Kahramanlık Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir. Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir; Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir. Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından Koşar adım gitmeli onların arkasından. Kahramanlık; içerek acı ölüm tasından İleriye atılmak ve sonra dönmemektir. Yırtıcılar az yaşar... Uzun sürmez doğanlık... Her ışığın ardında gizlidir bir karanlık. Adsız sansız olsa da, en büyük kahramanlık; Göz kırpmadan saldırıp bir daha dönmemektir. Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir. Bunun için ölüme bir atılış gerekir. Atıldıktan sonra bir daha dönmemektir... Hüseyin Nihal Atsız Fotoğraf: Emel Beyaz
2
Editör’den Sevgilerle Tuğba Dinç
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”
İMTİYAZ SAHİBİ Genç Akademisyenler Derneği Adına Tuba Sarı Çitil YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ ve EDİTÖR Tuğba Dinç YAZI KURULU Duygu Doğuş Nermin Fatma Gülcük Ayşe Göksu Aykut Sungur Alperen Arslan GRAFİK TASARIM Alper Şenadam SOSYAL MEDYA SORUMLUSU Hamit Berat Kaya ve emeği geçen hakemlerimize teşekkür ederiz...
Kainatın özünü bünyesinde barındıran en nadide varlıktır insanoğlu. Akıl, irade ve ruhun evrenin mayasıyla katışıp bir bedende can bulmasıdır. Tecellisi müthiş olan bu varlığın fıtrat gereği geldiği alem bir imtihan hele ki bir ülkü doğrultusunda verilen mücadelenin ta kendisidir. İnsanlar ve insan toplulukları var oldukları süreç boyunca hep bir olay hep bir durumla meşgul olmuştur. Her şeyin zıttıyla kaim olduğu bu alemde çetrefili bol bir senenin içinde bulunmaktayız. Kederin en derinlerini yaşayıp sevincin en coşkulusunun hissedildiği sahip olduklarımızın belki de ne çok kıymet istediğini gördüğümüz tarif edilmesi epeyce çetin bir mevsimin terennümdeyiz. Dünyaca tartışmasız ve ortak bir şekilde gündemimize yerleşen tezahurun madden ve manen bariz bir iklim krizi yaşattığını görmekteyiz. İnsanlık için sorunların ve çözümlerin eş zamanlı olması gerektiği ve yaşamın zamansız, fuzuli doyumsuzluklara tahammül kabul etmediği görülmektedir. Minimalist tercihlerin daim üretim keşifleri dahilinde sevgi ile kurulan dostluk yaşanacak senaryoların en huzurlu kurgularındandır ve umut, mücadele bu senaryonun şartıdır. Zira güzün ardı bahardır şiarı ile geçmişin enfes olaylarında aldığımız feyiz ile Kırktuğ’ un yağız çerilerinin yol haritası; insanlığımız ve yegane milletimizin arife çiçeği olarak her yerde her koşulda yeşermek olmalıdır. Taşıdığımız ve taşıyıcısı olduğumuz bu milletin değerleri için her koşulda “İnsan meziyet sahibi olmaya mecburdur.”. Ferah günlerin kapıda olduğu inancı ve duasıyla...
4
5
“Türk Edebiyatının Delikanlısı”
Alperen Gökçe
“ “Bir mendil işle yolla! Ucun gümüşle yolla. İçine beş elma koy, Birini dişle yolla.!” buyurmuş. Ben ömrümde bu “dişlenmiş elmadan” daha dehşetli bir aşk mektubu duymadım.”1 Sayısız fotoğrafın, video kaydının ve sesi saklama imkânının olduğu şu zamanda, sevdiğinden uzaktayken sevdiğiyle tek “etkileşiminin” onun elleriyle işlenen mendil ve onun tarafından dişlenen elma olduğu zamana ait bir aşk mektubunun muazzamlığını, yazarın tabiriyle “dehşetliliğini” anlamak zor. Hacı Taşan’ın eşsiz bağlamasına katık ettiği ekmek gibi sesinde işittiğimiz “üç sene sakladım verdiğin saçı2” sözünün neden türkü olup dilden dilde dolaştığını şu zamanda anlam verememeyi de aynı gerekçelerle yadırgamıyorum. Sanırım edebiyatçılarımızın bu zamana ait sıkıntıları da bu olsa gerek. Mektup görmemiş, mendil taşımamış bir nesle aşk mektuplu, oyalı mendilli eser kurmanın zorluğuyla beraber sosyal medya, anlık iletişim imkânı olan bir çağda icra edilecek romana, bütün bu dijitali yedirebilmek de ustalık isteyecek. Bu ustalık da yazarın seçeceği yol ile kazanılacak bir şeydir. Yaşadığı dönemin Türk romancılığı anlamında ustası olan Kemal Tahir, dönemini aktarmada gerçekçiliği seçmiş bir yazardır. Kemal Tahir’in gerçekçiliği, Tanpınar’ın “Realist olmak hiç de hakikati olduğu gibi görmek değildir. Belki onunla en faydalı şekilde münasebetimizi tâyin etmektir.3” sözündeki gibi hakikat ile olan münasebeti görüp, çıkarmak ve sunmak noktasındadır. Türk toplumunun sosyolojik tahlillerinin geç vakitlere kadar yapılmaması sebebiyle bu işi Türkiye’de edebiyat sahası üstlenmiştir. Bu üstlenme de Türkiye’de ilk etapta fikri kutuplaşmayı bu alanda başlatmıştır. Sağcıların şairi, solcuların şairi, sağcıların romanı, solcuların romanı vb. bölünmelerde Kemal Tahir ne solcu kabul edilmiş ne de sağcı olarak adlandırılabilmiş bir yazardır. Edebiyatçıların hiç dâhil olmaması gereken bu sınıflandırma, şairlerin mütefekkir olduğu, mütefekkirlerin ise şiir ya da romanlarıyla simgeleştiği ülkemizde olağan hale gel1 Kemal Tahir-Bir Mülkiyet Kalesi 2 Hacı Taşan-Aşağıdan Gelir Gelinin Göçü 3 Ahmet Hamdi Tanpınar-Saatleri Ayarlama Enstitüsü
6
miştir. Kemal Tahir, sağın muhafazakâr ve kutsiyet barındıran hareketlerini kırdığı gibi solun mesafe koyduğu kavramlarla münasebet kurabilmiş ve ezberlerini reddedebilmiş bir yazar olması sebebiyle bu sahanın sağ ayaklı sol bekidir.
kışının yanında “kırbaç” üzerinden bir devlet düzenin görürüz. Kırbacın değdiği cavlak, Kerim ve sonraki değişimler. Yorgun Savaşçı da bir yandan milli mücadele anlatılırken diğer yandan güçlü bir “devlet” vurgusu göze çarpmaktadır. Çeteci birliklerin “kuzgunlaşKemal Tahir’in şiirleri de bulunmakla be- ma” süreci ile “devletsiz” iyiliğin kötüleşmeye raber Türk romancılığı onun esas kimliğidir. yatkınlığı, “devlet”in tartışıldığı yıllara spot Tarih ve köy romancılığı ile öne çıkmaktadır. ışığı olarak tutulur. “Bir memlekette halkın Romanları genelde “Bir Mülkiyet Kalesi” hariç kahraman anlayışı, eşkıyadan yukarı çıkmakısa zaman dilimlerinde geçmektedir. Devam mışsa, o memlekette insanların5 çoğunluğu niteliğinde olan eserleri dışında herhangi bir soyguna biraz yatkın demektir. ” sözleriyle romanının ana karakteri başka bir romanda de bunu açıkça dile getirmektedir. karşımıza yan karakter olarak çıkarken, bazı Kemal Tahir’in romanlarında, insan merromanlarında detay verilmeden aktarılan kezdedir. Tarih romanlarında olduğu gibi vaka, başka bir romanda karşımıza çıkabil- köy romanlarında da ana tema insan dramı mektedir. üzerinedir. Solcu edebiyatçılarla diğer büyük “Çok az şey biliyorduk. Memleketi bilmi- kavgası da köy romanları ile verilir. İşçi sınıfı yorduk, halkı bilmiyorduk Çünkü tarihimizi olmayan ülkemizde köylü sosyalist devrim bilmiyorduk dersem, neden çok az şey bil- hayalleriyle Gorki’nin sosyalist propaganda diğimizi yeterince anlatmış olurum”4 diyerek romanları gibi köy romanları icra edilmiştir. romancı olarak bilmenin, memleketi, halkı ve Gerek görsel gerek yazılı edebiyatta “ağaya tarihi bilmekten geçeceğini söyleyen Kemal direnen köylü”, “başkaldıran köylü” figürleTahir, bu üç temeli anlamak ve yorumlamak rinden sonra Kemal Tahir’in romana döktüğü üzere romanlarını inşa etmiştir. Tarihi roman- köylü karakterleri, köylüyü aşağılamakla larında olup biteni aktarmaktan ziyade, önce itham edilirken kendisi de köylüyü tanımabir konu seçip daha sonra o konu ile yaşadığı makla suçlanır. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde döneme ışık tutma çabasındadır. Okuyucuyu, uzun süreler hapis yatan ve orada beraber esir bir şehirde hür insanlarla tanıştırırken, di- bulunduğu köylülerle yaşayan Kemal Tahir ğer yandan da muhatabının ruhunda tam aksi ise “köylü iyidir ya da kötüdür” iddiasından bir şey görüp önce nerede durmaması, sonra ziyade “köylü budur” iddiasındadır. Kemal da nerede olması gerektiğini anlayıp kemale Tahir’in karşılaştığı köylü insanı yönünden eren “kâmil” bir insan modeliyle karşımıza şerh düşülebilecek tek nokta gözlemlediği çıkar. Düşman askerinden zulüm görüp de köylülerin sabıkalı tipler olmasıdır. Romanailesini kaybeden yani işgali iliklerine kadar larında kullandığı dil tam manasıyla bir hissetmiş ama ihanet de edebilmiş bir insan köylü dilidir. Gerçekçiliğini, toplumu bilmek, portesi de sunar diğer yandan. Romanlarında anlamak ve tanımak üzere icra eden yazar, toplum kesimlerinden örnekleri sembolleştirir notlarında şöyle der “Türk Milleti hakkında üç kadın karakterde. Hür şehirde ise esir ne düşünüyorsunuz?” sorusunu sorarım da şu insanları anlatır yazar, bize yavaş yavaş baş- karşılığı veririm: “Bütün cesurluğu, korkaklığı, layıp en dibe düşülen bir ahlaksızlık örneği doğruculuğu, palavracılığı, cimriliği, cömertliği, kibirliliği, alçak gönüllülüğü, kabalığı, sunar. Kemal Tahir, romanlarında devlet vurgusu kibarlığı, anlayışı, 6avanaklığı ile kendilerini da karşımıza çıkmaktadır. Rahmet Yolları Kes- geberesiye severim ” ti, eşkıya güzellemelerini olduğu gibi çöpe Tek kaygısı gerçekçilik olan ve bunun da atar. Dili, üslubu ve kurgusuyla bir başyapıt sıkıntılarını çeken Kemal Tahir bir başka roolan Devlet Ana romanında Osmanlı’ya ba4 Kemal Tahir-Notlar 9
5 KemaL Tahir- Yorgun Savaşçı 6 Kemal Tahir- Notlar 1
7
manında da yine hakikat münasebet kurma kavgasına girişir. Köy Enstitülerini, muhteviyat bakımında bir çekirdek yani filizlenmeye meyyal bir şey olarak gören yazar, bu çekirdeğin yetişmeyeceği bir toprağa yani toplumun ve Türkiye’nin geçekliğinden uzağa ekildiği görüşünü savunmuş ve bozkıra çekirdek ekmenin beyhudeliğini aktarmıştır. Ama hamaset yatağı konularda “realite” yine tiksinti vermiştir. Kemal Tahir çok zorlu bir yaşam sürmüş ama bir o kadar da verimli bir ömür icra etmiştir. Kemal Tahir okumalarının bendeki tedaileri olan bu satırlar akabinde, merhumun gerçekle irtibat kurma gayreti, yani kendisini her daim bilmeye muhtaç görüp her defasında tekrar tekrar zihnini çatlatırcasına emek harcadığı hakikati, bütün altı çizili satırların özetidir. Yazar, “Her sabah açtığın gazetede ya da okuduğun bir kitap sayfasında, rastladığın bir gerçek, seni, o güne kadar bütün öğrendiklerini unutmaya, alfabeye yeniden başlamaya zorluyor ve sen buna razı olamıyorsan, entelektüel değilsin, “aydın” değilsin, hatta namuslu bir okur-yazar bile değilsin!..7” sözleri de sıkması için kir taşımayan nasırlı ellerini uzatmış olduğu okura ve Türk düşünce hayatına vasiyet etmiştir. Andrei Tarkovky’nin bir filminde8 şöyle bir söz geçer; ““bir şair, ruhu harekete geçirmek için yazar. Putperestleri beslemek için değil.” Putperestler, yani görüntüye, nesneye tapanlar. Ruh ile bağını kesen ama tapınmak için şölen sunan sözlerle beslenenler. Yahut helvadan put yapıp sonra ona tapıp akabinde o putları yiyip tüketenler. Kitap okumak meşakkatli bir iştir. Okunulan bir kitaptan sonra birkaç kitap daha okumak ihtiyacı hâsıl oluyorsa doğru bir okumanın ilk adımı geçekleşmiştir. Kitaplar, yaşamın ve düşüncelerimizin bir yerinde yine bizim telakkimizden alacağı ışığın kuvvetiyle yol gösterir. Bu sebeple kitaplar, düşüncelerimizi ve inandıklarımızı doğrulatmak için okunmaz. Bizi rahatsız edecek bir cümleden sonra yazarı ve eseri fırlatıp atmak, kendi yaptığı puta tapanlar gibi en sonunda 7 İsmet Bozdağ-Kemal Tahir’in Sohbetleri 8 Zerkalo (The Mirror)
8
Kemal Tahir’den Fatma İrfana Mektuplar, Sander Yayınları, İstanbul, 1973 kendi yazdığımızdan başka bir şey okuyamaz bir vaziyete sokar bizi. Kemal Tahir’in “Bana gelince: Ben bu memleketin gerçekçi romancısıyım! Köpoğlu köpeklerin hoşça vakit geçirmeleri, körpe kızların heyecanlanmaları, şimdiye kadar öğrendikleriyle ölmeye karar vermişlerin doğru bildiklerini yeniden tasdikleyerek, onları ucuza sevindirmek, güvendirmek için yazmıyorum.9” sözü de bu minvaldedir ve hakkıyla “kâri’” olabilmenin mühim bir unsurudur. Kavgasını romanlarıyla veren, Türk toplumunu anlamak ve anlatmak kaygısı taşıyan, “Kaari! Sana uzatılan bu eli çekinmeden sıkabilirsin, onda kir yok, nasır var.10” diyerek okuyucusuna elini uzatan Türk romancısı Kemal Tahir 21 Nisan 1973 günü vefat etti. Ruhu şad olsun. 9 İsmet Bozdağ-Kemal Tahir’in Sohbetleri 10 Kemal Tahir-Notlar-5
9
PANDEMİ SONRASI YENİ DÜNYA DÜZENİ Oğuz Atalay Sabah uyandığımızda gidecek bir okulumuz, belki gidecek bir işimiz, buluşacak bir arkadaşımız, çay içebileceğimiz bir kaçamağımız yok. Camilerden yükselen “mecbur kalmadıkça evden çıkmayın” anonsu, distopik filmlerin korkunç senaryolarındaki bir replik değil. Bu satırları okuyan herkes Covid-19 salgınının bizlere ne yaşattığını biliyor ve anlıyor. Gelecek nesillere anlatacak çok hikâyemiz var. Onlar bizi ne kadar anlayacak, orası muamma. Mesela kızım, ilk doğum gününü evde dijital misafirleri ile kutladığımızı bizden daha içsel hâle getirebilir. Onun için bu hayat tarzı yeni normal olabilir. Ama 90larda çocuk olmuş bu satırların yazarı için karantina günlerinde yaptıklarımız geçici bir çözüm yolu. O halde, bu geçici çözüm yolu, birçok kişinin iddia ettiği gibi yeni bir dünya düzeni kuracak mı? Yahut kastedilen yeni bir dünya düzeninden ne anlamamız gerekiyor? Post-karantina, yaşayış olarak, ekonomik ve hukuki olarak neleri değiştirmiş olarak önümüzde duracak?
ise en başta dijital mecraların kullanımının yaygınlaşacağı… Aslına bakılırsa, bu iki iddia da yeni dünya düzeni olarak tanımlanabilir değil. Her ikisi de birbiriyle bağlantılı olan bu meselede, gerek evden çalışma gerekse tüketim alışkanlıkları tek tek her bir kişinin davranış kalıplarından oluşmuyor. Zaten süreç, dijital yerliler arttıkça kaçınılmaz şekilde dijital ekonomik bir tasarımın olacağını fısıldıyor. En fazla, bu mutlak gidişin karantina günleri ile hızlanıp hızlanmayacağını konuşabiliriz. Şöyle ki; kredi kartı borcunu ödemek için bir banka şubesine gidip gişedeki görevliden hesabından para çekme isteğini belirten, sonra da eline aldığı parayı sayarak tekrar görevliye kredi kartı ödemesi için uzatan bir vatandaşın durumunu ele alalım. Burada en temel olarak, evden bile çıkmadan sadece birkaç tuşa basarak halledilebilecek bir mesele ile karşı karşıyayız. Bu öğretilebilir. Ama bu meselde, sadece kredi kartı ödemesi için şubeye gitme davranışını görmüyoruz. Bu işlem dizisi ATM’den de yapılabilir. Aynı zamanda kredi kartı ödemesi yapmak için eline nakit parayı Başlayalım. alıp sayma ihtiyacı duyan bir birey görüyoEvlere kapanmak zorunda olduğumuz bu ruz. Kendisine niçin böyle yaptığını sorduğugünlerde ekonomik olarak en çok çalışma ko- nuzda alacağınız cevap çok basit aslında: şullarının ve tüketim alışkanlıklarının değişebi- bu işlemlerin bir insan aracılığı ile yapılması leceği iddia ediliyor. Çalışma koşullarından ve karşılığında imzalanmış bir belge temin kastedilen, evden çalışma seçeneklerinin ar- edilmesi… Basit gördüğümüz mesele oldukça tacağı, tüketim alışkanlıklarından kastedilenin karmaşık. Bu örnekte, ikinci önemli nokta da
10
bu vatandaş(lar)ın varlığının bir banka şube- yüz yüze talebi yok sayamazsınız. Hizmet sini gerektirmesi, dolayısıyla orada çalışacak veren açısından ise yine bürokratik yapı gebir işgücünün varlığı… reği evden çalışma imkânı verilemeyebilir. Bu misal çok uçuk kaçık görünebilir ama Birincisi kamuda köklü bir mevzuat düzenlebinlerce farklı örnek saymak mümkün. Bura- mesi gerektiği açık. Mesela, belirli bir süre dan bir çıkarım yapmamız lazım: bu şekilde işe gitmediğinizde müstafi sayılıyorsunuz, ya hareket eden bireylerin -ki bir kısmı sosyalleş- da, çalışanı denetleyebileceğiniz bir sistemi me ihtiyacını karşılıyor emin olun- bu davranış de henüz inşa etmiş değilsiniz. Özel sektörde kalıplarına itilmesinin sebebi tamamen kur- ise, yine güvenden kaynaklı yapısal bir probmuş olduğumuz kurumsal/bürokratik yapı. İki lem var. Özetle, gerek çalışma koşullarının şekilde maruz kalıyoruz: dijital olarak işlem gerekse tüketim alışkanlıklarının dijitalleşmesi yapılmasına müsaade edilmemesi ya da gü- tek tek bireylerin tutum ve davranışlarından venilirlik problemi. Abone olduğunuz herhan- kaynaklı bir olgu değil, aksine baştan sona gi bir hizmeti sonlandırabilmek dijital olarak kurumsal bir dönüşüm gerekmekte. Bu da mümkün değil. İşçinizin kaydını yapabilmeniz karantina sonrası yeni dünya düzeninin en için SGK’ya bizzat giderek belge vermeniz azından bu konularda köklü bir değişiklik gegerekir. Kişisel verilerinizin paylaşıldığı şika- tirmeyeceği kesin. Sadece zaten gittiğimiz bu yetini dijital ortamdan yapamazsınız, böyle yönün biraz daha hızlanacağını varsayabilibir sistem kurulu değil. Bilgi edinme hakkınız riz. Karantina sonrası hayatımıza kaldığımız reddedildiğinde, bir üst merciye ıslak imzalı yerden devam edeceğiz. belge ile bizzat başvurmanız gerekir. Herhangi bir kurum sınavına girmek için sizden talep edilen belgeleri noter onaylı çıktılar şekline sunmalısınız. Üniversiteden kaydınızı sildirmek için bir sürü belgeyi bizzat giderek imzalamanız lazım. Herhangi bir kurum/şirket ile problem yaşadığınızda sürekli meşgul çalan ya da hiç açılmayan telefonlarla muhatap olursunuz ve yine bizzat gitmeniz gerekir. Uzatılabilir. Burada vatandaş tarafında da güven problemi ortaya çıkıyor. Gerek işleyiş gerekse mevzuat bakımından gelecekte karşılaşılabilecek bir anlaşmazlığın önüne geçmek için ıslak imzalı belge talebi doğuyor. Çalışma şekli açısından ise, bahsi geçen mutlak
Çok fazla dile getirilmeyen ancak yeni bir dünya düzeni olacaksa bunu görebileceğimiz alan ise hukuk olacak. Çin ve Rusya güzellemelerinin yanında, otoriter devlet ve gözetlenen toplum fikirlerine alıştırılmaya çalışıyoruz. Temel hak ve hürriyetlere müdahalelere ses çıkarmıyoruz. Seyahat özgürlüğünden tutun da, cep telefonu ile GPS takiplerinin yapılması tartışmasız bir şekilde alkışlarla karşılık buluyor. Özgürlüğümüzü, sağlığa feda etmiş görünüyoruz. Bu da otoriter devlet fikrinin meşruiyet kazanacağı bir dünya düzenini fısıldıyor. Bu konu hakkında uzun uzun yazmak bile tehlike içeriyor. Bilmiyorum. Tehlikenin farkında mısınız?
