunun olması, her balkonda çiçek yetiştirilmesi, köprü korkulukları veya bina cephelerinde sarmaşıkların olması, binaların rengarenk boyanarak düşük katlı ve ayrık nizam olarak tekdüzelikten kurtarılması (elektrik trafolarının Türk Kültürünün izlerini taşıyan, eski evleri anımsatan görünümlerde dekore edilip, boyanması uygulamasında olduğu gibi)…vs.

FUNDAMENTA

39


Betül Ensari fundamentadergi.com

Ko r san S

YaSayanlar

evgili editörümüz - bana konu başlığını verdiği zaman şöyle bir düşündüm. Korsancılık üzerine ne yazabilirdim Zira "korsan" kelimesinin bende ilk uyandırdığı İntiba - kişi - olay -şekil- sembol artık ne ise korsan kaptan jack sparrowdu. Lakin benim anlatmakla mükellef olduğum konunun bununla pek alakası olmadığı gibi 3 bin yıllık korsancılık tarihinide anlatmam pek olası değil. Siyah inciye sahip değilim, korsan göz bandım yok, ayağımın bir tanesi tahtadan değil ve kanca,peter pan de kaldı.. Kuru kafa bir flamam/ bayrağım dahi olmadığına göre - tek deniz seferimin boğaz turu olduğunu da düşünürsek, konu hayalvari bir şekil alır - ki - zihnim buna pek müsait- çok münsaip olmaz. Kaptan jack Sparrowa zaafım var zira..Ne yapsa mübah der geçerim. Şöyle yapalım o vakit , zaman yolcuğu yapalım ve rotamızı 1493 'e çevirelim Bu zamana gelmemizin sebebi , sizi Hartmann Schedel ile tanıştırmak.. Alman uyruklu bir tıp doktoru olan Schedel, Günlükler adlı eserin yazarı, hatta bu eserin içinde İstanbul'un ilk basılan resimlerini görmeniz dahi mümkün... Schedel'i özel kılan ise dünyadaki ilk basılan korsan kitabın ona ait olması. Yazmış olduğu eserin ilgi görmesi üzerine zamanın yayıncısı Johann Schönsperger kolları sıvar ve tam 4 yıl sonra kitabın korsan baskısını piyasaya sürer. Orijinalinden ebat olarak daha kucuk olan bu eser, koleksiyoncuların da ilgisini çeker. Zira korsan kitap- el yazması olmadığı gibi nadir de bulunduğundan raflarda yerini alır. Schedel, kitabının taklidini görünce nasıl tepki verdi,ne yaptı - hukuksal bir savaşa girip KORSAN YAYINA HAYIR mücadelesi verdi mi bilmiyorum.. Ama hersey böyle başladı işte.. Rotamızı 1497 den( ilk korsan baskı) 2013'e çevir-

40

FUNDAMENTA

diğimizde 516 yıl sonra korsancılığın nasıl seyir aldığına bakacak olursak - durum pek içacı değil. Korsan kitap-korsan cd-korsan taksi-korsan hayatlar vs.. Bu başlıklar üzerinden beyin fırtınası yaptığımda benim aklıma ilk gelenler; Yarı yarıya indirilmiş fiyatlar - geliri dar olanların sığınak mekanları, çıkar sağlayanlar-ekmek parası peşinde koşmak için her yol mübahtır diyenler, emek hırsızlığı, ahlaki tutarısızlıklar, piyasada yer edinme çabaları,eleştirenler, haklı bulanlar, - e ne yapalım diyenler ? Para babalarının koymuş olduğu sınırları delip geçmek isteyenler Yüksek tabanlıların - alçak tabanlılarla savaşı, Çalınan sözler, çalınan hayatlar, çalınan nefesler Jan valjan misali - ekmek çal - karnını doyur Kitap çal - ruhunu doyur ... Vesaire vesaire vesaire .. 516 yıl sonra gelinen noktada sanmıyorum artık mesela korsan kitap koleksiyoncusu olsun. Orjinalini bulmak dahi mesele iken.. Fakat şunları da göz ardı etmemek gerek.. Yayın evleri dahi masraftan kaçmak için ( telif hakkı) kendi bünyelerinde korsan kitap basıyorsa, halkın - %50 daha ucuz olan korsan kitapları alması kaçınılmaz. Ayrıca hangisi korsan hangisi değil ayırt edemiyorsunuz bile.. Yazarın emeği var yazmak kolay değil davasında sonuna kadar haklı iken, Öte yandan kitaplar ciddi pahalı okuyucu da haklı, durumu hasıl oluyor. Bundan bir kaç sene evvel kitap fuarında Cahit Koytak'ın şiir kitabını almak istediğimde dudağım uçuklamıştı. Neden bu kadar pahalı sorusuna aldığım cevap - kitap kapağının farklı oluşuydu. Kapak sizde kalsın zira ben içeriği ile ilgileniyorum


