Kırktuğ Dergisi 1.Sayı

Page 1


YENİDEN BİSMİLLAH!!! İnsan, umutlarıyla hayata tutunur ve her yeni başlangıç geleceğe dair umutları da içerisinde barındırıyordur. Umutlarımız, değerlerimizden beslendiği ölçüde bir anlam ifade eder. Yeni şeyler söylemek, eski ile zamanın ruhunu aslında örtüştürmek demektir. Bizler yani Genç Akademisyenler yani namı diğer Kırktuğlar olarak on iki yıl önce çıktığımız bu kutlu yolda, geleceğe dair umutlarımızı bu sefer Kırktuğ Dergisi ile yeniden tazeleyerek yolumuza devam ediyoruz. Tarihe, coğrafyaya, kültür ve medeniyetimize ait ne varsa bunları edebiyat, şiir ve sanatla, fikirle, bilimsel düşünceyle buluşturmak ve dahi kalemlerle savaşmak… Tıpkı Milli mücadelenin ruhunu besleyen Genç Kalemler, Türk Yurdu Dergisi gibi… Kırktuğ adına diktiğimiz fidanlar boy vermeye başladı. Tohum, toprak ile buluştu; yer de, gök de tohumu kabul eyledi, benimsedi. Şimdi meyvelerini verme zamanı… Kökleri, toprağına sımsıkı bağlı; dalları ise hak ve hakikat namına bütün cihana ulaşmanın mücadelesini verecek… Makale, röportaj, şiir, deneme ve hikâyelerden oluşan Kırktuğ Dergisi, 3 Mayıs Türkçülük Bayramı gününde, yeni formatında okurlarıyla yeniden buluşuyor. Bu vesileyle Kırktuğ Dergisi’nin oluşmasında katkı sağlayan, destek veren Hocalarımıza ve Genç Kalemlerimize teşekkür ediyoruz. Hayırlara vesile olması temennisiyle!... Murat Emre Şahin Yönetim Kurulu Başkanı


Editör’den Sevgilerle Tuğba Dinç

İMTİYAZ SAHİBİ Genç Akademisyenler Derneği Adına Murat Emre Şahin YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ & EDİTÖR Tuğba Dinç YAZI KURULU Alperen Arslan Duygu Doğuş Nermin Fatma Gülcük Kağan Tüber GRAFİK TASARIM Alper Şenadam SOSYAL MEDYA SORUMLUSU Hamit Berat Kaya ve emeği geçen hakemlerimize teşekkür ederiz...

“Delinse yer, çökse gök, yansa kül olsa dört yan Yüce dileğe doğru yine yürürüz yayan.” Ciddi, disiplinli, samimi bir “milli şuur” bilinci ile ilerleyen bir tutam umudun, bir çatı altında “Genç Akademisyenler” çatısında birleşmesiyle başladı öykümüz. Bu umudun yürütücü kuvveti her daim "ülkü" oldu. Itri’nin, Tamburi Cemil Bey’ in gönlünden kopan nağmelerden, Matrakçı Nasuh’un nakşından, Şeker Ahmet Paşa’nın fırçasından, Reşit Rahmet Arat’ın Türkoloji’ye kazandırdığı eserlerden, Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun kaleminden, Dede Korkut destanlarından, Mimar Sinan’ın kubbesinden yankılanan ezandan beslenen umudumuzun atlara binip nal sesleri eşliğinde naralarla Kürşat’ın izinden Tanrı Dağlarına yol almasıdır, kızıl elmamız. Bir hilal etrafında halelenen umudun bayram vaktidir. Yıllardır filizlenmeyi bekleyen tohumun canlanma, tomurcuğun patlama, emekle yoğurulmuş bulutların toprağı neşelendirdiği o amansız yağmur sonrası torak kokusu eşliğinde, aysız bir gecede küheylanları Vey Irmağı’nda soluklandırma vaktidir. Yüreğimizde dolanın mürekkep ve kağıtla buluşma zamanıdır. Ahlak ve erdemle boy veren, milli ve insani hareketlerle büyüyen, inançla, imanla kuvvetlenen yürek dirliği, huzur derinliği ile harmanlanan bir kıvılcımı alevlendirmektir gayemiz. Biz biliriz ki “Ülkü denen nazlı gelin erde şan ister” Atsız Ata’nın bu dizelerini düstur edinerek kavi gönüllerle çıkılan bu yolda kalemlerle mücadele etmektir temennimiz. Ve Allah’ın izniyle şahlandırmaktır Kırktuğ’umuzu…


10

6

16

14

6 Edanur Köse Manav – Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu İncelemesi 10 Ahmet Naim Sarı – Müslüman Türk Olmak 14 Davut Karataş – Turan Kanla Kurulur 16 Adeviyye Çam – Türkülerin Ülküsü 18 Ahmet Bican Ercilasun ile Röportaj 22 Alperen Gökçe – Kapı 23 Kağan Tüber – Vakit 24 Cengiz Atbaşı – Ortaöğretimden Liselere Geçiş 26 Ayşegül Nisa Dur - Empatiyle Uzakları Görmek Mi Yoksa Sempatiyle Yakındakileri Kaçırmak Mı? 28 Merve Korkmaz – Kalubela’dan Beri 29 Alper Şenadam – Hazine İçinde Hazine


18

52

48

54

30 Hilal Gül – İzlenenler 32 Oğuz Atalay – Kripto Para ve Ahlak 36 Hamit Berat Kaya – Türk Dünyasında Enerji İş Birliği 40 Hamza Agahoğlu – Paradigma Değişikliği: Satranç Tahtasından Takım Ruhuna 42 Alperen Arslan – Yazmak Üzerine Bir Yazı 44 Begüm Sönmez – Hem Çok Okuyan Hem Çok Gezen 48 Gültekin Kayalar – Memleketinden İnsan Manzaraları: Yemenici 52 Duygu Doğuş – Astopowa’da Bir Tren İstasyonu 54 Tuğba Dinç – Bir Distopya’nın Anatomisi: Dünyanın Geleceği ve Gelecekte Biz 56 Ayaz – Asfaltta At Binenler 58 Ecrin Atbaşı – İçimden Böcek Çıktı 60 Mehmet Sungur Kılıç – Hayvan Dostlarımız


Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu İncelemesi Edanur Köse Manav

Fuat Köprülü’nün Dede Korkut Hikâyeleri için “Bütün Türk Edebiyatı’nıı terazinin bir gözüne, Dede Korkut Destanı’nı öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar” şeklinde yaptığı yorum, bu hikâyelerin önemini anlamamız açısından Köprülü’nün bize verdiği bir ipucudur. Ancak sıradan bir okunuş bu yorumu anlamak için yeterli olmamaktadır. Destanın önemini anlayabilmek için tarih, kültür, din ve sosyal yaşam alanları üzerine düşünmek ve boylarla birlikte bunları yorumlayabilmek gerekir. Bu makalede, Dede Korkut Destanı’nın ilk boyu olan “Dirse Han Oğlu Boğaç Han” bir kurgu üzerinden ele alınacak, metin etnografyası tekniği kullanılarak metin parçalara ayrılacaktır. Önce zaman ve mekan incelenerek olaya bir zemin hazırlanacak, ardından olay örgüsü çatışmalar üzerinden ele alınacaktır. Olayların içinde gündelik hayata dair ipuçları aranacak ve kişi analizleri yapılarak tarihsel arka plan izleri aranacaktır. Kurgudaki olağan ve olağanüstü durumlar ortaya çıkarılarak anlam zenginliği ortaya çıkarılacaktır. Son olarak metnin hedef kitlesinin kim olduğu sorularak metinden çıkarmamız gereken sonuçlar bulunacaktır.

6

İncelemeye başlamak için, destanın yaratıldığı dönem şartlarını anlayabilmek için ne zaman ve nerede yaratıldığı sorusunun cevabı verilmelidir. Çünkü bu sayede olayların hayalde canlanması çok daha kolay olacaktır. Öncelikle Dede Korkut hikâyeleri her boyutuyla, yüzyıllarca süregelmiş, birikmiş ve çeşitlenmiş geleneklerin ürünüdür. Ayrıca geniş bir alana yayılmıştır. Kimi yerde Orta Asya izleri bulunurken, kimi yerde de Anadolu’nun doğusunda destanı yaşamak mümkün olmaktadır. Dirse Han oğlu Boğaç Han Boyu’nda coğrafi açıdan varlığı kesin olan tek mekan Kazılık Dağı’dır. Bu dağ Manas Destanı’nda da geçer. Manas’ın Kırgız destanı olması ve Anadolu’ya yakın olamayacağı gerçeğinden Boğaç Han boyunun Türkistan coğrafyasında kurgulandığı sonucuna varılabilir. Bir yüce dağ çevresinde kurulmuş bir oba hayal edilebilir. Erkeklerin ava gitmesinden dağın eteklerinin ormanlık olduğu sonucu çıkarılabilir. Ne zaman yaratıldığı sorusunun cevabına gelindiğinde, Dede Korkut Destanındaki her boyun ortak özelliklerinden Türklerin İslamiyet’e geçiş evresinde bu hikâyelerin ortaya çıktığı genel kabul görür. Çünkü metin hem İslamiyet öncesi hem de İslami inanç


motiflerini bir arada bulundurur. Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu’nda toylarda şarap içilmesi halkın İslam’ı henüz içselleştiremediğini gösterirken, Boğaç Han’ın yaralandığında Hızır’ı görmesi veya “Allah Teâla” ifadesi İslami ögelerin geleneğe girdiğini kanıtlar. Türkistan’da İslamiyet 11.yüzyıl ile birlikte yayılmıştır. Bu durumda metnin, bin yaşında olma ihtimali epey yüksektir. Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu’nun olay örgüsü de diğer birçok destan gibi çatışmalar üzerine kuruludur. Burada ilk çatışma Dirse Han’ın bir evlat sahibi olamaması üzerinedir. Kız-erkek evlat sahibi olanlara ayrı otağlar kurulurken; çocuğu olmayanlara kara otağın kurulması aşağılayıcı bir durum olarak karşımıza çıkar. Boyun iki kahramanından biri olan Dirse Han bu aşağılamaya maruz kalır. Dirse Han bunun için önce hanlar hanı Bayındır Han’a alınsa da onunla bir çekişmesi olmaz. Evine dönüp eşine çıkışır. Hanımının verdiği tavsiyeleri dinleyerek çocuk sahibi olduğunda bu ilk çatışma sona erer. Hikâyede ikinci çatışma ikinci kahramanımız olan han oğlunun ad ve beylik kazanması üzerinedir. Han oğlu boğayla dövüşüp onu yenerek adını kazanır. Boğaç Han adını almasıyla ikinci çatışma

da sona ererken, yavaş yavaş karakterin karizması da oturmaya başlamıştır. Üçüncü çatışma ise zaten hikâyenin temelini oluşturan baba-oğul mücadelesidir. Bu bölüm önce oğulun babaya saygısızlık yaptığı iddiasıyla başlar. Dirse Han’ın kırk kıskanç yiğidi dedikodu yaparak onun kalbine fesatlık sokarlar ve baba-oğul arasına nifak tohumları ekilir. Bu kırk kıskanç yiğit işi ileri götürerek Boğaç Han’ın babasını öldürmeye çalıştığını da ileri sürerler ve Dirse Han için oğlunu öldürmekten başka bir yol kalmaz. Bu hikâyenin temelini oluşturan baba-oğul mücadelesi metni okuyanların gözünde Türk tarihinden kesitler canlanmasına sebep olmuştur. Türk tarihinde baba ile oğlu arasında Mete ile Teoman’dan başlayan iktidar mücadelesi II. Bayezid- I. Selim ve Kanuni Sultan Süleyman- Şehzade Mustafa gibi örneklerle de karşımıza çıkar. Bu mücadele sadece burada değil, Oğuz Kağan ve Manas gibi diğer Türk destanlarında da sahnelenmiştir. Yani bu destanlar Türk tarihine has özellikler taşırlar. Anlatıcının siyasi bir olayı süsleyerek dinleyiciye aktardığı hayal edilebilir. Hikâyenin bel kemiğini oluşturan Dirse Han-Boğaç Han mücadelesi annenin öğütleri ve Boğaç Han’ın ataya olan saygısı sayesinde son bulup, üçüncü ve ortak bir düşmanın ortaya çıkmasıyla da normal bir 7


baba-oğul ilişkisine döner. Belki de burada söylenmek istenen, baba-oğul kavgasına üçüncü ve kötü niyetli kişilerce sebep olunduğu ve bu kavganın yersiz olduğudur. Asıl düşman iyi tanınmalıdır. Dede Korkut’un bu boyu halkın yönetici bir baba ile oğlu arasındaki kavgayı nasıl yorumladığını gözler önüne serer.

İslamiyet ile Hızır bozkurdun yerini almıştır. Ancak ortak özellikler varlığını sürdürmüştür. “Oğlan orada yıkıldığı vakit boz-atlı Hızır oğlana göründü…” cümlesinde Hızır’ın boz atının olması ortak özelliklere bir örnektir. Yine Oğuz Kağan Destanı’nın Uygur versiyonunda da bozkurt Oğuz Kağan’a yol gösterir. Yani Hızır tipi hikâye göçü ile bu Dede Hanın senede bir şölen düzenlemesi, beylerin Korkut boyundaki yerini almıştır. Dirse Han’ın kırk ava çıkması ve hanımlarının çeşitli hazırlıklarla on- yiğidinin kurgudaki yerleri ise baba ile oğlunun araları karşılamaları Türklerin gündelik hayatlarına dair sına nifak sokmak olmuştur. Bu hikâyedeki kötüizler taşırlar. Ayrıca kız ve erkek evlatlara ayrı renk- ler onlardır. Her hikâyede karşımıza çıkan Dedem lerde de olsa ayrı çadırların kurulması sosyal içinde Korkut ise burada Boğaç Han’ın adını vermiş ve boyu duasını ederek sonlandırmıştır. cinsiyet ayrımının olmadığını kanıtlar niteliktedir. Boyda, olağan olaylarla okuyucu metnin gerçekDirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu’ndaki şaliğine ikna olurken bir yandan da olağanüstü duhıs kadrosu diğer boylara kıyasla daha kısıtlıdır. Neredeyse bütün hikâyelerde var olan Bayındır rumlarla kurgunun dikkat çekici yönü kuvvetlendiHan karakteri hiyerarşide en üstte bulunan kişi- rilmiştir. Boğaç Han’ın bir boğayla dövüşmesi ya da dir. Senede bir toy düzenleyerek beylerini bir ara- yaralandığı anda Hızır’ın gelip onu kurtarması okuya getirir. Aktif olarak savaşlara katılmaz. İki kah- yucuyu şaşırtırken, dedikoduyla karakterlerin aralaramandan biri olan Dirse Han önemli bir beydir. rının açılması onları gerçek hayata geri döndürür. Hikâyenin başlangıcında Tanrı’nın onu cezalandır- Kahramanımız Boğaç Han’ın ise bu olaylar sayedığı düşünülür ve Han’a acınır. Ancak daha sonra sinde karizmasının arttığı görülür. Boğayla dövüşüp yaptığı iyiliklerin karşılığını alır ve çocuk sahibi olur. onu yenmenin her yiğide kısmet olmayacağı gibi, Böylece saygınlığını da geri kazanır. Ancak üçün- Hızır gibi ilahi güçlerin sadece çok önemli insanlara cü kişilere olan itimadı sebebiyle oğlunu gözden yardıma geldiği inancı Boğaç Han karakterine olan çıkardığında Dirse Han tekrar acınan bir karakter bağlılığı kuvvetlendirir. Ayrıca babasına kindar davoluverir. Bir diğer önemli karakter Dirse Han’ın ha- ranmaması ve ona olan sadakati bir evlat olarak da nımıdır. Bu hanım da önemli bir bey kızıdır. Dede ne kadar mükemmel olduğunu gösterir. Korkut’un bütününde rastladığımız olgun, anlayışlı, dürüst, hatta mükemmel diyebileceğimiz Türk kadınlarından biridir. Ana karakterlerden Boğaç Han da yine bizi şaşırtmayacak şekilde kahramanlığın bütün özelliklerine sahiptir. Güçlü, çevik erdemli ve hünerlidir. Hikâye ilerledikçe de yaptıklarıyla bu özelliklerini sağlamlaştırır. Bu kadro içinde çok küçük bir yerde geçmiş ama olaya yeni bir yön katmış önemli bir karakter ise Hızır’dır. Boğaç Han’a yaralı bir haldeyken görünmüş ve üç kez yarasını sıvazlayarak onu ölümden kurtarmıştır. Burada Hızır karakteri, iyi bir kurgu için çok önemlidir. Kahramanın başına olabilecek en kötü şey gelmiştir, ölümle burun burunadır. Hızır neredeyse her şey bitecekken yetişip hikâyeye can katmıştır. Hızır tipi Türk destanlarında sıkça kullanılan, kahramana kılavuzluk eden yardımcı ve ilahî güçtür. Bu konuda yine eski Türk destan tipinin varlığını sürdürdüğünü görmekteyiz. İslamiyet’ten önce kahramana en kötü anında gelip destek olan kılavuz bozkurt iken, 8

Metnin hedef kitlesinin, anlatım şekli sebebiyle daha çok erkeklerin olduğu bir ortam olduğu anlaşılıyor. Dede Korkut’un soylarında “Hanım Hey!” seslenişini kullanması hanların bir arada oturduğu bir yeri canlandırmamıza sebep oluyor. Hikâyeyi okurken onun anlatıldığı ortamda bir otağın içinde obanın beyleri ile elinde kopuzu olan bir anlatıcıyı hayal etmek zor değildir. Öte yandan metni yazıya döken bir aracının olduğunu da unutmamak gerekir. Bu durumda yazıya dökenin hedef kitlesi de düşünülmelidir. Destanın XIV.-XV. yüzyıl dolaylarında yazıya geçirildiği tahmin edilmektedir. Esasen yazılı kültür geleneği olmayan Türklerin bu eseri yazıya geçmiş olması, başka bir kültürden etkilendiğini gösterebilir. Yazılı kaynaklarla siyasi otoritenin kuvvetlendirildiğini düşünürsek, destanı yazıya geçirenin hedef kitlesi devletin gelecek nesilleridir. Sonuç olarak Dirse Han Oğlu Boğaç Han Boyu, Türkistan coğrafyasında hayat bulmuş ve diğer Dede Korkut boyları gibi İslam öncesi ve İslami


unsurları bir arada yaşatmıştır. Metin etnografyası tekniğiyle yapılan inceleme sayesinde inişli çıkışlı olay örgüsü, iyi ve kötü karakterleri, olağan ve olağanüstü durumlarıyla mükemmel bir destan örneği olduğu ortaya çıkmıştır. Yine bu inceleme, bu kıssadan çıkarılacak birçok hissenin olduğunu da göstermiştir. Öncelikle obada hiyerarşi çok önemlidir. Çünkü Dirse Han, Bayındır Han tarafından çocuğu olmaması sebebiyle hakarete uğradığı halde ona bunun şikâyetini etmemiştir. Ataya saygı her şeyden önce gelir. Boğaç Han da uğradığı haksızlığa rağmen babasına sahip çıkmıştır. Aslında burada anlatıcı zaten baba ile oğul arasında bir kötülüğün olamayacağını; eğer bir çatışma çıktıysa bunun sebebinin mutlaka kıskanç üçüncü kişiler olduğunu

anlatmak istemiştir. Olayın hissesi ise dedikoduya ve nifaka izin verilmemesi gerektiğidir. Ayrıca hem eşine hem evladına sahip çıkacak yiğit ve dürüst bir Türk kadınının toplumun belkemiğini oluşturduğunun altı çizilmiştir. Hızır’ın Boğaç Han’a olan yardımından ise ahlaklı olunduğunda Allah’ın elinin mutlaka o kulunun üzerinde olacağı sonucuna varılabilir. Bu sonuç ise, sözlü kültürdeyken dinleyenleri, yazılı kültüre geçtiğinde ise okuyucuları ataya saygılı, ahlaklı ve dürüst olmaya davet eder. İslam öncesi kültleri ve İslam inancını bir arada yaşayan bu Oğuz boyu yüzyıllar sonrasına böyle seslenmektedir. Yapılan bu tahliller sayesindeyse Köprülü’nün sözü nihayet anlam kazanmaktadır.

9


MÜSLÜMAN . .

