edebiyat kültür sanat dergisi
www.fundamentadergi.com
sayı #6 - 2014 - 5 TL
ş¡¡r - h¡kaye - deneme - röportaj - ¡nceleme - tanıtım -f¡lm - müz¡k - res¡m
• TARIK TUFAN • IBRAHİM ÇOLAK • HALIT UYSAL • BETÜL IZGÖER • ONUR POHEN • • AIŞE HÜMEYRA • SUAVI KEMAL YAZGIÇ • MEHMET ZEKI BAYRAK • • YUSUF AYDIN DENIZ • ESRA ERDOĞAN • SAMED KAHRAMAN •
İÇİNDEKİLER / SAYI#6 analiz 1
Yusuf Aydın DENIZ- Andrei Tarkovski Filmleri Üzerine
2
Hacer GÖREN - Koma Wetan
3
Münevver İŞÇI - Şehir ve Ruh
4
Samet KAHRAMAN - Altın ve Bakır
hikaye 1
İbrahim ÇOLAK - Hace'ye Mektublar
2
M. Zeki BAYRAK, S. Betül İZGÖER - Defter
3
Halil KILIÇ - Şehir Kaçkını
4
Halit UYSAL - Bir İmam Çocuğunun Anıları
röportaj 1
S. Betül İZGÖER – İnsan Varlığını Dışarıda Test Eder
2
Aişe HÜMEYRA – Bir Garip Röportaj
deneme 1
Esra ERDOĞAN - Sümerli Ludingirra’dan Gezi Olayları yorumu…
2
Zeynepnur ÇANDIR - Kuş Misali
3
Betül ENSARİ - Hayatı Korsan Yaşayanlar
4
Mehmet ÇELIK - Botan’ın Gözü (Patika)
5
Cihad KAYGISIZ - Aşkın Tuzunu Ayarlamak
6
Leyla KAYA - Sürç-i Lisan Edeceğim Affola
7
Onur POHEN - İnsanbul
8
Zeynepnur ÇANDIR - Kuş Misali
9
Batuhan ÖZYÜREK - Çatının Saçakları Kenardadır
10
Mümtehine Esra TOY - Yaratıcı Olmayan Ölümler
11
Safiye Betul ENSARI - Sene 1943
EDİTÖRÜN KLAVYESİNDEN
SUNUŞ
“Gitmek hazırlanmaktır /Mihr ü mah arasında / Çıkacağın son yolculuğa" diyerek bu gidip gelmelere bir teselli bulalim istiyoruz. Nefes soğumadan mürekkebi kurutmaya razi değiliz. Yolculuk devam ediyor.”
Yola çıkmak umut etmektir... Yola râm olan, beklentiler içinde atar adımlarını. Seyri boyunca ona eşlik eden güç umudundan başka bir şey değildir. Yürürken hiç beklemediği güzellikler ve kötülüklerle karşılaşır yolcu. Gördüklerine yeniden bakar, duyduklarını yeniden dinler. Yol insan için en iyi sığınaktır. Ararsınız, kaçarsınız, kavuşursunuz, merak edersiniz, yakınlaşırsınız, uzaklaşırsınız. Fundamenta ekibi size şehirden bahsediyor bu sayısında. Şehir insana ne katar diye soruyor. Şehirlerden gelen kelimeleri cümleleri paylaşıyor ve çeşitli kalemlerden oluşan bir yelpaze ile karşınıza çıkıyor. Bu sayı elinde soruları ile Betül İzgöer, Halit Ömer Camcı'nın; Aişe Hümeyra
ise Tarık Tufan'ın kapısını çalıyor. Şiirleriyle Suavi Kemal Yazgıç, Nebiye Arı, Bünyamin Kavrut, Fidel Garzan, Muhammed Uzunay, Payanda, Yusuf Deniz...Deneme ve farklı hikayelerle Halit Uysal,Halil Kılıç,Mehmet Çelik,Mehmet Zeki Bayrak, Esra Erdoğan, Esra Toy, Batuhan Özyürek, Cihad Kaygısız, Leyla Kaya, Onur Pohen, Safiye Betül Ensari ve bu sayıda özel konuklarımızdan İbrahim Çolak bizlerle...Farklı bir analiz olarak 'Peki sanat Tarkovski için bu kadar ucuz mu ?'diyerek Yusuf Aydın Deniz'den Tarkovski üzerine.. Kavramsal olarak şehirler derken Münevver İşçi bize Şehir ve Ruh'dan bahsediyor...
dergi künyesi
Genel Yayın Yönetmeni S. Betül İZGÖER Editörler Aişe Hümeyra, Esra Erdoğan, Mehmet Zeki Bayrak Kapak Tasarım Samet Kahraman Dergi Tayfası M. Gazi Delimehmetoğlu, Leyla Kaya, Samet Kahraman, Safiye Betül Ensari, Halit Uysal
İletişim fundamentadergi.com - fundamentadergi@gmail.com - facebook.com/fundamentadergi - twitter.com/fundamentadergi
edebiyat kültür sanat dergisi süreli yerel ve online olarak iki ayda bir çıkar
Suavi Kemal Yazgıç
fundamentadergi.com
ÖZEL İSİMLER Günler yük oluyor ve büyük harfle başlayan isimler birer suç olarak işleniyor sabıkamın giderek kararan aklığına bir ömre kaç yalan sığar diye şarkı söylüyor kel kafalı muhatabım bir yalana kaç ölüm sığar tahmin bile edemezsin diye yanıtlıyorum bana sorulamış bu soruyu
4
FUNDAMENTA
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
günler yük oluyor ve büyük harfle başlayan isimler tedirgin ediyorlar yalnızlığımı büyük kundaklar sokuyorlar isim girmemiş ormanlarıma günler yük oluyor ve büyük harfle başlayan isimler sindiyorlar isim diye taşıdığım ismim diye taşıdığım tüm harfleri günler yük oluyor ve yükler gün be gün ağırlaştırıyor hayat denen kanamamı
günler yük oluyor ve büyük harfle başlayan isimler de unutuluyor bir bir terk edildikleri hafızalarda bir kuru yük gemisi olup petrol tankerine çarpıyor isimler Haydarpaşa açıklarında sahici bir şey söylemek niyetiyle dudaklarımı mühürlüyor sahici bir şey görmek için gözlerime mil çektiriyorum hakiki şarkı için kapatıyorum kulaklarımı
FUNDAMENTA
5
Yusuf Aydın Deniz
fundamentadergi.com
BROKOLI Bu İzgi bize fazla sevgili İzgi derken adalet yani! Hem bir Afrikalı nerden bilsin brokoli çorbasının elli iki kalori olduğunu? Ben de bilmiyordum içtikçe değil, yemek tarifi girince öğrendim. Sadece bunu değil, gazetelerin asparagas haberler yaptığını da öğrendim. Süpermarketlerin insanlık denilen mereti öldürdüğünü de öğrendim Başka bir kızla konuşunca Hilal’in beni terk etmesine de şahit oldum ayrıca Kadınların birbirlerini kıskandıklarını bu dünyada öğrendim. Sadece bu değil, sağcılarla solcuların ittifak yaptıklarına da şahit oldum. Şahit olduğum başka şeyler de oldu. Bir maden faciasında 301 kişi birden öldü mesela, maaş bağladılar bir sürü zama zingo. Büyük Türklük şöyle dursun erkekliğimden de şüphe ederim. Geçen bir haber yaptım. Abbas İsrailli Ehud ya da Yahud Barak’a taş atıyordu. Abbas 5 yaşında daha Peki ya dünya kaç yaşında? Ya da Nuh kaç yaşında? Olsun dedim bu da iyi. Nuh’un yaşı sorulmaz kadınların da… Allah her zaman ebabil göndermez, Eyyubi de gelmez Aliya da Hem şeyh Sait hain cancağzım, Türk müminler öyle der. Her seferinde. Oysa Bediüzzamanı birbirlerinin elinden kaçırıyorlar.
6
FUNDAMENTA
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
Yere düşüp kırılacağından korkar oldum. O da moda oldu bu aralar… Kim moda olmadı ki? Neyse liste uzun şiir kısa olmalı oysa Bizim asıl meselemiz İzgi demokrasi ya da şiir Afrika’da brokoli var mı? Hem olsa da Müslümanlar aç… ResuluAllah öldüğünden beri doymadı kimse, biz de… Afganistan’da kızlar ölünce Frenkler rejim yapar mı? Bilmiyorum. Pizza ısmarlarız zencilere, ırkçılığa karşı fair play ödülü alırız. Ben faşist değilim. Ben terörist değilim. Benim adım Yusuf Ama brokoli sevmem o da benim zaafım. Zaten onu da (brokoli) diyet için kullanırlar. Bir Ortadoğulu nerden bilsin bizim sürekli savaşta olduğumuzu Çocuklar bomba seslerine alışırmış zamanla Burada, Balkanlar’da Ortadoğu’da ya da Nişantaşı’nda Bir İzlandalı suyun israfından ne anlasın… Bir Hintli ya da hem bunun ne önemi var. Esed seçimleri kazandı cancağzım. Biz seninle enflasyon değerlerine bakalım. Güncel haberler yazalım. Halk 3. Sayfaları merak etmekte. Kaç Müslüman öldü son dünya kazasında? Ya da son dünya savaşında kaç kişi öldük? Bu aralar hükümetle ilgili haber yapamıyoruz. Sansürlüyüz!
FUNDAMENTA
7
Fidel Garzan fundamentadergi.com
GÜNLERDEN ALTMIŞ ALTI
İyi sevindim yitirilişin buz kestiği zamanlarda günler birbirini arşınlaya arşınlaya, yakamoz geceyi göğsünden söke söke kuşlar kışı kanatlarında bağışlaya bağışlaya öldü, öldü ve bir daha. Ve şimdi gün altmış altı der ki vicdan; rutubetli duvarların ardında kupkuru açlık da bir şiirdir
8
FUNDAMENTA
salt yalnızlık da ve mavi giyen çocuklar da sonra yakalardan denizlere kan kızılı karanfiller düşer peşi sıra biz hep ağlarız diri sağır toprağa. Üstümüzü örtecek bir el yok burada rüzgarlar yabancı dağlar ovalar bayırlar en çok analar evlatlarına üşüyoruz işte gözlerimizi örtecek bir fistan yok.
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
Peyderpey düştükçe bu kasım soğuğunda yitiyoruz yok oluyoruz ve günler ardı sıra esrarengiz bir düş kıvılcımı günler sessizlik günler ölüm. Bugün günlerden altmış altı kocaman vapurlar dalgalar bulutlar ve duyarsız tanrılar battı biz yılmadık
anadilimizde rüyalarımızı görmeye yılmadık ve ölmedik ölüme sayılan günlerde. Ölüm kar gibi soğuk veyahut kan gibi gökkubbe’de acı deryası beton yığınlarında zûlm bir siyah çarşaf ve biz ise, özgür günlerin türkülerini söylüyoruz kadim toprakların esrik düşüyle.
FUNDAMENTA
9
Zeynepnur Çandır
fundamentadergi.com
KUŞ MİSALİ T
ebdil-i mekândaki ferahlığın adıdır gurbet. Her veda sahnesi yeniliklere bir merhaba olsa da, geride kalanlar hep bir özlemdir içimizde. Ve roller hiç değişmez kalan ile gidenin son sözlerinde. Önceleri bir heyecandır hazırlıklar. Kurulan hayallerle gelen tatlı umutlar. “Her şey güzel olacak” ile başlayan ve tutması zor verilen sözler. Ardında bırakacağın şehri özleyeceğin
10
FUNDAMENTA
aklına dahi gelmez, zira kurtuluş koyarsın bu yolculuğun adını. Geçmişten kurtuluş ve yeni bir hayat diye nitelendirdiğin yeni şehrin renkleri tam senliktir aslında. Veyahut öyle sanırsın elinin uzanamadıklarını. “Nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi…” sözünden aldığın ilhamla hep uzakları seversin, hep ordadır mutluluk adına tüm planların. Yolculuk esnasında başlar tüm bu düşünceleri
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
yalanlayan gözyaşları. Ve bir bir dökülür vedadan kalanlar. Fonda en içli şarkı çalarmışçasına, öyle karmaşık, öyle kararsız bir havayla. Alınan kararların doğruluğu hesaplanır sonra. En kötüsü de “Gitmese miydim?” sözündeki geç kalmışlığa yenik düşmektir. Yol bitmez ve başlar yaşanılanlar göz önünde canlanmaya. Bir şehri yaralarına basıp, en kanar halinle
başlarsın hayallere sığdıramadığın yeni hayatına. Başlangıçlar ve yeni tanışmalar, ilk heyecan kalır mı uzaktayken yaşanmışlar? Geçmiş kör bir kuyu, içine düşmekse tutsaklığın en zoru. İnsanoğlu bu; ki alışan ölüme bile, zor mu sanır gurbeti, iyi oldukları haberi tatmin etmez mi bizi? Sığdıramaz küçük kalbine tek şehri. Bundandır uzaklara merak, hep gitme isteği. Kuş misali…
FUNDAMENTA
11
Esra Erdoğan
fundamentadergi.com
SÜMERLI LUDINGIRRA’DAN GEZI OLAYLARI YORUMU…
MÖ.3500’LERDEN 2013’E…
“KONU ŞEHIR DEDILER GELDIK…” “Bu güzel ülkemize her taraftan göz diktiler. Göklere uzanan basamaklı kulelerimizin, görkemli tapınaklarımızın, arı gibi işleyen çarşılarımızın, her tarafa ulaşan kervanlarımızın, dümdüz uzanan yollarımızın, boy ürün veren tarlalarımızın, nehirlerimizde ve açtığımız kanallarda salına salına yüzen teknelerimizin, dolup taşan iskelelerimizin, her tür bilgiyi veren okullarımızın ünü uzak ülkelere kadar yayıldığından; ilkel olan bu ülkelerin halkı kıskandı bizi. Fırsat buldukça üzerimize saldırdılar. Kentlerimizi yakıp yıktılar.” (Ludingirra, Anılar-Sümer Yazıtları)
M
ilattan önce.3500 gibi gerçekten uzak ama Âdem çocuklarının huylarının birbirine benzerliğinden dolayı bir o kadar yakın olan bu tarih Nippur doğumlu (bir Sümer şehridir) Ludingirra’nın da Gezi Olayları’ndan muzdarip olduğu bir zamandı. Belki onun da kapısının önünden de koltuğunun altında tencere tava ile dolaşıp tüm hıncını almaya çalışan, gecenin bir saati öğrencilerine anlatacağı konuyu düşüneceği arada anlamsız bağrışmalarla insaniyetinden çok beşeriyetini gösteren Âdem çocukları rahat uykusunu bozdular. Bunlar ona göre en önemlisi her devirde ilerlemenin karşısına çıkan, ekini ve nesli yok
12
FUNDAMENTA
eden taifeydi. Ludingirra daha o dönemde, Âdem çocuklarının bu canı çıksa bile huyu çıkmayan yönünü keşfetmiş olacak ki, almış eline tabletleri başlamış halini kendi lisanınca anlatmaya. Daha yazı olayının yeni yeni gelişmeye başladığı bir ortamda belki “anı” türünün ilk örneklerinden kabul edilebilecek bu metinlerde yukarıdaki çarpıcı ifadeleri “bir gün olurda Gezizekalılar yine ortaya çıkarsa, bakın bizde de vardı” diyebilmek için yazmış olsa gerek. (Gezi dedikte düşünün yani o zaman insan sayısı az daha, her yer çayır çimen yeşillik, park bağlamında düşünelim.) Tüm bunları neden yazdığını kendi dilinden özetlersek;
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
“Ben küçük bir adamım, bunu önlemek elimden gelmez diye yakınıyordum. Bir gün birdenbire aklıma geldi. Ben bir yazar olduğuma göre, ulusumuzun bulduklarını, başardıklarını, geçmişimizi, geleneklerimizi, ne kadar uygar olduğumuzu, gerek Sümerliliklerini unutmaya başlayan gençlerimize, gerek daha sonra gelecek kuşaklara neden yazılarımla bildirmeyeyim dedim ve yaşamöykümü yazmaya karar verdim. Böylece her tarafa, herkese, her çağa ulaşacağımı umut ediyorum” (Ludingirra, Anılar-Sümer Yazıtları) Peki, bu sıkıntıyı yalnızca Sümerli bir öğretmen olan Ludingirra mı çekiyordu? Ludingirra bizim gibi o dönemi sadece kayıtlara geçiren biriydi. Ama işin asıl büyük kısmı hükümette bitiyordu. Kral Gılgamış şehirlerini darmadağın eden, yakıp-yıkan, ürünlerini mahveden, kaldırım taşlarını söken, insanlarını kısaca rahatsız eden, yeri gelince ise öldüren bu beşeriyete bir hal çaresi bulmalıydı. Tufandan sonra gürül gürül akan Fırat ve Dicle’nin taşan sularını kanallara alarak kuru toprağı sulayan, bataklıkları kurutarak bağlar bahçeler yapan ve orada türlü ürünler yetiştiren medeni insanlar; bilgisiz ve görgüsüz ilkel insanlardan
hayatlarında çekmedikleri sıkıntıyı çekiyorlardı. Bu yüzden Gılgamış, kral olur olmaz, bu düşmanlarından şehri koruma altına almayı düşünmüş ve şehrin etrafına kalın duvarlar yaptırmayı planlamıştı. Şehre girip çıkmak için duvarın çeşitli yerlerine bakırla kaplı ağaçtan yapılmış kalın kapılar konmuştu. Artık kolay kolay hiçbir düşman giremeyecekti bu şehre. Kimse, düşman saldıracak korkusunu yaşamadan yatağında rahatça uyuyabilecekti. Nihayetinde 70 yaşındaki Ludingirra’da yatağından toprağın altındaki ölüler diyarına doğru rahatça süzülebilecekti. İnsanların ileri görüşlülük dedikleri bu olsa gerek; yaklaşık 5500 yıl sonra bile hatırlanabilmeyi başarmış bu değerli insana görüşlerinden dolayı teşekkür ediyoruz. Ve sözün özü diyoruz ki: “Gelişmiş adam her çağda gelişmiştir, asıl sorun şu çağda 5500 yıl önceki ataları gibi beşer kalanlarda.” Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız, ya ataları hiç akıllarını kullanmamış ve doğru yolu bulamamışsalar? (2:170) *Yukarıda ele alınanlar tamamen tarihsel gerçeklikleri olan ve Sümer Tabletlerinde geçen olaylardır.
FUNDAMENTA
13
Mehmet Çelik
fundamentadergi.com
BOTAN’IN GÖZÜ (Patika)
B
ir patikadayım. Güneşin yedi rengini alıp heybeme, yürüyorum. Bir patikadayım, aşkın koynunda. Botan’ın mavi suları yansıyor sarp kayalıkların pürüzlü yüzeyine. Botan’ın heybeti çepeçevre sarıyor onunla yürüyenleri. Hiçbir zaman yanıltmadı takipçilerini. Binlerce ağıt yakıldı Botan’ın koynunda yitip gidenlere. Fakat insanlar ondan korkmadı hiç. Botan bir yar gibi
14
FUNDAMENTA
sardı kendine koşanları. Bir keçi sürüsü, yabanıl ve asi. Kayaların gölgesi altında başları dik, onurlu. Gözlerinde Botan’ın maviliği. Gözlerimi uzaklara dikiyorum. Herekol beyaz bir gelinlik giymiş, güvercinleri bekliyor. Herekol barışa, kardeşliğe hasret. Botan’ın sesi ve Herekol mistik bir hava yaratıyor burada. Ruh bedenden ayrılıyor bir vakit sonra ve kayalıklar
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
arasında yuvalanmış bir şahinin sırtına biniyor. Yükseldikçe Botan’ın maviliği göğe karışıyor. Botan’ın gözleri mavidir, seninkiler ömrümün geri kalanı… Evet, seviyorum bu coğrafyayı. Bir balığın pulları gibi dizili dağlarını, derelerini ve yabanıl hayatını. Aşkı tadıyorum koynunda. Şehirlerde yitirilen umud diriliyor burada. Yaşatıyorum yitip gideni. Pembe çarşaflı yataklarda kirlenen
aşkı, toprağın koynunda söküp, en sade haliyle avuçluyorum. Sisli şafakların ardında asfalt karası düşler. Gri bir serinlik ve sevdanın solgun bakışlarını yurt ediniyorum. Uçurumların koynundan söküyorum yalnızlığımı. Ve dilimde Nazım Hikmet’in “Herkese selam, sana hasret” cümlesi…
FUNDAMENTA
15
Batuhan Özyürek fundamentadergi.com
ÇATININ SAÇAKLARI KENARDADIR
B
irçok neviden insanın içine sığdırılmaya çalışıldığı ufak bir mahalle. Kusmuk bir mahalle, midesinin bile kabul etmediği, kötü kokular saçan bozuk, her şeyin karışımı ama hiç bir şey olamayan yer. Beklentilere hiç varılamayacak olmasını, alınan solukların fonu yapan, bütün figürlerini törpüleyip çerçeveye uyduran birkaç bina. Bunlara verilmiş olan site ismi; zücaciye dükkânına girmiş bir fil gibi yabancı duruyor buralara. Olmaz, birtakım pazarlamaları ilgilendiren bu afili sözcüğü kabullenemem. Dudakların kenarında birikmiş tükürüğün gerçekliğiyle bağdaşmaz. Hele, sabaha; onlar için sadece “haydi işe” demek olan vakte lanetler yağdırarak uyanan insanların öfkeli soluklarının ritmine hiç uyduramam. Sizce malum olmayacağı gibi burada her
16
FUNDAMENTA
şey bilinir ama yalnızca bazıları dillendirilir. Gururdan sitem kelimesi bile bulamayan kaybolmuş beklentileri, karşınızdakinin çokça umutsuzluk taşıyan hareketlerinden çıkarabilirsiniz. “Kısaca böyle saati ağır bey” dedikten sonra pantolonuna bir tokat attı. Ve sustu. -Sen de buradan değil misin? diye sorarken beyfendinin gözü saatindeydi. -Evet, hem buralıyım hem burayım. Bu bir kaç söz söyleme hakkımı engellemez sanıyorum! -Tabi ki hayır ama, söyledikleriniz değişik. Hani anlattığınız çerçeveden dışarıya çıkan sözler sanki. Buralarda bulamayacağım cinsten. -Neyi aramaya geldiğinize göre değişir bu. Kanıtlamak istediğiniz her sonuca güçlü deliller suna-
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
cak kadar çeşitlidir buraları. Biraz önce güzel bir şehir demiştiniz. Doğru ama düşünülmelidir ki sağlıklı bir vücudun tamamında, aynı anda temiz kan bulunamaz. Fakat biz bir bütüne bakıp yargımızı ortaya koyarız. Sorsanız kimse bu gibi yerlerin varlığından pek hoşnut değildir. Belki düzelsin diye bakılır belki yok olsun diye. Fakat gerekliliğini düşünen kimse pek yoktur. Beyfendinin çay bardağını almak için inen bileğini sarmış olan saat tahta masaya bir defa daha vurdu. Rüzgâr sabahın tazeliğini dondurup bir ömür saklamak istiyor gibi soğuk esiyordu. Zaten bardağı bütün parmaklarıyla kaplayan iki çift el bir de onları, kaybetmekten korktukları ve ikisinin beraber girebileceği tek bir sığınak haline getiriyordu. İnce bileklerini kaplayacak diğer avuç içinden başka bir şeyi olmayan adam sordu bu sefer: -Sizin fikriniz nedir? Bir şeyler söyleyin. Şu an burada olduğunuza göre farklı bir düşünceniz olmalı. Beyfendi gözlerini adamın yağ dökülmüş gibi parlak gözlerinden ayırıp etrafta gezdirerek konuştu: -Aslında farklı bir durum mu bilmiyorum ama ben bu çevrenin bana hissettirdikleriyle alakalı sayılırım. Bütün söylediklerinizin dışında burası bana hüzün veriyor. Fakat bu, yaşananların acısından doğan gerçeklikten kaynaklanan bir hüzün değil. Kökü benim topraklarımda ama onu yeşertip büyütecek olan yağmurun burada olduğu bir hüzün. Bakın şuradaki ağaçların yaprakları dökülmüş. Bu sonbahar mevsiminde böyle yüzlerce ağaç bulabilirsiniz bu şehirde. Fakat bana dökülüşün hüznünü veren yer burası. Her yerde ağaçlar kışa girerken en zayıf halkaları olan yapraklarını ölmemek için dökerler. Zayıfa veda ile yaşamlarını sürdürebilirler. Güzelliklerinden vazgeçme uğruna yaparlar bunu çünkü daha mühim meseleler vardır, hissederler. İşte bütün şehrin böyle olduğunu bilsem de beni buraya çeken şeyin, sadece şu gördüğüm ağaçların bunun sonucunda bir hak edilmiş bir yaşam kazanıyor olduğunu düşünmemdir. Ben biraz önce yanımızdan geçen çocukların yürüyüşlerini zihnimdeki imgelerle bağdaştırabiliyorum. Bu soğuk havada sizinle kapalı mekana çekilip soğuğun bana bana hissettirdiklerinden bahsetmiyoruz.