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

en son kaça olur dediğimde. Bana kapıyı göstermişti. Fazla didişmeden kitabı almıştım ama içimede oturmuştu. Kapağın ağırlığı ile ancak manken yürüyüşü yapabilirdim ve bu da bana pek birşey kazandırmazdı.. Lakin Demem o ki, alma gücüm olduğu halde ben mızmızlanıyorsam alıcı gücü olmayıp korsan kitap alanları kınamak da haddim olmasa gerek.. Yine mesela korsan taksicilik ? Ensesi yağlı insanların elinde tuttuğu bir alan-çok yüksek plaka fiyatları-sektörü elinde tutma.. Öte yandan; Geçim sıkıntısı var olan bir adamın elinde bir külüstürü de varsa ekmek parası için araya kaynaması... Yeşilköy'den Çamlıcaya gidin mesela , hangi taksi sizi kaça götürüyor. Ucuz etin yahnisi yavan olur amenna ama cebimde ki para da mitoz olarak bölünüp kendi kendine çoğalmıyor ki ? Hava bile kutularda parayla satılıyor artık.. Yanlış anlaşılma olmasın korsancılğı savunmuyorum. bununda bir sistem sorunu olduğunu söylemeye çalışıyor bir taraf seçemiyorum. Bunlar bilmediğimiz konular değil elbette, üzerinde çokça da tartışılır edilir ama pek bir yere varılmaz gibi geliyor bana.. Sistemin değişmesi farz zira. Korsanlıktan yola çıktığımızda , korsan hayatlar çok daha ilgimi çekiyor mesela.. Yarı korsan olan kendimi düşünüyorum Kendimden başka vakıf olduğum bir konu henüz yok çunku. Kendim derken-kendimi kastetmiyorum-direk özüme iniyorum Toprağıma-su ile birleşmeme-balçıkla sıvanmama-ateşten geçirilmeme Üflenilmiş bir ruhla Temayülleşip Önce insan olan ben'e iniyorum Benim korsanlığım kardeşimin hayatını çalıp onu öldürmekten geçiyor zira. İşte bu yuzden bir yanım

Habil iken, bir yanım,hayatımın bir kısmını isteyen Kabillikten geçiyor .. Korsan bir hayat yaşamamın tek sebebi bu, Ben olmak. Başka türlü varlığımı sürdürmem pek olası değil. Kolay olanı seçen tarafım ben. Velek ki dunya kurulmuş zıtlık üzerine Zor olanı seçmek benim neyime .. Bir avuç insan olup dirilişe katkıda bulunmak yerine Kolay olanı seçip tutunmak Kısa yoldan BEN olmaktan geçiyor çünkü. Bu minvalde korsanlık bir tık daha evrimleşip Korsan=bende varım demek bir nevi Ve fakat gerçek olan şu ki , Korsanca nefes alanların ömrü uzun vadeli olmuyor, Normal dışı hücresel çoğalma Nasıl ki insanı hasta ediyor ve mutasyona sebep oluyor Korsan hayatlar da böyle işte İçten içe çürüdüğünüzün farkında olamıyorsunuz.. Ve hayatı korsan belleyip, yaş almaya devam ediyorsunuz Korsan jack Sparrow un ilk söylediği Korsan kurallarından bir olan Arkada bırakmak meselenin özünü temsil ediyor benim nazarımda.. Örneklere baktığınızda arkada kalan hep birileri oluyor. İlerlemek ve tutunmak içinde arkada olanların üzerine basıp geçmemiz gerekiyor Bunu bazen bile isteye bazen de mecbur kaldığımız için yapıyoruz Bu yüzden bir taraf olamıyor bir tarafı diğer taraftan çok daha haklı bulamıyorum.. Bundan olsa gerek kaptanın hangi taraftasın sorusuna verdiği cevabı pek manidar buluyorum - hangi taraftasın ? Şu anda mı ?

