Ben, Toprak ve Fırat Alperen Gökçe
Bir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların Gözlerinden düştük önce. Sıkılan yumruk açılınca anladık, Morarmış tırnaktık şahadet parmağında. Bizi paslı bir kerpetenle söktüler. Düşmek, sökülmek, kesilmek Ne zordu anlatamadım. Anlatamazsın da… Bağıracağın kuyulara saklandın sen, Alnında parlayan korkularla. Uçuruma itilme korkusuyla saklandığımız kuyular, Düşüp kaybolacağımız vadiden daha aydınlık değildi hâlbuki. Soğuk zeminde bir yankı olarak kaldık. Çünkü tükürülmüş kırık bir diştik artık, Filistin askısında “Allah” diyen ağızlardan. Sonra Fırat düştü. Her şey, her yanıyla bir kez daha düştü. Hüseyin’in dipçiklenen başındaki takkesi, Kurşunlanan Ahmet’in ellerinden kitabı, Acılı ananın dövünürken yazması, Dilini ısıra ısıra ağlayan babanın omzu… En son; gözyaşı düştü toprağa. Hâlbuki kavilleşmiştik ağlamamak için Her şeyiyle tersine olan bir şehrin sokağında. Yani; insanın, tanındığı yerinden vurulduğu bir şehirde, Gözyaşlarımızdan vurulmamak adına. Ses verdi toprak; “üzerime ne döküldüyse
Tablo: Saniye Canbulat
Benden çağlayacak da odur” “Fırat” dedim “Fırat” Kan tükürdü toprak Hakkı alınmamış kanlar adına. Bizim dağımız, koynundan yırtıldı Yamacımızı delen bu güneş ondan. Zannetmeyin ki dallarımız kırıldı Ağacımızın başını eğdi boran. Çöktü çatı, kaldı kapı Çaldıkça yumruğumuzu kanatan, yüzümüze kapanan. Vefasızlık, şimdi kör bıçak, boynumuza dayalı. Boğazımızda yumrularla tanınmamız bundan. Onların şahitliği ile alacağız hakkı. Dileyerek yağmuru ve bileyerek kelimeleri, Deşeceğiz içimizde asılı ıstırabı. Ve ayrılır dağ dağın omzundan Sonra bütün omuzlar birleşir bir tabutun altında Ses verdi yine toprak; “Beni yarıp da neyi gömdüyseniz Benden doğacak odur” “Fırat” dedim “Fırat” Cevap verdi toprak; “Gürül gürül akan nehirleri inkâr eder, Dağ başında eriyen karı yok oldu zanneden.” Ben, toprak ve Fırat. Şimdi bir nehrin serinliğine dokunuyorum. Dağ yamaçlarındaki gözelerden Kurumuş dudaklara değecek suyu getiren bir nehrin serinliğine. Sanki Fırat’ın elinden tutuyorum
Editör’den Sevgilerle Tuğba Dinç
“Sabahtan uğradım ben bir fidana Dedim mahmur musun dedi ki yok yok Ak elleri boğum boğum kınalı Dedim bayram mıdır dedi ki yok yok”
İMTİYAZ SAHİBİ Genç Akademisyenler Derneği Adına Tuba Çitil YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Alperen Arslan EDİTÖR Tuğba Dinç YAZI KURULU Duygu Doğuş Nermin Fatma Gülcük Kağan Tüber GRAFİK TASARIM Alper Şenadam SOSYAL MEDYA SORUMLUSU Hamit Berat Kaya ve emeği geçen hakemlerimize teşekkür ederiz...
Nice olaya şahit, nice insana misafir, nice sevdalara yoldaş, birçok umuda yol, her mevsime derttaş olmuş bir pencerenin müdavimi yüreği dağlananlar değil midir? Çaresizlikle çırpınan, sağ kaldığına yakınan, nefes aldığından utanıp gözleri uçsuz bucaksız yoldan ayrılmayan bir bedenin bir pencere dibine sığınması, perdeleri ardına kadar açmaya cesaret edemeyen bir tutam insanın viran olmuş gönül vatanlarından kopartılması değil mi bu hikâyenin konusu? İnsanlıktan bihaberlerin kol gezdirdiği bu anlatıda kaybedenin hakkının aranmadığı, filizlenmeye yüz tutan dalların bir bir kırıldığı, hiçbir çocuğun elinden tutulmayıp teker teker karanlığa itildiği, birçok gülümsemenin gözyaşlarına boğulduğu, birçok annenin anneliğinin elinden alındığı, zamanla biriken enkazların çoğalıp ansızın gelen bir fırtına ile bağrı yangın hakkı ödenmez Fırat’a doğru olan heyelanın cereyan ettiği zamanların en çetin mevsimindeyiz… Kara bulutların yerleşip gram aralanmadığı dağların arasında yer alan bu istasyonda her bekleyenin sanırsın ruhu çekilmiş. Her sarılmanın kalbi kederli, her vedanın çığlığı dayanılmaz, gidenin ardından sallanan hiçbir elin takati yok, akıtılan her gözyaşının sahibi gözlerin feri kalmamış. İmtihanın, mücadelenin âlâsının yaşandığı bu istasyondan kalkan her trenin ve trendekilerin yola dair yegâne müşkülü; vatan… Müşkülü vatan olan bu güzide yolcuların emanetçileri biz; Kırktuğ yağız çerilerinin ülküsü ise; dupduru bir semanın eşlik ettiği bayram sabahında yürekleri bir Fıratlarımızla Karabağ’ın en zirvesinde şanlı bayrağımızı dalgalandırmak…
10
07
19
12
İÇİNDEKİLER
Dönem Sonu Muhasebesi – Oğuz Atalay......................................... 6 Yollar Bizim – Tuğba Dinç............................................................... 7 Dilsiz Uşak Yahut Kör Kadıcılık – Sema Karakurt............................. 8 Bekleme Şimdi, Bekleme – Binnur Karyağdı................................... 10 Bir Nefes Uyku – Hamza Agahoğlu............................................... 11 Dr. Sinan Demirtürk ile Asrın Vahşeti: Hocalı – Nermin Fatma Gülcük & Duygu Doğuş.......................................... 12 Doğu Türkistan – İbrahim Alper..................................................... 19 Telli Turna – Deniz Arıkan............................................................. 20 Milliyetçilik Nereye Gidiyor – Ömer Furkan Demirci...................... 22 Çiçek ve Kan – Hilal Gül............................................................... 34 4
45
37
57
54
İÇİNDEKİLER
Mehmet Akif Ersoy – Ahmet Naim Sarı.......................................... 37 Jeton – Saadet İlhan..................................................................... 41 Cesur Yürekli Küçük Kız – Sultan Kılıç............................................ 44 Türkiye’nin Nükleer Enerji Geçmişi – Hamit Berat Kaya................. 45 Pusulamız Masallar – Demet Bilgin................................................ 50 Deniz Mezarlığına Taş Atmak – Ayşenur Akın............................... 51 Üç Renk – Alper Şenadam............................................................ 53 Bir Vatanseverin İngiltere İzlenimleri; Nasıl Gittim? – Mahmut Çitil.... 56 Konargöçerler – Sarıkeçililer – Gültekin Kayalar............................ 62 Eserinle Çok Yaşa – Mehmet Sungur Kılıç...................................... 67 5
DÖNEMSONUmuhasebeSI Oğuz Atalay Rahmetli Arvasi’nin daktilo başında ebedi âleme göç ettiği dakikalarda geçtim bilgisayarın başına. Bu satırları tam da yeni yıla kavuşacağımız dakikalarda yazıyorum. Şu anda dünyada olup da yazı yayımlandığında hayatta olmayacak ne çok insan var. Fonda Mağusa Limanı... Sebebi Aybüke sanırım. Şükür, muhasebesini yapacak dakikalar elimizde hâlâ... Hayatta en çok neden korkarsın diye sorsalar, sanırım “başardım demekten” cevabını verirdim. Çünkü “başardım” demek, filmin sonundaki “the end” yazısı olacak. Bitecek her şey, emekli olayım da kenara çekileyim diye düşünen beyaz yakalının, memurun mutlu sonla biten filmi olacak hayat. Sevenler kavuşacak, kötü adamlar ölecek, çocuklar koşacak sahilde... O kadar mesut olacağız ki, bir sonraki sahne olmayacak, perde kararacak, evli evine köylü köyüne gidecek. Hayat çıkacak aniden karşımıza, kime ne yük yüklediyse, taşı taşıyabilirsen diyecek elbet. Film nerede başlayacak nerede bitecek bilmezken, birisi uyandıracak uykumuzdan. Kâbus muydu, rüya mıydı yoksa hakikatin ta kendisi mi anlayamayacağız. Umutları söndürmek, çabaları küçümsemek, ufalmak, ufalamak, küçücük bırakmak değil niyetim. Tam da kitabın ortasından konuşuyorum. 20’li yaşlarımdan bakamıyorum, 30’lu yaşlarımda. Şairin yolun yarısından kastını ancak anlıyorum. Bir başka şairin dediği gibi “anlatamıyorum.” Büyük büyük hayallerin ellerimiz ile gerçekleşeceğine iman ettiğim günleri henüz geride bıraktım. Benim yapamadığımı çocuklarım yapsın diyen babanın günlerine ise çokça vaktim var daha. Gördüm. Günün ancak 24 saat olduğunu, yılın 365 günden ibaret olduğunu ve 20’li yaşlardan 30’lu yaşlara geçmenin yani bugüne dek yaşadığının 3’te 1’inin göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğini... Okulların bir şekilde bittiğini, bir şekilde iş bulunduğunu, bir şekilde yuva kurulduğunu... Bir şekilde sanki hiç olmayacakmış zannettiğin şeylerin, mesela saçlarının hatta sakalının fark bile etmeden bembeyaz olduğunu... Kimisinin yaşlandığını, kimisinin öldüğünü.... Çocukların dahi fark etmeden büyüdüğünü... Kim bilir benim de fark etmeden büyüdüğümü kim düşünmüştü, kim yazacak benim de bir gün öldüğümü... Zulüm abat olmaz. Dünün zulmünün bittiği yerde bugünün mezalimi başlayacak. Başını ezeceksin, yarının ne getireceğini bilmeden. Köleliğin bittiği bir devir var ise, sadece hayatta kalmak için çalıştığın bir başka devir gelecek. Dünyada bozgunculuk yapacak, kan dökecek insan var oldukça, zalim olacak. Gaye tek: zalimlerden olmayacak ve zulüm ile kavga edeceksin. Bir gün Kürşat ölecek, Doğu Türkistan diye yine de ağlayacaksın başka bir gün. Bir ölecek ama bin dirilecek. Bir bina... Milyonlarca tuğla... “Başaracağız” diye haykıracağız yıllarca, aslında hiçbirimiz de başardım diyemeden... Ama çok güzel başaracağız, en güzel biz başaracağız. Yılmadan, yıkılmadan... Bir tuğla elimizde, ya bu binaya koyacağız, ya da dikilecek başımıza. Tuğla mirasımız... Ölüm hak, miras helal...
6
YOLLAR BİZİM Tuğba Dinç Vita kutularına diktiğim kasımpatıları sulamak için perdeyi araladığımda cama çarpan yağmur tanelerinin aşağı doğru süzülüşünü seyre daldım. Bulutların, havanın haleti ruhiyesinden bihaber olduğum şu aralar penceremi tıkıldayan bu zerreler yine benden önce davranıp halimi sormuştu. Bende o böyle gelince yüreğimi sonuna kadar açtım. Açmamla içeri giren esinti bedenimi ürpertirken havasız kalan hislerimi ferahlatmış, toz tutmuş duygularımın tozunu almış, yıpranmış taraflarımı selamlayıp toprak kokusu taşımıştı. Ben de koyuvermiştim bu denli samimi bir hâle. Buğulu gözlerimle çekine çekine fısıldamaya başlamıştım. Bir kaçış sonunda kızdığım bu büyük şehre sığınmaya gelmemiş miydim? Düşündüğüm gibi o da gerçek yüzünü göstermişti. Neyin neye, nerenin nereye iyi geldiğini bilmeden çırpınıyordum. Oysaki kanadı kırılmış bir serçe idi anlayabilecek olan. Kızdığım, üzüldüğüm, sindiremediğim olaylardan kaçarken dayandığım hasretin yenileri eklenmiyor muydu şimdi? İstikamet bulanık, planım yok, bodoslama bir gidişat yine kapıda. Bütün can sıkan hâller valizlerde. Yollara alışkın umutların yeni yolculuğun telaşına sarıldı, şimdi iş ardıma bakmadan valizlerimi çekip uzaklaşmak oldu. Bir taraftan da bu seferki tutunamayışın sebebi neydi sorgulamaları. Kendimi eliyorum eleğinin üstündekilerden habersiz. Doluya koyacağım bardak benden ırak. İnanacağım umutlar kayıp.
Gül çarşısında herkes başka tükenir şeyhim”. Öyleymiş. Herkes tükendiği yola girmiş lakin dönüş yolundan zerre bilgisi olmadan. Aza kanaat dimağlarda barınmaz, çokluk evlerde şuursuz bir israf olarak boy gösterir olmuş. Bacalarından duman tüten evlerin perdeleri tamamen kapanmış, bacaları tütmez sobalar çürümek üzere bodruma kaldırmış, kapılarımıza ise kilit vurulmuş. Şehirlerde hele ki gece vakti ışıklar yıldızlara meydan okur, onların önüne geçer olmuş. Dağlar kuş uçmaz kervan geçmez, memleketler dışlanmış mazi olmuş. Rüzgârın hemderdi çıtalılar bir bir kırılmış, çocukların gülüşleri solmuş. Kapı duvar boyları artarken pencerelerden sarkan umutlar, neşeler yüreklerin en kuytu köşelerine sığınmış. Sonu gelmeyen –mışlar, -mişler dağladı geçti yüreğimizi. Saniyede düşündüğüm şu kadarcık hal içimde kocaman zirveler oluverdi. Ne denli yabancı iken bu hâllere bir tarafımda “ Bu yürek gökle barışkın yaşamaya alışmış bir kere…” 1 diyerek diretmekle sevdamı, hasretimi bütün beşeri varlıklara karşı.