TURK OLMAK

Ahmet Naim Sarı Hz. Adem’den sonra insanoğlunun atası olarak Hz. Nuh (as) bilinmektedir. Tufandan sonra Hz. Nuh’un oğullarından, biri Avrupa Kıtası’na, biri Afrika Kıtası’na ve diğeri ise Asya Kıtası’na yayılmıştır. Asya kıtasına yerleşen oğlunun adı Yafes’tir. Yafes’in yedi oğlundan biri olan,“edepli, ahlaklı, dürüst, cesur ve iyi kalpli olma” özelliklerine sahip olan Türk Han’dır ve Türklerin soyu Türk Han’dan gelmektedir ve adını da Türk Han’dan almıştır. “Türk”, kelime olarak “kudretli ve güçlü” anlamını taşır. 1-Türkler tamamı esir edilememiş ve asla devletsiz kalmamış yeryüzündeki tek millettir. 2-Türkler, yontulmuş Tanrısı olmayan, tarihinde putperestlik olmayan tek millettir. 3-Türkler şehitleriyle övünen tek millettir. (Her millet öldürdükleri ile övünür iken) Mensubu olmanın onur olduğuna inandığım Türk milleti, İslamî ve insani vasıfları ile emsal kabul etmez bir millettir. Allah Rasulü'nün övgüsüne ve Maide Suresi 54. ayetin işaretine mazhar olmuş bir millettir. 10

“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar mü'minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler. Allah yolunda cihat ederler ve dil uzatanların kınamasından da korkmazlar. Bu Allahın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah geniş ihsan sahibidir, her şeyi en iyi bilendir." (Mâide 54) "Peygamber Efendimizin, Arap'ın Arap olmayan (Acem) üzerine bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanın da Arap üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük, sadece takvâ iledir.” (Cem’u'l-Fevâid, 1/510, hadis no: 3632) hadisini hatırlayacaksınız. Türklüğü kavrayamamış olanların, biraz da Arap sempatisi olanların Türk milliyetçilerinin karşısına bu hadisi şerif ile dikilmişlerdir. Ancak üstünlüğün takva ile olduğu ve kavmiyetçiliğin ne olduğu hep görmezden gelinmiştir. Kur’an karşısında ayaklarını uzatıp yatmayacak kadar edepli, kızıldığında Hz.Peygambere saygısızlık olur diye çocuğuna “Muhammed” ismini koymayacak kadar saygılı, Haremeyn’in hadimi olmayı onur kabul edecek kadar mukaddesatın hizmetkârı, peygamberimiz gürültüden rahatsız olmasın diye


Medine’ye 20 km yaklaşınca tren raylarına keçi kılından keçe serecek kadar ve Kabe’ye saygı için, etrafına yapılan revakların yüksekliğinin Kabe’nin yüksekliğini geçmemesine özen gösterecek kadar ince ruha sahip, ila-yı kelimetullah’a canını adayacak ve şehit olamadığına üzülecek kadar kendini hakka adamış, yani takvanın her formunu, mukaddesatın her alanına en hassas şekilde yansıtan bir başka millet var mıdır? Ve hadisi şerife göre üstünlük de TAKVA ile olduğuna göre üstünlük Türk milletindedir ve bu millet Allah’ın sevdiği, ayeti kerime ile haber verdiği Türk milletidir.. (Hollandalı bir tarihçinin de yazdığı gibi; Avrupalı biri İslam'ı seçtiğinde O’na “Türk oldu” diyorlardı ki, bu “Avrupalı gözünden Türklerin İslam ile özdeşleştiğinin ifadesi” olsa gerektir.)

(Ahmed bin Hanbel, 4/107, 160; İbn Mâce, Fiten 7, hadis no: 3949) Şeyh Sabahuddin-i Hüseyni, Iraklı ve muteber bir alim ve veli kabul edilmektedir. 4. Murat'a "bizi Şia’nın zulmünden kurtarın" diye name göndermiş, nihayetinde Osmanlı'ya sığınmıştır. Dedesi Şeyh İbrahim el Hüseyni’nin (ki, kendisi anne yönünden, Ahmet Rufai'nin, baba yönünden Abdul Kadir Geylani'nin torunu olduğu rivayet edilir) Hz. Peygamberimi rüyasında gördüğünü, Efendimiz'in rüyasında, “ya veledi hubbul Etrak minel iman, “evladım Türkleri sevmek imandandır” dediğini nakletmiştir.

Muhittin-i Arabi, Ertuğrul Gazi doğmandan 25 yıl önce yazdığı Fütuhatı Mekke isimli eserinde, “İnne eslahat düvel ba'de Sahabe Ed'devleti Osmaniyye” “Sahabeden sonra devletlerin en düzSoyunun bu vasıfları ile övünmek, sevmek, günü Osmanlı Devleti olacak" demiş, Sultan Abdül Resûlullah'ın men ettiği kavmiyetçilik değildir. Zira, Aziz'in öldürüleceği, hatta Sultan Abdulhamid Rasûlullah (s.a.v.)'a soruldu: "Kişinin soyunu, sülâ- Han'ın son padişah olacağına kadar, çok ince detaylesini (kavmini, ulusunu) sevmesi asabiyet (kavmi- lara yer vermiştir. yetçilik, ırkçılık) sayılır mı?" Hz. Peygamber şöyle Kur’anı Kerim’de Maide Suresi 54. ayeti ,Türkleri cevap verdi: "Hayır. Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması asabiyettir/kavmiyetçiliktir" işaret eden ayet olduğu pek çok alim tarafından ka-

11


bul edilmektedir. “Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, Allah Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorlu, kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği bir kavim getirir ki; Onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler. Bu Allah’ın lütfu inayetidir ki, onu kime dilerse ona verir. Allah ihsanı bol olan, en çok bilendir. (Maide suresi:54)

Kostantiyye (İstanbul) mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır ve o asker ne güzel askerdir. Buhari (et-Trah-ul Kebir, cilt 1, kısım 2, sayfa: 81) Ahmed bin Hanbel (Müctehittir ve bütün hadisleri sahihtir.) Müsned IV/42, Kahire 1313) El-Hakim (el-Müstedrek IV/42-422, Haydarabat 1335)

Son devrin en büyük alimi kabul edilen müfessir Celal Yıldırım, "binaenaleyh, ebnay-i Faris hadisinin deleleti (beyaziti bestami, gazzali, İmamı Azam bu bölgedendir); Fethi Kostantiniyye hadisinin serahati, "fe asellahu en ye'tiye bil fethi" va'di ilahisinin işareti ile; bu millet Türk milletidir ve bu vazife halen Türk milletinin üzerindedir" demektedir.

Allah, zamanın süper güçleri olan Bizans, Pers ve Habeşistan gibi ülkelere; Mekke, Medine, Taif gibi kutsal şehirlerin fethedilmesini mucizelerle engellemiştir. (Fil suresinden de anlaşıldığı gibi). Bu üç şehir varolduklarından bu yana, hiçbir güç tarafından ele geçirilememis iken;

Benim ümmetimi öyle bir kavim sürüp, koBu ayet-i kerimenin, Vani Mehmed Efendi, Elmalılı valayacaktır ki; onların yüzleri (yuvarlak ve) enli, Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen, Said-i Nursi, gözleri (çekik ve) küçük, çehreleri sanki üzeri Fikri Yavuz,Celal Yıldırım ve Osman Keskioğlu başta derilerle kaplanmış kalkanlar gibidirler. Onlar olmak üzere bir çok İslam alim ve mütefessire göre üç defa Arabistan Yarımadası’na kadar ilerleyeceklerdir… İşte onlar Türklerdir. Nefsim yed-i Türkleri işaret ettiği kabul edilmektedir. Elmalılı Hamdi Yazır, hak dini Kuran Dili'nde kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, Türkler Maide 54. ayetin tefsirinde "... bu defa Allah Türkleri (çok yakın bir gelecekte) atlarını Müslüman göndermiş; Arapların kadrini bilmeyip zayi ettikleri mescitlerinin direklerine bağlayacaklardır. Ebu devlet-i İslamı ele alarak İstanbul'a ve oradan kıtaatı Davud (Nuseym b. Hammad, Kitabü'l Fiten, Atıf Ktp. No: 602, V.121122) arzın her tarafına yaymışlar;" der.

1071'de Selçuklular tarafından feth ediliyor, arSaid Nursi "Ey Türk Kardeş, senin milliyetin dından 1174'te Eyyubi (Türk devleti) tarafından İslam ile imtizac etmiş, bütün senin mazideki me- feth ediliyor, 1250'de Memlüklü Türk Devleti tarafahirin İslamiyet defterine geçmiş, bu mefahir ze- fından feth ediliyor, 1517'de Osmanlı devleti taramin yüzeyde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen fından feth ediliyor. Türkler size ilişmedikçe sizde onlara ilişmeyiniz. şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri Çünkü milletimin mülkünü ve Allah'ın ona olan ihkalbinden silme" Mektubaat 324 Türkler bu Milleti İslamiyye’nin kahraman bir sanını en evvel Kantura(Türk) nesli alacaktır. İmam ordusudur. Emirdağ lahikası 2 (224), mücahit, kah- Taberani (Mu'cem'ül-Kebir ve Mu'cem'ül Evsat)

Habeşliler sizle uğraşmadıkça siz de onlarla uğVani Mehmet Efendi eserinde “Kehf Suresi raşmayınız. Hele Türkler size dokunmadığı sürece 85-92. ayetlerde kıssası geçen Zülkarneyn’in, Oğuz siz de Türklere (sakın) dokunmayınız! Ebu Davud (Sünen-i Davud, IV.s:112) Han olduğuna işaret etmiştir. Hıfz, on kısma ayrılmıştır: Dokuzu Türklerde, Kaşgarlı Mahmut Divanı Lügat-it Türk isimli eserinde Buhara ve Nişabur hadis imamlarından biri diğer insanlardadır. (Ahmed Ziyaeddin şu hadis-i kutsiyi rivayet etmektedir:” Ulu ve Aziz Gümüşhanevi (Ramuz'ul-Ehadis 4140 nolu hadis) raman millettir. Şualar 1-514

olan Allah diyor ki; Benim Türk ismini verdiğim ve doğuda yerleştirdiğim bir takım askerim vardır ki, herhangi bir kavme karşı gazaba gelecek olursam o Türk askerimi işte o kavmin üstüne saldırtırım.” (Kaşgarlı Mahmut, Divanı Lügat-it Türk, C.1., 294 ?1333 İst basımı) 12

Hıfz kelimesi bazı kitaplarda hafızlık, kavrama kabiliyeti olarak tercüme edilmiştir. Merhum Vani Mehmed Efendi'ye göre ise muhafazakârlık yani dinini, milletini, vatanını, maddi ve manevi değerlerini, örf ve âdetlerini, namusunu koruma duygusunun her milletten çok Türk milletindedir.


MÜSLÜMAN OLMAK Resûlullah Efendimiz bir gece rüyasında peşine önce siyah bir koyunun, sonrada bir beyaz koyunun takıldığını görüyor. Sabahleyin mescid-i saadete gelip namaz kıldırdıktan sonra sırf iltifat olsun diye bu rüyanın yorumunu Ebubekir Sıddık Hazretlerine bırakıyor. Bu iltifata hem sevinen, hem de mahcup olan Ebubekir (r.a): "Mademki, öyle arzu buyurdunuz, yorumunu yapayım. Ey Allah'ın Peygamberi, peşinize ilk takılan siyah koyun Arapları, sonra da takılan beyaz koyun beyaz bir ırkı temsil eder. Yani önce Araplar size inanıp peşinize takılacak, sonra da beyaz bir ırk İslam'a girip size uyacak... rüyadaki siyah koyun Arapları, beyaz koyun ise Türkleri işaret etmiştir. Çünkü bir müddet sonra beyaz yüzlü olan Türkler İslam'a girmişlerdir. "İşte bu TÜRKLER, Abbasîler zamanından beri bin senedir, Kur'ân-ı Kerimin bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur'ân'ı ilan etmiştir. Milliyetini, Kur'ân'a ve İslamiyet'e kal'a yapmış, bütün dünyayı susturmuş ve "Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar

mü'minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler. Allah yolunda cihad ederler ve dil uzatanların kınamasından da korkmazlar..." (Mâide 54) âyetine güzel bir masaddak olmuştur...". Ve bir Amerikalı araştırmacı yazar: Gene Matlock, koyu bir Hristiyan dindar. 2008 yılında basılan kitabının ismi “ey dünya insanları HEPİNİZ TÜRKSÜNÜZ”. Yazar bu kitabında “hangi din kitabını tarasam hep Türklerden bahsetmekte ve olayın merkezinde hep Türkler var” Kitapta şöyle iddialı bir ifade de var “Dünyada insanlar ikiye ayrılır. Türk olduğunu bilenler ve bilmeyenler. (Biz ayeti kerime ile müjdelenen Türklerden olma onurunu tercih ederiz.) Bu cihetle “Türk olmak, Türk olmaktır, başka bir tarifi yoktur”. Köprünün altından çok sular aktığı tartışılabilir. Bu tartışma konusu olmuşsa, artık öze dönme vakti gelmedi mi?. Sorusunun da sorulması kaçınılmaz olur. Farkında değil misin, Alem-i İslam yönünü sana dönmüş, medet beklemekte? Milyonlarca mazlum, “Türk beklenendir” diye seni beklemekte... 13


TÜRKÜLERİN ÜLKÜSÜ

“Balığa çıkınca türkü söylerdik, göl anlardı bizi. Yürekten kopup gelen sözler onun da hoşuna giderdi.”

Adevviye Çam

Uluorta söylenmeyecek şeylerin uluorta söylendiği yer: Türkü… Daima söylenemeyeni ve belki de hiç söylenemeyecek olanı anlatır türküler. Kalpte gizli olanı izhar etmek türkülerin işidir. Bütün zaman ve mekân tefrikasına rağmen hep aynı hissiyat, hep aynı fikriyat yansır. Fani insan, sözün, türkünün ölümsüzlüğüne tutunarak teselli bulur. Bu yönüyle türküler; uzakları yakın eden, geçmişi ana çeviren ölümsüz değerlerdir. Binlerce yüreğin hissiyatını taşıyan türkülerdeki ruh, bu sebeple hep taze kalır ve daha binlerce yüreği birleştirir. Türküler bize, görüp öğrenilenin nesillerce uzayıp gitmesi için bırakılmış miraslardır. Mirastır çünkü her türkü bir tarihtir, içinde hatırat barındırır. Ülkü değerlerimizi temsil eden türkülerin de bir ülküsü vardır. Karanlığın içinde saklanılan, üstü örtük, korkulan, kaçınılan, felaket olan şeylere karşı da sığınılan bir ülküdür türküler. Türkülerin ülküsü, Türk’ün ülküsüdür esasen. Ve çoğu zaman da “Türk’ü söyler türküler.” Türküler vardır; kimisi vatan, kimisi toprak, kimisi sevda olan. Uçan kuştan, esen yelden, yâr adı geçenden yazılmış… Dağlar ardından, cetvelle çizilmiş sınırlar ötesinden söylenen, “Çırpınırdı Karadeniz, bakıp Türk’ün bayrağına Ah ölmeden bir görseydim, düşebilsem toprağına” sözleri bir ülkü değil midir bize? Sınırlar ötesi bile olsa türküsünü söylediğimiz o yerler bizim değil midir hâlâ? Biz unutsak da türküler unutmaz ülkümüzü. Zira türküler en sadık ülkücüdür. Şairin dediği gibi; “Bütün bunların üstüne, hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim.” Türküler demişken, yâr ile başlayıp yar ile biten sevda türkülerinden söz edelim. Keyfiniz yoktur, canınız sıkılmıştır, oturmuşsunuzdur bir yere; iki çay söylemişsinizdir, biri açık. O sıra bir yerden bir türkü başlar: “Seher vakti çaldım yârin kapısını Baktım yârin kapıları sürmeli Hoş bulmadım otağının yapısını Çıkageldi bir gözleri sürmeli”

14


Türkünün içindeki bir söz sizi alır götürür, sınırlar ötesine belki. Uzakları yakın eder bir türkü. Bir türkü ne kadar kudretlidir çoğu zaman. “Gönül gurbet ele varma Ya dönülür, ya dönülmez Her güzele meyil verme Ya sevilir, ya sevilmez” der ve sizi nice dönülmez gurbetlerden, sevmiş bulunulan bir güzelden çeker alır bir türkü. Bir türkü inceden inceye sızlanmaya başlar, yanmaya başlar bir türkü inceden inceye. Türkü dediğin yakılır çünkü yakılacak ki yaksın dinleyeni. “Taşa verdim yanımı Toprak emdi kanımı Azrail’e can vermezdim Canan aldı canımı” deyiverir bir türkü. Bir türkü ne kadar çok şeydir çoğu zaman…

15


TURAN KANLA KURULUR Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur. Yıllar yılı bu sevdanın mecnunlarının hikâyelerini dinleyerek büyüdük. Bu hikâyelerin kahramanlarının yanında hayal ettik kendimizi ve de kendi hikâyelerimizin hayalleriyle bu günlere geldik. Yaşımız biraz daha ilerleyince bu sevdanın teoriği üzerinde kafa yorduk. Bu bağlamda aklımızda en fazla yer eden ifade merhum İsmail Gaspıralı Bey’in “Dilde, İşte, Fikirde Birlik” sloganıydı. İsmail Gaspıralı bu ifadesini hayata geçirmiş ve “Tercüman Gazetesi”ni çıkarıp tüm Turan coğrafyasında okunur hale getirmiştir. Bunun farkına varan emperyalist güçler dilde birliği bozmak adına Kırgızca, Kazakça, Özbekçe gibi diller uydurarak Türk dünyasının kendi arasındaki bağı koparmak istemiş ve ne yazık ki bu anlamda oldukça başarılı olmuştur. Bu günlerde merhum İsmail Gaspıralı Bey’i hürmetle ve rahmetle anıyor ve yeni sloganı ben dile getiriyorum: “Turan kanla kurulur”. Bu slogan şahsıma aittir ve gelecek her türlü sıkıntının müsebbibi ve sorumlusu olduğumu dile getirmek istiyorum.

Davut Karataş

mek üzere birkaç arkadaşımızla Güney Türkistan’a (Afganistan’ın kuzey bölgesine) gittik. Hayatımda yaptığım en önemli işlerden birisiydi bu ziyaret. Bu ziyaret esnasında kurban kesimleri yapılıyordu, her kurbanın üzerinde kurban sahibinin isminin olduğu A4 kâğıdı konuyor ve kurban kesilirken fotoğraf çekiliyordu. Bir isim çok dikkatimi çekti Ali Vlademir İvanof bu kurban gelse gelse Hollanda Türk Federasyonu’ndan gelmiştir diye düşündüm ve federasyon görevlisi Erim kardeşime sordum. Vekâletin kendisinde olduğu Bulgaristan asıllı Hollanda’da yaşayan bir Türk kardeşimizin kurbanı olduğunu söyledi. Bizim Turan’ımız böyle kurulur. Bizim Turan’ımız bu kurbanın kanıyla kurulur.

Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur.2015 yılında Irak’ta çıkan kargaşadan sonra bir kısım Türkmen evlerini yurtlarını terk ederek Türkiye’ye ve ağırlıklı olarak da Ankara’ya gelmişlerdi. Bu kardeşlerimize kardeşliğin gereğini göstermek için elimizden geleni yapmaya çalıştık. Muayenelerini yaptık; gıda, kıyafet, ev eşyası yardımlarımız oldu. Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur. Bu Binlercesinin ameliyatını, doğumlarını yaptırdık. sevdanın peşinde 2014 yılında Kurban Bayramı’nı Çocuklarının sünnetini yaptık. Bu günlerde bir geçirmek ve vekâletlerini aldığımız kurbanları kes- Türkmen kardeşimiz yanımıza gelerek kendi halin16


larla bir nebze de olsa unutulmuşluklarını unuttular. Kestirdiğimiz her kurbanın videosunu kurban sahiplerine ulaştırmaya çalıştık ve gönüllerde bir bağ kurmak için çabaladık. İşte bizim Turan’ımız sizlerin bizlere verdiğiniz ve “Benim kurbanımı şu Turan coğrafyasında kesin.” dediğiniz o kurbanBir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur. ların kanlarıyla kurulur. Bizler bu sene de bu kurAnkara Solfasol semtinde Afganistan’dan gelen banlara talibiz. Kurbanlarınızla Turan binasına harç Özbek kardeşlerimiz yaşamaktadır. Bu kardeş- taşımak isterseniz bize ulaşmanız yeterli. Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur. Eğer lerimize elimizden geldiğince yardım etmekteyiz. Bunlar hiçbir hukukî dayanağı olmadığı halde birileri bu ifadelerimizi savaş çığırtkanlığı olarak Türkiye’ye kaçak yollarla girmişler ve burada yaşa- görüyorsa bizlerin kimsenin kanı üzerine kurulacak maktadırlar. Bu kardeşlerimiz sağlık hizmetlerinden bir saltanatımız olmadığını bilmeleri gerekir. Birileri faydalanamamaktadır ve eğitim hizmetlerinden de kan dökmek isterlerse buyursunlar döksünler eğer mahrumdurlar. Bu kardeşlerimize yardımcı olmak bu esnada yaralanırlarsa bizler tedavilerini yapmak için çocuklarının sünnetini yapmaya karar ver- için elimizden geleni yapmaya hazırız. Eğer bizler dik ve bu çocuklardan yirmisinin sünnetini geçen Turan kurmak için insan kanı dökülmesi gereklilihaftalarda yaptık. Bizlere Irak’tan gelen Telaferli ğine inanırsak ilk önce kendi kanlarımızı dökeriz, sağlıkçı kardeşlerimiz yardım etti. Evet, işte Turan kendimiz yapamadığımız hiçbir fedakârlığı başkalaAnkara’nın Solfasol’unda Iraklı Türkmen kardeşle- rından beklemeyiz. rimizle beraber akıttığımız Afganistan Özbek’i çoBir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur. cukların sünnet kanıyla kurulur ve bu kanı da biz Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz derler. Kimselerin dökeriz... olmadığı zaman bizler vardık ve kimselerin olmadıce teşekkür ettikten sonra; “Bizler size teşekkür etmek için Türkiyeli kardeşlerimize Kızılay aracılığıyla kan bağışı yapmak istiyoruz.” dedi. Araştırdığımda 2 yıldan daha kısa süre Türkiye’de kalan göçmenlerden kan bağışı için kan alınamadığını öğrendim. İşte Turan bağışlanamayan bu kanlarla kurulur.