Bizatihi içindeyiz ve istesek onun hakkında doğruluğu sorgulanabilse bile samimiliğinden kuşku duyamayacağımız cümleler kurabiliriz. Biraz yürüyelim mi? Hiç boşluk bırakmadan sözlerinin arkasına eklemişti bu soruyu sanki düşüncesinin bir devamıymış gibi. Adam önce teklifi söylenenlerden ayırıp ancak sonra anlamlandırabildi. Ve “tamam” dedi. Yürümeye başladılar. Oturdukları parkın yürüyüş yolunun kenarında daracık bir yerden su akıyordu. Hava yağmurlu da değildi. Zaten dikkat edildiğinde yağmur suyuna benzer bir tarafı da yoktu. Rengi solarak kaybolmuş pembe ve sarı kaldırım taşlarıyla döşeliydi yol. Sağ ve sol yanlarında sıralanan her iki yanağından da parmakla tutturulmuş gibi demirle tutturulan çöp kutuları rüzgârla beraber gıcırdıyordu. Ağaçlar yapraklarını döktüğünden beri rüzgâr tutamaz olmuştu. Zaten adımlık olan, bozma çimen manzarası çoktan sarı bir ot yığınına dönmüştü. Uzaklardan gelen köpek seslerinde de sabahın mutlak hakimiyetinin sahibi olmaktan doğan bir cüretkarlık seziliyordu. İkisi de benzer ama aynı değerde olmayan paltolarının iki yan cebine ellerini sokmuşlar ve omuzlarını da hafif öne doğru uzatıp kasarak sıcaklıklarını korumaya çalışıyorlardı. Ne de olsa üşümenin karşısında verilen tepkiler benzer olabilirdi! Çok soğuk geçecek bir kış daha sonbahardan kendisini ele veriyordu. Parkın çıkışına geldiklerinde adam, saatine bir defa daha bakan beyfendinin gitmek niyetinde olduğunu anlamıştı. Beyfendi ona döndü ve başkaları gibi yalan gerekçeler öne sürmeden “kararımı değiştirdim gideceğim” dedi. Arabanın yanına vardıklarında dün gecenin çevreye korku saçan seslerini açıklayıp kavgalı park çıkışını kanıtlayan avuç ayası kadar kanın lastiğin kaldırıma yakın kenarına yayılmış olduğunu gördüler. Beyfendi bir adım önem çıkıp dizlerinin üzerine çöktü ve heyecanla: “şuraya bak hayatımda hiç böyle bir kırmızılık görmemiştim, sanki şu an dökülmüş gibi parlak ve muhteşem” dedi. İyice açılmış gözlerini adama çevirmeyip kana bakarak söylemişti bunları. Adam eğilip çömelen beyfendiye biraz daha yaklaştı ve kulağına, bütün insanlığı kurtaracak bir niteliği taşıyan şu esrarlı sözü fısıldadı: “o bir kan.”
FUNDAMENTA
17
S. Betül İzgöer fundamentadergi.com
“İnsan Varlığını Dışarıda Test Eder” “Ömer’in fotoğrafları Mustafa Kutlu kitabına başlamak, Nazan Bekiroğlu’nu yarılamak doğu klasiklerini tamamlamak kadar enerji verir insana’ sözlerinin sahibi Mahmut Bıyıklı ağabeyimizin tabiriyle bu ‘genç bilge’yi Fatih’teki atölyesinde ziyaret ettik. -Hocam öncelikle yoğunluğunuz arasında bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz. Dergimizin bu sayısında ‘şehir-şehre gelenler-şehirden gidenlerhicret-göç’ çerçevesinde bir kaç kelam edelim dedik. Bu anlamda da herhalde en fazla sözü en fazla şehre giden söyler diye düşündük. Burdan başlayarak ilk önce kendi merak ettiğim bir şeyi sorayım, sizin seyahat hikayeniz yolculuk tutkusuyla mı başladı yoksa fotoğraf tutkusuyla mı başladı? -Yani şöyle aslında, yumurta tavuk meselesi gibi oldu galiba, çünkü görmek mevzususu var hani dünya diye bir yer var merak ediyorsun. Çocukluğunda biriktirdiğin pullardan tut da izlediğin çizgi filmlerdeki karakterlerin bir başka dünyadan olmasına kadar, (Japon çizgi filmleri, Amerikan çizgi filmleri özellikle belçika ağırlıklı ressamların çizdiği ten-
18
FUNDAMENTA
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
tenler vs.) hep bir dünya fikriyle karşılaşıyoruz sonuçta. Aynı şekilde okuduğumuz kitaplar, Seksen Günde Devrialem olsun Deniz Altında 20.000 Fersah gibi çoğunlukla Jule Verne’nin romanları mevzuyu şu hale getiriyor: ‘yaşadığımız yerden başka bir yerler var ve oraları görmek gerekiyor.’ Bu şekilde düşünmeye başlıyorsun. Bizim çocukluğumuzda sınıf duvarlarında ilkbahar yaz sonbahar kış resimleri olurdu, özelikle o bahar resmine bayılırdık biz. Çünkü zaten kışın okuldasın sıralar içindesin 40-50 kişi aynı sınıftasın ve bunalıyorsun. O kalabalık içinde kendine hayali bir seyahat dünyası kurmaya çalışıyorsun ve duvardaki bahar resmine bakıyorsun sürekli. Seyahat etmek, sanki fıtraten kapalı bir kutu içinde duramayacak insanın o kapalılığa zorlanmasına karşı bir kaçış oldu heralde bizde, hepimizde de herhalde öyledir. Bu minvalde de fotoğraf seyahatin bir sonucu aslında. Fotoğraf çekme arzusuyla bir yerlere gitmekten ziyade görme arzusu bizi bu araziye sürükledi. Görmenin yanında gördüğün şeyi anlatmak, paylaşmak istiyorsun bir şekilde. Yani bir saatlik yolculuğa bile çıksa insan o yolculuğu ballandıra ballandıra anlatabiliyor. Hani erkeklerinin askerlik hikayelerinin bitmemesi gibi bir şey. Çünkü orda başkaları yok, orda var olanlar yanında değil genel itibariyle. Hayat boyu da anlatacaksın eşine evladına abine ablana annene ababana akrabalarına dostlarına. Eğer uzun soluklu bir yolculuksa mesela yaptığınız ve defalarca gidip gelmeler yaşıyorsanız o zaman her yolculuktan bugün anlatmayı unuttuğunuz yarın detay olarak aklınıza gelen yeni bir şey olabiliyor. Fotoğraftan ziyade görme arzusu seyahat etmeyi tetikledi muhtemelen. Gördükten sonra da gördüğümüzü başkalarıyla paylaşma, önce sözlü paylaşma sonra da fotoğraf bunun tamamlayıcısı oluyor.
kalcaksın burda da ne halin varsa onu göreceksin deseler, ikinci dedikleri hiç gitmediğim bir yerse oraya gitmeyi tercih ederim. -Bir şehrin olmazsa olmazı nedir sizce? Bir şehre geldiğinizde ilk önce nereye gidiyorsunuz, nereyi merak ediyorsunuz? - İstanbul gibi düşünürsek her şehri, bir sur içi arıyor insan yani tarihi bir kent. Ve o merkezin de rastgele bugün yapılmış apartmanlarla dolu olmasındansa biraz geçmişinin biraz yaşanmışlığının olmasını bekliyor. Deniz varsa mutlaka deniz görme ihtiyacı hissediyor. Bir de bir panorama noktası, manzara terası şeklinde adlandırabilecek şehrin belli noktaları var. Hemen orayı keşfedip şehre inerim ben, şehrin göbeğinden etrafa bakıp şuraya çıkarsam çok güzel gözükür dediğim yerler olur. Büyük bir yapı varsa gökdelen gibi ya da şehrin en yüksek binası ne ise oraya gitmek ve ordan şehri görmek istiyorsunuz. Yani biraz da fotoğrafçılık refleksiyle bir bakışınız oluyor. Bir de günlük hayatın aktığı klasik mekanları arıyor insan. Ben de o tarihi mekanları gördükten sonra hoş bir restoranın olduğu güzel sokakların bulunduğu yerleri kaçırma-
- Gezdiğiniz şehirler arasında şimdi ismini tekrar işitince iç geçirdiğiniz sizi çok etkileyen bir daha gitsem dediğiniz şehir var mı? - Hepsine bir daha gitmek isterim onu söyleyeyim. İç geçirdiğim derken, hani bu insanın alıştığı bir şey, normalde Mekke Medine’ye hep gitmek isterim, mümkünse her ay gitmek isterim. Bu bir seyahat fikrinden dolayı da değil, işin içerisinde daha enterasan benerjiler var onun için belki. Aynı şekilde Kudüs’tür Buhara’dır Semerkant’tır Bosna’dır. Bazı şehirlere 5-6 kez gitmişliğim var ama şu anda gittiğim şehirler ülkeler değil de gitmediğim çok yer var, dünya çok kocaman bir yer, daha çok o eksik kalanları tamamlamayı tercih ederim. Hani burda beş yıldızlı bir otel var burda
FUNDAMENTA
19
S. Betül İzgöer fundamentadergi.com maya çalıyorum. Gerçek insanın yani turistler için hazırlık yapmış değil de kendisi oralı olup orda yaşayan insanların bulunduğu muhitleri ara sokakları görmek istiyorum. Çünkü o senin için hazırlık yapmıyor. Ne ise o olarak orda duruyor. Öbürü mesela bundan üçyüz yıl önceki kıyafeti giymiş oluyor fakat kendi günlük hayatında o kıyafet yok. İnsan bunu pek beğenmiyor ve yapay buluyor. Bundan dolayı da o gerçekliğe temas edebildiğim her yeri önemli görüyorum. - Edebiyatla aranız nasıl hocam? Edebiyat sizi yönlendiriyor mu veya sinema? - Yönlendiriyor, mesela Tanpınar’ı severek okumuşluğumuz var hala da beslenmeye çalışıyoruz. Beş şehir var. Ahmet Turan Alkan’ın Altıncı Şehir’i var, ona yedi sekiz on diye siz de Türkiyeden ekliyorsunuz. Birincisi o beş şehire mutlaka gidiyorsunuz. İkincisi, şehirlerin isimlerini bilmek de edebi ve kültürel bir birikim gerektiriyor. Amin Maalouf’un Semerkant’ını okuduğunda, Ömer Hayyam’ın yaptığı yolculuktaki şehirlerin her biri aklında kalıyor. Hazreti Mevlana’nın doğduğu şehirden başlayıp Konya’ya Şam’a gidişi ve o yolculuklarındaki şehirlerin hepsi zihninde bir tortu bırakıyor. Belh diyorsun, Belh haritaya bakıp ezberlencek bir isim değil. Okurken ezberliyorsun. İbni Arabi’yi okuduğunda Sevilla’dan başlayıp Kurtuba-Tunus-MısırKahire-İskenderiye mecburen Şam sonra Konya sonra Malatya hepsine uğradığını sonra Şam’da da medfun bulunduğunu görüyorsun. O zaman Şam’a gitmen için bir kaç sebepten biri İbni Arabi olmaya başlıyor. Yine Selahaddin Eyyubi’nin çocukluğunun Şam’da geçtiğini öğreniyorsunuz, Sultan Vahdettin’in, ilk Türk
20
FUNDAMENTA
hava şehitlerinin orda yattığını biliyorsunuz. Tüm bunların sonunda Şam senin mutlaka görmen gereken bir yer haline geliyor. Efendimizin hayat hikayesi okuduğumuzda, çocukluğunda Bahira’yla karşılaştığı yerin oraya çok yakın olduğunu farkediyorsunuz ve görme ihtiyacı hissediyorsunuz. Bu şekilde isimler imajlar eğer bilirsen senin dikkatini çekiyor. -Birbirini tetikleyen bir şey herhalde. -Aynen öyle. Mesela müzikle aran çok iyiyse, Klasik batı müziğiyle diyelim, Viyana’ya mutlaka uğruyorsun. Çünkü bestekarların önemli bir kısmı Viyana’da. Kültürel birikimin neyse, yolculuk haritan biraz öyle şekilleniyor. Biraz Rusça biliyorsan Petersburg’a Moskova’ya uğruyorsun. Yani Çince bildiğinizde Çin’e gitmek istersiniz. İlber hocanın bir sözü var, dilini bilmediğim ülkeyi dolaşmıyorum, diye. Şöyle düşünün, bir batılının bir amerikalının bir uzak asyalının Tanpınar okuduğunu düşünün, İstanbul’a gelmeden durabilir mi sizce? O yüzden beslenmek gerekiyor. Beslendiğiniz zaman da sizin karşınıza yeni yeni isimler kavramlar çıkıyor, edebiyat alanında diyebiliriz sinema alanında diyebiliriz. Kendi kültürel algınızla yakından ilgili bir durum. Mesleğiniz hayat algınız seyahatle örtüşünce seyyahlarla büyük isimlerle kendinizi yoldaş hissediyorsunuz, İbn Battuta gibi Evliya Çelebi gibi isimlerle. Onların metinlerine baktığınızda, acaba ben de aynı yolculuğu yapar mıyım diyorsunuz, en azından zihnen. Öyle oluunca da o haritada gittiğiniz her noktada bir ampul yanmaya başlıyor. Yani karanlık gözüken, sadece fikrinizde kalan isimler kelimeler genişliyor, çoğalıyor ve aydınlanmaya başlıyor.
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
-Yusuf Kaplan bir yazısında ‘Ey şehir kalk ve konuş öyleyse’ diyor. Gittiğiniz şehirler arasında hakikaten konuşan veya bilakis hiçbir şey anlatmayan şehirler var mı? Konuşan ve susan şehir gibi bir ayırım oluyor mu? -Konuşmak ve susmak ayrı mevzular ama bir ses var onu söyleyebilirim. Çünkü birincisi hayatın bir hay-huyu var, ikincisi o şehrin geçmişinde var olan şey size ulaşıyor. Benim çok tekrar ettiğim bir şeydir, ölmüş kişilere ölü demez Mevleviler ‘hamuş’ derler. Göçmüşler ve susmuşlar derler yani. Mezarlıklara da ‘hamuşan’ derler, ‘susmuşlar evi’ anlamına geliyor. Fakat susmuşlardan bazıları susmuyor, İbni Arabi gibi, Mevlana gibi, Şahı Nakşibendi gibi, İmamı Azam gibi büyükler susmuyor. Bunu teorik anlamda diyebiliriz, entellektüel anlamda diyebiliriz. Kim gönlünde nasıl kabul ederse öyle etsin. Dolayısıyla şehrin bir sesi oluyor. Ses de taşın toprağın sesi değil, orada var olan geçmişteki isimlerin sesleri ve senle konuşuyorlar. Eğer hazırsanız algılarınız açıksa çok şey anlatıyor hakikaten. -Baudelaire ‘Nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi gelir’ sözüyle, sürekli bir mutsuzluk halinden ziyade zaman mekan bağlamında değerlendirirsek sizce ne söylemek istiyor? -Bu çokça düşündüğüm ve karşılaştığım bir mevzu. Şöyle düşünüyorum, mesela bundan on yıl evvelki biz olan kişiler -40 yaşındaysak 30 yaşımız- normalde o bir kişi. Fotoğrafa baktığımız zaman, çok gençmişiz ya hu, dediğimiz bir durum var. Kendinizi değil de bir başkasını düşünün, Ahmet diye biri olsun, bundan on yıl evvelki ilkoul arkadaşınız Ahmet’i gördüğünüzde, otuz yaşındaki kırk yaşındaki hali aradaki boşluğu bilmediğimiz için bundan bu çıkmaz dedirtiyor. Yani aynı kişiler değil gibi. Yaptığınız yolculuklarda da şu oluyor, siz İstanbul’dan çıkıp Şangay’a gidiyorsanız İstanbul’daki siz ile oradaki siz aynı olmuyorsunuz. Dolayısıyla gittiğiniz yerdeki kişiye ulaşmak için o yolculuğu yapmanız gerekiyor. Ordaki sizi merak ediyorsunuz daha çok. Ve kesinlikle etkiliyor, etkileniyorsunuz. Yolculuklarınızda da böyle bir şey var. Kendinizi götürüyorsunuz yeni bir kendinizi alıp geri geliyorsunuz. Öyle hisediyorum ben bir çoğunda. İmam Hanbel’in bir sözü var, ‘Seyahate çıkarken bıraktıklarının hüznünün yanında yeni kavuştuğun kişilerin sevinci belki senin için daha anlamlı olacaktır.’ Yanlış hatırlamıyorsam böyleydi. -Edebiyatta son zamanlarda sık kullanılan ve artık
klişeleşerek/ harcanarak rafa kaldırılan ‘gitmek’ bahsi bir fotoğrafçı için ne ifade ediyor? -Fotoğrafçı olmaktan önce hepimiz insanız, fotoğraf biraz bahanemiz aslında. Bu anlamda benim gitmekle ilgili sevdiğim bir dize vardır Rilke’ye ait, ‘kim bizi böyle ters çevirmiş / her ne yapsak yola çıkan birini andırıyoruz’ Uzun bir ağıtın parçası bu. Sonrası da hüzünlü sağlam bir metin, Duino Ağıtlarından. Doğduğunuz andan itibaren yola çıkan birisiniz aslında. Hani sabit de dursak bizim üzerimizden zaman geçiyor ya da biz zamanın üzerinden geçiyoruz. Şehir diye gittiğiniz her neresiyse size verilen hayat aralığının bir kısmını oralarda geçiriyorsunuz. Doğduğunuz evde değilsiniz mesela, genel olarak böyle bir şey mümkün olmuyor. Çok büyük görkemli bir ailede yaşamıyoruz. Köşkte veya şatoda da yaşamıyorsanız genelde doğduğunuz evden farklı bir yerde ölüyorsunuz. Kimisi için uzun kimisi için kısa kısayken derinlikli ve uzun olan, uzunken hiçbir şeye yaramayıp bir çöp gibi yaşanan hayatlar var. Hepsi doğduğumuz andan itibaren başlayan bir yolculuk. Ve her ne yapsak yola çıkan birini andırmıyoruz yolan çıkan biriyiz aslında. Sabah uyanıp evden okula gitmeye başlıyoruz daha küçük bir çocukken, sonra o evler okullar kayboluyor bu sefer bizim çocuklarımız uyanıp okullarında gitmeye başlıyorlar. Yani şehir hayatındaki gitmeleri gelmeleri de hep bir yolculuk olarak görüyorum. -İsmet Özel’in ‘uzak nedir / kendinin bile ücrasında yaşayan benim için/ gidilecek yer ne kadar uzak olabilir?’ dizeleri seyahatleriniz sırasında size kendisini hatırlatıyor mu? -İsmet özelin bu dizeleriyle ruh halimin birebir örtüştüğü oluyor. Herhalde herkesi zaman zaman ince bir yerden yakalıyordur. Kendince bir yere koymayan da yoktur. Çünkü seyahatler bazen bedenen yapılıyor bazen de zihnen. Bu yerin bu yüzyılın insanı olmadığınızı hissediyorsunuz veya çok geçmişten ya da çok gelecekten bir zamanlarda yaşasanız sanki daha doğru olacakmış gibi hissedebiliyorsunuz. Ama şunu da gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, o zamanlarda olsak aynı duyguyu tekrar yaşayacaktık, yani bu biraz da hal meselesi galiba. -Peki Hocam, benim soracaklarım bu kadar epeyce bir vaktinizi almış olduk. Güzel bir muhabbet oldu. Teşekkür ederiz yeniden. -Estağfirullah ne demek, yine beklerim.
FUNDAMENTA
21
Ayhan Aşuk
fundamentadergi.com
KORUMALI GELENEKLERİMİZ
B
ilindiği üzere, Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü olan UNESCO, 17 Ekim 2003 tarihli 32. Genel Konferansı’nda Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması Sözleşmesini kabul etmiştir. Bu sözleşme’nin ikinci maddesi “Somut Olmayan Kültürel Miras”ı şu şekilde tanımlamaktadır: “Somut Olmayan Kültürel Miras”, toplulukların, grupların ve kimi durumlarda bireylerin, kültürel miraslarının bir parçası olarak tanımladıkları uygulamalar, temsiller, anlatımlar, bilgiler, beceriler ve bunlara ilişkin araçlar, gereçler ve kültürel mekanlar anlamına gelir. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu somut olmayan miras, toplulukların ve grupların çevreleriyle, doğayla ve tarihleriyle etkileşimlerine bağlı olarak, sürekli biçimde yeniden
22
FUNDAMENTA
yaratılır ve bu onlara kimlik ve devamlılık duygusu verir; böylece kültürel çeşitliliğe ve insan yaratıcılığına duyulan saygıya katkıda bulunur. İşbu Sözleşme bağlamında, sadece, uluslararası insan hakları belgeleri esaslarına uyan ve toplulukların, grupların ve bireylerin karşılıklı saygı gereklerine ve sürdürülebilir kalkınma ilkelerine uygun olan somut olmayan kültürel miraslar göz önünde tutulacaktır. 27 Mart 2006 tarihinde Türkiye Sözleşmeye 45. Ülke olarak taraf olmuştur. Daha sonra Haziran 2006 Türkiye Hükümetlerarası Komite Üyeliğine 4 yıllığına seçilir. Kasım 2008 tarihinde ise Türkiye Temsili Liste Alt Organ Üyeliğine 2 yıllığına seçilir. Aralık 2013 tarihi itibariyle Türkiye’nin listeye kayıtlı 11 adet mirası bulunmaktadır. Bu miraslar ve
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
listeye dâhil olduğu tarihler şöyledir: 1. Meddahlık Geleneği (2008) 2. Mevlevi Sema Törenleri (2008) 3. Âşıklık Geleneği (2009) 4. Karagöz (2009) 5. Nevruz (2009) 6. Geleneksel Sohbet Toplantıları (Yaren, Barana, Sıra Geceleri ve diğer, 2010) 7. Alevi-Bektaşi Ritüeli Semah (2010) 8. Kırkpınar Yağlı Güreş Festivali (2010) 9. Geleneksel Tören Keşkeği (2011) 10. Mesir Macunu Festivali (2012) 11. Türk Kahvesi ve Geleneği (2013) Bu kültürel geleneklerimizi bazılarını kısaca tanıyalım. 1- Meddahlık Geleneği Tiyatro özü olan oyuncu ve seyirci arasındaki bir etkinliktir. Hem büyüsel hem de psikoterapi niteliği taşır. Özellikle bu tiyatro işlevi tek oyunculu tiyatro tipinde yoğun1aşır. Bazen tek kişilik tiyatro, bazen bireysel tiyatro diye adlandırılır. Bu tiyatro türü çok eskiden beri, bir insanın öbür insan karşısında belirgin bir amaçla başka bir kişiliğe bürünmesine, onun davranışlarını canlandırmasına, olaylar dizisini sergilemesine ve seyircinin onun
yarattığı ‘’daha kaliteli’’ gerçekliği benimsemesine yol açtığından beri varlığını sürdürmektedir. Diğer bir ismi kıssahan olan meddah bir topluluk önünde çeşitli hikâyeler anlatan ve taklit sanatı yapan kişiye denir. Bir tek oyuncunun çeşitli kılıklara girerek tüm bir oyunu tek başına canlandırmasıdır meddahlık. Bu oyuna ise meddah oyunu denir. Meddah sanatının özelliği, mimus sanatının bir uzantısı olan Türk halk tiyatrosunun temeli, hareket taklitidir. İnsan davranışlannı canlı karikatür yoluyla yansıtan taklit meddahın anlatıcıyla birlikte mimus sanatını yürütmesine neden oluşturur. Meddahın anlatısını, günlük yaşamdaki olaylar, masallar, destanlar, öyküler ve efsaneler oluşturur. Olayları canlandırırken bir eline mendil, bir eline değnek alır. Mendili farklı karakterlerin seslerini taklit edebilmek, değneği ise çeşitli sesleri çıkarmak için kullanır. 2- Mevlevi Sema Törenleri Mevlevilik deyince ilk akla Sema gelmektedir. Mevlevilikte tören Sema denen, çalgı eşliğinde yapılan bir dini danstır. Arapça işitmek, gök-gökyüzü anlamlarına gelen Sema, genelde müzikle coşup, ritmik yahut rastgele hareketlerde bulunmak, dönmek ve oynamak olarak algılanır. Sözcük kökenindeki gökyüzü anlamı dikkati gökbilimsel danslar üzerine çekmekte ve Şamanların göğe çıkarken yaptıkları dansları anımsatmaktadır. Danimarkalı araştırmacı Carl Vett İstanbul’da izlediği Sema dansını ‘’hem güneşin, hem de kendi ekseni etrafında dönen yıldızların dansı’’ olarak yorumlamıştır ki,
bu yorum Mevlevilikte de yapılır. Mevlevilere göre bütün gök katları tanrı sevgisiyle döner ve tanrıya ulaşmak isteyen insanın da aynı aşkla dönmesi gerekir. Bu dönüşün kaynağı ise Kuran’da geçen ‘’ne yana dönerseniz tanrıya ulaşırsınız’’ anlamına gelen ‘’feeynema tuvellu fesemme vechulla’’ sözleridir. Sema, sembolik olarak; kâinatın oluşumunu, insanın dirilişini, Yüce Yaratıcıya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip ‘İnsan-ı Kamil’e doğru yönelişini ifade ediyor. Sema edenlere ‘Semazen’ deniliyor. Semazenin üstündeki beyaz kıyafete ‘Tennure’ deniyor ve kefeni simgeliyor. Semazenlerin sağ eli göğe, sol eli ise yere bakar; yani sağ eliyle Hak’tan alır, sol eliyle de halka verir; bu şekilde yeniden doğuş tamamlanmış olur.