Elimin tersiyle sildiğim yaşlara ve takip ettiğim yağmur taneleriyle dertleştikten sonra saksılarımı sulamaktan vazgeçip kucakladığım gibi onları valizlerime yöneldim. İçine zor sığdırdığım dertlerimi dökmek yerine onları sevgimle tamamlayıp biraz nadasa bırakmalıydım. Zira kekik kokan dağlarımda nergis toplayıp bir oğlak peşinde koşturmak, bir komşu kapısında soluklanmak, pencerelerimi ardına değin açmak, gökyüzünü ve toprağı yoldaş edinmek, gönüllerdeki mesafeyi kaİnsanız ya bazen hallederiz deyip ertele- patmak, gülümsemenin baş tacı olduğu ellere diklerimiz gün gelip acı bir şekilde kapıya da- savrulmak gayem. Kimseler bilmeden insanyanırmış. Farkında olmadan yaşanılan şehre ların hâllerine hemhâl olmak istiyorum, işte. “ yabancılaştırırmış. İşte o vakit insan anlıyor Özel’ in dediği gibi “Sızıyı gideren su, suyun ki acı biriktirmek en büyük sancılardanmış. sızladığını kimseler bilmez.” 2 Su misali bilMaddi tüketimin yanında en zoru da manevi mese de olur namı diğer insanlar. Desenize tüketimin zirvelerini yaşadığımız şu devirde yeni bir kaçışının öyküsü başlıyor, olsun, ne kayıtsız kaldığımız her an fazlasıyla yürek de olsa yollar bizim. dağlayarak dönüt yaparmış. “Dertlenemem, işim yokmuş gibi…” diyerek her hâlden uzaklaşmak moda olmuş. Modaya uymayan dışlanır olmuş. Demişler ya “
1 İsmet Özel 2 İsmet Özel
Fotoğraf: Emel Beyaz
DİLSİZ UŞAK YAHUT KOR KADICILIK Sema Karakurt
İnanmak; Bir şeyi doğru olarak benimsemek, birini doğru sözlü olarak bilmek, güvenmek, bir şeyin varlığını, doğruluğunu kabul etmek, sevecek, güvenecek ve bağlanacak en yüksek varlık olarak bilmek, iman etmek ve son olarak: kanarak aldanmaktır. Yukarıda verdiğim açıklamalar, inanmak kavramının Türk Dil Kurumu sözlüğündeki karşılığıdır. Kendimizce bir tanım yapacak olursak; görmek inanmaktır, söylemek inanmaktır, okumak inanmaktır, saymak inanmaktır, hissetmek inanmaktır vs. İnsanoğlu inanmak ihtiyacını metaforlarla, nesnelerle, ideallerle vs. bir kalıba dökebilir. Bu, yaşadığı dönemin teknolojik gelişimi veya içinde bulunduğu toplumun sosyo-kültürel özellikleri ile ilişkilendirilebilir. Postman, bu duruma örnek olarak "gözlük"ü gösterir. Gözlüğün 12. yüzyılda bulunmasından sonra insanların sadece görme kusurlarını gidermekle kalmayıp, bu buluşla doğanın lütuflarını ya da zamanın tahribatını nihai olarak kabullenmeleri gerekmediği düşüncesini ortaya çıkarmıştır. Gözlüğün bulunması, hem bedenlerimizin hem de zihinlerimizin geliştirilebileceği düşüncesini ortaya çıkararak anatominin kader olduğu inancını çürütmüştür,1der. Modern kafaların eski gözlüğü görünüşe/zahire ya da "el" sözüne inanmak iken; yeni gözlüğü ise "el"in 1 Neil POSTMAN, Televizyon Öldüren Eğlence, Ayrıntı Yay, 2012 İstanbul, s.23
8
kendi iddia ettiği gerçekliklerine inanmalarını isteyen/bekleyen sosyal medyaları olsa gerek. Olanın kabul edilmesindense olması hayal edilenin hüküm sürdüğü serabı, insanların sonsuz mutluluk kaynağı olmaktadır. Burada esas sorgulanması gereken husus, tüm gördüklerimiz veya bize sunulanın "inanma" ihtiyacımızın hangi anlamına karşılık geldiğidir. "İnanma"dan yola çıkarsak şayet kolektif bilincimizi de beraberimizde getirerek toplumun bizdeki yerini veya bizim toplumdaki yerimizi de sorgulamamız gerektiği kanaatindeyim. Tam burada aklıma gelen isim: Meursault... Bilen bilir kendisini derdim ama kendine bile çok yabancı bir isim. Kendi hikâyesinde bile ait olduğunu zannettiği dünyasına eğreti durur. Albert Camus, şahsiyetine, özelliklerine, yaşayışına kısacası onu "insan" yapan her şeye dair ne varsa onları göstermek yerine "yabancı" oluşuna vurgu yapar aynı adlı romanında Meursault'a. Öldürdüğü kişiden ziyade toplumla aynı siniri/ sevinci/ hüznü -artık altını ne ile dolduramıyorsak o duyguyu- hissedemediğinden yargılanır kahramanımız. Elhasıl esas suçundan değil, herkes gibi düşünüp hissetmediği için idama mahkum edilir. Sanık sandalyesinde iken kurduğu şu cümle modern(!) gözlüğümüz olan sosyal medyanın ömrümüzden ç/almasına müsaade edişimizin gerekçesidir gözümde: "Sanık sandalyesinde otururken bile insanın kendisinden bahsedilişini işitmesi daima
ilgi çeken bir şey oluyor.2" Elhasıl vardığımız yer: Görünme ihtiyacı ya da görülme arzusu. Toplum olarak özellikle gençlerimiz adına esas endişelenmemiz gereken nokta: Neden görünme ihtiyacı, kime görülme arzusu. Zizek'e göre endişe, arzunun nesne-nedeni eksik olduğunda ortaya çıkmaz; endişeyi doğuran şey, nesnenin eksikliği değil, nesneye fazla yaklaşmamız ve böylece eksiğin kendisini kaybetmemiz tehlikesidir.3 Nihayetinde sosyal medyada kültürümüz, mahrem anlayışımız, "biz"den "ben"e geçiş yaptıran bu süreç kimliğimizi kaybetme tehlikesini de beraberinde getirmiştir. Bu durumun önüne geçmek için kültürümüzün genç kuşaklarca yeniden fark edilmesi gerekmektedir. Nitekim Erol Güngör, kültürü ele alırken şöyle tanımlar ve devam eder: Kültür bir inançlar, bilgiler, his ve heyecanlar bütünüdür; yani maddi değildir. Bu manevî bütün uygulama halinde maddi formlara bürünür. Mesela dini inançlar cami, namazdaki beden hareketleri, dini kıyafet vs. şeklinde görünür. Bu dış görünüşlerin arkasındaki inançları bilmeyen bir kimse namaz kılan bir insanın jimnastik yaptığını sanabilir.4 Buradan yola çıkarsak teknolojiyi ötelemeden endişelendiğimiz durumun 2 Albert CAMUS, Yabancı, Can Yayınları, 2014 İstanbul, s.90 3 Slavoj Zizek, Yamuk Bakmak, Metis Yayınevi, 2010
İstanbul, s.21 4 Erol GÜNGÖR, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken Yayınevi, 2003 İstanbul, s.15
teknolojinin kullanımı olmayıp aslında "biz" olduğumuz, bizleri millet yapan unsurların fark edilmeden veya fark edilerek kaybedilmesi gerçeğidir. Ian Dallas'ın, Gariplerin Kitabı'nda roman kahramanı memur, kütüphaneden güvenlik önlemleri alınmadan hiçbir kitabın verilmediğini fark ettiğinde durumu şöyle açıklar: Kitap okuma durumuna bir kez geçilecek olursa artık o kimsenin hazırlık malzemesi üzerinde denetim sağlamak mümkün değildi. Daha da vahim bir sorun çıkarabilirdi, çünkü bu insanın hangi kalıplara uyarak öğrendiği artık ölçülemezdi. Ancak evcilleştirilmiş sonuçlar elde edilebildiği takdirde böyle bir birimin faydalarını görmek de çok kolaydı.5 Kütüphane memurunun bu tespiti bize sunulan veya edindiğimiz gözlüklerin insanı nasıl bir kontrol altına aldığının, okuyorum zannıyla okunan kitapların(!) edilgen ve kendine sunulanla yetinen, sorgulamayan tek bir prototip haline getirebileceğinin de keskin bir ifadesidir. Bahsettiğimiz durumda önümüzde yollarımız var elbet: "Beni bir ses sahibi kıl kefarete hazırım"/ taşın altındaki benim de elimdir veya "Vandal yürek görün ki alkışlanasın" veya ...... (h/er kişi kendisi tamamlayabilir) Ian DALLAS, Gariplerin Kitabı, Yeryüzü Yayınları, 1980 İstanbul, s.17 5
9
Bekleme Şimdi, Bekleme şım Eşek… Fırat Yılmaz ESERİNLE ÇOK YAŞA Evet, yaşam süremizi be(Anneme ithafen…) lirlemek maalesef elimizde Anne ördek yavrularıyla değil! Ancak yaşadığımız Ama sen yalnız kaldın Kıskanıp onun bahtını ülkede hatta dünyada bile Hüzünle uğurladın unutulmayan bir birey olNerede senin çocukların? mak Aslanelimizdedir. gibi cesur oğulların Daima ümitle bekliyorsun
BuDönerler özlüdiyesöze çok fazla giden yolları. Geçen yılvere koyduğun elma pestillerin örnek bilirim meCevizler biriktirip kurutup sela: Onlara Ömer diye daima Seyfettin, saklıyor musun? Hüzünle bekleyip, muhtaç olup Cahit Sıtkı Tarancı, Fırat Düşlerinde daima onlar ile Yılmaz Çakıroğlu, Gündüz mektuplarını okuyup Barış Didiklediğin kâğıt yüzlerinin Manço, Cahit ZarifoğHer bir sözünü ezberledin lu,YazOrhan Velisarar Kanık, gelir çiçek kokusu Sığırcıklar geri gelir Atilla ilhan ve Atatürk Tazelenir o zaman yüreğindeki Ara vermeyen gibi kişilerkaygılar fazla yaşaUçar arılar, kelebekler mamasına rağmen isimBirbirleriyle buluşup oynarlar Çiçeklere gömülüp dursalar da leri hala unutulmamıştır. Sevindirmez seni dere yatağı Ömer Seyfettin’in birçok Deprem ateşi, belki eseri vardır: Kaşağı, Karlar ile eriyip kaybolur Dünya susar kalır Perili Köşk, Yüreklerde kavuşmaDiyet, hissi yeniden canlanır Forsa… Mesela Cahit Üçünden biri dönmez mi diye Sıtkı Tarancı: Beklersin daima onları Otuz Beş Çalan Desem her kapıda kucaklamaya Yaş, Ki, Abbas, Hazırlanıp sevdiğin evladını Anne Ben Beklemene şimdi,yaptın bekleme ulu?, ihtiyar Toprağın bağrında yatıyor oğulların Ölecek Adam Değilim… Çiçeklere ver, memlekete olan Sevgili, Manço temiz düşünceleri Barış Nane Limon Kabuğu, Domates Biber Patlıcan, ArkadaFotoğraf: Emel Beyaz 10
Көтмә инде, көтмә... Çakıroğlu bizim için (Әнигә багышлыйм) önemli kişi kendisine Ана bir үрдәк бәбкәләре белән, Ә син ялгыз үзең барасың, karşıtСинgörüşlü taraflar көнләшеп аның бәхетеннән, Моңсу гына озатып каласың. tarafından bıçaklanarak Кайда китте синең балаларың? öldürülmüştür. Ama ülАрыслан күк батыр улларың? Өмет белән һаман күзәтәсең, küsü uğruna feda ettiği Кайтырлар, дип, киткән юлларын. geleceğiyle her zaman Былтыр койган алма какларын син, Чикләвекләр җыеп киптереп, aklımızda olacaktır. — Аларга! — дип, һаман саклыйсыңмы Сагыш белән көтеп, Atatürk’ünki iseтилмереп. Türkiye Төшләреңдә һаман алар Cumhuriyetidir veбелән, UnuКөндезләрен укып хатларын, tulmaz! Теткәләнгән кәгазь битләренең Һәрбер сүзен инде ятладың. Bunun gibi birçok örЯзлар килер чәчәк исе бөркеп, Сыерчыклар кире кайтырлар, neği göz önüne alırsak Яңарырлар шунда йөрәгеңдәге Бертуктаусыз янган кайгылар. W yılların çokluğunun değil Бал кортлары очар, күбәләкләр değerinin bilinip kenБерсен-берсе куышып уйнарлар, dimize ve milletimize Чәчәкләргә күмелеп торсалар да, Куандырмас сине тугайлар. faydalı olacak şekilde Җир тетрәгән давыл уты, бәлки, değerlendirilmesinin ne Карлар белән эреп югалыр, тынып калыр. Йөрәкләрдә kadarДөнья önemli olduğunu Кавышу хисе кабат кузгалыр. görmüş oluruz. YaşamıӨчесенең берсе кайтмасмы дип, көтәрсең һаман аларны, mızınСин uzunluğunu belirИшек каккан саен кочакларга Хәзерләнеп сөйгән балаңны. leyemeyiz fakat adımıКөтмә инде, көтмә, faydalı изге карчык, zın yaptığımız Җир куенында ята улларың, Чәчәкләргә биреп, илгә булган şeylerle uzun yıllar yaşaМәхәббәтле керсез уйларын masını kendimiz belirleŞİİR: GABDULLA ALİŞ riz. AKTARAN: BİNNUR KARYAĞDI
BIR NEFES UYKU Hamza Agahoğlu
Yorulacak mısınız? Bir gün sadece hiçbir şey yapmamak için Kızılay’a gidin. Güvenpark kenarında yola en yakın bankı kendinize ayırın ve oturun. Gözlerinizi kapatın. Tam anlamıyla hiçbir şey yapmayın. Etrafta motor gürültüsü, ayak patırtısı, kahkahalar, korna sesleri… Şoförler araçlarını üzerinize sürecek, kahkahalarını size yöneltecek insanlar, fısıltılar sanki sizin hakkınızda olacak ve hatta güvercinlerin kanatları bile neredeyse kafanıza çarpacak. Gözlerinizi açmak zorunda kalacaksınız. Tedirgin olacaksınız. Ankara’nın göbeğinde, kalabalığın içinde, gündüz saati ve her üç kişiden birinin polis olduğunu bilmek bile sizi güvende hissettirmeye yetmeyecek. Henüz ortaokuldaydım. Köylerde tarla sulama saatlerinin olduğu ve bizim köyümüzde henüz telefonun çekmediği yıllar. Anlatmaya başlasam dünyanın bir harikası daha varmış da sizin haberiniz yokmuş gibi gelebilir ve ayrı hikâye malzemesi olur tarla sulama serüvenleri. Fakat konunun özünden kopmamak lazım! Tarlanın kenarında oturuyorum. Altımda eski bir yer bezi serili. Etrafta bizim el fenerimiz dahi yanan hiçbir ışık yok. Sadece gökyüzünde yıldızlar. Mekanik bir ses yok. İnsan sesi bile yok. Sadece birkaç börtü böcek sesi! Bir cerrahi atasözünün dediği gibi yatabiliyorsam oturmadım. Gökyüzünü seyrederken gözlerimi kapattım. Uyudum. Hala tadı damağımda kalan bir uykuya teslim oldum. Sonra bir kitap okudum*. Gözlerimi kapatıp nefesimi takip ettim. Nefes aldım, nefes verdim. Nefes aldım ve nefes verdim. Bilerek ve isteyerek nefes aldım ve nefes verdim. Beyin sapımın fonksiyonunu beynimin temel vazifesi haline getirdim. Sonra… Kafamdaki korna sesleri, kahkahalar, motor gürültüsü, telefona mesaj geldi hissi ve güvercinlerin kanat çırpışları ile zihnim nefesimin kontrolünü kaybetti. Sinaps iletimi olağan akışına döndü. Ve hikâye şimdilik bitti. *Hermann Hesse, Siddharta (Can Yayınları, 2016)
11
Hocalı Hocalı
Nermin Fatma Gülcük - Duygu Doğuş
Türk toprağı olan Karabağ’ın, Ermeniler tarafından işgal edilişini kısaca anlatabilir misiniz?