Will: En kötüsü olur sa uygulanacak kura l nedir? ride kalan Jack: Korsan kuralı; ge (Karayip Korsanları ) . lır kı ra bı da ka her kimse ar

FUNDAMENTA

41


A. Kübra Bekar

fundamentadergi.com

BİR K I L I AYR

B

ir Ayrılık”, 2011 İran filmi. Yönetmeni ve senaristi Asghar Farhadi. Filmin esas adamları ( adam kelimesi sadece erkekler için kullanılan bir tabir değildir ) Nadir rolüyle Peyman Moadi ve Simin rolüyle Leila Hatami. Bu çiftin delikanlı bir de kızları var: Termeh. Filmin konusu bu çiftin boşanma durumu ve İngilizce öğretmeni olan Simin’in ülkeyi terk etmek istemesi; bir bankada, orta düzey bir işte çalışan Nadir’in ise bu durum karşısındaki tavrı, Alzheimer hastası olan babasını bırakmak istememesi ve arada kalan Termeh… Simin’in ülkeyi terk etmek istemesinin sebebi anlaşılamıyor gibi görünüyor lakin filmin bütününe eleştirel bir bakışla bakacak olursak, ülkeyi terk etmek istemesinin sebebinin kadınların toplumdaki konumu ve önemi olduğunu anlarız.

yaşadıklarını da sığdırmaya çalışırcasına. Nadir ise Alzheimer hastası olan babasına bir bakıcı tutar. Maddi durumları buna kadirdir. Bakıcı olarak Razieh adında bir bayan gelir ve bakıcılığını üstlenir. Kendisi hamiledir ve fakat bunu eşine söylememiştir. Söylerse çalışamayacaktır ve bu ailenin paraya ihtiyacı vardır. Simin evden ayrıldıktan sonra Nadir, kızı Termeh ile zaman geçirmektedir. Okula onu kendisi bırakır ve bu esnada da yaşadıkları olaylar karşısında kızına hakkını hiçbir daim yedirmemesi gerektiğini vurgulayan davranışlarda bulunur.

Öte yandan Razieh, dini bir hassasiyetten mütevellit bakıcılıktan vazgeçmiş ve kendisinin yerine eşinin gelmesini rica etmiştir. Nadir ise çaresizlik içindedir ve bu duruma razı olmuştur. Son gününde bir ihmal sonucu Nadir ile tartışan Film, bizi boşanma sahnesiyle karşılar. Na- Razieh hırsızlıkla da suçlanmıştır ve Nadir tadir ve Simin uzun bir süre tartışırlar fakat bir rafından kovulmuştur. Fakat Razieh bu durumu sonuç elde edemeden evlerine dönmek zorunda kabullenememiş ve zorla Nadir ile konuşmaya kalırlar. Simin, ülkesini terk etmekte kararlıdır. çalışmıştır. Nadir’in sabrı taşmış ve nihayetinGiysilerini sığdırmaya çalışır bavuluna, hayatını, de Razieh’i iterek merdivenlerden düşürmüştür.

42

FUNDAMENTA


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

Merdivenlerden düşen Razieh çocuğunu kaybetmiştir ve bundan Nadir’i sorumlu tutmaktadır. Eşine olanları anlatan Razieh, Nadir’e yüklü bir tazminat davası açmıştır. Bu dava mahkemeye taşınınca Nadir ve kızı Termeh arasında bir güven problemi yasanmıştır. Bu da ailenin ayrılığının nelere mal olabileceğinin göstergesidir. Tazminat davası mahkemeye intikal edince Nadir’in tazminatı ödemesi için Simin ona yardımcı olmaya çalışır fakat Nadir bunu kabul etmez çünkü kendini haklı görür ve nitekim senarist de Nadir’i haklı çıkarmaktadır. Çünkü Razieh, Nadir’in onu merdivenden aşağı itip düşürmesinden önce kendisine bir arabanın çarptığını ve bu kazadan sonra zaten bebeğini hareketsiz hissettiğini itiraf etmiştir. Bu konuda emin değildir fakat tereddüdü vardır. Film, Termeh’nin annesiyle yahut babasıyla yaşayacağına dair verdiği kararla son bulur. Bu karar filmde açıklanmaz, bir muamma olarak kalır. (Babasını seçme ihtimali kanaatimce daha yüksektir.)