3- Âşıklık Geleneği Âşıklık geleneğinde sazlı, sazsız, doğaçlama, yazarak ya da birkaç özelliği birden taşıyıp geleneğe bağlı şiir söyleyenlere âşık, bu söyleme biçimine âşıklıkâşıklama, âşıkları yönlendiren kurallar bütününe âşıklık geleneği denir. Aşıklık geleneği yüz yıllardır süre gelen, canlılığından, dinamizminden ödün ver-
FUNDAMENTA
23
Ayhan Aşuk
fundamentadergi.com
meden hala ilk günkü canlılığını koruyan, ılık esintilerle içimizi okşayan manevi bir kültürdür. Âşık, içinde yaşadığı toplumun, ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal olaylar karşısındaki duygu ve düşüncelerini aktarandır. Dünle yarın arasında bu gün bir köprüdür. Âşıklar, âşıklık geleneğini geçmişten günümüze taşıyanlardır. Türk âşıklık geleneği usta-çırak ilişkisine dayanmaktadır. Bu geleneğin temsilcileri olan âşıklar ustalarından öğrendiklerini, bir anlamda usta mallarını, çırakları vasıtasıyla geleceğe taşımaktadırlar.
4- Karagöz Hacivat Karagöz, beyaz bir perdenin arkasına bir ışık koyularak ve bu ışığın önünden geçirilerek perdeye aksettirilen şekillerle oynanır. Bu insan ve eşya resimleri renklidir. Perdeye kendi güzel şekilleri ve sihirli renkleriyle akseder. Karagöz, aslında bir hayal oyunudur. Taklide ve karşılıklı konuşmaya dayanan, iki boyutlu tasvirlerle perdede oynatılan bir gölge oyunu Karagöz ve Hacivat. Bu iki karakterin gerçekten yaşayıp yaşamadığı, yaşadıysa da nerede nasıl yaşadığı bilinmemektedir. Karagöz oyunu genelde dört bölümden oluşur: 1- Giriş (Mukaddime) 2- Söyleşi (Muhavere) 3- Fasıl 4- Bitiş Karagöz oyununun kadrosu altı kişiden meydana gelir bunlar: Hayali, Çırak, Sandıkar, Yardak, Day-
24
FUNDAMENTA
rezen, Hamal Karagöz oyununda başlıca 350 adet figür vardır. Göstermelikler ve aynı cins karakterler çıkarılırsa 100 tane ana karakter vardır.
5- Nevruz Eski takvimlerde yılın ilk günüdür. Bu yüzden Türk dünyasının büyük bir bölümünde Yeni Gün olarak bilinmektedir. Gece ile gündüzün eşit olduğu mart ayının yirmi birini yirmi ikisine bağlayan gündür. Bu özelliğinden dolayı isimlerinden birisi, Gün Dönümü’dür. Türk kültüründe Nevruzun bir adı da Ergenekon’dur. En eski Türk kaynaklarından itibaren böyle bir kültüre sahip olduğumuz anlaşılmaktadır. Türk tarihinin her döneminde Nevruz varlığını devam ettirmiştir. Nevruz kutlamaları Türklerde Mete Han zamanından beri görülmektedir. Bünyesinde barındırdığı bütün zenginlikleriyle Ergenekon/Nevruz bayramı, Türk kültürünün önemli bir tarihî zenginliğidir. Bütün bir Türk Dünyasında kutlanan Nevruz aynı zamanda inançlarla birlikte yorumlanmıştır. Türk dünyasındaki örnekler incelendiğinde görülür ki; bayramların özündeki sevgi, kardeşlik ve yardım-
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
laşma ilkeleri Nevruz’un da temel prensibini oluşturmaktadır. Cumhuriyetle yeniden hız kazanan Nevruz kutlamaları, yeni kurulan millî devletin köklerini millî tarihten ve millî kültürden oluşturma gayretidir. 6- Kırkpınar Yağlı Güreş Festivali Güreş sporu; insan topluluklarının dünya üzerinde varlığı ile birlikte başlayan ve medeniyetin gelişmesi ile ilerleme gösteren insanın günlük hayatının bir parçası olarak daima var olan bir mücadele sporudur. Türk tarihinde güreş sporunun ayrı bir önemi ve yeri vardır. Tarihimizin hemen hemen her safhasında ve toplumun her seviyesindeki insan grupları içinde ilgi görmüş ve benimsenmiş, isteyerek ve severek uygulana gelmiştir. Hatta bu alanda çeşitli devirlerde kahramanlar yaratılmıştır. Edirne’nin fethinden bugüne kadar gerçekleştirilen geleneksel Kırkpınar Yağlı Güreşleri, spor ve kültür tarihimizin önemli bir parçasıdır. Her sene Haziran sonu ile Temmuz başında Edirne’de düzenleniyor. Pehlivanlar üç gün süresince er meydanda mücadele ederler. Son gün yapılan finallerde her kategorinin birinci, ikinci ve üçüncüleri belirlenir; en önemlisi başpehlivandır. 1. Murat, Edirne’nin alınmasından sonra Edirne’de güreşçiler tekkesi kurmuş ve bundan böyle de her sene güreş yapılması bir gelenek haline gelmiştir.
ilk kahvehanenin 1554’de Tahtulkale’de (bugünkü Eminönü) açıldığını tarihleyebiliyoruz. Kahve İstanbul’da Arap uygulamalarından ayrışıp, kavrulma derecesi, pişirilmesi ve sunulmasıyla bugünkü Türk Kahvesi’ne dönüşür. Türk kahvesi, Türkler tarafından bulunan kahve hazırlama ve pişirme metodunun adı. Kendine has tadı, köpüğü, kokusu, sunuluş biçimiyle özgün bir kimliği ve geleneği vardır. Telvesi ile ikram edilen tek kahve türüdür. Genellikle sabah ve öğlen öğünleri arasında içilir. Türkçe günün ilk öğünü anlamına gelen ‘’kahvaltı’’ sözcüğü, kahve içimi öncesi yenilenler demektir.
8- Mesir Macunu Festivali 41 çeşit baharat ve şifalı ottan oluşuyor Mesir Macunu. İlk olarak Yavuz Sultan Selim’in eşi Ayşe Hafsa Sultan hastalanınca, dönemin ünlü ve başarılı hekimi Merkez Efendi tarafından kullanılmış. Özellikle vücuda kuvvet sağlamasıyla ünlüdür. Dikkati artırdığı, sinirleri yatıştırdığı, nefes darlığına, baş dönmesine, sırt ve bel ağrılarına, siyatik ve romatizmaya iyi geldiği; kanı temizlediği ve iştah açtığı da söylenir. Manisa’da Merkez Efendi’nin Ayşe Hafsa Sultan’ı mesir macunuyla iyileştirmesinin canlandırıldığı, halk oyunlarının oynandığı ve halka mesir macunu dağıtılan bir festivali de var.
7- Türk Kahvesi ve Geleneği Kuzey Doğu Afrika (bugünkü Habeşistan) kökenli bir bitki olan kahve meyvesinin çekirdekleri 15. yüzyıldan itibaren Yemen’den başlayarak Arap Yarımadası’nda kavrulup, sıcak bir içecek haline getirilir. 16. yüzyılın ortalarına yaklaşıldığında, bu zindelik veren, canlandırıcı etkisi olan içecek Mısır ve Arap coğrafyasında yaygınlaşır. Yemen Fatihi Özdemir Paşa’nın sefer dönüşü İstanbul’a bir miktar kahve getirdiği rivayet edilse de, İstanbul’da
FUNDAMENTA
25
Mümtehine Esra Toy
fundamentadergi.com
SEMTİMİZE GÖZ KIRPAN MUHTELİF, SPEKÜLATİF, YARATICI OLMAYAN ÖLÜMLER
NE BAĞIRDIĞIMI SOR BANA, BIR KERE…
B
ir insan ölürken ne kadar haklı olabilir? Çağın tüm meselesi ’haklı olmak’ iken üstelik. İntihar süsü verilmiş suçlamalarımız var misal. Saçmalıyorum, ama Thales ‘sudan geldik suya gideceğiz’ derken emin olun daha fazla saçmalıyordu. Ama iki yüzlü insanlık… kime prim vereceğini kestirmek zor.
beri eksik bir şeyleri olan bağzı insanların hikayesini, istediğim yerden başlamak ve en bitirilmeyecek yerde kesecek şekilde anlatacağım.
BÖLÜM 1 Kadın ya da %0,81 faiz oranıyla ağlamak: İlkokulun karşısında teoride 1972’den kalma pastaneci Murat. Dükkânı pratikte açalı 3 sene Size ikisi ölü- biri yoğun bakımda, başından oldu olmadı. Aslen tokatlı. Lise terk. Nostalji
26
FUNDAMENTA
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
geni yahut kasabalı zevk anlayışı, belki de çocukluktan kalma bir alışkanlık… Dükkanının vitrininde pudralı lokumlar, şu kilim gibi dolanmış kremasız, sade, çok sade, cidden sade pastalar, marketten alınmış kutunun içine dizilmiş pestiller… köyümüzdeki bakkalın yaptığı tatlı köşesi gibiydi dükkanı. Abi ne yaptın? Beş dk. mesafesinde Mado olan adamsın, onu geç, hemen çaprazda Focacia var, dedik. Çay verdi bize, içtik, ben küçük adamım dedi, anladık. İyi, naif adamdır Murat. Bir kere namussuzluğunu duymadık, mahallenin yardıma muhtacına koşar, yaşlısının pazar arabasına el atar, kimseden iyilik esirgemezdi.
te edip karşısında ağlamaya.)
Her okul dağıldığında
şehre ne oldu alla’sen? Kapımızın önünde ne tuhaf olaylar var… O kadar deniz manzarası, kız kulesi şıklığı ve Beyoğlu hümanizmine yakıştı mı gelip de gidemeyen insanların hikâyesi?
Bir buçuk ay evvel karısı Nadiye tarafından terk edildi, erkek çocuk kendine bırakıldı, özünde zaten edilgendi, iyice öyle oldu. Gittikte sessizleşti, sigarayı arttırdı. Velilerden birinin’ gel seni psikoloğa götüreyim’ teklifine: Ben deli miyim abla, diye cevap verdi. Başka bir veliye hiç alakası yokken: oğlum anne dedikçe içim parçalanıyor, dedi… Sonra şehre paslı bir küfür sallayıp veliden özür diledi, gitmekli bir şeyler geveledi.
Bir hafta önce, çocuğunu uyutup okula gitti. Kamera kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla, aynı plastik sandalyede vav gibi bükülüp bir sigara İki gün önce… akşam beş suları, kapıda berber içti, içeri girdi. Sabah 5-C sınıfındaki projeksiNazımla çay içer, muhalefete sayar, sağlam kü- yon demirine attığı bir iple asıldığını gören müfür çakar, güler, cebindeki doğalgaz faturasını dür yardımcısı, okulu tatil etti, yuppi. sıkar. Yarım saate karısı Feride gelir, içeri girerler. Saat altıda dükkânı içerden kilitledi. Bağırış BÖLÜM 3 çağırış, faiz oranları hakkında iyi araştırılmış Şehir fiyakasını bozmayan ölüm ister ya da yabilgiler, sağlam küfürler… Feride’nin kafasına kışık olmayan ölümler: bir el sıktı, sonra kendisine yaptı aynını. Eşi yoNe oldu, çok acıdınız değil mi? Gözler doldu mu ğun bakımda, kendisi öldü. bi, hişş ağlamayın lan. Boş verin, yarına meze Bildiğimiz kadarıyla, sosyal eleştiri içeren en yapıp ciddiyetsiz bir iki şeyin yanında anlatır, bir son lafı şöyleydi: de ‘ölümlü, her şey boşlu’ ana fikir kasarız çev‘mına goyim lan bu şehrin Nazım, gidicem bur- reye. dan. ‘iktiler bizi ama ağır ‘iktiler. Gelelim asıl mevzuya: Murat karısının ailesinden, kendisi için kredi çekmelerini istemiş ve BÖLÜM 2 tehdit için kaç kere Feride’yi ölümle tehdit etKadın ya da beni çok yanlış anladın: mişti. Mustafa’ya gelince, 4-B’den Ali’nin anneİlkokulda müstahdem, kapı görevlisi, gönüllü sine âşık olmuş, reddedildiğinden beri de her çocuk delisi, evli, iki çocuk babası Mustafa abi. akşam Nadiye’yi dövmüştü. Enine boyuna kalıplı adamdır, veliler evin anah- Bence de işin aslını bilmeden kimseye üzülmetarını ona emanet eder, veletler maçta eksik meli. Evet, o kadar pislik var ki bilmediğimiz. adam olunca ona koşar. Tabii, baksana adamlara zaten hak etmişler. Bu zihni de dağılıyor olacak ki, kapıya bir plastik sandalyeyi attığı gibi vav harfi kıvamında içine bükülür,
Peki, yok öyle bir durum desem, ne Murat ne Mustafa öyle adamlar değil, ben sizi yani kendiyakardı bir Murattı. mi test ettim desem? Ölüm bile hikâye mi artık, (Ne kadar zor birini anlatmak ki o çaba biza- ona baktım desem? Öyküsüne göre değişir mi tihi saçma bir şey. Ben şimdi bir sürü boşluk ölüm dahi? bırakacağım hikâyede, sen kendi kafana göre dolduracaksın zaten, ne gerek. Ne meraklıyız Ve kelimeleri Rab edindiler, dedi İsa. Bu. kendi kof trajedilerimizi başkalarınınkine mon-
FUNDAMENTA
27
Cihad Kaygısız fundamentadergi.com
ASKIN ‘TUZU’NU AYARLAMAK. Puslu camları siliyorum çıplak bedenimle… Penceresinden bakıyorum… Belki de anlamak, kabullenmek ve yetinmek istiyorum kendimce. Umut ediyorum belki içinin baktığı yeri görebilirsem, ona hangi şarkıyı söylemem, hangi masalı anlatmam gerektiğini de bilebilirim ve böylece belki de bendeki seni mutlu edebilirim… Ama? Kışı geçirmez bir pencere bu. Kışı geçirmeyen bir pencereden yazı, ilkbaharı yada sonbaharı geçirmesini beklemek ahmaklık olur. Geçirmez ya! Şimdi geliyor aklıma ancak bazı şeyler. Demek ki insan bir yandan severken diğer taraftan düşünemiyormuş. Bu yüzden böyledir belki bu kadın. Mevsimsi, içi soğuk. Ayaklarını ayaklarımın, ellerini ellerimin arasına aldım ısınmıyor. Acaba bir de ütüyü mü denemeli? Yanar diye korkuyor insan, canı acır diye korkuyor. Keşke ‘yansın’ diyebilsem… “Immm… Tuz… Tuz koymuş muydum?” Etrafı yabani otlarla, ağaçlarla, grileşmiş çitlerle çevrili içine ışık, gün almaz bir bahçeydi gördüğüm. Aslında şaşıyorum böylesi bir
28
FUNDAMENTA
karanlığın oluşuna. Ve belki de yüzü hep bu yüzden gölgeli. Bir çok şey sarımsı, kahverengimsi burada, kurumuşlar. Yerler bir zamanlar yeşilleriyle yaşama tutunmuş yaprak ölüleriyle dolu. Onlarda bir vakit bir ağacın kucağında bir o tarafa bir bu tarafa sallanıyordu sen estikçe. Vee sen sonunda dindin… Pencereyi açtığında; içeriye girebilmek için, dallarını terk edip sana doğru süzülenler oluyordu. Ana vatanını, ana kucağını terk edip, senin kucağına yeni bir dünya yeni bir hayat bulabilmek ve yaşayabilmek umuduyla. Ama hepsi tuzağa düştüler. Kucak kapandı. Ne insafsızmışsın! Pencere kenarında sana ulaşabilmek için dallarından kopan ama o umdukları dünyaya giremeyen ölü yaprak yığınını görünce anladım. Tam da içeriye gireceklerken kapatmışsın, yüzlerine hiç beklemedikleri bir tokat gibi inmiş. Unufak olmuşlar. Küçük, kırık, paramparça yürekler… ‘la la la ‘
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
FUNDAMENTA
29
Halil Kılıç
fundamentadergi.com
ŞEHİR KAÇKINI Ç
ıranın tutuşturduğu odunların sesini dinleyen ihtiyar dünyadan bîhaber gibi yaptığı işe odaklanmıştı. İşten alakasız gibi sakallarını tarasa da semaverin ritmine ayak uydurarak tarağını sürüyordu. Semaver ile Güneşi özleştirmiş, gün doğmadan çayını hazır etmeyi kendine görev bilmişti. Çay olmak üzereydi… Sabahın ilk ışıklarıyla belgesel çekmek üzere yola koyulan Sertaç ve ekibi şakalaşmalar eşliğinde yollarına devam ediyorlardı. Kimi geçiş olarak kullanılacak birkaç görüntü alıyor kimi ise deklanşörünü bir tetik gibi kullanıyordu. Uzakta küçük bir baraka silueti görülmüş ve o tarafa doğru yol alınmıştı. Sertaç, arkadaşlarına köylülerin kamera karşısındaki tutumları çok komik oluyor arkadaşlar gülmeden çekebildiğimiz kadar malzeme çekelim daha sonra gülmeye çok vaktimiz olacak demesiyle kahka-
30
FUNDAMENTA
halar havada uçuştu. İhtiyar uzun zaman sonra insan sesinin vermiş olduğu irkilmeyle, tedirgin bir şekilde tarağını iç cebine koyup çayını yudumladı. İçlerinden biri, evet arkadaşlar şanslı günümüzdeyiz. Bey amca semaver yakmış nevalelerimiz kuru kuruya gitmeyecek ne dersin Sertaç? Sertaç, köylülerin en sevdiğim yanı bu işte bizim gibi hazır tüketmiyorlar baksana bu saatte çayını hazırlamış adamcağız hem de misafirperver olurlar. Bir kahkaha tufanı daha kopuyordu. Neyse yanaştık beyler az sessiz olun da şu kareyi bir çekelim baksana adam çayı ritüel şeklinde içiyor… “İzin aldınız mı gençler?” sorusu gençleri şaşırtsa da aralarında tebessüm ettikten sonra Sertaç söze atıldı; niçin bey amca? -Çekim yapmak için evladım.
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
Suskunluk hâsıl olur. Sertaç daha fazla sinirlenmeden gitmek için el hareketleriyle ekibini toplar. Tam gidecekleri sırada ekipten biri “köylülerin misafirperver olduğunu söylerler bir de, adamın ikinci bir bardağı bile yok şaka gibi”. İhtiyar açıklık getirme niyetiyle; ben köylü değilim. -Ne’sin peki derviş mi? -Hayır, Şehir Kaçkını. Sertaç’ın ekibi artık Kamil’siz yola devam edecekti. Kamil ne yapıp edip ses kaydı almak istiyordu. İhtiyar’ın iyi bir hikâyesinin olduğu hissi ağır basıyordu ve onunla uzun bir zaman geçirmeyi göze almıştı. Şehir Kaçkını insanları pek sevmese de konuşmayı özlemişti. Yıllardır nesnelerin diliyle konuşmak onu dinlendirmiş gibi görünse de aslında çok yormuştu. Çünkü doğaya ayak uydurmak zaman istiyordu ve o zaten zamanı kontrol etmeye kalkışmaktan bıktığı için doğaya sığınmıştı. -Konuşabilecek kadar uzun, senlibenli hitap edemeyecek kadar kısa bir zaman sonra; Neden Şehirden kaçtınız? Kalabalıklar, gürültü, riyakarlık, kokuşmuşluk bir çok sebep sayabilirim. Sizce bunlar neden oluyor? Para ve Sinema. -Amca millet ünlü olmak için can atıyor sende Nasıl bu kanıya varıyorsunuz peki? bize üç beş saniyenin lafını yapıyorsun ya olacak İnsanlar kelimeleri yanyana getirerek süslü sözler kurma peşindeler. Oysa hayata yön veriş mi? me adına okusalar bazen bir cümle hayatı de- İş mi? ğiştirmeye başlayabilir. -Ne işi? Sizin hayatınızı hangi cümle değiştirdi? -Ne iş; işte ben de onu soruyorum. -Allah Allah çattık ya sileriz kaydı tamam be si- Birçok sözün etkisi var elbette ama ilk değişimimi başlatan söz “Siz hem Tanrı'ya, hem paraleriz. ya kulluk edemezsiniz.” -İyi olur. Kamil, “Sertaç bu İhtiyar garip bir tipe benziyor Şehirdekiler paraya mı kulluk ediyor yani? hayat hikâyesini ses kaydı yapsak bir sonraki Si- Çoğunluğu öyle çünkü hayatta kalmak istiyornema filmi hikâyesi cepte demektir ne dersin?” Sertaç; abi adam kıl birine benziyor baksana bir KURTULDUĞUMU IDDIA şey koparamayız zannımca ama deneyelim dedikten sonra ihtiyara: EDEMEM; ANCAK TANRI’YA - Amca bize yetecek kadar çayın var mı? KULLUK EDEBILMEK IÇIN BIR -Çayım var da bardağım yok gençler! -Neyse, bey amca içmiş kadar olduk sağol. ADIM DIYE DÜŞÜNÜYORUM. -Eyvallah.