Dr. Sinan Demirtürk: Karabağ, tarihi bir Türk yurdu olarak Kafkasya içerisinde ortaya çıkmış, tecessüm etmiş olan bir coğrafya. Aslında bugünkü uluslararası ilişkiler literatüründe Dağlık Karabağ olarak tarif etmiş olduğumuz bu coğrafya tarihi Azerbaycan Türk yurdunun bir parçası. Tarihte Revan Hanlığı olarak tarif etmiş olduğumuz Gence ve Şeki Hanlıklarının da bulunmuş olduğu 16. ve 17. Yüzyıllardaki Azerbaycan Hanlıkları devrinin büyük ölçüde Türkler ve Müslümanlarla yoğun nüfusun bulunduğu, yoğun nüfusun meskûn olmuş olduğu bir coğrafya olarak karşımıza çıkıyor. Bu bakımdan Kafkasya’da Türklerin yaşayışları ve Türklerin varlığıyla ilgili birtakım tarih tezleri ve tarih teorileri var. Bunların ilki aslında burada yaşayan Türklerin, Oğuz ve Türkmen koluna mensup olmak kaydıyla Anadolu’daki ve Mezopotamya’daki Türk göçleri esnasın-
12
da Kafkasya’da tutunmuş olan, Kafkasya’da kalmış olan, 10. ve 11. yüzyıllarda tarihteki varlığına şahit olduğumuz Oğuz Yabgu Devleti’nin Kafkasya’daki, bugünkü Azerbaycan yurdundaki, ana unsuru olan etnik topluluğun adıdır Türkler. Aslında bu çerçeve içerisinde bugünkü Karabağ coğrafyası ya da Karabağ dediğimiz kesit, büyük ölçüde tarihi Azerbaycan yurdu olarak tarif edebileceğimiz, bütün Kafkasya’daki, Kuzey Kafkasya’daki Türk yerleşiminin ana noktalarından birini oluşturuyor. Yani Türk yerleşiminin aslında merkezi yerleşim alanından bir tanesini oluşturuyor. Tabi 20. yüzyılın başından itibaren bir “Doğu Sorunu” zuhur etmiştir ya da “Şark Meselesi” meydana gelmiştir. Bu şark meselesinin Avrupa’daki büyük devletlerle ilgili bir boyutu olduğu gibi doğu sorununun aslında Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu ilişkilerinde önemli bir boyutu olduğunu bilmekteyiz. Bu doğu sorunu kapsamında da Rusya’yla, Rus Çarlığıyla, Osmanlı İmparatorluğu arasında uzun süren
bir mücadele bulunmaktaydı. Bildiğiniz gibi Rusya’nın Baltık’ta, Karadeniz’de, Kafkasya’da, Kırım coğrafyasında ve Türkistan’da, Türk illerinde, bir yayılma politikası bulunmaktaydı ki bunun ana noktası ana sebebi birinci itibariyle Hint Okyanusunun, Hint alt kıtasını kontrol edebilecek olan bir keskin Kafkasya ve Türkistan hâkimiyetini öngörmekteydi. Diğer nokta yine Slavların birliğini temin ve tesis noktasında Balkanlar’da Rusya’nın bir siyasi nüfus, bir jeopolitik üstünlük elde etme iradesi ve balkanları kontrol altına alma isteğidir. Karadeniz ile İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını, Türk boğazlarını kontrol altına almak, bir Akdeniz gücü olmak ve yine tarihçilerin tarihi metinlerin içerisinde sıcak denizler diye tarif edilen, bu biraz tartışmaya açık bir konu olmakla birlikte, Ege’de ve Akdeniz’de Kızıldeniz üzerinde kısmi bir hegemonya sağlamak, bir deniz üstünlüğü temin etmek, bir kara jeopolitik güç üstünlüğü temin etmek idealidir. Bu çerçeve içerisinde Türk Rus münasebetlerinin 19. Yüzyıl içerisindeki hedef noktalarından birisini bugünkü Kuzey Kafkasya meydana getirmiştir. Çünkü burada bulunan Türk toplulukları ile burada bulunan Türk Hanlıkları ile Çarlık Rusya’nın askeri mücadelesi, siyasi nüfus mücadelesi büyük ölçüde Osmanlı Devleti’ni de yakından ilgilendirmiştir. Çünkü Osmanlı Devleti bu toprakların tamamını kendisi kontrol altında bulundurmuyor olsa bile burada Türk ve İslam soylu kardeş hanlıklar, kardeş topluluklar bulunmaktaydı. Aslında burası Osmanlı İmparatorluğu için bir nüfuz alanıydı. Osmanlı İmparatorluğu için etki alanı olarak tarif edebileceğimiz bir coğrafi yakınlığı temsil ediyordu. Bu bakımdan Rusya aslında Kafkasya’daki ilerleyişini hızlandırmıştır. Özellikle 16. yüzyılın başında Kazan Hanlığının, Kazan şehrinin işgal edilmesi, daha sonra Astrahan Hanlığının ve Astrahan şehrinin Ruslar tarafından kontrol edilmeye başlaması, Rusya’nın adım adım Kırım’a ve Karadeniz’e doğru esnemesini, yayılmasını ardından da Kafkasya hâkimiyetini adım adım planlı olarak gerçekleştirmesini temin edecektir ki Kuzey Kafkasya açısında bugünkü Karabağ toprakları 19. yüzyılın son çeyreğinde Ruslar tarafından büyük ölçüde kontrol edilmeye başlanmıştır. Burada önemli bir tarih olarak ve önemli bir anlaşma olarak 1828 tarihli Türkmençay Antlaşması'nı görmekteyiz. Bu Rusya’nın Kafkasya’daki ilerleyişini Rusya’nın
Kafkasya’yla birlikte Azerbaycan yurdunu ve İran’ı kontrol etmesiyle ilgili önemli antlaşmalardan ve önemli ittifaklardan bir tanesidir ki 1828’den itibaren artık Rusya’nın burada çok etkili bir şekilde askeri gücünü meydana getirdiğini ve siyasi etkisini görürüz. Burada Azerbaycan hanlıklarına yönelik olarak Rus ilerleyişi Karabağ topraklarında da Rus işgalini kolaylaştıracak ve 19. yüzyılın sonunda artık Rusya büyük ölçüde Kuzey Kafkasya’nın hâkim gücü olacaktır. Buradaki hâkim siyaset unsuru ve burayı tamamen kontrol etmiş olan bir askeri varlık meydana getirecektir ve adım adım 19. yüzyılın son anından itibaren Karabağ bölgesinde, Dağlık Karabağ bölgesinde Türk nüfusun oranının azalmaya başladığını görüyoruz. Çünkü Rus işgaliyle birlikte bölgede Ermeni nüfusunun sayısı Ruslar tarafından arttırılmaya başlanmıştı. Burada bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor Rusya’nın Kafkasya politikası açısından, Rusya’nın Ön-Asya’daki siyaseti bakımından Ermeniler her zaman etkili bir unsur olmuştur. Ruslar tarafından, Rus politikası içerisinde aslında kullanıldıklarını bildiğimiz bir topluluk, bir etnik unsur halinde bulunmuşlardır. Aslında Rusya, Karabağ bölgesinin işgaliyle birlikte bölgede bir Ermenistan inşasını, Ermeni nüfusunu burada sayı olarak arttırmayı planlamak suretiyle aslında Karabağ toprağını ve Azerbaycan yurdunu Türksüzleştirmek ve Azerbaycan yurdunu İslam ahalisinden, Müslüman topluluklardan arındırmak politikasını 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren hayata geçirmiş, hızlıca tatbik etmeye başlamıştır. Daha sonra üzerinde duracağımız 20. Yüzyılın bu son noktasındaki, 1992’de cereyan etmiş olan Hocalı Soykırımı aslında 20. Yüzyılın sonundan biraz önce işaret ettiğimiz üzerinde durmuş olduğumuz Rusya’nın Kuzey Kafkasya’daki varlığının ikinci adımıdır. Yani burada Karabağ meselesinin ya da Karabağ meselesinin bir katliamla, bir soykırımla neticelenmiş olduğu soykırımın Hocalı halkasının aslında bu 1828’de Türkmençay Antlaşması’ndan sonra Rusya’nın Kafkasya’daki varlığını şekillendirdiği ve geliştirmiş olduğu bir sürecin sonucu olarak görebiliriz. Yani burada bölgedeki Kafkasya’daki Türklere yönelik olarak üç önemli aşama görülebilir. Bunlardan bir tanesi, tekraren söylüyorum, 1828’deki Türkmençay Antlaşması ile başlayan süreçten itibaren Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar devam eden dönemde-
13
ki, bölgedeki Rus ve Ermeni işgalinin Türkler ve Müslümanlar üzerinden uygulamış olduğu sistematik katliamlar ve soykırım politikasıdır. Burada üç dönem bilinmektedir. Çarlık Rusya dönemindeki zikretmiş olduğumuz 1828 ve 1918 yılları arasında Kafkasya’nın tüm bölgelerinde Rus Çarlık kuvvetleri ve Ermeniler tarafından Azerbaycan Türkleri ve bölgedeki Kafkasya halkları, Müslüman topluluklar büyük bir soykırıma maruz bırakılmışlardır. İkinci aşama 1948 yılı sonrasında yani İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği yine burada SSCB’ye bağlı bir Ermeni devletinin inşasıyla birlikte 1945 ve 1948 yılları arasında yine Rusya eliyle, Rusya marifetiyle Ermenistan kuvvetlerinin burada yine Azerbaycan Türklerine, Müslümanlara yönelik olan ikinci bir soykırım halkasını, ikinci bir soykırım dalgasını görmekteyiz. Yine 19. yüzyılın sonunda olduğu gibi bu 1940’lı yılların ortasında da Kafkasya’nın Türksüzleştirilmesi hedeflenecektir. Karabağ’ın işgali sadece bir işgal olmamış, kıyımlara ve soykırıma sebep olmuştur. Karabağ işgalinin bu denli kanlı ve vahşice olmasının sebebi nedir? Dr. Sinan Demirtürk: Evet, burada Rusya’nın bölge hâkimiyetinin etkisi var. Ve Rusya bölgeye hâkim olurken kendisi dışındaki topluluklar ya da kendi imparatorluk hedeflerine biat etmeyen, bağlı olmayan topluluklara karşı şiddet uygulamayı esas kabul etmiştir. Bir imparatorluk stratejisi olarak, bir siyasi yayılma politikası olarak… Burada kendi dışındaki topluluklara karşı sert tedbirler uygulamak, onları göçe zorlamak, onların topraklarını, evlerini ellerinden almak ya da onlara karşı sert askeri güç unsularını kullanmak suretiyle bu Türk ve Müslüman ahalinin ya da Rus olmayan diğer toplulukların coğrafyalarından söküp atılması ve onların korkutularak başka alanlara doğru zorunlu olarak göç ettirilmesi politikası Rusya’nın çarlık dönemindeki imparatorluk siyasetlerinden birini oluşturmaktadır. Bu imparatorluk siyasetinin 1917’deki Bolşevik Devrimi’nden sonra da özellikle Stalin iktidarı ile başlayan 1924 ve 1950’li yıllara kadar devam eden dönemde de bir emperyal gelenek olarak sürdüğünü, Rusların kendileri dışındaki toplulukların büyük çoğunluğunu ya yer değiştirerek ya da sistematik katliamlarla ürküterek önemli ölçüde Kafkasya’da, Kırım coğrafyasında Balkanlar’da, etki alanlarında-
14