Oyuncular yaşanması muhtemel bir olayı çok gerçekçi oynamışlar, duygularını samimi bir şekilde hissettirmişlerdir. Dikkatimi çeken nokta, İran toplumunun gerçekleri… Simin, muhtemelen, kadının toplumdaki yerini benimseyemediğinden dolayı ülkeyi terk etmek istemiştir. Öte yandan filmde kadınlar ve çocuklar devamlı kapanmak zorunda kalmışlardır. Razieh hasta bakıcılığı yapmadan önce bir hocadan fetva almak durumunda kalmıştır. Göze çarpan diğer bir nokta ise şu: Filmin isminin tam tercümesi “Nadir ve Simin, Bir Ayrılık”. Fakat bazı sinemalarda sadece “Bir Ayrılık” olarak gösterime sunulmuş. Buradan bir izlenim doğar ki o da şudur: Film sadece Nadir ve Simin’in ayrılığından bahsetmiyor. Filmin birçok sahnesinde insanlar arasında hep bir ayrılık söz konusudur. Razieh’nin eşiyle, Termeh’nin annesi ve babasıyla ayrıldığı noktalar ve daha göremediklerim… Bir Ayrılık 61. Film Festivali’nde en iyi film dalında Altın Ayı ve en iyi aktör ile en iyi aktris dallarında Gümüş Ayı kazanmış. Altın Ayı kazanan ilk İran filmi olma özelliğine sahip. 2012 Akademi Ödülleri’nde en iyi yabancı film seçilmesi de filmin diğer niteliği. İran sinemasından kötü bir film bekleyemezdim zaten. Ne diyelim, Allah mübarek etsin.

Film, Nadir ile Simin’in ayrılığından ziyade herhangi bir ailenin boşanma sürecini ve bir ayrılığın o ailede oluşturduğu psikolojik sorunları anlatmaktadır. Nadir, kendini her zaman haklı bulan bir insandır. Babasını terk etmek istemeyen fedakar bir evlattır. Simin ise ülkesini terk etmek isteyen, bulunduğu şartlardan memnun olmayan ve kızını da bu şartlara mahkum etmek istemeyen bir annedir. Her iki taraf da kendine göre haklıdır ve fakat böylesi bir durumda yapılması gerekenler Nadir’in davranışlarını haklı çıkarmaktadır. Nadir babasını düşünür; Simin ise kızının hayatını… Termeh’ye gelince… Zeki, her şeyin farkında olan, üzülen ama belli etmeyen bir genç kız… Razieh ise atacağı her adımı dini fetvalara göre atan dindar bir kadındır.