Bir sevdadır Turan ve Turan kanla kurulur. Son üç dört yıl içerisinde Afganistan’da, Halep’te, Türkmen Dağı’nda, Irak’ta, Suriye kırsalında ve Türkiye’de yaşayan Türkmen ve Özbekler için binlerce kurban kestirdik. İnsanlar yeni doğan çocuklarının kurbanlarını, adak kurbanlarını ve diğer kurbanlarını Turan coğrafyasında bir yerlere seve seve gönderdiler. Oradaki kardeşlerimiz de bu kurban-

ğı yerlere bizler gittik. Aslında yiğit yaptıklarını anlatmaz derler bu hükmü birazcık deldik sayılır, o da bizim yiğit olmamamıza verilsin. Niyetimiz sadece yapmaya çalıştığımız hayır işlerinde sizlerin desteğini almak Allah’tan gayrı kimseden bir beklentimiz yok sadece çıktığımız yolda yol arkadaşları arıyoruz. Sefer bizim işimiz, zafer Allah’ın takdiri…

17


3 MAYIS SÖYLEŞİSİ TÜRÇÜLÜK GÜNÜ VE ATSIZ Nermin Fatma Gülcük Kağan Tüber

3 Mayıs'ın Cumhuriyet dönemi üzerine etkilerinden biraz bahseder misiniz?

tutukladılar. Sonrasında bildiğimiz 1944 hadiseleri, Irkçılık- Turancılık Davası ile eylül ayında başladı. Ahmet Bican Ercilasun: 3 Mayıs, o zaman- Bir buçuk yıl kadar tutuklu kaldılar. O zamanın belki tek parti rejimine karşı ciddi bir gösteriydi. li başlı Türkçüleri başta Nihal Atsız olmak üzere; 3 Mayıs'ta Türk milliyetçileri o zamanki adliye- Zeki Velidi Togan, Atsız'ın kardeşi Necdet Sançar, nin bulunduğu Anafartalar'da, Ulus Meydanı'nda Alparslan Türkeş (O zamanlar teğmendi.), Fethi toplandılar. Yaklaşık dört bin kişilik bir gruptu. Tevetoğlu, Reha Oğuz Türkkan, İsmet Tümtürk ve Bunlar o zamanki hükümetin milliyetçilere karşı daha pek çoğu tutuklanıp yargılandılar. Yargılama olan tavrını protesto ettiler. Bu protesto tek par- sonunda önce onlara bazı cezalar verildi fakat ti döneminde dört bin kişi de olsa çok önemliydi (2.mahkemeye) temyize gidildi ve sonunda beraat çünkü o zaman insanlar bu tarz protesto yapmaya ettiler. Ama bu hareket dediğim gibi Türkçülerin pek cesaret edemiyorlardı. Bu bir cesaret işi olarak ilk aksiyonuydu. Hatta daha tutuklu iken 1. yılında aynı zamanda Türk milliyetçiliğinin aksiyona geçi- bunu kutladılar. O zamandan beri Türk milliyetçişi oldu. O zaman Atsız- Sabahattin Ali davasının leri 3 Mayıs'ı Türkçülük Bayramı olarak kutluyorlar. yargılaması vardı. Onlar da Sabahattin Ali'yi ve o Bu hareket daha çok Harbiyeliler ve üniversite günkü hükümet politikalarını protesto ettiler. Fakat öğrencileri tarafından oluşturuldu. Bunun nedeni bu hareketi hükümet bir nevi kalkışma, hükümeti sizce nedir ? devirmeye yönelik bir isyan hatta gizli bir teşekkül O zaman üniversitede okuyan gençlerin çoğu olarak algıladı. Ve 8 Mayıs'ta sıkıyönetim bildirgesi milliyetçiydi. Sonradan bu durum değişti. Bir kısyayınlandı, 9 Mayıs’tan itibaren de birçok Türkçüyü mı da Harbiyeli olan bu gençler hükümetin özelikle

18


Sovyet yanlısı olan Komünistleri devletin bazı hizmetlerinde çalıştırmasına karşıydılar. Zaten dava da bundan dolayı açılmıştı. Yani Atsız bu tutumu protesto eden yazılar yazmıştı ve bundan dolayı Atsız ile Sabahattin Ali arasında dava açılmıştı. O davanın 2.duruşması görülürken de bu hadiseler oluyor. (3 Mayıs) Üniversite gençliği ve Harbiyeliler Türkçü çünkü Atatürk döneminde Türkçü bir eğitim politikası izleniyor. Özellikle ortaokul ve lise müfredatları tamamen Türkçü ideoloji ile hazırlanmıştı. Başlıca dersler olarak tarih ve edebiyat öğretilmekteydi. Orta Asya tarihimiz, Türkçülük fikrimiz çok iyi bir şekilde anlatılıyordu. Bu eğitimin sonucu olarak da bu gençlik Türkçü olmuştu. İnönü döneminin başlarında bu eğitim politikası değişti, başka bir yöne saptı. Ama Atatürk döneminin eğitim politikasının sonucu olarak üniversite gençliği hâlâ Türkçüydü. Siz Nihal Atsız ile nasıl tanıştınız? Kendisini ilk ne zaman tanıdınız? Öncelikle kendisini yazılarıyla tanıdım. İlk defa Türk Ülküsü kitabını lise 2. sınıfta öğretmenimin tavsiyesiyle okudum. Bu kitabın etkisinde kaldım çünkü Atsız söyleyeceği şeyi doğrudan doğruya, dolandırmadan ve açıkça söylüyor. Fikirleri de içinde bulunduğumuz, mensubu olduğumuz milletin yararına olan fikirler. Dolayısıyla o çarpıcı üslubunun etkisinde kaldım. Sonrasında Atsız'ın diğer kitaplarını da okudum. 1963 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni kazanıp İstanbul'a gelince kendisini Süleymaniye Kütüphanesi'nde ziyaret ettim. Kendisi orada uzman olarak çalışıyordu ve Edebiyat Fakültesi kütüphaneye çok yakındı. Öğle tatillerinde zaman zaman ziyarete gidiyordum. O, kendisine gelen herkesi nezaketle ağırlayan bir insandı. Gençler gelirdi, tanımadığı insanlar gelirdi. Hafta sonları Maltepe’deki evine konuk olurlardı. Hiç kimseye hayır demezdi. Belki bu kadar ziyaretçisi olmasa daha çok eser bırakacaktı. Ben de kendisini 1963’te ziyaret etmeye başladım. Tabii ki iş saati olmayacak şekilde öğle tatillerinde Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki yerine bazen hafta sonu da evi-

ne giderdim. 4 yıl süreyle bu şekilde temasımız oldu. Ondan sonra ben Erzurum'a asistan olarak gittim. O sürede mektuplaşmalarımız oldu. Vefatına kadar da ne zaman İstanbul'a gitsem kendisiyle görüştüm. Büyük Doğu Dergisi'nde farklı görüşte pek çok şahsiyet yazmış. Nihal Atsız da Büyük Doğu'da yazanlar arasında. 1959 yılında Büyük Doğu’da yazdı. 2 yazı tefrikası var. Biri gençlik dönemine ait hatıralarıdır. Büyük Doğu dergisinde tefrika edildi. (Çok önemlidir bu hatıralar, ben Atsız kitabını yazarken 1.derece kaynak olarak inceledim.) Bir de Z Vitamini adlı hiciv romanı var. O da Büyük Doğu dergisinde tefrika edildi. Atsız'ın Büyük Doğu’da yazması kısa bir dönemdir. Onun dışında Büyük Doğu ve onu çıkaran Necip Fazıl Kısakürek ile yıldızları barışmamıştır. Ayrıca Selim Pusat adıyla yayınlandı Z Vitamini. Çok sonra kitap olarak çıktığında kendi adını kullandı. Atsız Ata'ya vefa eseri olarak gördüğümüz “Atsız” adlı kitabınızda kendisini “Türkçülüğün Mistik Önderi” olarak nitelendirmişsiniz. Neden olduğunu açıklar mısınız ? Kitabın son bölümünde “Atsız’ın Fikirleri” kısmı var. Orada Atsız'ın fikirlerini sınıflandırarak adlandırdım. Orada özellikle ilk iki bölümde Atsız'a neden Mistik Önder dediğimi anlatıyorum. Mistik insanların inandıkları şeye canlarını feda edercesine bağlılıkları söz konusudur. Atsız'ın da ülkü anlayışı böyledir. Yani ülkü kan ister, can ister, sabır ister, vefa ister. Ülkü din gibi bir şeydir der ve bunu yazılarında açıkça belirtir. Ortada bir din yok, herhangi bir dini görüş yok, tasavvuf da söz konusu değil ama Türkçülüğe adeta o mistik yaklaşım gibi bir yaklaşım içindedir. Zaten Atsız, dini anlamdaki mistisizme de tasavvufa da ciddi bir şekilde karşıdır. Tasavvufun ve tarikatların Müslümanlığa uygun 19


olmadığını söyler. ( Kitapta, Atsız ve Din kısmında bu konuya açıklık getirildi.) Nihal Atsız önemli bir bilim insanı ve elbette bir çalışma disiplinine sahipti. Kendisinin sizin çalışma disiplininiz üzerinde bir etkisi oldu mu ? Aslında Atsız benim hayatımı yönlendirdi. Yani ben Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü tercih ettiysem, Atsız'ın üzerimdeki etkisi dolayısıyla tercih ettim. Ben İmam-Hatip Okulu’nda okuyordum. Yüksek İslam Enstitüsü'ne girebilirdim ama girmedim. O zaman İmam-Hatip Okulu mezunlarının üniversitede diğer bölümlere girebilmeleri için liseden de mezun olmaları gerekiyordu. Ben bir sene bekleyerek lise diploması da aldım. Liseden sonra hukuk, iktisat gibi bölümleri kazandım fakat Atsız’ın üzerimdeki tesiri dolayısıyla Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü tercih ettim. Yani meslek seçimimde birinci derecede Atsız'ın rolü olmuştur. Atsız bir Türkologtur. Türkoloji dendiği zaman sadece dilci, edebiyatçı olarak anlamayalım. Aslında Atsız daha çok tarihçidir. Hem Türk dili hem Türk edebiyatı hem Türk tarihi üzerine bir uzmandır. Hatta onun kuytuda kalmış, unutulmuş bir özelliği daha vardır ki kendisi bir bibliyografya uzmanıdır. Yani bizim Osmanlı Dönemi'nden kalan İstanbul Kütüphaneleri’nde bulunan on binlerce el yazması elinden geçmiştir. Bu yazmaları kendi nesli içinde 20

en iyi bilen Atsız'dır. Çünkü zaten Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki görevi de buydu. 18 yıl boyunca o yazmaları elinden geçirdi. Osmanlı devrindeki belli başlı bilim adamlarının mesela Gelibolulu Ali'nin, Şeyhülislam Ebussuud'un, Birgili Mehmet Efendi’nin bibliyografyalarını hazırladı. Vaktiyle bu eser basılmıştı, şimdi yeniden Ötüken Yayınları ile çıktı. Orada görürsünüz binlerce yazma eseri inceleyip tanıtıyor. Kitabın önsözünde Atsız'a bir borcum var demişsiniz. Türkçü gençler olarak bizlerin de ona borcu var bunu ödeyebilmek için bizler ne yapmalıyız? Bize tavsiyeleriniz nelerdir? Hayatıma yön veren bir kişi olarak Atsız'a bir borcum var, Türkolog olarak ona bir borcum var, Türk ve Türkçü olarak ona bir borcum var. Kendisini Türkçü olarak tanımlayan herkesin ona bir borcu var. Çünkü 1931-1970 yılları arasında Türkçülüğün fikri ve mistik önderi Atsız'dır. Sizler de onu okuyarak ve anlayarak bu borcu ödeyeceksiniz. Türklüğe hizmet ederek ödeyeceksiniz. Atsız Bey'in yazılarında dile getirdiği bir husus var: “ Görev Ahlâkı” Her Türkçü hangi meslekte ise bulunduğu meslekte, bulunduğu makamda en yükseğe çıkmaya çalışmalıdır. Bu borç böyle ödenir.


21


KAPI ALPEREN GÖKÇE Adam, kurusun diye kalbini çıkardı ve güneş gören bir odaya bıraktı. Bir müddet sonra döndüğünde, yerler, kalbinden süzülen damlalarla kaplanmıştı. “Âh!” dedi, “Keşke kalbimin altına leğen koysaydım. Dağılmazdı içim böyle her yere.” Her damla bir kelimeydi hâlbuki. Ağzını açar açmaz “keşke”den ve “âh” dan birer damla baloncuk olup uçmuştu mesela. Ama tükenmemişti. Zira adamın içi keşke’lerle ve âh’larla doluydu. Adam, “içim fazla yayılmasın” diye getirdiği kâğıtları damlaları çekmek için yere serdi. Burada yazılanlar o kâğıtların birinden olsa gerek. Bilmiyorum. “Bazen açılan bir kapı, aslında tamamen kapanacak olan, hatta bir tarafa kapanırken başka bir tarafa açılacak olan bir kapının eşiği olabiliyor. Bilmiyoruz. Ama hayat da böyle bir eşik olsa gerek. İnsan, aklı bir karış havada olduğu, “ölümüne seviyorum” dediği delikanlılık yaşlarında aslında ölümüne büyüyormuş. Nice delikanlı arkadaşımın bir sebeple o büyük kapının diğer tarafına geçişinden olsa gerek delikanlılık yaşı bahsim. Ölüm kapısını geçmek için biriktirilen bir şeymiş hayat. Âh yüklü, keşke yüklü. Ne çok âh biriktirmişim. Sahi herkesin âh’ının biriktiği bir yer var mı? Mesela o, küçük kardeşi abisinin kucağında, yanında babası, bomba düşen evinden annesinin cesedi çıkartılırken ağlayan küçük çocuğun ah’ı, çığlığı. Muhakkak bu âh’ların ve hıçkırıkların toplandığı bir kat var. Bilmiyorum, belki bu dünyada belki de herkesin herkese hiç kimse olacağı o günde o kat üstümüze çökecek. Yaşarken dik tutamadığımız boyunlarımızın altında kalacağız işte o an. 21. yüzyılda acılara mı yoksa insanlara mı yabancı bir şey kattılar, bunu da bilmiyorum ama artık hiçbir acı hiçbir insana sekmiyor. Ayakkabımızı soksak dahi yine de yutkunabileceğimiz genişlikte boğazlarımızı hiçbir şey tıkamıyor artık. Yaptıklarını konuşmayan adamların devrinden, konuşunca, konuştuğu şeyi yaptığını zannetme devrine geldik. Ve daha da fenası bu devrin adamlarıyız. “Allah’ım kahreyle” dediğimiz hiç kimse ve hiçbir ülke yahut ordu kahrolmuyor. Kanepede okuduğumuz Fetih Suresi ile hiçbir coğrafya kurtulmuyor. Hoş; o surenin meclisi savaş meydanıdır. Bir savaşımız mı var. Ya silahımız, ya zırhımız, atımız… Hiçbiri yok. “her yiğit yüreğinden yonttuğu at’ına binsin” dediler Elimizi kalbimize götürdüğümüz vakit anladık; Yayan kalacaktık. Yayan kaldık. Bak bu da kalbimin bir yerlerinden dökülmüş. Tortu gibi. Bunca yok’un içerisinde, oturduğumuz yerden Allah’a olan dualarımızı bir aduket gibi kullanma hadsizliğindeyiz. Bizler, sebebini işlemeden sonuç umuyoruz. Sebebin bir imtihan, sonucun belki mükâfat belki de bambaşka bir imtihan olabileceğinden habersiz. Bilmiyorum. Allah’ım; ne çok bilmiyorum.” Adam kalbini koyduğu yerden aldı ve göğsüne kattı. Zannediyordu ki onu kurutmuştu. Hâlbuki yere o damla damla dağılanlar, donmuş kalbine çöken buzların çözülüp bir serin su gibi akmasıydı… 22

Bilmiyordu.


VAKİT Kağan Tüber

Tam vaktidir yaşamanın. Yeşil yaprağında ağaçların, Kuş olmanın… Yağmurun serinliğinde İçine çekmenin toprak kokusunu Tam vaktidir. Uzanmanın kırlarda ya da Papatyalardan taç yapmanın Sevdiğinin başına Tam vaktidir Vakit yaşamanın vaktidir dostlar Sevdiklerinle doyasıya.

23


ORTAÖĞRETİMDEN LİSELERE GEÇİŞ Cengiz Atbaşı Gelişen ve değişen dünyada eğitim, bireylere bilgiler kazandırma amacının yanında, kazandırdığı bilgileri kullanma, yaşama aktarma ve yeni durumlara uyarlama amaçları doğrultusunda şekillenmektedir. Bu durumu eğitim programlarında, öğretim teknik ve yöntemlerinde ve değerlendirme aşamasındaki ölçme araçlarındaki değişimlerde görmek mümkündür.

Böylece bir yandan Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mutluluğunu artırmak; öte yandan milli birlik ve bütünlük içinde iktisadi, sosyal ve kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak ve nihayet Türk milletini çağdaş uygarlığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı yapmaktır.( 1739 Milli Eğitim Temel Kanunu, Madde 2)

3. İlgi, istidat ve kabiliyetlerini geliştirerek gerekli bilgi, beceri, davranışlar ve birlikte iş görme alışkanlığı kazandırmak suretiyle hayata hazırlamak ve onların, kendilerini mutlu kılacak ve toplumun mutluluğuna katkıda bulunacak bir meslek sahibi olmalarını sağlamak;

cilerini sınavla alan 1964 yılında itibaren fen lisesi, 1985 yılından itibaren Anadolu imam hatip liseleri, 1990 yılından itibaren anadolu öğretmen liseleri ile 2003 yılında faaliyete geçen sosyal bilimler lisesi kurulmaya başladı. Kolej olarak açılan ve şimdilerde “Anadolu Lisesi”olarak bilinen okullar ise 1999 yı-

Türk milli eğitiminin genel amaçlarında da beTürk Milli Eğitiminin genel amacı, Türk milleti- lirtildiği üzere sorumluluk sahibi iyi bireyler yetiştirebilmek için çağın gereklilikleri göz önünde bulunnin bütün fertlerini, durularak ölçme ve değerlendirme kriterlerinin iyi 1. Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Anayasada belirlenmesi, uygulanması ve sürekliliği gençliğimizin ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk geleceğe hazırlanmasında önemli bir rol oynamaktamilletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel dedır. ğerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, Ancak orta öğretimden liselere geçiş sisteminde vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, ülkemizin çok da başarılı olmadığı görülmektedir. insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Popülizm, siyasetin eğitim üzerindeki baskıları, her devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve hükümetin kendi dünya görüşüne uygun eğitim polisorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline ge- tikaları uygulamaya çalışması gibi sebepler. temel bir Milli Eğitim politikamızın olmasını engellemektedir. tirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek; Oysaki gelişmiş toplumlarda eğitim siyaset üstü bir 2. Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımların- kurumdur. dan dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve Türkiye'deki ortaöğretime geçiş sistemine ilişkaraktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir kin SETA'nın hazırladığı rapor ve derlenen bilgilere dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik göre, sınavla öğrenci alan okulların tarihi çok eskileve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk re dayanıyor. 1955 yılından itibaren hizmet vermeduyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetişye başlayan ve yabancı dilde eğitim sunan kolejler tirmek; öğrencilerini sınavla seçiyordu. Daha sonra öğren-

24


lına kadar öğrencilerini ilkokuldan itibaren merkezi sınavla aldı. Sekiz yıllık kesintisiz eğitim uygulamasının başlamasıyla anadolu liselerinin ortaokul kısmı kapanmış, anadolu liseleri hazırlık ve üç yıllık lise eğitimi vermeye başladı. Yeni düzenlemeyle öğrenciler, 8’inci sınıftan itibaren anadolu liselerine yerleşmek için sınava girmeye başladı. (http://www.hurriyet. com.tr/egitim/gecmisten-gunumuze-ortaogretimde-merkezi-sinavlar-24650666)

nim gördükleri okullara yapacaktır.

2000’lerde sınavla öğrenci alan ortaöğretim kurumlarına Liselere Giriş Sınavı (LGS) ile yerleştirme yapılıyordu. LGS, 2005 yılında kaldırılıp, yerine Ortaöğretim Kurumlarına Giriş Sınavı (OKS) getirildi. Ancak 2008 yılında bu sistem de kaldırıldı, yerine üç aşamalı Seviye Belirleme Sınavı (SBS) getirildi. SBS ile birlikte öğrenciler 6, 7 ve 8’inci sınıflarda lise sınavlarına girmeye başladılar. Bu süreçte dershaneye kayıt oranları arttı. Fakat bu değişikliğin ömrü de kısa oldu; 2010’da yeniden tek sınav sistemine dönüş yapıldı. Bu tek sınav da SBS olarak anılmaktaydı. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı 2013 yılında bir kez daha sınav sistemi değişikliğine giderek, Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) sınavını duyurdu. Böylece 2004 ila 2013 yılları arasında ortaöğretime geçişi sağlayan sınav sistemlerinde tam 5 kez değişiklik yaşandı (ERG 2013 İzleme Raporu).

Sözel bölümde, 8’inci sınıf Türkçe, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük ile Yabancı Dil, sayısal bölümde ise Matematik ve Fen Bilimlerinden sorular yöneltilecektir.

Sınav, 8’inci sınıf öğretim programları esas alınarak yapılacaktır. Sınav, iki bölüm hâlinde uygulanacak, çoktan seçmeli 90 soru sorulacak ve aynı gün yapılacaktır. Birinci bölüm, 50 soruluk sözel alandan oluşacak ve süresi 75 dakika; ikinci bölüm ise 40 soruluk sayısal alandan oluşacak ve süresi 60 dakika olacaktır.