ki Türkistan’da da nüfus unsurunu büyük ölçüde parçalamayı başarmışlardır. Bu işgal ettikleri coğrafyaların Ruslaştırılması, burada Rus nüfusun arttırılması ya da kendilerine müzahir olan Ermeni toplulukları gibi unsurların bazı alanlara yerleştirilmesi politikasını sistematik olarak yürütmüştür. O bakımdan Çarlık Rusya’nın kendisine hedef olarak görmüş olduğu topluluklara karşı çok sert tedbirler uygulayan bir devlet olduğunu, bu geleneğin Çarlık Rusya’sından SSCB’ye de intikal ettiğini görmekteyiz. 1943 ve 1945 yılları büyük ölçüde Stalin'li Rusya’nın aslında Türk topluluklarına ve İslam topluluklarına karşı Kafkasya ve Kırım’da çok köklü bir göç politikasını yürürlüğe koymuş olduğu bir dönem olarak karşımıza çıkıyor. Kırım Türkleri başta olmak üzere Tatar toplulukları, Nogaylar, Kumuklar, Karaçaylar Balkarlar, Volga Almanları, Ukraynalılar gibi aslında etnik olarak Rus olmayan ve Rusya’nın karşısında bulunan etnik toplulukların büyük ölçüde bu yıllar içerisinde yerlerinin değiştirildiğini, SSCB’nin siyasi sınırları içerisinde çok uzak coğrafyalara sürgüne gönderildiklerini görmekteyiz. Bu durum yüzyılın hatta tarihin görmüş olduğu en önemli, zorlu ve zorunlu göç hareketleri olarak karşımıza çıkar. Hem çarlık hem de Sovyet geleneğinin aslında silahlı ermeni terör örgütlerinin de takip ettiğini, bundan etkilendiğini görmekteyiz. Bildiğiniz gibi modern Ermeni milliyetçiliğinin görmüş olduğu iki önemli siyasi unsur, iki önemli terör grubu vardır. Bunlardan bir tanesi Hınçak Partisi diğeri de Taşnak Sütyun Partisi’dir ve bunlara bağlı pek çok komite, pek çok silahlı terör örgütü ve terör unsuru 1900’lü yılların başından itibaren Anadolu’da, Kafkasya’da, İran içişlerinde ve Türkistan’da, Rus İmparatorluğunun kontrolü altındaki coğrafyalarda Türklere ve Müslümanlara karşı sistematik bir katliam uygulamışlardır. Burada Ermeni terör örgütlerinin, Ermenistan’a bağlı silahlı terör unsurlarının aslında korkutma, yıldırma ve insanları topraklarından zorla göç ettirme siyasetlerini uyguladıklarını görüyoruz. Bu terör politikası, yıldırma ve korkutma politikası olarak da isimlendirilebilmektedir ki 26 Şubat 1992’de Dağlık Karabağ toprakları içerisindeki Hocalı Kasabası’nda ve Dağlık Karabağ’da yaşanmış olan olayların temelinde de bu Ermeni vahşetini, bu Ermeni vandallığını ve Ermenilerin hedeflerine ulaşmak için terörü bir temel politika olarak kullanmalarının
mani olabilecek faaliyetlerin icraya konulmuş olmasına büyük ölçüde soykırım denilmektedir. Bildiğiniz gibi 1992’de cereyan etmiş olan Dağlık Karabağ Bölgesindeki hadiseler ermeni milislerinin Ermenistan kuvvetlerinin ve SSCB’ye bağlı Rus askerlerinin bu soykırım tarifini 1948’deki Cenevre Sözleşmesine uygun olarak tatbik ettiğini bize göstermektedir. Azerbaycan Türklerine yönelik Hocalı kasabası civarında, ayrıca Dağlık Karabağ bölgesinin farklı bölgelerinde ve reyonlarında çok kanlı ve kabul edilemeyecek olan bir soykırım faaliyeti yürütülmüştür. Burada insan hakları sözleşmesi, milletlerarası hukuk ve Birleşmiş Milletler ‘in kabul ettiği bir takım insani kriterler ve endekslere göre 26 Şubat 1992’de Hocalı vahşetini soykırım olarak adlandır- cereyan etmiş olan Hocalı’daki vakanın tam mamızın sebepleri nelerdir? Soykırımın tam olarak bir soykırım olduğunu, soykırım tarifinin içerisine girdiğini yani 1948’deki bu sözolarak tanımı nedir? leşmelerle başlayan miladın içerisine rahatlıkDr. Sinan Demirtürk: Soykırım, bir etnik la oturtulabileceğini ifade edebiliriz. topluluğa karşı, bir dil, bir din unsuruna karHocalı Soykırımı ile alakalı Türkiye Cumhurişı veyahut da bir mezhebi ya da dini kabul yeti Devleti olarak elbette ki Azerbaycan’ın yaetmiş olan topluluğa karşı sadece bir dile bir dine bir mezhebe mensup olduğu için siste- nında yer alıyoruz ancak bu konuyla ilgili çalışmatik olarak zorla kültürel ve siyasi olarak malar ulusal ve uluslararası alanda ne düzeyde? Dr. Sinan Demirtürk: Uluslararası ve ulubaskı uygulanması ya da insan haklarının ihlali yoluyla bir soykırımın tatbiki anlamına ge- sal arenada Karabağ Sorununun çözümünü liyor. Soykırım kavramından anlayacağımız hedefleyen Minsk Grubu adı verilen bir orşey, siz Türk olduğunuz için ya da siz Fransız ganizasyon 1990’lı yılların ortasından itiolduğunuz için etnik tabiiyetinizden dolayı baren Azerbaycan ve Ermenistan arasında sistematik olarak öldürülüyorsanız, sistematik Rusya'nın da dâhil olduğu, zaman zaman olarak bir kültürel baskıya ya da zorunlu göç Avrupa Birliği'nin de başat güçlerinin de içepolitikasına maruz bırakılıyorsanız burada risinde yer almış olduğu bir barış güçlerini yöbir soykırım var demektir. Soya dayalı bir yok neten Minsk Grubu vardır. Bu grubun Dağlık etme politikasının varlığını görmekteyiz. Tabi Karabağ Sorununun çözümünde Azerbaycan 1948’den önce yani bu uluslararası suçları ve Ermenistan tarafından da sık sık bir arainsanlığa karşı işlenmiş olan faaliyetleri ifade ya getirildiğini görmekteyiz. Bu çerçevede eden soykırım sözleşmesinden önce aslında Hocalı Katliamının ya da Dağlık Karabağ dünyada böyle bir kavramın olmadığını mil- Sorununun birbirinden ayrılamayacağını göz letlerarası hukuk bakımından, milletlerarası önünde bulundurduğumuz zaman Minsk Gruhukukun kabul etmiş olduğu soykırım tarifinin bu'nun çalışmalarının 1994’lü yıllardan itibabu 1948 yılındaki sözleşmelerle başlamış ol- ren büyük ölçüde başarıya ulaşamadığını ya duğunu kabul edecek olursak, 1948’deki in- da kalıcı barışı sağlamadığını görmekteyiz. sanlığa karşı işlenmiş olan suçlar ve soykırım Bildiğiniz gibi hem Uluslararası Adalet Divanı sözleşmesinde ne tarif edilmiştir? Bir toplulu- hem Birleşmiş Milletler ‘in İnsan Hakları ile ilğun, bir mütecanis coğrafyada, yani sınırları gili pek çok komitesi ve unsuru, BM Güvenlik belirli olan, yaşamasından dolayı bir dine, bir Konseyi bugün Dağlık Karabağ Bölgesi’nde mezhebe mensup olmasından dolayı sistema- Ermenistan’a karşı yürütmüş olduğu işgali tik olarak işkenceye tabii tutulması sistematik meşru görmemektedir. Azerbaycan’ın toprak olarak katledilmesi, öldürülmesi ya da toprak- bütünlüğüne Ermenistan'ın saldırdığını kabul larından zorunlu olarak göçe tabi tutulması, etmektedir. Bu çerçevede bu sorun uluslararakültürlerini dillerini inançlarını yaşamalarına sı alanda meşru kabul edilmemektedir. yattığını görmekteyiz. Burada bir daha tekrar edecek olursak Ermeniler ne istiyor? Ermeniler toprak talep ediyor. Nerede? Kafkasya’da, Karabağ’da Anadolu’da toprak talep ediyorlar. Yani Türklerin yaşamış olduğu coğrafyalarda kendilerine müstakil bir Büyük Ermenistan inşasını arzu ediyorlar. İşte bu tanınma talepleri için, dünden bugüne, tarih boyunca terör faaliyetlerini yürürlükte tutuyorlar. İşte o yüzden Hocalı ‘da yaşanmış olan büyük soykırımın şiddeti, Hocalı ‘da yaşanmış olan büyük soykırımın kadınları, çocukları, yaşlıları, bebekleri yani silahsız unsurları hedef alan tarafı büyük ölçüde Ermenistan ve Ermeni terör örgütlerinin Müslümanları korkutma ve yıldırma politikasının bir ürünüdür.
15
Azerbaycan Devleti'nin 1991’deki bağımsızlık sürecinin hemen ardından bu konuyu birçok yoldan gündeme getirdiğini söyleyebiliriz. Ama bunlar istendiği ölçüde değildir. Özellikle uluslararası mahkemelerde, Uluslararası Adalet Divanı'nda ve uluslararası hukuku harekete geçirecek platformlarda gereken hukuki davaları açmadığını, bu soykırım meselesini takip edebilecek olan platformları harekete geçirmediğini görmekteyiz. Soykırıma maruz kalmış olan ve toprakları işgal edilmiş olan ülke olarak Azerbaycan'ın başvurmuş olması söz konusudur. Yoksa ne Türkiye bu davada taraftır ne de 3.bir devlet olarak dava açması söz konusudur. Ama Azerbaycan makamları tarafından çok etkili sonuçlar alınabilecek köklü bir sürecin bugün uluslararası arenada başlamamış olması çok ilginçtir. Türkiye meseleyi büyük bir katliam olarak tarif eden bildirge yayınlamıştır. Birçok üniversite senatosu da bu soykırımın varlığına ilişkin kararlar çıkardığı gibi birçok il ve belediye yerel meclislerinde soykırımı tanıyan kararlar ve bildirgeler yayınlanmıştır. Aynı zamanda Azerbaycanlıların yaşamış olduğu dünyanın değişik yerlerindeki diasporanın da faaliyetler yürüttüğünü ve Türkiye Azerbaycan diasporalarının yani dışarıda yaşayan topluluklarının ortak faaliyetleri ile Hocalı Katliamı meselesinin tanıtılması ve anlatılması ile ilgili pek çok faaliyetin yürütüldüğü bilinmektedir. Ancak bir şeyin altını çizmek gerekir ki bu husus Dağlık Karabağ'daki işgal, Dağlık Karabağ'daki özellikle Hocalı Soykırımı ve sonrasında 1 milyona yakın Azerbaycanlı göçkünü yani mülteci olarak ifade edebileceğimiz soydaşımızın bugün Karadağ toprakları dışında yaşamak zorunda kalması, Kafkasya'nın belli bölgelerinde ve özellikle Azerbaycan sınırları içerisinde zor koşullarda yaşamak mecburiyeti içerisinde kalması istendiği kadar anlatılamamıştır. Sinemaya konu olmamış, dizilere konu olmamış istendiği ölçüde romanlara, edebî eserlere konu olmamıştır. Bu konu ile ilgili sosyal medya harekete geçirilecek, dünya kamuoyunun örgütlerini harekete geçirecek kampanyaların 1992’den bu yana hakkıyla yapılamadığını görmekteyiz.
baren Hocalı Soykırımı'nı Türkiye gündeminde tutabilecek etkinliklerine rastlamaktayız ki bunlar da Türk kamuoyunu harekete geçirmek için yetersiz faaliyetlerdir. Bugün Türk medyasında Dağlık Karabağ ile ilgili bir tarih şuuru bulunmamaktadır. Dağlık Karabağ sorunu ve buna bağlı olarak meydana gelmiş Hocalı Soykırımı ile ilgili olarak Türk medyası, siyaset dünyası ve akademi dünyası duyarlığa, derin bir tarih bilgisine ve uluslararası ilişkiler bilgisine sahip olmaktan yoksundur. Hâlâ bu mesele topyekûn Türkiye’nin sahiplenmiş olduğu bir mesele haline getirilememiştir. Mevcut yapılan çalışmaların ise samimi fakat eksik ve uluslararası alanı harekete geçirecek çalışmalar olmadığını şahsî kanaatim olarak söyleyebilirim. Başbuğ Alparslan Türkeş'in Karabağ'a gönderdiği ve tamamı gönüllülerden oluşan “Rüzgâr Birliği” hakkında bilgi alabilir miyiz? Dr. Sinan Demirtürk: 1990’lı yılların ortasında yani Hocalı'da bir soykırımın cereyan etmesinden hemen önce Dağlık Karabağ Bölgesi’ndeki sınır çatışmaları noktasında yeni kurulmuş Azerbaycan ordusuna katkı sağlayacak olan gönüllü bir birliğin Türkiye tarafından organize edilmesi ve Başbuğ'un organizasyonunda Azerbaycan'a yollandığı bilinmektedir. Bu konuyla ilgili bir resmî kayıt bulunmamakta ama bu Rüzgâr Birliği içinde yer almış, Azerbaycan ordusunda savaşmış pek çok Türk milliyetçisinin hatıratlarından edindiğimiz bilgi çerçevesinde 1990’lı yılların başından 1993 ortasına kadar devam eden Azerbaycan Ermenistan ihtilafında Dağlık Karabağ'da devam eden çatışma ve harp sırasında faaliyet göstermiş birlikler şeklinde Türkiye’den birçok gönüllünün (ülkücü harekete mensup) burada harp ettiğini bilmekteyiz. Bunlar Azerbaycan ordusu için moral olmuştur. Kardeşlerimizin motivasyonunu arttırmışlardır. Bu dönemin şahitleri olarak Azerbaycan Halk Cephesi Partisi olarak faaliyet gösteren 1990’lı yılların başında Azerbaycan Cumhurbaşkanı olan merhum Ebulfez Elçibey'in bugün hayatta kalan arkadaşlarının hatıralarına biz de tanıklık ettik.