11
HAKİKAT NEREDE BAŞLAR? Fotoğraf: Emel Beyaz
Tuğba Dinç Perdenin hafif savrulmasına şahitliğimin ardından açık pencereden gelen tatlı bir esinti derin bir nefes aldırdı. Yenice oturduğum yerden kahve fincanımı alıp elimdeki kitabın arasına bir yaprak kurusu koyarak balkona yollandım. Belki de yıllar sonra duyabildiğimiz kuşların terennümüne eşlik eder gibi hafiften gülümsedim. Adeta bayram edasında salınan doğanın fertleri sanırsın yılların tozunu, yorgunluğunu silkelemiş, en hoş, en nadide libasını giymiş de içine düştüğü bu beklenmedik huzura şükreder gibi göz kamaştırıyordu. Tarifi zor olan bu şahane manzarayı ömrüm boyunca ilk kez böyle görmek yüreğimi sızlattı bir an. Yaptığımız haksızlığın ifade edilecek bir yanını görememek ürpertti ruhumu. Kısır bir döngüde kaybolan güya medeniyet ifadeli insanlığımızın, canbazlığı eksik olmayan aidiyet duygularımızın ha bire birikmesi ile nereye gittiği müphem bir izleğin yolcuları oluvermişiz meğer. Aşılamayan hatta rast gelinemeyen bir eşikte gezinmekten habersiz vaktimiz. Asıl olan ise sadece saatin geçiyor olması değil, zamanın hakkı verilmesiydi. Değerlenmeyen her zaman yalnızlığın, sığ bir ömrün sancısına öncü oluyordu. Ardından ufak bir esinti eşlik ediyordu hayat koşturmacamıza. Nedeni, nasılı hiç bilinmeden silik bir fert şuuru sarıveriyordu kımliklerimizi.
bırakırız içimizi. Doyumsuzluk ve savurganlık üretiminde ne kadar dağın zirvesindeysek kendimizi tanımada, hayal kurmada biz olanı soyutlamada dağın eteklerinde dahi barınmamaktayız. Mağrifet fanilikleri biriktirmek değildi ki deryadil şehirlerin kıyısına demir atmak oradan beslenmek olsa gerekti. Telaşeleri sırtlanmak yerine sahip olduklarımıza yanımızda yer verse idik? En hoş tefekkür, malumatfuruşluğu arkada bırakıp daim talep eden olsak en naif imana kapı tıklatmış olmaz mıyız ?Birçok muhabbete kapı aralayıp özümüzü arayışa kendimizi kaptırsaydık, nidaları ile koşturan sorgulamalar silsilesi birikiyordu. Kahvemden bir yudum alıp gürleyen havanın derdine kulak vermiş içimdeki sorgulama koşturmacasına bir dur diyince yan balkondan bir ufaklık, “ Biliyor musun, ben ilk defa sabahları gerçek kuş sesleri duyarak uyanıyorum.” diye seslendi ve içi gülen gözlerine takılıp kaldım.
O kısa anda takılan yüreğimin geç kalmışlık korkusunu hissettim. Daha çok sevmeye, daha çok insan omaya, daha çok gülümsemeye daha çok kıymet bilmeye, iyi şeylerin birikim ve taşıyıcı mirasçısı olmaya geç kalmanın korkusu sardı. Anımsadım ki “ Hakikat nerede başlar? Kelimelerin tükendiği yerde… ”2 kendini belli ederdi. Ardından ufaklığa Safiye Erol’un bir kitabında aklımda ka- kırpılan yaşaran bir çift göz, sıcacık, tanıdık lan” İnsanlık kendi haline bırakılırsa bata- bir gülümseme, balkon sakinleri çiçeklerin cak. ” 1 lafı ne kadar doğru ve ne kadar yapraklarına düşen yağmur damlaları,kahve benliğimize işlemiş. Dünya meşakkatleri ve toprak kokusu… ve hevesler tarumar ederken bizi. Sözde etik değerleri nakleder, peşinden nisyana 1 Safiye Erol
12
2 Safiye Erol
Cebimdeki Adreslerden: Kırılmış bir hayal için nihavend ilahi Murat Özel
“Anam kurşun döktürdü, kanatlarım kırıktır” Yarayış kapusunu açan anahtarı ilk onlarda gördüm Eğilmeden girdiler çile hanesine dahi Onlar yarayış kapusunu bir kerede açtılar Ne kilit, ne kapu, ne perde, ne kanat Bir kırlangıcı bir martinle vurdular Bir şeyle geçiştirilen akşamüstünü Bir avuca bir parmak kına vurdular Bir şeyle yatışmayan bir geceyi Bir kılıcı tuttular, bir kın’a vurdular Bir kanım uykusuz bir sabahı Bir ademi tuttular, kûn’e vurdular En ateşli silahın namusunu Sonra kaygusuz seyre durdular Tüm yaldızlar dökülürken oradaydım Sorgucuların görevini aksattığı o yerde Vardı ama hep eksikti, boldu ama olmamıştı Taştı ama dolmamıştı Mış gibi yaptılar, sözleri ağu oğlu ağu Ben de onlardan öğrendim -Mış gibi yapmayı Kanunları, tüzükleri ve dahi kararları Çarşılar boyunca yalandan gülümsemeyi Selâm almayı ama vermemeyi Caddeler boyu uzayıp gitmeyi Güneşle birlikte ricatı Yağmurla başlayan kıtali Ve katli. Onlardan öğrendim ne varsa hasılı Bize sormaktan başkası kalmadı Sorgucuların görevini aksattığı bu yerde Sorduk: Kaç kırlangıç kadar ömrümüz kalmıştır
13
BÜYÜK MİLLETİN BÜYÜK MECLİSİ
100 Yaşında Berkay Özdemir
Ekonomik durumdan çökmüş, kendini Batının kollarına bırakmış, neredeyse tüm topraklarında derin bir tahakküm olan bir Osmanlı Devleti vardı. Buna karşılık ise ülkenin farklı yerlerinde dağınık bir şekilde esaret altında olan bir millet, içinde bulunduğu durumdan kurtulma ve makûs talihini yenme çabası gösteren bir Kuvâ-yi Milliye vardı. Tüm bu mücadeleler takdire şayandı. Kırılıp dökülen milleti kirli postallarıyla ezip geçeceğini ve bayraklarını göndere çekeceğini düşünen Batı devletleri, büyük bir şaşkınlık içindeydi. Çünkü karşılarında kılıçtan geçirilip Çin’e esir düşen ama sonrasında II. Köktürk Devleti’ni kuran şanlı Türklerin torunları vardı. O torunların başında da bir sarışın mavi gözlü başbuğ vardı: Gazi Mustafa Kemal… 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan yola çıkan ve 19 Mayıs 1919’da Samsun’a attığı adımla bağımsızlık ateşini yakan Mustafa Kemal, tüm Anadolu’da bu ateşi harlamış ve Milli Mücadele’yi başlatmıştı. Sessiz kalan İstanbul Hükümeti’ne karşın Anadolu’da kurulan çeşitli cemiyetler, bu mücadeleyi yürütecekti. Mustafa Kemal’in Amasya, Erzurum ve Sivas’ta düzenlendiği kongrelerde alınan kararlarda halkın temsilcilerinin de söz sahibi olması demokratik bir düzene geçme adımlarıdır ve bu adımlar, Ankara’da 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin kurulması ile perçinlenmiştir. Mustafa Kemal Paşa Anadolu’daki ilk faaliyetlerine Samsun’da başlamış, silah arkadaşları ve mülki amirler ile iletişime geçerek, Sivas ve Erzurum’da kongreler yapmak istediğini belirtmiştir. Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkmasından çok daha öncesinde Anadolu’da işgallere karşı millî direniş başlamıştı. Bu direniş hareketleri, işgale uğrayan bölgelerde mahalli olarak ortaya çıkmıştır1. İlk olarak 18-22 Haziran 1919 tarihleri arasında Amasya’da bir toplantı yapılmıştır ve 22 Haziran’da Genelge yayımlanmıştır. Bu toplantıdan çıkan en önemli kararlar; Milli Mücadele hareketini oluşturmak ve gerekirse Anadolu’da geçici bir hükümet kurmaktır. Genelgenin 1
14
Bülent Tanör, Türkiye’de Kongre İktidarları (1918–1920), İstanbul 2002, s.109.
uygulanması için ordu görevlendirilmiştir 2. Böylece, mevcut tehlikeye karşı millî iradenin tesisi için kongrelerin yapılması ve Millî Mücadele’ye hazırlanmak üzere Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin kurulması planlanmıştır. Amasya Genelgesi, milli mücadelenin sebeplerini ve nasıl yapılacağını içeren bir program olmakla beraber milli kurtuluş savaşının başlangıç noktası da sayılır. Büyük Millet Meclisi’nin temeli burada atılmıştır. İlk kez Millî Mücadele’nin ilkeleri bir protokol halinde hazırlanarak Türk yurdunun bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü sağlamak, işbirliği yapmaya söz veren Millî Mücadele önderleri tarafından imzalanmıştır. Milletin istiklalini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır, denerek 100 yıldır Meclisimizin duvarında yazan Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir cümlesinin temeli atılmıştır. Daha sonra 23 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum Kongresi toplanmıştır. Bu Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nin Erzurum şubesi tarafından Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti’nin işbirliği ile düzenlenmiştir. Bu kongreden önce Gazi Mustafa Kemal, 9 Temmuz’da askerlik görevinden istifa etmiş ve sine-i millette bir ferd olarak mücadele edeceğini tüm yurda duyurmuştur3. Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal Paşa, milletin kaderine hâkim olan milli iradenin ancak Anadolu’dan doğacağını belirterek, milli iradeden oluşacak bir heyetin derhal oluşturulması gerektiği üzerinde durmuştur. Ayrıca çıkarılan bir tüzükle Doğu Vilayetlerinde bulunan Milli Cemiyetler birleştirilmiştir. Kongre ile bağımsız bir devlet, millet iradesine dayanan bir meclis fikri daha da belirginleşmiştir. Bu husus Mustafa Kemal’in büyük eseri Nutuk’ta bizzat kendi ağzından şöyle ifade edilmiştir: “… Meclisi Millinin derhal içtimaını (toplanmasını) ve icraatı hükümetin Meclisin murakabesine (denetimini) vaz’ını temin etmek için çalışılacaktır…4” Kongre bitiminde tüzük gereği bir Heyet-i Temsiliye seçilmiş ve bu heyetin başkanlığına da Mustafa 2 Kemal Atatürk, Nutuk, c. 1, İstanbul 1996, s. 29 3 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi 1918-1938, Ankara 1983, s. 66. 4 Atatürk, a.g.e., s. 66
Kemal Paşa seçilmiştir. Bu heyetin görevi Millî Mücadele’yi içeride ve dışarı da temsil etmek ve Sivas’ta yapılacak kongrede doğu illerini temsil etmek olmuştur. Bu kongrenin ardından 4 Eylül 1919’da Sivas Lisesi’nde Sivas Kongresi toplanmıştır. Manda teklifinin ulusal bağımsızlığa aykırı olduğu kabul edilerek çetin tartışmalardan sonra manda ve himaye reddedilmiştir5. Kongre, Erzurum Kongresi kararlarını aynen benimsemiş, Anadolu ve Trakya’yı kapsayacak şekilde genelleştirilmiştir. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri bir çatı altında birleştirilmiştir. Temsil Heyeti, Ankara’da açılacak olan millet meclisine kadar adeta bir hükümet gibi çalışmıştır6. Heyet-i Temsiliye’nin yasal bir zemine oturtulmasının ardından Milli Mücadele faaliyetleri daha da hız kazanmıştır. Meclis-i Mebusan’ın yeniden açılma fikri ortaya çıkmış ve 12 Ocak 1920’de Meclis-i Mebusan yeniden faaliyetlerine başlamıştır. 28 Ocak 1920’de ise Mebusan Meclisi’nde yapılan gizli bir toplantı ile Misak-ı Milli kabul edilmiştir7. Bu olay İngilizleri fazlasıyla rahatsız etmiş ve 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul resmen işgal edilmiştir. Meclisi de basarak bazı milletvekillerini tutuklayarak Malta’ya sürgüne göndermişlerdir. Bunun üzerine Meclis son oturumunu 18 Mart’ta gerçekleştirmiş ve 11 Nisan 1920’de de padişah tarafından resmen kapatılmıştır. Bu gelişmeler Mustafa Kemal öngörülerini haklı çıkarmış ve Ankara’nın Millî Mücadelenin merkezi durumuna gelmesini sağlamıştır. Milli egemenliğe dayalı bir devlet kurmayı düşünen Mustafa Kemal Paşa, kapatılan meclisin mebuslarının İstanbul’dan Ankara’ya göç etmesi fırsatını iyi değerlendirdi. Kuracağı devletin temel organlarını oluşturacak yeni meclisin toplanmasını sağlayacak çalışmaları başlattı. 17 Mart l920’de ordu komutanlarına 5 Oğuz Aytepe, “Milli Mücadele’de Manda Sorunu ve Mustafa Kemal’in Yaklaşımı”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, sy. 24, Ankara 2003, s. 479. 6 Fahri Belen; Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara 1983, s. 121. 7 Mustafa Küçük, “Birinci TBMM’nin Açılışı ve Anlamı”, Türkler Ansiklopedisi, c.16, Ankara 2002, s. 16.
15
bir genelge göndererek Meclisin Ankara’da toplanmasının gerekli olduğunu bildirdi. Mustafa Kemal’in Ankara’da toplanacak Meclis için illere, sancakların kolordu komutanlıklarına 19 Mart 1920 günü gönderdiği telgrafın özeti şöyleydi8: 1) Ankara’da olağanüstü yetkilerle bir meclis, yürütme ve denetleme için toplanacak. 2) Bu meclise seçilenler, mebuslarla ilgili yasaya uyacaklar. 3) Seçimlerde her sancak, bir seçim bölgesi olacak. 4) Her sancaktan beş mebus seçilecek. 5) Her sancakta ilçelerden gelen ikinci seçmenlerle, sancak idare ve belediye meclisleriyle Müdafaa-i Hukuk grubu yönetim kurullarından il merkez yönetim kurulları oluşacak, kurulca aynı gün ve oturumda seçim yapılacak. 6) Bu Meclise her parti, dernek, grup, bağımsız aday istediği yerden aday olabilecek. 7) Seçimler her yerin en büyük sivil yöneticisinin idaresinde yapılacak.
dıktan sonra cemaatle meclise gidilip, orada da bir merasim tertip edilerek TBMM’nin açılmasına karar verilmiştir. Namazın kılınmasından sonra halk da resmi ve askeri erkânın peşinden meclise doğru yürümüştür. Meclisin önüne gelindiğinde üç kurban kesilmiş ve burada da dualar edilmiştir. Bunun ardından Mustafa Kemal Paşa meclis binasının merdivenlerinden çıkarak kapıya bağlanmış kırmızı-beyaz kurdeleleri keserek meclisi açmıştır. Yapılan bu dini merasimin ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi, 23 Nisan 1920 Cuma günü, saat 13.45’te Ulus’taki binasında toplanmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 115 milletvekili ile yapılan ilk toplantısını, en yaşlı mebus olması sebebiyle Meclis Başkanı olarak Sinop Milletvekili Şerif Bey idare etmiş ve meclisin açış konuşmasını yapmıştır. Daha sonra söz alarak kürsüye çıkan Mustafa Kemal Paşa şu şekilde devam etmiştir; “Yüce Meclisimiz, bilindiği gibi olağanüstü yetkilere haiz olarak yeniden seçilen milletvekilleri ile saldırıya uğrayan Başkentten, canını kurtararak buraya gelen milletvekillerinden oluşmaktadır. Şu anda meclisimiz toplanmıştır. Yeni seçimlerle evvelce seçilenlerin eşit yetkide görev yapacağı kuşkusuzdur.9”
8) Seçimler gizli oy, salt çoğunluk esasıErtesi gün Mustafa Kemal Paşa, meclis başna göre kurul önünde yapılacak. kanlığına getirilmiştir. Ardından bir önerge 9) Seçim sonucu üç nüsha olacak, biri verilerek meclis hükümeti kurulmuştur. Verilen yerinde asılı olacak, ikinci kişiye verilecek, bu önerge uyarınca meclis başkanı, hükümetin de başı olmuştur. Böylece doğal olarak üçüncüsü Ankara Meclisine gönderilecek. işleyen süreç, hukuki altyapısını kazanmış 10) Seçimler 15 gün içinde bitirilerek, adoldu. 8 Şubat 1921 tarihinde çıkarılan Baları Ankara’ya bildirilecek. kanlar Kurulu Kararnamesi ile “Türkiye Büyük Ve işte büyük gün gelir çatar, tarihler 23 Millet Meclisi” adı kalıcılık kazanmıştır 10. Nisan 1920 olur… Yeni kurulan bu Meclis, kuvvetler birliği (yaTBMM’nin açılış merasimine, haftada iki sama-yürütme-yargı erklerinin tek elde toplankez çıkan ve Milli Mücadelenin medya organı dığı sistem) prensibini benimsemiştir. Çünkü olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesi de, 28 Ni- yurdun içinde bulunduğu büyük sorunlarla san 1920 tarihli sayısında yer vermiştir. Tür- başa çıkmak ancak bu sistemle mümkün kiye Büyük Millet Meclisi’nin inşa ve tefrişi es- olabilmiştir. nasında ilk yapılan işlerden birisi, meclise bir Peki yeni Türk Devleti’ni kuran bu kurucu toplantı salonu, mescit ve başkanlık odasının meclis az zamanda neler başardı? Bu meclis hazırlatılması olmuştur. Hacı Bayram Camii’n- 12 Mart 1921’de bir daha yazılması mümde 23 Nisan 1920 Cuma günü, namaz kılın8
İksan Köse, “Atatürk›ün Ankara›ya Gelişi ve TBMM› nin Açılışı”, Türkler Ansiklopedisi, c.16, Ankara
2002, s. 32.
16
9 Nalan Seçkin, Türkiye Böyle Kuruldu, Ankara 2002, s. 158. 10 Küçük, “a.g.m”, s. 16
17
kün olmayacak İstiklal Marşı’nı kabul etmiştir. Bu meclis 5 Ağustos 1921’de Gazi Mustafa Kemal’e Başkomutan unvanını veren meclistir. Bu meclis, 1922’de saltanatı kaldırıp 623 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’na son veren meclistir. Bu meclis 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti kurup ülkenin adını koyan meclistir. Bu meclis Cumhuriyet’in ilk anayasası olan 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu yürürlüğe koyan meclistir. Bu meclis, ülkemizin bugün muasır medeniyetler seviyesinde olmamızın temel taşı olan sayısız inkılabı hayata geçiren meclistir. Nasıl ki bugün tekke ve zaviyelerin etkisinde değilsek, Latin harfleri kullanıyorsak, kadınlarımız seçme ve seçilme hakkına sahipse, birçok fabrika kurulmuşsa, tarım reformuna gidilmişse, savaşta olmamıza rağmen eğitimden geri kalmamamız için Ankara’da Maarif Kongresi’ni toplandıysa bunların hepsini önce Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve dava arkadaşlarına, ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne borçluyuz. Görüldüğü üzere ödenmesi zor bir borçla karşı karşıyayız…11 11 Berkay Özdemir, Atatürk Ankara’ya Bir Geldi, Bir Daha Hiç Gitmedi, https://www.bilgeyik.com/ataturk-ankaraya-bir-geldi-bir-daha-hic-gitmedi-599 (Erişim Tarihi: 23.03.2020)
18
Her şey güzel giderken o zamanki İstanbul Hükümeti’nin başı olan Damat Ferit, İngilizler ile işbirliği yaparak Anadolu’daki birtakım halkı isyana teşvik etmiştir. Anzavur, Demirci Mehmet Efe, Çerkez Ethem, Rum Pontus Ayaklanmaları başta olmak üzere birçok isyan çıkmıştır. TBMM ise buna karşılık olarak bir dizi hukuki önlem almıştır. Bu önlemler kapsamında ilk önce Hıyanet-i Vataniye Kanunu ve Telkin ve Tedhiş Kanunu çıkarılmış, daha sonra İstiklal Mahkemeleri kurularak isyancılar ağır bir şekilde cezalandırılmıştır. Böylelikle TBMM, kuvvetler birliğinden vazgeçmeksizin kamu düzenini sağlamıştır. Peki Türkiye Büyük Millet Meclisi, bugüne kadar hangi binalarda hizmet vermiştir? Birinci TBMM binası, 23 Nisan 1920’de açılmasından, 15 Ekim 1924 tarihine kadar hizmet vermiştir. 1961 tarihinde müze haline dönüştürülen bina, 23 Nisan 1981 tarihinde ise “Kurtuluş Savaşı Müzesi” olarak ziyarete açılmıştır. İkinci TBMM binası, 18 Ekim 1924 tarihinden 1960 yılına kadar hizmet vermiştir. Bina, bodrum üzerine iki kat olarak kesme taştan inşa edilmiştir. Pencerelerde görülen kemerler, cephelerdeki
çini panolar, geniş saçaklar, Osmanlı ve Selçuklu motiflerinin kullanıldığı kalemişi süslemeli ahşap tavanlar Cumhuriyet dönemi mimarisini yansıtmaktadır. Bina 30 Ekim 1981 tarihinde “Cumhuriyet Müzesi” olarak ziyarete açılmıştır. 1960 yılında inşaatı tamamen bitirilen bugünkü TBMM binası, 6 Ocak 1961 tarihinde Kurucu Meclis toplantısıyla hizmete açılmıştır ve günümüzde bu binada hizmet vermektedir. SONUÇ Cebren ve hile ile aziz vatanın her köşesine girildiği, kalelerinin zapt edildiği, ordularının dağıtıldığı ve memleketin her köşesinin işgal edildiği günlerde bu esaretten ulusumuzu kurtaracak bir önder ortaya çıktı, tüm Anadolu’yu ayaklandırdı ve kurtuluş ateşini yaktı. Sonra o alev düşmanı yaktı. Düşman, ateşini söndürmek için İzmir’den denize döküldü. Sahada kazanan Önderimiz ve silah arkadaşları, masada da kazanmayı iyi bildi ve sınırlarımızı korudular. Önce Cumhuriyeti kuran Önderimiz, sonra devrimlerle milletimizi muasır medeniyetler seviyesine taşımak için hayatını harcamıştır. Ve bunların hepsinin idare binası olarak TBMM seçilmiştir. Başta kuvvetler birliği prensibi ile çalışan meclisimiz, kanun yapma işini de bu kanunları yürütme işini de ve en nihayetinde yargılama faaliyetini de üstlenmiştir. Ülke düzeninin normale dönmesi ile meclisimizde de kuvvetler ayrılığı yaşan-
mıştır ve parlamenter sistem ile çalışmaya devam etmiştir. Bugüne kadar 2 darbe, 1 darbe girişimi gören, bombalara maruz kalan ve Gazi Meclis olarak adlandırılmaya başlayan TBMM, 600 milletvekili ile dimdik ayakta ve çalışmaya devam etmektedir. KAYNAKÇA 1.