Aynı kılavuzda yer alan okullara ilişkin istatistikler de şöyledir; Okul Türü İmam Hatip ve Anadolu İmam Hatip Lisesi Anadolu Lisesi Fen Lisesi Meslek Lisesi Sosyal Bilimler Toplam

Okul Sayısı 298

Kontenjan 28.860

222 309 449 89 1367

34.530 34.500 19.170 9.450 126.510

Tabloda da görüldüğü gibi; 298’i İmam Hatip ve Anadolu İmam Hatip Lisesi, 222’si Anadolu Lisesi, 2017 yılında sistem bir daha değişikliğe uğradı ve 309’u Fen Lisesi, 449’u Mesleki ve Teknik Anadolu TEOG yerine ‘’Eğitim Bölgesi ve Sınavsız Mahalli Lisesi, 89’u Sosyal Bilimler Lisesi olmak üzere Yerleştirme Sistemi’’ veya daha kısa adıyla "Liseye Türkiye genelinde 1367 okul sınavla öğrenci alacakGeçiş Sistemi" getirildi. Bu sisteme göre isteyen öğrenciler sınava girebilecek ve aldığı puana göre tır. Bakanlığın belirlediği okullardan birini tercih edebiSonuç olarak; 2000’li yıllardan günümüze ortaöğlecektir. Sınava girmeyen öğrenciler ise adrese dayalı retimden liselere geçişte birçok sistemin uygulandığı kayıt sistemine göre mahallesindeki okullardan birini fakat hiçbirinde başarı sağlanamadığı görülmektedir. tercih edebilecektir. Son sistemin ne kadar başarılı olacağını ise zaman Sınavla Öğrenci Alacak Ortaöğretim Kurumlarına gösterecektir. Ancak Türkiye şartları göz ardı edileİlişkin Merkezî Sınav Başvuru ve Uygulama Kılavuzu rek, Sayın Cumhurbaşkanının talimatlarıyla alelacele uygulamaya konulmuş, bazı okul türlerinin önünü 2018’e göre; açma ve öğrenci sayısını artırmaya yönelik olduğu Merkezî Sınav, tüm il merkezleri ile başvuru sadüşünüldüğünden, kanaatim bu sistemin de çok bayısına göre gerekli görülen ilçe merkezlerinde, yurt şarılı olmayacağı yönündedir. dışında ise sınava girecek en az 10 (on) öğrenci olGeleceğimizin teminatı olan gençlerin sistem ne mak kaydıyla belirlenen yurt dışı sınav merkezlerinde Türkiye saatiyle birinci bölüm 09.30’da ve ikinci bö- olursa olsun; düşünen, üreten, eleştiren bireyler olalüm 11.30’da başlayacaktır. rak topluma kazandırılması en temel hedef olmalı, Merkezî Sınav başvuruları isteğe bağlı olup sınava milli ve yerli bir eğitim sistemi oluşturulmalı, köklü katılmak isteyenler, başvurularını 11-18 Nisan 2018 ve kalıcı bir ortaöğretimden liselere geçiş sistemi kutarihleri arasında elektronik ortam üzerinden öğre- rulmalıdır. 25


EMPATİYLE UZAKLARI GÖRMEK Mİ YOKSA SEMPATİYLE YAKINDAKİLERİ KAÇIRMAK MI? Ayşegül Nisa Dur Empatik olmak… Ne kadar sık karşılaştığımız bir kavram değil mi? Anlamına vâkıf olmadığımız hâlde çoğumuz çevremizdekilerden empatik olmalarını bekliyoruz. Peki, bizim çevremizdekilerden beklediğimiz, günlük hayatta bir kavram olarak oldukça sık kullandığımız; fakat uygulamada sınıfta kaldığımız empatik tutum nedir? Empati denilince akla gelen ilk isim Carl Rogers’tır. Rogers, Birey Merkezli Terapi’nin öncülerindendir. Freud’un insanı güdüler temelli ele almasına karşın Rogers insan doğasının iyi ve değerli olduğunu savunur. Empati ise onun için “Değeri anlaşılmamış bir var oluş şeklidir.”, hatta karşımızdaki insanın içsel dünyasının en güvenilir dostu olabilecek kadar insana değer verme sürecidir. “Seni anlıyorum”, “Ben de senin gibi hissediyorum” gibi yüzeysel durumlar asla empatik değildir, özveri ister empati yapmak. Karşımızdakini dinlerken gözlerine bakarak; duruşumuzla “Şu an bütün dikkatimle seni dinlemekteyim,” mesajı vererek, jest ve mimikleri kullanarak, anlatımı kesmeden dinleme süreci yapılır empatik bir dinlemede. Bu süreçte mesaj aktarımı gerçekleşir. Empati süreci bununla sınırlı mı? Hayır. Karşımızdaki, anlatımını bitirdikten sonra anladıklarımızı aktararak (bu aşamada ses tonunun kullanımı, vurgu yapma, doğru yerde yükselip alçalmalar oldukça önemlidir), yani içerik yansıtması yaparak onu anladığımızı karşımızdakine iletiriz. “Evet, demek istediğim bu,” şeklindeki bir dönüt almamız bize doğru yolda olduğumuzu gösterir. Biz anlamı26

şızdır karşımızdakini, karşımızdaki de anlaşılmıştır ve anlaşıldığının farkındadır. Karşımızdakinin dünyasına girip, onun gözüyle bakabilmişizdir anlatılanlara. Hatta belki de onun göremediği, üstü örtülü, gizli veya hemen ulaşamadığı kör noktaları biz görmüşüzdür. Kızılderililerin empatik olmayla ilgili yaptıkları çok güzel bir benzetme vardır: “Birini yargılamadan evvel yargılayacağın kişinin makosenleriyle (ayakkabılarıyla) dolaşmak.” Başkasının ayakkabısını giyebilmek için önce kendi ayakkabımızı çıkarmamız gerekir. Kendimiz olmayı bir süreliğine bir kenara bırakarak, karşımızdakini, karşımızdaki olarak anlayabiliriz en iyi şekilde. Empatik olma sürecinin tamamlanması için son bir aşama kalmıştır artık: “Bireyin fenomenolojik alanından çıkıp dışarıdan bir göz olarak değerlendirmek” yani “giydiğimiz makosenleri çıkarmak”. Bireyin dünyasına girip bir süreliğine o olup onun gibi düşünmek, sürecin “sempati” olan kısmıdır. Çünkü bu süreçte biz olmaktan ziyade “karşımızdaki”yizdir ama artık geri dönüp kendimiz olma vakti gelmiştir. Hem o dünyayı görmüş biri olarak hem de dışarıdan bir göz olarak geri bildirim vermemiz gerekir ki farklı bakış açıları ortaya çıksın. Karşımızdakine hak vermeyebiliriz, hatta onu hatalı bulup duygularına ortak olmayabiliriz ama ne düşündüğünü, nasıl hissettiğini anlarız. Onu yargılamadan, neden bu şekilde davrandığını anladığımızı hissettiririz. Bu durum bireyi rahatlatır, çünkü anlaşılmak bir ihtiyaçtır. “Senin yerinde olsaydım şöyle yapardım” şeklindeki bir tu-


EMPATİ tum empati değil öğüttür. Çünkü onun yerinde değilsinizdir ve hiçbir zaman tam olarak karşınızdaki kişi olamayacaksınızdır. “Ben duruma senin bakış açınla baktım ama buna rağmen şöyle davranırdım” anlamına gelebilir ve biz karşımızdakini yargılamış oluruz. Böyle bir yargılamaya sebep olmak yerine susup oturmak bile iletişimi daha az engelleyecektir. Sempati ile ilgili olarak, yukarıda sürecin belli bir aşamaya kadar olan kısmının sempati olduğu belirtilmişti. Birine sempati duyduğumuzda sempati duyduğumuz kişiyle duygu ve düşüncelerimiz örtüşür; tam bir uyum içinde oluruz. Bu durum, ba-

zen sağlıklı düşünmenin önünde engel teşkil edebilir. Davranışlarının doğruluğunu sorgulamadan sempatinin etkisiyle yanlı bir tutum sergileyebiliriz. Empati ile sempatiyi kıyasladığımızda, sempatinin daha içten olmasına karşın empatinin daha objektif olduğunu söyleyebiliriz. Birine karşı sempati duymadan da empati duymamız mümkündür. Empatiyle sorunların daha kolay çözüldüğünü, tartışmaların daha az olduğunu, yanlış anlaşılmaların önüne geçilebildiğini görebiliriz. Huzurlu olmanın yolunun empatiden geçtiğini hatırlatarak, daha anlayışlı yaşantılar için empatiden ayrılmamanız dileğiyle…

SEMPATİ 27


, Dilaver Cebeci’nin Aziz Anısına

KALUBELÂ’DAN BERİ Merve Korkmaz Bir bahar günü öğlesinde kavuşmuştu o bin yıllık hasretine. Uçsuz bucaksız bir bozkırda muradına ermişti. Gün batısını vurup geri dönecek gücü bulmuştu. Sevdasına kavuşmuştu ezelden kalan.

yecek. Ardımıza aldığımız türküler, ninniler, dualar o kıvılcımdı hep. Yorulduk düşeceğiz artık derken aklıma gelen bir çocuk gözleri olmasa ne yapardım bilmem. Ben onları görmeyi çoktandır bekler duruYaşımı hatırlamam. Giydiğim mintanı, kenarın- rum ama ya onlar. da oynadığım dereyi, söylediğim türküleri... Ama Bilemezdim Dilaver ağabey yakmayaydı içli bir hatırlıyorum aklıma her geldiğinde şah damarım- şiir onların da uzakları gözleyip bize bir türkü tutdan geçen kan gibi. Dedemler konuşurken durdum turduğunu. Gitmeye çalışmak çok zormuş, ne zabir anda: Türk… Donup kalmıştım. Dört harfin man varılır, gün ne zaman kavuşturur bizi bilineağırlığıyla sebepsizce… mezlik… Ama ya beklemek… -Kimdir o? -Biziz, dedi. -Türk nedir ya? -Beklenendir kızım, dedi. -Sevdalımız bekler, çok uzaktalar ama beklerler. Ne kadar oldu dersen çok oldu, herhâl bin yıl geçti. Dedemle, Dilaver ağabey hiç görmemiştir birbirini, adlarını bile bilmezler birbirlerinin. Ama nasıl bilirler aynı sevdanın türküsünü. İkisinin de dilinde aynı türkü dolaşıp dururdu. Usul usul söylerdi diline tutturduğu bir türküyü gözlerini açmadan. Ben oturur dinlerdim onu ama Dilaver ağabey anasının söylediği türküyü dayanamaz keserdi, sorardı. Nedir ana bu, Turan nedir? Güzel Turan nerededir, kimindir? Ben soracak gücü bulamazdım gözlerimi açıp sormaya. Dinlerdim, kirpiklerimi hafif aralamış gözlerimi kapatmaya çalışarak.

Bin yıllık hasretini görünce demişti ya ‘Çoktandır rahmet yağmazdı buralara, kavrulmuştuk, yanmıştık, bereket geldi sen gelince’ diye vuslatına. Toprak kokusu ata emanetidir. O kokuyu duyduğun diyar unutulmazmış. O zamanlardı kendimi aradığım yaşlar. Hava kararmış gök gürlüyor, bahar gelmiş müjde verirdi. Çok korkmuş dedemin kucağında kulaklarımızı iyice kapayıp duymak istemezdim. Usul usul anlattı. Korkmayın bulutlar birbirine hasret kalmıştı. Artık kavuştular, bahar geldi, sevinçlerinden birbirlerine o kadar hızlı koşuyorlar ki gürlüyorlar. Birbirlerine deli gibi koşan o bulutlar sen gelince rahmet getirecek sonradan öğrenecektim. Ama şimdi farkına varıyorum, her şey sen gelince anlam kazanacak. Çok uzak diyarlara verdiğim sözün, bazen bakıp ufuklara mahşer mi mahşer bir kızıllıkla artık bakmaktan yorulmuş bir körpenin Tuna gözlerine olduğunu.

Öyleydi işte bizim bu sevdaya düşmemiz. Artık vakit tamam mı? İkiniz de kavuştunuz kuş Ata yadigarı, baba emaneti, ana duasıydı. Her güolan ruhlarınızla. Biz kaldık Esfel-î Safili’nde. Sizler nün ağarmasıyla alevleri şahlanan bir kordu. Anka ahseni takvim üzere uçsuz bucaksız bozkıra, hâlâ kuşundan kalan son kıvılcımdı. Ama hiç tükenmebizi bekleyen Vey’e uçtunuz… 28


HAZİNE HAZİNE

İÇİNDE Alper Şenadam

Serap gözlerin Çöl içre büyüyor önümde Gecesi sabahı karışık Meyveleri ölümsüzlük çengisi Garip Lokmanı koşturuyor peşi sıra Ölüyor içinde Evren denilen yeniler eskiler Gözlerin Serap Öldürüyor kim varsa yanımda En çok dönen kuşlara hasretim Hasretim büyüyor gözlerinde Serap Yeşil bir ip geriliyor boynuma Gülüyorsun Tekmeleniyor küçük bir iskemle Parmak uçlarımın altında

29


İ Z L E N E N L E R

Hilal Gül *** Ali’nin yaşayışında oldukları ve olamadıkları üzerine düşüncelere dalmıştım. Uyanır uyanmaz daldığım bu düşünceler yatağımdan çıkmama engel oldu. İşin içinden çıkamayışlarım kendimi sorgulamama sebep olacaktı. Belki kendimi sorgulama gerekliliğini neden hissettiğimi, size Ali’den bahsederek anlatabilirim. Bu hikâye çiçeklerin cıvıldamadığını, bulutların bir kuş olmadığını, yıldızların ışığını asla kendinden almadığını anlatacaktır.

Bu yüzden her ne kadar rahatsız olsa da içten içe yaşar, asla sesini çıkarmazdı. Konusu açılırsa belki değişme sebebi neymiş diye fısıltıyla karışık sorar, öğrenir ama sonuç olarak eski haline gelmesi ya da o çift gözü kendisinden uzaklaştırmak için hiçbir şey yapmazdı.

Yapmaya çalışsa tıpkı onun düşündüğü gibi düşünen birçok çalışan da onun hakkında ileri geri şeyler düşünecek, kimse onun rahatsızlığına takılUyandı. Alarmını güne lanet okuyarak kapattı ve mayacak ya da onunla duygudaşlık yapamayacaktı. açılmayan gözlerini, yüzüne çarptığı buz gibi su ile Belki de çiçekler bu yüzden açmıyordu burada. cezalandırdı. Üzerine hızlıca formalarını giyip anahBu gerilimi bastırmaya çalışarak kahvesini aldı tarını, cüzdanını, telefonunu aldığı gibi evden dışa- ve masasına oturdu. Tam günlük rutinlerini yaparı fırladı. Geç kalma korkusu açlığını bastırıyordu. cak, dosyalarını kontrol edecek, maillerine bakacak, Soluk soluğa şirketin önüne geldi ve derin bir nefes cevaplayacak işlerini sıraya koyacaktı ki bu çift gözü alıp kahverengi kulplu saatine baktı. Tam zamanın- takip eden bir çift göz daha belirdi çok yakınlarında diye içinden geçirdi ve gülümsedi. Bu gülümseyiş da. Keşke bunu görmeseydi, hiç fark etmeseydi odasına varana kadar sürecekti. Dudaklarının iki ya- orada olduğunu ve bununla yaşasaydı. Allah aşkınının yukarıya doğru çekilmiş halini tam tersine çe- na söyleyin bana kim iki çift göz hapsi ile çalışmak virecek olan şey odasındaki küçük bir farklılıktı. Ne hatta yaşamak ister ki? Mesela çocukken de sırf gerek vardı şimdi sinirleri öylesine yıpratan bir çift yalnız olduğunu hissedebilmek için bütün kapıları gözün kendisine yaklaşmış olmasına? Evet, hiç ge- kapatırdı. Hatta sabah kalktığında hepsinin kapalı rek yoktu ancak bunu düşünmek ya da değiştirmek olduğunu görmek ona tarifi olmayan bir mutluluk onun işi değildi. O şirketin hiçbir türlü sorunuyla verirdi. Küçüklüğünden beri yalnız çalışmaya, yaişi ile ilgili olmadığı sürece ilgilenmez ve ilgilenen şamaya özgürce hareket etmeye düşünmeye alışmış olursa onların dalkavukluk yaptıklarını düşünürdü. biri şimdi... Odaklanmalıydı kulaklık ile denedi ol30


madı sandalyesini ters çevirdi denedi olmadı, bu sefer de sırtına bakıyorlardı. Biri şunları uyarmalıydı ancak bunu yapamıyor sorunun olmadığına hem kendisini ikna etmek istiyor hem de sorun olsa bile bunu kimsenin duymasını istemiyordu. O gün akşama kadar Ali bu düzenli hayatında ilk defa çalışmadı ve işlerini bitiremedi. Mesaiye mi kalmalıydı? Herkes gittikten sonra kapatırdı ışıkları ve masa lambası ile çalışabilirdi. Sonunda bir çözüm bulduğu için oldukça mutluydu. Bu sefer bıyık altından gülümsemişti. Hayat onu normal seyrinden zorla alıp koparmış ve buna karşı koyamamıştı. İnsanlar 17.25'te çoktan gitmişlerdi. Ali, ona "Hadi çıkmıyor musun?" diyenler olmasın diye eşyalarını toparlayıp çaktırmadan lavaboya gitti. Çalışanlar gittikleri zaman yemek sonrası sigara içen biri gibi rahatladı adeta. Hava karardı ve masa lambasını açtı. Tek bir tıkırtının bile olmadığı, çok merdivenli, suratsız, ketum binada hiç olmayacak bir saatte yapayalnız kaldı ya da öyle sanıyordu. Gözler yoktu etrafında, kimse onu izlemiyordu. Sanki sessizlik her hareketinde ona sinirleniyor "Neden beni rahatsız ediyorsun, bu saatte ses yapıyorsun?" diye düşünüyor ve hırçınlaşıyordu. Ali bunu biliyor ve olabildiğince gürültüsüz çalışmayı deniyordu. Sabaha kadar çalıştı, işleri yoluna koydu ve güneşin doğmasına 1-2 saat kala masasında uyuyakaldı. Bu uyuyakalma onun hayatının bir parçası olarak mı gerçekleşti yoksa tamamen tesadüf müydü bilemiyoruz. Ali’nin derin bir uykuya dalmasından kısa bir süre sonra diğerleri de işlerini bitirmenin rahatlığına kavuştu. Şimdi merakla beklediğinizi biliyorum. Kısaca sabah odanın ne hale geldiğini gece aslında neler olduğunu size anlatacağım. O gün aslında şirkette herkesi izleyen bir çift göz belirdi ve herkes bunu dillendirip bu toplumu rahatsız etmemek için sustu. Ölümüne bir susuştu bu. Herkes bu talihsizliğin yaşandığı o gün geldiğinde kendini izleyen iki çift göz yüzünden çocuklarının, eşlerinin, annelerinin, babalarının ya da onları bekleyen duvarların, kapıların hatırını kırıp gece ofiste kaldı. Bu gece kimi kendine yedek anahtar çıkardı kimi Ali gibi lavaboya saklandı kimi masanın altına girdi. Ancak Ali gibi işlerini bitirip uyuyakalanlar olduğu gibi masasından kalkıp birbirini fark edenlerde oldu. Fark ediş olayların seyrini bir hayli değiştirecekti. Bu fark ediş yalnız olmadıklarını onlara apaçık gösterdi. Yaşamlarının gözetlenmesinden

başka neydi ki burada olmalarına sebep? Kocaman gün hiçbiri bunun karşı çıkılması gereken bir zulüm olduğunun farkına varamadı ya da korkuları onların susturucuları oldu. Birbirlerine olan bakışları hepsinin gözlerinde aynı gerginlik olduğunu güneş gibi ortaya çıkardı. O an ilk hareketi yapanın hiç bir önemi yoktu. Herhangi biri buna bir son vermeye karar verecekti. O kişi belki de hayatında ilk defa kendinde yanlış olana karşı çıkma esaretini buldu. Ve işte oldu! Birden çerçevelerin içindeki bütün o aşağılık gözleri paramparça ettiler. Her biri bundan büyük zevk alıyordu. Onları rahatsız eden bu çerçevelerden öç almak, doğru olduğunu düşündüğü bir başkaldırıyı gerçekleştirebilmek; bu, tarif edilemez bir umuttu hayata dair. İzlenenler, bir hayat memat meselesi haline gelmiş gibi fırlatıyordu çerçeveleri. Kimisi pencereden atıyor kimisi yere fırlatıp üstünde zıplıyordu. Olayı bilmeyen birisi olanları görse çıldırdıklarını düşünecekti. Ali ise işlerini bitirip uyuyup uyandığında kendi odası da dâhil şirkette tek bir fotoğraf dahi kalmadığını gördü. Nasıl bu kadar derin bir uykuda olabilirdi? Sorgulamadı. Bu durumda ne yapması gerektiğini biri ona söylemeliydi. Yerinde kalmalı aynı hayatına devam mı etmeli yoksa bu çılgınlığı yapanlar ile aynı safta mı bulunmalıydı? Ali bunun cevabını veremediği için sadece her zaman yaptıklarını yapmaya devam etti. Kırık dökükler arasında lavaboya gitti elini yüzünü yıkadı, bir şeyler atıştırmaya karar verdi. Sonrada mesai saatini bekleyecekti. Bu gece cinneti, tüm yıkılan kırılan çerçeveleri nihayetinde sona erdirdi. Bir yandan özgürleşirken tüm itaatkârlar, bu ani patlamanın, bu ani değişimin şirket yöneticileri tarafından hoş karşılanmaması ve bütün yöneticileri çileden çıkarmış olması kimini üzecek kimini pişman edecek kimine ise hayatta daha güçlü ve kendi olabilme fırsatı sunmuş olacaktı. Yöneticiler safradan boşaltırcasına tüm kıran dökenleri tek seferde kovdu, çalışanlara gerekli tazminatı ödeyemeden iflas etti. Nasıl akılsız bir şirketti bu? Ali ise ne çerçeve kırabilen ne de yönetici olabilen ortada kalan tepkisiz bir çalışandı. Şimdi kendine başka herhangi bir iş aramaktadır. Tek dikkat ettiği şey ise odalarda çerçeve olup olmadığıdır. Hoş, olsa da tekrar mesaiye kalır ve gece işlerini yoluna koyar, sabahta yeni güne başlar, bu böyle bir döngü halinde devam ederdi.