Hocalı Soykırımı ve Karabağ'dan bahsetTürkiye'de ise üniversiteler, öğrenci toplumişken Ebulfez Elçibey’i de anmak ve sizden lukları, bazı belediyeler özellikle Türk Dünkendisi ile alakalı bilgi almak isteriz. yası ile ilgili hassasiyetleri olan sivil toplum kuruluşlarının 2000’li yılların ortasından itiDr.Sinan Demirtürk: Rahmetli Ebulfez El-
16
çibey ile ilgili olarak diyebilirim ki bir Türk tarihçisi olarak özellikle Selçuklular sonrası Türk tarihini çalışmış, hem Kafkasya’da hem İran'da hem Ortadoğu'daki Türk varlığını Tolunoğulları Devleti adlı eseriyle kaleme almış olan, Azerbaycan sahasında yetişmiş önemli bir tarihçi, kıymetli bir bilim adamı idi. Kendisi 1991 öncesindeki Azerbaycan Türklerinin SSCB'ne karşı yürütmüş olduğu bağımsızlık mücadelesinin en etkili önderlerinden birisi olarak Azerbaycan’ın bağımsızlığının ilanından sonra Azerbaycan Halk Cephesi'nin ve Azerbaycan Müsavat Partisi adlı organizasyonunun ve Azerbaycan Türk milliyetçiliğinin de desteği ile Cumhurbaşkanı makamına gelmiş olan çok kıymetli bir şahsiyetti. Ben kendisinin cumhurbaşkanlığı görevinden ayrıldıktan sonra Türkiye ziyaretlerine katılmış ve Numune Hastanesi’nde tedavi görürken refakatinde kalmış birisi olarak gerçekten kendisini son derece nazik, zarif ve Türkiye'ye karşı aşkla dolu olarak tanıdım. Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e karşı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu nesli olan öncü Türk milliyetçilerine karşı entelektüel düzeyde bir bağı ve kalbî yakınlığı olan önemli şahsiyetlerden biriydi. Bu çerçevede Türk Dünyası pek çok siyasi önder, münevver yetiştirmiştir. Fakat merhum Ebulfez Elçibey Azerbaycan ve Türkiye arasındaki yakınlığı teorik bir alana indirgemiştir. Bu yakınlığın tarihî, edebî, siyasi ölçüler içerisinde gelişmesini aslında fikri ve felsefi olarak sadece Azerbaycan için olarak değil tüm Türk Dünyasında müdafaa etmiş olan, bir açıdan da sadece Azerbaycan Türk milliyetçiliğinde değil bütün anlamıyla Türk Dünyası fikrini, Türk birliği düşüncesini ve bütünsel Türk Dünyası merkezli bir Türk milliyetçiliği anlayışını Türkiye’deki aydınlanma hareketini Azerbaycan'da inşâ etmiş güçlü bir siyasetçidir. Aslında az konuşulan bir yönü itibariyle de gönül adamı, kültür adamı ve tarihçi olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslında Ebulfez Elçibey’in Türkiye’deki fikirlerinin izdüşümü kendisiyle yaş bakımından yakınlık da arz eden dostluklarının kadîm olduğunu
17
bildiğimiz rahmetli Başbuğ Alparslan Tür- dir aslında günü belirler ve geleceğin inşâ edilmesi bakımından da yol haritası meydakeş'tir. Türkiye ile Azerbaycan arasındaki siyasi na getirir. O bakımdan Hocalı'da yaşanan ilişkinin kardeşlik olarak ifade edilebileceği- 1992’deki vahşetin bir daha cereyan etmeni ortaya koymuş olan askeri savunma anlaş- mesi bakımından bizde şuur meydana getimalarının, kültürel işbirliği anlaşmalarının ve rilmelidir. Filmlerle, dizilerle, edebî eserlerle özellikle Azerbaycan petrolünün Bakü-Cey- ve sosyal medya ile toplumda bilinç oluştuhan üzerinden dünyaya dağıtılabileceği bir rulmalıdır. Yalnızca Türkiye'de değil Türk petrol ağının fikrî ödevlerinden birisi olarak dünyasında ve uluslararası alanda da bu bikalıcı dostluğun imzasında kalıcı rol üstlenmiş- linç oluşturulmalıdır. Burada Türk gençlerine tir. Ebulfez Elçibey yeni ve genç bir Cumhuri- gelecek perspektifi bakımından birkaç vazife yet'in kurucu Cumhurbaşkanı olmakla birlikte düşmektedir. Bunlardan birisi Dağlık Karaordusu ikmal olmamış, devlet kurumları oluştu- bağ sorunu kapsamında Hocalı Soykırımı’nın rulmamış olan bir devletin başında olması ba- üniversitelerde, akademik platformlarda uluskımından hem Ermenistan'a karşı hem Sovyet lararasılaştırılmasıdır. Bakınız bu bakımdan Rusya'ya karşı hem bölgedeki icra etmekte akademik yayınlar tarihi gerçekliği ortaya çıolan ABD, İngiltere, İsrail ve İran politikala- karabilir, Türkiye’nin ve Azerbaycan’ın temel rının üzerinde çatıştığı bir lider olarak kendi- bakış açısını olgunlaştırabilecek düzeyde olsine yapılan bir darbe sonunda görevinden madığını görüyoruz. Bu bakımdan Türk gençazledilmiştir. Ondan sonra Türkiye’de uzun liğinin birincil vazifesi olarak üniversite çevyıllar kaldığını bilmekteyiz. Ebulfez Elçibey resinde akademik olarak Ermeni meselesini, Azerbaycan millî menfaatlerini ve Azerbay- Dağlık Karabağ sorununu, Hocalı Soykırımı’nı can Türkiye dostluğunu zirveye taşımış bir uluslararasılaştırmaktır diyebiliriz. Gerek Hint lider olarak küresel mücadelenin bölgesel et- coğrafyasında gerek Arap coğrafyasında gekilerine Azerbaycan Türkiye dostluğu ile mâni rek Farsça konuşan dünyaya gerek İngilizce olmuş bir devlet adamıydı. Ve kendisi Cum- konuşan dünyaya gerek İspanyolca konuşan hurbaşkanı koltuğundan uzaklaştırılmakla bu- dünyaya bu yayınları uluslararasılaştırmak suretiyle bu yayınları tanıtmaktır. nun bedelini ödemiştir. Kendisi Kafkasya'nın bir bütün olduğunu ve Kuzey Azerbaycan ile Güney Azerbaycan arasındaki hudutların kalkabileceğini, güçlü bir kültürel bütünleşmeyi ifade ettiği gibi belki de uzun vadede Azerbaycan ile Türkiye arasında siyasi sınırlar olmasa bile bütün köprülerin kalkacağı bir güçlü federasyonu da savunmuştur. Aslında milliyetçilik temelinde yeni bir Azerbaycan inşâ edebilecek bir vizyona, entelektüel kimliğe sahip olmasına rağmen, küresel ve bölgesel çatışma kendisini cumhurbaşkanlığından uzaklaştırmıştır. Dönemin Türkiye iktidarları da destek olmamışlar ve Ebulfez Elçibey'in orada Türkiye için ne manaya geldiğini vefatından sonraki yıllarda ancak anlayabilmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti üzerine düşeni o yıllarda yapmamıştır.
Bunun dışında sosyal medya, her zaman gerçeklerle kaim olmasa da insanların kanaatlerini etkileyen yeni bir mecra haline gelmiştir. Gençlere düşen sadece 26 Şubatlarda değil farklı zamanlarda da etkileşim ağları oluşturarak dünya gündemine getirmeyi başarmaktır. Bizim bu alanı başarılı olarak kullanabildiğimizi düşünmüyorum. Sosyal medyanın diline uyarlanmış olarak farklı lisanlara tercüme edilerek, güçlü sosyal medya zincirleri ile dünya gündemine taşıyabilmek daha başarılı sonuçlar doğuracaktır.
Hocalı Soykırımı’nın yeniden yaşanmaması için biz Türk gençliğine neler düşmektedir?
Zaman ayırdığınız ve bizimle paylaştığınız bu eşsiz bilgiler için Kırktuğ Dergi Ekibi olarak teşekkür ederiz..
Dr.Sinan Demirtürk: Öncelikle bunun bilinmesi gerekir. Tarih, geleceğin inşa edilmiş olduğu bir zemin anlamına gelir. Tarihi böyle ölçmek gerekir. Tarih yalnızca mazi değil-
18
Azerbaycan'da birkaç film ve roman vardır. Fakat Türk Edebiyatı'nda bu konu ile alakalı çalışmalar da yapılmalıdır. Böylece sonraki kuşaklara taşımak Türk gençlerinin vazifesidir diyebilirim.
Dr. Sinan Demirtürk: Rica ederim.
DOĞU TÜRKİSTAN Ben Doğu Türkistan’ım En şerefli soydanım Zülum yapar kahpe Çin Neden suskun dört yanım Bayrağım gök mavisi Hilâl yıldızın süsü Türklüğümden ötürü Çıkmaz dünyanın sesi Bu, dünyaya kusurdur Vicdanları nasırdır Dilim, dinim yasaklı Oğlum, kızım esirdir Başım gözüm oyulur Derim canlı soyulur Duymadı gardaşlarım Ahım arştan duyulur Osman Batur öleli Alperleri çileli Ölüm olsa da sonu Türkistan Türk’ün êli İbrahim Alper
19
TELLİ TURNA Deniz Arıkan
Bir, iki, üç… Yine kaldırım taşlarını sayıp çizgilere basmama oyunumu oynamaya başlamıştım farkında olmadan. Epeydir yürüyordum. Yürüdükçe düşünüyor. Düşündükçe yürümeye devam ediyordum. Saat baya ilerlemişti. Farkında değildim. Güneş batmak üzereydi, gökyüzünde tatlı bir kızıllık bırakarak çekiliyordu usulca ve ılık bir eylül günü daha yitiyordu böylece. Ortalık hareketlenmişti. İşten yahut okuldan çıkan insanlar eve yetişme telaşıyla aceleciydiler. Benim ise adımlarım daha usulcaydı. Kız Kulesini tam karşıma alacağım bir bank bulup az biraz dinlenmekti niyetim. Gözüme takılan boş bir yere doğru seğirttim. Zihnim öyle kalabalıktı ki bugünlerde, beyin kıvrımlarımda hissedilir koca düğümler vardı sanki. Yüreğim kaldırım taşları gibi ağır geliyordu göğüs kafesime. Sanki koca şehir dar bana. Sığmıyorum gök kubbenin altında mavi atlas dünyaya. Yetişemiyorum olanca tekdüzeliği ile hızlıca akıp giden gündelik hayatın telaşına. Karışamıyorum heyecanlı kalabalıklara. Hoş… Niyetim de yok ya bunlara. Adam akıllı yorulmuştum
20
işte. Her geçen gün ilmek ilmek dokuduğum, başıma taç edip gözüme nur saydığım hayallerime tutunmaya çalışıyordum yalnızca. İnancımı yitirir gibi oluyordum çoğu vakit. Bu kadar kötülüğü barındırdığı için küsüyordum bazen dünyaya ama her sabah yine aynı ümitle açıyordum gözümü. Biliyordum çünkü biliyordum… İyilik iyileştirirdi. Sevgi yoluna koyardı her şeyi. Çikolatanın tadını bilmeyen o dağ köyünün çocuklarına ulaşmalıydı kalbim, daha evvel hiç başı okşanmamış o sokak köpeğinin başını okşamalıydı ellerim, eşi Cemal amcayı toprağa emanet edip bir başına kalmış gözü yolda bekleyen Zehra teyzeye koşmalıydı bacaklarım. İnsan başka nasıl mutlu olur ki? Hiçbir çocuğun anasız kalmadığı, kimsenin aç yatmadığı, kedilerin mutlulukla birbirini kovaladığı bir dünya… İnsan başka ne arzular ki? Ne vakit köreldi bu vicdanlar? Ne vakit kaybettik iyi niyetlerimizi? Afrika’da kaç çocuk aç? Doğu Türkistan’daki aileler ne yapıyor şimdi? Hava nasıldır acaba Halep’te üşüyorlar mıdır ki? Sorular biriktikçe birikirken zihnimde yine epey vakit geçmiş hava iyiden iyiye kararmıştı. Kalkmaya niyetlenirken kanadı göçmen bir buluta takıl-
Durup durup ıssız yerlerde “güçlü ol ey kalbim, güçlü ol Daha çok işimiz var” diyorum mış garip bir telli turna gördüm sonra. Her kanat çırpışı ile mest ediyordu insanı göğün rengi ile ahenk içinde süzülüşü. Kim bilir kaç diyar dolaşmış, nice engin dağlar aşmış, koca okyanuslar görmüştür. İşte şimdi de yolu yanındaki göçmen bulutla Üsküdar’a düşmüş. Belki görür diye el salladım turnakuşa. “Yolun açık olsun Turnacık. Gittiğin ellere selam söyle” diye bağırdım çocukça. Ben telli turnanın gümüşi renkteki kanatlarına hayranlıkla bakarken geldi kondu bankın diğer ucuna “iyi akşamlar” dedi usulca. Şaşkınlıktan gözlerim kocaman olmuş, dilim tutulmuş şekilde turnaya bakıyordum sadece. Etrafta da kimsecikler kalmamıştı. Arkadaşlarıma anlatsam bana hayatta inanmazlardı. Ben şaşıradururken Turnacık yine dile gelip; “Haydi atla buluta. Az gezelim senle” diyivermişti. Dilim tutuk sadece dediğini yapıp pamuklar gibi yumuşak buluta kuruluvermiştim çoktan. Usul usul havalandık. “Nereye gitmek istersin?” diye sordu turnacık. Hiç düşünmeden; “Doğu Türkistan’a gidelim. Kardeşlerim darda” diyebildim. Az gittik uz gittik dereyi tepeyi düz ettik. Vardık Doğu Türkistan’ın yaralı kalbi Urumçi’ye. Bir ağaca konduk. Nihayet şaşkınlığımı üzerimden atıp konuşmaya başlamıştım bende. Vakti zamanında atalarımın atlarının ayak seslerinin yankılandığı toprakları anlatmaya çalıştım turnacığa. Masum insanların yok yere türlü işkenceler gördüğü toplama kamplarını beraber gördük, günahsız yavruların canlarının hiçe sayıldığına beraber şahit olduk. Bir millet kan ağlıyordu ve tüm dünya bu alçakça ve hayâsızca işlenen zulme kör, sağır, dilsiz kalıyordu. Çok canım yandı ama uzatamadım ellerimi onlara. Tutamadım daha beş yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim ağlayan çocuğun elini. Ayrılırken “Bekleyin. Geleceğiz elbet bir gün” diyebildim sadece. Şimdi yolumuz nereyeydi bilmiyordum. Ben söylememiştim bu sefer. Nice vakit sonra durduk bir yerde. Gülümsediklerinde karanlık geceye güneş doğuyormuş gibi hissettiren çikolata renkli insanların diyarıydı burası. Bir bardak dahi temiz içme suyu bulamayan in-
sanların diyarı. Şekerin tadını hiç bilmeyen çocukların diyarı. Ben yine yandım. Gücüm yetmedi yine “bekleyin” diyebildim sadece. Yola düştük sonra. Kedileri dövmeye çalışan, köpeklerin kuyruklarını kesen kötü çocuklar gördüm. Bir insan neden bir kediyi tekmelerdi ki? Ya da neden bir köpeğin kuyruğunu keserdi. Acıksa söyleyemeyen, canı yansa susan, derdini anlatamayan Allah’ın şuncacık sessiz kulları kimin yerini dar etmişti de kıyılıyordu bu günahsızlara. Daha neler neler gördük. Benim anlatmaya sizlerin de dinlemeye şüphesiz ki ruhu incinirdi. Turnacık uçtu uçtu uçtu. O uçtu ben insanlığımıza ağladım. O uçtu ben yeryüzünü kirleten kötülükleri gördükçe kahroldum. Çok yol gittik. Kimi yerde durduk derelerin berraklığını, denizlerin enginliğini, ormanların güzelliğini beraber seyreyledik. Lütfolunmuş bu muhteşem dünyayı hor kullandığımıza beraber hayıflandık. Bilge kuştu telli turna. Epeyce de yaşlıydı belli. Anadolu’da uğur, bereket ve mutluluğun simgesi sayıldığından eğer ki avlanırsa avlayan kişinin başına felaket geleceğine inanıWldığından bahsettim ona. Tarih boyunca şarkılarımıza, türkülerimize, şiirlerimize, efsanelerimize konu olduklarını anlattım. Pek belli etmedi ama mutlu oldu turnacık. Gözlerinden anladım. Veda zamanı gelmişti artık. Göçmen bulutumdan istemeye istemeye kalktım. Turnacığın başını okşadım. Beni unutmamasını tembihlerken ben de ona güçlü olacağıma dair söz verdim. Ardından uzun uzun el salladım. Evime doğru küçük adımlarla giderken Dilaver Cebeci’yi rahmetle anıp hep şu dizelerini tekrarladım; Durup durup ıssız yerlerde “güçlü ol ey kalbim, güçlü ol Daha çok işimiz var” diyorum
21
Milliyetçilik
Nereye Gidiyor? Çeviren ve Yorumlayan: Ömer Furkan Demirci Ortadan kaybolmasa da, nereye gittiği belli değil.