Bülent Tanör, Türkiye’de Kongre İktidarları (1918–
1920), İstanbul 2002 2.
Kemal Atatürk, Nutuk, c. 1, İstanbul 1996
3.
Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti
Tarihi Kronolojisi 1918-1938, Ankara 1983 4.
Oğuz Aytepe, “Milli Mücadele’de Manda Sorunu
ve Mustafa Kemal’in Yaklaşımı”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, sy. 24, Ankara 2003 5.
Fahri Belen; Türk Kurtuluş Savaşı, Ankara 1983
6.
Mustafa Küçük, “Birinci TBMM’nin Açılışı ve Anla-
mı”, Türkler Ansiklopedisi, c.16, Ankara 2002 7.
İksan Köse, “Atatürk’ün Ankara’ya Gelişi ve TBMM’
nin Açılışı”, Türkler Ansiklopedisi, c.16, Ankara 2002 8.
Nalan Seçkin, Türkiye Böyle Kuruldu, Ankara 2002
9.
Berkay Özdemir, Atatürk Ankara’ya Bir Geldi, Bir
Daha Hiç Gitmedi, https://www.bilgeyik.com/ataturk-ankaraya-bir-geldi-bir-daha-hic-gitmedi-599 (Erişim Tarihi: 23.03.2020)
19
Ayşe Göksu: Aylardır olağandışı gelişen küresel bir salgınla mücadele içindeyiz. Sizce bu salgını nasıl karşıladık? Yeterli bir sağlık sistemimiz ve çalışmamız var mı?
Mehmet Çetin ile Pandemi Süreci ve Merak Edilenler Röportaj: Ayşe Göksu
20
Mehmet Çetin: Türkiye salgının ortaya çıktığı ilk andan itibaren hassasiyetle durumu izledi. Bildiğiniz gibi bizde ilk Covid-19 tanısı 7 Mart’ta kondu. Çin’deki vakalar ise Aralık ayında ve hatta daha öncesinde başladı. Bu aralıkta tanı konulmayan başka vakalar da olmuş mudur bilemiyoruz ki olması da muhtemeldir ancak Türkiye salgın sürecinde oldukça tutarlı bir yaklaşım izledi. Salgın ile alakalı alanında uzman isimlerin yer aldığı Bilim Kurulu’nun oluşturulması, salgının en başından beri ciddi bir şekilde değerlendirilmesi ve aşama aşama alınan önlemler ülkemizin yaklaşımını göstermektedir. Bu yaklaşımın ne kadar sağlıklı olduğunu değerlendirmek için İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin salgın sürecindeki tutumunu izlemek yol gösterici olacaktır. Çünkü bildiğimiz gibi tutarsız yaklaşımlar ve devletin üst kademelerinin birbirinden oldukça farklı tutumu sonrası halk da kafa karışıklığı yaşamakta ve nasıl hareket
edeceğini kestirememektedir.
dirmeleri ve aşı konusunda oldukça ileri bir Bunun yanında Türkiye’de eleştirilere açık noktada olduğumuzu belirtmek gerekir. olmakla birlikte Avrupa ve ABD ile karşılaştıUluslar arası sağlık kuruluşları, veri akışı rıldığında oldukça sosyal bir sağlık sisteminin ve bilimsel çalışmaların ortak bir disiplin olduğunu biliyoruz. Özellikle acil durumlar- ve işbirliği içinde yapılması sonucu aslında da ve yoğun bakım ihtiyacı olduğunda özel bütün insanlığı etkileyen bir hastalığa yine hastaneler dâhil vatandaştan maddi beklenti bütün insanlık olarak ortak bir çalışma ile içine girmek kanunen yasaktır. Bu yüzden de çözüm bulunmaya çalışılmaktadır. Vatanbu hastalık sürecinde herkesin maddi kaygılar daşa düşen önlemler kısmı ve sosyal yalıtım gütmeden devletin sunacağı sağlık sistemleri- gibi konularda yapılacaklar ulusal düzeyde ne rahatlıkla erişebilmesinin ne kadar büyük kalmakla birlikte hastalık özelinde yapılacak bir hizmet olduğunu görmüş olduk. faaliyetlerin tamamı uluslar üstü bir anlayışla AG: Tarihimize bakınca birçok hastalıkla yapılmaktadır. mücadele vermişiz. Peki tarihteki salgınlar AG: Sizce bu virüsün ortaya çıkışı ve yaüzerine tıp eğitiminde nasıl bir yol izleniyor. yılım sürecinin gelişimiinsanlığın iradesinden Kıyasladığımızda şu anki hal ile mücadelede bağımsız mıdır? Ayrıca virüsün yayılması ile bu eğitim nerede kalıyor. Farklılıkları nelerdir birlikte sadece doğal sonuçlara yol açmakla MÇ: Bulaşıcı hastalıklar insanlık tarihi mısınırlı kalmıştır? boyunca dönem dönem insanoğlunun gündemini meşgul etmiş. Özellikle ticaret yollarının ve uluslar arası temasların arttığı zaman dilimlerinden sonra böylesine geniş çaplı salgınlar sık görülür olmuştur. Bunun yanında temizlik kültürü ve alışkanlıklarının da bugün ile karşılaştırıldığında daha kötü olması bulaşıcı hastalıklara zemin hazırlayan önemli bir durumdur. Ayrıca unutmamak gerekir ki bu tür bulaşıcı hastalıklar geçmişte kimyasal silah niyetine de kullanılmış, hastalık taşıyan battaniyeler düşman görülenlere verilerek veya hastalıktan ölenlerin cesetleri kuşatılan kalelere atılmak suretiyle bulaş sağlanmak istenmiş ve üstünlük kazanmak için kullanılmıştır.
MÇ: Virüsün doğal ortamlarda mı yayıldığı yoksa yapay ortamlar sonucunda mı ortaya çıktığını bilmemiz mümkün değil. Bu çok sonra oturup konuşulması gereken bir süreç. Bunu hiçbir şekilde öğrenemeyeceğiz şu anda. Özellikle Çin’e yönelik ciddi suçlamalarda bulunuldu batılı bazı devletler tarafından. Ancak hastalık faturasını özellikle toplumsal tepki noktasında hafifletmek ve başkasına ihale etmek amaçlı bu tarz açıklamalar yapılabileceği de bir gerçek. Başka bir görüşte virüsün Çin›in Wuhan eyaletine de başka bir yerden geldiğini söyleyenler oldu. Kısaca bugünün koşullarında bunu bilmemiz şu anlık mümkün değil. Ama doğal sonuçlar olarak baktığımızda sadece hastalık ve ölüm ile birlikte ilerlemede. Çünkü iletişim çağında yaşıyoruz ve artık dünyanın küçük bir köy olduğu belirtiliyor. Bu köyde yaşamanın da belli bir bedeli var. Dünyanın bir ucundan bir ucuna ulaşımın kolaylaştığı bir zamanda virüsün böyle yayılma göstermesi normaldir.
Viral hastalıklar genellikle aşı ile korunma imkanı gelişen hastalıklardır. Bu şekilde insanoğlu pek çok hastalığı yeryüzünden silmeyi veya önemsiz boyutlara indirgemeyi başarmıştır. Ancak her an yeni hastalıklarla karşılaşma ihtimalimiz de artmaktadır. Yeni bir hastalık ile karşılaşıldığında öncelikle yapılan önlemler incelendiğinde açıkçası bin yıl önceBu olayın büyük bir ekonomik maliyeti olasi ile belirgin bir farklılık gözlenmemektedir. rak düşünecek olursak, birçok devlet milyar Sosyal yalıtım, karantina vs. dolarlara varacak kadar zarara uğradı. İşletAncak hastalığın tanımlanması, neden meler büyük oranda durma noktasına geldi, olan virüsün özelliklerinin belirlenmesi, bulaş önlemler kapsamında ihracat ve ithalat duryollarının tanımlanması, tedavide kullanılan ma noktasına geldi. Elbette sürecin ekonomik ilaçların etkinlik analizleri, yeni ilaç değerlen- sonuçlarını iktisat alanında çalışma yapan
21
kişiler daha iyi değerlendireceklerdir. Bunun yanında işin bir de ruhsal ve sosyal boyutu var. Bildiğimiz gibi sağlık tanımı, bedensel, ruhsal ve sosyal olarak tam bir iyilik halidir. Biz hastalıkla mücadele ederken bedensel, sosyal ve ruhsal olarak mücadele ediyoruz. Bunların hiçbiri birbirinden bağımsız değildir ve tam bir sağlıklı bireyin oluşması için üçünün de tam olması gerekir. Bir insana sen hasta mısın diye sorduğunda bacağım ağrıyor ama ruhsal olarak iyiyim diyemez, hastayım der. Bu hastalıkta da aktif hastalık taşıyanlar bedenen de etkilenmekle birlikte diğer herkes hem sosyal hem de ruhsal olarak ciddi şekilde etkilendi. Eve kapanmanın zorlukları, ekonomik kaygılar, can sıkıntısı gibi farklı birçok etken bizleri sağlık tanımı doğrultusunda aslında hastalık tarafına yaklaştırdı. AG: Bu hastalığı olup geçirdikten sonra tekrar aynı hastalığa yakalanma ihtimalimiz var mı? MÇ: Hastalık sonrası tekrar aynı etken ile karşılaştığımızda bizi hastalıktan koruyan antikorlar oluşur. Özellikle bu antikor oluşan hastaların plazma hücrelerinin ağır hastalarda tedaviyi destekleyici olarak kullanacağı bir çalışma da yapılıyor. Ancak bu sürecin ne kadar uzun süreceği, ömür boyu koruma sağlayıp sağlamayacağı gibi konular için geçtiğimiz süre oldukça kısa. Çünkü bu tarz salgınlarda bilgiler sürekli güncellenir. Yapılan çalışmaların nitelikleri, genişlikleri gibi değişkenler ile farklı sonuçlar alınır ve özellikle her insanın ayrı bir varlık olduğu da düşünüldüğünde değişiklikler daha da artmaktadır. AG: Hastalığı geçiren kişilerle görüştüğümde pozitif olduklarına dair sonucu aldıktan sonra daha titiz ve dikkatli olduklarını söylediler. Biraz panik sebebiyle yaşadıklarının daha uzun sürdüğünü fakat negatif sonucu aldıktan sonra böyle bir süreçle tekrar karşılaşacak olurlarsa artık hazır olduklarını ve ne yapılması gerektiğini bildiklerini söylediler. Sanırım psikolojik olarak tanıdığımız için daha rahat atlatma olasılığımız da yükseliyor. MÇ: Bizim nesil için böyle dünyayı etkileyen bir salgın hastalıkla ilk defa karşılaştık.
22
Evlerimize kapanmak zorunda kaldık, bir hafta evden çıkmayan biri için bile zorunlu olarak evde kalıyor olmak ciddi bir zorlanma aslında. Kısıtlandıktan sonra insan bazı şeyleri yapmayı daha çok arzuluyor. Tabii insanoğlu da çabuk unutuyor onu da göz ardı etmemek lazım. Bu süreç bittikten sonra hepimiz sosyal ortamlarımıza tekrar kavuşacağız ve bir süre sonra hepimiz bu hastalığı unutacağız. Toplumumuz birçok şeyi unutabiliyor. *burası politikleşti*. Belki çocuklar için etkili olacaktır. Çocukların oyunlarında dahi var, coronavirüs yüzünden parka gidemiyoruz, pis bir şeymiş diyorlar. Bu çocukların etkilenmesi hafızalarında, yaşam biçimlerinde etki eder mi yaşayıp göreceğiz ama açıkçası tekrar olduğunda aynı şeyleri baştan yaşarız gibi geliyor. Bilimsel ve devlet yaklaşımı olarak elde edilen tecrübeler saklı kalmakla birlikte toplumsal olarak başa dönmemiz için çok uzun zaman geçmeyeceğini düşünüyorum. AG: Salgınla mücadelenin ardından gelecekte bizi ne bekliyor, pandemi sonrası bizi yeni bir düzen bekliyor mu? *kişisel hak ve özgürlükler üzerine gündem dışı konuşmalar gerçekleştiriliyor. MÇ:Bir şekilde sosyallik ihtiyacının da karşılanması gerekiyor o yüzden ben pek fazla bir değişim yaşanacağını düşünmüyorum. Sadece insanların hayatlarının belli anlamlarda kolaylaştırılabileceği görüldü. Yani en azından işlerin belli bir rutinde çok yoğun mesaiye gerek duyulmadan daha az mesai ile yapılabileceğini gördük. Belki bu anlamda bir esneklik gelebilir. Sonuçta Okullar eğitim öğretim için var. Öğretim kısmını bir şekilde karşılasak da okulda adap, erkân da öğrenilir. Bunu internet ortamında vermemiz pek mümkün değil. Ben hastanede çalışıyorum benim hayatımda bir şey değişmez. Sonuçta nasıl değişmesini bekliyoruz ki o yüzden çok büyük bir değişim ve insanlık tarihinde bir kırılma olduğunu düşünmüyorum. Sosyalleşme aracı herkesin farklı bizim derneğimiz var, bizim günlük hayatımızın bir parçası. Her zaman söylüyorum işimizi hem devlete, hem millete faydalı olmak hem de profesyonel olarak
maaş aldığımız için hakkıyla bunun karşılığını vrmeye çalışıyoruz. Bunlar hayatımızın rutinleri ama asıl hayatımız diyebileceğimiz şeyler sosyallikle oluşuyor. O yüzden benim için bir değişim yok. Başka insanlar için sosyalleşmenin ne olduğunu gördük. Örneğin avmlerin önünde kuyruklar oluştu veya insanlar serbest kaldığı an yaşa bakmaksızın kendilerini sokağa attılar. Hatta teknoloji çocukları dediğimiz tablet, bilgisayar ortamına doğan çocuklar bile kendilerini dışarı attılar. O yüzden bu sürecin insan alışkanlıklarında bir değişime neden olacağını düşünmüyorum. AG: Peki Gökçe ve Selcen özelinde durum nasıl? MÇ: onlar da bu duruma oyunlarında yer veriyorlar. İki aya yakındır Çorum’da babaannelerinin yanında kalıyorlar. Genellikle “Babam coronovirüs nedeniyle gidiyor. Corona’dan dolayı gitti gelemiyor.” gibi konuşmalar yaşanıyor. Herkes bir şekilde sosyalleşmeye başlıyor. Burada başka çocuklar olduğu için onlar pek hissetmediler ama onlarda da durum farklı değil. Hatta onlar sokağa çıkma yasaklarından ötürü daha çok kısıtlandılar. Çocukların bu süreçten çıktıklarındaki halleri bana bir videoyu hatırlatıyor. Bu videoda uzun süre kapalı bir yerde bakılan inekler dışarı bırakıldığında çimlerde hoplayıp zıplıyorlar çocuklar da onlar gibi olacaklardır ki izin günlerinde tam olarak yaşanan sahne bu şekilde. Bizim çocuklar bu süreçte ayrılık dışında çok fazla etkilenmediler açıkçası. Sürekli babaannenin yanında nasıl kalırım hesabı yaptıklarından, aylarca onların yanında kalmak çocuklar için sevindirici oldu. AG: çocukların bahçe ile buluşması için fırsat olmuş. Bunun yanında çocukların evde kal mesajları da dikkat çekiyor. MÇ: Bizim çocuklar için Ankara’da olmak kötüydü. Mesela onlara Ankara’ya gidelim dediğimde sen işlerini bitir buraya gel diyorlar. Onların dünyaları daha farklı ve bu dünyada rahat hareket edebilecekleri yer arayışı öncelik taşıyor. AG: Birçok fedakarlık yapan sağlık çalışanlarımızın yaşadıkları sıkıntılar nelerdir?
MÇ: Öncelikle şunu belirtmekte fayda var. Bu süreçten önce sağlık çalışanları çok yıpranmıştı. Özellikle acil servis çalışanları çok büyük risk altındaydı. Görev yaparken hangi hastanın gelip size çatacağını bilemiyorsunuz. Saldırıya uğrayan ve öldürülen hekimler vardı. Atmlerde, avmlerde saatlerce beklemeyi göze alan ama çok da acil olmayan rahatsızlıkları için on dakika, yarım saat beklerlerken çok da tahammül edemediklerinin görüldüğü bir hasta görüntüsü oluşmuştu. Bu süreçte sağlık çalışanlarına iade-i itibar yapıldı diyebiliriz. En azından kurumlar açısından bunu söyleyebiliriz. İnsan bakış açısı için de bu böyle. Bu elbette sevindirici bir durum! Doktor, hemşire ve diğer tüm sağlık çalışanları örselenmiş bir meslek grubuydu. Coronovirüs süreci ile alınan tedbirler ile birlikte toplumsal algıda bir değişiklik gözlendi. Bir sağlık çalışanı üstüne düşen görevi özeriyle yapmak mecburiyetinde ki zaten biz bunun için eğitim aldık. Okullarımıza başladığımız günden beri çalışırken iş yükümüzün artabileceğini ve kendi sağlığımız riske altına girse de elimizden geleni yapacağımızı göze almıştık. Hepimiz görevimizi yapıyoruz. Hepimiz eğitildiğimiz işi yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz. Tüm meslek grupları için bunlar geçerlidir. *Ekonomik kısma değinildi* Türkiye’de sağlık çalışanlarının bu dönemde malzeme ihtiyacı konusunda sıkıntı yaşadığı söylenemez. Yurtdışındaki vaziyet göz önüne alındığında özellikle İtalya’da çok ciddi sıkıntılar yaşandı bu durum ve Türkiye’de de bir endişe oluşturdu. Türkiye’deki hastanelerin imkânları değerlendirildiğinde mesela Ankara’daki şehir hastanesi yapıldıktan sonraki boşaltılan hastaneler (Zekâi Tahir Burak Kadın Doğum Hastanesi, Dışkapı Çocuk Hastanesi) tekrar faaliyete geçirilip pandemi ve karantina hastanelerine dönüştürüldüğü için yatak ve hastane sorunu yaşanmadı. Malzeme temininde de endişe yaşandı fakat çok şükür bu da bir ihtiyaca dönüşmedi. Bu konuda sağlık çalışanlarının yanında ayrıca meslek liselerinin de önemi görülmüş oldu. Meslek liselerinde ciddi sayılarda maske üretimi, dezenfektan üretimi ve tulum dikimi
23
yapıldı. Ve her hastane belli meslek liseleriyle görüşerek aralarında işbölümü sağlandı. Malzeme tedariği konusunda onların da ciddi katkısı oldu bu memleket için meslek liselerinin önemi bir kez daha görülmüş oldu. İnşallah meslek liseleri konusundaki gereken düzenlemeler de bu sayede yapılmış olur. AG: Salgın döneminde insanlık reçetesine düştüğünüz notlar nelerdir, bizlere neler önerirsiniz ? MÇ: Bu süreçte sosyal olarak ciddi bir yıpranmışlık yaşandı. Bence tulum ve maskeyi toplumdaki herkese bir kez olsun giydirmek gerekiyor. Ben tulumun içerisinde yarım saat kaldıktan sonra sırılsıklam olup üstünü değiştirme ihtiyacı duyan insanlar gördüm.Pandemi servislerinde çalışan görevliler bu tulumlarla 6 saat çalışıyorlar.Öncelikle ve özellikle onlara teşekkür etmek gerekiyor. İnsanlık açısından da bu anlamda şunları söyleyebilirim. Şu anda Ramazan ayındayız ve oruç tutmanın gerekçesinin yoksulların, fakirlerin halinden anlama olduğu gibi bir tez vardır her zaman. Bir arkadaşım her konu açıldığında sitem ederdi ki bence de sonuna kadar haklı bir sitem bu: “Akşam mükellef bir sofra olduğunu bilerek fakirlerin halinden anlamak nasıl mümkün olabilir? ”Bu salgın süreci elbette belki üç ay belki altı ay belki de bir sene içerisinde bitecek ve biz normal hayatımıza geri döneceğiz. Yaşar Kemal romanlarında sıtmadan kırılan insanların hikayelerini tarihin derinliklerinde kalmış bir anı olarak okuyoruz. Ancak aynı zamanda yaşayan insanların hepsinin aynı koşullar altıda olmadığını göz ardı etmemek lazım. Biliyoruz ki bugün Afrika’da aynı hastalık acı bir gerçeklik olarak hala duruyor. AIDS bizim toplumumuz için şüpheli cinsel ilişki sonrası yaşanan bir hastalık olarak bilinse de dünyanın bazı yerlerinde ulusal bir gerçeklik olarak duruyor. Bu hastalık eğer Afrika’da yaşanmış olsaydı ki sürekli farklı şekillerde yaşanıyor ama küçük bir zümre dışında kimsenin umurunda olmayacaktı. Ne zaman ki hastalığın ucu beyaz adama dokundu, beyaz adam etkilendi ve dünya ayağa kalktı, haberlerde sürekli görür olduk. Ülkemizde dahi görülmese biz şüphesiz coronavirüs ile yatıp kalkar durumda olurduk. Bu bağlamda insanlığın bir bütün olduğunu ve ne zaman biz etkilenmesek de başka insanların yaşadıkları acılara ortak olabileceğimizi idrak edebilirsek o zaman insanlık reçetesine önemli bir not düşümüş olacaktır. Bu vesile ile bir arada olmanın ve inandığımız geleceğe dair bir not düşmenin kaynağı olan Genç Akademisyenler ailesine sizin özelinizde teşekkürlerimi iletmek isterim. En kısa sürede salgın sürecinin etkileri ortadan kalktığında aynı irade ve inançla kaldığımız yerden aynı şekilde devam edebileceğimiz günleri çok özlediğimi belirtmek isterim.