31


ENTRALIZE

D

PE

ER

TO

D

IG

A IT

EC LD

R O YO

AR T E

1T

E YM

TALS

ER

BITC

PE

OI

N

KRİPTO PARA VE AHLÂK Z

99

9F

INE

CO P P E R M J

BM

O

N

Oğuz Atalay

Giriş “Zengin oğlan fakir kız” Yeşilçam filmlerinin klişe konularından birisidir ve zengin oğlan her zaman ahlâksız, fakir kız ise her zaman ahlâklı bir birey olarak sunulmuştur. İzleyiciye verilen mesajda servetin, malın, mülkün yahut paranın ahlâksızlığa yol açtığı izlenimi bütün o filmlerin gizli teması olarak görünmektedir. Aslında üst sınıf olan kalantor adamlar, alt sınıf olan emekçilerin sömürülmesi yoluyla, servetin el değiştirdiği vurgusu ile ahlâkî bakış açımıza sunulmuşlardır. O halde, iktisadın en temel meselesi olan bölüşüm ve dağıtım –filmlerde kullanılmasının sembol olarak bahsinden daha genel düşünmek kaydıylaahlâk kavramından ayrı düşünülemez. Bu hususta sorulacak ilk soru, doğrudan iktisat bir ilim olarak ahlâk ile iç içe mi değerlendirilmelidir yahut da iktisadın yöntem ve araçlarında mı ahlâkîlik problemi gündeme gelecektir? Bu soruyu biraz daha özelleştirirsek bir yöntemin ya da aracın ahlâklı veya ahlâksız oluşundan bahsetmek mümkün müdür? Soruyu biraz daha özelleştirirsek “para ahlâksız mıdır?”, hatta bugün çok konuşulan bir meta (!) olan kripto paralar (Bitcoin vs.) ahlâksız olarak değerlendirilebilir mi? Bu soruların cevabına geçmeden önce 1) kripto para nedir, 2) ahlâk nedir, 3) klasik ekonominin ahlâk felsefesi açısından ikisi arasında bir değerlendirme yapmak mümkün müdür sorularına cevap vermemiz gerekmektedir. Kripto Para Nedir? İnsanoğlu yüzlerce yıldır değişim aracı olarak parayı kullanmaktadır. Tarih boyunca birçok nesne para olarak kullanılmış, sadece değişime konu olmamış aynı zamanda değer biriktirme fonksiyonunu da yerine getirmişlerdir. Dahası belki de insanoğlunun iktisadi manada en büyük keşiflerinden bir tanesi tasarruf aracı paranın krediye konu edilmesi suretiyle “banka” aracılığı ile yaratılması yani “banka parası”nın ortaya çıkmasıdır. “Banka parası”ndan kastım tamamen muhasebe kayıtlarından oluşan bir aktif/pasif yönetimidir, dolayısıyla reel sermayenin misliyle fazlası olan bir finans sermaye meydana gelebilmiştir. 32


“Banka paralarının” kullanımı son 50 yılda “sanal para” olma yolunda ilerlemiş, kredi kartları ve elektronik transfer imkânları ile para bir meta ile temsil edilmekten tamamen çıkmıştır. Basit bir işlemle iki taraf arasında fizikî bir meta (para) olmadan servet el değiştirebilmektedir. O halde, kripto paranın “sanal para”dan farklı olan özelliği nedir? “Sanal para”da bir banka aracılığı ile iki taraf karşılıklı işlem yapmakta, banka da bir tarafı borçlandıran, diğer tarafı alacaklandıran bir muhasebe işlemi gerçekleştirmektedir. Alacaklanan taraf dilerse muhasebe kaydını yapan bankadan söz konusu meblağı kabul edilen bir para birimi üzerinden tahsil etme imkânına sahiptir. Ancak kripto para dediğimiz paralarda arada bir Banka bulunmamakta, işlemler doğrudan iki kişi arasında gerçekleşmekte, doğrulamayı ise “miner” denilen anonim sayısız kullanıcı yapmaktadır. Milyonlarca bilgisayarda karşılıklı bu işlem tutulmakta, tabir caizse, muhasebe kaydını milyonlarca bilgisayar tutmaktadır. Bu paralara kripto para denilmesinin sebebi ise kullanılan blockchain teknolojisinden kaynaklanmaktadır.

manın ahlâksız bir eylem olarak tanımlanması gibi. Bunun haricinde toplumlar yazılı hukuk kurallarını oluştururken ahlâk kurallarını temel almışlardır, birçok ahlâk kuralı bu sebeple hukuk kuralı haline gelmiş, dolayısıyla ahlâksızlık birçok durumda gayrimeşru da sayılmıştır. Mesele elbette sadece hukuk zemini üzerinde değerlendirilemez. İktisadî faaliyetlerde meşru olan ancak erdemlere bağlı olmayan yani ahlâksız bir tavır sergilemenin sonuçları üzerinedir. Günümüz iktisatçıları, klasik dönemi ve Adam Smith’i değerlendirirken onun meşhur fırıncı örneğinden hareketle “kendi çıkarını düşünen insan”ın toplumsal refahı artırdığını söylediğini belirtmektedirler. Bu doğrudur, ancak kanaatimce eksiktir. Smith’in bu ifadesi “kendi çıkarını düşünen insan”ın üretime katkı yapmak suretiyle çıkarını gerçekleştirdiğinde yatmaktadır. İktisadın rasyonel insanı, “kendi çıkarını düşünürken” ahlâktan nasipsiz olamaz. “Kendi çıkarını düşünme eylemi” üretim faaliyetine katılmada “hukuk kuralları” çerçevesinde gerçekleşecektir.

Ancak, “hukuk kurallarına” uygun ancak gayri Blockchain teknolojisi, bir verinin algoritmik ahlâkî olan bir eylemde ise piyasayı temizleyecek olarak şifrelenerek milyonlarca kullanıcıya dağıtıldı- olan sadece “görünmez el” olacaktır. Serbest piğı bir dağıtık veri tabanı teknolojisidir. Dolayısıyla yasa, üretici-tüketici ilişkisi çerçevesinde toplumsal bir kaynaktan çıkan veri şifrelenip dağıtılarak, da- refahı sağlayacak şekilde “kendi çıkarını düşünen ğıtılan verilerin ayrı ayrı şifre çözümleri doğrulanıp insanların” hareketleri ile dengeye ulaşacaktır. Bu karşı tarafa ulaşıyor. Bu aşamada kaynaktan çıkan dengede devletin rolünün asgari olması iktiza etve diğer kaynağa ulaşan veriye kimse ulaşamıyor, mektedir. kimse yönetemiyor, kimse müdahale edemiyor ve Kripto Para ve Ahlâk Arasındaki İlişki kimse değiştiremiyor. Öncelikle konuyu, klasik iktisadın varsayımları Kripto para bahsini kapatmadan önce en çok bi- çerçevesinde kısaca ele alıp nihayete erdireceğim. linen şekli olan Bitcoin’e dair de birkaç cümle söy- Kripto paraların en önemli özelliği merkezileşmelemek yararlı olacaktır. Bu para biriminin kurucusu yi ortadan kaldırmasıdır. Haliyle, düzenleme ve olarak “Satoshi Nakamoto” isimli meçhul birisi ya yönetme devletten alınıp piyasaya verilmektedir. da birileri olduğu söyleniyor ve tedavüle çıkacak “Görünmez el”in devrede olacağı, merkezî olmaBitcoin miktarı 21 milyon ile sınırlı olacağı belir- yan bir para sistemi devletin müdahale imkânlarıtiliyor. nı kısıtlamış olacaktır. Ancak zaten Klasiklere göre para peçedir ve yalnızca mübadele aracı olarak kulAhlâk Nedir? Ahlâk kabaca ifade etmek gerekirse neyin doğ- lanılır. Doğrudan mal ve hizmet ile ilişkili bir ensru neyin yanlış olduğunu ifade eden bir kurumdur. trümandan ibarettir. Böylece, Klasikler açısından İnsanlık tarihi boyunca felsefenin de ana konula- desentralize edilmiş bir paranın serbest piyasa ekorından birisi olmuş ahlâk hususunda en büyük tar- nomisi açısından bir anlamının olmaması gerekir. tışma evrensel ahlâk kuralları olup olmadığıdır. Bir Yine de, kripto paralar yardımıyla devletin küçültoplumda var olan ahlâk kurallarının tamamı evren- müş olması Klasiklerin felsefesine uygundur. Klasik varsayım çerçevesinde ikinci husus ise sel özellik göstermese de evrensel özellik gösteren birçok ahlâk kuralı da bulunmaktadır, hırsızlık yap- Bitcoin çıkarılması (mining) yoluyla gelir elde edil-

33


Ekonominin aynı zamanda bir güven müessesesi olduğu yadsınamaz ve para, bu güven ilişkisinde işlem maliyetini düşüren ve güvenilecek tarafı mübadele yapılan taraflardan çıkarıp her iki tarafın da güveneceği ortak bir gücün varlığına havale etmiştir. Meşru güç kullanımını tekelinde bulunduran devletten bu güven unsurunun alınıp doğrudan paranın kendisine verilmesi mübadele aracının aynı zamanda güvence veren taraf olmasına sebep olacak mantıksal bir tutarsızlık meydana getirecektir. “Alışveriş yaparken kripto paraya niye güvenmeliO zaman, kripto paralar ile doğrudan ahlâk ile yim çünkü kripto paraya güvenmeliyim” argümanı bir ilişki kurmak mümkün mü? Kanaatimce değil mantıksız olduğu kadar “güven”i ahlâkî bir erdem çünkü bir “şey”in ahlaki değerleri olduğu iddiası ile olmaktan çıkaracaktır. Sonuç konuşmak ahlâk kurumunun yapısıyla doğrudan bağdaşacak bir husus değil. Ancak kripto paranın Kripto paraların yararları ve zararlarından ziyade kendisi ile değilse bile ortaya çıkardığı piyasa ve bu kripto para kullanımının mevcut şartlar içerisinde piyasanın işleyişinin doğrudan ahlâk ile ilişkisi ola- ahlâk ile olan ilişkisine değindik. Ancak yarar ve zacaktır. Klasiklerin felsefesinin aksine artık bu para rar konusunda da birkaç kelam etmekte yarar var. (!) bir peçe değil ve tüketim metası ise ahlâk ile kripKripto parayı savunanların en büyük argümanı to paranın ilişkisine de kendi perspektifimizden bablockchain teknolojisinin geleceğin teknolojisi olakabiliriz. Bunları da maddeler halinde sıralayalım: cağından ötürü kripto paraların yararlı olacağına Kripto para kullanımı denetim mekanizmala- ilişkin deterministik görüştür. Atomun parçalanmarını ve devlet gözetimini ortadan kaldırdığı için sı da çok önemli bilimsel bir hamledir ve günümüz vergi kaçırmayı, kara para aklamayı ve yasadışı teknolojilerine katkıları yadsınamaz ancak nükleer faaliyetlerin para transferini çok kolay hale ge- silah kullanımı evrensel manada ahlâken kötüdür. tirmiştir. Kripto para kullanımının, sömürü düzeninin en Kapitalizmin doğuşunda müşahede edilen ser- büyük aracı olarak görülen bankaları devre dışı bıvet biriktirme süreçlerinin benzeri kripto paranın rakacağı iddiası tamamıyla geçersiz değildir. Ancak piyasasının oluşturulmasında da görülmektedir. küçük tasarrufların biriktirilmesi ve bankalar aracıNasıl ki sömürge yoluyla altın ve gümüş madenleri lığı ile para yaratılarak krediye dönüşmesi süreci göz belli ellerde birikti ise kripto paraların büyük bir kıs- önüne alındığında, bankaların iktisadi kalkınmada mı da belli ellerde birikmiş durumda olmalıdır. Bu oynadıkları rol bakımından bankaların yerine neyin da bizi basit bir mübadele aracı olduğu iddia edilen konulacağı meçhuldür. Kripto parayı savunanlar bir sanal meta aracılığıyla servetin yine belli ellerde bankacılık sistemini topyekûn ahlâken kötü ilan ettoplanmış olduğu sonucuna götürecektir. mektedir, bu doğru bir iddia değildir. İşleyişin kötü Bir para biriminin diğer para birimleri karşısında olması ve sömürüye izin vermesi bütün bir sistemin aşırı dalgalanması/dalgalandırılması yine servetin kötü olacağı mantıksal sonucuna bizi götürmez ve çok hızlı bir biçimde ve ahlâksız olarak el değiştir- dahi bu da bir sistemin yerle bir edilmesini haklı mesi sonucunu doğurmaktadır. Serbest piyasa sis- çıkarmaz. teminde ideal olan dengede olmaktır. Kripto para Kripto paraların yararına söylenecek sözler, aspiyasasının dengeye geleceği meçhuldür. Tarihte lında itiraz edilen noktaların argümanları içerisinde bu aşırı dalgalanmalara en güzel örnek lale piyasa- yer almaktadır. İnsanların tarih boyunca kurdukları sıdır. Kripto paralar, bu dalgalanma seyri içerisinde birçok kurumun bir anda silinip yok edilmesi mümilk çıkış noktaları olan aracısız mübadele metası ol- kün değildir. Kaldı ki; mevcut şartlar içerisinde bu maktan, çok riskli bir yatırım aracı haline şimdiden yok etme fiili mevcuttan daha kötü durumlara segelmiştir. bep olabilecektir. mesinde ahlâkî tutarsızlık olduğu açıktır. Para üretim sürecine “mining” denilmesi muhtemelen “altın madenciliğine” yapılan bir atıftan ibarettir. Ancak, kripto paraların basit bir mübadele aracından çıkarılıp üretim yapılıyormuşçasına algılatılmasından kaynaklanan ve gerçek manada bir üretimin olmadığı hususuna rağmen kripto paralar bir tüketim metası haline getirilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla Klasiklerin felsefesine aykırı biçimde para artık bir peçe değil, bir tüketim metası olarak sistemde yer alacaktır.

34


FOTOĞRAF: EMEL BEYAZ

35


Türk Dünyasında Enerji İş Birliği Hamit Berat Kaya1

1 Lisans Öğrencisi, Süleyman Demirel Üniversitesi

Türkiye’ nin 2023 hedeflerine varabilme yolunda öncelikli adımın enerji olduğu, her geçen gün daha da belirginleşmektedir. 2 trilyon $ milli gelir ve 500 milyar $’lık ihracat hedefi enerji kaynaklarının da artışı olmadan gerçekleşmeyeceği aşikardır. Bu artış; amacınız büyümek ise “anlaşılabilir” bir durumdur. Fakat “kabul edilebilir” olm ası için talebe aynı oranda enerji arzında artışın sağlanıyor olması gerekmektedir. Türkiye, geleneksel enerji kaynaklarının (en azından görünür, bilinir, ulaşılabilir) limitlerindedir. Örneğin; Fırat, Dicle nehirleri üzerine kurulu barajlardan en fazla verimle enerji sağlayabiliyor, Karadeniz bölgesine kurulu irili ufaklı HES‘leri de enerji kaynağı potasında eritebiliyoruz. Bunların yanı sıra ilk kullandığımız hidrokarbon hammaddesi kömürü de (yerli ve ithal) artık sadece ısıtma için değil sanayide de yoğun bir şekilde kullanabiliyoruz. Yenilenebilir enerji kaynakları (hidrotermal, rüzgâr, güneş) konusunda yapılan yatırımlar da diğer enerji kaynaklarına göre mütevazı oranlarda olsa da arza cevap verecek şekilde önemli bir gelişme göstermektedir. Fakat Türkiye, geçmiş 95 yılda en iyimser bakışla dahi; enerjide dışa bağımlı bir ülke konumundadır. Bu durumu düzeltmemiz için önümüzde 2 yol olduğu görünmektedir. Ya çevrecilerin dediği gibi daha az enerjiye ihtiyaç duyacak yaşam tarzını seçmek zorundayız ki bu durumda büyük ve güçlü Türkiye hedefinden vazgeç36

mek zorundayız. Ya da yakın gelecekte kapımızı çalacak enerji açığına bugünden tedbir geliştirmeliyiz.

Şekil 1. Türkiye İle İlişkili Yapılmış ve Yapılacak Enerji Hatları

Bu minvalde Türkiye’ nin başka milletlerden önce kendi karındaşlarına yönelmeli ve iş birliği içine girmelidir. Türk milletinin yaşadığı diğer coğrafyalara baktığımızda dünya üzerinde bu kadar yayılmış ve kritik bölgelerde yaşayan bir millet daha olmadığını göreceğiz. Türk milleti geniş coğrafyalarda, farklı devlet organizasyonları içinde yaşamış ve yaşamaktadır. Bu açıdan baktığımızda Türk milletini bağlı bulunduğu devlet organizasyonlarında yaşama biçimine göre üçe ayırabiliriz: Bağımsız Türk Devletlerinde yaşayan Türkler, Özerk yapıda


bulunan devletlerde yaşayan Türkler ve başka milletlerin hakimiyeti yaşayan Türkler.

kanlığını yüklenmesi olarak gösterilebilir. Yalnızca Türkmenistan, 1990’ların ortalarında Birleşmiş Bağımsız Türk Devletleri, K.K.T.C ve Türkiye Milletler tarafından da onaylanan “tarafsızlık” polidışında tüm Türk devletleri Asya (Ön Asya ve tikası gereği, bu gibi bölgesel siyasi ve askeri iş birliOrta Asya) kıtasında yer almaktadır. Bağımsızlığını ği yapılanmalarının dışında kalmaktadır. 1974 yılında kazanan K.K.T.C, ekonomik ve askeri Ekonomik yapı ve potansiyel açısından bu ülbakımdan Türkiye’ nin idaresi altında fakat siyasi kelere baktığımızda, 20 yıl sonra gelinen bu noktaolarak kendi Cumhurbaşkanı ve meclisi bulunmak- da, bir karbon kaynakları ihraç eden enerji zengini tadır. Ayrıca sadece Türkiye tarafından tanınmak- ülkeler, bir de enerji ithal eden ülkeler diye bir tadır. Diğer beş Türk Devletine bakacak olursak, ayrımın ortaya çıktığını görüyoruz. Tacikistan ve bu devletler öncelikle devletleşme süreçlerini Kırgızistan enerji ithal eden ülkeler, buna karşın tamamladılar. Sovyetlerin ilk dönemlerinde, diğer ülkeler yani Kazakistan başta olmak üzeStalin’in meşhur tanımlamasıyla “görünüşte re Türkmenistan ve Özbekistan enerji ihraç eden milli, özde sosyalist devletler” olarak kurulan bu ülkeler haline gelmişlerdir. Bu ayrım, sadece ekocumhuriyetler bağımsızlıklarından sonraki 20 yıl nomik anlamda değil, aynı zamanda söz konusu içerisinde artık gerçek birer milli devlet haline gel- ülkelerin uluslararası düzeyde ilişkilerini değerlenmiş durumdadırlar. Fakat yönetim sistemlerinde direbilecekleri bir zemin oluşturmak açısından da bazı farklılıklar ortaya çıkmıştır. Kırgızistan parla- büyük önem taşıyor. Mesela Batı Avrupa Ülkeleri, menter rejimi; diğer dört cumhuriyet ise başkanlık Çin, Hindistan gibi enerji ihtiyacının giderek arttığı rejimini seçmiştir. Başkanlık rejimlerini demokra- ülkeler için enerji zengini bir Kazakistan ile enerji si açısından değerlendirdiğimizde Kazakistan’ın fakiri bir Kırgızistan çok farklı bir algıya sahiptir. kısmen, diğer üç cumhuriyetin (Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan) ise bir hayli otokratik yapılar haline dönüştüklerini görmekteyiz. Dünya tarihi devletleşme uygulamaları açısından incelendiğinde, her devletin oluşmasında etnik, coğrafi, dini ve ideolojik faktörlerin rol oynadığı görülmektedir. Devletleşme süreçlerinin içinden geçtiği tarihsel ve sosyo-politik şartlara göre bunlardan biri veya birkaçı ön plana çıkar ve sürükleyici nokta olarak görev yapar. Sözgelimi Atatürk, Türkiye Şekil 2. Türk Devletleri Ticaret Yolu Haritası Cumhuriyeti’ni Anadolu ile sınırlı Türk milliyetçiBu bilgilerin ışığında, Türk Devletlerinin siyasi liği kavramı üzerine inşa etmiştir. Benzer şekilde sınırları içerisinde bulunan enerji hammadde saTürkistan Türk Cumhuriyetlerindeki siyasi kadrolar haları politik-stratejik hamlelerin ana çizgilerinda ülkelerindeki devletleşme sürecini büyük ölçüde den birini oluşturmakta ve büyük devletler kendi etnik milliyetçilik ideolojisi etrafında şekillendirpetrol şirketlerini destekleyerek bu alanda sıkı meğe çalıştığı görülmektedir. Kazakistan’da Kazak bir mücadele vermektedirler. Bu durumda, Türk milliyetçiliği, Özbekistan’da Özbek milliyetçiliği ve Devletleri bu paylaşımda yerini nasıl almalı? Çok Türkmenistan’da da Türkmen milliyetçiliği devletyönlü hamlelerin ve yönlendirmelerin yaşandığı bir leşmenin sürükleyici noktası oldu. Benzer şekilde coğrafyada Türk Devletleri satrancı hangi araçlara diğer iki cumhuriyette de Kırgız ve Tacik milletleri öncelik vererek oynamalıdır? Yeni jeo-politik harikavramları ön plana çıkarıldı. Söz konusu sürede ta ve düzenleme üzerinde düşünüldüğünde Türk bu ülkelerin uluslararası sisteme entegre olduklarını Devletleri’nin içinde bulunduğu coğrafya, kültürel görüyoruz. Ayrıca Şanghay İş birliği Örgütü gibi kıilişkiler, güç denklemi çerçevesinde çok yönlü bir tasal boyutta ve çok sayıda bölgesel kurumlaşmanın politika izlemesi gerektiğini göstermektedir. üyesi oldular. Bu ülkelerin uluslararası entegrasyon Daha önce Türk milletini bağlı bulundusürecinde ne kadar başarılı oldukları konusunda en iyi örnek Kazakistan’ın 2011 yılında AGİT baş- ğu devlet organizasyonlarına göre 3’ e ayırmış 37


ve Türk Devletlerinin mevcut durumu analiz edilmişti. 2. olarak bakacağımız Özerk ve Federe Cumhuriyetlerimiz toplam 16 tane olmakla birlikte 9 tanesi (Tataristan, Başkurdistan, Çuvaşistan Tuva, Yakutistan, Altay, Karaçay-Çerkes, KabardinBalkar, Hakasya) Rusya Federasyonu, 2 tanesi Çin (Uygur, Şunhua Salar), 1’ er tane ise Azerbaycan, Moldovya, Ukrayna ve Özbekistan sınırları içinde yer almaktadır. Özellikle Rusya içerisinde bulunan Özerk Cumhuriyetler yer altı zenginlikleri bakımında zengin bir yapıya sahiptir. Öyle ki Rusya Federasyonu doğalgaz ve petrol gelirlerinin neredeyse yarısını bu bölgelerden karşılamaktadır. Bunu bilen Rus yetkililer yer altı zenginliği olan bölgede yaşayan Türklerin herhangi bir isyan vb. harekete kalkışmaması için Türk kimliklerine karışmamış bilakis onlara Türk kimliği ile ilgili çeşitli eğitimler vermektedir. Diğer özerk cumhuriyetlerimize baktığımızda yer altı zenginliği bakımından fakir diyebileceğimiz topraklarda bulunmaktadır. Fakat Uygur Özerk Bölgesi farklı bir durumdan dolayı Çin komünizmi altında yıllardır zulüm görmekte ve kimliklerini kaybetmeleri için türlü baskı ve asimilasyonlar uygulanmaktadır. Bunun sebebi ise hem bölgenin kömür rezervi bakımından bakir topraklar olması hem de diğer beşerî sebeplerdir. Herhangi bir devlet oluşumuna gidememiş ve diğer milletlerin hakimiyeti altında yaşamlarını sürdüren Türk ellerinin sayısı TURAN-SAM verilerine göre 38 adettir. Bunların tamamına değinmekten ziyade enerji hammaddesi çıkarılabilen bölgelere değinilecektir. Örnek olarak; Güney Azerbaycan (İran içinde), Hazar Türkleri, DoğuBatı Türkmeneli, Kazan Hanlığı ve Yakut(Saha) Bölgesi verilebilir. Güney Azerbaycan (İran içinde), Hazar Türklerinin yaşadığı bölge, Doğu-Batı Türkmeneli bölgeleri Ortadoğu ve Kafkasya bölgelerinde yer almaktadır. Hem yer altı zenginlikleri hem de savaşların fazla olduğu bu bölgelerde Türk varlığının korunması hayati önem taşımaktadır. Türkiye’ nin Orta Asya ile gerek kültürel gerekse ekonomik bağlarının kopmaması adına bu bölgelerde ki Türk mevcudiyeti önem arz etmektedir. Kazan Hanlığı Rusya Federasyonu sınırları içinde bulunmakta olup Tatarların çoğunluğunu oluşturduğu bir böl-