ni mucizevi bir şekilde durdurdu. O dönemi yaşayan muhabirlerden Leon, savaş sırasında nasıl 20 kere atının vurulduğunu; 20 yıl Polonyalı eleştirmen Jan Pietrzak’ın bir ta- sonra, Polonyalılar Katin Ormanında Ruslar lebi var. Kendisi 1920 yılında Polonyalıların tarafından sıralanıp infaz edilirken, savaş zaBolşevik Ordusu karşısında kazandığı zaferin manında canını bağışladığı bir Rus Subayıyüzüncü yılına ithafen yapılacak olan keme- nın ona ‘Gulag mı, mermi mi?’ diyerek ona rin tasarımına pek aldırış etmiyor. Ancak ya- yaptığı iyiliği nasıl iade ettiğini anlatır. Fakat pılacak kemerin Sovyetler döneminde Stalin subay’ın teklifine karşın Leon yaşamayı istedi. tarafından Polonyalılara hediye 234 metre uzunluğundaki Kültür ve Bilim Sarayı’ndan Anma törenleri sadece eski kahramanlıkuzun olmasında bir hayli ısrarcı. lardan ve acılardan ibaret değildir, aynı zamanda mevcut durumun sahip olduğu öncelikYaşlı, beyaz saçlı, hoş ve gür bıyıklı olan leri ile ilgilidir. Polonya yeni bir milliyetçiliğin Pietrzak 1980’li yılların ‘Dayanışma’ döne- pençesinde. Pietrzak 2015’te hükümete gelen minde bir marş haline gelen vatansever şarkı- Hukuk ve Adalet Partisi’nin Polonyalılara iyi sıyla bilinen popüler bir şovmendi. Her ne ka- hizmet veren ilk hükümet olduğunu ve ondan dar başkentin kurtuluşunun yüzüncü yılı için önceki hükümetlerin Almanya ve Rusya’ya boortaya attığı ‘Zafer Kemeri’ fikri Rus otoriteler yun eğen ‘uzun bir hainlik ve ihanet geleneğitarafından engellense de, o Polonya hükümeti nin sorumlusu’ olduklarını söyledi. Geçtiğimiz olan Hukuk ve Adalet partisinin desteğine sa- sene yapılan Bağımsızlık Günü yürüyüşüne hip. Pietrzak kemerin bir sembol olacağını dü- sadece birkaç yüz Polonyalı katıldı. Fakat, şünüyor ve şunları söylüyordu: ‘Gençlik aynı bu kasım 60.000 Polonyalı iki kökten-milliyetTrafalgar Meydanı gibi Polonyanın muzaffer çi grupla birlikte ‘Temiz kan’ ve ‘Avrupa ya olduğunu bilecek.’ beyaz olacak ya terk edilecek’ sloganları ile Varşova Savaşı gerçekten de ihtişamlıydı. yürüdü. Mutlak bir yenilgi ile karşı karşıya olan PoNereye bakarsanız bakın, milliyetçilik yüklonya Ordusu, Rusların Başkente ilerlemesi- seliyor. Kimi zaman Birleşik Krallık’ta İskoç-
22
ya, İspanya’da Katalonya, Nijerya’da Biafra gibi kendi geleceklerini yönetme hakkı isteyen milletler biçiminde ortaya çıkıyor. Daha sıklıkla da kontrol edilemeyen sağcı ve popülist bir akım olarak ortaya çıkıyor. Almaya’daki Bundestag seçimlerinde AfD (Alternative for Germany – Almanya için Seçenek) parlemento’da 94 koltuk kazandı. Fransız Başkanlık Seçimleri’nde Milliyetçi Cephe’nin Marine Le Pen’i oyların üçte birini aldı. Polonya’da olduğu gibi, Macaristan’da, Avusturya’da ve Çek Cumhuriyeti’nde de milliyetçiler gücü ellerine aldı. Brexit Referandumu sonrası Britanya da ‘gücü tekrar ellerine aldı’, ya da en azından almış gibi davranıyorlar. Türkiye saldırgan, Japonya pasifizmini yırtıyor, Hindistan Hint üstünlüğü fikrine göz kırpıyor, Çin ihtişamı düşlüyor ve Rusya ise daima savaşıyor. Dipnotlarda [1] En dikkat çekeni ise ABD’deki milliyetçi eğilim. Amerika, kendi vatandaşlarını ve anayasasını bütün egemenliklerden bağımsız olarak koruyacağını ilan eden ilk milletti; ve bu yüzden her zaman kendisini farklı bir yerde görmüştür. Fakat bu ayrıcalık tarihin uzunca bir dönemi, diğer ülkelerin zamanla arkasından geleceği, benlik saygısı olan bir evrensellik biçimiydi. Şimdilerde ise, Amerika’nın artık lider olmadığını ve geride bırakıldığını düşünen ama onu tekrar eski harika haline getireceğine ve Amerikalıların hak ve çıkarlarını koruyacağını ant içen öfkeli bir Başkana sahip.
daha başarılı şekilde kendini küresel politikaya işlemiştir. Birilerinin dediği gibi sapkınlık değildir ve ilelebet kalmak için buradadır. Kozmopolit bir elitin kaygılarını bir kenara koyacak olursak, bu ille de kötü bir şey değildir. Din gibi, milliyetçilik de insanların içindeki en iyiyi çıkarabileceği gibi en kötüyü de çıkarabilir. Ortak faydanın peşinde özgürce bir araya gelmeleri için onlara ilham verebilir. Fakat aynı zamanda insanları korkunç bir kesinlik, soy mücadelesi ve adaletsizlikle de doldurabilir. Ne yazık ki, yeni milliyetçilik bu mirasın paranoyak ve hoşgörüsüz tarafına oynuyor. İngiltere Başbakanı Theresa May’in alaycı ifadesi ile her ‘Dünya vatandaşı’nı ‘Hiçbir yerin vatandaşı’ olarak görüyor. ‘Dünya vatandaşları’ onları yobazlıkla suçladığında ise milliyetçiler sert bir şekilde ‘Hiçbir yerin vatandaşlarını’ vatan haini olarak yaftalıyor. Bu ise, siyaseti bir sadakat sınavına dönüştürüyor. Milletler birbirine aşağılayıcı gözle baktığında, Amerika önderliğinde ikinci dünya savaşı’ndan sonra birleştirilen küresel düzen birbirinden ayrışmaya başlıyor ve jeopolitik herkesin rol aldığı bir kavga alanı oluyor. Bunun nereye evrildiğini görebilmek için milliyetçiliğin ne olduğuna ve nasıl işlediğine hakim olmanız gerekir. St. George (İngiltere) bayrağına bürünmüş bir dazlak ile Kraliçe’ye doğru Birleşik Krallık bayrağı sallayan bir nineyi bağlayan şey nedir? Hukuk ve Adalet partisi başkanı Jaroslaw Kaczynski, soğuk bir Salı akşamı komplo teorilerini harekete geçiren kitlesel toplantılardan birini gerçekleştirdiğinde, hangi büyü tüm dinleyicileri ikna eder? Bir insan niye otobüste bir yabancıyla konuşmaktan geri dururken, savaş alanında onun için hayatını tehlikeye atar? Cevaplar: politika, felsefe ve psikoloji ardında gizli. Fakat bunların hepsi tarih ile başlar.
Sınırları ve kültürleri kolaylıkla aşabilen ve bu şekilde başarılı olan insanlar ortaya çıkan bu yeni türden milliyetçiliği rahatsız edici buluyor. Bunun barışçıl ülkeleri ticaret yapmaktan, dünya sorunlarını çözmekten veya işbirliği yapmaktan alıkoyduğunu düşünüyorlar. Ancak grip hastalığı gibi bunun da geçeceğini düşünüyorlar. Bu milletler arası farkların yok olduğu günü erteleyebilir ama bu o günün Milletler varlıklarını yüzyıllardır sürdürüyor. asla gelmeyeceği anlamına gelmiyor. Bu şu ana kadar neler olup bittiğinin basitleştirilmiş Ancak, Milliyetçilik 20 Eylül 1792’de, Kuzey Fransa, Valmy’de öğle vaktinde ortaya çıktı. bir özeti gibi. Dipnotlarda [2] O zamanlar, Varşova Savaşının efsaneleşMilliyetçilik Aydınlanma Çağı’nın kalıcı bir tirildiği gibi, Duke Brunswick komutası altında mirasıdır. Milliyetçilik Aydınlanma Çağı’nın daha fazla göklere çıkarılan miraslarından olan Fransız gönüllülerinin kendilerinden saolan Marksizm, Klasik Liberalizm ve hatta En- yıca üstün Alman Muvazzaf Askerlerine karşı düstriyel Kapitalizmden daha adamakıllı ve koydukları zamandı. Çok önemli bir anda,
23
General François Kellerman kılıcının ucun- cak fikirlerin onlar için ne anlama geldiğini daki şapkasını salladı ve ‘Viva Le Nation’ / bilebilirdi. ‘Milletim çok yaşa’ diye bağırdı. Taburlarda Milliyetçilik bu üç sav arasında gidip geardı ardına bu haykırış yükseldi ve bu coşku liyor. Bie yandan olimpiyat oyunlarında ağdalgası gönüllü askerleri zafere taşıdı. lamaklı olan, bayrak sallayan vatanseverKral için değil millet için kazanılan, Devrim ler; Öte yandan Rudyard Kipling’in tarih ve Savaşının ilk zaferiydi bu. Bu zafer, Paris’teki kültüre dikkat çeken ama toplumsal irade’ye Ulusal Meclisin Monarşiye bir son vermesine özen gösterdiği şiirleri. Amerika, Brezilya ve ilham oldu. Sersemleyen Avrupa, krallığın Avustralya gibi ülkelerde bulunan ve genelde gerçekten de sona doğru yaklaştığının farkına göçmenlerden oluşan sivil toplum milliyetçileri vardı. Onun yerini alan düzen ise üç felsefi evrensel değerlerini yüceltirken, kendilerinin savın üzerine kuruluydu. diğer uluslara birer örnek olduklarını öne sürüyorlar. Bunlar ‘Genel İrade’ kavramından 1) Meşrutiyet Tanrı tarafından indirilmez; bahsederken, yeni gelenleri asimile etmeye halktan yükselir. J.J.Rousseau ve John Locke çağırıyorlar, ancak yeni gelenlerle paylaşmagibi düşünürler, insanların onları koruyacak dıkları kültür ve ırkın üzerine neredeyse hiç ve onlardan yararlanacak bir millete özgürce değinmiyorlar. Etnik milliyetçiler ise bireysel dahil olma haklarının olacağı, iyi yapılandırıl- özgürlüğü çoğunluğun iradesi için kurban vemış bir milliyetçilik hissi üstünde dururlar. Val- rilebileceği bir politika yaratmak için ırk ve my’deki savaştan üç yıl önce, İnsan ve Yurttaş tarihi eşeliyorlar. Hakları Bildirgesi’nin III.Maddesi şöyle diyordu: ‘Her egemenliğin özü esas olarak milletteBazıları hepsinin iyi yanlarını alarak ortadir, hiçbir organ, hiç bir kişi açıkça milletten ya bir karışım hazırlamanın derdinde. Geokaynaklanmayan bir otoriteyi kullanamaz.’ rge Orwell ve Elie Kedourie gibi düşünürler hoşgörülü, samimi ve mantıklı bir vatanseverli2) Hükümet sadece bireyler arasındaki bir ğin milliyetçilikle hiçbir alakası olmadığını saanlaşma değil, aynı zamanda ulusun genel vunmakta. Bu, düzgün insanları ve ırklarının iradesi’nin beyanıdır. Rousseau’nun da iddia üstünlüğüne kör bir şekilde bağlanmış olan ettiği gibi bireysel haklar sınırlandırılabilir*: yobazları ayıran iç rahatlatıcı bir düşünce. Devlet gücünü toplumun adına kullanır. Bilir- Lakin birinin vatanseverliği ötekinin sakıncasıkişiler halen Rousseau’nun bireysel hakların dır. 1917’de Hintli yazar Tagore ’Özgürlüğü kısıtlanması gerektiğini mi, yoksa toplumdan seven insanlar dünyanın büyük bir bölümünkorunması gerektiğini mi kastettiği üzerine de köleliği savunuyorlar’ diye ağıt yakarken, tartışmaktadır, fakat hükümetler o zamandan dost canlısı İngiliz vatanseverler sebep oldukberi hem bunu istismar etmiş hem de kullan- ları zarardan bihaberdi. mıştır. İrlandalı bir Siyaset Bilimci olan Benedict *‘Qualify’ kelimesi hem ‘sınırlandırmak’ Anderson modern milletleri ‘hayali toplulukhem de ‘vasıflandırmak’ anlamına geldiği lar’ -Hayali, çünkü birbirini hiç tanımayan ya için iki yana da çekilebilir anlam çıkartmakta. da tanımayacak olan insanları bir araya top3)Her millet farklıdır. Napolyon komşu lanıyor- olarak tanımlamıştı. Bu öyle bir hayaülkeleri istila ederken, Fransa’nın evrensel lin gücüdür ki, Milliyetçilik gibi modern doktözgürlük ve eşitlik erdemlerini yayma iddi- rinlerin tarihte son derece köklü olduğunun ası, Avrupa’nın geri kalanı için ikiyüzlü bir hissedilmesine izin verir. Günümüzün Polonfetih’ten farksızdı. Alman düşünürler yönleri- yalı milliyetçileri Litvanya ile birlikte 17.yy’da ni, her milletin kendi has geçmişi tarafından ülkenin zirve noktasına ulaştığı ve Avrupa’nın şekillendiğine ve bu hakiki ruhun tarih, kültür süper güçlerinin arasında olduğu birleşik devve en nihayetinde ırktan meydana geldiğini letler dönemini yad eder. Zimbabwe, adını iddia eden filozof Johann Gottfriedd’a dön- kolonici ülkeler tarafından sınırları çizilmeden dü. Fransızlar özgürlük ve eşitlik görüşlerini yüzlerce yıl önce yaşadıkları harabelerden insanlara zorla kabul ettiremezdi; en nihaye- alır. 19.yüzyıldaki Alman milliyetçiler ise bir tinde sadece Almanlar Almanya'yı oluştura- zamanlar Romalı Lejyonlara karşı savaşan
24