24
Kırağı
Suna Yıldız
Bakışlarının derinliğine Uzanıyor kalbim Usul usul. Dağlardaki mor sümbüllerde Kokunu içime çekiyorum. Karı eriten güneşi Yakalamaya çalışıyor gözlerim. İşte, yakaladım Avcuma koydum. Sordum ona: Karın gücü yetti mi Çiğdemi örtmeye? Gocunmuş mudur kar Çiğdem başını kaldırdığında? Yeter miydi karların suyu Günahları yıkamaya, Teveccühü Seni bulmaya?.. Sonra,sonra saldım güneşi. Yavaş yavaş kaybolan süzülüşünü Seyrettim tepelerden. Sen diye çıktım yola Kayboldun Sonsuz ışık kervanı içinde. Dilhûn oldum. Oysa aydınlıklar içinde Bulurdum hep seni. Bu sefer aldılar elimden… Açtım gözümü bu seher Gördüm Kırlar,ağını açmış sana Kırağı olmuşsun. Kırım,ağım Kırağım… Güneş huzmeleri Yüzünü göstermeden Tez elden saklamalıyım seni Kırağım. Yem oluyorum kırların içinde Hep senin ağına…
Foto: Emel Beyaz
25
Bir Fırtına Tuttu Bizi Fatma Nazlı Atilla
İçinde intikam hissi saklamak için insanın önce yılmamak gücüne sahip olması lazım. Bazısını şarapnel yıldırmaz da, sefalet yıldırır. ‘Ben artık bitmiş bir adamım!’ der, buna da kendisini bir kere inandırırsa, insanın düşemeyeceği alçaklık çukuru kalmaz” (Tahir, 2015). Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları adlı eserinden bir demeç sunarak başlamak istedim eleştirilerime. Eleştiri dedimse de işlediğim sorunlar öyle adrese teslim sorunlar değil; naçizane tüm insanlık alemine bir sesleniştir. Malumunuz üzere dünya büyük bir bunalım döneminden geçiyor ve görünen o ki taşlar yerine oturana değin de bu bunalım sürecek. Bu bunalım her birey gibi, her insan gibi beni de üzerinde düşünmeye davet etti. Son derece geç bir saate beni tetkike sürükleyecek kadar uykusuz bıraktı. İnsanlık tarihinin geçirdiği başkalaşımlar maziye sürükleyip, elime kalem alacak kadar tetikledi beni. Böylelikle meramımı anlatmaya başlamış bulunuyorum. Sennet’in de dediği üzere göz bir görme organı olmasının yanında çevrenize de bir hükmetme aracıdır (Sennet, 2013). Gözlerimiz yarattığımız bu bunalımın birincil derece tanığı
26
olmalarıyla Sennet’i destekliyor. Görerek cürmü işledik, göz göre göre de ölüyoruz. El hak bu bela sağanağını belki de göz açıklayacaktır kim bilebilir? Şahit olduğu öyle çok şey var ki saymaya kalksak yoruluruz; ancak ben birkaçına örnek göstermeyi bir görev biliyorum. Üretme ve daha çok üretme, elde edilen artı değerle güç gösterileri sahneleme, basit bir eşyanın sağladığı sükseyle statü elde etme… Üstelik de göz göre göre bunların kabul görmesi, göze dahi hayret vermektedir. Tarihin dili olsaydı muhakkak, budala insanoğlu diye haykırırdı. Childe da böyle demişti zira insanın mahvı kara sabanla toprağı ıslah etmeye başladığı an başlamıştı (Childe, 1974). İnsanın mahvı eşyaya tapıp benliğini kaybetmesiyle başlamıştı. Hırsla başa baş giden güç arzusu, doymak bilmeyen bir üretim araçları tekeli… Ne kadar üretirsen o kadar güçlüsüncüler, güçlendikçe pastadan daha fazla pay alırsınlara koştu. Öyle sihirli bir layiha sunmuştu ki bu denklem, böyle olursa kendi türün olan insanları ve evleviyetle doğayı tekelin altına almakta hiç de zorlanmazsın. Köleliği kazanç zanneden bir aptal misali gözlerine ihanet edersin. Çünkü bu ihanet; sokakta binlerce aç, üstü örtülmemiş insandan kolayca vazgeçebilme olanağındır, yani çağın en afili ve süslü kavramı bencil bireycilik. Bu kavramın vazgeçilmez bir yeminmişçesine yinelediği bir de sloganı vardır: “Ben mi kurtaracağım dünyayı?” Herkesin bu kadar histerik bir panikle olay mahallini terk etmesini sağlayan bu kusursuz eylemsizlik planının sebebi, insanoğlunu kısır döngülere mahkûm eden zararlı bir alışkanlık; tıpkı öldürdüğünü bilmene rağmen ciğerlerine çektiğin duman gibi. Bu kanaatler toplamı insanlığı, yeryüzünü muntazam felaketlerinin merkezi konumuna getirmiştir (Horkeimer, 2014). En ufak zincirden başlattık bu yangının alevini, evet şu anda hepimizin mahkûm olduğu evlerimizden. Bu bencil imgelemlerimizden kaçmak için yegâne mahremiyet alanımız olan evlerimize sığındık. Onları büyüttük, içlerine popüler kültürün dayattığı her ne varsa düşünmeksizin yerleştirdik; televizyondan tutun da oyun konsollarına, tabletlerden akıllı tele-
fonlara… Bunların öylesine tutkunu olduk ki artık evlerimizde dahi mahremiyetin zerresini dahi göremez olduk. Sonsuz bir yarış içinde içimizde hesap soran ne varsa susturduk, yenilemek istedik; tıpkı evin mobilyalarını yenilemek gibi. Yenilerken de eskisini yok ettik. İmgelemimizi, yaşadığımız şehri inşa etmek istedik. Neticeye bakacak olursak da, insan ne kendisini inşa edebilmiştir ne de yaşadığı şehri. Öyle büyük evler yaptık ki doğaya, gelişmemiş olana, fakir olana görünmez olduğunu anlatmak istedik. İşte artık içimizde çınlayan tanrının yansıması olan vicdanımızı boğmuştuk. İnsanlığımız yavaşça ölürken biz bunu kenti katlederek, aşılmaz gelir duvarları örerek bastırıp nötrlemek istedik. İlk etapta oldukça da başarılı olduğumuzu zannettik. Her şeyin bol olduğu bir cennetin içindeydik neticede, elbette gücü yetene. Şehirleri büyüttük harikulade gökdelenlerle donattık etrafımızı, öyle ki güneşe dahi savaş açtık. Bizi uyaran her şeyden kaçtık. Mekân öyle büyüdü, metalar o kadar fazlalaştı ki; üreten işçi dahi harcadığı emeğe yabancılaştı. Şehrin uzak bir köşesinde yaşayan bu emekçinin hikâyesi de başka bir ayıbımızdır. Bu işçi kendince hayatını bu cenderede idame edebilmek pahasına, ama aslen bakıldığında cüzdanı şişkin ve suratı da oldukça pişkin patronunu zengin etmek uğruna her daim erken kalktı. Mühim olan bu sistemin, üretimin devamıydı. Üretmeden, büyümeden olmazdı. Bunu kabullenmeyen ya da itiraz eden her bireye ise açık bir kapı vardı: Ayrışma. Ayrışma her türlü yalıtımı topluma amil kılıyordu. Fabrikatörler, doktorlar, siyasetçiler, din adamları… Hepsi ortak bir fabrikadan çıkmışçasına bu vahşi hiyerarşiyi benimsiyordu. Yapılacak olan meydanda altta kalanın canı çıksın, daha az üreten oyundan çıksın. Oysaki “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın denmişti. Lakin nafile; insan yaşamıyordu ki devlet yaşasın. Eşitsizlik artık kabına sığmaz delişmen bir çocuk gibi kol geziyordu. Öylesine habersizdi yarattığı enkazdan, ancak bir çocuk kadar da masum değildi. İşte karşınızda en kesif silahı eşitlik, adalet, liyakat, özelleştirme olan liberalizm ve onun iktisadi mantığı olan kapitalizm de
27
tam yanı başında duruyor. Öyle bir mantık düşünün ki zalimlik dürtülerinin rahatça kol gezdiği, göçmen çocukların yaşamak pahasına ölümü küçücük omuzlarına aldığı şehirler yaratmış, hatta bunlar için sözde kutsanacak savaşlar vermiş ve en acısı da bunu yüce bir kamu görevi olarak deklare etmiştir. Evlerinizin içini boşaltırken de yapılmak istenen buydu, işte kent buydu artık; mimarın istediği tam da buydu. Kalıplaşmış ideolojileri, insanların zihnine taşlarla yazmak. Herhangi bir çıkış ya da kaçışa izin vermemek... Yani kısacası iktidarı zevke tercih etmek (Russel, 2020). İktisadi lejyonu kapitalizm denen bir para babasıdır, serbest piyasa denilen bir ahkâm kesme makinesiyle de mevcut statükoyu işletir. Bu piyasada satılabilecek her şeyi pazarlar size; din, siyaset, eğitim, adalet… Hatta bunlarla da yetinmez devleti dahi satın alır. Böylece her şeye iye ve rakipsiz olan devlet dışı bir Leviathan var ettik. Kar etmeyen her şeyi silip attık, Allah’ı dahi gökyüzüne gönderdik. Böylece dogmacı ve cani bir totalitarizm yarattık (Curtis, 2015). Hey gidi muhteşem İnsanoğlu! Nereden nereye değil mi? Şimdi tam da şu an hayatlarımızı kaybetmeme pahasına özgürlüğümüzden vazgeçtik. Şayet özgür idiysek. Mikro boyutta bir virüs içimizde bastırdığımız o savaşta bizi yine evlerimize hapsetti ne garip değil mi? İnsanoğlu mağarasına geri döndü! Ama metanın öyle fetişi olmuş durumdayız ki şu halde dahi stokçulukla yani kar getiren dürtüleri dörtnala sürmekle meşgulüz. Maskelere yapılan zamlar, kolonyadaki %110 fiyat enflasyonu. Yine bizi tek bir noktaya götürmeye çalışıyor oysa mağaramıza yani içimize. Yine de sarsılmaz bir inatla bizi yıkıma götüren her şeye daha fazla sarılıyoruz. İçinizdeki irini akıttıktan sonrası için diyeceklerim ise ancak ve ancak dua mahiyetindedir.
Allah bizimledir; La Tahzen İnnallahe Meana”. Tüm inananlar adına diyorum ki; bizi sensiz, bizi ıssız bırakma Rabbim! Bu sonsuz tevekkül ve tahayyül bir gece yarısı tevkif etmek suretiyle masanın başına oturttu beni. Umarım ve beklerim ki mutlaka bir alametifarikası mevcuttur. Yazdıklarıma nazaran pek pozitivist bir tecessüs olsa da vardır her şeyin bir sebebi. Evren hiç boşluk kabul eder mi? Etmez muhakkak… Yine tüm cihana sırtımı dönerek satırlarıma dayadım sırtımı. Siz bilmezsiniz gökte uçurtma uçurmak gibidir yazmak; öyle hür öyle vecih ve bu karamsarlığa inat daima mavi… Sesini kısamazsınız, çıkarlarınızla ulaşamazsınız. Hele ki kibrinizin duvarlarında kati suretle çiğneyemezsiniz. Bu satırlar bu düzen içinde gizli bir denizdir. Dolunay ışığını vurdukça hep kıyıya vurur dalgalanır. Gece en kesif düşünceleri peyderpey yükler omuzlarınıza. İçinizdeki yalnızlık kırpmaz gözünü, kaygı ise bir tetikçi gibi bekler gözyaşlarınızı. Böylece kabarır güftesi denizin, bir iman türküsü besteler. Çünkü bir denizdir o içinde kötülük, irin tutmaz. Denizler kadar hür kalemler var; rüzgârlar çizer en sıcakta, yağmurlar salar yollara, toprağı rahmete boğar. Öyle bir rahmettir ki bu kimse usanmaz! Kaynakça Childe, G. (1974). Tarihte Neler Oldu. Ankara: Odak Yayınevi. Curtis, N. (2015). İdiotizm Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi. İstanbul: İletişim Yayınları. Gökalp, Z. (2005). Hürriyete Mektuplar. (Y. Toker, Dü.) İstanbul: Toker Yayınları. Horkeimer, T. A. (2014). Aydınlanmanın Diyalektiği. İstanbul: Kabalcı Yayıncılık. Russel, B. (2020). Aylaklığa Övgü. İzmir: Cem Yayınevi.
Aklı evvel kullar yine bir düzeni yıkıp; bir nizamı yaratmanın peşinde. Lakin unuttukları Sennet, R. (2013). Gözün Vicdanı Kentin bir şey var: Allah’ın inayeti. Müspet sosyolog Tasarımı ve Toplumsal Yaşam. İstanbul: AyZiya Gökalp’in eşine söylediği üzere; Bir rıntı Yayınları. Türk’e göre, bir Müslümana göre Allah varTahir, K. (2015). Esir Şehrin İnsanları. İsken, keder yoktur (Gökalp, 2005). Bakara Suresi 15.ayette emin kılındık ki: “Üzülme tanbul: İthaki Yayınları.
28
Metro Enes Dikici
Yıpranmış basamaklardan sakince iniyorum. İnsanlar anlamsız bir telaşla koştururken Hangi biri gayenin farkında? -BilmiyorumBir de yürümeyenler için yürüyen mekanizmalar; Konuşmayıp da çok şey anlatan aforizmalar var. Bir adam var mesela: Dirsekleri eskimiş yıllar görmüş kahverengi ceketli. Üç günlük kirli beyaz sakalları, Temiz yüzünde parlıyor. Kırışık alnının altında kavanoz dibi gözlükleri Ve gülümseme var yüzünde.. Saçları kadar beyaz ve saf Ceketinin dirsekleri kadar yorgun ve umursamaz... “Benim” benimsemesini bos vermiş “Sahip olmak” çabasını çoktan geçmiş! Divane gibi öğütmektense sevmeyi öğrenmiş.. Deli gibi tükenmektense muhabbeti seçmiş. Öyle söylüyor gözleri... Kapı kapanma sinyalini duyduktan sonra trene binmeye çalışmıyorum. Bir sonraki treni beklerken insanlara bakıyorum. Mutsuz, ruhen dengesiz, yıkık ve bağımlı insanlara... Ellerindeki, ceplerindeki, üstlerindeki maddiyatla tatmin olmaya çalışan ve içlerindeki yüceliği unutmuş, robotlaşmış insanlara... Raylar cızırdıyor.
29
M. Alpaslan Tandırcı Babil İkra Sabrımız olsun olmasın, her birimizin uzun süredir ölümü beklediği çok açık. Ancak ölüm geldiğinde anlarız bunu... tadını çıkarmak için çok geç kaldığımızda1 Emil Michel Cioran Ölüm ile burun buruna olunan günler yaşanmakta. Böylesine keskin ve kesin bir durumun ciddiyeti kavranmazsa onunla kol kola olmak hatta onunla vals yapmak işten bile değil. Ölüm bir noktada beklenendir ve bu bağlamda yaşamak da ölümü beklemek demektir. Natuk Baytan’ın Korkusuz Korkak filminde Kemal Sunal’ın hayat verdiği Mülayim karakterinin kendi ölüm haberini aldığında dilinden dökülenler mevcut durum için önemlidir: “bu güne kadar hep köşeyi döneceğiz diye bekledik, şimdi de ölümü bekleyeceğiz öyle mi?”2. İnsanlar bugüne dek köşeyi dönmeyi, kitaplar yazmayı, şiirler okuyup şarkılar söylemeyi, sevdiğine kavuşmayı, evlenmeyi, iş ve mevki sahibi olmayı vs beklediler -tüm bunlar olurken sadece ölümü bekleyenler ile birlikte-. Bu günlerde ise topyekûn ölmemeyi umarak ölümü beklemekteler. Bir yandan yaşamayı hesap etmekteler bir yandan da sevdiklerine kavuşma tarihi öngörülemeyen vedalarda bulunmaktalar. Öyle ki vedalar edilse bir türlü, edilmese bir türlü. Gidilse bir türlü gidilmese bir türlü. Hangisi seçilirse akıl hep diğerinde kalacak veya insanın içi hiçbirine el vermeyecek. Biçarelik... İki adımlık şu yer kürede beklenecek ne kadar ölüm, hesap edilecek ne kadar yaşam var böyle! Geleceği düşledikçe gelen ürperti, salgınların yüreklere saldığı korku ile birleşince burukluk peyda olur. Mevzu bahis korku salt ölüme ilişkin değildir. Bu bir noktada, dünyanın koskoca bir yer iken aynı zamanda küçücük bir yer oluşunun ve dünyanın iki ucu arasındaki mesafenin pek de uzak olmadığının gözler önüne serilişinin yarattığı bir korkudur. Bilinenlerin alt üst olmasından kaynaklanan bir şaşkınlığın ucu bu korkuya varmaktadır. Ezberlerin bozulmasıyla birlikte ne yapılacağının bilinmemesi ve bundan kaynaklı olarak panik halinin hâsıl oluşunun yarattığı korkuya... Yaşananlar globalizasyon/küreselleşme/topyekûnleşme3 (apayrı bir kavram tartışması ve topyekûnleşme veya globalizasyon ifadesini bu doğrultuda daha anlamlı buluyorum lakin
30
konumuz bu değil.) kavramının ete kemiğe bürünüşünün son hali niteliğinde. Vakanın salgın halini alışı ve neredeyse dünyanın tamamında görülmesi globalizasyon ile birlikte kentleşmenin ve toplu halde yaşamanın devasa boyutlara ulaştığını kanıtlamaktadır. Tüm bunların mümkün olması ise yerel, ulusal ve global insan networkünün/ağbağının genişlemesi ile doğru orantılıdır. Bahsi geçen üç unsur arasında ise birbirlerini beslemeleri yönünden karşılıklı bir ilişki vardır. Ortaya konan bu ilişki şu şekilde açıklanabilir: İnsanlar birbirleriyle sosyal ilişkiye girerler ve kentler oluşur, sonrasında kentler arasında ilişkiler kurulur, önce yerel ve bölgesel olan kent ilişkileri zaman içinde neredeyse tüm gezegeni kapsayacak bir hal alır. Kentler oluştukça ve etkileşimleri arttıkça insanlar arası sosyal ilişki daha da gelişir. Gezegen çapında artan kent ilişkileri gezegen çapında insan ilişkilerini artırır. Böylece netice itibariyle daimi bir döngü şeklinde artan unsur “ilişki” olmaktadır. -Bahsedilen ilişki aşağıdaki tabloda izah edilmiştir.- Bu mahiyette bir ilişki ağı ise kentleri salgınlar için hayli elverişli bir mekân kılmaktadır. Ancak salgınların veya olası bir sorunun olası bir çözümü de teknolojinin ve tıbbın gelişmiş olduğu kentlerde bulunmak-
tadır. Bu bağlamda kentler için salgınların doğum, yaşam ve ölüm alanları oldukları çıkarılabilir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin Wuhan kentinde ortaya çıkmış bir virüsün İstanbul’un Şirinevler, Ankara’nın Demetevler, Muğla’nın Bodrum gibi muhitlerine kadar gelişi hatta okyanuslar aşması, yeryüzündeki insan etkileşiminin uzanabildiği noktalar ve daha fazlasının mümkünatı/potansiyeli korkutucu değil de nedir? Bu bağlamda yaşananlara, zamanın bükülmesi ifadesine benzer şekilde, “Mekânın Kırılması” denilebilir. Mekânın/Mekânların kırıldığı bu gibi dönemlerde o mekânları inşa eden ve onların var olma sebebi olan insan denen canlının birtakım eğilimleri fark edilir hale gelmektedir. En temelde biyolojik temelli eğilimlerden kaynaklanan birtakım toplumsal eğilimler bulunmaktadır. Bunlar güvenlik/ölmemek/ hayatta kalmak/türünü ve soyunu devam ettirmek gibi alt amaçlar içeren stokçuluk, fırsatçılık gibi eğilimlerdir. Bu doğrultuda şahit olduğumuz sosyal boyutta yaşlı linçi, hapşırma ve öksürük gibi hastalık bulaşımını mümkün kılan hareketlerde bulunan insanların dışlanması ve hatta onlara şiddet uygulanması gibi olaylar yaşanmaktadır. -Ha-
31
ber boyutuna gelmemiş, saman altı edilmiş durumların varlığı da unutulmamalı. – Görülmektedir ki insan aslında hayli endişeli bir canlıdır. Endişeli canlıların bir araya gelip ilişkiler kurarak oluşturduğu toplumlar aslında birer kaygı karnavalıdır. Toplum denen kaygı karnavalı içerisinde salgından veya yaşanmakta olan tehlikeli durumdan korkmadığını kendine ve diğerlerine göstermeye çalışan vurdumduymaz diye adlandırılan insanların varlığı bambaşka bir durum gibi görünse de onların bu davranışı bir nevi kendini koruma/ rahatlatma yöntemidir.
ve bu nedenle öksüren babasından dahi şüphe eden, kolonya sırasında kavga eden, karantinadan kaçan, karantina esnasında onu koruyan polis memuruna hastalık bulaştırmak amacıyla tüküren insanların ve salgın gelişiyle varlıkları fark edilen stokçuların olduğu bir toplumda çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun ve yozlaşmanın varlığı su götürmez bir gerçektir. Bu çürümenin ezelden beri oluşu ve ebediyen devam edecek olması karşısında ise mutlak bir çaresizlik vardır. Evet, bir karnaval söz konusu ve bu etleri dökülen leşlerin maskeleri ile katıldıkları bir kaygı karnavalı...
Karnavalları karnaval yapan katılım sağlayan insanlardır. Onlar bir bir evlerine çekildiklerinde karnaval da nihayete ermiş olur. Fırsatçılık, stokçuluk, zayıfı ezmek, yaşlıları linç etmek gibi eylemler aşırı güvenlik endişesi barındıran ve insanların sadece kendilerini düşündükleri, uç noktada bencilce eylemlerdir. Yardımlaşma faaliyetlerinin bireysel olmaktan ziyade devlet veya sivil toplum kuruluşları aracılığıyla olması bizlere insanoğlunun toplumsal açıdan yozlaşmış olduğunu ve toplumun çürümüş olduğunu göstermektedir. “Bana bir şey olmaz” düşüncesiyle insanlara hastalık yayan veya yayma potansiyelini umursamayan, evindeki sofrasında boğazına lokma takılan
Yaşanılan an’ın önemli ve hatta tarihin kırılma anlarından biri olduğu zannına kapılmak, her isanın kendi derdini en büyük dert sanmasından farksızdır. Oysa yaşananların üstünden eser miktarda zaman geçince anlık hislerin abartıldığı, başa gelen ve önemli sanılan olayların aslında o kadar da önemli olmadıkları gibi gerçeklerle yüzleşilebilmektedir. Yaşananların sağlıklı bir şekilde anlaşılması için zaman çizelgesinde ilerleyip geriye, neler olduğuna bakmak gerekmektedir. Bu doğrultuda kapitalizmin sonunun geldiğinin iddia edilmesi, komünizmin yeniden icat edilmesi için ( bu doğrultuda, yaşayan ve popüler Slavoj Žižek gibi filozofun değerlendirmelerini4 bu bağlamda yersiz, zamansız, anlamsız
32
ve gülünç buluyorum.) henüz çok erken. Hem bilim insanlarının hem halkın içerisinde bulunan durumun anlaşılması ve çıkış yolları bulunması için doğru bir değerlendirme için aceleci olmamak gerekmektedir. Bahsi geçen hususlar abartının yersizliğini ve sakinliğin önemini vurgulamaktadır. Bununla birlikte başka bir boyut olarak, tedbirli olmanın erdemli sayıldığı bir toplumda abartılmış bir tedbir hali insanlara cazibeli gelecektir. İnsanları bu cazibeden caydırıp sağduyulu olmaya davet etmek ise hayli zor olacaktır. Zira tedbirli olmak, önlem almak ve hazırlıklı olmak gibi haller erdemli birer düşünsel eylem olarak belletilmiştir. Onlara göre doğru olan budur. Böylesine bir inancı kırmak için bazı durumlarda erdemli olandan vazgeçmenin asıl erdem olabileceğinin öğretilmesi gerekmektedir. Doğru olanı yapmamanın doğru oluşu, çerçevelerin kırılışı ve karnavalın tadının çıkarılışı... Sadece bu.