38

gedir. Yakut Bölgesi ise daha çok buzul alanların bulunduğu ve doğal gaz rezervleri bakımından zengin bir bölgedir. Bu bağlamda Türkiye özellikle Sovyetler Birliği'nin dağılması siyasi açıdan önemli avantajlara sahip olmasını sağlamıştır. Türkiye içerisinde bulunduğu bölge siyaseti sayesinde uluslararası ilişkilerde öne çıkmaya başlamıştır. Türkiye'yi öne çıkaran olgular yalnızca jeopolitik konumu değildir. Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya çıkan bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin de etkisi oldukça fazladır. Öyle ki bu devletlerin Türk asıllı olmaları din, dil, ırk ve tarih gibi ortak birliklerinin olması bu devletler ile gerçekleştirilebilecek her türlü iş birliğine zemin hazırlamakta, karşılıklı siyasi ve ekonomik çıkarlar açısından güvenilirlik sağlamaktadır. Bugünkü gelinen noktada gösterilen somut gelişmeler ile Azerbaycan ve Kazakistan başta olmak üzere Türkmenistan ve Özbekistan ile de yakın ilişkiler içerisine girilmektedir. Bu devletlerin bölgede etkin bir güç durumda olan, başta Rusya olmak üzere Çin, ABD ve AB gibi dışarıdan baskı unsurlarının kendi sistemlerini kurmaya çalışıyorlar. Adına ''Yeni Dünya Düzeni'' dedikleri sömürgeciliğin sevimli gösterilen diplomatik boyutlu politikalarına boyun eğdirilmek durumda kalmaları oldukça üzücü bir durumdur. Bu nedenle Türkiye'nin daha gerçekçi ve gözle görülür adımlar atarak bölgeye yönelmesi ve bu şekilde politikalar geliştirmesi gerekmektedir. Yıllar boyunca Rus egemenliği altında Sibirya bölgesinde bulunan Türk Devletleri, Çin kontrolündeki Doğu Türkistan, Irak'ın Türk bölgesi olan Kerkük ve İran' da Türklerin yoğun şekilde yaşadıkları bölgelerde çıkarların petrol ve doğal gaz rezervleri dünya yüzdesinin önemli bir çoğunluğunu oluşturmaktadır. Genel olarak Türk Dünyası dünya petrol rezervlerinin %20'sine, doğal gaz rezervlerinin %50'sinden fazlasına sahip konumdadır. Ancak petrol üretiminin %18'i, doğal gaz üretiminin ise %30'luk kısmı Türk Dünyası topraklarında gerçekleşmektedir. Özellikle bir Türk gölü olan Hazar havzası, Türk Dünyasının Basra Körfezi konumundadır. Hazar denizine kıyısı olan başta Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan'ın petrol ve doğal gaz açısından dünyanın önemli ülkeleri arasında yer alıyor olması bu ülkeler adına sevindirici bir durumdur. Fakat gerçek anlamda bağımsız ve güçlü bir devlet olabilmenin en önem-


Şekil 3. Türk Milletinin Yoğun Olarak Yaşadığı Bölge

li koşulu ekonomik anlamda bağımsız olabilmektir. Bu koşulu sağlayabilmeleri için ülkelerin Rusya'dan geçerek uluslararası pazarlara çıkan tüm ihraç yolları ve sanayi alanındaki bağımlılıklarına yeni ve güvenilir bir alternatif bulmaları gerekmektedir. Aksi takdirde Rusya hala kendisini Sovyetler, bu ülkeleri de doğal uzantısı olarak görmeye devam edecektir. Türk Cumhuriyetlerinin tam olarak hem ekonomik hem de siyasi bağımsızlıklarına kavuşabilmeleri için kendi petrol ve doğal gaz boru hatlarına sahip olmaları gerekmektedir. Bunun için de en doğru alternatif Doğu-Batı Enerji Koridoru' nun merkez noktası durumunda Türkiye hattıdır. Tengiz-Bakü-Ceyhan projesi ile Azerbaycan ve Kazakistan'ın doğal kaynaklarının uluslararası pazarlara kesintisiz yollardan ulaşmasını sağlayarak Rusya'ya olan bağımlılığını bir ölçüde azaltmaktır. Bu durum sonucunda; Türkiye enerji kaynakları bakımından stratejik çeşitliliğe sahip olacak, Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan petrol ve doğal gaz ihracatında doğal alternatiflere kavuşmuş olacak ve Doğu-Batı Enerji Koridoru ile Türk Dünyası ülkeleri, Avrasya’nın stratejik öneme sahip, bölgede söz sahibi devletleri konumuna geleceklerdir. Bu konumları ile gelecekte uluslararası siyasete yön veren, petrol ve doğal gazla sınırlı olmayan, her alanda yetkin ve söz sahibi yumuşak güç unsuru bir ülkeler topluluğu olacaklardır.

KAYNAKÇA 1. www.turansam.org Erişim tarihi: 07.03.2018 2. www.eia.gov Erişim tarihi: 07.03.2018 3. www.enerjienstitusu.com Erişim tarihi: 07.03.2018 4. KAYA, H.B., Enerji Güvenliği Bağlamında Sürdürülebilir Enerji Politikaları Ve Türk Dünyası, 14. Ulusal Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Öğrencileri Kongresi, Ankara Ufuk Üniversitesi 5. http://www.enerjigunlugu.net Erişim tarihi: 08.03.2018 6. http://www.tasam.org/ Erişim tarihi: 06.03.2018 7. Gelişen Dünya Düzeni İçerisinde Türk Dünyası Enerji Koridoru, Hakan BEYAZ, Erişim Tarihi: 02.05.2018

39


PARADİGMA D

SATRANÇ TAHTASIND

Hamza Agahoğlu

“Dünya bir satranç tahtasıdır.” Bu ifade ünlü hâkimiyet teorisi ile birlikte Zbigniew Brzezinski'ye ait. Satranç tahtasının kurulduğu yer, ülkemizin de içinde bulunduğu Avrasya. Bütün dünya devlerinin at ve ajan koşturduğu, hâkimiyet mücadelesinin şekillendiği topraklar. Bugün belki satranç tahtasını, güncelliğini koruması adına Ortadoğu'ya kaydırmak makul olacaktır. 40

Hayat insanın kabulleri ile birlikte okuduğu bir bilmecedir. Kabulleriniz sizin olayları yorumlama yetinizi belirler. Ekonomik olarak hayatı okuduğunuzda insanlık tarihini bir sınıf mücadelesi görür ve insanların hareketlerini ekonomik gelişmelerle değerlendirirsiniz. Satranç tahtası teorisi, toplumun büyük bir kesiminde kabul gördü. Bunu insanımız farklı şekillerde ifade etse de ulaşılan nokta aynı. “Filler tepişir, çimenler ezilir" derken kastedilen ile satranç tahtasında kaleyi kurtarmak için piyonu yem olarak sunmak farklı değil. Şimdi, güncellediğimiz hali ile Ortadoğu'ya kurulan bir satranç tahtası düşünelim. Şah ve vezirlerin kimler olduğu oldukça berrak bir şekilde görülüyor. Piyonlar da belli. Kimin at veya fil olduğu da kısa tartışmalarla cevaplandırılabilir. Bu kabul ile yola çıktığımız zaman coğrafyamız ve tarihi birikimlerimiz ile biz de oyunun içinde kendimizi mecburen konumlandırmak zorunda kalırız. Oyun içinde kimse piyon olarak kalmak istemeyecektir. Bunun yanında piyon olmayan herkesin


DEĞİŞİKLİĞİ:

DAN TAKIM RUHUNA

de feda edecek piyonlar istediğinden şüphe duymamak gerekir. Çünkü oyunun tabiatı bunu gerektirir. Her ne kadar bazı piyonlar oyun akışı içinde vezir olabilse de sık karşılaşılan bir durum olmadığından istisna olarak değerlendirmek gerekir. Hem vezir olabilmek adına en öne sürülmek, mayın tarlasına koşturulmak da günümüz piyonlarının özelliği değil midir?

koyan küçük dokunuşlar her zaman vardır. Eş tutmamakla birlikte benzerliklerle ifade edildiği takdirde bile dünya bir satranç tahtasına benzetilemez. Bu kabul bizim sahip olduğumuz değerleri yitirme noktasına getirir. Bu yüzden benzetilmemelidir demek daha doğru ifade edecektir. Kabullerimiz öyleyse bile değiştirmek gerekir.

“Bu böyle değildir” yargısı “peki nedir” sorusunu da beraberinde getirir. Bir cevabımız olmalı! Gelin kabullerimizi değiştirerek dünyayı, Ortadoğu veya Avrasya olarak kısıtlamadan bir bütün halinde futbol sahasına benzetelim. Sahadaki oyuncuların hiçbirinin feda edilemediği, takımın saha içindekiler bir yana on ikinci adam olarak nitelendirilen taraftarı ile bir bütün olduğu, yanlış karar verilmiş bir Tolstoy Savaş ve Barış’ta komutanların bir sa- penaltıya zarar görenden önce kâr elde edenin itiraz vaştaki rolünün bir satranç oyuncusundan çok daha ettiği bir futbol sahası! az olduğunu ifade eder. Her savaş; yağmur, askerin Daha yaşanabilir bir dünya için gelin yüksek sesmotivasyonu, üstündeki askerin düşüp yaralanma- le söyleyelim: sına neden olan ürkek bir at gibi bağımsız faktörler “Dünya centilmenliğin hâkim olduğu bir futbol içerir. Bu etki her olay için farklıdır. Kısacası tarihin tekerrürden ibaret olmayacağını ve her olgunun, sahasıdır.” Peki bu kabul ile hareket ettiğimiz takdirde biz kimleri kullanacak, kimleri feda edeceğiz? Zihin kodlarımız tarihi ve geleceği iktisadi yorumlarla değerlendirmeyi reddetmeye nasıl zorluyorsa, aynı şekilde satranç tahtasını da kabul etmekte zorlanıyoruz. Bu kabul bizi insanlığımızdan çıkaracak tehlikeli bir noktaya sürükleyecektir.

durumun nevi şahsına münhasır olduğunu ortaya

41


YAZMAK ÜZERİNE BİR YAZI Alperen Arslan Bir süredir bir yere yazı yazılması gerektiğinde bana dönen bakışlar, beni gösteren parmaklar bana yepyeni bir yazının kapısını araladı. Bu konuma nasıl geldiğimi araştırmalı, hak etmediğimi düşündüğüm bu imajın kaynaklarını bulmalıydım. Kendimi değerlendiriyordum, yazdıklarımı ve onları ne zaman yazdığımı çünkü bana göre yazı yazmaktan anladığım iddiaları asılsızdı. Mesela, birçok insanın dönem dönem denediğini gördüğüm günlük tutma çabaları bir hayli uzaktı bana. Lise hayatım boyunca bir, bilemedin iki kompozisyon anca yazmıştım ve üniversite hayatımda da kimseye okutmadığım Türkçe yazılarım dışında Gazete Bilkent’e yolladığım birkaç yazı var ortada, iddia sahiplerinin de onları okuyup okumadığına dair ciddi şüphelerim var. Tüm bunları düşünürken neden bu kadar az yazdığımı düşünmeye başladım. Başta dediğim kapı da böylece aralanmış oldu. Peki, neden bu yazı işlerinden uzaktım? Bir üşengeçlik olduğunu inkâr edemem lakin asıl mesele bunun çok daha ötesinde bir şeydi. Muhtemelen bu üşengeçlik bir başka şeyin maskesiydi. Ben sanırım yazmaktan korkuyordum, kelimelerin ağırlığı altında kalmaktan korkuyordum. Bol bol kitap okuyan ve kaliteli addedilebilecek eserleri seçebilme özelliğini kazanabilmiş birisi olduğumu düşünürdüm 42

hep ama iş yazmaya gelince insan hakikaten zorlanıyor, okumayla ilgili iddialar, söz konusu yazma olunca yerini böylece tereddütlere bırakıyor. İşte bu sebeple ani yükselen heveslerimden kolayca vazgeçiyordum zira bunlar bambaşka mecralar, başka nitelikler istiyor ve ben de bende bu yeteneklerin bulunduğundan emin değildim, aslında hâlâ daha emin değilim. Ne söylediğiniz, nasıl söylediğiniz bu kadar önemliyken ve birbirinden güzel metinler okumuşken yazmayla ilgili bir çekinceniz olması doğal gibi duruyor. En azından kendimi bununla avutabiliyorum. Ayrıca yazmak benim için dünyada iz bırakmanın bir başka yolu, kim okur ya da kime dokunur yazdıklarım bilemem ancak yazdığım müddetçe bu dünyadan gelip geçtiğimin tek delili mezar taşım olmayacaktır. Bir şeyler ortaya koyabilmenin ve iz bırakmanın huzuru ise bambaşka. Yazmak, diğer bir yandan birçok getirisi olan bir iş, tabii nakdî kısmından bahsetmiyorum. Mesela, yazmak öğrenmenin çok önemli bir parçası, yazdıkça bir konuyu ne kadar bilmediğimi fark ediyorum, bu yeni araştırmalara yol açıyor derken sonu gelmez bir araştırma zinciri oluşuyor, birçok yeni şey öğrenebiliyorum. İnsan bildiği şeyleri kâğıda döktükçe bilgisini tertipli bir şekilde aktarmayı ve işe yaramayacak detayları eleyerek bilginin özünü ver-


KAMZAY ENİREZÜ IZAY RİB meyi de öğreniyor aynı zamanda. Bu durumun sadece birileriyle paylaşılan yazılarda gerçekleştiği gibi bir algı umarım oluşmamıştır çünkü insan sadece kendisi için yazsa dahi bu durumu gözlemleyebilir. Tabii, yazabilmek için motivasyonlar bulabilmek gerekiyor. Yazmak, sadece yazmak için yazmak bile bir hareket noktasına ihtiyaç duyuyor, güdülenmek, bir şeylere odaklanmak ve onun için başlamak gerekiyor. Bir kişiye ya da maddeye duyulan güçlü bir his ya da soyut bir kavramı enine boyuna inceleyip anlamlandırma isteği aynı zamanda bir yazının doğuşu anlamını taşıyor. İşte, yazmak evvelce bahsedildiği gibi birtakım sıkıntılara neden olurken bir yandan da birçok faydayı beraberinde getiriyor. Yine de bu yazma korkusu yabana atılmaması gereken bir şey, mükemmeli ararken bir şeyleri ertelememeli ve bir ucundan yazın dünyasına girmeliyiz. Belki klişe bir lafız lakin okuyan toplumlar gelişir, bir adım daha öteye giderek söylüyorum ki yazan toplumlar daha çok gelişir. Başta zikrettiğim kapıyı aralamak yani bu yazıya başlamak aslında benim dağınık düşüncelerimi toplama ve gerçek nedeni soruşturma aracımdı. Birbirinden bağımsız duran ve üzerine eğilmediğim düşüncelerimi az çok toplayabildiğimi ve bunları da kâğıda aktarabildiğimi umut ediyorum. 43


HEM ÇOK OKUYAN Klasikleşmiş (belki de klişeleşmiş) münazara konularının başında “Çok okuyan mı bilir yoksa çok gezen mi?” sorusunun geldiğini bilmeyen yoktur. Klasikleşmiş demeyi uygun buldum; çünkü, bu konu hâlâ gündemde, hala bu soruya cevap arayan insanlara denk geliyoruz. Mesela bir arkadaşımız bu soru üzerine bir yazı yazmış ve aşağıdaki satırları internetin ücra köşelerinde dolaşıma sunmuş. “İşin felsefesine girmeden bu yazının asıl amacına gelmek istiyorum. Benim bu yazıyı yazmamın sebebi, ‘LÜTFEN GEZMEYİN!’ diyebilmek. Gezerseniz ölürüz. Turizm diye bir şey var ve hiç de sanıldığı gibi hoş şeylere sebep olmuyor. Küresel ısınmanın %10’a kadar turizm kaynaklı olduğu söylenmektedir. Bu konuda çeşitli yayınlar mevcut olup, masum bir seyahatin nasıl petrole ve çevre kirliliğine sebep olduğunu araştırmanızı öneririm.” (Kaynak vermeyeceğim, Google’a yazınca çıkıyor.) Bu arkadaşımıza “Hiçbir elektronik cihazı kullanmazsan, hiçbir toplu taşıma aracına binmezsen, evinin hemen önündeki bahçende ürettiklerin dışında gıda tüketmezsen ve yalnızca kendi beslediğin hayvanların kürkünü giysi olarak giyersen sana hak verebilirim.” diyerek, bu tartışmaya ben de katılmak istiyorum. Çok okuyan mı bilir yoksa çok gezen mi? Kavramların içinin boşaltıldığı bir çağda kav-

44

ramlar üzerinde anlaşmanın birçok konuda uzlaşmak için temel zemin olduğunu düşünen bir insan olarak öncelikle ‘okuyan’ ve ‘gezen’ kavramlarını biraz açmak isterim. İlk olarak ‘okuyan’ı ele alalım. Üniversitedeyken hazırlamış olduğum bir sunumda ‘nitelikli okuma’ diye bir tanım kullanmıştım. Aslında anlatmak istediğim şey okuduğumuz kitapların ya da metinlerin bizlere ne kattığıydı. Gösteriş için mi okuyorduk, sürü psikolojisi içinde herkes okuyor diye mi okuyorduk yoksa gerçekten yeni bir şeyler öğrenmek ya da öğrendiklerimizi pekiştirmek, gündemden-dünyadan uzak kalmamak, ufkumuzu genişletmek, edebi sanatın inceliklerini farketmek için mi okuyorduk? Sunum sırasında çok satan kitapları bazı noktalarda eleştirince (o zamanlar hem pembe kapaklı-kadınlara özel hem de gri kapaklı-erkeklere özel “Aşk-Elif Şafak” kitapları çok popülerdi, tüm gazetelerde reklamları vardı, ticari kaygı aşırı ön plandaydı ve ben Elif Şafak sevmem.), sunumu değerlendiren hocam da Elif Şafak’ın arkadaşı çıkınca notum bir (1) harf notu düşük girilmiş olsa da nitelikli-niteliksiz okuma ayrımı yapmaktan vazgeçmedim. Demek istiyorum ki ben ‘Hüzünlü Bir Ponçik’ okuyarak nasıl nitelikli bir bilgi elde edebilirim? Bu noktada sorumuza dönecek olursak, bildiğini varsaydığımız okuyan kişiyi ‘nitelikli okuyan’ kişi olarak değerlendireceğim.