Cermen kavimleri methediyordu. Dipnotlarda Milliyetçilik Kolonicilik döneminden sonra [3] Anti-Semitizmi arttırdığı kadar, imparatorluk altında yaşayan ulusları da körükledi. 19. Günümüzde millyetçilerin iddia ettiğinin yüzyılda Avusturya-Macaristan ve Osmanlı aksine, milliyetçilik bir anlamda milletlerin ürü- imparatorluklarının kabuğunun altında libenü değil, milletler milliyetçiliğin ürünleri haline raller ve radikaller ulusal kurtuluş hareketlerigeldi. Nasıl mı? On yıl önce Polonyanın tarih ni kurdular. Birinci dünya savaşından sonra, ile alakalı iki dergisi varken, bugün bir düzine Amerika Başkanı Woodrow Wilson, ‘Uluslavar. Varşova Muharebesi, popüler bir moda rın kendi kaderini tayin etme ilkesi’ni savunmarkası olan Red-Bad (Kötü Kızıl) tarafından duğunda, bu yeni milletler, milli marşların T-shirtlere basılarak satılıyor. Elde böylesine eşlik ettiği bir sürece, güneş ışığına doğru pabir tarihin olması yardımcı olsa da, firma ef- rıldayarak yol aldı. saneler oluşturmak için saf hayal ürünleri de kullanmakta. Red-Bad tasarımları ‘Yüzüklerin Avrupalılar ‘Ulusların kendi kaderini tayin Efendisi’ serisindeki kötülerle eşleştirilen Nazi etmesi’ni kabul ettiklerinde, Afrikalıların ve Cyborg’lara ve Teutonic Şövalyelerine karşı Asyalıların kendi ulusal kurtuluş hareketlerini savaşan Polonyalıları tasvir ediyor. Dipnotlar- kurması sadece bir an meselesiydi. Bir İngiliz da [4] akademisyeni olan James Mayall, Avrupalı güçlerin imparatorluk özneleri olan barbarTarihin ve kültürün manipüle edilmesi uzun ların, hakları olan insanlar olduklarına inanbir geleneğe sahip. Fransız ordusu Valmy'de salardı, imparatorlukları sürdürebileceklerini Alman ordusunu gönüllü askerlerden dolayı iddia ediyordu. Avrupalıların argümanları değil, profesyonel nişancılarından dolayı yen- onlara karşı döndüğünde ise, büyük imparadi. Endonezyalıların 19.yy’da Hollandalı Ko- torlukları kendi çelişkilerinin ağırlığı altında loni Kuvvetleri’ne karşı geldiği için kahraman çöküverdi. Dipnotlarda [5] olarak gördükleri Diponegoro Java’yı özgürleştirmek için değil işgal etmek için saldırmıştı. Yeni bir uluslararasıcılık doğdu; Dünya vaFakat Diponegoro Hollandalılar’ın Java’yı sa- tandaşları, Birleşmiş Milletler’de farklı ulusal vunmak ve onun güçlerini püskürtmek gibi bir kıyafetler içinde saygı ile karşılandı. 19. yüzniyetlerinin olmadığını bilmiyordu. 1816’da yıl yazarı Ernest Renan'ın deyimiyle ‘İnsanlıİtalya birleştiğinde, nüfusun sadece %2.5’u ğın verdiği konserde her biri bir notayı tutastandart İtalyanca konuşuyordu. Vatansever rak; medeniyetin ortak amacına hizmet eden, lider Massimo d’Azeglio şöyle diyordu: ‘İtal- milletler dünyasını gördüler.’ Liberal çok külya’yı kurduk, şimdi İtalyanları yaratmalıyız.’ türlülük, Herder’in bahsettiği ‘tarih ve dil ile Milletin tarih ve dil ile bağlanan eşsiz toplu- bağlanan eşsiz’ topluklukların bile içinde var luk olduğuna inanan Herder için bile bu çok olabileceği, farklı halkların birbirinden ayrı fazla. ama yine de bir çatı altında birleşebileceği güçlü bir bir sivil toplum milliyetçiliğini vaat Bu ‘Milli İnşa’ süreci nefret ve şiddet için ediyor. harcanabilir. Yazar ve editör olan Simon Winder birkaç ay önce BBC Radyosunda Birçok hareket, özellikle Marksizm, ‘millet’ verdiği röportajda biraz da abartarak şunları fikrinin ötesine geçmeyi hedeflemiştir, lakin söylüyordu ‘Milliyetçilik her zaman halk dans- hiçbiri bunu başaramadı. 19. yüzyılın ortaları ile başlar ve dikenli tellerle biter.’ Fakat larında bir Pan-Slav kongresine katılan delebu yolculuklar, özellikle milliyetçilik, ırksal saf- geler birbirlerini anlayamamış ve Almanlara lık teorisi tarafından desteklenince, gerçekleş- geri dönmek zorunda kalmıştı. Pan-Arabizm tirmesi daha da kolaydır. Bu teori, Nazi dür- ve Siyahilik Ortadoğu veya Afrika'yı birleştüsünü toplama kampları ve gaz odaları inşa tiremedi. Millet ötesi bir halifelik oluşturmayı etmek ve komşu ülkelerdeki etnik Almanları amaçlayan Işid ve El Kaide bundan ziyade “korumak” için körükleyebilecek güçteydi. Bu Sünni İslam'ı ikiye böldü. hayalet, o zamandan beri, milliyetçiliğin baMilliyetçiliği dindirmek için yapılan en idşına musallat oldu. dialı girişim Avrupa Birliğidir. Avrupa Birliği,
25
kendi üyeleri arasında bir savaşın çıkmasının düşünülemez olduğunu başardı. Ancak Avrupalı ulus devletler, bazı önderlerin ümit ettiği gibi kendi uluslarından vazgeçmedi. Brüksel halen ulusal hükümetlerce yönetiyor, ulusal sistemlerin bozulması halen zor ve basın/ bürokrasi gibi kurumlar kolaylıkla bitirilemez. Birisi, bir yerlerde her zaman iktidara asılmak istiyor gibi görünüyor. İmparatorluklar birbirinden ayrı düştükçe, bunların yerine Wilson’ın ‘Milletlerin kendi kaderlerini tayin etme ilkesi’ tüm dünyada yayılıverdi. ‘Ulusların egemen olduğu ve onlara neyin uygun olduğunu kendilerinin söyleyebilecekleri’ felsefesi, BM'nin, Bretton Woods kurumlarının ve tüm uluslararası hukukun temel ilkelerine dahil edilmiştir. Geri kalan her şey ise, bunun devamından gelir. Gerçekten de, milliyetçilik temel ilkelerin öyle bir parçası haline geldi ki, milliyetçilik krizi yaşanan şu günler hariç, zor bela fark edebildiniz. Aleksandr Dugin'in Moskova bürosuna ulaşmak için öncelikle cam gibi kapılardan geçmelisiniz. Çıkacağınız asansör o kadar küçük ve sıkışık ki dün gece içilen votkasının
26
kokusunu bile alabilirsiniz. Dugin’in katında, her köşede sola dönerek geometriyi birbirine katan, yarım dekore edilmiş koridorlar boyunca sıra ile yürürsünüz. Uzun boylu, çirkin suratlı ve saçını alnından geriye sürmüş hali ile Dugin 19.yy’dan kalma bir ziyaretçiyi andırıyor. Fikirleri Rus milliyetçileri arasında bir hayli etkili. Aynı zamanda Rusların cumhurbaşkanı Vladimir Putin’i, tuhaf ve gizemli bir şekilde tüm Rusların kimliğini yansıtan bir tür ‘Çar’ olarak görüyor. “Bizim için Çar, hükümdarlığa tabi olan vatandaştır ve biz bu hükümdarın insanlarıyız. İnsan hakları Çar’ın haklarıdır.” diyor şaşırtıcı bir şekilde. Dugin, bu noktada vatandaşlardan bazılarının farklılık göstereceğini düşünüyor. Ancak, bunu Putin'in Rusyayı Kırımla yeniden bir araya getirmeye çalıştığını söylemekle değiştirecek olursa, vatandaşların büyük bir kısmının bu konuda anlaşacağını iddia ediyor. Konu ‘Batı’ olunca işler değişitiyor. ‘’Çünkü bu her zaman aynıdır: Batı evrensel insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü olarak gördüğü şeyleri empoze etmeye çalıştığında, Rus yaşam tarz bunu her daim inkar eder. Batı bizi yalnız bırakabilir, ama bizsiz asla yapmaz… Size
göre herkes sizin gibi olmalı” diyor Dugin. Uluslar arası topluluğun insanlığa karşı işleDipnotlarda [6] nen suçları kontrol edileceği, yeni bir ‘tarihin sonu’ görüş birliğine varması bekleniyordu. Burada Bay Dugin kesinlikle haklı. İkinci Ancak mahkeme bir hayal kırıklığı oldu ve dünya savaşından bu yana Batı; özgürlük, hu- R2P kullanım dışı bırakıldı. Myanmar'daki kuk ve demokrasinin evrensel olduğunu vaaz Rakhine eyaletinde Rohingyalı halkın soykıetti – ki bu The Economist'in onayladığı bir rımı bu yıl çok fazla ses çıkardı, ancak çok şey. Lakin dünyanın çoğu bunlardan pek de az harekete neden oldu. Yemen anlamsız bir emin değil. savaşla parçalanmışken, kıtlık ve hastalık karSovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra, kasını eşelerken, dünya başka bir yöne bakAmerikalı bir siyasal bilim adamı olan Fran- makla meşgul. cis Fukuyama, insanlık tarihin sonuna geldiğiBir zamanlar Amerika bu felakete el atani yazdı, çünkü ayakta kalan tek inanç siste- caktı. Fakat evrensel değerlerin lideri(!) ABD, mi liberal, demokratik kapitalizmdi. Amerika dramatik bir değişim geçirdi. Amerika’nın tarafından rehberlik edilen Batı, bu vizyonu devlet sekreteri olan Rex Tillerson, merak içinhem resmi dış politikasında hem de STK'lar deki diplomatlara bu yıl önceliklerinin güvenve düşünce kuruluşları aracılığıyla ellerinden lik ve ekonomi yönünde olduğunu anlattı ve geldiğince destekledi. İkna ederken çoğun- bunun Amerikanın öncülüğünü yaptığı değerlukla arz ve talep reformunu, serbestleştir- leri desteklemesine “engel” olduğunu söyledi. meyi ve özelleştirmeyi teşvik eden örnekler ve teşvikler kullandı. Zaman zaman eski YuBaşkan Donald Trump, geçtiğimiz Eylül goslavya, Irak ve Libya'da ise kuvvet kullan- ayında BM Genel Kuruluna hitap ederken dı. Fakat Komünizm düştüğünde, liberalizm, daha net olamazdı: “Farklı ülkelerin aynı külAydınlanma Çağı’nın geriye kalan tek mirası türleri, aynı gelenekleri, hatta aynı hükümet değildi. Fukuyama, insanlık sahnesinden kay- sistemlerini paylaşmasını beklemiyoruz. Fakat bolmasını beklediği milliyetçiliği yok saymıştı. tüm milletlerin kendi halklarının çıkarlarına ve 19.yüzyıl’da Almanlar nasıl özgürlük, kardeş- diğer egemen ulusların haklarına saygı duylik ve eşitlik sloganlarını Fransız fetihleri için ma görevini yerine getirmelerini bekliyoruz.” bir kamuflaj olarak gördüyse; Batı’nın evren- Her ülke kendi değerlerini tanımlarsa, ittifakı sel değerleri desteklemesini de Rusya, Çin, birlikte ne tutar? Trump, milletlerin paylaştığı Hindistan, Türkiye ve diğer ülkelerin liderleri ortak amacı bir kenara atarak, kan ve topraonların egemenliklerini ve emellerini bozmak ğın hüküm sürdüğü dünyaya göz yumdu. için kullandıkları insanlığa sığmayan bir hile Yeni milliyetçilik sadece ülkeler arasındaki olarak görüyor. farklılıklar üzerine değil, aynı zamanda içle19. yüzyıl Avrupa'sında Almanlar, inşa rindeki öfke üzerinde de büyüyor. Varşova ettikleri Almanya için en iyi olanı sadece Üniversitesi'nde çalışan bir sosyal psikolog kendilerinin söyleyebileceklerinde iddia edi- olan Michal Bilewicz, bu öfkeyi mesleğinin yorlardı. Aynı şekilde bugünün milliyetçileri, “temsil” olarak adlandırdığı ‘kendi hayatınızı Duginvari iddialar ortaya atıp, değerlerinin kontrol etme gücü’ ile açıklıyor. Milliyetçilik, Batı’dan farklı olduğu ve bir o kadar geçerli vatansever hevesle değil, öz-saygıyla belirleolduğunu iddia ediyor. Örneğin, Hindistan ve nir. Milliyetçilik güven ve sadakat ile birleştiÇin’deki yeni ve kendine güvenen orta sınıfın ğinde Özgeciliği / Fedakarlığı (Alturism) göüyelerinin çoğu, nasıl davranmaları gerektiği- zetir. Aksi halde hayal kırıklığı ve yetersizlik nin söylenmesini değil, davranışlarına saygı duygusu narsisizme yol açar. Dipnotlarda [8] duyulmasını ister. Bu milletlerin ‘Batılı evrensel Temsilden yoksun olan kadınlar ve erkekdeğerleri’ kovma girişimi şaşırtıcı bir şekilde ler, milliyetçiliğe, kendi yöntemleriyle, herkes başarılı oldu. Dipnotlarda [7] kadar iyi olduklarını, hatta ‘daha’ iyi olduklaUluslararası Ceza Mahkemesi ve BM ta- rını temin etmek için bakarlar. Yalnızca dünya rafından 2005 yılında onaylanan Koruma onlara hak ettikleri saygıyı vermez. Bilewicz, Sorumluluğu (R2P) olarak bilinen doktrinin, “Onlar kendi taraflarında gördükleri ile ve
27
diğerlerine karşı hor görmenin gösterdikleri ile özdeşleşiyorlar” diyor. Bu kişiler aynı zamanda başkalarının onları nasıl gördükleri ile de takıntılıdırlar. Bir Alman Nazi Anayasal Avukatı olan Carl Schmitt, hem uluslararası hem de uluslar içinde böyle bir çatışmanın, siyasetin temel öğeleri olduğuna inandığını söylüyor: “Siyasete özgü ayrım… arkadaş ve düşman arasındadır.” Schmitt'in görüşüne göre, siyaset bir tür iç savaştır. Her şey sadakate bağlanır. Özgeci (Alturist) ve Kendini beğenen ( Narsisist) milliyetçilerin tezatlıkları: Geleceğe bakma – Geçmişi irdeleme Karşılıklı kazanç – Tek taraflı kazanç (Bir tarafın daima kaybettiği)
‘Hiçbir yerin vatandaşları’ yeni milliyetçiliğin ekonomik eşitsizliğin içinde yüzdüğünü söylerken haklı bir noktaya değinirler, lakin mutlak sefalet, temsiliğin göreceli eksikliği kadar itici bir güç değildir. Narsist milliyetçiler, ekonomide yaşanan aksaklıklara küreselleşmenin veya teknolojik değişimin neden olduğunu ve kendilerine karşı gittikçe daha fazla güçlendiğini düşünüyor. Narsistlerin sıkı çalışmaları karşılıksız kalırken, her daim kendi lehlerine hizmet eden seçkinler ve onların iyiliklerinden yararlanan azınlıklar, zenginlik ve güce özel erişim elde ederler. Politik doğruluğu* savunan bürokratlar göçmenlere yerel okullarda iş, ev ve mekanlar verirken; milliyetçiliğlerin asırlar boyu sürecek olan milletlerine olan sadakati, yalnızca küçümseme ve aşağılama ile ödüllendirilir.