FUNDAMENTA
31
Halil Kılıç
fundamentadergi.com
san çarklı seni bir şekilde içine alıyor. Köye yerleşince çarklıdan kurtuluyor musunuz? Kurtulduğumu iddia edemem; ancak Tanrı’ya kulluk edebilmek için bir adım diye düşünüyorum. Nasıl yani? Filmde derdi ki “Tanrıdan o kadar uzak yaşıyoruz o kadar ki muhtemelen yardım için dua ettiğimizde bizi duymuyordur.” Az önce Sinema’nın olumsuz etkisinden söz ettiniz; ama şimdi bir film repliğinin olumlu yanını dile getiriyorsunuz? Sinema, görsel mesaj hayata yön veren en önemli araçlardan birisidir. İnsanlar her ne kadar eğlence ve hayatın sorumluluklarından kaçış olarak izleseler de, işlenmek istenen motif izleyicinin bilinçaltına yerleştirilir ve hayata bakış açısı değiştirilir. Peki nasıl bir motif işlenmekte? Erkek çocuklarımız şiddete meyilli büyüyorlar. Kötülüğe karşı aynı kötülükle cevap verilmesi şiddetin meşrulaştırılması anlamına gelir. Şiddetin meşrulaştırılması sürekli artıyor ve ahlaki değerlere uygun filmler çok az yapılmakta. Eğitsel içerikli şiddet işlenince yani şiddetin yürek parçalayan yönleri işlenip, ardından fon müziği eşliğinde şefkat ve masumiyet içeren sahneler sunulunca hemen ajitasyon (duygu sömürüsü) olarak algılanıyor. Çünkü Amerikanvari halk ve şiddet yanlısı akıl bunu idrak edemiyor. Gelgelim pembe dizilerle büyüyen kız çocuklarına, onlar da hayattan soyutlanmış bulutların üzerinde gibi görünse de televizyon karşısında yaşıyorlar. Hayallerindeki olaylar küçüklükten beri ekranlarda; zaten hayallerini oluşturan da ekranlar olduğu için ona kilitleniyorlar. Dizi ve filmler insanları farklı düşünmek, üretmek yerine tüketen ve hayalci bir zihniyet olmaya sevk ediyor. Evlilik çağına gelmiş üniversiteli kızlarımız bile çocuksu hareketlerde bulunabiliyorlar. Yaşadıkları dünya adına adam akıllı bir projeleri dahi yok; hep uyutulmaya ve hayatı tozpembe görmeye devam ediyorlar. Ve işin kötüsü bu bayanlar gerçek hayatla yüzleşince bunalıma giriyorlar. Şimdi bu şartlarda yetişmiş olan iki tarafın evlendiklerini varsayalım (ki öyle): Hayalleri ile gerçek hayatın bir olmadığını gören bayan ile bunalım takılan eşine çare bulamayan şiddet yanlısı erkek ve sağlıksız bir iletişim. Bu aile-
32
FUNDAMENTA
den oluşan çocuklarda doğal olarak huzursuz ve şiddete meraklı olacaktır. Ve böylece bilinçsiz, ahlaktan yoksun, gerçeklerle yüzleşmekten kaçarak umudu ekranlarda arayan bir toplum olmak zorunda kalacaklar. O zaman ülkeleri politikacıların değil senarist ve yönetmenlerin yönettiğini düşünüyorsunuz? Evet, bir nevi öyle. Peki, siz buraya yerleşmeden önce ne iş yapıyordunuz? Senaristtim. Nasıl yani?! Evet maalesef. Peki, eşiniz var mı? Vardı. Sormadan ben söyleyeyim o benimle gelmeyi tercih etmedi. Çok sevdiğini söylerdi ama fedakarlık edemedi. Şehirli vefasızlığını sevgi sözcükleriyle örtbas eder. Kendisi Cast direktörüdür. İyinin ne olduğuna karar veremediği için çocuğumuz olsun istemedi. İyiyi ona anlatınca da parayı seçti. Aslında parasızlıktan korktu. Kızılderililerin atasözünü söyleyerek ayrıldım: “Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.” Neyse, eş konusu çok derin ve kısa ölüm gibi. Anlatmak isterseniz vaktimiz var? Burada en iyi bulanan şey vakittir zaten şehre benzemez. Herkes olabildiğince şıktı. Ödül töreni başlamadan önce gazetecilerin flaşları salonun ışıklarından daha iyi aydınlatıyor ve göz kamaştırıyordu. Herkes en iyi kostümlerini giymiş birbirleriyle yarışıyordu. Yarışması gereken eserleri değil de elbiseleriymiş gibi. Alkışlar havada uçuşurken ödül töreninin sonlarına doğru geliniyordu. Sunucu; En iyi belgesel ödülü; Köyde Yaşam’ın yönetmeni, Sertaç Kutlu’nun oluyor. Sertaç, ödülünü almak üzere kürsüye çıkıyor, ekibini teşekkür ettikten sonra bir kaç afili söz savuruyor ve alkışlar eşliğinde yerine geçiyordu. En iyi kısa film dalında ödül, Şehir Kaçkını ile yönetmen Kamil Salih’in oluyor. Şak şak şak. Kısa bir süre sessizlik oluyor ve sunucunun eline not ulaşıyordu. “Kalabalıklar, gürültü, riyakarlık, kokuşmuşluk.”
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
Muhammed Uzunay
BIRAKIP GİTMEK Aristo'yu öldürürken Theo oradaydi, ölen kim-biz kimiz? Bugün hepimiz noksan, Angelopoulos, bitti vişne reçelimiz. Gelirsek Ahmet abi gibi gelirdik, oysa bir Metris vardı ve güllüydü kederimiz. Biz, Ankara'da bağir yanması şerbetimiz-birakip gitmek. Biz, Mamak gibi, her çayda biter şekerimiz-birakip gitmek. Kuruntumuz, efkarda sigaramiz, kedisizliğimiz. Kanepemiz, kıçımızın üstü, gidemeyişimiz. Gidersek de Arif gibi giderdik Hıncımiz, Mansur'a sevdamiz, vişne bahçemiz. Biz, hiç bir yerde, her yerde bekler sevgimizbırakip gitmek Biz, portakal bahçeleri, rue de cascades'e direnişimiz-bırakıp gitmek. Çok saçma zamanlarıydı kahvelerin şeker yok, biz ve çaysızlığımız. Hep oturmak var, asla da nostalji yok, siz ve sızınız. Midemiz sıkıntımızdı oysa sıkıntımız ağızda nane şekeri Anlaşılamıyorsak, mentölsüzdü dünyamız lütfen öyle bırakınız. Biz fütursuzluğumuzda kadın, eskidi saç rengimizbirakip gitmek. Biz, arsızlığımızda Haymanali, hiçlikte kusan gecemiz-birakip gitmek. Seni sevmede, sen dur gece, en ileride ben ve Ahmet ağabeyimiz. Meyhane gecelerindeyim, bir limon çiçeği Korkmaz-sizin direnişimiz Gelince d ile geliyordu Dicle'miz oysa tektik Biz, limon çiçeği ve çağrılmayan sevgimiz.
FUNDAMENTA
33
Hacer Gรถren fundamentadergi.com
Koma W
34
FUNDAMENTA
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
a Wetan S
“ŞIMDI BIR GÜVERCININ UÇUŞUNU BÖLÜYORUZ, GÖKYÜZÜNÜN O MEŞHUR MAVILIĞINDE”
ıcak bir yaz akşamı, turuncu sokak lambalarının altında herhangi bir sahilde bir sevgiliyi düşleyen bir kadın/erkek kadar yalnız olmak ve makul hayallerin beraberinde içinden şiirler okuyup, şiirli günler düşlüyor olmak, düşüyor olmak. İçinde umutlar büyütmek; başka bir ben, başka bir yer, başka bir dil. Evet bilmediğin bir dile düşüyorsa hayallerin, düşse... hey lo bra, hesen bra, heyy bra, heyy sevgili! Koma Wetan'nın sesleri yükselir o yerde, sahilde! Hey lawo bra, hesen bra! Öyle bir aşk var ki bu sözlerde, sanki Kürdistan. Tahayyül et, onlar ki ayakları üşüyen çocuklar gibi bağırıyorlar tanrım, düşün tanrım. Nihayetinde türkçeleştiriyorum kafamda uçuşan notaları. Gözlerin tanrım, gözlerin yüreğime dokunsun tanrım diyorlar. Koma Wetan, grubun ismi Kürdistan’a olan bağlığın ifadesi olarak konulmuş, solisti Kerem Gerdenzerî (Kürt), bateride Rafaêlê Şamilê Dasinî (Kürt), klavyede Lêvon Grigori Şexbazyan (Ermeni), solo gitarda Omerê Sebriyâ Recevî (Kürt)... Kürt Yêzîdî olan Baba tarafı Kars, anne tarafı Vanlı olan Gerdenzerî’nin ailesi 1915’te Ermenistan’a göç eder. SSCB’nin kuruluşuyla birlikte ailesi Gürcistan’ın Tiflis kentine yerleşir. 1952 yılında hayata gözlerini açan Kerem Gerdenzerî, 10 yaşındayken gitar okuluna kaydını yaptırır. Bu yıllarda İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Rusça ve İtalyanca müzikler dinlemeye başlar. 1968’lerde grup kurup amatörce müzik çalışmalarını sürdüren Gerdenzeri, kendisi gibi yine Gürcistan’da yaşayan Yêzîdî Kürt ve Ermeni olmak üzere üç arkadaşıyla birlikte Koma Wetan’ı kurar. Grup 1978 yılında Gürcistan’da gerçekleştirilen bir müzik festivaline davet edilir. Festival tüm SSCB televizyonlarında naklen yayınlanır. Festivalde ödül alan grup plak çıkarmaya karar verir. Koma Wetan’ın ilk albümü “Bae Paizê’’ Halepçe Katliamına denk gelir. Grup, albümden gelen tüm gelirleri katliamda zarar gören ailelere bağışlarlar. Bae Paizé’deki bazı şarkıların sözlerini Kerem Gerdenzerî yapar ve bazılarını da Kafkaslar’da yaşayan Mikaili Reşit, Karlini Çaçan, Aliyi İsko, Ordixane Celil, Latifi Hüsret gibi Kürt aydın ve
CEMAL SÜREYA şairlerin şiirlerini kullanırlar. Nitekim çokta başarılı olurlar. Ayrıca Kürtçe rock müzik üzerine çekilmiş bir belgeselde de Koma Wetan için: “Baştan sona delilik. Çünkü bu ülkenin koca koca adamlarının oturup, ciddi ciddi bingbang’ı tartışır gibi, ‘kart-kurt’ teorisini üretmeye başladığı yıllar ve ‘kart-kurt’tan değil de, Beatles’dan Qarapetê Xaco’dan etkilenmek haddini kendinde bulan üç Kürt bir ermeni gencinin hikâyesidir Koma Wetan. Bu aynı zamanda sanatın etkisinin, saltanatların gücünü zaman içinde nasıl komik hale düşürdüğünü içinde barındıran bir gerçektir.” denilmiştir. Bu da oldukça dikkat çekicidir. 1992'lerde SSCB dağılması ile Koma Wetan'da dağılmak zorunda kalır. Çünkü devlet kültürel alanda desteğini çekmiştir. Ve Koma Wetan'ı zor günler bekliyordur. Herkes bir taraflara gitmeye başlar. Kerem Gerdenzerî ailesi ile birlikte Moskova’ya taşınır, grubun diğer üyeleri de her biri başka bir memlekete gider. Kerem Gerdenzerî yola tek başına devam etmek durumunda kalır ve Koma Wetan adını sürdürür. Kerem Gerdenzerî 41. sanat hayatına çift CD’li çalışma yapar ve Kom Müzik’ten çıkan albümde Gerdenzerî’nin yeni şarkılarının yer aldığı “Rojbaş Amed / Veger” ile Koma Wetan’ın ilk ve tek albümü “Bayê Payîzê” de bulunur. “Bayê Payîzê” 1989’da yayınlanan orjinal kapak tasarımıyla 2013' te tekrar yayınlanır. Arşa yükselen sözleri, beni vuran eseri, Hesen Bra'yı Türkçeleştirmeye devam ediyorum... Bana fazla geliyor ellerin tanrım, bana yasak. Bana yasak kırsalı gören bol manzaralı, tuzu bol patlamış mısırlı hayaller. Koma Wetan bağırıyor ya, hey lo hesen bra, bra, hey sevgili, heyy tanrı! Bir hastanenin acilinde kıvranan hasta hesen, hey bra! Şehirlerarası bir yolcunun dilindeki şarkı hesen bra! Orospunun yanında büyüyen oğlan çocuğu hesen bra! Mezarlığa düşen gözyaşları hesen bra! Hesen bra hey lawo torbada taşınan ölü bebe. Hesen bra zamanla, hesen bra mekânla, aşkla, meşkle, dostlukla hey! Ve biliyor musunuz ki, şimdi hesen bramla güvercinler daha çok konuyor pencereme.
FUNDAMENTA
35
Bünyamin Kavrut
fundamentadergi.com
SEVGILIM İŞGALE BÜRÜNECEK SENINLE ŞEHIR
36
FUNDAMENTA
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
Suyu uyandırma ateşi de Dişlerimle büyüyen günah Dikkatimi dağıtan bu sessizlik Okul sıralarında edindiğim isyan Adamın şehre koşarak girmesine yetecek Parmaklarım arasında kalan tütün İnatçı bir kış yüklüyor katırlara Damarlarını yokluyorum tedirgin Birazdan ışıklar yanacak Buna bir anlam yükleyeceğim Adam şehre girecek ancak görmesi mümkün değil uzayan tırnaklarımı Kalabalık çizeceğim ama sen Uyandırma suyu ateşi de Şehzadeler gibi boğazlanacak değil Örgüler arıyor saçıma görünür dua Telaşlanıyorum kıymete biniyor ruh ''Palaspandıras akım ediyorum çitlere'' Atlara ve silahlara yer yok ihtiyarları koru ''Kavuşamayacağımıza inancım tam''
FUNDAMENTA
37
Leyla Kaya
fundamentadergi.com
SÜRÇ-I LISAN EDECEĞIM AFFOLA “Sana durlanmış kelimeler getireceğim pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler kelimeler, bazısı tüyden bazısı demir”
İsmet Özel 38
FUNDAMENTA
D
iyarbekir, başından sonuna bir Zarifoğlu şiiridir bana kalırsa. Bu şehri anlatmaya kalkışırken onun şiirlerinden sirayet etmiş hislerin, naif bakışın, safiyetin, bu şehrin sizi içine çektiği güzellik duygusunun durduk yere içlenmeye dönüşmesi belki Zarifoğlu’ndan mütevellit. Bundan dolayıdır ki, duyguları dışa vurmak istemenin, söylemeye kalkışılan tüm sözlerin, itina ile seçilmiş olmasına rağmen
her sözden sonra kendine dışardan şöyle bir bakıp, söylenmiş ve söylenecek olan her şeyin yetersiz olduğu hissine kapılıp, yönünü başka yöne çevirme zorunluluğunu da ardında barındırıyor. “Eğer şiir okusan bilirdin.” (1) Biliyoruz şaire, şiirini açıklattırabilmenin mümkün olmadığını. Bu girizgâhtan sonra, bir şehre, acılarına bakarak bakmaya başladık. Fakat burada çocuklar Zarifoğlu’nun şiirlerinde anlatıl-
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
dığı gibi oyuncak vitrinlerinin önünde değil, -bu yüzden belirsizliğin arsız nefesi önümüzü kesiyor- ellerindeki boya sandıkları ile sakız kutuları ile en kalabalıklara konuşlanmışlar. (Belki bu yüzden bir devir Zarifoğlu ile çok geç tanışacaktır) On metre dümdüz gittikten sonra ilk solda unutulmuş çocuklar: “burası Diyarbekir” diyor. Acılarını düzenli aralıklarla burada yaşıyorlar. Acı çeken de, çekilen acıyı gören de artık rahatsız olmuyor bu ritüelden. Burada belki “mazoşistçe” çekilen acılara bu düşkünlük, Kafka okumaktan da değil. Belki yoksulluk, belki unutulmuşluk, belki alışmışlık… Biliyor olmaya çok yaklaşıyoruz. İşte tam da bu farkına varmış olmanın verdiği sorumluluk, çeşitli illüzyonlarla dikkatimizi çok başarılı bir şekilde başka yönlere çok çeken gündelik hayat, bu noktada tüm cazibesini yitiriyor. Evet, burası Diyarbekir, sıla-i rahim... Romantize edilmiş Diyarbekir’den uzakta bir Diyarbekir bizim gördüğümüz. Surlar, keklik pazarları, tüm acılardan karantine edilmiş kafeleri ve bulutları, havası ve tüm bu güzelliklerine rağmen burayı romantik olmaktan ziyade, bizi giderek endişelendiren bir şekilde, henüz karşımıza çıkmış anlama sorumluluğunun ağırlığıyla yaklaşıyor Diyarbekir. Buranın baş döndüren güzelliği, gördüğümüz bu kötü gidişatı yaratan etkenlerin giderek artış göstermesi, ardında yatan ahlaki sorumlulukları kaldırmıyor elbette. (Ahlaki sorumluluk diyorum.) Bu çocukları gördüğümüzde bir his ilk defa bizi bu denli derinden yaralıyor, çünkü tüm bu yitirilmeler bütün bir şehrin gözü önünde yaşanıyor. Birileri ustaca unutuyor bu çocukları, en olmadık yerlerde. Bu ahlaki sorumluluklar için unutmak kadar ıskalamak da elzem bir konu. Toprağın üstündekileri, duvarın ardındakileri… Anlamayı ıskalamak… Anlamak zahmet gerektirir. Fakat anlamak her nedense bir çeşit toprak meselesi, bir çe-
şit işgal halinden öteye gidemiyor. Şairlerin başına gelebildiği gibi, şehirlerin de gördüğü bir muameledir bu. Mesela? Diyarbekir’i gösteren insanların, “abi bakın aslında öyle değil, burda çocuklar hiç de öyle düşündüğünüz gibi değil, gayet rahat, onlar da sizin gibi giyinip kuşanıp, okullara gidiyor” minvalindeki zorunlu açıklamaları aslında bu çocukların asla sahip olamadığı ve olamayacakları özgürlüğün, Baurillardvâri bir yanılsamayla bu konuyu, görünürü görünmez kılmaya yönelik tutuma işaret ediyor. Bir başkası tarafından “bahşedilmesi” beklenilen bu çaresizlik içimize oturuyor. Çaresizlik… Sesimiz çocuk seslerine karışmıyor, diyoruz ve içimizdeki taşlar yerine oturuyor. Yaşamasınlar isteyip de bir şey yapamamak utandırıyor ama biz “her şeye esirgeyen ve bağışlayan, çokça esirgeyen çokça bağışlayan, hep esirgeyen ve hep bağışlayan” (2) rabbin adıyla başladık, geçecek, inancında olsak da biz yine de hep biraz utanıyorduk. Tam burada İsmet Özel’in utanma hissine dair cümleleri ilk kez bu kadar derinden, utanma sorumluluğunun çarpıcı bir telaffuzu gibi kendini hatırlatıyor. Belki de bu şehir için uyarlanmış korkunç boyutlarda gerçekçi bir yakınma şekli diye düşünüyorum, Özel haklıydı! “Söylenecek şeyler olduğunu bildiğim için utanıyorum. Bir şeyleri söylemeye ‘yeltenmediğim’ için utanıyorum. Aynı şeyleri söylemeye hiç yanaşmadım diye utanıyorum. Serazatlığımdan, kendime tanıdığım hareket kolaylığından utanıyorum.” Gözümüzün önünde yitirilmekte olan bir şehrin çocukluğunun yanında, yitirilmiş çocukları var Diyarbekir’in. Barışırlar mı diyoruz, kavgadan yorulup. Barışmıyorlar. Diyarbekir, -Calvino’nun sözleri üzerinden bir gönderme yapacak olursak- kendine sorulan sorulara yanıt verebilen bir şehir.
Yüzünüzü döndünüz mü başlar konuşmaya. Diyarbekir konuşan bir şehirdir çünkü, Bağlar'ı, Dağkapı'sı... Taşları dahi konuşuyor. Tüm sorular aynı cevabı işaret ediyor: “Devlet acımasızdır!” Siz burada istediğinizi dinleyin, gündüz bu sesle başlayıp, gece hep bu sesle sona eriyor burada. Acı… Tüm gülüşlerimize ara veriyoruz; izninizle; Çünkü biz, ezan okunurken teybin kapatılmasına (3) inanan insanlarız. Tüm kaygılardan sıyrılıp, bir çocuğun içlenmesine kederlenen insanlar olabiliyoruz. Bu yazgının değişeceğine, yaşadığımız cehennemi cennete çevireceğimize inanıyoruz yine de, çünkü cennet bu değil! Bir yerden Diyarbekir’e gitmeyi söylerken, insanın tüm kötülüğüne rağmen onun güzelliğine inanırken ve elbette kayıtsız bir yaşamı asla kabul etmeyeceğimizi düşünürken asla yenilmezliğimize seviniyoruz. Mayamızdaki o insani hakikate bağlılık asla dile getirilen bir şey değil, biliyoruz; o hissedilebilen bir şey ve biz hissediyoruz. Ve tüm çocukların ‘oyuncak vitrinlerinin’ önünde konuşlanmasına inanıyoruz ve geçeceğine tüm acıların. “Çünkü besmeleyle başlandı çünkü desturla tuttuk ne tuttuksa” (4) Not: - (1) Beş Şehir, Ah Muhsin Ünlü. - (2) Anna, Tarık Tufan - (3) Ah Muhsin Ünlü - (4) ACZ Not: - Bu yazı, tüm sevdiğimiz şair hislerin yazıya sirayet etmiş halidir. Ahmed Arif yeşilidir, İsmet Özeldir, Muhsin Ünlüdür, bir Zarifoğlu histir… “Elbette bunları çabucak geçelim sevgilim.” En dip Not: “… çok şeylere çağrıldık, gözümüz dağlarda kaldı. Zahmet vaktidir”: Diyarbekir’e gitmeyi söyleyen bilet: 70 tl.
FUNDAMENTA
39
Samet Kahraman
fundamentadergi.com
ALTIN VE BAKIR
B
azı yollar var; gitmek istediğiniz yere bir türlü varamazsınız, lâkin yolculuğun kendisi sizi varmak istediğinizden başka bir yere, farklı bir ulaşılmışlığa götürür. Aslında bu yolculuk esnasında keşfettiğiniz şey, varmak istediğinizden daha muteberdir; bunu idrâk etmiş olursunuz. Seyyid Rıza'nın yolculuğu da böyle bir yolculuk. Altın ve Bakır filminde, hakikat dağının zirvesine ulaşmak isteyen Rıza'nın seyahatine tanıklık ediyoruz. Hakikat dağını tırmanırken bir anda kendini dağın kalbinde bir mağarada sığınmış buluyor: Aşk sığınağı. Altın ve Bakır bize; bilmek ve yaşamak arasındaki ebedî döngüyü, Mutahhari, Hâfız Şirâzi ve Mevlâna şiirselliği tadında anlatıyor.