Kaynakça: Emil Michel Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üzerine, Metis Yayınları, 2019, s. 156 Natuk Baytan, Korkusuz Korkak, 1979 Kadir Cangızbay, Globalleş(tir)me Terörü, Ankara, Odak Yayınevi, 2003, s. 17 Slavoj Zizek, Koronavirüsü, Kapitalizme ‘Kill Bill-vari’ Bir Darbedir, Komünizmin Yeniden İcat Edilmesine Yol Açabilir(https://terrabayt.com/manset/zizek-koronavirusu-kapitalizme-kill-bill-vari-bir-darbedir-komunizmin-yeniden-icat-edilmesine-yol-acabilir/),2020
Kentler
Globalizasyon
33
TOPRAK Saadet İlhan
Koyu geceyi ayın ışığı bir parça aydınlatıyordu. Perdeleri sıkı sıkı çekilen evlerde ışıklar henüz sönmemişti. Arada sırada çok uzaklardan gelen kurt ulumalarından ve yol kenarındaki çalılara gizlenmiş ateşböceklerinin bir fabrika işletir gibi gayretli seslerinden başka sessizliği bozan bir şey işitilmiyordu. Bir motor sesinin, insan sesinin duyulmadığı bu saatte bunlar da olmasa sanki gece eksik kalacaktı. Hasan; taşını, toprağını, gecesini, gündüzünü çok iyi bildiği köyün taşlı yollarında eşi ve altı yaşındaki kızıyla yürüyordu. Gidecekleri eve vardıklarında avlunun kapısını o karanlıkta hiç zorlanmadan açtı. Kapının gıcırtısına perdeyi sıyırıp bakan bir çift göz karşılık geldi. Ardı sıra evin kapısı açıldı. Emine Hanım bu saatte beklemediği oğluna, gelinine heyecanla sarıldı. Sıra torununa geldiğinde her zaman yaptığı gibi nadide bir esere bakıyor gibi iki eliyle onun yüzünü tuttu, birkaç saniye seyretti, gözüyle alnının arasından öptü. Torunu, babaannesinin bütün muhabbetinin bu noktadan vücuduna dolduğunu hissederdi. Hasretle sıkı sıkı kucaklaştılar. Gündelik odanın tam ortasına, mevsim yaz olduğu için üzerine -şimdilik- öteberi koyulan bir kuzine yerleştirilmişti. Kapının solunda, yerden yarım metre kadar yükseklikte taştan bir lavabo vardı. Burası bulaşık yıkamak için kullanılırdı. Bayramda, tatilde gelen torunlar bahçeden sonra en çok burayı severlerdi. Odanın içinde, tam boylarına göre bir çeşme görüldük şey değildi! Dedeleri odada olmadığı zamanlar bebekten kamyona bütün oyuncaklarını mutlaka orada yıkar, o çeşmenin altına girmedik eşyalarını bırakmazlardı. Dedeleri gelip de onları lavabonun başında yakalayacak olursa malzemelerini toplamaya bile fırsat bulamadan oradan tüyerlerdi. Ondan daha bir fiske bile yememişlerdi ama heybetli duruşuyla bastonu yere vurması kaçmalarına yeterdi. Odadaki iki sedirin biri duvara, diğeri pencere kenarına dayalıydı. Bir çift el dokuması divan halısı ikisine de düzgünce serilmiş, halıların altından sarkan divan örtüleri yere paralel şekilde hizalanmıştı. Her sedirin üzerinde uzun dikdörtgenden oluşan iki tane sert divan yastığı vardı. Yastıkların üzerinde bembeyaz patiskaya dikilmiş dantel, bir gerdanlık gibi salınıyordu. Turan Ağa yastıklara sırtını vermiş, elinde tespih olduğu halde oturuyordu. Gözlerini bir noktaya dikmişti. Düşünceli ve dalgındı. Kapının sesiyle ancak kendine gelebildi. Gelenleri görünce sevindi. Oğlundan ve gelininden sonra torunu elini öptü. Onu yanına oturttu, saçları-
34
nı sevdi. Elindeki bebekle ilgilendi. Yaşlandıkça daha da yumuşayan sakallarını gösterip “Bak bakalım biraz daha yumuşamış mı” diye sordu. Morali bir parça yerine gelmişti. Torunuysa -gözü muslukta- bir an önce dedesinin kollarından sıyrılıp el yıkama bahanesiyle suyun peşindeydi.
açmaya razı edebildiler. Ablasında kalıyordu. Dükkânda iyi kötü ablasının da yardımı oluyordu. Turan Ağa’nın içi biraz rahatlamıştı ama Veysi bu, durur mu! İşler iyi gidince bu sefer dükkânı şehre taşımak istedi. “Daha yenisin, biraz arkanı sağlamlaştır. Orası kurtlar sofrası.” dediler, dinlemedi. Şehirde dükkânı Hasan, okuldan erken çıkınca ertesi güne kiraladığı sıralarda ülkede ekonomik sıkıntılar kalmadan gelmeye karar verdiklerini anlattık- baş gösterdi. Bunun üzerine Veysi bırak şehre tan sonra işten güçten bahsedecekti ama Turan gitmeyi, elindekini de kapattı. Tası tarağı toplayıp köye döndü. Turan Ağa buna sevinmedi Ağa’nın yüzündeki gölge buna engel oldu. değil. Artık oğlunun, aklını başına toplayıp Siz nasılsınız? dedi. bütün gücünü toprağa vereceğini biliyordu. Turan Ağa canı her sıkıldığında yaptığı Veysi evine döndükten sonra mecburen gibi beyaz takkesini saçsız başında şöyle bir toprakla uğraşmaya başladı. Sabah erkenden dolandırdı: tarlaya gidiyor, hem kendi çalışıyor hem
Hamdolsun. Karnımız tok, sırtımız pek. Ele de ırgatların başını bekliyordu. Babasının buyruğuyla kâh yabayla harman savuruyor, güne minnetimiz yok. kâh toprağı havalandırıyordu. Oğlunun bu Sonra biraz durdu. Elindeki tespihi bir iki gayretini gören Turan Ağa, yaşına başına çekti. Devam etti: bakmadan onlarla birlikte işe girişiyordu. Biz iyiyiz de Veysi’ye dar geliyor buralar. Toprak nankör değildi. El değdikçe daha da Gitmek istiyor. Almanya diyor. coşuyor, Turan Ağa’yı mahcup etmiyordu. TuHasan sorunun Veysi olduğunu tahmin et- ran Ağa hem topraktan yana hem de oğlunmişti. Çünkü ne zaman köye gelse babasıyla dan yana mutluydu. Mahsul arttıkça oğluna en küçük kardeşi arasında bir anlaşmazlık “ Bu, senin bereketin. Köye döndün. Tarla, bağ, bahçe coştu.” diyordu. olurdu. Turan Ağa’nın büyük oğlu okumuş, polis olmuştu. Kızı liseden sonra iki yıl okumuş, sonra mutlu bir evlilik yapmıştı. Hasan ise yakın şehirlerden birinde öğretmenlik yapıyordu. Turan Ağa köyde bağ, bahçe sahibiydi. İhtiyaç sahibi köylüye el kol olurdu. Üç çocuğun büyümesine, okumasına, evlenmesine yeten toprak şimdi onları bol bol geçindiriyordu. Veysi, liseden sonra yükseğini okumayınca Turan Ağa toprağı ona emanet etmeyi düşünmüştü.
Veysi emeğinin karşılığını aldığına seviniyordu sevinmesine ama hayali bu değildi. Her akşam erken saatte yorgunluktan yatağa yığılıp kalması da değildi dert ettiği. Aradığı, özlediği başka yerler vardı içinde.
O sıralarda köylüler farklı şeylerden bahseder olmuşlardı. “Almanya” diyorlar, “işçi” diyorlar, “medeniyet, kolay kazanç, iş gücü anlaşması” diyorlardı. Veysi tarlada ırgatlardan, kahvede arkadaşlarından duyduğu bütün bu sözleri önce dikkate almadı. Sonra Veysi iki ağabeyi gibi değildi. İçinde insanlardaki heyecan arttıkça ve köyden iki deryalar köpürüyor, köye sığamıyordu. Za- kişi bu kervana katılınca Veysi de “Neden yıf ama hareketli, deli doluydu. Askerden olmasın?” dedi. dönünce İstanbul’a gidip bir an önce ticaAlmanya’ya giden bu iki tanıdık hakkında rete atılmak istedi. Turan Ağa için İstanbul sorup soruşturuyor, oradaki hayatlarına dair “Avrupa’ydı”. Oraya gidince oğlunun or- ailelerinden bilgiler alıyordu. Gidenlerin ikisi tadan kaybolacağını sanıyordu. Bir sürü de çok mutluydu. Medeniyet anlatılmaz yaikna çabasından sonra Veysi’yi köyün bağlı şanırdı. Bütün iş, makinelerdeki bir düğmeye olduğu ilçede küçük bir manifatura dükkânı bakıyordu.
35
Veysi, babasının şiddetle karşı çıkacağını bildiği için kafasındaki fikri olgunlaştırıp bir karara vardıktan sonra ona açılmayı doğru buldu. Böylelikle onu daha kolay ikna edebileceğini düşünüyordu.
Turan Ağa sabah namazını kıldıktan sonra Hasan’ı ve Veysi’yi alıp tarlaya gitti. Güneş ufku çoktan aşmıştı. Etrafta tatlı bir serinlik vardı. Soğuk toprak birazdan ısınacak, güneş insanın beynine işlercesine ışıklarını salacakTuran Ağa bu isteği duyunca beyninden tı. Toprakla hemhâl olmak için bu saatler vurulmuşa döndü. İstanbul’a gitmesine izin en iyi saatlerdi ama Turan Ağa iş yapacak vermediği oğlunu, yaban ellere gönderecekti gücü kendinde bulamıyordu. Sırtını ağaca verdi. Gözünün değebildiği en uzak yerlere ha! bakmak istercesine gözlerini kıstı. Sağ elini Olmaz! dedi sertçe. ufka doğru kaldırdı. Kalın parmaklarını iyice araladı. Elini sahip olduğu toprakların üzerinBenim Almanya’ya verecek oğlum yok. de bir baştan bir başa dolaştırıp konuşmaya Veysi şaşırmadı. Sakince: başladı: Çalışıp, para kazanıp döneceğim, dedi. Bu topraklar dedemden kaldı. Babam bizi Turan Ağa’nın yüz hatları gerilmişti: bu toprakla doyurdu, büyüttü. Ya ağabeylerin gibi devlete hizmet edersin, ya toprağa!
Veysi’ye bakarak:
Anacığın sana şu ağacın altında sancılanVeysi babasını razı edemeyeceğini anla- dı. Doğum haberini duyduğumda ilk oğlum yınca kararlı bir sesle: doğmuş gibi sevindim. Bu toprak alın terimizi Yakın zamanda işlemlere başlayacağım, emdi. Rabbim de hamdolsun boşa çıkarmadı çabamı. Bana dört tane pırlanta gibi evlat dedi ve odadan çıktı. nasip etti. Hepsini bu toprakla besledim, Turan Ağa’nın haykırışı avludan bile duyu- büyüttüm, okuttum. Şimdi onu yabana mı yâr luyordu: edeyim? Cenazemi çiğner öyle gidersin! Veysi, sessiz ve dalgın dinlediği babasının Hasan ailesiyle köye bu tartışmanın tam ertesi günü gelmişti. Ne diyeceğini, kardeşini nasıl ikna edebileceğini bilemedi. Etrafında duyduğu “Almancı” hikâyelerinin en acılarını anlatıyor; giden ama bir daha asla geri dönmeyen, karısının üstüne Alman’la evlenen kişileri örnek gösteriyor; yıkılan yuvalardan, tutulmayan sözlerden bahsedip duruyordu. Veysi Nuh diyor peygamber demiyor, bütün bu sözleri kulak ardı ediyordu. Turan Ağa’yı dinlemeyen Veysi Hasan’ı mı dinleyecekti?
36
son cümlesinden sonra kendine geldi: Gidişim temelli değil baba, dedi.
Babası duymamış gibi, gözlerini Veysi’ye dikerek devam etti: Ne eksik? Aç mıyız, açıkta mıyız? Köyde seviliriz, sayılırız. Sevdiğin varsa söyle, isteyeyim; yine iş mi kurmak istiyorsun gidip kuralım. Veysi, babasının ısrarları karşısında gözlerini nereye çevireceğini şaşırıyor, elini kolunu
bir yere yerleştiremiyordu. Onu ikna etmek kimse yolculuk için harcadığı paraları görmeiçin aklına gelenleri söylemeye başladı: yecek, “Sen yeter ki gitme, masrafı biz üstleHem orada yaşlılara çok iyi bakılıyormuş. niriz.” diyeceklerdi. Son gece az konuşuldu, İşi olmayanlar bile çok rahatmış. Hükümet iş- erken yatıldı. Herkesin aklında yarın babalasizlik maaşı veriyormuş. Birkaç seneye kadar rının tren istasyonuna, Veysi’yi uğurlamaya belki tarlaya gelecek hâlin kalmayacak. Dü- gelip gelmeyeceği sorusu vardı.
şünsene seni de oraya aldırsam, sana işsizlik Ortalık yeni yeni aydınlanmış, bütün karmaaşı bağlatsak… deşler sininin etrafında toplanmıştı. Turan Şimdiye kadar oğlunu sakince dinleyen Ağa’nın yeri boştu. Sırf yemiş olmak için iki Turan Ağa’nın bu sözler karşısında kan lokmayı ağızlarında çevirirken Hasan annebeynine sıçradı. Kıpkırmızı olmuş yüzü, fal sine “Babam gelmeyecek mi?” diye sordu. taşı gibi açılmış gözleriyle oğlunun yüzüne Annesi, babasının ezanla evden çıktığını baktı. Veysi de Hasan da babalarını ilk kez söyleyince bütün gece onun elini nasıl öpeceböyle görüyorlardı. Korktular. Hasan, sakin- ğini düşünen Veysi’nin ağzındaki lokma zehir leşmesi için babasının kolundan tutacak oldu. oldu. Kalktı. Lavaboya gitti. Gözlerinde biriTuran Ağa hışımla çekti kolunu. Veysi’nin ken yaşların akmasına engel olamadı. Demek gözlerini delercesine ona bakıyordu. Kısık babasının duasını alamadan gidecekti. ama kudretli bir sesle:
İstasyona vardıklarında annesi, ablası, ağabeyleri Veysi’nin kaç kere dinlediği temUlan ben işsiz miyim? dedi. bihleri yinelediler. Sağlığına, parasına puSonra yere çömeldi. Eline aldığı bir avuç luna çok dikkat etmesini; onları kesinlikle toprağı havaya kaldırdı. Sıkı sıkı tuttuğu kuru habersiz bırakmamasını istediler. toprak, parmaklarının arasından kum gibi Veysi’nin içinde kocaman bir boşluk vardı. dökülüyordu. Bu sefer bağırarak: Anasından başlayıp hepsinin elini öperken Bu toprak beni işsiz bırakır mı sanıyorsun Hasan’ın kızı heyecanla bağırdı: sen? Bu toprak beni ekmeksiz bırakır mı? Aaa, dedem geldi! Delici bakışlarını birkaç saniye daha oğluBütün başlar arkaya çevrildi. Turan Ağa nun gözlerinde tuttuktan sonra onun konuşmabiraz ileride şalvarı, ceketi, dışarıya çıkarsına fırsat vermeden çekip gitti. ken taktığı siyah kasketiyle öylece duruyor; Bu, Turan Ağa’nın Veysi’ye son sözü, önünden, arkasından insanlar geçiyordu. Sol son bakışı oldu. Baba, oğul evde bile karşı- elinde bastonu, sağ elinde sıkı sıkı tuttuğu bir laşmamaya özen gösteriyorlardı. Turan Ağa, mendil vardı. Veysi’yle göz göze geldiler. oğlunun sarf ettiği sözleri kendine ve vatanına Veysi, küçük bir kararsızlıktan sonra hızlı hakaret olarak görmüştü. Küskünlüğü bun- adımlarla gitti, babasının elini –mendile aldırdandı. Veysi ise gitmekte kararlı olduğu için madan- iki avucunun arasına alıp öptü, öptü. babasının karşısına bir daha çıkıp da arala- Turan Ağa elinde tuttuğu mendili açtı. Bir rındaki köprüleri iyice yıkmak istemiyordu. avuç kuru toprak vardı içinde. Mendili tekrar Bu yüzden gözü yaşlı anasının arayı bulma bağladı. Veysi’nin eline koyup: çabalarına destek olmuyor, Almanya yolculuToprağını, vatanını unutmayasın, dedi. ğunun bütün işlemelerini eksiksiz yapmak için köyden şehre gidip geliyordu. Trenin son düdüğü çalarken Veysi babasıYolculuğa bir gün kala ablası ve ağabey- na sıkı sıkı sarıldı: leri Veysi’yi yolcu etmek için köye geldiler. Döneceğim baba. Mutlaka döneceğim. Almanya’ya kardeşlerini uğurlamıyorlardı Trenin arkasından bakan Turan Ağa, sakada sanki evden cenaze çıkarıyorlardı. Veysi lına sızan yaşlara engel olamadı. şimdi, o gece “Gitmekten vazgeçtim.” dese
37
Kimimiz için “nokta”, kimimiz için “virgül” M.Volkan Akacı Umudunu kaybetmeyen, bu hayatı çok sevenlere… Faruk Eczacıbaşı tarafından kaleme alınan ve 2018 yılında KÜY (Koç Üniversitesi Yayınları) tarafından raflarla buluşturulan “ Daha Yeni Başlıyor; Geleceğin Dünyasında Esneklik, Yakınsama, Ağ Yapısı ve Karanlık Taraf” kitabının bir yerinde lineer (doğrusal) düşünme ve üssel büyüme üzerine atıflar var. Gelişen teknolojinin, internetin ve bilgi paylaşımının yeni tip kuşaklara (Y ve Z kuşağı) etkilerinden, onların düşünme biçimlerinin değişiminden bahsediyor ve örnekler veriyor. Kitabın bahsi geçen kısmında üssel artışla alakalı şöyle bir soru okudum ve birkaç saat sonra bu soruyu twitter üzerinden olduğu gibi paylaştım. Soru şu: “Bir havuz her gün bir önceki günün iki katı doluyorsa, üç haftada yarısı dolan havuz tam olarak ne zaman dolar?”. İlk ve doğru cevabı veren matematik mezunu bir arkadaşımdı. Ona göre yaşça daha genç ve sosyal medyayı daha aktif kullanan, her gece sağlık bakanlığının corona virüs verilerini, grafiklerini paylaşan arkadaşım ise şu cevabı verdi: “ Yoğun bakımlar taşar”. Dünyayı adeta bir dönüşüme zorlayan corona virüs maalesef ülkemizde mart ayında ölümlü vakalar ile şiddetini göstermeye başladı. Corona virüs dönüşüme zorluyor diyorum çünkü corona virüs ile dönüşüm evresinde olan ve bunda sonra dönüşmek zorunda olan işler, alışkanlıklar var. Dönüşüm evresinde olan şeylerin başında evde çalışma bir örnek verilebilir. Ülkemizde mart ayı sonu itibariyle kısmi karantina altında geçen süreçte özel ve kamuda çalışanlar işlerini evden takip ediyorlar. Şimdi birinci “virgülü” buraya koyalım ve düşünelim. Süreç tamamlandığında bazı meslek gruplarının gerçekten evlerinden çıkıp işlerine gitmelerine gerek var mı? Çalışanlar fiziki olarak yer değiştirmeden işlerini evlerinden halledebiliyorsa iş ve çalışma kavramı dönüşümünü hızlandırır. Böyle bir çalışma şekli için iş hukukunda düzenleme yapmak gerekir mi; bir dönüşüm daha. Dönüşüm içinde olan bir diğer konusu ise şüphesiz para ve ödeme şekilleri. Corona virüsün çıktığı Çin’de ilginç bir olay yaşanıyor. Xi kentinde kimliği belirsiz bir kişi tarafından metro istasyonunda yerlere kağıt para saçılıyor fakat virüs korkusundan dolayı kimse yere saçılan paralara dokunmuyor. Kendimize şu soruyu soralım: Hayatın olağanın dışında yaşanmaya başladığı günden beridir ne sıklıkla kâğıt, bozuk para, kredi veya banka kartı kullandık? Hatta meseleyi biraz daha daraltalım: Kartlarda bulunan temassız ödeme şeklini mi daha aktif kullandık? Her iki soruya benim vereceğim cevap evet. “Sokağa çıkmamaya özen gösterin, evde kalın” çağrısı yapıldığı günden bugüne (nerdeyse 20 gündür) banka kartı kullandım ve ödemelerimin %90’nı temassız ödeme ile gerçekleştirdim. Yani kâğıt veya bozuk paraya ihtiyaç duymadım. Bu süreçte bankalar şifre kullanmadan temassız olarak 100 TL olan alışveriş limitini 250 TL olarak güncellediler ve müşterilerine çevrimiçi, mobil bankacılık kullanmaları yönünde elektronik posta ve SMS gönderdiler. Hatırlayın son iki yıldır dünyada özellikle bitcoin ile adlarını öğrendiğimiz çeşitli kripto paralar var. İkinci “virgülü” buraya koyalım ve soralım. Gelecekte kâğıt veya bozuk paraya gerek kalacak mı? Yeni bankacılık düzenlemelerine ve alternatif ödeme şekillerine hazır mıyız? Dönüşümün son halkalarında ise kısmi olarak hazırlıksız yakalanmamıza rağmen başarılı
38
şekilde yürüyen uzaktan eğitim, özellikle tedarik zincirinin bozulduğu gıda ve medikal alanları ve sosyal çevreyle etkileşim var. Her biri kendi içinde dönüşümlere başladı. Okuyucunun bunlar üzerinde gözlem ve tecrübeleri vardır. Muhtemelen bu yazı okunduğu dönemde halen kısmi veya tamamıyla karantina sürecinde olacağız bundan dolayı daha fazla gözlem şansımız olacak. Yazının başındaki havuz problemin cevabı: Ertesi gün yani 22. Gün Hayatımızın güneş takvimine göre doğrusal şekilde ilerlerken, ömrümüz dolarken etrafımızdaki olaylar üssel şekilde vuku buluyor. Corona virüs sürecini üssel vuku bulan olaylar arasına koyulmuş bir “virgül” olarak değerlendirmeli ve bugüne kadar üst üste birikmiş, saçaklanmış bilgiyi, dönüşüme girmiş “şeyleri” anlamaya çalışmada kullanmalıyız. Yağmurun sesini dinlemek, ekip biçmek yerine terk edip arkamızda bıraktığımız topraklara, tarlalara, bağlara dönmek, vatandaş olarak sahip olduğumuz hakların neler olduğu öğrenmek adına bir fırsat, “virgül” olabilir. Venedik kanallarına yıllar sonra yunusların
gelmesi bizi umutlandırabilir. Dünyadaki hava kirliliğinin gözlemlenebilir ve ölçülebilir şekilde azaldığına şahit olmak yaşam sevincimizi artırabilir. Ve tabi ki, dünya yaşlılarına sırt dönerken, halen hayatta olan büyüklerimizin engin bilgi ve tecrübelerinden istifade etmek için güzel bir zaman dilimi. Bunun yanında, virüse karşı Google ile iş birliği yapacağını açıklayan ve vatandaşlarının hastaneye gelmeden önce Google’ın sorularına cevap vererek-ön muayene olarak hasta olup olmadıklarına karar vermelerini sağlayan Amerika’nın belki de bundan sonra hayata geçireceği sağlık sistemini anlamak için bir şans, bir “virgül”. Yıllardır reformlar yaparak dâhil olmaya çalıştığımız Avrupa Birliği ülkelerinin kriz durumunda birbirleriyle olan ilişkilerini anlamak ve gelecekte başlayacak politik tartışmaları tahmin etmek için de bir “virgül”. Yazının başlığında geçen “nokta” ise umutlarımızın bittiği anda, serüvenin elbette son karakteri olarak yazıda yerini alacaktır. Bu sürecin bol virgül ve kazanımla atlatılması dileğiyle!