FUNDAMENTA

43


Halim Bekar

44

fundamentadergi.com

FUNDAMENTA


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

Y

üzüne yakınken deyiverecekmiş gibi duran her alfabetik sırayı, yazarak aktaracağız. Dinimizden, dilimizden çok çektik. Ört bizi Asuman! Varmanın doyumsuzluğuna eriştik. Zikren katılmadıklarımızdan nasihatler, beddualar ve hevenklerimizde heveslerle ayrıldık. Vardık varmaya... Sonra Asuman, dinlendik. Aba altından ne gösterirlerse o yöne gittik. Irmaklarıyla yıkanmış derelerin ve soyut düşüncelerin uzağında kana kana hislendik. Tanışmadığımız sokaklarda aralarda kaldık. Taraf tuttuklarımız hep yarım ağız, darmadağın burun. Skorda eşitlenemedik. Kaybedenlerden olmayın diyenlere kayın, bacı düz gittik. Derken; bitlendik saçlarımızdan, diplerine kadar. Az övündük sohbetlerde. Yediğimiz dayakları hesapta yokmuş gibi anlattık. Sanki o ara herkes filmin kötü şakasına dalmış da biz daha ciddi bir filmde, hem de saçlarımız ortadan yarık, kimine tekme kimine “şehadet getir köpek!” Açtık; acıktık. Yerli malı kavgasını vermiş bir milletin tosun büyüten evlatlarıydık. Milli mücadeleden çıktık. Az guruldadık. Su verenimizden tuz istedik. Koktuk Asuman. Karın üşüdüğü yollarda, karnımızı tuta tuta ayak izine geldik. Eksik bölündük dört işlemden, sonra toplanmayalım diye o güzelim ağaçlarıyla ünlü yolda; çıkarıldık. Ve sümüğüyle beslenen çocuklara amatörce baktık. Çekmedik Asuman. Mahallenin ortasından geçtik. Yol verenimizden hayır dua işitmedik. Bizde namuslarına göz diktik, emekliye ayrılsın diye kahvehaneye gönderilen her esnafı, memuru, köylüyü, bombaladık. İsyanı tövbe sandılar Asuman; haşa demeyi... Hap aldık, teneşircilere tere sattık; pansuman gerek dediler, yara açtık. Kız aldık, gelin verdik; mezhep kavgalarında cimbomu tuttuk. Bizi politik sandılar Asuman. “İnsan Nüsha-i camiadır” derdi Taşköprülüzade. Okuyunca adam olduk. Bizimle iftihar edenlerle oruç tuttuk, sahur bozduk. Niyetlendik namussuz olduk Asuman. Teni uzak ülkelerden giriş yapmış insanlarla nataşalaştık. Kendi çocuklarımızı iplere doladık; olmadı yaktık, failleri meçhule çevirdik. İmanımızı gevredik, egemenin ayağına serdik Asuman! Yer yer kötü şiirleri dört bir koldan ezberledik. Her milli bayram arifesinde adet geçirdik, göndere çekildik. Sarı saçlılar, gözler maviler, ben yatamlar, sen kalk amalar... Zekiydik, çeviktik; osurduk Asuman.

FUNDAMENTA

45


M. Melikşah Polat fundamentadergi.com

BİR AHİR ZAMAN MASALI

Gündem buysa.. hariçten gazel okumaya devam. (anonim)

Bir varmış, bir yokmuş; Allah’ın kulu çokmuş, çok söylemesi günahmış. Develer tellal iken, keçiler berber iken, bir memleketin birinde “Nadroca” adında bir adam varmış. Adamın da bir bölük talebesi varmış. Hepsi de aynıymış. Lâkin ne hikmetmiş ki, bu talebelerin derûnundan çok civanmert, alicenap, aykırı, münafık, mütenâkız bir talebe vesile kapılarını ardına kadar aralayıp durmuş. Nihâyetinde neşvü nema bulup da aşikâr olmasınmıymış! İşbu aykırı talebemiz her gecenin yarısında, uykusunun sadakası olsun için uyanıp ayılırmış. Teheccüd namazının kaide-i âhirinde Rabbenâ dualarının akabinde, dua kapsamı alanında bir lakırdı eder dururmuş. Bilâhare fem-i muhsininden biteviye bir pırıltı gibi hayırlı mı bereketli nice nice dualar dökülüverirmiş: “Bu gezegeni doğu ve batı diye ikiye ayıranların Allah belasını versin!” *** Meçhul râvilerin rivâyeti odur ki, bu duanın ilk olarak hangi tarih fasılasında söylenip de meşhur hâle geldiği tam olarak bilinemiyormuş. Bunu kestirebilmek, zaten “muhâl” telâkki edilirmiş, bazı büyük

46

FUNDAMENTA

zevâtlarca. Miladî zamanların birinde, bu mezkûr duanın sebebi hikmetinin peşine dûçar olan meraklı mı meraklı, dertli mi dertli, çalışkan mı çalışkan bir talebe varmış. Akranları, dün açılan ve bugün solan ruhlar ve sokağa düşüp bir tekerlek ezinceye kadar bütün çamurların zedelediği çiçeklere benzeyen biçareler iken; kulaklarında tıpalarla, beyinlerinde ideolojik kelepçelerle, ayaklarında dogmatik prangalarla dünyada olup bitenden, var ve yok olan her şeyden bigâne bir halde, yaşadığını zannetmeye durmuşken, talebemiz ise, zahiren herkesle eğleniyormuş gibi görünüyor, fakat gerçekte, Eski Mısır alfabesiz Hiyeroglif yazısını çözmeye çalışan meraklı bilginler gibi zihninin her köşesinde türlü türlü sonuçlar çıkarmaya çabalıyor, muhtelif sebepler içinde başkaca düş ve düşüncelerin hayâli için beyin enerjisini tıpkı kürek mahkûmu Jean Valjean gibi amansızca tüketiyormuş. Heyecanlı hayâlciymiş, kararlı ateşli, metin adam, tâlihin korkusuz meydan okuyucusu, gelecek üzerine gelecek kuran beyin, planlar, tasarılar, gururlar, fikirler, iradelerle dopdolu olan