Seyyid Rıza, ilmi eğitimine devam etmek üzere Tehran'a geliyor. İki çocuğu ve eşiyle başlayan bu yolculuğunda, eşi Zehra Sedat'ın talihsiz MS hastalığının ortaya çıkmasıyla Seyyid Rıza, bilmenin peşinden giderken bir anda kendini yaşamın ender zorluklarıyla mücadele ederken buluyor. Birçok kez kendi ve eşi için zorluklara gark etmeye başlayan bu hayata karşı inşirah bilinciyle kuşanıp ettiği o dehşetengiz tevekkülüne imtina ederken buluyoruz kendimizi. İLİM VE KENDİNİ BİLMEK, TANIMAK
"Dünya sırlarının en büyüğünü anlamak ve insanoğlunun düşüncesinde açık olan en önemli meseleyi, yani Allah'ı idrak etmek için kendini tanımalısın. İnsanoğlunun, davranışlarında müptela 2011 İran yapımı Tala ve Mes'in (Altın ve Bakır), olduğu, "ben nasıl olmalıyım? nasıl davranmasenaryosunu Hamed Mohammadi yazarken, yölıyım?" şeklindeki en önemli mesele. Yani ahlak netmen koltuğunda Homayoun Assadian oturiçin de kendini tanımalısın." (1) makta. Başroldeki Seyyid Rızayı Behrouz Shaibi, Zehra Sedat'ı Negar Javaherian, Hamid'i ise Ja- Murtaza Mutahhari'nin dediği gibi dünyanın sırvad Ezati oynuyor. larının en büyüğünü anlamak kendini tanımaktan
40
FUNDAMENTA
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
Rıza'ya: “Aradığın Ahlâk kitabı en üstte” derken de, ahlâkın aslında tüm ilimlerden daha üstün bir önem ve aşkınlığa sahip olduğunu anlatıyor. Anlıyoruz ki: Hakikat dağının zirvesi veyahut bilmenin sınırsızlığı göğün sonsuzluğu gibi yüksektedir ve biz ne kadar yükseğe tırmanmak istediğimize değil bulunduğumuz yerde en iyi nasıl sığınacağımıza bakmalıyız. Kendimize sevgi ve merhametten inler bulup oralara sığınmalıyız zaman zaman. Tırmanırken bulunduğumuz yeri, yani hayatın aslını ihmal etmek bilmenin de yaşamanın da kendine aykırıdır. geçer. Yunus'un 'ilim kendin bilmektir' sözüyle anlatmak istediği de bundan başkası değildi. İlmin en makbûl yanı onunla amel edilmesidir. Bu minvalde birçok dini metnin varlığı malumunuz. Filmde de bilmenin sınırsızlığı ile ilgili Rıza'nın dinlediği dersten bir kesitte şöyle söylüyor: “... İlim üstüne ilim biriktirmek, karanlık üstüne karanlık... Ama amel olmadıkça ne fayda? Daha fazla biriktirmek yerine daha fazla amel edin...” Kendini tanımak, kendini bilmek, bildiğinle doğru yaşamak, nasıl yapmalıyım sorusuna ahlakî bir cevap bulmak. Yönetmen bize asıl meselenin bu olduğunu; Rıza'nın sahafta kitap satın alma sahnesindeki göndermesiyle de tasdik ediyor. Sahaf
Zehra Sedat küçüklüğünden beri halı dokumasını bilen: iyi bir ev hanımı. Elim hastalığa tutulup, ayaklarını ve ellerini kullanamaz hale gelince evdeki tüm işleri yapmak, ilim öğrencisi olan eşine, Seyyid Rıza'ya kalıyor. Rıza, ilim öğrenmek için geldiği Tahran'da bir anda kendini hayatın zorlukları içerisinde mücadele ederken buluyor. Aslında hayatın kendisi de bilmenin kendisi de ilmin kendisi de bunun için var. Bu düşünceyi idrak ediyor ve Mutaharri'nin “nasıl olmalıyım?” sorusuna sahip olduğu ilimle uluhiyeti ihya edecek bir tevekkül göstererek veriyor. Allah rızâsı için eşini ve ailesini seviyor. Onlar için mücadele ediyor. Artık ilme ayıracak vakti kalmıyor ve tamamen bu aşk ile ailesi için elinden geleni yapmaya koyuluyor.
FUNDAMENTA
41
Samet Kahraman fundamentadergi.com hayat var. Halı dokumak ile ilgili bilgimiz olmasa bile, onu yapma isteğine bizi sevkeden sevgi, muhabbet, aşk ve ahlâk duygusuyla onu lâyıkıyla işler ve Rabbin önüne sunarız. Allah'ın da bizden istediği hakikati tümüyle idrak etmemiz değil, sahip olduğumuz bilgiyle doğru ve samimi şekilde âmel etmemiz en nihayetinde. Halıyı güzel yapan şey bilgi değil, sevgi ve ona beslediğimiz muhabbetin kendisi. Tıpkı bir maddeyi başka birine dönüştüren iksir gibi, halıyı güzelleştiriyor adeta. MUTLULUĞUN SIRRI "O'nun aşkının kimyasından, bu kara yüzüm altın oluverdi. Evet, senin lütfunun mutluluğuyla toprak altın olur." Hafız Şirazi İnsanların arayıp durduğu bu kimya Aşk'tır, gerisi çerçöptür. Şimdi neden bu sözü söylediklerini anlayacağız: “Eğer okuduklarınız bizimkiyle aynıysa yırtıp atın kitaplarınızı! Çünkü aşk ilmi, hiçbir kitapta yazmaz!..” (2) Mutluluğun sırrı, cennetin anahtarı hangi kitapta yazılıdır? Yanlış yerde arıyorsunuz. O Allah'ın Musa'ya “benim için sev, benim için buğz et” deAslında Molla Rıza'nın aşkı, gerçek ilmin de aşk yişinde yatıyor. İşte bu sebepten tüm amellerin ile yanmak olduğunu bize en güzel dille anlatmış kabulünün remzi, "Velayettir" diyor Mutahhari. oluyor. Allah için sevmek, Allah'tan ötürü sevmek. YARIM KALMIŞ HALI, HAYAT VE TEVEKKÜL Tıpkı Rıza'nın evinin önündeki ağacın üstünde Filmdeki en güzel imgelerden birisi şüphesiz halı açan çiçek gibi ya da boşanmak üzere olan hemimgesi. Zehra Sedat'ın hastalığından dolayı yarım şirenin boşanmaktan vazgeçmesi gibi bir umuda bıraktığı halıyı Rıza örmeye devam ediyor. Çünkü dönüşüyor bu sevgi. Sevginin mizânı Allah oldukailesini geçindirmek için halıyı örmesi ve satması ça mutluluğun asıl sırrını keşfediyor insan. Küçük gerek. Yönetmen yarım kalmış halıyla ve onu örme mutluluklara işaret eden hemşirenin müthiş idrakonusunda acemiliğiyle aslında Rıza'yı bundan kine hayran kalıyoruz bu sır perdesi çözülürken. sonra bekleyecek olan hayatın yeni yüzünü imge- ALTIN VE BAKIR leselleştirmiş olabilir. Rıza, halı örme konusunda "Farsça şiir söyleyen şairler, aşkı iksir olarak taher geçen gün kendini geliştiriyor. Tıpkı ev işlenımlamışlardır. Kimyagerler, tabiatta bir maddeyi rinde geliştirdiği gibi. Halıyı örerken bir yandan başka bir maddeye çevirme kabiliyeti taşıyan "iköğrendiği şeyleri tekrar edip, ilim çalışmalarına sir" veya "kimya" adlı bir maddenin varlığına inandevam etmek istiyor ama tabi ki bu pek mümkün mış ve asırlarca bu maddeyi arayıp durmuşlardır... olmuyor. Kendini harap, bitkin ve çoğu zaman uyuya kalmış buluyor bu işi yaparken. Üstüne üstlük ..Şairler: "Değişim ve dönüşüm gücüne sahip olan gözlerini (sağlığını) kaybetmeyi göze alıyor. Halıyı gerçek iksir sevgi ve samimi aşktır; çünkü aşk, nisatacağı esnafın: “bunu bu kadar sürede bitirebi- telikleri değiştirebilecek güce sahiptir." dediler.. lir misin?” sorusuna: “Allah'a tevekkül ile halıyı ..Aşk mutlak iksirdir, kimyanın özelliğini taşır, yani inşallah bitiririm” demesi de, Rıza'nın yeni haya- maddelerin yapısını değiştirir, insanlar da bir tür tına tevekkülle olan bakışının bir anlatımı olarak maddedir zaten. Gönlü gönül eden aşktır, aşk olkarşımıza çıkıyor. masa gönül de bir avuç topraktır... Hepimizin önünde tıpkı halı gibi dokuyacağı bir
42
FUNDAMENTA
“...İksir eriten, birleştiren ve tamamlayıcı bir un-
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
surdur. Bakırı altına çevirir. Ayrıca faydalı baharatlara ve kâmil mürşide (evliyaya da) iksir derler. Bu özelliklerin her üçü de aşkta vardır, hem eritici, hem birleştirici, hem tamamlayıcıdır...” Sevgi acıları tatlılaştırır / Bakırı altına dönüştürür." (3) Bir Mollanın aşkı. Bilmenin yanında sıradan duran yaşama anlam kazandıracak yegâne iksir. Bakırı altına çevirecek iksir. Çamurdan yaratılana ruh katacak iksir. Rıza'nın oğlunun altını değiştirmeye mahkum olduğu hayatını sevgi iksiriyle, en aşkın ilimlere mazhar olunan bir hayata eşdeğer tanrısallığa kavuşturacak iksir. İnsanı Mutahhari'nin dediği gibi bir tutam topraktan sevgi dolu bir gönle dönüştüren şey aşktır. O tutku acıları tatlılaştırır; bakırı altına dönüştürür. Sevgiye harcanmadıktan sonra bilmenin en kıymetlisi dahi beyhude bir teselliden başka bir şey değildir... Ne güzel demiş Mevlâna: “Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra...”
neğini nerdeyse kaybeden Seyyid Rıza'nın inşirâhı HER ZORLUĞUN YANINDA BİR KOLAYLIK VARDIR okuması, yani görmezken hakikati idrak etmesi Bilme yolculuğunda hakikat dağına tırmanışın, de mânidar bir anlatı olmuş. sevgi mağaralarına sığınmaların, yaşamın aslına tutunmanın gücünü insana yükleyen inşirâhı, bu Altın ve Bakır bize sevginin gücünü, bilmenin ve kadar güzel anlatan başka bir sanat eseri henüz yaşamanın arasındaki ender gelgitleri, hayata dünyada yok sanırım. Film, inşirâh suresinin sine- zorluklara rağmen tevekkülle tutunabilme feramatografik bir tefsiri gibi. Finalde de görme yete- setini anlatan muhteşem bir İran filmi...
FUNDAMENTA
43
Halit Uysal
fundamentadergi.com
BIR İMAM ÇOCUĞUNUN ANILARI PART 1: KUTSAL GECELERIN ÇOCUK BÜNYESINDEKI ETKILERI
Ç
ocuktum… Babam oturduğumuz köyün imamıydı. Bundan seneler önce içi saman dolu bir kanepe, merdaneli çamaşır makinesi ve çuvallara istif edilmiş yatak yorganla gelmişler memleketlerinden batıya… Dört kardeşiz; en büyüğümüz haliyle her şeyden mahrum bırakılmış ablam, abim Abdulhamithan ve küçük kardeş Bilal. Ağabeyimin doğduğu dönemlerde Osmanlı padişahı Abdülhamit Han hakkında “Kızıl Sultan” tartışması varmış. Babam ağabeyimin ismini tepkisel olarak Abdülhamit koyduğu gibi birde hanedanla ilişkisi varmış gibi yanına “han” eklemiş. ÖSS sonuçları geldiği sene apartman girişinden, ismi kutucuklara sığmadığı için “Abdulhamitha- Abdulhamitha” diye seslenen postacı faciasının ardından abim artık kendisine sadece Hamit denmesini istedi. Ben hemen İslami kimliğimi ortaya koyarak: -Konuşma lan abdul, “Hamit” tek başına olmaz, “Hamit”, Allah ın ismi ibiş… çıkışı yapmış bir kaç gün gözümdeki menekşe moru
44
FUNDAMENTA
nedeniyle sokağa çıkamamıştım. Benim doğduğum senelerde “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmi popüler olduğundan olsa gerek adımı filmin aslında kız ama erkek rolü oynayan karakterinin ismi olan Samet koymak istemişler. Yav bu kısmı ben tahmin ettim ama orijinalinde bizim Kari Hafız Abdussamed’den kaynaklandığına yemin edebilirim. Ama hesaba katmadıkları dedem ortaya çıkmış ve kendi adını yazdırmış nüfus memuruna. İsmimin son harfi olan “t” beni hep uyuz etmiştir. Hâlbuki orijinali “Halid”olmalıydı. Bir milletin aydınlık yarınlara ulaşması adına bir gecede tüm alfabeyi hamile bırakan büyüklerimize bu yüzden hep bilenmişimdir. Kendi tarihimizi öğrenmek için başka bir dil bilmeniz gerekiyor. Enteresan… Tarih 27 Mayıs 1988 senesinde iken yani “The Message” filminin çekiminin bitip vizyona girmesinden tam 12 sene, İstanbul’un fethinden bilmem kaç yüzyıl sonra hayata gözlerini açan kardeşim Bilal. O seneler fetih şölenleri daha bir coşkulu kutlanı-
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
yor, tüm İslamcı ağabeylerimiz devrim olacakmış gibi davranıp botları yataklarının altında uyurlardı. Bilal’in doğumunda babamın dedikleri enteresandı. “İki gün daha bekleyemedi hayvan herif, ne güzel Fatih koyacaktık adını”. Ama Fatih'in fethi, Çağrı filminde boy gösteren Johnny Sekka’nın oynadığı Bilal karakterinin “ahad” deyişini geride bırakmış olmalı ki, adının Bilal olmasına karar verildi. Güzel insan babam. İmam çocuğu olmak toplum nazarında daha dikkatli davranman gerektiği anlamına gelir. Mesela aynı erik ağacına daldığımız arkadaşlar haşarı ama biz haram lokma peşinde koşan imamın gavur çocuğu olarak lanse edilirdik. Mahalle baskısı denen kavram henüz yokken biz bunu üzerimizde hissederdik. Bir de bizden sürekli subhaneke’yi okumamızı isteyen gençliğinde her türlü deliği fırsat bilip değerlendirmiş derenin yolları kuruyup tazyik seviyesi düşünce kendini camiye adamış amcaların yarım tecvid bilgisiyle biz kudretli imam çocuklarını imtihan etmesi. İmamlık dışında köyün hafriyat işlerinden para kazanmaya çalışan babam, yazları öğleden önce köyün çocuklarına kuran öğretirdi. Emin olun ezberi en kuvvetli adam ben olmama rağmen en çok dayağı da ben yerdim. Ne hikmetse babam benim Abdussamed olmamı felan arzuluyordu herhal. Abdussamed İslamcı ebeveynlerin Bruce Lee’sidir. Bruce biraz daha yaşasaydı kurşun geçirmeyecekti efsanesine benzer bir hikayeye sahipti. Efsaneye göre Abdussamed 7 yaşında rüyasında hafız olmuştu. Ben de her gece dua ederdim rabbime. “Rabbim bu işi kolay yoldan rüyayla bitirsek de bende artık top peşinde felan koşsam, meyveleri henüz olmamış ağaçlara dalsam, çocukluğumu yaşasam işte. Buna benzer bir dua da mübarek gecelerde etmiştim. Hangi gece olduğunu bilmiyordum ama babamın ve köyün bilgin ihtiyarlarının anlattıklarına göre bu gece edilen her dua kabul olurmuş. Duyar duymaz Bizans imparatorunun kızının Müslüman olmasına vesile olmuş Kara Murat takvasıyla iki rekat namazın ardından elleri mi kaldırdım semaya ve Cüneyt arkın seslendirmesiyle “eşhedu…” diyerek başladım ve bir bir eksiklerimi saydım; bi tane futbol topu, spor ayakkabı vb.. ve en önemlisi de utanarak ve sıkılarak istediğim bir arabaydı. Araba babam içindi aslında. Gece bunu sayıklayarak uyumuşum. Sabah kalktığımda köylünün bize sanki hediye ettiklerine inandıkları imam lojmanının balkonuna çıktım ve aman Ya Rabbi bu da ne? Vallahi bir tane minibüs. Galiba duadaki samimiyet anlaşılmış ve ileride aynı senede iki çocuğum
olacağı bilinmiş olmalı ki bir minibüs vardı kapıda. Elhamdulillah. Babası tarafından gavslığı müridlerine ilan edilmiş bir şeyh edasıyla dolaşmaya başladım evin içinde. Herkes beni dinlemeli artık. Çünkü ben duası reddedilmeyen ve yüce yaratıcı tarafından duası onaylanmış mübarek bi adamdım. Apdest almak için odun ateşiyle hamam yaptığımız banyoya yöneldim ve zaten arınmış olduğum günahlarımdan nurun ala nur yaparak tekrar arınmaya karar verdim. Eee, imam çocuğu olmanın en önemli avantajlarından biride şudur: daha ergen olmasan bile boy abdesti almayı biliyordum mesela. Para kazanmaya başlamamış olmama rağmen, zekatın kırkta biri gibi beni senelik hesaplamalarda Allah’a karşı mahcup etmeyecek net miktarları öğrenmiştim. Bunlar önemli meseleler aslında, alırken dibine kadar ama verirken ince hesap yapacaksın ağa. Annem her zamanki mutfakta “Anadolu fm” dinleyerek hazırlamaya çalıştığı kahvaltıyı yarıda keserek beni süzdü. -hayırdır olum sabahın köründe +namaz kılcam anne -ne namazı olum ne sabah ne öğlen +… Aslında daha o çağlarda namazın vakitleriyle ilgili tartışmalar içimde fırtınalar estiriyor, şefaat, mirac, kabir azabı, Cuma namazı ve dine sonradan sokulan fitne fücurun dinden arındırılmasıyla ilgili beyin fırtınalarına zihinsel olarak gebeydim. Atıyorum lan toplasan 10 yaşındayım... Boy abdestinin arından şükür namazı mı kıldım ve rabbime olan minnet duygumu belirterek kalktım secdeden. Müridleri tarafından huşuyla beklenen şeyh edasıyla kahvaltı sofrasına oturdum. Tam bir besmeleyle, şeytanın yemeğime ortak olmaması için sağımı kullanarak kahvaltımı bitirdim. Kahvaltı dediğime bakmayın siz. Erken bitmemesi için 3 kilo alınmış en ucuz zeytin, yağsız peynir, muhterem annemin evde yaptığı müthiş sürme çikolata ve ortaya kırdığı beş yumurtadan oluşan bir menü. Bir keresinde memleket dönüşü sabahın ayazına denk geldiği için babam bize simit almış hatta çayla birlikte otogarda yemiştik simitlerimizi. Bu şahane simit mevzusundan sonra babam şehre ne zaman inse simit isterdik. Keskin zekasıyla her zaman bizi ters köşeye yatıran babamın şehir dönüşlerinde verdiği cevaplar hiç aklımdan çıkmaz: -baba simit aldın mı? +simitçiler ölmüş olum…
FUNDAMENTA
45
Halit Uysal
fundamentadergi.com
Ama hiç bıkmadan bu soruyu sorardım her şehir dönüşünde… Gündüzleri misafir odası akşamları yatak odası olarak kullandığımız ve yere serilmiş yer yataklarının olduğu odaya ilerledim, üstümü başımı giydim ve minibüsün yanına gittim. Minibüsün içinde komşunun büyük oğlu Nevzat abi vardı: Nevzat abi kendine münhasır bi adamdı. Camiyle kuran kursu arasındaki alanda oynadığımız futbol maçlarını sabote ederdi sürekli. Bizler maç oynar Nevzat abi ağzında sigarası toprak sahaya gelir, paçasının tekini katlar ve maçın ortasında topu alır ve hiç düşürmeden saydırmaya başlar yorulunca da karşı tarlaya doğru hızlıca vurur ve ben her seferinde o topu almaya giden adam olurdum. Ee komşuyuz en nihayetinde adamın ayıbını örtmek bize düşer. + Nevzat abi hayırdır. Bizim arabada oturuyon - Ne diyon Halit + T ile değil abi halid, Abi bizim minibüse binmişin - Olm ne sizin minibüsü lan, babam yeni aldı. + Mümkün değil abi bizim bu - Halit bi s.ktir git + t ile değil abi halid - ya olum manyak mısın? + Eğer soruysa değilim abi + Olm arabayı babam aldı, köyden şehre minibüscülük yapıcak. + Nevzat abi bu arabayı bize Allah gönderdi, Allah belamı versin veririm ateşe arabayı. … O günü asla unutamam, Nevzat’ın arabayı evin önünden çalıp gidişi ve utanmadan minibüscülük yapışını. Babama her seferinde diyorum baba bu araba bizim, Allah gönderdi bize bunu ama mümkün değil. Nasıl ispat edicem. Bir süre sonra kabullenmeye başladım. Nevzat ağabeyler bizim minibüsümüzü çalmış ve babam memurluktan olurum endişesiyle ses çıkarmamıştı. Ya da babam arabayı ailemizden habersiz kiralamıştı. Anneme açtım mevzuyu. –yavrum delirdin mi sen? +anne ben sana hiç yalan söyledim mi? -çok defa … Annemi ikna edemedim. Kardeşlerimi örgütlemek istedim fakat henüz v for vendetta çekilmediği için
46
FUNDAMENTA
çaresizce son mohikan olma durumundaydım. Eve çıktım en temiz gömleğimi giydim. Hacıdan hediye gelen takyemi başıma taktım, cinci Ferruh amcanın yolunu tuttum. Ferruh amca köyümüzün istenmeyen ama herkesin başımıza iş alırız endişesiyle tırstığı cin Ferruh lakabıyla bilinen üfürükçüydü. Namazlarını sürekli camide kılar, işyerine işçisinden önce gelen işveren bakışıyla imam olan babamı ve bir önceki imamları sürekli taciz ederdi. Rivayete göre cinlerle arası iyiymiş. Hırsızı, arsızı, kötüyü, kopuğu cinleri aracılığıyla bulurmuş. Soluğu cin Ferruh’un kapısında aldım. Selamı verdim girdim mevzuya. Ferruh amca beni sonuna kadar dinledi. -adalet mi şimdi Ferruh amca, yani duayı ben ettim Nevzat kaptı… Ferruh bana gülen gözlerle bakıyor ama galiba ben duvara konuşuyordum. Ferruh işi çözme konusunda gevşek davranacağı belliydi. Hiçbir kelime etmeden uğurladı beni. Anlaşılan bu işte tek başınaydım. Ferruh’tan tek istediğim minibüsümüzü çaldığı için ona bi şişirme duası okutmaktı ama duayı etmesi için gereken meblağ bende olmadığı için yardımcı olmak istemedi. Çıkarcı pezeveng… alçak Ferruh… Ertesi sabah uyandığımda artık gemileri yakma vakti gelmişti. Çıktım Nevzat’ın karşısına: - Nevzat bak büyüğümsün, saygıda kusur etmek istemem, fakat bu araba işi mide bulandırdı artık ver anahtarı ve bende olan biteni unutayım. + Lan koca kafa bi s.ktir git, hocanın oğlusun diye ses etmedim işin b.kunu çıkarma… -… Anlaşılan Nevzat hayvanı laftan anlamıyordu. Yapacak pek bi şey kalmamıştı. Gidenin ardından ağlamanın esprisi yok. Bir dahaki mübarek geceyi beklemeye karar verdim. Madem dualarım kabul oluyordu beklemeliydim. Uzun bir aradan sonra o mübarek gecelerden birinde gene kuşandım aşkımı ve ellerim semaya kaldırdım. Sabah hayal kırıklığına uğradım. Nevzat ağabeyler şehre taşınıyordu yani benim olan minibüs göz göre gidiyordu. En önemlisi de duam kabul olmamıştı, evin önü hatta tüm köyü dolaşmama rağmen hiç yabancı bi araba yoktu. İşlediği günahların çokluğundan ötürü affedilmeyi kafasında bitirmiş berduş misali dolaşmaya başladım. Artık iyi hissetmiyordum kendimi… 15 gün sonra her şeyi unutmuştum. Çünkü o gece duaların kabulü değil günahların affı varmış. Demek ki bir dahaki kabul gecesini beklemeliydim…
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
Nebiye Arı
OZONA YATIRDIM ŞİİRLERİMİ ÇİÇEK AÇACAK
Ellerim ozon kokuyordu şiire bulaştı tozlanan kitaplar ve televizyonlar gibi biz de oyalanmalıyız yuvarlandığımız çamurlu suda. Tüm çanaklar aynı göğe bakıyor Vahiy bekler gibi, Tanrı’nın kutsal eline değecekmiş gibi içtenlikle radyasyon sarıyor bağırlarımızı sıcak ve sıradan. Yaşamak anlamanın ütülü tişörtleri misali çok olağan, olmayan bir telaşenin ürünü sivilcesiz hayat, beneklenmiş ütopyan. Annesi karmaşa olan bir küçük öfke nöbeti çatlayacak gibi, kırmızı suratlı beyaz nâdân sayılan mesaisiz ev hanımı, silerken düştüğü camdan.