39
Aşık Paşa’nın İnsan Anlayışı
Tuba Sarı Çitil
“Senden ayruk yokdur Allah illa sen Var-ıdun sen cümle âlem yog-iken” Asıl adı Ali olan Âşık Paşa 1272 yılında Kırşehir-Arapkir’de dünyaya gelmiştir. Baba ve anne tarafı bakımından devrin hatırı sayılır ailelerine bağlıdır. Babası Muhlis Paşa, Baba İlyas’ın oğludur. Şeyh İlyas olarak da anılan Baba İlyas, Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiştir. Mutasavvıf ve fazıl bir kimse olan Şeyh İlyas’ın müritlerinin çokluğu devrin hükümdarı II.Gıyaseddin Keyhüsrev tarafından iyi karşılanmamış ve öğrencilerinden Baba İshak’ın başlattığı ayaklanma sebebi ile 1241 yılında şehit edilmiştir.1 Âşık Paşa’nın babası Muhlis Paşa ölümünden önce onu Şeyh Osman’a emanet etmiştir. Âşık Paşa’nın hayatı devlet otoritesinin zayıfladığı ve Moğol zulmünün yoğun olduğu bir dönemde geçmiştir. Bu karışıklıklar içinde, babasının onu emanet ettiği Şeyh Osman’ın eğitimine büyük katkısı olmuştur. Zâhirî ve bâtınî ilimlere vakıf olan Âşık Paşa, Arapça ve Farsça yanında Ermeni ve İbranî dillerini de öğrenmiştir.2 Âşık Paşa, devrindeki sosyal hadiseler gereği hayata hikmet açısından bakan bir düşünürdür. Ayrıca ledünni ilim tahsil etmiştir. En önemli eseri olan Garib-nâme’yi 1330 yılında Türkçe olarak kaleme almıştır. Garib-nâme Anadolu’da Türk tasavvuf edebiyatının en eski ve tesir dairesi çok geniş olmuş eserlerden biridir.3 Allah’a hamd ve şükür, peygambere salat ve selam ile başlayan eserin giriş bölümünde, dinin her bakımından savunucuları ve yiğitleri iman ehlinin önderleri ve İslam kafilesinin 1 Kemal Yavuz, Âşık Paşa Garib-nâme, TDK Yay., İstanbul 2000, s.XXVIII 2 Kemal Yavuz, Âşık Paşa Garib-nâme, TDK Yay., İstanbul 2000, s.XXX 3 İslam Ansiklopedisi,4 ,1991.Cilt,s.1,Aşık Paşa maddesi,Günay KUT
40
arkasından gittikleri olarak nitelendirdiği İslam âlimleri ve tarikat kurucularının kendi fikirleri ve sırları ile ilgili kitapları Arapça ve başka dillerde yazdıklarını, böylece Müslümanları cehaletin karanlığından ilmin yoluna çıkardıklarını ifade eder. Fakat kendisinin içinde bulunduğu zamanda, insanların çoğunun manaları anlamanın neye yaradığını bilmediğini ve bu yüzden Türk dilinde bir kitap yazdığını belirtmek sureti ile, eseri kaleme alma sebebinin Anadolu halkına yaratılmaktan maksadın ne olduğunu Türkçe anlatmak olarak ifade etmiştir. Her bölümde on kıssa olmak üzere on bölümden oluşan eser, oldukça sistematik bir düzene sahiptir. Her bölümde anlatılmak istenilen konu ile ilgili ayet ve hadislere yer verilmiş ve somut örnekler ile konunun daha kolay anlaşılması sağlanmıştır. Zira eserin gerek giriş kısmında, gerek ise ilerleyen bölümlerinde de sık sık değinildiği üzere Garib-nâme’nin kaleme alınma sebebi, halkın hakikati anlamasını sağlamaktır. Bu sebeple sade ve anlaşılabilir bir dil kullanılmış, herhangi bir sanat kaygısı güdülmemiştir. Birinci bölümde insanların birlik olmalarının önemi ile başlayıp, insanın yaratılışı, maddi ve manevi yönü, insanın tabiat ile benzerliği, insanların birbirleri ile ve Tanrı ile ilişkisi üzerine geliştirilen eser, dokuzuncu bölümde “alperen” olarak nitelendirdiği ideal insan modeline varana dek insanın fiziksel ve ruhi gelişimi, içinde yaşadığı toplum ile ilişkisi gibi birçok konuyu ayrıntılı olarak ele almıştır. Bu yönü ile salt bir tasavvuf metni olmanın ötesinde, insana dair neredeyse her konunun ele alındığı önemli bir kaynaktır. Bilhassa eserin dokuzuncu bölümünde müstakil bir kısım ayrılan alperenlik bahsi ile ortaya konulan ideal insan modeli, günümüz insanının problemlerine de ışık tutacak niteliktedir. Âşık Paşa alperenlik bahsinde “Pehlivan ve Yiğitlerin hallerini, yiğitlerin dokuz şey ile mal ve mülklerini koruduklarını ve Allah adamlarının da yine dokuz şey ile din düşmanları ve şeytan bölükleri ile savaştıklarını” anlatır. Bu kıssada ahlâkî erdemler ruha iliş-
kin olanlar ve bedene ilişkin olanlar olmak üzere ikiye ayrılmış ve ilk önce Alplığın dokuz maddi şartına yer verilmiştir. Bunlar cesaret, fiziki kuvvet, gayret, at(binek),zırh, yay, kılıç, süngü ve dosttur. Bu dokuz özellik kimde varsa, insanlar onu “Alp” adı ile çağırır. Bunlar herkes tarafından görülebilen özellikler olup, dünya alplığının alametleridir. Bir de Din alplığı vardır ki; bunun da dokuz alameti vardır. Din içinde alplık insanın nefsini yenmesi ve ona karşı çıkmasıdır. Din alplığının ikinci şartı nefsin gücünü kuvvetini yok etmektir. Buna riyâzet denir. Üçüncü şart kifâyettir. Dördüncü şart aşktır. Din alplığının beşinci şartı tevekküldür. Altıncı şart şeriat bilgisidir. Din alplığının yedinci şartı ilimdir. Sekizinci şart uzak düşmanı vurup yara açan himmettir. Bunların hepsinden sonra din alpına sevdiği için canından geçebilecek bir arkadaş gerekir. Bu din doğru arkadaş ile yayılmıştır. Kimse yalnız başına yolda ilerleyememiş, arkadaşı olmayan işini başaramamıştır. Dünyaya gelen her peygamber ve veli kendine dost edinmiştir. Yola girenin yol alması arkadaş ile mümkün olmuş ve Hakk’a ulaşanlar da arkadaş ile bunu başarmıştır. Doğru yola varan dost ile varmış, gerçek veli de dostu hiçbir zaman elden bırakmamıştır. Bu dünyada din dostlar ile karar tutmuştur. Âşık Paşa Alplığın maddi ve manevi şartlarını açıkladıktan sonra, insanın ya dünyada yiğit ya da din içinde önder olması gerektiğini, aksi durumda faydasız bir ömür geçirmiş olacağını belirterek aslında birtakım özellikleri taşımayan insanın ahlâki bakımdan eksik olacağı vurgulamaktadır. O insanın kendini bilmesini ve bu vesile hakikate ulaşmasını oldukça önemsemektedir. Ona göre kendini bilmeyen insanın hayvandan herhangi bir farkı yoktur. Bu sebeple bir hakikat rehberi olarak kaleme aldığı Garib-nâme’de günlük hayata dair insanların kolaylıkla anlayabileceği örneklere yer vermiş ve öğütlerde bulunmuştur. İnsanın gelişime etkisi olan bütün iç ve dış faktörleri, maddi ve manevi unsurları bir bütün olarak ele almıştır. Her bir insan uzvunun bir ibadeti olduğunu, ancak ibadetin amacı
41
bilinmez ise ondan fayda sağlanamayacağına değinerek içinde bulunduğu döneme nazaran oldukça akılcı bir bakış açısı getirmiştir. KAYNAKÇA İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem; Çeviri ve Şerh:Ekrem Demirli, Ankara, Kabalcı Yayıncılık, 2013. İz, Fahir- Kut, Günay; Âşık Paşa, İstanbul, Büyük Türk Klasikleri, C.1, 1981. Köprülü, Mehmet Fuad; “Âşık Paşa”, İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, Millî Eğitim Basımevi, C.I, 1975. Köprülü, Mehmet Fuad; Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 1991. Kut, Günay; “Âşık Paşa”, İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.4, 1991. Yavuz, Kemal; Âşık Paşa Garib-nâme, İstanbul, Türk Dil Kurumu Yayınları:764/1, C.I-II, 2000.
42
KELEBEK
RENKLİ
Sultan Kılıç Onun adı kelebek Renkli Siyah kanatlı, Mavi, pembe benekli Var iki tane de küçük anteni. O yaşadığı ormanın en neşelisi Yeşil bir tırtılken On beş gün kalmış kozada. Sonra renkli bir kelebek Çıkmış ortaya. O günden sonra özgürlüğünü Almış kanatlarından. Yaşama sevincini de gün ışığından. Kırdaki tüm çiçekleri istermiş tek tek dolaşmak. Onlarla tanışıp arkadaş olmak Bir gün dolaşırken kırlarda Bir çocuk görmüş elinde filesiyle. Renkliymiş o da kendisi gibi. Üzerinde rengârenk kıyafetleri Çok ilgiliymiş çiçeklerle. Bir şeyler arıyormuş Onların içerisinde. Merakına yenilmiş bizim Renkli. Ondan zarar göreceğini bilemezmiş ki! Uçmuş yanına yavaşça Onu yakından tanımakmış Tek istediği. Derken göz göze gelmiş çocukla! Elindeki filesiyle hemencecik Yakalayıvermiş Renkli’ yi. Koymuş onu kavanoza Renkli görmüş ki Arkadaşları da burada Bu çocuk bizden ne istiyor ki
Demiş, korkudan titreyen arkadaşlarına? Bilmiyormuş nedenini onlar da. Küçük kız mutluymuş Koleksiyonuna bir kelebek daha eklediği için. Çok da umurunda değilmiş Kelebeklerin ne hissettikleri. Düşünüyorlarmış nasıl buradan çıkacaklarını Renkli ve arkadaşları. Acaba bu küçük kızla konuşsalar Bırakır mıymış onları? Deseler, doğa biz varsak güzel Çiçekler bizim sayemizde çeşitli ve renkliler. Kendi isteklerimiz için Hapsetmemeliyiz hiçbir canlıyı Hepsi de kendi doğasında yaşamalı. Bozmamalıyız ekolojik dengeyi. Cesaretini tolayıp Tam da planladıkları gibi Söylemiş küçük kıza düşüncelerini Renkli. Meğer yaptığı yanlışın Farkında değilmiş o da Demiş, iyi ki konuştun benimle Sayende anladım hatamı Açmış kavanozun kapağını Özgür bırakmış onları Eveet, insanlar bazen ne kadar bencil değil mi? Sırf mutlu olmak için kendileri Yok sayıyor diğer canlıların hislerini Siz böyle olmayın çocuklar Bizim gibi özgür olmalı tüm hayvanlar!!! / 17.05.2020
43
CİDAL İÇİNDE HASREDİLEN BİR ÖMÜR:
DR. SADIK AHMET
Aykut Sungur
“Bu adamlar içeride bizim ırkımızı inkâr etmek istiyorlar. Bu tahkime yeri 1923’te bu kadar insan toplamıştı, bir de şimdi! Bizim ırkımızı inkâr edebilecek adam yok! Türk’üz Türk’üz Türk’üz…” Meriç Nehri, Karasu, Rodop Dağları ve Ege Denizi arasında, 8578 kilometre karelik alana sıkışmış, Yunanistan sınırları içerisinde kalmış başı belalı bir Türk yurdu Batı Trakya…Ve bu topraklarda yaşayan, yalnızlığın yırtıcı pençesine düşmüş bir avuç Türk’ün esir olmayacağını, bayraksız, ezansız ve hürriyetsiz kalamayacağını ömrü hayatının sonuna kadar bir bardız geçidinde haykıran abide şahsiyet, Türklüğün mürüvveti için ruhaniyetini vakfeden bir mücadele adamı; Dr. Sadık Ahmet… Batı Trakya yüzyıllarca Osmanlı hudutları içerisinde bulunmuştur. Hafız Hakkı Paşa’nın deyimiyle Türk’ün yaşadığı en ağır bozgunlardan biri olan, yüz binlerce Türk evladının yurdunu bırakıp binbir zulüm içerisinde göç etmeye mecbur olduğu Balkan Savaşlarından sonra Bulgaristan’a bırakılmıştır. Daha sonra yaşayışlarıyla, kültürleriyle türküleriyle, inançlarıyla Anadolunun herhangi bir yerinde yaşayan bir insanla aynı duygulara sahip olan bu insanların yaşadığı bu topraklar Lozan Antlaşması gereğince, orada yaşayan Türklerin statüleri belirlenerek Yunanistan’ın eline geçmiştir. Böylece bu statü günümüze gelene kadar korunmuştur. Son yüzyılı acılarla, göçlerle ve ayrılıklarla dolu, her şeye rağmen insanların Türk gibi yaşayıp Türk gibi düşündüğü bu topraklarda bugün yaşayan Türklerin kişi hak ve hürriyetleri
44
yok sayılarak, karşı bir sindirme politikası güdülmektedir. Baskı ve haksız uygulamalarla Türklerin kültür ve kimlikleri ellerinden alınmak istenmektedir. Yunanistan Cumhurbaşkanı Propokis Pavlopulos Batı Trakya Türkleri için istihza ederek “Yunan Müslüman azınlık” ifadesini sıklıkla kullanması adeta Türk kimliğini yok etmek istemesinin delili sayılabilecektir. Türklerin yüzlerce yıldır hakkaniyetle yönettiği bu topraklarda hak etmediği zulüm ve ayrımcılıkları yaşamasına dur denilmesi iktiza edilmişti. Dr. Sadık Ahmet yıllarca hafızalarımızda yer edinecek mücadelesine bu doğrultuda başlamıştı.
kede iktidar ve muhalefet tarafından ırkımız inkâr edilir ve bütün insanlık dışı baskılar bizlere uygulanırsa pek tabii ki bizler toplum olarak demokrasinin getirdiği bazı haklarını kullanmak zorunda kalırız. Bunlardan biri de bağımsız bir liste halinde seçimlere girmek ve bu şekilde bizlere yapılan baskıları, hiçbir partiden fayda olmadığını, Türk olduğumuzu oylarımızla yönetime ve dünya kamuoyuna duyurmaktır. Aynı zamanda seçilecek milletvekili partiye değil kendi toplumuna bağlı olacaktır.” Türklerin Sadık Ahmet’e olan inançları, şahsına verilen 22 bin oyla tescillenmişti. Mecliste yapılan yemin töreninde İslam dini kurallarına göre yemin ederek yürüdüğü yolu korkusuzca ortaya koymuştu. Fakat türlü engellemelerle tekrar edilen seçimde, Sadık Ahmet’in önüne yeniden engeller çıkarılarak yeniden seçimlere girmesinin önüne geçilmişti. Bunun üzerine Türkleri temsilen İsmail Rodoplu aday olarak telakki edilip seçilmişti.
Sadık Ahmet 7 Ocak 1947’de Gümülcine’nin Sirkeli köyünde doğmuştur. Üniversite öğrenim yılını Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde geçirdikten sonra Selanik Üniversitesi Tıp Fakültesine girdi. 1978 yılında Batı Trakya’ya dönüp cerrahlık ihtisasına başladı. Bir cerrah olmasına rağmen o yıllarda ömrünü adayacağı konu olan Batı Trakya Türklerinin toplumsal sorunlarıyla ilgilenmeye Sadık Ahmet 1990’da yaptığı bir konuşbaşlamıştı. Milleti için vereceği mücadelede mada daha Batı Trakya azınlığı ile Türk ifadeelini taşın altına bu esnada koymuştu. lerini kullandığı için suç işlediği öne sürülerek Sadık Ahmet, Batı Trakya Türklerinin sesini yargılamaya tabi tutulup tutuklanmış ve Selailk olarak 1987’de Selanik’te düzenlenen nik Dudullu hapishanesinde 2 ay geçirdikten demokrasi ve insan hakları konulu ulusla- sonra cezasının kalanı paraya çevrilip serrarası bir toplantıda katılımcılara Türklerin best bırakılmıştı. Bu süreçte cezasına sebep sorunlarını gösteren bir kampanya belgesinin olan tarihi cümle ise şöyleydi: “…Ben bir Türk İngilizce metnini dağıtarak duyurmuştu. Bu- olduğum için hapse götürülüyorum. Eğer Türk nun ardından çeşitli suçlar gerekçesiyle 30 ay olmak bir suç ise, burada tekrar ediyorum. hapse mahkûm edilmişti. Fakat hissesine dü- Ben bir Türküm ve öyle kalacağım. Bu mesaşen külfetin bilincinde olarak yine de onuncu jımla Batı Trakya azınlığına sesleniyorum ve köye doğru çoktan yola çıkmıştı. Mücadeleyi Türk olduklarını unutmamalarını söylüyorum.” Yunanistan’ın kalbine yani Yunan meclisine Türk olduğunu onlar unutsa bile düşman unuttaşıyarak siyaset sahnesinde Türklerin hakla- mayacaktı. rını savunmak istiyordu. Fakat önüne hukuki Dr. Sadık Ahmet 2 ay süren tutsaklık günve siyasi setler çekerek hatta bazen bölgede lerinin ardından “nerede kalmıştık” dercesine önde gelenleri cebr ile bastırmaya ve korkut- mücadelesine kaldığı yerden devam ediyormaya çalışarak, onu tevkif etmeye çalışmış- du. 8 Nisan 1990’da bir kez daha bağımsız lardı. Sadık Ahmet ve arkadaşları bölgede milletvekili olarak seçilmişti. Daha sonra veriyaşayan Türk halkından ise çok büyük destek len mücadelenin daha kavi ve etkin olabilmealmıştı. Geri dönülmez bir yola girilmişti, si için, Türklerin tek bir parti altında seslerini çünkü söz konusu varlık sebepleriydi, Türklük duyurabilmesi adına “Dostluk Eşitlik ve Barış öz benlikleriydi. 1989 seçimleri öncesinde iki Partisini” kurmuştu. Önüne çıkarılan muhtelif liste tayin edilmişti. Sadık Ahmet bu listeleri engellere rağmen Dr. Sadık Ahmet her seşöyle tanımlıyordu: “Doğup büyüğümüz ül-
45
Garbi (Batı) Trakya Bağımsız Cumhuriyeti’nin kurulduğu dönemde Kırcaalili milisler, eşraf ve halk. ferinde bu engelleri muvaffakiyetle atlatmış, zaman ilerledikçe de daha fazla şiddete ve tehdite maruz kalmıştı. Mezkur tehditler mücadeleye başladığı günden beri devam etmişti, fakat bunlar bölgedeki Türklüğün bekası için azmedip serden geçen Dr. Sadık Ahmet’i elbette ki yıldıramayacaktı. İlerleyen yıllarda, Yunan makamlarının caydırıcı politikasının sürmesine rağmen, Sadık Ahmet, ülke içinde ve bilhassa uluslararası ortamlarda Batı Trakya Türklerinin sorunlarını başarı ile dile getirmeye devam etmişti. O artık Türkün kısılan sesinin avazı, bölgedeki Türklerin lideri olmuştu. Önden gidenlerin hep “sözde bir kazadan” ötürü aramızdan ayrılışları havsalamızda hâlâ yeni bir fidan gibi durmaktadır. Sadık Ahmet de günlerden bir gün evinden dışarı adım attığında geri dönülmez bir gidiş ile yol almıştı. 24 Temmuz 1995 tarihinde, tam tamına 72 yıl önce aynı gün içinde Lozan’da Batı Trakya Türklerinin haklarının garanti altına alındığı tarihte, Gümülcine şehrine bağlı Susurköy dışında şüpheli bir trafik kazası ile hayatını kaybetmiştir. Sadık Ahmet, bu topraklarda müşkül bir mücadele gösteren Süleyman Askeri Bey’in, Enver Bey’in, Hasan Tahsin’in, Kuşçubaşının
46
ve Mustafa Kemal’in taşıdığı sancağı eline alıp, Türk kimliğini yasaklayarak yok etmek isteyenlere karşı mevcudiyetini set çekmiştir. Onun açtığı yol, yaktığı meşale ve inşa ettiği sarsılmaz inanç bugün canlılığından zerre kaybetmemiştir. Geçmişte olduğu gibi bugün ve gelecekte de Batı Trakya Türklerinin en gür sesi, haklarının en güçlü savunucusu olarak kalmaya devam edecektir. Ebülfez Elçibey, İsa Yusuf Alptekin, Cemil Kırımoğlu, Sadık Ahmet ve daha ismini sayamadığımız, yaşadıkları coğrafyalarda Türklüğün bekası ve ittihadı için bir ömür boyu mücadele etmekten imtina etmeyen civanmertler… Onlardan devraldığımız mücadele azmi bizi biz yapan değerlerdir. “Cihan vatandan ibaret itikadımca” düsturuyla hareket ederek nerede bir Türk varsa orada onun için mücadele etmek necatımızın bir lüzumu, doğuşumuzun ve var olmamızın yegâne vecibesidir. “Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!” Saygı ve rahmetle…
Karantinanın Fark Ettirdikleri
Reyyan Ceyhan Dünyaca içinde bulunduğumuz COVID 19 salgını sürecinde biz sağlıkla evde kalalım diye dışarıda çalışmaya devam eden sağlık çalışanlarına, güvenlik güçlerine, eğitimimize uzaktan devam etmemiz için çalışan öğretmenlere, market çalışanlarına, kargolarımızı bize ulaştıranlara… Yani ülkemizin kahramanlarına minnettarız, hepsine sonsuz teşekkürler. Hepimiz baharın da geldiği şu günlerde parkta, okulda, sokakta, çarşıda, sevdiklerimizin yanında olmak isterdik. Çünkü mutlu olmak istiyoruz. Tüm vaktimizi evde geçirdiğimiz şu günlerde çokça düşünmeye fırsatım oluyor, aslında bizi mutlu eden şey neydi? Düşünmelerim sonunda vardığım sonuç; bizi mutlu eden şey sürekli evde durmak, istediğimiz saatte uyanabilmek, gönlümüzce televizyon izlemek, süresiz oyun oynamak, sürekli kitap okumak değilmiş. Okulda öğretmenlerimizden ders dinledikten sonra teneffüse çıkmak, akşam evde ödevlerimizi bitirdikten sonra istediklerimizi yapabilmek, 5 gün okula gittikten sonra 2 gün tatil yapmak yani bir çaba gösterdikten sonra eğlenmek beni mutlu ediyormuş. Ve tabi sevdiklerimle, arkadaşlarımla vakit geçirmek istediğim zaman görüşebilmek de mutluluk sebeplerimdenmiş. Ancak bu süreç geçici ve bu zamanı da iyi geçirebiliriz. Derslerimizdeki eksikleri giderebilir, bilmediğimiz şeyleri öğrenebilir, ailemizle vakit geçirebilir, her zaman okuduğumuzdan daha çok kitap okuyabilir ve hatta normal zamanda yapmaya vakit bulamadığımız ev işleriyle ilgilenebiliriz. Dilerim evde kaldığımız bu günler çabucak biter ve sağlıklı günlere yeniden kavuşuruz.