bu genç zekâ, bu enerjisini, Muhammed İbn Musa el Harezmî gibi dünyanın haritasını hazırlamaya yönelik mi sarfetse, yahut Marco Polo gibi yollara düşüp delicesine seyyahlık mı etseymiş? Vay bu talebe, hay bu talebe, âhir zaman içinde kalbur saman içinde, doğudan batıya doğru esen hırçın rüzgârların rehberliğinde, az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Çok yol almış. Nehirler, denizler, deryalar yüzüp yüzüp aşmış. Çok yorulmuş. Usanmış, bıkmış, bîzarı hadsafhaya ulaşmış. Nihâyetinde, batı denilen ülkenin sınırlarına ilk adımlarını adım adım atmış. Ne kimlik sormuşlar, ne de bir sorgulamaya tabi tutmuşlar. “Saldım çayıra, mevlam kayıra” atakelamı hasebiyle bir rahatlık, bir gevşeklik sinmiş ki üzerine, hiç sormayın. Üstattan bozma bu talebe, batı ülkesinin caddelerini arşınlamış, sokaklarını perçinlemiş, mahallelerini, meydanlarını dört başı mamur iki kulağı uydum hazır, bir de kıyas


edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡

yetisinin en büyük sermayesi olan aklı dehasıyla aheste aheste yoklayıp, ölçüp biçip, teftiş etmiş. Birkaç çapulcu asalak korsanın, dünyanın dört bir tarafından yerli halkların haklarını gaspedip mallarını da talan ederek ülkelerine aşırdıkları altın ve gümüşlerle tezyin ettikleri manastır ve kiliseleri de bir aylakça müşahede etmişmiş. Laf uzamış, ip kopmuş, beşik devrilmiş. Bu ülkenin insanlarıyla yüzleşmiş, hayvanlarıyla hasbihâl etmişmiş. Şunun ayırdına iyice ermiş ki, bu ülkenin erkekleri neolitik dönemden çok öncesine tarihlenen zaman diliminde hayat süren ilk modern insan olarak isimlendirilen homo sapienslerden daha ilkel, daha iptidaî imiş. Zira kadınlarını bir köle gibi, hatta denmeli ki, olur olmadık yerlerde bir Neanderthal gibi çalıştırıp çok yıpratırlarmış. Kadınlar üzerinden politika yürütürler, demokrasi dedikleri yavşak düzeni kadınların omuzları üzerine inşa ederlermiş. Üstüne üstlük kadın, erkekle hak ve hukuk bağlamında içtimai sahada hiç de sanıldığı gibi eşit değilmiş. Eşitlik kavramı yalnızca lügatlerinde mevcut olan masum bir kelimeden ibaretmiş. Bütün kelimeler çok masummuş zaten. Hep bu homo sapiens soyu, kelimelerin ırzına geçmekte Venedikli namussuz bir tüccar kadar olabildiğince mahir imiş. Bir de batı ülkesinin egemen kabileleri, kendi havsalalarından türettikleri “insan hakları” kavramının çığırtkanlığını mütemadiyen yapagelip dem üstüne dem vurdukları hâlde, hâlâ kölelikten nemalanıyorlarmış. Talebemiz, “bu ne lahana turşusu…” atadeyişi mucibince yakası açılmadık öyle okkalı bir küfür savurmuş ki çevre yöresine, aman ha duyulası. “Anlaşılan şu ki, İnsan Hakları artık ‘bazı’ insanların haklarına dönüşmüş ulan!” diye, bu mebhus küfür cümleciğinin kıç kısmına, böyle hikmetli mi hikmetli bir kelâmıkibar kondurmaktan da geri durmamış. Bu ülkenin erkekleri kadınları öl-