FUNDAMENTA
47
Onur Pohen
fundamentadergi.com
İNSANBUL
H
er defasında hayret eden gözlerle seyrediyorum bu şehri. Gündüzü keşmekeş, akşamı ışık şöleni. Peki, seyretmesi kadar yaşaması da güzel mi? Bilemiyorum. Büyüleyici ama bir yandan da ürkütücü bir güzellik İstanbul'unki. Sanki en güzel elbisesini giymiş dans ediyor; içinde yaşanan acılara inat. Veyahut yangın yeri olmuş yüreklere su serpiyor, sahillerine vuran dalgalarıyla.
her hayatın yükü, her hikâyenin kahramanı ve figüranları İstanbul'un atmosferini, kişiliğini ve sahnesini oluşturuyor.
Herkese ayrı roller biçiyor İstanbul. Yalınayak gelen burada efendi oluyor. Kendi toprağında efendilik yapanın payına burada hizmetçilik düşüyor. Kimine taşını toprağını altın eylerken, kimini toprağını taş yapıyor. Bir de sık sık "İstanbul kucak açtı" derler. Hayır, kimseye kucak İki dünyayı birleştiren boğazı aynı zaman- açmaz İstanbul. O umursamazca dans ederken, da iki dünyayı da ayırıyor. Böyle de bir hicranı her gelen eteğini tutmaya çalışır. Kimi tutar tırvar İstanbul'un. Böyledir bu şehir. İki yakasını manır, kimi düşer parçalanır. bir araya getiremeyen insanları, o insanlardan yükselen ağıtları, ağıtları bastıran kahkahaları, Aslında bir de onun gözüyle baksak, haksız da hüzünlü bir tebessümü ve nemli gözleri vardır. sayılmaz hani. Çünkü İnsanın su misali aktığı şehirlerden biridir İs- kuşlara benzemez insanın göçü. İnsan bir kez tanbul. Milyonlarca nefes, milyonlarca hayat, göç etti mi istese bile dönemeyebilir. İnsan eti milyonlarca hikâyedir. Her nefesin sıcaklığı, ağırdır ve insan bir geldi mi bir daha gidemez.
48
FUNDAMENTA
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
İstanbul da bunun bilincindedir binlerce yıldır.
Üstündeki kanlar, sarhoş kusmukları kaç yüzyıl Tarihsel ne neredeyse mitolojik bir tecrübe bu. daha yağmur yağarsa silinir. Sınırlarını dışarıya karşı korumak isteyen bir Çirkin pazarlıklar, satılan bedenler, kaç metrekrallığın içeriden yıkılması gibi, korkar İstanbul küp kar yağarsa kapanır. içeriden çökmekten. Ondandır biraz dışarıya Bizler kirlendik ve kirimizle İstanbul’u da kirkarşı mesafeli oluşu... lettik. Üzerine her diktiğimiz betonla yüzüne bir Bir de üzerinde efendiler efendisinin hadisine kırışıklık daha çizdik. Söktüğümüz her bir yeşilmazhar olmanın ağırlığını taşıyor. likle saçlarına bir beyaz daha ekledik. Elbette yüzyıllardır ayakta durabilmenin ve hep dinamik olmanın yorgunluğu da var. Kaç defa daha feth edilebilir İstanbul Bizler; yani İstanbul’un son Sahip(siz)leri ne çok yorduk onu. Çirkin seslerimizle, umursamaz gülüşlerimizle, toprağına gömdüklerinden ders almadan ne çok büyüklendik. Fethin simgesi Ayasofya'nın ellerine vurduğumuz kelepçelerde içini sızlatıyordur elbette.
Sonra gözlerimizi kapayarak dinledik İstanbul'u. Göreceklerimizden korktuk nasıl olsa bir martı sesi, bir cinayetin sesini bastırırdı. Bir vapurun sireni "Selpak alır mısınız abi" diyen çocuğun sesini kıstırırdı. İstanbul'u en güzel Üstat anlatmıştı. Beyoğlu tepinirken Karacaahmet ağlardı. Uzun lafın son satırı… İstanbul; Edebiyata sığmayacak kadar büyük, Ebediyete ulaşamayacak kadar Küçük Şehir.
FUNDAMENTA
49
M. Zeki Bayrak fundamentadergi.com
DEFTER
W
illiam beni cebinden çıkardı. Bu kimsesiz ve ışıksız sokağın ortasında elleri titreyerek beni cebinden çıkardı. Kaldırıma oturdu. Toil Street’e sayısız gelişlerimizden biriydi. Kapalı bir şeker dükkanın önünde duran taşa tırmandım. Şimdi birbirimize dönüktük. Gösterişli bir gece sayılmazdı. Aşağıda bir yerlerde birahaneden yükselen sesler duyuluyor. Taşlı yolda ilerleyen el arabalarının düzensiz sesleri caddeden gelen insan uğultusuna karışıyor. William, diğer cebinden defterini çıkarıp önüme attı. Günün bu saatlerinde konuşkan olduğu söylenemez.
Londra’lı olmadığı belli olan kadının da bunu çok ilgili olduğu söylenemezdi. William’la bir an gözgöze geldik. Sonra kadına bakarak:
- Londra’da yağışsız bir ekim gecesi öyle mi!
William, sakin olmalısın William! Bu kadın bizi tanımıyor olmalı.
- Ah madam, Venedik’ten gelip de burda ıslanmak istemeniz ne hoş! Kadının dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme iki saniye kadar durup kayboldu. Bunu yakalamak için benim gibi merakla ve dikkatle yüzüne bakıyor olmanız gerekirdi. - Venedik’te yağmur kilise için yağıyor. Biz günahkarlar, kendi topraklarımızda ıslanamıyoruz.
Bu da kim. Uzun kızıl saçlı kadının yanımıza kadar geldiğini ben farketmemiştim, William - Kimse kendi topraklarında yağmuru hak etise hala farketmemiş gibi gözlerini diktiği yer- memiştir matmazel. Burada olmanızın bir seden çekmemişti henüz . İşin aslı her halinden bebi var mı?
50
FUNDAMENTA
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
- Orda ki fare mi? Defterinizi kemiriyor da. - O Castle. Benim arkadaşım. Burada olmanızın bir sebebi var mı?
S. Betül İzgöer
çocuğu fabrikada demirci, ya da aşağıdaki birahanede afili bir burjuva! Sahi, siz bu defterle ne yapıyorsunuz bayım?
- Venedik dediniz, her zaman bu kadar zeki - Bir şeyler yazıyorum. Sadece bir şeyler. misinizdir? O defterden sadece benim haberim vardı. Ken- Venedik korsanları böylesi güzel bir bayanı dimi ihanete uğramış hissetmemem için bu kadının derhal burdan gitmesi gerek. gözden kaçırmış olmalı. - Sokakta yaşayan bir insana göre hoş kelimeler bunlar. Fakat gözlerinizi bir an önce eteklerimden almazsanız, Catsle kelimelerinizi midesine indirecek.
- Kaç gündür burdasınız matmazel? - Sadece üç bayım peki ya siz?
- Trafalgar meydanından geçmemiş olamazsınız değil mi? ya da belki theatre royalde bir Ne cüretle bana laf atabiliyor anlamadım. Üste- oyun izlememiş olmanız imkansız. Şu sıralar lik William etkilenmiş gibi. Bu nasıl bir akşam bir shakespeare oyunu sergileniyor. ki, William benimle ilgilenmiyor. - Şanslı sayılırım, daha bir haftam var. fakat siz
- Ben ve babam her yıl geliriz Londra’ya. Şu benim kadar şanslı olamayacaksınız. Venedikte ana kadar iki çeşit İngiliz tanıdım ; Ya devrimin şimdi tam da bu saatlerde san marco meyda-
FUNDAMENTA
51
M. Zeki Bayrak fundamentadergi.com nında insanlar akşam yürüşüne katılmışlardır. Tam bir seramoni! Satıcıların sesleri, bir kaç heveslinin keman seslerine karışmıştır çoktan. akşam ışıklarını resmetmeye çalışan genç ressamlar meydana belirsiz aralıklarla yerleşmişlerdir. şık giysili italyan hanımları avrupa salonunun hakkını verirler. Gerilerden, herhalde kafelerin olduğu yerlerden gelen schumann besteleri insanların omuzları üstünde bu seramoniye eşlik ederler. Siz bayım bunları göremeyeceksiniz.
bundan vazgeçtim. Yine de beni farkedene kadar burda bekleyeceğim. Castle yani onun kelimelerini midesine indiren fare böylesine bir hareketi haketmiyordu. En azından geri dönüp bakabilirdi. Yani idare et der gibi bile bakabilirdi. Bunu dahi yapmadıysa o kadın William’ı dehşet etkilemiş olmalıydı. Yüzyıl sürse de burdan ayrılmayacağım. Bir hafta sonra londra limanında. - Ah evet yetiştim.
- Ah sizi hayal kırıklığına uğratmak istemem - Durun nefes alın biraz, henüz yarım saat matmazel fakat bununla ilgilenmiyorum. daha var bay William. Bu akşamın sakin geçeceğini zannediyordum. - Sizi görmeden gemiye el sallamak zorunda Şu an tek istediğim burdan gitmek. Williamın bu kadınla neden hala konuşmayı sürdürdüğü- kalsaydım kendime gücenirdim doğrusu. nü anlamış değilim. - Pekala işte burdasınız. - Öyleyse size iyi akşamlar diliyorum bayım. Bir hafta boyunca Toil Streete uğramayan Herhalde farenizle ilgilenmeyi tercih edersiniz. William’ı nerede bulacağımdan emindim. Onu Kadın arkasını dönüp hızlı adımlarla ilerlemeye çoktan affetmiştim. Londra böyle garipliklerle başladı. Ve neden William da ilerliyor? Eğleni- dolu değil miydi zaten. Sevgili Aletta, Venedikli o güzel ve kibirli matmazel bizim William’ın yor olmalı. Ağır adımlarla kadının arkasından: - Schumann ha! Demek venedik gençleri dünyasına girmeyi başarmıştı. Eminim Theatre Royal’de Othello’yu izlerken William, VenedikVivaldi’yi kemanlarına almıyorlar öyle mi? li bu adamın güzeller güzeli karısına söylediği - Gerçekten merak ediyor musunuz bunu? cümleleri aynı anda Aletta’nın kulağına fısıl- Elbette hayır. Sadece biraz yavaşlamanızı damıştır. Ya da Greenwich’de bir sabah yürüumuyorum matmazel. yüşü sırasında William, yazdığı şiirlerden bahWilliam beni çoktan unuttu. Basit insanlarla ko- setmiştir. Aletta hiç birini beğenmeyip onunla nuşmayı sevmediğini sanıyordum. Venedikli bir dalga geçmekten zevk duymuştur. Ve bundan kadın neden akşamımızı mahvediyor? Onun bu hiç şüphem yok ki, dün gece yağan o sağanakkadının arkasından gitmesine tahammül ede- ta ikisi de meydanda, Eros heykelinin orda sameyeceğim. Sokağın sonuna geldiğinde köşeyi atlerce hiçbir şey konuşmadan öylece oturup dönmeden önce aniden durup Williama baktı: durmuşlardır. Şimdi de konuşacak bir şey ol- Peşimden geliyor olduğunuza bakılırsa ger- duğunu sanmıyorum. çeten başka bir işiniz yok sanırım bay -- ? William onun gidişini izledi, gemiye binişini, sağa
sola koşuşturan denizcilerin arasında güverteye çıkışını, beyaz kıyafetinin rüzgarda uçuşarak za- Evet bay William? mansız bir düş içinde kaybolmasını izledi. Aletta - Belki de vardır. Belki sizin de vardır ve emi- günün son ışıklarıyla güvertede silikleşirken elinim thames nehrinde günbatımından kalan ni hafifçe kaldırıp belli belirsiz bir şekilde sallarenkleri izlememişsinizdir. dı. William’ın yanına gidip cebine tırmandım. William geri dönüp bakmadan yani benim ce- Ah Castle benim sevgili dostum! Kendimi iyi binde olup olmadığımı tamamen unutarak gözhissetmiyorum. Hadi burdan gidelim. den kayboldu. Onu sonsuza kadar affetmemeye and içtim ve tam bir saat elliüç dakika sonra - William.
52
FUNDAMENTA
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
S. Betül İzgöer
FUNDAMENTA
53
Payanda
fundamentadergi.com
MERACEL BAHREYN
54
FUNDAMENTA
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
meracel bahreyn sen ve ben çocukların şişireceği balon kalmadı turnalardan kaçınca şehir kükürt kokuları arasında sonbaharın çatlamış yalnızlığına koşmaktan işi bir cambaz sesi düşmese diye umuyorum ölünce en azından bu dünya gergin ve ince yüzümüzde patlıyor efod giyip iyiliği diliyorum gece olunca acının gamzesi kalbim yetmiyor göğüslerine dalıp çıkmak direnmeler safındayım sabrı öğütlerken sırnaşan bıçak nasıl durur annemin ellerinde öyle masum? düşünüyorum demektir ki diyorum annem, cennet suyuyla yıkanmış askerliğini heyulalarla yapmış küçük bir kadındır her zaman ve annem bir ölüyü bile bana çiçek diye sunabilir gece yarıları babam iskoç geliyor gözüme geyiklerin sekerek uzuvlaştığı nû bir tabloya benziyor hazin bekleyişler nallardan ve hışırtılardan anlıyorum gitmek için geldik zamana inanmayan şâirim ocağımda uzakların fazihliği tütüyor
o yüzden diyorum elyaf bakışları arasında ne geldim ne gittim ne yandım ne söneceğim şüceyneler arasında şiyar olmamak elimde mi? neden kızarlar neden sanırlar yağmura inat ağladığımı altınızdan geçtiğini söylediğiniz toprak içimden geçiyor, her şey içimden kadınların çözülmüş sularından arsız sığlığım ve nilüfer uydurma bir dille konuşabilirim oysa maviliklerle aldırıyorum havadan suya kadar gece’yim, en iyi gece bilir bunu ve içinden küs gelinler çıkartıyorum kuyudan okşanmamış Yusuf taş diye düşünce ağırım sanıyorum ayyuka çıkıyorum giz desem de iki ayrı yoluzdur biz insanlar başka ayrım yok aramızda sevgilim ve ben aşk değil de neyiz diye düşünürken o başka yola sapıyor bu kavgam diyorum ırmakların canlarını ortaya koyduğu kimseye hesap vermeyen balıklarla ışıltıların yutulduğu karanlık saltanatlarda aşk elimden gelir diyen cambazın sesi düşünce seviniyorum diyorum ki ona ölüp aşk elimdir benim!
FUNDAMENTA
55
St.
fundamentadergi.com
“NILGÜN MARMARA’YA YAZILAN ŞIIR”
56
FUNDAMENTA
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
Merhaba Nilgün ben senin biten hikâyene, bir kuş çizmek istedim. “Hayatın neresinden dönülse kârdır” demiştin hatırlar mısın? Ben hayatın en dönülür noktasından döndüm işte, sana geldim. Nilgün. Umutsuzlar merdiveninde oturdum, ölüm dokudum üşüyen sırtıma. Demir soğuktu, beton soğuk. Oturduğum yer kadar anlamsızdı. En azından insanların yüzü kadar, yabancı ve yalancı… Bir gün senin gibi çıkıp bağırmak isterdim, yokum artık bu anlamsız çabalarınızda Sizin kaçışlarınızdan kaçtım. Sizin olmayan ama hep sahiplendiğiniz o dünya’ya ait anlamsız kaçışlarınızdan… İşte bunun için utanıyorum ve çıkmıyorum aynalara. Yüzüm ak pak değil, kara yoksunu bir kara. Nilgün. Kimi davet etsem gecelerime boğuyor beni yalnızlık. Sevgili Nilgün, ama senin yüzün güzeldi. Soğuk bir su birikintisinde gökyüzüne benzeyen bir yüzün vardı. Hatırlasana, sonra perdelerin ağırlaştığını bir gün bile zamanı aksatmadan çalışan saatlerin durduğunu hissettin. Ölmek istedim. Şuan da seninle aynı fikirdeyiz Nilgün, aynı
fikirde… Ölüm fikri. İşte böyle hayatım. Seni bir gün bile öpmeden, ölecek olan hayatım… Ama hayatımın en dönülür noktasındayım. Ölmek istiyorum. Ve ölüyorum galiba, ruhumu dingin bir su kaldırıyor.. Kimsenin bilmediği bir yoldan geçiyorum. Tüm yolları tel örgülerle kaplanmış. Ben kendi ruhumu teslim ediyorum. Senin gibi. Eşkâl siz şiirlerle yıkanmış... N’olur dokunmayın sırtıma, ben şairimi 29’unda kaybettim. Kızıltoprakta. Beton yığını bir yolda uğurladım tüm şiirleri. Sonra işte tehlikeli oyunlar oynadım. Nilgün. Şiir için geldim. Sana. Bilmiyorsun, akşamdı vapurlara vurdum kendimi. Ama kimse tanımadı beni. Gelip senin tebessüm kokan yüzüne sığındım. Ve öldük. Ama Nilgün yemin ederim hala o akşamlarda adın saklı. Bir kuş cennetine benziyor saçların. Eğer Tanrı istifamı kabul ederse, ilk biletimi gözlerine ayırdım Hoşça kal Nilgün öyle güzelsin ki, kuş koysunlar yoluna… ..
FUNDAMENTA
57
Laurence Cosse fundamentadergi.com
“İlkelerine bir kez olsun ihanet eden insan, hayat ile olan saf ilişkisini yitirir. Bir insanın kendine karşı hile yapması, onun, filminden, hayatından, her şeyinden vazgeçmesi demektir.”
Andrei TARKOVSKI 58
FUNDAMENTA
IVAN’IN ÇOCUKLUĞU (IVANOVA DESTYO), 1962 - Nereden aklınıza geldi ilk filminiz “İvan’ın Çocukluğu” nun konusu? - TARKOVSKİ: Biraz tuhaf bir hikayesi var bu filmin. Mosfilm stüdyoları filmin yapımına başka bir ekiple başlamıştı. Filmin yarısından fazlası bu ekiple çekildi, paranın yarısı harcandı ama sonuç öylesine kötüydü ki, yapımcı firma filmin çekimini durdurmak zorunda kaldı ve yeni bir yönetmen aramaya başladı. Önce isim yapmış yönetmenlere başvuruldu, sonra daha az tanınmışlara. Hepsi de bu yarım filmi devralmayı reddetti. Bana gelince VGIK Sinema Okulu’ndan
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
FILMLER I ÜZERINE
yeni mezun olmuş, diploma filmim ” Le Rouleau Compresseur et le Violon” u bitirmeye çalışıyordum. Öneriyi kabul etmeden önce bir çok şart ileri sürdüm. Senaryoyu yeniden yazmak, bunun için de senaryonun esinlendiği Vladimir Bogolomov’un hikayesini yeniden okumak istiyordum. Daha önce çekilen ve hepsi bir metreyi geçmeyen kısmın hiç çekilmemiş gibi kabul edilmesini ve her şeye sıfırdan başlamak için tüm oyuncularla, teknik ekibin degiştirilmesini istedim. Bana ” Tamam ama paranın da yarısını alacaksınız ” denildi. Ben de “Eğer bana beyaz kart verirseniz yarım bütçeyle de çalışırım” diye cevap verdim ve film böylece çekildi.
- O halde konu seçimini bir yana bırakırsak “İvan’ın Çocukluğu” tamamıyla Andrei Tarkovski’den doğdu. - TARKOVSKİ: Evet - Ama bu konu aynı zaman da size de çok yakın. Genç İvan savaş yıllarında sizinle aynı yaşta. - TARKOVSKİ: Benim çocukluğum savaşı bir yetişkin ve bir savaşçı olarak yaşayan İvan’ınkinden çok farklı. Buna rağmen benim yaşıtlarımda oldukça güç bir dönem yaşadılar. Andrei Tarkovski ile İvan’ı birbirine bağlayan şey yalnızca İvan’la bu kuşağın tüm genç Rusları arasındaki yaşanmış acıyı anımsatmaktan ibaret.
FUNDAMENTA
59
Laurence Cosse fundamentadergi.com - Film, 1962 yılında Venedik’te gösterildiği za- tasarlandı? man, savaş üzerine derin bir refleksiyon olarak - TARKOVSKİ: Bütün bunlar uyduruldu. Ama bu algılandı. yeniden yaratımdan önce varolan tüm belgeler - TARKOVSKİ: Film iyi karşılandı ama eleştiri tarandı. Bir anlamda Andrei Rublev’in yaşamını düzeyinde tamamen anlaşılmaz olarak kaldı. elimmizdeki tarihi belgelerin ışığında yeniden Herkes, tarihi, hikayeyi filmin karekterlerini keşfettik. yorumladı. Oysa ki söz konusu olan, daha çok, - Böylece son derece kişisel bir film oldu… genç bir yönetmenin ilk yapıtıydı. Yani tarih görüşümün değil, dünya görüşümün anlaşılabile- - TARKOVSKİ: Kişisel olmayan bir film yapılabiceği şiirsel bir eserdi söz konusu olan. Mesela leceğine inanmıyorum. Sartre, filmi İtalyan solundan gelen eleştirilere - Filmin ana sorunu, hastalanan sanatçının yarakarşı coşkuyla savundu, ama tamamen felsefi tımdan vazgeçmesi, bir Tarkovski düşüncesi mi? bir açıdan. Bu benim için geçerli bir savunma değildi. İdeolojik değil sanatsal bir savunma arıyordum. Bir filozof değil sanatçıyım. Ayrıca bu savunma tamamen gereksizdi. Filmi kendi öz felsefi değerleri ile yorumlamaya girişiyordu ve ben, sanatçı Andrei Tarkovski, bir kenara konmuştum. Sanki yalnızca Sartre’dan konuşuluyordu, sanatçıdan değil. - Sartre’ın film üzerine yaptığı yorum – Savaşın canavarlar, sonunda yiyip bitireceği kahramanlar ürettiği – sizin yorumunuzla aynı değil mi? - TARKOVSKİ: Karşı çıktığım yorum değil. Bu görüşe tamamen katılıyorum. Savaş kurban kahramanlar üretir. Savaşın kazananı olmaz. Bir savaşı kazandığımız anda onu aynı zamanda kaybederiz. Karşı çıktığım yorum değil, polemiğin çerçevesi. Düşünceler ve değerler öne çıkarılmış, sanatçı ve sanatı unutulmuş. ANDREİ RUBLEV, 1966 - Nasıl doğdu “Andrei Rublev”?
- TARKOVSKİ: Elbette, aslında bir kaç ikon dışında Rouublev üzerine hiç bir belgemiz yoktu. Ama Roublev’in kariyerinde bir boşluk, yaratımsız geçen önemli bir dönem olduğu biliniyor. Bu dönemi bir reddiye olarak yorumladım. Ama mesela, Roublev’in bu dönemde Venedik’te olduğunu ispatlayan bir başka yorum çıkarsa ne şaşırırım ne de şok olurum. Belki de Vladimir Katedral’inin yıkılması onu hiç sarsmadı. Ben bir Roublev yarattım ama başka yorumları da kabul ederim.