N HEM ÇOK GEZEN Begüm Sönmez

Şimdi de ‘gezen’e bakalım. Sosyal medya kültürünün giderek hakim olduğu ve birileriyle bir şeyleri sosyal ortamdan paylaşmadan yaşayamadığımız, nefes alamadığımız bir dönemde gezme eyleminin popülaritesinin bir hayli arttığı aşikâr. İnsanlar ‘gezmek için’ gezer, ‘statü için’ gezer hale geldi. Yine kendimden örnek verecek olursam, geçen sene Barcelona’ya gideceğimi söylediğim bir arkadaşım “Sagrada Familia’yı gör mutlaka ama içeri girmeye çok gerek var mı bilmiyorum. Giriş ücreti pahalıydı, ben girmemiştim. Önünde fotoğraf çektirsen yeter.” diyerek Sagrada Familia’nın önünde çekilmiş olduğu fotoğrafı göstermişti. Halbuki kilisenin içinin dışından kat be kat daha güzel olduğunu göremediğini bilmiyordu. İç mekanının uzun boylu ağaçlardan oluşan bir ormandan ilham alınarak tasarlandığını, süslemelerin ilham kaynağının hangi çiçekler olduğunu bilmiyordu. ‘Bitmeyen Kilise’ olarak anıldığını biliyordur belki ama kilisenin içerisinde, çalışmaları sürdüren mühendislerin camlarla çevrili büyük ofisini göremediğini bilmiyordu. (Adamların ofisi kilise. İnternetten sipariş verseler, kargo adresine ‘Sagrada Familia, Barcelona-ESPAÑA’ yazıyorlar. Bence çok ilginçti.) Kilisenin içindeki müzede, kilise inşaatının 200 yıldır hangi aşamalardan geçerek bugünkü haline geldiğinin gösterildiğini, “Bu mimariyi nasıl böyle yapmışlar? Hangi fizik kurallarıyla? Newton’la bir akrabalıkları var mıydı?” sorularına cevap alabilece-

ğini bilmiyordu. Bu sebeple ‘fotoğraf çekip, instagrama koyma amacıyla gezenler’i, ‘gezmek için gezenleri’, yeni şeyler öğrenmek/deneyimlemek, yeni kültürler tanımak ya da bildiği bir kültürün-kendi kültürünün inceliklerini öğrenmek, uçsuz bucaksız manzaralar görmek, yaratanın ve yaratılanın elinden çıkan hayranlık uyandırıcı eserleri-sanatı görmek için gezenlerden yani ‘nitelikli gezenlerden’ ayıracağım ve bildiğini varsaydığımız gezen kişiyi ‘nitelikli gezen’ kişi olarak değerlendireceğim. Yukarıdaki açıklamalardan sonra soruyu şu şekilde tekrar soralım. Nitelikli ve çok okuyan mı bilir yoksa nitelikli ve çok gezen mi? Çoğu insan gibi uzun yıllar boyunca bu soruya pek fazla düşünmeden “Elbette ki çok okuyan.” şeklinde cevap verdim. Halbuki bu cevabı verdiğim zamanlarda daha çok geziyordum. Babamın mesleği gereği her yaz ülkemizin bir ya da iki şehrinde ikamet etme ve çevre illeri gezme imkanımız oluyordu. Annemlerle birlikte Türkiye’nin 55 ilini gezme, gerek kültürel gerek doğal güzelliklerini görme imkanım oldu. Fakat ben yine de kesinlikle çok okuyanın daha çok bileceğine inanıyordum. Çünkü “gezme-seyahat etme” kavramını şimdiki gibi değerlendiremiyordum, yeterli olgunluğa ve farkındalığa ulaşamamıştım. Örneğin, annemin ısrarla götürdüğü Antik Yunan eserlerinin sergilendiği müzelere 45


bakış açım “Birini görsek yeterli, hepsi aynı değil mi bunların? Bu müzeler hep kafası kopuk heykellerle* dolu.” şeklindeydi. Ne zamanki hayata atıldım, seyahatin masraflı bir şey olduğunu ve kolay olmadığını, zamanımın kısıtlı olduğunu farkettim, nitelikli gezmeye, yeni kültürler tanıma ya da kendi kültürümün inceliklerini öğrenme odaklı gezmeye karar verdim. Cümlelerimi birinci tekil şahıs olarak kurmuş olsam da eşimin geniş vizyonunun ve bir miktar da gözü karalığının katkısını kesinlikle yok sayamam. Seyahat etme konusunda belli bir bilinç seviyesine ulaştıktan sonra (kendimce nitelikli okuduğumu da varsayarak) yıllanmış münazara sorusuna objektif bir cevap verebileceğimi düşünüyorum. Soruyu tekrar cevaplamaya çalışacağım. Tekrar diyorum çünkü cevabım değişti.

kaşığın boyutunu belirterek kitabı güncellemeleri gerektiğini düşünüyorum. -Tuna Nehri’nin “Yeşil Tuna” olarak anıldığını Jules Verne’in “Tuna Kılavuzu” kitabı da dahil olmak üzere birkaç yerde okumuştum. Aktığı yatağın etrafındaki uçsuz bucaksız ormanlar sayesinde gökyüzünün mavisinin, ormanın yeşili karşısında nasıl yenik düştüğünü, Tuna’nın nasıl yeşile boyandığını görüp “Yeşil Tuna” sıfatını uygun görenlere hak verdim.

-Rize’de “Hamsi Kolonyası” satıldığını görmüştüm ve cesaret edip kolonyanın kokusuna bile bakamamıştım. Çünkü gerçek hamsili sanıyordum. (Yiğit Özgür’ün gerçek eşek eti parçacıklı dondurma karikatürü gibi**.) Meğerse, dikkat çekici olsun diye bu isim verilmiş ve kolonya eldeki hamsi koÇok (ve nitelikli) okuyan da bilir, çok (ve nitelik- kusunu gidersin diye üretiliyormuş. Bunu da (neli) gezen de bilir ama hem çok okuyan hem de çok dendir bilmiyorum) mağazadaki görevliye sormak gezen bir başka bilir. Okumak ve gezmek birbirini yerine okuyarak öğrenmiştim. besleyen iki eylem. Kitaplarda okuduğumuz bilgile-Japonya’daki aşırı teknolojik tuvaletler hakkınri gözle görerek, yakından işiterek ya da dokunarak tecrübe etmek apayrı bir durum. Çok bildiğimi id- da birçok şey okumuştum ama klozetlerin adeta dia etmiyorum ama bildiğim kadarıyla okumanın ve uçaklardaki gibi bir kontrol paneline sahip olabilegezmenin birbirini nasıl beslediğini bazı örneklerle ceği kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Utangaç insanlar için düşünülmüş, su tasarrufu amaçlı, sifon açıklamak isterim. sesi çıkaran tuş bile mevcut. İsterseniz müzik ça-İttihat ve Terakki’nin meşhur sloganı “Hürriyet, lıyor, isterseniz su sesi çıkarıyor. Müzik dediysem Musavat, Uhuvvet ve Adalet”i hepimiz biliriz. 8-bit atari oyunu jenerik müziği. Orijinali ise “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” yani -Bitlis’te yer alan Nemrut Yanardağı’nın krater ‘Adalet’ yok. ‘Adalet’i bizimkiler eklemiş diye dügölünün içindeki adacığı görüp çok etkilenmiştim. şünüyordum. Orijinal haliyle “Liberté (özgürlük), Égalité (eşitlik), Fraternité (kardeşlik)” olarak Dünyada başka örneklerinin de olduğunu hatta en Sorbonne Üniversite’si hukuk fakültesinin dış cep- meşhurunun Filipinler’de yer aldığını, Vulcan Point hesi üzerinde görünce “Adalet”in slogana eklenmiş Adası’nın okyanusun içindeki adanın içindeki gölün içindeki adanın içindeki gölün içindeki ada olduğuolması çok daha anlamlı hale geldi. nu okuyarak öğrendim ve bir yaşıma daha girdim. -Hristyanlıkta Hz. İsa’yı kul bir peygamber ola-Avrupa Birliği’nde sınırların olmadığını biliyorrak gören bir mezhebin varlığından, Tokyo’daki Türk camisinde Müslüman olan bir Japon sayesin- dum. Ama Tuna Nehri’nin üzerindeki bir köprüde haberdar oldum. Araştırıp okuyunca bu mezhe- nün bir ayağında Avusturya bayrağını, karşı kıyıbin M.S. 300’lü yıllarda ortaya çıktığını, Aryanizm daki ayağında Almanya bayrağını görmesem “O ya da Ariusçuluk olarak bilindiğini, çok tanrıcılığı kadar da olur mu canım. Ne yani hiç mi kontrol reddettiklerini, ciddi mücadele vermelerine rağmen yok? Abartıyorlar.” demeye devam ederdim. İşin Kilise tarafından mahkum edildiklerini ve din dışı ilginci köprü dediğim yer aslında bir hidroelektrik santralinin üzeriydi. Santral mimarisini öyle bir tasayıldıklarını öğrendim. sarlamışlardı ki nehir üzerinde ilerleyen yolcu ge-Kayseri mantısının bir kaşığa kırk adet sığacak milerinin geçişine imkan tanıyordu. Yani sınırdan şekilde yapıldığını okumuştum. Kayseri’deki bir hem gemiler, hem bisikletliler hem de elini kolunu mantıcıda mantı yediğimde bunun sadece efsane- sallaya sallaya biz geçebiliyorduk. Gözümle görmeden ibaret olduğunu öğrendim. Efsane değilse de sem inanmazdım. 46


-Her ne kadar sayıları az da olsa gün geçtikçe sınırlarını zorlayan, İslam dini konusunda radikal yorumlarda bulunan ve M.S. 2000’li yıllarda yaşamakta olan bazı kişilerin sözde fetvalarını, (Allah kimsenin başına vermesin ama) “Kadının boşanma hakkı yoktur çünkü kadın duygusaldır. Duygularına hakim olamayıp bu ciddi kararı yanlış verebilir. Bu sebeple boşanma hakkı kadına tanınmamıştır.” gibi iddialarını okudum. Anadolu Medeniyetler Müzesi’nde sergilenen, M.Ö. 2000’li yıllarda yazılmış, Hititler döneminden kalma bir çivi yazılı tablette anlaşmalı boşanma protokolünün yer aldığını görünce şaşırmadan edemedim. Sonuç olarak hem çok gezenin hem de çok okuyanın daha ‘güzel’ bileceğini düşünüyorum. Ama münazara için takım seçmem gerekirse de çok okuyanı savunanların olduğu takımda olmak isterim. Çünkü eski alışkanlıklar kolay unutulmaz.

Yazının başına dönecek olursak, bu yazıyı okuyarak vaktinizi çöpe mi attınız yoksa size ufak da olsa bir şeyler kattı mı? *Paris’te Louvre Müzesi’ni gezdiğim zaman anladım ki Anadolu’daki tüm kafası kopuk olmayan, bozulmadan bu günlere gelebilmiş heykelleri toplayıp Louvre’a (ve British Museum gibi diğer ünlü müzelere) götürmüşler. Güzelce nereden geldiklerini de yazmışlar. Bize de kafası, eli, kolu, bacağı kopuk olanlar kalmış. Define avcıları, bu sistematik ve profesyonel tarihi eser kaçakçılarından daha masum kalıyor. ** https://tumkarikaturler.blogspot. com/2015/09/essek-etinden-dondurma-yigit-ozgur.html 47


MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI: [1]

YEMENİCİ 48


defa Yemen’de Yemen-i Ekber isminde bir kişi taYemeni: Kalıpla basılıp elle boyanan, kadınların rafından üretilmiş ve üreticisi bu ayakkabı çeşidine başlarına bağladıkları tülbent veya altı kösele, üstü kendi ismini vermiştir. Yemeni esas olarak gön ve yumuşak deri, bir tür hafif ve kaba ayakkabıdır. yüz olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Çok Yemeni yapan ve satanlar da yemenici olarak ad- sağlıklı bir ayakkabıdır, ayak kokusu yapmaz, teri dışarıya atar ve vücudu rahatlatır. Yaklaşık 700 yıllık landırılır. geçmişe sahip olan meslek, günümüzde bu güzel Teknolojik gelişmelerle hayat kalitesinin ve kon- işleri yapan güzel insanlar tarafından büyük bir özforunun yükselmesi ile birlikte pek çok değerin veri ve sevgi ile yapılmaktadır. Mesleğin devamlılığı kaybolmaya ve unutulmaya yüz tuttuğu günümüzde da genellikle bu işlerle uğraşan kişilerin ‘’babadan bu eskimeyen güzellikleri yine teknolojinin nimet- oğula, dededen toruna’’ el vermesiyle, işin devredilleri olan fotoğraf makinaları, bilgisayarlar, photos- mesiyle sağlanır. hop uygulamaları ile belgeleyebilmek; hatırlayabilUNESCO’nun Somut Olmayan Kültürel Mirasın mek günümüzün tezatlarından olsa gerek. Korunması Sözleşmesi ile insanlığın binlerce yıllık Geçmişte zanaat olarak hayat bulan bir meslek yaşam deneyimi ve üretkenliğinin bugüne ulaşmış iken günümüzde adeta sanata dönüşmüş meslekler- kalıntıları olan kültürel miras tanımlamaları içerisiden birisidir yemenicilik. Sayıları bir elin parmakları ne ülkemizden ‘’Yemenicilik Geleneği’’01.0103 enkadar az olan zanaatkarlar tarafından yurdumuzun vanter numarası ile Somut Olmayan Kültürel Miras belli bölgelerinde -Gaziantep, Kahramanmaraş, Ulusal Envanterine dahil olmuştur. Elazığ, Tokat gibi birkaç şehrimizde- adeta bir saSahip olduğumuz bu güzelliklere hakkıyla sahip natkar edasıyla icra edilmektedir. olabilmek dileğiyle… Tabi bu gibi güzelliklerin son ustalarını ve ürün‘’Sahipsiz olan memleketin batması haktır; lerini belgelemek, yansıtmak fotoğraf sevenler için Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.’’[2] eşsiz bir çalışma alanı oluşturmaktadır. Fotoğrafçılar için gözde şehirlerden olan Gaziantep’in bakırcılar [1]- Memleketimden İnsan Manzaraları; şiir, roçarşısı civarındaki birkaç yemeni atölyesi ve ustası man, öykü, oyun, senaryo hepsini içeren yeni bir tüda güzel fotografik sunumlarda bulunmaktadır. rün habercisi beş kitaptan oluşan, Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları: Yemenici

Gaziantep’te yemeniciliğe ‘’köşgercilik’’ yemeni 1939-1947 yılları arasında yazdığı eser. dikenlere ‘’köşger’’ denilmektedir. “Köşger” ke[2]- Mehmet Akif ’in 14 Mart 1913 tarihinde limesi Farsça “keşger” kelimesinden gelmiş olup, yazdığı Ye’s adlı şiirinden alıntı. ayakkabı yapan anlamına gelmektedir. Yemeni ilk

49


50


51


52


TİYATRO KÖŞEMİZ

ASTOPOWO’DA BİR TREN İSTASYONU Duygu Doğuş

Oyun, Savaş ve Barış, Anna Karenina, Diriliş ve birçok eserin yazarı, 19. yüzyılda yazdığı eserlerle tüm zamanları aydınlatmış ve tüm zamanlara ulaşmış fakat aynı zamanda çok küçük yaşlarda anne kokusundan ve baba şefkatinden uzak kalmış, zengin bir ailenin çocuğu ve kont unvanına sahip fakat tüm bu zenginlikten, ailesinden, şöhretinden kaçarak Astapova’da bir tren istasyonunda karşılaştığımız Lev Tolstoy’un ciğerden öksürüğü ile başlıyor. Tolstoy’un yanında anne kokusunu barındıran bir yastık, nerede olduğunu yazdığı bir defteri, kalemi ve o şiddetli öksürüğünü yatıştırmak için taşıdığı su matarasından başka hiçbir şeyi yok. Yastığını başının altına koyup uzanıyor ama onu ne yazık ki geçmişi ve iç sesi yalnız bırakmıyor.

meye çalışmış, onun en iyi eleştirmeni, destekçisi ve Tolstoy’u yardımcısından bile kıskanan Sofya’sı hiç bırakır mı? Neden bıraksın dediğinizi duyar gibiyim. Sofya da tıpkı sizin gibi düşünüyor. “Neden bıraktın bizi?” diyor, sevgili, onu her zaman koruyup kolladığı kocasına. İşte belki de Tolstoy için bir neden de bu. Sofya’nın onu bir çocuk gibi koruyup kollaması. Burada da insan bundan neden kaçar, sıkılır diye kendine sormadan edemiyor.

Anna, Tolstoy’un hayalleri Sofya ise gerçekleridir. Sofya’da yaşadığı gerçekleri ve Anna’da yaşadığı hayal kırıklığını köylülerde de yaşamaktadır. Yani köy düğünü ile Tolstoy’un bir başka yönünün de es geçilmediğini görüyoruz. Tolstoy ne kadar köylünün haklarını savunsa da ailesi ve çevresindekiler Tolstoy’un aforoz edileceğini, isyanlarını sor- tarafından olduğu gibi onlar tarafından da anlaşılgulayan kiliseden bir sesle irkiliyoruz ve anlamaya madığına şahit oluyor ve yüreğimiz burkuluyor. çalışıyoruz. Tolstoy’un bu kadar karşı çıktığı, kabul Bir de sahnenin iki yanında Rus Hanedanı etmediği, tartıştığı ses nedir? Bunları anlamak için Romanovların son çarı II. Nikolay’ın fotoğrafı gökendi iç mahkememizi kuruyoruz ve zaten tüm zümüze çarpıyor. Başlarda uzak bir ilişki kuruyoruz oyun boyunca bu mahkeme hiç bitmiyor. “Oyunun ama oyunun ilerleyen zamanlarında Tolstoy’un ağadı Anna ve Tolstoy peki Anna nerede?” dediğinizi zından II. Nikolay’ın Tolstoy’un evini bastırdığını duyar gibiyim. Hay hay… pelerini ve gitarıyla gü- ve günlüklerine el koydurduğunu duyuyoruz. Ama zeller güzeli Anna trenden iniyor ve Tolstoy ile kar- o da Tolstoy’un son saatlerini yaşadığı gibi iktidarışılaşıyor. Anna’nın gitarıyla gelme nedeninin yakın- nın son yıllarını yaşamaktadır. Yani Tolstoy, kilise lardaki köy düğünü olduğunu biraz sonra anlıyoruz. ve II. Nikolay gibi baskı unsuru olan her şeye bir Anna, ara ara o köy düğününe bahaneler uydurup başkaldırı içerisindedir. Son reddetmeyi de 82 yakaçmaktan kendini alamıyor. Çünkü vazgeçemediği şında kaçıp bir tren istasyonuna gelerek yapmıştır. tutkusuna hayır diyemiyor. Tolstoy bundan şikâyet- Ne kadar fiziksel olarak yalnız olsa da iç mahkemeçi olup eğer gücü yerinde olsaydı Anna’nın tutkusu sindeki sesler buna izin vermemiştir. Son olarak da ile düello bile yapabileceğini duyuyoruz ve bir yanı- birçoğumuzun bildiği “Bütün mutlu aileler birbirimız da bu aşkı kıskanmıyor değil. Bu aşkın yanında ne benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir Tolstoy’un neden Sofya’yı tercih ettiğini kendimize mutsuzluğu vardır.”sözünü hem kulaklarımızı hem soracakken buna da yanıt buluyor. Ha, Sofya demiş- de yüreklerimizi çınlatmasıyla oyuncuları 19. yüzyıken; 13 çocuk doğurmuş, tüm malı mülkü yönet- la geri gönderiyoruz.

53


KIRKTUĞ OKUMALARI

BİR DİSTOPYANIN ANATOMİSİ:

DÜNYANIN GELECEĞİ VE GELECEKTE

“BİZ”

Tuğba Dinç İnsanın varoluşundan itibaren öncelikli gayesi içinde bulunduğu dünyayı değiştirme, kendine has bir yaşam alanı geliştirme olmuştur. Sınırsız hayal gücüne sahip insanın, hayallerinin en başında her daim ideal bir toplum oluşturma çabası yer alır. Ucu bucağı olmayan mutluluk, özgürlük, bolluk, rahatlık özellikle de geçim ve düşünce genişliği arzulanmıştır. Bahsettiğimiz bu toplum ve dünya sistemi ütopya olarak adlandırılmıştır. Lakin ütopyalar uzun soluklu olamadıkları veyahut pek gerçekçi sayılmadıkları için hicvedilmiş, küçük düşürülmüştür. Karşıt ve karamsar ütopyalar üretilmiştir. Bunlara anti- ütopya denmiştir.

edebiyat gibi olguları sıfırlar. İyi ve güzel bir dünyanın yok olduğu bu kabus özellikle 20.yy edebiyatında oldukça yer edinmiştir. Kontrolsüz sanayileşme, dengesiz kapitalist düzen, 2. Dünya Savaşı ve sonrası hızlı teknoloji gelişimi, makineleşmenin had safhada olduğu, tek kutuplu dünya düzeninin ağır basması ile korkunun egemen olduğu distopyalar çoğalmıştır.