düresiye sever, dahası insanlardan hunharca hoşlanırmış. “Kardeşliğin başat şartı eşitliktir. Eşitlik eşittir kardeşliktir. Kardeşin varsa özgürsündür. Evet, yaşasın özgürlük! Kardeşin için ölmekse, Ölümlerin en şereflisidir. E hadi, yaşasın Ölüm!” “İlkelerin canı cehenneme ulan!...” demiş talebemiz sonra. Ne idüğü belirsiz bir antik Yunan artığının sallabaşçılığı adına yürütülen bu “insan sevgisi” saçmalıkları, gaddarca katlettikleri insan yavrularının üzerine örtülen kara bir topraktan başka bir amaç hedeflemiyormuş esasında. İşin en esası, bu hıyarağalarının tek bir amacı varmış: Bir an önce zengin olmak. Mabetlerinde bazen mayalı, bazen de mayasız kana bulanmış ekmek yer, okutulmuş şampanya patlatıp içerlermiş. Erkekler tarafınca “Feminist Âsiler” olarak isim verilmiş ayaklanmalar baş göstermiş çok sonraları. Haklıymışlar zaten bu ülkenin kadınları. Lâkin bazı mahallelerinde de, çok zaman sonra maskülist gösterilere de rastlamamış değilmiş. Hele ki, şaşırmış hiç değilmiş zaten bu içtimai vakıaya meraklı talebemiz: “Tabi canııım, kadın türü kafasını kaldırıp ayaklansın da, erkek türü bu eylemin altında mahvı perişan mı kalsınmıymış.” Nihai olarak, evvelinde batı ülkesinden kaçıp firar eden birkaç gönüllü hırsız, hain ve canilerin bir kral kadar zenginleşmesinin de teşvikiyle olmalı ki, bu ülkenin geri kalan gerizekâlı erkekleri, yuvacıklarında ezip hor görerek “cadı” yaftasına varıncaya kadar muhtelif işkence türü muamelelerde bulundukları kadınlarına… bir zaman sonra, bunun faydasız, iyice vakit ve nakit kaybı, beyhude bir iş olduğunu idrak etmeyegörsünmüş; evlerinin ve ocaklarının mesuliyetinden vazgeçip boş olsunlamışlar, hatta ülkelerini terki diyar etmişlermiş ve daha sonra müşahede edilmiş ki,

doğu ülkesinde belli zaman aralıklarında usanmaz hırsızlıklar, acımasız yağmalamalar, canavar yüzlü organ mafyaları, altın, gümüş ve silah kaçakçılığı, toplu ölümler ve tecavüzler zuhur etmişmiş. Doğu ülkesinde beliren bu vahim gailelerin sebebi mucibinin arka suretinde ise, aydınlanıp bilgi ve bilinçle Nirvana’ya irtifa eden kadınlarının dırdırı yüzünden evlerini ve ülkelerini terki viran eden “batılı erkekler”in olduğuna dair, doğulu halk arasında gezip feveran eden ve batı ülkesinden öykünerek donatılıp kelâmu mucizlerin hoşdem bulduğu sohbet meclislerinde, “doğulu aydınlar”ın ateşli hararetli tartışıp, ama bir sonuca varamadığı bir iddia olarak, zihinlerde bilinçsizce yer etmişmiş. Lafı uzatmanın caiz olmaması münasebetiyle: işte bunca zamandır, doğulu aydınların kafatası yuvasında bu zihni bulanıklık, fikir yoksulluğu, içtimai buhran ve dahası işbu aşağılık bilinç düzeyi hükmünü deli duman sürdüregelmiş, sürdüresiymiş. Hulâsa, meraklı talebemiz, dönüş cihetinde, batıdan doğuya akan nehirde, bir yandan kulaçlarını pervasızca etrafa savururken, bir yandan ise; “Bizzat gördüm, ölçüp biçtim. Batıda aynııı, doğuda aynı. Öyleyse, niçin bu ayrım?” diye ağzını yaya yaya, safça salakça sormaktan da kendini alamamış. *** Bir mevzu rivayete göre, talebemiz, Bering Boğazını aşıp karaya vasıl olup bir nefes soluklandığında, beynine, kalbine, sinirlerine ve iliklerine indirilen manevi tonu yüksek müthiş darbelerle handiyse boylu boyunca uzanıyormuş ki, tahtakurusu gibi kemirici bir soru takılmış kafasına: “Işık doğudan mı geliyordu, yoksa batıdan mı?” Bunun üzerine belli belirsiz bir ses şöyle cevap vermiş: “Işık ne doğudan, ne de batıdan gelesi. Işık gelse gelse, ancak Kuzey’deki Vikinglerden ve Güneydeki Aborjinlerden çıkagelesi.”