- TARKOVSKİ: Bir alşam Konçalovski ve diğer bir dostumla masa başında tartışıyorduk. Bu dostumuz “Niçin Rublev üzerine bir film yapmıyoruz? Ben oyuncuyum, Roublev rolunu de pekala oynayabilirim. Eski Rusya, ikonlar çok güzel bir konu olur” diye önerdi. İşin başında, bu fikir bana gerçekleştirilemez, hatta berbat, benim dünyamdan çok uzak gibi göründü. Bununla birlikte ertesi gün filmi yapmaya karar vermiştim. Andrei Konçalovski ile çalışmaya başladık. Ne mutlu ki, Roublev’in yaşamı üze- - Andrei Roublev kötülüğe maruz kalan bir dunrine çok az şey biliyorduk. Bu bize büyük bir ey- yada sanatın meşruiyeti üzerine bir film. Kötülem özgürlüğü tanıdı. lük sürekli iş başındayken güzeli yaratma tut- Vladimir’in çantasından, Çan’ın yapımına ka- kusu niye? dar bütün epizodlar sizin tarafınızdan mı seçilip
60
FUNDAMENTA
- TARKOVSKİ: Kötülük ne kadar artarsa güzeli
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
yaratma nedenide bir o kadar artacak. Şüphesiz SOLARİS, 1972 daha güç olacak, ama daha da gerekli. - Solaris gezegeninde Kelvin otuz yıl önce öl- Tabi bunun alelade bir sanat olmaması koşuluyla. müş karısına kavuşuyor. Bu, gerçekleşmesi im- TARKOVSKİ: Ne demek alelade bir sanat ol- kansız bir olay aracılığıyla Tarkovski tarafından anlatılan tek aşk hikayesi mi? maması? - TARKOVSKİ: Aşk hikayesi filmin yalnızca bir yönü. Belki de Kelvin’in Solaris’te bir tek ama- TARKOVSKİ: İnsan varolduğu sürece yaratma cı var: Başkasına duyulan aşkın yaşamak için eğilimi de var olacaktır. İnsan kendini insan ola- vazgeçilmez olduğunu göstermek. Aşksız bir rak hissettiği sürece bir şeyler yaratmaya girişe- insan, insan değildir. cektir. İşte onu yaratıcısına bağlayan şey burada. Nedir yaratım? Neye yarar sanat? Bu sorgulama- - Ama başında bir bilim-kurgu hikayesine bennın cevabı şu formülde yatıyor: Sanat bir yakarış- zeyen bu macera aslında tinsel bir macera. tır. Bu her şeyi anlatıyor. İnsan sanat aracılığı ile - TARKOVSKİ: Daha çok bir insanın başına vicumudunu dile getirir. Bu umudu dile getirmeyen, danen gelmiş bir macera. Stanislav Lem’in romanevi temeli olmayan hiçbir şeyin sanatla ilgi- manından esinlenerek bu filmi yapmak istedim. si yoktur, bunlar ancak parlak birer entellektü- Gerçek bir uzay yolculuğu yapmadan… Şüpheel analiz olabilirler. Picassonun tüm eserleri bu siz gerçek bir uzay yolculuğu yapmak daha ilentellektüel analiz üzerine kurulmuştur. Picasso ginç olacaktı, Ama Lem aynı fikirde değildi. dünyayı kendi analizi, kendi entellektüel yeniden - Bu evren, daha sonra Stalker Zonu, bir çile yapılanması adına boyar. Adının tüm prestijine metaforu değil mi? Yani yalnızca tek bir arzuya rağmen itiraf etmeliyim ki sanata hiçbir zaman sahip olduğumuz bir yer: Kendini değiştirmek. ulaşamadığını düşünüyorum. - TARKOVSKİ: Hayatın çilesiz olsa bile bu tanımı - Dünyanın bir anlamı olduğunu öne süren sa- ortaya çıkardığını düşünüyorum; Değişmek. İnnattan başka sanat yok mu sizce? san hayatı yalnızca bu değişimi hedefliyor. Çile - TARKOVSKİ: Tekrarlıyorum, sanat bir yakar- bize daha çok, sakin olmak, acılarımızı dindirma, bir dua biçimidir ve insan yalnızca duasıyla mek için gerekli. yaşar. AYNA (ZERKALO), 1974 - Tanrının dünya projesi ile uygun düşen sanat.
- Birçok insan “Andrei Roublev”de bugünün - Fransızlar için “Ayna” Proust’un, belleğin Sovyetler Birliği’ne, Rusya’nın geçmişte ki ma- dünyasını çağrıştırıyor. nevi yaratıcılığını yeniden bulabilmesi için gön- TARKOVSKİ: Proust için zaman zamandan öte derilen mesajlar olduğunu düşünüyor. bir şey. Bir Rus içinse bu bir problem değil. Pro- TARKOVSKİ: Bu mümkün ama benim proble- ust için daha çok yayılmak, açılmak sözkonusu. mim değil. Bugünün Rusya’sına mesaj gönder- Biz Ruslarsa kendimizi korumak zorundayız. miyorum. Zaten hiçbir Rusa hiçbir şey söylemek Rusya’da çocukluk anıları, geçmişle hesaplaşistemiyorum artık. “Halkıma demek isterim ki… mak, pişmanlık üzerine yoğunlaşmış çok güçlü Bütün dünyaya derim ki…” türünden peygam- bir edebiyat geleneği vardır. bervari erdemler artık beni ilgilendirmiyor. Ben bir peygamber değilim. Tanrının şair olma ola- - “Ayna”da bu gelenekten mi? nağını, bir katedraldeki inananlardan farklı bir - TARKOVSKİ: Evet, zaten bu film Rus seyircisi biçimde, yakarma olanağını verdiği bir insanım. arasında birçok tartışmaya yol açtı. Bir gün filBundan başka ne bir şey söyleyebilirim ne de min gösteriminden sonra, halka açık olarak düsöylemek istiyorum. Eğer Batı toplumu benim zenlenen tartışma iyice uzamıştı. Gece yarısınfimlerimde Rus halkına yönelik mesajlar bu- dan sonra salonu temizlemekle görevli temizluyorsa, bu iki halk arasında halledilecek bir likçi kadın geldi ve artık salonu boşaltmamızı problemdir. Benim problemim değil. Benim bir istedi. Filmi daha önce görmüştü ve tartışmatek kaygım var; Çalışmak, sadece çalışmak. nın niye bu kadar uzun sürdüğünü anlamıyordu.
FUNDAMENTA
61
Laurence Cosse
fundamentadergi.com
Bize, ” Aslında herşey çok basit: Birisi hasta düşer ve ölümden korkmaya başlar. Birden başkalarına yaptığı kötülükleri hatırlar. Özür dilemek, kendini afettirmek ister” dedi. Bu basit kadın herşeyi anlamış, filmdeki pişmanlığı kavramıştı. Ruslar içinde bulundukları zamanı yaşarlar. Edebiyat da yalnızca bu zamanla yapılır ve basit insanlar bunu çok iyi anlar. “Ayna” bu anlamda biraz da Rusların öyküsüdür. Pişmanlıklarının öyküsü. Salondaki eleştirmenler filmden hiçbirşey anlamadıkları halde, ilköğrenimini bile bitirmemiş bu kadın bize kendi gerçeğini, Rus halkının pişmanlığı gerçeğini söylüyordu. STALKER, 1979 - Kimdir Stalker, bu gizemli karakter? - TARKOVSKİ: Film, manevi değerleri için bir şövalye gibi savaşan bir insanı anlatıyor. Filmin kahramanı Stalker, edebiyatın “idealist” tipleri olarak bildiğimiz Don Kişot ya da Prens Mişkin ile aynı yörüngeye oturur. Ve idealist oldukları için gerçek hayattaki tüm savaşları kaybederler. - İsa türünden karakterlerden bahsedilebilir mi? - TARKOVSKİ: Benim için zayıfın gücünü dile getiren karakterler. Film bu sayede insanın kendi yarattığı güce bağımlılığını da anlatıyor. Güç sonunda insanı yok ediyor ve zayıflık tek güç olarak kalıyor. - Zayıfın bu gücünü duyması için insanın ne yapması gerekiyor? - TARKOVSKİ: Önemli olan bu değil. Bir inanç adamının eylemleri düşünülmüş ve akıllıca olmak bir yana son derece absürd olabilir. “Gülünç”, “Yersiz” eylemler maneviyatın yüksek bir şeklidir. - Karşılıksız, nedensiz yapılan eylemler bir anlamda. - TARKOVSKİ: Evet ama bununla beraber bu eylemler nedensizlik adına değil, kurulu haliyle varolan ve hiçbir şekilde manevi insanı üretemeyecek dünyayı aşmak için gerçekleştirilir. Önemli olan ve Stalker’in bütün seyrini yöneten, onu bayağılığa düşmeden gülünç, hatta aptal kılan ama kendi öz tekilliğini, öz maneviyatını ortaya çıkaran, bu güçtür.
62
FUNDAMENTA
- Stalker Zonu, bu inanışın mekanı mı? - TARKOVSKİ: Bana sıklıkla sorulan sorulardan biri de bu zonun neyi anlattığı. Buna verecek tek bir cevap var; Böyle bir zon yok. Stalker’in kendisi yaratıyor bu zonu. Mutsuz insanları oraya götürmek ve onlara umut düşüncesi aşılamak için yaratıyor. Dilek odaları da aynı şekilde Stalker’in yaratımları. NOSTALGHIA, 1983 - Neden söz ediyor “Nostalghia”? - TARKOVSKİ: Yaşamanın imkansızlığından, özgürlüğün olmadığından. Eğer aşka sınır koyarsak insan tamamen şekilsiz bir hale gelir; aynı şekilde eğer manevi yaşama sınır koyarsak insan büyük bir sarsıntı geçirir. Bazıları bunu diğerlerinden daha güçlü hisseder; dünyayı aşk eksikliğinden kurtarmak için kendilerini tamamen bir başkasına adarlar. Bir kurban gibi. Bu aşka, içinde yaşadığımız dünya tarafından sı-
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
nırlar konulduğunu gördüğü zaman insan acı çekmeye başlar. “Nosthalgia” nın kahramanı, dost olmanın imkansızlığından, dünyayla dostluk içinde olamamanın olanaksızlığından acı çeker. Bununla birlikte kendisi kadar acı çeken bir dost bulur: Deli Domenico.
kölelik, insana kendini tanıma, kendi içini görme gücünü verir. Bu, ortodoks rituellere göre yakarma diye adlandırdığımız, ama aynı zamanda benim sinema eserimin de aldığı biçimdir. Bununla birlikte, kendimi henüz bu yakarma idealini gerçekleştirmekten uzakta sayıyorum.
- Bu acı mı Nostalji?
- Tanrı’ya inancınızla sanata inancınız böyle mi - TARKOVSKİ: Nostalji bütün bir duygudur. Di- birleşiyor? ğer bir değişle, kendi ülkemizde, yakınlarımızın - TARKOVSKİ: Sanat yaratma kapasitesidir. Yayanında, mutlu bir aileye rağmen nostalji duya- ratıcının aynadaki yansısıdır. Biz sanatçılar bu biliriz. Çünkü ruhumuzun kısıtlandığını hisse- jesti tekrarlamaktan, taklit etmekten başka bir der, onu istediğimiz gibi geliştiremeyeceğimizi şey yapmıyoruz. Sanat, yaradana benzediğimiz anlarız. Nostalji, dünya önündeki bu güçsüz- belirli bir andır. Bu yüzden yaradandan bağımlüktür. Maneviyatını başkalarına iletememenin sız bir sanata asla inanmadım. Tanrı’sız bir saacısıdır. “Nostalghia” nın kahramanını hasta nata inanmıyorum. Sanatın anlamı yakarmadır. düşüren illet, dost edinememenin, insanlar- Bu benim yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, la iletişim kuramamanın acısıdır. Bu karakter, benim filmlerim insanları Tanrı’ya yöneltebilirmaneviyatın özgürce yaşanabilmesi için “sınır- se ne mutlu bana. Yaşamım esas anlamını buların kaldırılması gerektiğini” söyler. Daha ge- lacak: Hizmet etmek. Ama bunu asla başkalanel olarak modern yaşama uyum sağlayamamış rına empoze etmeye kalkışmayacağım. Hizmet karakteri yüzünden acı çeker. Dünyanın sefaleti etmek fethetmek demek değildir. karşısında mutlu olamaz. Bu toplumsal sefaleti - Sanatın amacı nasıl yalnızca hizmet etmek üzerine alır, ama aynı zamanda dünya ile arası- olabilir? na bir mesafe koyarak yaşamak ister. Onun sorunu tamamen merhametinden gelir. Bu mer- - TARKOVSKİ: İşte gizem burada. Yaratılışın gihamet duygusunun canlı örneği olmayı başara- zemi gibi. Bir ikonun önünde çöktüğünüz zamaz. Diğer insanlarla birlikte acı çekmek ister, man Tanrı’ya aşkınızı söylemek için tam yerinde kelimeler bulursunuz, ama bu kelimeler gizli, ama bunu da tam anlamıyla başaramaz. gizemli kalır. Aynı şekilde bir sanatçı, öyküsü- Kahramanınıza acıların üstesinden gelebil- nü, karakterlerini bulduğu zaman dua-eserini mesi için verebileceğiniz bir reçeteniz var mı? yapar, yaratımında Tanrı’yla hem fikir olur ve - TARKOVSKİ: Köklerine, kaynaklarına inanma- tam yerinde sözcükleri bulur. İşte burada sanat sı gerek. Nereden geldiğini, nereye gittiğini, ne bir hediye şeklini alır. Sanat yalnızca bir hediye için yaşadığını bilmesi, yani sürekli olarak ya- olduğu zaman “hizmet edebilir”. ratıcısına bağımlılığını hissetmesi gerekir. Aksi - Filmleriniz böylece Tanrı için aşk eylemleri takdirde, eğer Tanrı düşüncesi aşılırsa, insan oluyor. hayvana döner. İnsanı hayvandan ayıran özellik, bağımlılık duygusu, kendini bağımlı hissetme - TARKOVSKİ: Buna gerçekten inanmak isterim. özgürlüğüdür. Bu duygu maneviyat yoludur. İn- Bunu yapmaya çalıştım. Benim için ideal, bu sanın talihi, maneviyata giden bu yolu durmak- “hediye” yi sürekli vermek olacak. Bu anlamsızın geliştirmesindedir. Bağımlılık insanın tek da Bach, Tanrı’ya gerçekten sunulabilecek tek şansıdır. Zira yaratandaki bu niyet, bu mütevazi hediye. bilinç, bir üstün yaratığın yaratıcısı olmaktan “Les mardis du cinema”, France Culture, başka bir şey değildir. Bu inanç, dünyayı kurtarabilme gücüne sahiptir. Köle yaşamını yerine Röportajı Yapan: Laurence Cosse, 7 Ocak 1986 getirmek gerekir. Bu ilişki son derece basittir. Fransızca’dan Çeviren: Güven Güner, Eylül Anne-baba-çocuk ilişkisine benzer. Bir başka- 1993, İstanbul sının otoritesini tanımak gerekir. Bu saygı, bu
FUNDAMENTA
63
Yusuf Aydın Deniz fundamentadergi.com
timalin ya hepsi vardır yada hiç biri. Çünkü eğer bu ihtimalleri olmasaydı, bence sanat yapmazdı. “Ayna filmi” İnsanının kendini aynadan çıplak görmesi kadar normal bir şey var mı? Var aslında eğer çıplaklığının farkında değilse var. Çıplak yaşadığını ve üzerindeki elbiselerin onu hiçbir zaman kapatmayacağının farkına varabilmesi için var. Hesaplaştığımız yüzümüze karşı yüz yüze geldiğimiz aynamız. Eğer vicdanımız herhangi bir işlev yapmıyorsa o zaman aynalara çıkmanın tam vakti. Algı faktörünün yerle bir olduğu, gerçeğin bir anda karmaşık bir hale geldiğini sanırsanız, yanılırsınız. Tarkovsky algılanmak isteneni en derin şekilde ifşa etmek ister aynaların karşısında. AYNA FİLMİ GERÇEK OLANI GERÇEK ŞEKİLDE GÖSTERİR, YA ŞUAN YAŞADIĞIMIZ ZAMAN DİLİMİ BİR RÜYA İSE?
P
eki, sanat Tarkovsky için bu kadar ucuz mu? Onu anlamak için Tarkovsky olmak gerekmez mi? Bence de… Biz mademki Tarkovsky olamıyoruz gelin onun, yaptığı filmler üzerine birazcık kafa yoralım.
Tarkovsky, sanatı her zaman salt haliyle göstermeye gayret etti. Aslında sorun onun filmlerinde değildi. Asıl sorun her zaman eleştiren ya da izleyiciden kaynaklandı. Onlar her zaman görmek istediklerini görmek istediler. Örnek vermek istemezdim; ama şu röportaj örneği çok vurgulu:
-Şiir ve sinemanın aynı perdeden eritilerek anlatılması vs. vs.
”Ayna – Zerkalo” filminin Moskova’daki galasında olur. Film sonrası Tarkovsky’ye filmle ilgili birçok soru sorulur. Eleştirmenlerin filmi tartışması o kadar uzar ki bir ara temizlik görevlisi kadın salona girer ve salondakilere, salonu temizleyeceğini, işlerinin ne zaman biteceğini sorar. İçerdeki eleştirmenlerden bazıları kadına “burada çok karmaşık ve anlaşılması zor bir filmi tartışıyoruz, ne zaman biteceği belli olmaz” gibilerinden bazı şeyler söylerler. Bunun üzerine temizlikçi kadın “bunda bu kadar anlaşılmayacak ne var ki?” diye sorar. Bunun üzerine oradakiler şaşkın bir şekilde kadına filmden ne anladığını sorarlar. Kadın: “Sevdiklerinin ve onu sevenlerin hakkını asla ödeyemeyeceğini düşünen ve onları yeterince sevemediğini düşündüğü için vicdan azabı ve acı çeken bir adamı anlatıyor film” der. Bunun üzerine orada bulunan ve Rusya’nın yönetmen ve eleştirmen olarak önemli sinema adamları Tarkovsky’ye bakarlar. Tarkovsky “bu sözlere ekleyecek başka hiçbir şeyim yok” der ve konuşmayı bitirir.
Tarkovsky filmlerinde, bunun gibi milyonlarca ih-
İnsanların
Ben bu yazıyı yazarken kesinlikle sizi derin ve boğucu cümlelere boğmayacağım. Her şey görüldüğü gibi açık ve sade. Eğer Tarkovsky’nin sanat anlayışından söz edeceksek bu işe ille de filmlerinden başlamamız gerek. Bu filmlerin başında “Ayna” filmi gelir. Bu filmi izlediğimde açıkçası hiç bir şey anlamadım. Şaka yapmıyorum gerçekten de anlamadım; ta ki film bitti bitecek kafamdaki tüm karışıklık bir anda gitti ve taşlar yerine oturmaya başladı. Peki, filmin konusu neydi? -Bir annenin kocasını beklerken çektiği acı mı? -Çocukların babasız büyümesi ve bu acılarını anneleriyle paylaşmaktan kaçmaları mı? -Doğa’nın, zamanın ve mekânın usta bir sanatçı gücüyle anlatılması mı?
64
FUNDAMENTA
görmek
istediği
karmaşadır.
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
Tarkovsky’nin göstermek istediği karmaşa değil, Oğuz Atay’ın tutunamaması ya da Kafka’nın süduygunun ta kendisidir. rekli hasta bir insan olması Uyar’ın şiirlerini yaİşte filmde gerçekle rüyanın iç içe geçmesinin en şadığı hayattan alarak kâğıda dökmesi de bunun belirgin nedeni de budur. Yönetmen ’in yüreğin- en başlıca sebebidir. de hissettiği acıyı gerçek hayatından koparmadan rüyasına bile taşıyabiliyor. O acı da taze kalıyor. O vicdan muhasebesine her zaman başvurmak zorunda kalıyor.
Hiçbiri güçlü değildir. Hiç biri, çağıyla barışık yaşayamamış, küskün ve kavgalı. Bunu sinemada da Tarkovsky bize gösteriyor. O küskünlüğü çaresizliği ve vicdan azabını her zaman aynalara anAnnenin ve oğlunun yaşadığı acıları ya da yaşa- latmaktan kendini alıkoyamamış bir hasta adam madıklarını rüyalara taşıması kadar sanatsal hiç- Tarkovsky. bir şey olamaz. Bir kadının kocasına karşı çektiği Ben buna teslimiyet diyorum. Bence en onurlu yol özlemi rüyasında bile görmesi yaşadığı ya da ya- budur. Çünkü sadece teslim olanlar hakikate ve şamak istediği güzellikleri bir rüya kompozisyonu hakka ulaşabilirler. Hele ki, kapitalist ve kalpsiz içinde acı bir şekilde vererek. bir dünyanın alanından hemen çıkılması gereken Oğlunun durumu da aynı görmediği ya da göre- en onurlu direniş türüdür delilik. meyeceği bir babanın hasretini nasıl yaşayacağı- Modern çağa kafa tutmanın en asil örneği. na kapı açan dünyadır. Onların rüyaları. Sinema bizleri sadece eğlendiriyorsa, buradan Anlaşılmak için film yapmayan bir insan. Şunu kendimize hüküm koymamız gerekir. Acaba kabelirteyim: Bir insanın kendisine karşı bir alaca- rakterimizde büyük bir problem mi var? ğı varsa bunu çok fazla topluma yada kendisi dı- Saygılarımla… şındaki insanlara nüksetmez. Bunun nedeni de vicdan azabı yada kendini bağışlayamama… İşte "Belki bu yazıyı yazmamam gerekti. çünkü Tarzaman ve mekân konusunun bu kadar dalgalı ya kovsky sözcüklerin bazen hiç bir şeyi anlatamada karmaşık olmasının nedeni de vicdanına karşı yacak kadar güçsüz olduklarını söyler." duyduğu o sorumluluk… Sevgi kavramının çok fazla girintili çıkıntılı olması da Tarkovsky zaman içinde istenildiği zaman bir yolculuğa çıkılması gerektiğini savunmaktadır. Hiçbir şeyin garanti olmadığı bu dünyada aslında yazar bizi biraz da ölüm yolculuğuna çağırır diyebilirim. Düşüncemin saçmalığından size sığınarak sanat ile ilgili her zaman örnek aldığım bazı sanatçıları neden örnek aldığımı belirtmek istiyorum. Oğuz Atay, Turgut Uyar, Franz Kafka ve Vincent V. Gogh bu sanatçıların her eserinde aşk, kavga, sadelik, eksik, ölüm, yaşam, hayat vs. herşeyi bulabilirsiniz. Ama bir şey eksik bu adamların hayatında; bir şeyler hep eksik olmuş: Güç. Hiçbir zaman güçlü olamamış şair, yazar ya da ressam; hep merak ediyorum ve merak etmeye de devam ediyorum. Neden güçsüzlük; neden kendine yetememezlik? Van Gogh’un Tanrıya ulaşmak istediği için kulağını kesmesi bile çok derin bir ıstırap örneğidir.
FUNDAMENTA
65
Aişe Hümeyra
fundamentadergi.com
BIR GARIP RÖPORTAJ
“Şehir insana hayat katar. Şehir insandan hayatını alır.”