Distopya geleneği ilk olarak Rus yazar Yevgeni Zamyatin'in "Biz" romanı ile ortaya çıkmıştır. 1921 yılında kaleme alınan roman, döneminin totaliter yönetim anlayışı ve yayılması ile eş zamanlılık göstermiştir. Roman; 26. yy' da geçmekte olup uzun Distopyalar; mutlak kötülük, felaket, baskıcı süren yüzyıl savaşları sonunda Tek Devlet'in basbir sistem, karanlık bir gelecek, totaliter bir devlet kısını anlatmaktadır. İnsanlar artık doğadan, bireymodeli çizen kötü bir düştür. İnsanları kalıplara sellikten ve duygulardan arındırılmıştır. Doğayı sokar; özgürlük, düşünce, duygu, özel hayat, mah- tamamen hayattan çıkarmak için tasvir edilen bu remiyet gibi kavramları yok eder. Adalet, tarih, dünyanın etrafı devasa duvarlarla çevrilmiştir. Her 54


şeyin devletin kontrolü altında olduğu bu dünyada insanlar numaralar ile adlandırılmaktadır. Artık bireyler yok, sayılar vardır. Hayat; kusursuz eşitlikte bir denklem inancının olduğu bir ipin üzerindedir. Saydam cam duvarların içinde yaşamlarını idame ettiren bu insanların her anı sistem tarafından denetlenmekte, Tek Devlet tarafından görevlendirilen Koruyucular tarafından kontrol edilmektedir. Özel mülkiyet ve özel hayat sıfırlanmıştır. İnsanların bu dünyadan ayrılabildikleri tek zaman, sistemin onayladığı sayıların çiftleşme zamanıdır. Bu karanlık ütopyada toplum gelişmiş, teknoloji ilerlemiş, gezegenlere yolculuk başlamıştır." Ben" olgusu tamamen ortadan kalkmış, yerini "Biz"e bırakmıştır. Aynı fikirler ve idealler egemen olmuş, tek tip insan profili ortaya çıkmıştır. Herkesin aynı zamanda hareket ettiği bir yaşamda toplum bir bütün olarak ele alınmıştır. Ortak bir dünya görüşünü topluma dayatan bir sisteme konmuştur.

tematiksel mantığın yetersizliğini, bütün insanların ihtiyacını karşılayacak olan kusursuz sözde mükemmel sisteme inancını kaybetmiştir. Bu düzeni sorgulamaya başlamış ve bunu günlükteki dilinde de göstermiştir. D- 503 ilkel insanların "ruh" dediği şeyi keşfetmiş, hayal gücünü kullanmıştır. Lakin hayal gücü ve ruh, Tek Devlet' in amansız hastalığıdır. Bir devrim, bir isyan girişimi içinde bulunulmuş ve başarısız olunmuştur. Buna karşın sistem D- 503' ün hayal gücünü yok etmiş ve hafızasını sıfırlayan bir işlemden geçirmiştir. Böylelikle okuyucuların umut ettikleri son gerçekleşememiştir. Her şey eski haline dönmüş, sistem kaldığı yerden devam etmiş, günlük eski üslubuna geri dönmüştür. İronik bir dil kullanan Yevgeni Zamyatin; adalet, özgürlük, eşitlik, ruh, hayalgücü gibi kavramların sömürüldüğü, ideal toplumun prototip olarak tasavvur edilen yapının nasıl totaliter bir kontrolün altına girdiğini hicvederek anlatır. Bireylerin yok, sayıların var olduğu, matematiğin kusursuz bir hayat için vazgeçilmez olduğu, doğaya bile boyun eğdirmenin mevcut olduğu bu sisteme müthiş bir eleştiri barındırır roman. Doğadan ve benlikten koparılan bireylerin sözde amansız hastalığının hayal gücü olduğu düşünülen bu toplum, tam anlamıyla korkunç bir ütopyadır. Geleceğe yönelik bir uyarı olan bu distopya modern dünyanın hesapsız ilerleyişine ve günümüzün şuursuz, düşüncesiz eğilimlerine bir başkaldırı özelliği taşır ve eleştirir. İnsanın, insan olmaktan sıyrıldığı, bireysel kimliğin ortadan kaldırıldığı, dünyaya tamamıyla hükmedeceği düşünülen bir iktidarın oluşturduğu acımasız, anlamsız bir sistemdir.

Romanda olup bitenlere var olan sisteme körü körüne bağlı olan matematikçi D-503' ün tuttuğu günlük ile şahit oluruz. D- 503, komşu gezegenlere mutlak iyiliğin yayılması için yaptırılan İntegral adlı uzay gemisinin mühendislerindendir. Onun başına gelen olaylarla roman şekillenmektedir. D-503 günlüğünde; mutluluğun, düzenin, güzelliğin, iyiliğin, özgürlüğün olmadığı, insanların ilkel tutku ve güdülerinin bastırıldığı, matematiksel bir mantığın egemen olması ve dikte ettirilmesiyle başlar. Devlete ve onun idelojisine bağlılık, onun günlüğünde sistemi durmadan övmesi ile devam eder. Mühendisin aldığı notlar dışında yeteneği olan herkes Tek Devlet'e sözde güzelliği ve büyüklüğü konusunda, şiirler, şarkılar, marşlar, manifestolar, methiyeler yazmıştır. Bunlar; edebi anlamda hiçbir anlam ifade etmeyen, Bireyin ihmal edildiği, devrimin yarıda kaldığı baiçi boşaltılmış, soğuk, makineleşmiş bir havanın şarısızlığın ön planda olduğu bu romanda Zamyatin kapladığı, kuru laf kırıntılarından ibaret yazılardır. bunu kabul etmez. "Nihai devrim yoktur, devrimler Zamanla planlanan hiçbir şey yolunda gitmez. sonsuzdur." diyerek herhangi bir sonun olmadığı İçinde bulunulan sisteme muhalif güzel ve alım- umuduna da yer verir. "Gerçek edebiyat güvenilir lı bir kadın olan I-330' la karşılaşıp ona aşık olan ve gayretkeş görevliler tarafından değil ancak aykırı D-503'ün hayatı değişir. I- 330' a duyduğu şiddetli ve asi ruhlular, çılgınlar ve hayalciler tarafından gerduyguları ile yasaları çiğnemiş, yasayı çiğnemenin çekleştirilebilir." diyerek bir distopyanın anatomisiverdiği huzursuzluk D-503 için çekilmez bir hal ni irdelemiştir.TURAN KANLA KURULUR almış ve bütün işlerini aksatmıştır. Bu süreçte ma-

55


Asfaltta Ata Binenler AYAZ Derneğin kapısını kapattı, dışarı çıktı. Hava soğumuştu epey. Sokak aydınlık ama dumanlıydı. Karşıdan gelen Göktürk, Sungur, Bilge Kağan, Arda ve Ali Kemal'i gördü. "Hayırdır gençler?" diye merakla sordu. Arda cevap verecek oldu veremedi. " Özel eğitim grubu toplantımız var amca" diye cevapladı Göktürk. Amca hiç bozuntuya vermedi "diğerleri nerede ?" diye sordu. Elif ve Ecrin' in final sınavları yeni bitmiş memleketlerine gitmişlerdi. Gökalp okul çıkışında arada babasının dükkânına uğrayıp yardım ediyordu. Elif Asya'nın haftanın tam bugünü Fransızca kursu vardı. Arda mahcubiyetinden kurtuldu "yukarıda konuşalım en iyisi amca" dedi ve derneğin ışıkları yeniden yandı, çayın demlenmesi 20 dakikaya bulmadan Sungur olan biten her şeyi bir bir anlatmaya başladı.

-Arkadaşlarınız ile birbirinizi fakültede yalnız bırakmayın. Dinç'e pabuç bırakacak değilsiniz. Hatta önemsemeyin bile. Derslerinize düzenli girip çıkın ve okumalarınızı asla aksatmayın. Demek Dinç Bey'in sırtı tekrar minder görmek istiyor he! Konuyu değiştirmek için döndü, Göktürk, İlto ne yapıyor, yoksa sizin kantinde mi geziyor yine kerata? -Gezmek mi? Bizden çok geliyor okula amca İlto maşallah... Seneye sınava girecek. Bulduğu her fırsatta ya soluğu dayımın yanında alıyor ya da bizim fakültede. Sürekli sorular sorup bunaltıyor bizi. Tutturmuş savcı olacağım ben diye.

Göktürk'ün kardeşi İlteriş gelecek sene sınava girecekti. Duygusal ve asil bir çocuktu. Müftü dedesinden aldığı duadan olsa gerek bir tılsım vardı Sungur çayından bir yudum aldı ve merakla bek- üzerinde; onunla beraberken sessizlik çökerdi etlenen meseleye giriş yaptı: rafa, ışıklar çekilir gibi olurdu. Abisi Göktürk baş-Amca, biliyorsun sene başında Kağan Reis özel ta olmak üzere Sungur ve Arda, İlto diye çağırırdı eğitim grubunu oluşturdu. İleri bilgi teknolojileri, onu. İlteriş kızardı bazen ama hoşuna da giderdi. üç boyutlu yazıcılar, edebiyat-şiir ve nihayet sene Sohbet devam ederken Ali Kemal elinde tazesonunda Bakü, Kırım ve Musul'daki arkadaşlarımız- lenmiş çaylarla geldi. Aralarında en küçük oldula video konferans yöntemiyle yapacağımız "Ay'a ğundan çay servisini o yapıyordu. Usulca amcanın Seyahat Projesi" ile programı tamamlayacağız. yanında oturdu ve sohbete katıldı. Okuldaki duArda ekledi:

-Tasarım yarışmasını unutma

rumlardan, özel eğitimden hatta Sungur'un babası Gara Dayı'dan bile konuştular.

Yaklaşık bir saat sohbetten sonra dernekten ayrıldılar. Amca 2018 eski model Volvo aracına bi-Lakin bir sorun var. Dinç Bey son zamanlar- nerken, arabanın camına iliştirilmiş bir not buldu. da fakültede adım atmamıza izin vermiyor. Amca Katlanmış kâğıdı yırtarcasına açtı ve dudaklarından konuşmanın bundan sonraki kısmını dinleyemedi. şu cümle döküldü: Kulağındaki uğultu, beynindeki zonklamalar art"Nokta nokta birleştiğinde bir memleket resmitı adeta; Dinç Bey! İstikbali okyanusun ötesindeki ne dönüşen, Anadolu'nun ıssız dağ başlarında kadevletin kontrolünde ve himayesinde gören müptezel diye geçirdi içinden. Gençlerin çoğunlukta ranlığa inat yanan çoban ateşleri gibi gece.." Martalı Matyas olduğu İktisadi ve İdari Bilimler fakültesine dekan olmuştu kendileri. Mesajı anlamıştı amca. Kâğıdı tekrar katlayıp Sungur:

Amca:

56

cebine koydu. Buluşma adresine, ateşe doğru yola çıktı...


57


GELECEĞİMİZDEN SESLER

İÇİMDEN

BÖCEK ÇIKTI Ecrin Atbaşı

58

Mert uyandığında saat sekizi geçiyordu anlaşılan yine okula geç kalmıştı. Hızlıca kalkıp üstünü giyindikten sonra karnının gurultusu ile aşağıya indi. Annesi de yeni kalkmışa benziyordu. Annesine ‘’ Anne çok acıktım ama yine okula geç kaldım. ‘diyerek kahvaltısını yaptı. Servisi kaçırdığından bu gün onu okula babası götürecekti.

Okuldan yorgun bir biçimde dönen Mert o yorgunlukla uyuya kaldı. Uyandığında her şey şaşırtıcı bir biçimde büyüktü. Hemen duvar aynasına giden Mert aynada böcek görünce ‘’Aaa böcek! ‘’diye çığlık attı. Hemen geriye bir adım attı ama Mert ne yapsa böcekte aynısını yapıyordu. Durum aşikârdı Mert böcek olmuştu.

Okula gittiğinde mahcup bir şekilde’ “Geç kaldığım için özür dilerim öğretmenim.” ’diyerek yerine geçti. Dersleri Türkçe’ydi. Konu ise çok eğlenceliydi; ‘’Korkak” isimli bir metin okuyacaklardı. Öğretmen okutmadan önce ‘’Evet çocuklar, sizin en çok korktuğunuz şey nedir? ’diye bir soru sordu. İlk cevabı veren Banu’ydu ‘’Benim en çok korktuğum şey karanlıktır. Geceleri gece lambası olmadan uyuyamam.’’ deyince bütün sınıfı bir kahkaha aldı. İkinci cevap veren Mert’ti. Mert’in “Benim en çok korktuğum şey böcektir öğretmenim” demesiyle kahkahalar arttı. Öğretmenin “çocuklar artık metni okuyun” demesiyle tüm sınıf metni okumaya başladı.

Dışarıya ilk defa böcek olarak çıkan Böcek Mert ezilmekten çok korkuyordu. Kimseye görünmeme çabası boşaydı. Her gören kişi ‘’Aaa böcek, anne böcek, öldürelim o böceği!’’ diyordu. İnsanların korkutucu bakışlarına maruz kalmak çok kötü bir duyguydu. İnsanlar tarafından dışlanalı 2 gün olan Böcek Mert çok üzgündü. Sanki bir kaya parçasının üzerinde sağa sola, yukarı aşağı gidiyordu ve her yerde kendisinden korkan ve öldürmeye çalışan insanlarla karşılaşıyordu. Eskiden en çok korktuğu hayvan olan böcek şuan en çok acıdığı hayvan oluvermişti. Evet, insanlar korkuyor olabilir ama bu kadar korkak ve acımasız olmamalıydılar.


Hemen yola koyulan Böcek Mert az gitti, uz gitti dere tepe düz gitti. Ama unuttuğu bir şey vardı. Bir böcek ancak kendi gözünde az gidip uz gidebilirdi. Gittiği yer topu topu bir metre uzaklıktaki otobüs durağıydı. “Off Off,” diye zıpladı! Olamaz zıpladığı yer öğretmeninin ayağıydı. Aklına bugün okulda düzenlenecek bahar şenliği geldi, öğretmeni oraya gidiyor olmalıydı. Dün okulda yaptıkları kâğıttan kelebeklerin arasına saklanabileceğini düşündü. Okula vardıklarında hızlıca kelebeklerin bulunduğu yere gitti. Onu ilk fark eden karşı sınıftaki Gıcık Hasan’dı. Gıcık Hasan herkes gibi ‘’Aaa, böcek var!’’ diye bağırdı. Ama bu nasıl olabiliyordu küçücük bir hayvandan korkuyorlardı. Hızlıca okuldan çıkmaya çalışan Böcek Mert’in üzerine kozalaklar yağmaya başladı. Bir kozalak sağ bacağını sıyırıp zıpladı. Son anda kurtulmuştu. Okul bahçesinden kaçmayı başaran Böcek Mert ne yazık ki sınıfa saklanmak zorunda kaldı. Çok yorgun ve üzgün olan Böcek Mert’in iki gündür unuttuğu bir şey vardı hiç yemek yememişti. En kısa sürede yemek bulması gerekiyordu. Aklına Banu’nun tavşanı geldi. Ne alakası mı var? Var çünkü ona verilen yemeklerin bir kısmını yiyebilirdi. Ama bu hiç kolay olmayacaktı. Çünkü böcek olduğundan bu yana hayat çok zordu. Hemen Banu’nun çantasına saklandı ve Banuların evine gitti. Eve gittikten sonra Banu’nun çantasından atlayıp hızla evin dışına çıktı. Beton duvarın yanından yavaşça kulübeye ilerledi. Tam bir adım kalmıştı ki Banu’nun evden çıktığını gördü. Banu’nun tavşanını alıp eve geri dönmesi tam isabetti. Tavşana verilen marulun bir kısmını yedikten sonra hemen geri döndü. İstikamet parktı. “Çimlere basmak yasaktır” adlı tabelanın arka kısmına yani çimlere gitti. En güvenli yer orasıydı çünkü hiçbir insan yasayı çiğnemediği müddetçe ezilme olasılığı yoktu.

ağlamaya başladı. Tam o sırada kavanozun kapağı açıldı ve yanına bir tutam marul koyuldu. Her ne kadar burada olmaktan üzülse de en azından karnını doyurabilecekti. Tam bir gününü cam kavanozda geçiren Böcek Mert’in yemeği bitmiş havası tükenmek üzereydi. Onu buraya koyan sınıflarındaki Ali’ydi. Son nefeslerini alırken Ali’nin geldiğini gördü. Arkadaşları ile birlikte geliyordu. Çok korkmaya başlayan böcek Mert yerin de duramadı. Ali, arkadaşlarına göstermek üzere kavanozu yukarı kaldırdı. Ama kavanozu kaldırır kaldırmaz elinden kayıp yere düşen kavanozun ağız kısmı kırıldı. Böcek Mert kırılan kavanozdan hızlıca kaçıp kanepenin altına girdi. O da neydi? Karşısında başka bir böcek duruyordu. Karşısındaki böcek ona ‘’Merhaba benim adım Yeliz. Sende mi onun elinden kaçtın? Peki senin adın ne?’’ gibi bir sürü soru sordu. Böcek Mert ‘’Benim adım Mert. Evet, onun yani sınıf arkadaşımın elinden kaçtım. ‘’deyince Yeliz: ‘’Sınıf arkadaşım derken? Sen okula mı gidiyorsun? ‘’dedi. Kısa bir düşündükten sonra Böcek Mert “Ben eskiden insandım. Bir sabah kalktığımda kendimi böcek olarak buldum.’’ demesinin üzerine Yeliz ‘’Şaka yapıyor olmalısın, bu nasıl oluyor ki? Neyse şu anda bundan daha önemli bir sorunumuz var. Bu evden nasıl çıkacağız?’’ der demez Böcek Mert “tabii ki de birlik olarak. İkimiz beraber hızlıca aşağıya inip çıkışa gideceğiz. Birisi kapıyı açana kadar bekleyeceğiz. Zaten gerisi çok kolay.” dedi ve yola koyuldular.

Planları sonuna kadar işlemiş olan ikililerin şimdiki yolları otobüs durağıydı. Otobüse binip ‘’ KELEBEK DİYARI’’ adlı yere gidip hayatlarının devamını orda geçireceklerdi. Ama oraya gitmek için o koca kara yolunu geçmeleri gerekiyordu. Geçmeye başladılar fakat yol bir türlü bitmek bilOraya gider gitmez en sevdiği ağaç olan meşe miyordu. Hızla giderlerken büyük bir kamyonun ağacının altına gitti. Kaç gündür yürümekten helak üstlerine geldiğini gördü. Mert’in son duyduğu sözolan Böcek Mert tam yatacaktı ki yaralı olan sağ cük Yeliz’in ‘’Uyan lütfen uyan’’ idi. bacağından biri tutup onu cam kavanozun içine Mert zorla da olsa gözlerini açabilmişti. Fakat ethapsetti. Yine canı yanan Böcek Mert hızlıca kavanozun içinden çıkmaya çalışsa da her seferinde de- rafta ne yol, ne kamyon ne de Yeliz vardı. Karşısında nemesi başarısızlıkla sonuçlandı. Anlaşılan buradan onu uyandırmaya çalışan birazda telaşlı annesi varçıkma ihtimali çok düşüktü. Cam kavanozun içinde dı. Annesinin sesi ona çWok iyi gelmişti. Derin bir nefes aldı. Ne yani yaşadığı her şey rüya mıydı? 59


GELECEĞİMİZDEN SESLER

HAYVAN DOSTLARIMIZ Mehmet Sungur Kılıç

Gergedan Sivriboynuz, genç ve meraklı bir gergedandı. Afrika’da diğer hayvanlarla birlikte birbirlerinin hakkına saygı duyarak huzurlu bir yaşam sürüyorlardı. Sivriboynuz bir gün su içmek için en yakınındaki su birikintisine gitti. Oraya vardığında gördükleri karşısında çok şaşırdı. İki insan bu civarda elinde tüfeklerle dolaşıyordu. Sivriboynuz hemen saklandı. İnsanlar oradan uzaklaşınca hemen suyunu içti ve arkadaşlarına gördüklerini anlatmaya gitti. Arkadaşları olanları duyunca ne yapacaklarını bilemediler ve bağırmaya, koşmaya başladılar. Sonra Kral Aslan: -Durun! Diye bağırdı. -Birlikte çalışırsak onları yenebiliriz. Oradan Zebra Hızlı şöyle dedi: -Ama bizim onları durduracak kadar gücümüz yok. Onlarda tüfek var bizlerde ise hiçbir şey yok, dedi. Oradan Deve Kuşu Tüylü söze girdi: -Zebra Hızlı haklı ama birlikten kuvvet doğar bunu unutmayın, dedi Tüylü. Sonra bir çift silah sesi duyuldu. Herkes tekrar bağırmaya, koşmaya başladı. Kral Aslan: -Susun! Herkes silah sesinin geldiği yere gitsin, dedi Kral Aslan. Silah sesinin nereden geldiğini gören herkes çok şaşırdı. Orada Leopar Benekli’nin yattığını gör60

düklerinde çok üzüldüler. En çok da Benekli’nin yavrusu Turuncu üzüldü. Yavru leopar Turuncu çok küçük olduğu için annesinin neden uyanmadığını bir türlü anlayamıyordu. Diğer hayvanlar onu oradan uzaklaştırdılar. Sonra da insanlar Benekli’yi götürdüler. Sivriboynuz artık dolaşmaktan korkuyordu. Yine bir gün Sivriboynuz su içmeye giderken açık kahverengi kıyafetli bir insan gördü, o insan diğerleri gibi değildi. O adam yaralı hayvanlara yardım ediyordu. Suyunu içerken açık kahverengi kıyafetli o kişi Sivriboynuz’u gördü ve şaşırdı onu korkutmadan yaklaştı ve onu okşadı. Sivriboynuz o adamı görünce onu tanıdı ve kendisini okşamasına izin verdi. Sonra o insan gitti. Sivri boynuz da evine gitti. Ve olanları arkadaşlarına anlattı. Kral Aslan: -Demek ki bizi seven insanlar da varmış, bütün insanlar kötü değilmiş, dedi. Birkaç gün sonra Sivriboynuz gezerken tel bir duvar gördü. O duvarın üstünde “Nesli tükenmekte olan hayvanlar bölgesi izinsiz girmeyin.” yazıyordu. Sivriboynuz bu yazıyı görünce hem çok mutlu oldu hem de çok üzüldü. İçinden, keşke bu önlem Leopar Benekli ölmeden önce alınsaydı, diye düşündü. Geç de olsa hayvanların öneminin anlaşılmasına ise sevindi.


FOTOĞRAF: EMEL BEYAZ

61


“Bir millete geçmişini unutturmak, onu yok etmenin ilk şartıdır.” Hüseyin Nihal Atsız


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.