FUNDAMENTA

47



Edebiyatın tutkusu ve içselleşerek damarlara yayılan o kadife dokusu, her okuyucunun ve yazarın uzak coğrafyalarda dahi güvenle adım atmasını sağlayan ufuksuz bir yürüyüştür. Zira yolculuk sadece araçlar ve ayaklarla yapılan bir hareket değil, aklın, gönlün ve hayal gücünün sınırları aşarak zamanın ötesine çıkabileceğiniz, mekanın sınırlarını kaldırabileceğiniz bir cesaret eylemidir. Her şey yazılamayabilir ya da her yazı kendine bir okuyucu bulamayabilir. Bu durum vazgeçmeyi gerektirecek bir etken değil bilakis çaba istediğini gösteren bir sabır işine dönüştürülmelidir. Başarıya ulaşmak ise vakte biçtiğimiz emek ile doğru orantılı olacaktır. Fundamenta olarak yayın hayatına başladığımız süre boyunca bize uzağı yakın kılabilecek anlayışların, hallerin, ifadelerin yine bizden büyüyerek geniş bir çember dahilinde her kesimden okuru ısıtacak bir kıvılcıma ulaşması derdinde olduk. Yolumuzun, zorluklara gebe olacağının farkında olan bir bilinçle yürünmesi gerektiğinin kanaatindeydik. Ve yıllar sürecek olsa bile, insanı ele alan, ondan yana olan ve gerçek manasından uzaklaşmayan bir anlatım ile kendisini ortaya koyacak varlığın değer addeden tezahürlerini paylaşma hevesinde niyetindeydik. Karşılaştığımız iyi şeylerin sayısı oldukça fazlaydı. Okurlarımızın, artık okur olmaktan çıkarak dergimiz içerisinde aktif olarak yer almalarını teşvik eden duruşumuz bir takım kapıların aralanmasına vesile oldu. Kapılar, aralandığı zaman kapı oldukları anlaşılır. Sürekli kapalı duran bir kapı, işlevini yitirmiş olmaklığı ile malum olmaz mı? Önceliğimiz elbette gençlerdi. Onların dimağlarında kısmi bir gelişime yol açmak bile, heybemize koyulan en yüksek kazanç, ruhumuzu şahlandıran en nitelikli ödüldü. Nitekim gün geldi, bu yolculuğumuzda gençlerin edebiyata olan tutkusunu gören gözlerimiz, kulağımıza çalınan eski bir anadolu türküsü gibi, çok tanıdık bir samimiyet ışığıyla parladı. Ankara'da, sayısı belki az ama hünerleri koca bir topluluğu etkileyecek olan gönlü güzel gençler ithafen ekibi, dergimizin duruşundan ve manadan uzaklaşmayan anlatımlarından yola çıkarak yolculuğumuza katılmaya karar vermişlerdi. Bu bizim için de yeni bir başlangıcın habercisiydi. Yola baştan başlamayacaktık elbette, kaldığımız duraktan daha kalabalık, daha gür, daha güçlü yürümeye devam edecektik. ‘İthafen’ isimli bir dergi çalışmaları olan bu gençler , dergimizin bundan sonraki sayılarında projelerini artık bizimle paylaşacak ve bu çatı altında duruş ve ilkelerimiz dahilinde gücümüze güç katacaklar. Her sayımız için ithaf ettiğimiz bir isim, bir obje ya da güzel bir cümle onların da katkısıyla daha anlaşılabilir bir hale gelecektir. Bu birleşmenin dergimiz adına hayırlı bir girişim olacağını umuyor gençlerin içlerinde biriken edebiyat tutkusu ile daha geniş kitlelere ulaşarak bizlere öğreteceği nice şeylerin heyecanını paylaşıyoruz. Bir sonraki sayımızda huzurlarınızda olacak bu Ankara'nın gönlü güzel çocuklarına selam, okurlarımıza da yenilenen kadromuzla yeniden 'merhaba' diyoruz. İlk günkü heyecanla Fundamenta /İthafen



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.