GELECEĞİMİZDEN SESLER 47
Sabret,
şükret
ve seyret…
İsmail Kaygısız Kağıda duygusunu döken her insan vardır illa ki bir sebebi. Arkadaşına, dostuna veya en sevdiğine anlatamadıklarını döker de kağıda biz şiir der geçeriz. Ne tanırız yazanı ne biliriz duygularını ama kendimizden illa ki bir şeyler buluruz her dizede her mısrada. Tanımadığımız, bilmediğimiz insanların duygu selinde buluveririz kendimizi. Kimimiz demli çayından yudumlar, kimimiz tel tel dumanı tüten sigarasından bir duman daha çeker. Ama o şiirlerde çektiğin nefeste yudumladığında daha öncekilerden her zaman farklı tatlar verir insana. Çünkü şiir yazmakta şiir okumakta gönül ehlinin işidir. Çünkü şiir hüzünlendirir gönlünde hissedeni; ister aşk şiiri olsun isterse de mutluluk şiiri olsun. Edebiyat formlarından her türlüsünü okuyun ancak şiirde bulduğunuz kendiniz hiç birinde bulamazsınız. Şiir yazmak öyle bir şeydir ki kahkahalara boğulduğun anda arkada kısık sesle çalan radyodan gelen ve seni anılara, hasretlere belki de kaybettiğin sevdalara sürükleyen bir türkü gibidir. Çalar çalar da bitti mi seni tekrar kahkahalara bırakmaz, öylece ortada bırakıverir ve gönül evinde o türküyü hep söyletir.
olan insanların değil veyahut kadının, erkeğin harcı olarak değil gönülde sızıyı hissedenin; hasretlik, sevdalık ve ülküsü peşinde koşan gönlü de duygusu da er kişilerin işidir. Şairler meydanı yürekte duygularıyla savaşanın ve o gönlü er meydanına çevirenlerin işidir. Şairlerin cenginde kalemler kılıç, yürekler savaş meydanı duygular ise kalkandır. Her elinde kılıç olanı nasıl kabul etmezse savaş meydanları, her eline kalem alıp şairim diyeni de kabul etmez yürek davaları.
Bizim de sevdamız bazen bir gülüşe, bazen bir umudadır. Hasretimiz, ahımız ve iç çekişlerimiz de bizi hor görenlere, yüreğimizdeki ülküyü hiçe sayanlarıdır. Gönül bu kanar bazen bir gülüşe veyahut inanır yılanların dilinden çıkan tatlı sözlere. Gönlü güzel olanı da, davası hak olanı da korur yaradan. Şiir yazmak gönül ehlinin işidir demiştik ya; her şiir bir duadır aslında kimselere anlatamadığını söylersin kağıda da kul duymazsa hak duyar. Elbet bir gün yürekten dökülenler vücut bulup geliverir karşına... Çünkü seni en iyi Allah bilir; gerisi ya yanlış ya da eksik bilir. Seni bu şiir derdine atanlar yüzünden umutŞiir yazmak öyle mertebe olarak yüksek suz olma hiçbir zaman; yaradan mutluluğu
48
yollayacağı günü de bilir. Her ah çekişinde çok derdim var deme; Yaradanın her derde verdiği derman da gelir. Sen dualarını gönül telinden dök kaleme; her duanın kabul zamanı da gelir. Şirk koşup dua etsem de olmaz deme; elbet bir gün ummadığın anda müjden de gelir. Unutma dostum; bir sen varsın bu dünyada bir de seni kendini kulu olmaya layık görenin var. Şairler dergâhında pişmek için derdine sonuna kadar sabretmen, olmasa da duaların şahadete giderken bile ‘’Allah var, gam yok diyen’’ diyenlerin gelsin aklına… Demem o ki dostum; her eline kalem alan şair olmaz, her kağıda dökülen şiir olmaz. Yaşayacaksın ki gönülde; yaşatacaksın duygularını seninle hemhal olmayanların bile yüreğinde…
Yaz kalemim yaz… Tutma içinde dök gönül sofrasına… Kırma, incitme ve vazgeçme... Sana benden bir dost tavsiyesi yüreğim; Sabret,şükret ve seyret…
49
Hilal Gül Bir çocuğun beni işaret etmesiyle tüm insanlar dönüp bana bakıyor birden. Her bir çift göz, bedenimde bir delik açıyor. Beynimin kıvrımlarında sisli bir yolculuktayım. Bu varlık, tüm bu bakışlar ruhuma düşen bir ateş... Yeniden doğarken ölüyorum. Yığılıp kalıyorum çöl kumlu bir sahilin kıyısında ve suya karışan bedenim okyanusları aşıp verdiği savaşı unutup, öldürüyor milyonlarca kez başka kıtaları. Gece, gece kadar siyah. Kapkara. Tek bir yıldız dahi görünmüyor. Kadın, erkek, çocuk, genç ve yaşlı hepsi bir deliğe girmiş sanki. Çıt çıkmıyor. Bütün kuşlar ölüm uykusunda. Bu sessizlik ve karanlığın eşliğinde kocaman bir okyanusun tam ortasında yüzen bir tabutta açıyorum gözlerimi. Tabutum su geçirmiyor, sanki bir sal gibi tasarlanmış. Üstümden balıklar atlıyor, bazıları yanlışlıkla yanıma düşüyor ve çırpınarak sularına geri kavuşuyor. Dalgaların koca benliğimi alabora edemediğini görmek gururumu okşuyor. Kaç kıtayı öldürdü dalgalarım hatırımda değil. İstesem de sayamam. Biraz karanlığın tadını çıkarıp geri uykuya dalıyorum. Gördüğüm türlü türlü düşlerin eşliğinde tekrar uyanıyorum. Bulutlar dağılmış olmalı ki yattığım yerden yıldızlar ve dolunayı görebiliyorum. Hayatımda tanık olduğum en muhteşem şey olmalı bu. En sevdiğim yıldızı yani bana en yakın olanını kendime dost edinip ona tüm acılarımı, sırlarımı açıyorum. Beni dinliyor ve anlıyor sanıyorum. Ama neden sonra o da tüm yıldızlar gibi birer havan mermisine dönüşüp üstüme yağıyor ve diğerleri değil de o bedenimdeki en büyük deliği açıyor, anlayamıyorum. Acılar içerisinde kıvranırken yan tarafta insan sesleri duyuyorum. Tabutu devirmeden hafif sağa doğru dönünce okyanusun üzerinde mumlar, şamdanlar ve birkaç çeşit çiçek ile süslenmiş, çeşit çeşit yemeklerin olduğu bir masa görüyorum. Masa örtüsü ayın rengini almış ve sapsarı parlıyor. Gözlerimle aldığım bu bilgiye beynim inanmıyor, onu bir hülya görmekle suçluyor. İçimden bir ses yüzerek masaya gidip karnımı doyurmam gerektiğini söylüyor. Yavaşça doğrulup hızlıca karanlık sulara kendimi bırakıyorum. Attığım on, on beş kulaç sonrasında masaya ulaşabiliyorum. Kalbime bir yıldız mermi tarafından açılan deliğin kanamasını tuzlu su durduruyor. Masaya tam yaklaştığım sırada sandalyelerde ufak ufak insanların oturduğunu görüyorum. Sanırım masada sekiz dokuz kişi var. Bakıldığında süsleri bakışları oturuşları ve yemek yeme tarzları ile onların sıradan insanlar olmadıklarını anlıyorum. Bu bir
50
savaşın sonucunda anlaşma yapılmak üzere toplanmış bir masa gibi duruyor. Yaklaşınca aralarından biri beni fark ediyor. Aaa ne de çabuk uyandınız? Daha uyuyalı üç gün oldu. Bu sözleri karşısında tam olarak ne demem gerektiğini bilmiyorum ancak kim olduklarını ve başıma neler geldiğini sorma isteği ile kadına siz kimsiniz diyebiliyorum sadece. Ahh biz Okyanus halkıyız. Sizi tek başınıza sahilde gördük. Kendi aramızda yaptığımız bir tören sırasında. Bizi görünce bayıldınız. Şöyle bir zihninize baktık ki bazı gariplikler olduğunu fark ettik. Biz de kıyamayıp sizi iyileşene kadar yanımızda tutmaya karar verdik. Kusura bakmayın suda kaldınız, lütfen şöyle buyurun, diyerek kadın beni boş bir sandalyeye davet ediyor. Masada birçok meraklı göz beni süzüyordu. Oysa bu bakışlara rağmen o kadar acıkmış olmalıyım ki görmezden gelip yemeklere saldırabiliyorum. Ara ara sorulara cevap veriyor ancak onlara hiç soru sormuyorum. Bu dikdörtgen masanın başında oturuyorum. Tam karşımda ise yüzü aslan yüzünü andıran bir kadın var. Kadının saçları aslan yelesine benziyor ve yüzü olabildiğince sarı. Gözleri ise etrafı sanki siyah kalemle boyanmış gibi kara. Ama doğal olduğu buradan bile belli oluyor. Sağ tarafın bana yakın kısmında sandalyeye beni davet eden kadın oturuyor. Onun karşısında ise bir erkek. Bu adamı sanki bir yerden gözüm ısırıyor ama yemeklerin lezzetinden dolayı dikkatimi çok veremiyorum ve her birini ağzıma atmaya devam ediyorum. Şarabımın içinde kırmızı ve turuncu balıklar olduğunu görünce hepten yediklerimi çıkarmak istiyorum. Ancak görüyorum ki masadakilerin hepsinin bardağının içinde yüzen bir iki tane benimkiyle aynı renklerde olan balıklar var. Bulantım geçse de yemeye ve içmeye devam edemiyorum. Bunu fark edenlerden biri balıklardan tiksinmemem gerektiğini bunun Merhamet dinlilerin bir iksiri olduğunu söylüyor. Tam olarak hatırlayamıyorum. Ancak sanırım... Sanırım daha önce çıktığım bir yolda buna benzer bir su içmiş ve bayılıp kalmıştım. Şimdi ise gözle görülür bir belirti olarak bulantıdan başka bir şey yok.
51
Kadın ekliyor: Bu iksir tüm acılara dayanmanı sağlayan o büyülü sudur. Tüm bunlar bana bir anlam ifade etmeli ancak ne olduğunu çıkaramıyorum. Kurşunlanan karnımın yemek yedikçe tamamen iyileştiğini görmek beni mutlu ediyor ve iyileşir iyileşmez bu sıkıcı masadan ayrılmak için fırsat kolluyorum. Bana yabancı gelen ve oldukça yapmacık olan Katolik kiliselerine benzer masanın şatafatı ve insanların 1litürjiyen tavırlarında fazlasıyla rahatsız oluyorum. Toplu; terennüm, tevafuk, tesadüs, münzevi, münhaaaaasır, müniiiiiih, mutaaaabık, mamafihh, mütevelliitttttt kelimelerinin üstümüze oturmayan, zorlama, biraz bol olan ya da dar gelen halleri gibi bu tavırlar burnumda bir tiksinmeye yol açıyor. “Şamdanmış! Kaçıncı yüzyılda yaşıyorlar sanki?” diyemiyorum. Tanımadığım bir halkın kültürüne laf edecek değilim ancak bana olmayan bir şey var burada. Neydi oooo, hah! Oldukça 2kitsch duruyor dillerde.
Gaydam hâlen daha olduğu yerde duruyor. Üstünden bu kadar zaman geçtikten sonra elime almaya cesaret edemiyorum. Bir kaldırımın kenarına uzanıyorum. O kadar yorulmuşum ki anında uyuyakalıyorum. Uyandığımda yanımda bana mektup taşıyan şu meşhur çocuğun olduğunu görüyorum. Çocuk yanıma oturmuş ve uyandığımı henüz anlamış değil.
Gözler olmasa bu kadar kişi ile konuşma fırsatı olmayacaktı dilimin. Çünkü tek bir aşinalığı yoktu bu şehre, bu dünyaya onun. Hiç kimseyi göremeyecek, kimse ile tanışamayacaktı. Geçmişte kalmış duygu sömürüsünden başka işe yaramayan romantik tarihçiliği ve romantik dinciliği diline bu kadar işlemesine rağmen ona yolunu gösteren tüm gözlere, rehberlere saygısını kaybetmişti ve nihayetinde bir akrep gibi o sinsiliği ile gözbebeğinden sokmuştu gözlerimi. Ben de bundan sonra ceza olarak onunla olan bağımı kestim. Tıpkı yakın dost bildiğim yıldız gibi yok saydı Bu şekilciliğin, yapmacıklığın ve akıl yok- beni. Şimdi kördüm. Ancak o da dilsizdi. Kosunluğunun savaşının ilk olarak benim top- nuşacak kimseyi bulamamanın yalnızlığı, nefraklarımda verildiğini biliyorum. Kralların ve si şişirmiş ve artık bu büyük kör edici darbeyi Kraliçelerin bitmek bilmeyen gösteriş merakı indirmeye hiç çekinmemişti vefasız dil. nihayetinde kiliselere varlık sebebini unutturBen tüm bunları yaşarken kendi içimde muş olacak ki güç mücadelesinden Tanrı’ya sinirden köpürdüğüm vakit nefesim hızlanmış uzaklaşmış olsunlar. Adım Cromwell’di. Ben olacak ki çocuk uyandığımı anladı ve bana tam da bunun için öldüm. Sonra bir baktım döndü. Bu sana son gelişim. Tabi her üçlemetekrar dirilmişim. Şimdiki adım bildiğiniz den sonra tekrar tekrar geliyorum ancak bu üzere Benjamin. Nenden mi? Sizin yüzünüz- üçlünün üçüncüsüyüm. Tarih tekrar aktığında den! Ahh durup şimdi sizlere laf anlatama- görüşmek üzere. Al bu notu ve hoşça kal. yacağım, acilen bu yapmacıklıktan kurutulup Ancak kör olduğumu anlamamış olacak ki topraklarıma kavuşmam gerek. Gerçeğin ve notta ne yazdığını okuyamayacağımı anlamış sanatın hâlâ var olduğu bir zamanda, her şe- olsun. Ben hiç konuşmadım. Dedim ya benim yin başa sardığı bir dünyada ben de tabii ki bu pürüüüüü pak içimi nefretle dolduran bir yeniden doğabilirim. Ayrıca, ne var bunda? dili cezalandırmasam kim bilir daha ne kaNeyse ki bir şekilde beni ağırladıkları dar kötülükler ile dolduracaktı içimi. Hatta için teşekkür edip artık vaktimin geldiğini ve onu tamamen öldürmek istiyordum sanırım. ayrılmam gerektiğini Okyanus halkına bil- Uyuduğumda rüyamda, uyandığımda aklımdiriyorum. Cebime şu bahsettikleri iksirden da, elimi attığım kitapta, izlediğim her filmde koyuyorlar. Masadan okyanusun derin suları- bana saldırışı, o laf arasında soktuğu gözbena atlıyorum, üç gün boyunca aldığım yolun beğimin acısı aklıma geliyordu ve şahsiyetim sonunda topraklarıma ulaştığımı anlıyorum. baştan aşağı sarsılıyordu. Nefretim bulutlara kadar varmış olacak ki asit yağmuru olarak 1 Katolik kilisesinin fazla kuralcı eğitim ve ritüellerinin ülkemize yağdı. bütünü 2 Aslının bayağısı olan, bir anda ya da bir yerde emanet duran
52
Kaldırımın bir ucunda duran adam altımdan tek bir hareketle tüm yürüyüşlerimi alıp çekti. Sanırım bu kişi; hani Okyanus halkında, yüzü tanıdık geliyor dediğim adam var ya, hah sanırım oydu işte. İyice yüzünü inceleme fırsatım olmamıştı. Şimdi tekrar karşıma çıkmış olması beni oldukça şaşırttı. Bu tanıdık gelen adam yoksa beni takip mi ediyordu? Belki de idam edilecektim. Bir lider olarak doğacağımı bildiği için beni tamamen yakıp kül etmek isteyebilirdi. Kesin kıskanmıştı beni. Belki de Kraliçenin adamları takmıştı peşime onu. “Tepenin Üzerinde Parlayan Şehir”de yaşayan Kraliçe bana fena halde takmıştı son zamanlarda. Neden mi? Sormayın bir takım ideolojik mevzular falan filan. Bilmediğiniz bazı şeylerden kaynaklı sorunlar. Yavaşça doğruldum ve toprakta kalan bedenimi ayaklarımın üzerine diktim. Yürümeye başladım, şüpheli adama yaklaştıkça altımdan çektiği kaldırımı bir halı gibi dürüp koltuğunun altına aldı ve benden kaçmaya başladı. Demek ki henüz vaktim gelmemişti. Şu not aklıma geldi, birine bunu okutmam lazımdı. Bildiğim tüm yolları yürüyüp tekrar başa geldiğimde etrafta kimsenin olmadığını anladım. Kendi kendime oldukça sesli bir şekilde oradan buradan duyduğum şarkıları söylemeye başladım. Kendimi bir sahnede buldum. Galiba bu yaşadığım yer bir 3hetereopyaydı. Yoksa bu kadar baş dönmesi bu kadar farklı mekân ve zamanın başka bir anlamı olamazdı. Şu cebimdeki iksir belki de işime yarar. Bir dikişte bitirdim. Hafif bir baygınlıktan sonra bir müzede gözlerimi açtım. Belki de ben de bir heykeldim. Bir heykel olsam kesinlikle çıplak sergilenmek istemem. Yanımdaki heykel konuştu. Oysa senin hamurunda utanmazlık var, bunları nasıl söyleyebilirsin? Aaaa yeter ama ben bir heykel değilim. Hamurumda ne olduğuna da sizler değil ben karar veririm! Şimdi bu labirentten bozma müzeden çıkacağım. Adım atmak istedim ve kas katı kesilmiş olduğumu fark ettim. Az önce benimle konuşan heykel kıs kıs güldü ve arkasından “ne o yoksa adım dahi atamıyor musun?” dedi. Bu sinir bozucu durum karşısında susmayı tercih ettim ama elimden gelse onu parça pincik ederdim. Aklıma hala notu okuyamamış olmam geldi. Heykele buraya getirildiğimde elimde bir kâğıt olup olmadığını sordum. Evet, onu bana verdiler istersen sana okuyabilirim. Lütfen dedim. “Borges’in dediği gibi: Seçimlerimizle beraber sonsuz gerçeklik ortaya çıkar. Peki, senin gerçekliğin hangisi?” yazıyor. Bu sırada karşıdaki pencereye gözüm ilişiyor, kahpe gerçeklerden uzakta olduğunu dahi bilmeden ‘’Tepenin Üzerinde Parlayan Şehir’’de piknik yapan bir adam dikkatimi çekiyor. Sepetinde meyveler, abur cuburlar ve birkaç farklı içecek var. Buzlarım çözülüyor ve bir bisiklete binip adamın önünden geçip gidiyorum. Kraliçe’ye yakalanıyor, öldürülüyorum. Tabutum ise bir okyanusa atılıyor. 3 Aynı anda aynı mekanda farklı mekan ve zamanların bulunması
53
Matrix
İle İlgili Söylenecek Tüm Sözler Söylendi mi? Eren Kılıç “The Fool” filmi üzerine bir şeyler karalamaya başlamıştım ki bir arkadaşımdan bu ay yapacağımız film değerlendirmesiyle ilgili “Matrix ile ilgili söylenecekler tüm sözler söylenmedi mi?” diye bir mesaj aldım. Bu birçok yönden haklı bir sitemdi. Matrix için söylenecek bütün sözler söylenmişti. Bu sitemle birlikte uzun zamandır aklıma takılan bir konu alevlendi ve “The Fool” u şimdilik bir kenara bırakıp bu konu hakkında yazmamın daha doğru olacağı fikriyle yazımın seyri büyük ölçüde değişti. Kendisine benim için yeni bir ufuk açtığından ötürü teşekkür ederim. Açıkça söylemek gerekirse, ben bir filmi baştan sona yorumlayabilecek bilgi birikimine ve donanıma sahip biri değilim. Bundan dolayı bu yazı bir film eleştirisinden çok içimden geçenleri yazıya dökme çabası olacaktır. Düşüncelerimi ne kadar yansıtabileceğimin tedirginliğini yaşamakla beraber, bu yazıyı yazmaktaki amacım yukarıdaki sitemle ilgili kendi çözümlememi yapmak ve Matrix’in bana düşündürdüklerini anlatmaya çalışmaktır. Ne zaman bir kitabevine girsem ya da ne zaman bir film listesi görsem, içimde ikilem yaratan bir konudan bahsetmek istiyorum. Okunacak o kadar çok kitap, öğrenilecek o kadar çok şey ve izlenecek o kadar çok film var ki hangi kitabı okuyacağımı, metinle nasıl irtibat kuracağımı ve hangi filmi izlemem gerektiğini ciddi manada düşündüğüm ve içinden çıkamadığım zamanlar yaşayabili-
54
yorum. Ömür çok kısa, sanat ise tam tersine çok uzun. Bazen eskiden okuduğum bir kitaba gözüm takılıyor ve kitabı anımsamaya çalıştığımda, neredeyse kitapla ilgili hiçbir şey hatırlayamadığımı, bazı kitapları ise neredeyse en ince detaylarına kadar hatırladığımı farkediyorum. İzlediğim filmler için de aynı durumun geçerli olduğunun farkındayım. Hatırlayabildiğim kitapların ve filmlerin hemen hemen hepsinin ortak özelliği; bir dost meclisinde, bu eserler üzerine sohbet edilmiş olması. Anımsayamadığım bir filmi izlemek veya hatırlayamadığım bir kitabı okumak bende, herşeyi tükettiğim gibi sanatı ve edebiyatı da tükettiğim hissini doğuruyor. İşte bu hissin bende meydana getirdiği çelişki, bir kitabı veya bir filmi tam olarak içselleştirmeden başka bir kitaba veya filme geçmeme ve beğendiğim eserleri belirli aralıklarla tekrar tekrar okuma ve izleme kararı almamı sağladı. Bu sefer de kararın uygulanmasında zorluklar yaşamaya başladım. Konuşacak dost meclisinin azlığı, yeni bir kitaba başlamanın heyecanı, bir şeyleri kaçırıyor olma hissi ve zaman yönetimindeki sıkıntılar, bu kararı uygulamamdaki en büyük engeller olarak karşıma çıktı. Tüm bu engellere rağmen “Çok kitap okumak mı, yoksa değerli bir eseri tekrar tekrar okumak mı?” sorusunda tercihim; dezavantajları olsa da değerli bir kitabı tekrar tekrar okumak yönünde devam etmekten yana oldu. Filmler için de aynı bakış açısını korumaya çalıştım. Bu doğrultuda değerli
gördüğüm kitapları ve filmleri imkân buldukça farklı yaşlarda okuma ve izleme çabam hâla devam etmekte. Çünkü insan yaş almaya devam ettikçe, değişen dünyayla paralel olarak bakış açısını ve düşüncelerini de değiştirebiliyor ve aynı eserden farklı zamanlarda çok farklı anlamlar çıkarabiliyor. Şu kısa ömrümüzde okunacak birçok kitap, izlenilecek bir çok film ve öğrenilecek bir çok şey varken, aldığım karar doğrultusunda bunların bir çoğundan mahrum kalacağımın farkındayım. Ama bu kararı uygulayamazsam, içselleştirmeden geçtiğim her kitabın ve filmin benim için bir mânâsı olmadığının da bilincindeyim. Bu kararı almasaydım, “Saatleri Ayarlama Enstütüsü” gibi bir romanın, Türk edebiyatının belki de gelmiş geçmiş en iyi romanlarından biri olduğunun hiçbir zaman farkına varamayacaktım. Bana bu eseri okumak ilk defa üniversite zamanlarımda nasip olmuştu ve sadece beğenme duygusuyla yetinmek zorunda kalmıştım. On yıl kadar sonra Ayarsız Dergisi ekibi derneğimize geldiğinde, bu şaheserden konu açılmıştı ve kitapla ilgili hemen hemen hiçbirşey hatırlamadığımı farkettim. Eve gelip kitabı buldum ve tekrar okudum. Kelimelerle tarif edemeyeceğim derecede etkileyici bir tecrübe yaşadığımı o an anladım. Kitabı bitirdiğimde “Nasıl olur da ben bu kitabı gözden kaçırmış olurum?” diye günlerce hayıflandım. Bu kitabı çok değer verdiğim bir arkadaşımla belki de günlerce konuştuk. “Ya Tahammül Ya Sefer”, “Suyu Arayan Adam” gibi önemli eserleri de sonradan okuduğumda aynı duyguları hissettim. Daha sonra bu ve benzeri bir çok tecrübe yaşadım ve değer verdiğim kitapları tekrar tekrar okumak uğrunda bazı kitapları okuyamayacağım noktasındaki kaygılarım biraz daha hafiflemiş oldu.