66
FUNDAMENTA
Yaşadığımız hayatın pudralı yüzünün ardından sızan tüm can kesiklerini, hayat çizgilerini satırlarına taşıyan Tarık Tufan... Bazen kekeme çocuklar korosunun orkestra şefidir ve yüreği titreyip gözleri kanayarak yönetir konserini. Bazen hayal meyal hatırlanan, sanki hiç ölmemiş bir düşün hiç gitmemiş bir sevgilisiyle istanbul'un kimsesiz bir kafesinde buluşan dünyayla bağı neşterlenmiş bir adamın öyküsünü anlatır. Kimi zaman gidenin ardından kanatlanılan bir yolculuğun tellerde asılı kalmış dramını getirir gözlerimizin önüne. Kimi zaman da kraliçenin pirelerinin ayakları altında ezilen erdem ve aşktan geride kalanları yazıp bizi de yanına alarak yitirilenin ayak izlerini sürer. Aşksız kadınlar coğrafyası ve
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
Anna'sı ile gönülleri ayrı ayrı fethetmiş cümlele- “Şeyh babamın vefatından hemen sonra, yeni rin sahibi olan Tarık abimize birkaç soru sorduk. şeyhin kim olacağını görebilmek için rüyayı Müslüman edebiyat ve düşünce dünyasının bekleyen dervişler, rüyalarında aynı gece, aynı âsi çocuğu olarak tanınan Tarık Tufan kimdir kişiyi görüp, vazifeyi tebliğ için sabahın erken dediğimizde isminizi hiç duymayan birini gör- saatlerinde kapımı çaldıklarında, gece boyunca medik. Peki, biyografilerde yazar, senarist ve vücudumun her zerresine sirayet etmiş şarabın radyo – televizyon programcısı olan Tarık Tu- etkisinden henüz kurtulamamıştım.” fan sizin gözünüzde kimdir? Ne iş yapar?
Yazılarınızdaki samimi anlatıma bağlı hayatın Âsi de değilim, çocuk da değilim artık. Yaptığım bu kadar içinden yazabilen ender insanlardan iş yazmaktan zaman zaman da anlatmaktan olarak yazar olmak isteyen gençlere ne gibi ibaret. Öyküler, senaryolar, televizyon program- tavsiyelerde bulunursunuz? ları böyle işler. Bir şeyler yaşıyorum, görüyo- Bir tavsiyede bulunacak durumda değilim. Yazırum, düşünüyorum ve anlatıyorum. Anlattığım larımı samimi ve hayatın içinden bulduğunuza da şeyleri dikkate değer bulanlar, kulak verenler sevindim açıkçası. Ama gerçekten bir yöntem var okuyorlar, dinliyorlar. Çok da popüler şeyler de- mıdır bilmiyorum. Yazmalarını tavsiye ediyorum. ğil bunlar aslında. Belki ruh akrabalığımız olan Yazdıkça kendi üsluplarının gelişeceğini düşünüinsanlar takip ediyorlardır. yorum. Yazıyı geliştiren okumanın, tefekkür etTarık Tufan nerede, neden ve nasıl yazmaya menin yanı sıra yazmanın bizatihi kendisi. başladı diye sorsak?
Kafa Dengi, Meksika Sınırı'nın devam filmi maYazmaya başlamamın özel bir hikayesi yok. Ne hiyetinde yol alarak ortaya çıkan bir program: zamandan itibaren yazdığımı hatırlamıyorum. hatırı sayılır bir izleyiciye sahip. TV sektörünDolayısıyla nerede ve neden yazdığımı da ha- de sizce seyirciye ulaşmak için neler gerekli? tırlamıyorum. Bir doğal durum olarak gelişti Seyirciye ulaşmak için neler gerektiğini de bilsanki. Elimin altında bir kağıt ve bir kalem bu- miyorum. Zaten biz çok seyirciye ulaşamıyoruz. lundururum öteden beri. Kelimeler, cümleler, Ulaştığımız insanlar var ama galiba çok değiller. durumlar derken düzenli yazmaya başladım. Kendi dünyamızda değerli olan kelimeleri, cümBir şeyleri yazmadan önce ve yazdıktan sonraki leleri, adamları, filmleri, şarkıları konuşuyoruz. halet-i ruhiyemi düşününce yazmanın artık ha- Televizyonlarda böyle şeyler yapılmıyor. Fikir, sayatıma mündemiç bir eylem olduğunu fark et- nat, kültür, edebiyat gibi meseleler ancak piyatim. Şimdi de böyle. Yerine yeni bir şey koyana sanın içinde bir değere ulaştığı zaman popüler kadar yazmaya devam ederim. Bunu da çok kut- kültürün içinde yer bulabiliyor. Hakikat gibi bir samanın alemi yok. derdiniz, yaranız varsa bunun çok izleyici toplaYayınlanmış 5 kitabınız bulunmakta, 2011 yı- ması pek mümkün gözükmüyor. Ama bunu dert lında 4 kitap birden. Ve “Sen Kuş Olur Gider- edinen insanlar izliyor ve açıkçası o insanların sin” 2012’de yayınlanmış son kitabınız ve şuan varlığını da çok önemsiyorum. Başka televizyonbir ara verdiğiniz görülmekte… Bundan sonra- larda benzer programlar yapıldı ama bir format olsun diye yapıldığı için uzun soluklu olmadı. sı için yeni bir kitap projeniz var mı? 2011 yılında 4 kitap yeni baskılarıyla yayınlandı. Yoksa 2000 yılından itibaren o dört kitap aralıklarla yayınlanmıştı. Zorunlu bir ara oldu bu. Yazamıyorum bu aralar. Araya Yozgat Blues filminin senaryosu girdi. İtibar ve Ot dergilerine düzenli olarak yazmaya çalışıyorum. Bir yeni kitaba da başladım. Ne zaman biteceğini bilmiyorum. Ama ilk cümlesini ilk kez sizin derginizde yayınlamış olayım.
Türk Dizilerindeki edebiyat uyarlamalarını nasıl buluyorsunuz? “Çalıkuşu” veyahut şu an revaçta olan ve beğenilen “Yedi Güzel Adam”
Bu konuda net bir fikrim yok. Bazen iyi buluyorum bazen olmaz böyle bir şey diyorum. Aklım bir öyle bir böyle söylüyor. Geçenlerde Rize’ye söyleşiye gittim ve oradaki kitapçı arkadaş Yedi Güzel Adam’dan sonra Cahit Zarifoğlu, Erdem Beyazıt kitaplarının satışlarının arttığını söyledi. İyi bir şey bu. Yapılsın sonra daha iyilerine
FUNDAMENTA
67
Aişe Hümeyra
fundamentadergi.com
heves edelim, daha iyileri yapılsın. Yarın bu fikrimden de vazgeçebilirim. Bu sayımızda; Şehir/Şehirden gidenler / Şehre gelenler / Hicret / Göç temalarını gözönünde bulundurarak, bu minvalde size şunları sormak isteriz. Edebiyata farklı bir nefes getiren Tarık Tufan için, bir şehrin olmazsa olmazı nedir? Edebiyata farklı bir nefes getirmedim. Bunu tevazu olsun diye de söylemiyorum. Ben farklı bir nefes getirdiysem Oğuz Ataylar, Kemal Tahirler, İhsan Oktay Anarlar ne getirdi? Burada duralım bence. Bir şehrin olmazsa olmazı değil, olmazları diyebiliriz ki saymakla bitmez. Kahvehaneleri olacak, içinden nehir geçecek ya da bir denizin kenarında olacak, camisi olacak, camisinde mutlaka çınar ağacı olacak kocaman, mezarları evimizin önünde olacak, bir sineması olacak. Uzar gider bu liste.
'Gitmek' ihtiyacı nasıl doğar? Bunu herkes kendisi bilir. Gitmesi gerektiği zamanı diyorum. Herkesin gitmesi gerektiğini anladığı bir durum ve bir zaman vardır. Bunu genelleştirmek ve bu ihtiyacın sınırlarını çizmek çok mümkün değil. Bir şey olur ve o andan itibaren gitmen gerektiğini bilirsin. Herkes gidebilir mi? Hayır. İnsanların çoğu bir kez olsun arkasına bakma ihtiyacı hissettiği için gidemez. O andan itibaren gitmekle kalmak arasında bir arafa düşerler. Gidememişlerdir ama kalamamışlardır da. “Şehirlerin de tıpkı insanlar gibi ruhları vardır” sözüne katılıyor musunuz? Yaşadığınız şehrin ruhunu hissedebiliyor musunuz?
İstanbul’da yaşıyorum ve evet bu şehrin ruhunu iliklerime kadar hissediyorum. Sorsanız anlatamam. Öyle bir şey. “Hayatımın parçalarını nasıl bir araya getirebiŞehir insana ne katar? Şehir insandan ne alır? leceğim konusunda en küçük bir fikrim bile yok. Şehir insana hayat katar. Şehir insandan hayatını nerden başlamalı ki? başı ve sonu iç içe geçmiş alır. Bu artık nasıl yaşadığınla, şehirle, dünyayla, bir hikayede ortaya çıkacağı anı karıştırmış bir kahraman gibiyim. nerede ortaya çıksam yanlış kendi derununla nasıl bir ilişki kurduğuna bağlı. karedeyim.”
68
FUNDAMENTA
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
Safiye Betul Ensari
SENE 1943
Babam bir yaşında. Yer şehr-i istanbul. Tası toprağı Siirt'e bırakıp gelmişler. Çamlıca’ya ev dikmişler. Sonra başlamışlar yaşamaya.Geri kalanlar İstanbul’da doğmuş büyümüş. Almışlar nasiplerini büyük şehirden. Tutunmuşlar bir şekilde. Hallerini vakitlerini yerlerine koymuşlar. Kah gülmüşler kah ağlamışlar ama hep mutlu. Büyük şehir yememiş onları, izin vermemiş dedem. Sonra babam bir hatuna vurulmuş. Söz almış ondan - bekle beni? Bir söz üzerine peki demiş hatun. Evlenmişler. Annem olmuş. Yer Gaziantep. Düğün dernek 40 gün. Mutluluk paha biçilemez. Sonra mutlu mutlu çocukları olmuş. Babam mesleği gereği şehir şehir gezmek zorunda kalmış. Annem onu hiç yalnız bırakmamı. Bakmışlar başlarının çaresine. En küçük çocukları yani ben Ankara'da doğmuşum. Zerre miktarını hatırlamıyorum. Yıllar sonra gittiğimde ve biri benden yol tarifi istediğinde, sırtını ulusa verdin mi her yer Ankara dediğimi bilirim sadece. Bakmışlar-ruhlarına dar geliyor Ankara. Demişler yeter. Madem ruh göçebe gezelim. Soluğu almışız Erzurum'da. Zerre miktar hatırlıyorum. Allah buraya bu kadar karı neden ekmiş dediğimi. Haziranda ağaç dallarındaki karları üzerimize serptiğimizi. Ve donmuş sümüklerimizi yalayamadiğımızı. Ve bol bol kartol kızartmalı sabahları... Biraz daha zaman geçince Kastamonu’ya doğru yelken açmış bizimkiler. Onca beyazdan sonra bu kadar çok yeşil ve mavi görmek heycanlandırmış ruhlarımızı. Define avına çıkmıştık abimlerle de dev karıncalarla savaşacağımızı sanmıştık. Dandik bir para dışında birşey de bulamadık. Sonra Afyon'a gittik. Ağzımızı çeşmeye dayayarak soda içerdik.
Kırşehir’de Nevşehre kadar bisiklet sürer ıhlara vadisine inip hayal kurardık. Velhasıl biraz vakit gecti. Ve ben büyüdüm. Kahire'de mezar kentte hikayeler dinledim. Âkif'in neden buraya aşık olduğunu anlamaya çalıştım. Kudüs'te geçmişi unutup hücrelerimi yeniledim. Bu şehirler, üzerime kokusunun sinmesine izin verdiğim şehirlerdi ve her biri bir diğerinden daha alemdi. Zaman içinde zaman alem içinde alemler vardı. İnsan da alem içinde bir alemdi ve yörelere göre değişkendi. Nedense her bir alemin gönlünde şehr-i İstanbul yatardı. Kızlar İstanbul’da yaşayan biriyle evlenmek isterdi. Erkekler iş güç hayali kurardı. Ne iş olsa yapardı. Öyle de oldu. Hatta şehr-i İstanbul kendi içinde yörelere bile ayrıldı. Büyükçekmece’ye gitseniz Afyonlu, Fatih'e gitseniz Siirtli, Kartal’a gitseniz Bayburtluya rastlarsınız. Fakat nefes aldığınız şehir, ne kadar direnirseniz direnin bir süre sonra kendine benzetir adamı. Şekli havası konumuna göre bir bakmışsınız o şehir oluvermişsiniz. Bu yüzden her şehirden ayrılışınızda bir parçanızı orada bırakır yola devam edersiniz. Hatıralar ve üzerinizdeki şehrin tozu diğer şehre kadar eşlik eder size. Hatıralar kalır ama şehir gider... Göçebe olan ruhunuzu hangi şehir sakinleştirebilir ? Doğdunuz yer değil doyduğunuz yerse mühim olan, ruh neden arar toprağını? İlk şehrimiz kalu bela ise ikinci anne karnı idi. Ve bir miktar alemi dünyada soluklandıktan sonra son şehir olan ahireti mekan eyleyip noktayı koyunca, şehir hayatımız bitmiş olacaktı. Ve şehirler bitince sonsuzluk başlardı. Bu kadar çok şehir dolaşmamız O'nu bulmak içindi sadece. Keşke bilseydik.
FUNDAMENTA
69
İbrahim Çolak
fundamentadergi.com
HACE'YE MEKTUPLAR Bütün bunları, şu an oturduğum lokantanın, ilçenin meydanını gören camının kenarından yazıyorum sana. Lokanta sahibi yabancı olduğumu anladı ve birkaç soru sordu. Ne iş yapıyorum, kalacak mıyım? Birazdan onun tavsiye ettiği otele gideceğim.
D
ünyanın şu bitmeyen ve bitmeyecek olan debdebesini bir yana bırakıp, güneş gören bir mutfakta çay içmek istiyorum seninle. Bu kadar yalın, bu kadar sade… Hem belki senden uzak kaldığım süre içinde sana şiir yazmışımdır da onu okumaya başlarım, sen ikinci çayımızı doldururken.
kuyulardan su çekiyor pazuları kavi delikanlılar… O köylerde testi ve güğümlerle, konuşa gülüşe, çeşmeye su doldurmaya gidiyor yaşmaklı genç kızlar. O çeşmeler ki, artık tarihe karışmış onlarca gönül hikâyesinin hikâyesi ile yok olup gittiler. Ah, o köyler çok uzak Hace, çok uzak, biliyorum ki ancak düşlerimde varlar. Sahi sen Bir yandan sana yazıyor diğer yandan şunu dü- hiç, çeşmeye su doldurmaya gittin mi Hace? şünüyorum Hace: Kim bilir belki de Milena da Bütün bunları, şu an oturduğum lokantanın, ilsenin yaptığını yapıyor, okuduğu mektupları öf- çenin meydanını gören camının kenarından yakeyle kaldırıp atıyor ve sonra dönüp dönüp tek- zıyorum sana. Lokanta sahibi yabancı olduğumu rar okuyordu. Ve yine belki de Milena’nın o oku- anladı ve birkaç soru sordu. Ne iş yapıyorum, madığımız mektuplarında en çok kullandığı ke- kalacak mıyım? Birazdan onun tavsiye ettiği lime, senin de kullandığın “beni anlamıyorsun” otele gideceğim. oluyordu. Vakit ikindi. Ortalık sakin. Lokantacı çayımı taYolcuyum. Senin uzağından bir başka uzaklığa taşıyor beni otobüs. Elimdeki kitabı kucağıma bırakıyorum. Gözlerim değil gönlüm yorgun. Uzak köylere bakıyorum. Yakından görmek düşlerimi kirletiyor, yakından görmek gerçek. Gerçeklerden ancak düşlerimde kurtuluyorum. Bunun içindir uzaklara, uzak köylere dalıp gidişim. O köylerde Kemalettin Tuğcu’nun açtığı
70
FUNDAMENTA
zeliyor. Sevdim bu ilçeyi. Az önce yediğim döneri de anmalıyım. Harikaydı.
Unutmadan, yolda okuduğum kitaptan altını çizdiğim bir cümleyi de paylaşayım seninle. Delikanlı sevdiği kızı beklemektedir, kızımız gelir ve soğuktan elleri donmuştur. Delikanlı kızın elini avuçlarına alır ve biraz sonra kız şöyle der: “Sı-
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
cacık yuvalarında oturan yavru kuşlara benziyor Şimdi sen benden uzakta, şimdi sen benden ellerim.” “uzaktasın.” Sen uzaklığa saklanıyorsun, ben Hiçbir şey bilmediğim gibi, bu küçük ilçede ne uzaklığı yaşıyorum. kadar kalacağımı da bilmiyorum Hace. Bu kaçı- Şimdi şu otel odasında, otelciden başkası bilşı, bu sürüklenişi, bu gönül yorgunluğunu daha miyor beni. Cep telefonum yok. Ne ben kimseyi ne kadar taşıyacağımı da bilmiyorum. arayabilirim, ne kimse bana ulaşabilir. Dünyanın Mektup yarım kalmıştı. Şimdi oteldeyim. Karan- öbür ucu kadar denilen uzaklık bu olsa gerek. lık çöktü. Karanlık ki hüzün, karanlık ki gurbet, karanlık ki kasvet… İlçe ve benim için dünya şu sokak lambalarının insafına terk edilmiş gibi. Otele gelirken sana göndermek üzere kartpostal baktım, bulamadım. Baktım bulamadım diyerek geçtiğime bakma, bu küçük ilçe bile bir yanı ile modernizme çok erken yenilmiş. İlçenin üç caddesini turladım bir kartpostal için. Kırtasiyeler bakkallara, bakkallar kırtasiyecilere gönderdi. “… Güzelleştirme ve Geliştirme Derneği”ne bile uğradım, kartpostal yok. Bulamayacağıma emin olmuş ve kendi kendime konuşarak otele doğru yürürken yarım saat önce uğrayıp kartpostal sorduğum amcanın bana seslenerek söylediğini de sana aktarayım: “Yarın burada isen kaymakama git, o sana bulur!”
Şimdi hatırladım: Lokantacı durgun ve mahmur halimden bir şeyler anlamış olmalı ki durduk yerde gülümseyerek şunu söyledi: Burada yaşlı ve kocaman bir çınar ağacı varmış, güneş doğarken o ağacın altında oturup dua edersem dileğim kabul olurmuş! Gülümsedim ve teşekkür ettim. Güneşin doğuşunu seyretmeyi ne çok sevdiğimi bildiğin kadar biliyor olmalısın o çınar ağacının altına zinhar gitmeyeceğimi. Sana kızmak, seni suçlu bulmak, ucuz ve sığ geliyor bana. Gece yorgan misali örttü koca ilçeyi. Yalnız ve senden uzaktayım. Bu mektubu yarın sana gönderir miyim bunu bile bilmiyorum. Yarın olsun hayr olsun.
FUNDAMENTA
71
Münevver İşçi fundamentadergi.com
ŞEHİR VE RUH İnsanlık tarihinin önemli bir kısmının şehirlerde geçmesi nedeniyle dil, din, sosyal tabakalaşma veya aile gibi diğer sosyal olaylar ölçülebilir bir tasvir yapılabilmesine imkân tanır. Bu sayede biz şehirlerin yansıttıkları zamanı inceleyebiliriz.
Ş
ehir kavramsal olarak birkaç cümleyle açıklanabilecek bir kelimedir. Fakat içini açmaya kalktığımızda karşımıza kalabalık, zengin bir alanla karşılaşırız. Sadece tarih, sosyoloji değil, antropoloji, ontoloji gibi bilimlerde bizim karşımıza çıkar. Tüm bilimlerin yardımıyla şehrin gizemi, kültürel zenginliği bize araştırma aşkı vermesiyle, şehir tüm ihtişamıyla karşımızda keşfedilmeyi bekler. Tüm bu etmenlerin merkezinde ise insan vardır. İnsan inancıyla, gelenekleriyle kültürüyle vb. unsurlarla o şehre şekil verir, canlılık katar. Ruhu keşfetmemizi sağlar. Bu ruh şehrin içine girdi-
72
FUNDAMENTA
ğinizde ipuçları veren o yerin aidiyetlik ruhudur. Ortak savunma ihtiyacıyla kurulan bu şehirlerin bu derece kalabalık, zengin, insanlar arası ilişki geliştirme imkânı sağlanan bir yer halini alması büyüleyicidir. İhtiyaçlar dâhilinde oluşan şehirlerin gelişimini sürdürme için ihtiyaçları vardır, bunu sağlayacak etken sade ve sadece insandır. Aynı şekilde sağlıklı bir oluşum için de insana düşen görev tüm unsurların sıkı ve devamlı olmasını sağlamaktır. Bunu sosyologlar, sağlıklı bir şehir için sosyal bütünlüğü oluşturmak ve geliştirmek gerçekliğinin üzerinde dururlar. İnsanlık tarihinin önemli bir kısmının
edeb¡yat, kültür, sanat derg¡s¡
na ortam hazırlamıştır. O yüzden gizemli bir hal alan şehirlerin tam çözülmemesi insanda keşif duygusu oluşmuştur. Bu çözümlenmenin tam manasıyla imkânsızlığına rağmen şehir, umuda bağlı gizemli duruşunu bozmamaktadır. Bir şehrin keşfine kaç yıllık bir ömür yeter? Caddeler, evler, çarşının ortasındaki saat aynı şekilde hamamından yaşlı çınarına kadar keşfedilmeyi bekleyen mekanlara birkaç insan ömrünü toplasak yetmez. Her an sonsuz mekan içinde bağımsız, her biri kendi kimliğine sahip şehirler arasında dolaşmak, kainatta yıldızlar arası seyahat gibidir. Kendi dokusu, kendi ruhu bulunan bu mekanlarda tarihin izlerini hissedersiniz. Her uygarlık kendisine ait ipuçları bırakmıştır. Çok eskilere gidersek... Cengiz Han’ın bütün Asya’nın kalıcı yapılarını yok etmeyi adeta ilahi bir vazife sayması o izlerin tamamen yok olup mekânsal ruhu öldürmek amaçlanmıştır. Başka örneklerde mekânın ruhunun neler anlattığını çok net görmekteyiz. Mesela Pekin’de birbirine dik yolların arasında oluşturulan yapı adalarının, tamamen dik açılı bir düzen ile planlanmış parseller üzerinde inşa edilen evlerin plan düzeni, yapı sistemi, çatılarının biçimi ve renkleri, bahçe duvarlarının, bahçeye dikilecek ağaçların cinsleri ve yerleri gibi pek çok alanda önceden belirlenmiş esasların harfiyen uygulanması veya renkler üzerindeki iki seçenekten birini seçmek gibi sınırlı seçenek oluşturan bir düzenek oluşturulmuştur. Aynı yöntemi Hülagü’nün, Halife Mansur’un dairevi planlı Bağdat şehrini, bir iradenin bütün gerçeği sınırlayan ve kendi tasavvuru içine hapseden tutumunu yok etmek için yıkması bize mekânın izlerinin hiçöde azımsanmayacak olduğunun en önemli kanıtıdır. şehirlerde geçmesi nedeniyle dil, din, sosyal tabakalaşma veya aile gibi diğer sosyal olaylar ölçülebilir bir tasvir yapılabilmesine imkân tanır. Bu sayede biz şehirlerin yansıttıkları zamanı inceleyebiliriz. Şehir içinde barındırdığı, tüm çatışma uyum ve farklılık potansiyellerine sınıfa, cinsiyete, etnisiteye ve mezhep gibi katogorilere taşıyarak bunları toplumsal aktörlere dönüştürür. Ortaya çıkan eylem ile işlevselleşme görülmektedir. Burada ki mekânsal aktörler, toplumsal aktörlerle harmanlanıp sembolik bir tanım şehri oluşturmuştur. Şehrin oluşum süreci insanda bu mekânların ruhunun oluşması-
Farklı mekânların özelliklerinden bahsederken oranın ruhunu duymamız, zenginliğimizin manevi yönüdür. Mekânsal alanda o yerin ruhunu yaşamak tattığımız farklı lezzetlere bir yenisini daha eklemektedir. O yeri süsleyen kubbeleri, minareleri havada uçar gibi duran çatıların altında her biri mücevher gibi dizilen evlerin önündeki ağaçlar ile tamamlanmamış sonsuz, muhteşem zenginliğini tatmak, yaşamak bu güzelliklerin birinden öbürüne gitmek, bir diyardan diğer diyara varıp konaklamak gibidir. Bizimse konakladığımız yerlerin nazlı misafirleri olmamız yadsınacak bir durum değildir.
FUNDAMENTA
73