rak yerini perçinledi. Bundan dolayı, üzerine söylenilebilecek her şey söylenmiş olsa da, bu tür eserleri belirli yaşlarda tekrar tekrar hatırlamanın ve bu eserler üzerine düşünmenin, insanın kendi hayatındaki değişimleri görmesi açısından çok faydalı olduğu görüşündeyim. Bunun yanında bazen Matrix ile ilgili sohbetler esnasında, daha önce Matrix’i izlemiş bazı arkadaşlarım tarafından bu filmin sadece bir aksiyon filmi olarak değerlendirildiğini gördüğümde, Kırktuğ Film Okumaları’nda bu filmi değerlendirmemizin çok faydalı olacağını düşündüm. Bir eseri içselleştirdikçe, insanda eserle irtibat kurma ve eser üzerinde derinleşebilme becerisi artıyor. Kırktuğ kitap okumaları bu noktada ciddi bir hazine olarak değerlendirilebilir. Bu tür faaliyetler, hem yeni eserlerle temas kurmak , hem de bu eserler üzerine konuşarak onları içselleştirebilmek açısından önemli bir sosyal ortamı bizlere sunuyor. “Hangi kitapları okumalıyım?” sorununa da bir ölçüde çözüm üretebiliyor. Yazmak edimi kendi açımdan çok zor olsa da, bir konuyu yazmanın düşüncelerimizi toparlamamız ve olgunlaştırmamız açısından ne kadar önemli olduğunun farkındayım. Bu noktada Kırktuğ Dergisi’nin bize sağlayabileceği imkânları da es geçmemek lazım. Dergiye göndermeyecek olsam, bu yazıyı kesinlikle yazmazdım. Bundan sonraki süreçte de fırsat bulduğum ölçüde yazma alışkanlığımı geliştirmeye ve dergiye yazı göndermeye çalışacağım.
Salgınla uğraştığımız ve çoğu vaktimizi evimizde geçirdiğimiz şu günlerde üzerine düşünülebilecek çok fazla olguyu içinde barındırdığını düşündüğüm Matrix filmi üçlemesini -önceden izlemiş olsanız da- tekar izlemenizi tavsiye eder, en azından sinema Sinemaya bakışımı değiştiren ve benim tarihinde önemli bir yeri olan ve kült filmler için yeri ayrı olan bir çok film vardır. Matrix arasında kabul edilen, Wachowski Kardeşde bu değerli filmler içerisinde üst sıralarda ler’in başyapıtı ve serinin de birinci filmi olan yer almaktadır. İlk kez üniversite yıllarında Matrix’i kaçırmamanızı öneririm. izlemiştim ve belirli duyguları doruklarda yaşamamı sağlamıştı. Daha sonrasında bir çok kez izledim ve her izleyişimde beni etkileyen, yeni şeyler düşünmemi sağlayan bir film ola-
55
SELVİ Azize Kaya
Genç kız, anasını kaybedeli iki ay olmuştu. Her gün babasını kahveye uğurladıktan sonra küçük köhne evin işlerini bitirir, huysuz babasının ağzına layık iki kap yemek yapardı. Evin rutubetten sararmış, yer yer küflenmiş ıslak duvarlarını kurutmak istercesine sofadaki kuzineye harlı bir ateş teslim ederdi. Babasını kıyafetlerini eliyle sıvazlayarak, duvardaki paslı çivinin taşıdığı tahtadan askı üzerine itina ile takardı. Tek tek odalara bakar, bütün işlerin bittiğinden emin olduktan sonra yırtılacak kadar eskimemiş ancak tiftiklenmiş, rengi siyahtan griye çalan mantosunu giyer ve anasının kabrine doğru yol tutardı.
neredeyse aynı idi. Babası her sinirlendiğinde “anası kılıklı” der, kendince onu incitmeye çalışırdı. Selvi ise bu sözden hiç rahatsız olmaz, aksine annesiyle anılmak hoşuna giderdi. Bedeni gibi ruhu da anasına benzerdi. Sakin ve fedakârdı. Yine soğuk bir kış sabahı, mezarlığa doğru giden patika yolu takip ederek anasının yanına vardı. Hava buz kesiyordu. Genç kız ise acı hatıralarla yanan yüreğinin acısından başka hiçbir şey hissetmiyordu. “Anne, babamı asla affetmeyeceğim!” dedi. Selvi, anası hayatta iken de aynı cümleyi tekrar eder dururdu. Çaresiz kadın, kızından bu lafı her duyduğunda bir mum gibi erir, onu teselli etmek isteği ile kömür karası saçlarını okşar ve “Kader” diye cevap verirdi. Kadının bu sözleri Selvi’yi daha çok sinirlendirir, bir eliyle bacağını tutup diğeri ile üzerine tokatlar savurarak, “Seni anlamıyorum anne, daha karnında iken yediğin dayaklar yüzünden sakat kaldım ben; bunun adı kader olamaz!” diye bağırırdı. Anasını, katmerlenen acısı ile baş başa bırakıp, odasına gider ve saatlerce ağlardı.
Köy mezarlığı uzak olmasa da, bacağının biri diğerinden kısa olduğu için aksayan genç kız oraya kadar yürürken bir hayli zorlanırdı. Buna rağmen her gün gitmekten vazgeçmez, ev işleri ve mezarlık ziyaretleri arasında perişan olmuş bacağının ağrısına razı olurdu. Anasının toprağını temizler, kurumuş yapraklarını toplardı. Doğduğunda şehirden onları ziyarete gelen bir akrabasının çektiği resmi koynundan çıkarır, mezarın başucuna koyardı. Tıpkı resimde ki gibi anasının kucaKadın ise kızını koruyamamış olmanın ıstığında olduğunu hayal ederek onunla sohbete rabı ile ne yapacağını bilemez, eski divanın koyulurdu. Bazı günler başucundaki selviye cama yaslanmış minderleri üzerinde dışarıdadayanarak uyuya kaldığı olurdu. ki selvi ağacının rüzgâra itaatle secde edişini Anası, selvi ağacını ve rüzgârla beraber izlerdi. çıkardığı hu sesini çok severdi. Kızına Selvi Selvi uyuşmuş bacaklarını çekiştirerek deyişinin sebebi de bu idi. Genç kız orta boy- anasının toprağına iyice yaklaştı. “Ben de lu, çelimsiz denecek kadar zayıftı. Kumrala seni koruyamadım anne” diyerek soğuktan yakın teni ve küçük gözleri, annesininkilerle kaskatı kesilmiş mezarın üzerine kapaklandı.
56
Hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Tıpkı anasının yaşadığı gibi vicdan azabı ile baş başa idi. Çünkü huysuz babası, o gün tüten sobayı bahane ederek zavallı kadını öldüresiye dövmüş, kadın ise yara ve kırıklarla dolu vücudunu ancak üç gün taşıyabilmişti. Böylece Selvi’nin daha doğmadan başlayan hayat yükü annesinin ölümü ile birlikte iyice ağırlaşmıştı. Ağlamaktan şişen gözlerini elleri ile sildi. Geç kaldığını anlayarak telaş içinde anasına veda etti. “Allaha ısmarladık anacım, yarın yine gelirim.” dedi. Selvi eve vardığında, babası kahveden döneli bir hayli olmuştu. Huysuz adamın kavga çıkarmaya hazır bir hali vardı. Sinirden çatılmış kaşları ve hedefine odaklanmış korkunç bakışları genç kızı korkutmaya yeterli idi. Selvi mantosunu hızlıca çıkarıp, sofadaki tahta sandalyenin üzerine bıraktı. Telaş ile fayansları kırık, duvarlarında tahtadan raflar ve çiçekli örtülerin bulunduğu daracık mutfağında babasının yemeğini hazırlamaya başladı. Alıştığı hazin sonu tekrar yaşama korkusundan olacak ki elleri titredi. Tabağı masaya koyarken çorbayı babasının üzerine döktü. Adam havaya kaldırdığı eliyle onu tehdit etti. Dayak, Selvi’ye sabretmeyi ve susmayı öğretmişti. Gözlerini yerden hiç kaldırmadan bekledi. Çelimsiz vücudu bir dal gibi titriyor, olduğundan daha küçük ve çaresiz görünmesine sebep oluyordu. Genç kız, suratında patlayacak tokadı beklerken, adam masayı öylece bırakıp ağır hareketlerle rahatsız yatağına yöneldi. Selvi, dökülen çorbayı halıdan temizlemeye çalışırken babasının uyumuş olduğunu fark etti. Son zamanlarda babasının üzerinde bir gariplik olduğunu hissediyordu ama bu duruma bir anlam veremiyordu.
Selvi akşamki olaydan ucuz kurtulduğunu düşünerek, yeniden sorun çıkmaması için hızla mutfağa yöneldi. Küçük alüminyum çaydanlığa çeşmeden buz gibi su doldurdu. Yanına yazdan hazırladığı küflü peynir ve azıcık da zeytin koydu. Tam da babasının istediği gibi oldu. Çayı demlerken babasından gelecek homurdanmayı bekledi. Ancak hiçbir ses duyamadı. Merakla odasına doğru yöneldi. Çok yumuşak bir sesle seslendi. Cevap yoktu. Kızmasından korktuğu için beklemeye karar verdi. Biraz sonra tüm cesaretini toplayıp tekrar uyandırmayı denedi. Adamdaki hareketsizlikten tedirgin oldu. Kollarından tutarak sarstı ve yeniden seslendi. Ama cevap alamadı. Ölmüş olmasından korkarak hemen komşulara haber verdi. Baygın haldeki adamı elbirliğiyle şehirdeki hastaneye götürdüler. Günlerce babası ile birlikte hastanede kaldı. Yanından hiç ayrılmadı. Olmayan vefa borcunu ödediğini düşünüyordu. Uzun süren tedavinin ardından nihayet eve döndüler. Babası ile olan meşguliyetinden fırsat bulabildiği ilk anda annesinin mezarına gitti. Soğuk mezar taşına oturdu. Annesini ihmal ettiğini düşündüğü için üzgündü. Koynunda taşıdığı resmi çıkarmayı unuttu. “Sana anlatacağım o kadar çok şey var ki,” diye söze başladı. “Babam çok değişti. Eskisi gibi sinirlenmiyor. Bağırmıyor. Fazla da konuşmuyor. Sana gelmeme de kızmayacakmış artık.” Tüm bunları söylerken heyecan ve hüzün arasında kalmış ne yapacağını bilemeyen küçük bir çocuk edası ile konuşuyordu.
“Beyninde tümör var dedi doktorlar. Zamanla her şeyi; tüm yaptıklarını, seni, beni, bize yaşattıklarını unutacakmış.” Yıllardır döktüğü gözyaşlarının hesabını sormak isterOdasına gitti ve kapısını kapattı. Tokmağın cesine haykırdı. üzerindeki paslı sürgüyü çekti. Soğuk odada “Ben nasıl unutacağım anne sakat bacağıuyumak için bir hayli zorlandı. Yeşil, patiska- mı, hayallerimi, on beşimde yetim kalmışlığın dan yapılmış kalın yorgan altında bir o tarafa acısını? Peki, ben babamı nasıl hatırlayacabir bu tarafa dönerken sabah ezanın okun- ğım anne?” duğunu fark ederek derhal doğruldu. Çünkü babası bu saatlerde kalkar, aç karnına içtiği “birinci” sigarasının yanında koyu ve acı bir çay isterdi.
57
Bir Yörük Obasında Hıdırellez
Duygu Doğuş
Bu sabah kara çadırın sökülmüş ilmeklerinden aydınlık girmeden Dudu Sultan’ın gözleri açılmış içine bir umut dolmuştu. Çadırın alacakaranlığını önce çıranın kokusu ardından kızıl ışığı aydınlatmıştı. Anası uyanmıştı belli ki, hemen o da kalktı. Bugün diğer günlerden farklı olarak güne ekmek pişirerek başlamayacaklardı. Çünkü halk takvimine göre yazın başlangıcı olarak kabul ettikleri Hıdırellez günü (Ruz-ı Hızır) un ile uğraşmak eve bereketsizlik getirirdi. Bunun yerine hemen günün ağarmasıyla gelin ak tülbentini alıp çadırlarının kenarlarında koyunlarının gezindiği, doğanın sabaha kadar yenilediği çimenlerin üstündeki çiğleri topladı. Ara sıra koyunları güderken kızgın güneşin yaktığı yüzü ağarsın diye çiğleri yüzüne çaldı. Kalanlarıyla da dün akşamdan sağdıkları koyun sütünü mayaladı. Sütün olduğu kara tencereyi çocuk gibi beledi. İnanışlarına göre diğerlerinden farklı olarak bugün yani senede bir kez süt, tabiat ananın sabaha kadar hazırladığı çiğlerle mayalanırdı. Sütü mayaladıktan sonra ev işleri başlamadan elini çabuk tutmalıydı. Ellerinde dün ikindi vakti dualarla ve umutla topladığı iğde, zeytin ve gül yaprakları; içinde de sabah erkenden onu uyandıran dileği… Bunlarla birlikte koyunlarını suladıkları, çadırlarını buraya kurmalarına neden olan gök çimenlerin kaynağı, şırıltısı ile insanın içini ferahlatan akarsuya koştu. Çimenler, çarıklarının altında ezilmeye fırsat bulamadan suyun kenarına vardı. Suyun buz gibi ettiği taşın başına çıplak ayaklarıyla çıktı. Gözlerini yumup suyun coşkusunu dinledi. Başörtüsünü sıyıran serinliği yüzünde, gerdanında, örgülerinin arasında hissetti. Huzurla ellerindeki yaprakları çoktan
58
salmıştı. Yaprakların savruluşunun sesiyle kendine geldi, onları bir çırpıda topladı. Bildiği tüm duaları okuyup dileğini binlerce kez tekrarlayarak yaprakları suyun akışına bıraktı. İlyas’ın Hızır’a kavuşmak için beklediği gibi o da bu dileğin gerçekleşmesi için yıllardır bekliyordu. Yapraklarla birlikte dileğini suya bırakması İlyas’ın sudan Hızır’ın karadan gelip Hıdırellez günü kavuştukları inancıydı. Kollarını sıvadı, paçalarını topladı, suya eğildi. Ellerini, yüzünü yıkadı. Çadıra geri dönerken dağların mis kokulu yaban güllerinden topladı. Tüm yıl yüzleri gülsün, haneleri huzurla dolsun diye güllerini çadırın kapısına astı. Güllerin kokusu çadırdaki koyun kokusunu baştırmaya başlamışken ağıldan bir ses yükseldi. Kocası Dudu Sultan’dan koyunların tüylerini kırkmak için kırkı makasını istiyordu. Gelin koşar adım, şalvarı da ona yetişmeye çalışarak kocasına makası yetiştirdi. Koyunlar, onları kışın sıcacık tutan tüylerinden havaların ısınmasıyla çoktan sıkılmaya başlamışlardı. Koyunların sahipleri ise koyunları bu sıkıntıdan kurtarmak için her yıl olduğu gibi bu yıl da Hıdırellezi beklemişlerdi. Bir yandan da sürülerini diğer obalarınkinden ayırmak için koyunların kulaklarına işaret koyuyorlardı. Her işaretin bir adı vardı. Bu ad da ailenin lakabıydı, o aile Yörükler arasında böyle tanınırdı. Dudu Sultan’ın gelin olduğu bu ailenin lakabı Doğuşlardı. Diğerleri ise Obbanoğulları, Sarıcalar Hacıkemikler… Erkekler koyunları kırkarken kadınlar da bir yandan ocak yakıyor bir yandan sofra kuruyorlardı. Komşu obalar misafir edilmiş Doğuşların obasına adeta bir şenlik havası hakim olmuştu. Çocuk sesleri, gülüşmeler kuzuların sesine karışmıştı. Koyunlardan biri kesilmiş et kokusu Torosların kekik kokularıyla bir olup insanların ciğerlerine dolmuştu. Her şeyin bir araya gelip verdiği huzurla sofraları şenlenmişti. İkindiye doğru artık geçim kaynakları olan koyunlarının karnını doyurmak için ayrılıp azıklarını da hazırlayıp dağlara sürülerinin peşlerine gittiler. Ve her zamanki gibi Dudu Sultan’ın peşinden de dileği ve tüm umutları…
59
FOTO-ÖYKÜ
Dili Bahar Umutlar Emel Beyaz
60
61
Kırktuğ Okumaları BİZ/ YEVGENİ İVANOVİÇ ZAMYATİN KÖRLÜK/JOSÉ SARAMAGO BU BÖYLEDİR/MUSTAFA KUTLU SATRANÇ/STEFAN ZWEİG SOKAKTA /BAHAEDDİN ÖZKİŞİ KÖSE KADI UÇ UÇTAKİ ADAM GÖÇ AMAT/İHSAN OKTAY ANAR DÖNÜŞÜM/FRANZ KAFKA KÖPEK KALBİ/MIHAIL BULGAKOV MÜLKSÜZLER/URSULA K. LE GUİN SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ/AHMET HAMDİ TANPINAR AÇLIK/KNUT HAMSUN OBLOMOV/IVAN GONÇAROV CİĞERDELEN/SAFİYE EROL ESİR ŞEHRİN İNSANLARI /KEMAL TAHİR ESİR ŞEHRİN MAHPUSU YOL AYRIMI BOZKIRKURDU/HERMANN HESSE RUH ADAM/ A HÜSEYİN NİHAL ATSIZ YERALTINDAN NOTLAR/FYODOR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ AYLAK ADAM/YUSUF ATILGAN GÜLÜN ADI/UMBERTO ECO TUTUNAMAYANLAR/OĞUZ ATAY BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK/HARPER LEE SANCI/EMİNE IŞINSU TATAR ÇÖLÜ/DİNO BUZZATİ KAPI /MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU ANAHTAR SİNEKLERİN TANRISI/WILLIAM GOLDING VEBA/ALBERT CAMUS MATMAZEL NORALİYA’NIN KOLTUĞU/PEYAMİ SAFA
}
}
}
62
63