Paylaşma – Hariç tutma (Dışlama)
*Politik doğruluk / Political Correctness : Birlikte hareket etme (Herkesi içine kap- Dezavantajlı ya da toplumdan dışlanmış olan sayan) – Örgütlenme (Sadece o milleti içine toplulukları ve azınlıkları incitecek, aşağılayacak, ayrıştıracak ve farklılaştıracak hareketalan) lerden kaçınma ile onları topluma dahil etme Var olanı geliştirme – Var olan ile çırpınma anlamına gelir. Politik doğruluğu savunanlar, bir şekilde bu grupları normalleştirip, insanRakibi tamamlayıcı olarak görme – Rakibi lara benimsetmek amacı ile onları ön plana hain olarak görme çıkarır. Göçmenlerin çeşitlilik kattığına inanma – Zayıflık ve güvensizlik, gelişmiş ülkelerin Hayat tarzımızı tehdit ettiğine inanma büyük bir kısmının unutulduklarını gösterdi. Değerler tarafında birleşme – Irk ve kültür etrafında birleşme
İngiliz tarihçi Tony Judt, 2010 yılında ölmek üzereyken yazdığı “Hasar Yolları”nda, faşizmin veya Bolşevizmin bir kez daha kitleleri etkileyebileceği korkusuyla savaş sonrası demokrasilerin nasıl afalladığını anlattı. Demokrasiler demokrasinin kırılgan olduğuna ve 1914'ten 1945'e kadar yapılan hataların asla tekrarlanmaması gerektiğine karar verdiler. Böylece, ekonomilerin kendileri ile beraber hareket eden herkese yarar sağlayacak şekilde büyüdüğünden emin olmaya çalıştılar ve bunu yapamayanlar için güvenlik ağları sağladılar. Karl Marx, işçi sınıfının adalet için bir devrime ihtiyaç duyduğuna inanıyordu. Batılı demokrasiler bunun yerine onlara refah devletlerini ve Büyük Toplumları verdi.
Altruist’ler yani özgeciler inişli ve çıkışlı geçmişini kabul eder, bugünün nimetleri için teşekkür eder ve ‘v’ şeklinde yukarı doğru zaman içerisinde meyleden daha iyi bir geleceği dört gözle bekler. Narsistler ise şanlı bir geçmişi methederler, sefil bir bugünü reddederler ve dibe vurmuş ‘U’ şekli gibi aniden varacakları o muhteşem geleceği vaat ederler. Bu kodlama, “Fransız İntiharı” ve “Kendini Tahrip Eden Almanya” gibi milliyetçi kitapların niçin o çok sevdikleri ulusları alaşağı eder gibi göründüklerini açıklıyor. Kendilerini en dipte görürler ve ani sıçrayışın hayalini kurarlar. Milliyetçi bir hareketi değerlendirJudt’ın argümanı, bu sistemin yıkıldığıydı. meye ihtiyacınız varsa, ani bir çıkış yapan ‘U’ şeklindense ‘V’ şekli gibi belli bir zaman 1980'li yıllardaki piyasa reformlarını, elitlediliminde istikrarlı bir gelişme daha akılcıdır. ri zenginleştirdiği ve herkesin aynı teknede olduğu hissini ortadan kaldırdığı ile suçladı. Dipnotlarda [9] Judt yine de, bazı konularda tamamen kötüm-
28
ser değildi. 1980'lerde Amerika ve İngiltere'yi yöneten serbest ticaret sevdalısı Ronald Reagan ve Margaret Thatcher'ı kınamaya bir hayli hevesli olan Judt, savurgan ve tepkisiz bürokrasilerin, güçlerinin doruğa ulaştığı zamanlarda bile, yardım etmeleri gereken insanları sık sık hayal kırıklığına uğratmalarını görmezden geliyordu. Judt can alıcı bir uyarıda bulundu: ‘Bir ekonomik, fiziksel ve politik güvensizlik çağına girdik.’ Neredeyse her zaman milliyetçi olan bu popülist politikacılar, bu güvensizlikleri sömürüyorlar. ‘Halk’ ile aralarında çok özel bir bağlantıları olduğunu iddia ederek, yozlaşmış seçkinlerin, çarpık göçmenlerin, yanıltıcı medyanın ve korkunç komploların üzerine konuşup duruyorlar.
Sosyal bilim adamları Vladimir adında bir köylünün hikayesini anlatırlar. Bir gün Tanrı ona gelir ve şöyle der: “Sana bir dilek hakkı vereceğim. İstediğin her şeyi söyleyebilirsin ve onu sana vereceğim.” Vladimir sevinçten zıplamaya başlar, ama sonra Tanrı bir koşul koşar: “Ne seçersen seç, komşularına iki katını vereceğim.” Vladimir kaşlarını çatar ve düşünür. Ardından aklına bir fikir gelir ve parmaklarını şaklatır. Vladimir: “Bir dileğim var! Efendim, lütfen gözlerimden birini çıkar!”
Bir bakıma, Vladimir baştan beri hep kördü. Aynı statüye sahip olmalarına rağmen, komşusunun ondan daha iyi çalıştığını görmeye dayanamayan Vladimir, onu engellemek Öfkeyi arttıran sosyal medya, fikirleri yay- pahasına gözünün tekini kaybetmeyi göze mak için ideal bir araçtır. Filipinler cumhur- aldı. başkanı Rodrigo Duterte’nin, onun yarı-yaSosyal bilimciler, Psikolojik deneylerde delan yarı-gerçek sözlerini desteklemek için bir neklerin akıl dışı davranışlarını açıklamak için “klavye ordusu” var. Trump ise Schmitt-vari Vladimir'in yaptığı tercihi kullanırlar. Aynı bir şekilde arkadaş ve düşman arasındaki zihniyeti, kendi mükemmellikleri ile takıntılı ayrımları ortaya dökmek için Twitter’ı kulla- milliyetçiler üzerine yansıtılması bir o kadar nıyor. İngiltere Bağımsızlık Partisi'nden Nigel da benzerdir. Ekonomik güvensizliğin cevabıFarage sosyal medya üzerinden, şikayeti ve nın okullar, yollar ve diğer sivil iyileştirmeler hoşnutsuzluğu her geçen gün daha da körük- olduğunu düşünebilirsiniz, ancak yeni millilüyor. yetçiler bunun yerine büyük binaları, kemelePopülistler, çoğunlukla aşırı sağ fikirden ri ve anıtları büyük bir açılışla dikmeyi tercih geliyor. Uzun yıllardır bu gazetenin (The Eco- ediyorlar. Anıtlar, benlik saygısı eksik olan nomist) kadrosunda yer alan ve siyaset felse- toplumlar için sadece geçici bir çözümdür. fesi üzerine yazan Edmund Fawcett, gelişimin yol açtığı yaratıcı yıkıma karşı, halkın her zaman isyan ettiğini gösteriyor. (Halkın değişime karşı muhafazakarlaştığını ve bunlarddan rahatsız olduğunu söylüyor). İngilizlere göre, Liberaller bu süreci hoşgörü, eğitim ve maddi iyileştirme yoluyla değiştirmeye çalışacaklarını ve hiçbir zaman çıkarların egemen olmayacağını garanti ediyorlar. Ancak muhafazakârlar, oluşabilecek bir değişim kaosunun etkisinden uzakta kalmak için geleneklere, hiyerarşiye, itaate, korumacılığa ve tutuculuğa önem veriyorlar. Bunların bazıları inançlarından bir adım öteye bile adım atmadığı için sadece güçlü bir etnik kültürün ve hükümetin onları güvende tutabileceğine inanırlar. Bu insanlar, yeni milliyetçiliğin bel kemiğini oluştururlar.
Zaman zaman, milliyetçiler kendilerine zarar veren seçimler yaparlar. Milliyetçi liderler, kendi yaralı gururları üzerine çok titrerler. Fakat diğer ülkelerin de onlardan gurur duymaları gerçeğine pek de aldırış etmezler. Polonya, en önemli müttefiki olan Almanya ile ters düştü. Türkiye, en büyük ticaret ortağı olan AB'yi eleştiri bombardımanına tutuyor. Venezuella’nın Bolivarcı devrimin peşinde koşması, ülkeyi bir uçurumun kenarına sürdü. Londra dışında yaşayan İngilizler Brexit’i İngiltere’nin kendi kontrolünü Avrupalı Bürokratlardan, Avrupa Parlamentosundan ve Lüksemburg’daki mahkemelerden geri almak için bir ayaklanma oyu olarak görüyor. İrlandalı bir gazeteci olan Fintan O’Toole, bu ayaklanmanın İngilizlerin tarih sayfasındaki geriye düşüşlerini kabul etmeyi nasıl
29
reddettiklerini gösterdiğini düşünüyor. Birleşik Krallık ve onun büyük güç politikaları bir zamanlar İngilizliği yüceltiyordu: fakat her ikisi de şimdi düşüşte. Egemenliğin Brüksel'e teslim olması (Avrupa Birliğine girilmesi), sıradanlığa / bayağılıya doğru ilerleyen merdivendeki bir başka basamak gibiydi. Ancak, İngiliz milliyetçiliğinin kırılgan olduğunu söyleyen O’Toole, şöyle devam ediyordu: “İmparatorluğun koruyucu battaniyelerinde çok uzun bir süre sarılı kalan İngiltere ve İngiliz Milliyetçileri, orta ölçekli bir küresel ekonomi’ye göre henüz kendini 21. yüzyılın gerçek koşullarında test etmiş değil.’ Brexit Referandumu sonrası Avrupa Birliği ve Dünyanın geri kalanı ile yaptığı görüşmelerde, Britanya bir kez daha egemenliğini teslim etmek zorunda kalacak. Aynı zamanda AB üyeliğinden vazgeçmeye karar verdiğinde buharlaşarak kaybettiği nüfuzu ile dımdızlak ortada kalacak. İngiltere, Brexit ile çıkmanın mı, yoksa AB’de kalmanın mı daha iyi olup olmadığına dair zor hesapları asla düşünmemenin bedellerini ödüyor. Kampanya esnasında Brexit’ten şüphe duyduğunu belirten kişiler, yetersiz vatanseverlikle suçlanıyordu. Referandumdan bu yana da, bu suçlama tam bir cadı avına dönmeye başladı. Dipnotlarda [10] Daha önemli olan ise, Trump’ın milliyetçiliğinin ABD için ne anlama geldiğidir. Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna yaptığı konuşmada, her ülkenin kendini gözettiği, ‘Kendi görevlerini benimseyen, dostluk arayan, başkalarına saygı duyan ve ortak menfaatin peşinde olan gururlu ve bağımsız milletler dünyası’nı anlattı ve ‘Bunların hepsi bu güzel dünyanın vatandaşlarının onur ve barış içinde yaşayacağı bir gelecek için’ dedi. Bir düşünürün bir zamanlar ‘milli yobazlığın çoğulculuğu’ olarak adlandırdığı bu sistem, aslında daha istikrarlı bir dünyaya yol açabilir. Muhafazakâr bir İngiliz filozof olan Roger Scruton, dinlerden ziyade ulusların daha kolay omuz omuza yaşamayı bulduklarını savunuyor. Barış ve güvenlik için John Stuart Mill, kendi kaderini tayin etmenin gerekli olduğunu iddia ediyor.
30
Trump’ın bu uluslararası sistemden uzaklaşmaya hazır olması, sisteme kalıcı bir zarar verebilir. Örneğin, Başkanlığı'nın başlangıcında Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) haklarından vazgeçme kararını aldı. Başkanlık kampanyası boyunca Trump, 12 üyeli bu ticaret paktının Amerika için kötü bir anlaşma olduğunu, Amerika'nın iki taraflı anlaşmalarda daha fazla müzakere etme gücü olduğunu düşündüğü ve de ondan öncekilerin bu anlaşmayı gereksiz yere yücelttiği için eleştirdi. TPP'yi terk etmek sadece Amerika'nın ekonomisi için kötü değildi. Aynı zamanda Asya’nın güvenliğine de zarar veriyordu. Anlaşma, Çin’in genişlemesini kontrol altına almak, onu günümüzün sistemine uyumlu hale getirmek, teşviklerini ortadan kaldırarak bunların üstünden gelen için bir kanal oluşturacaktı. Trump, Amerika'yı yeniden büyük yapmak için harekete geçtiğini söylemişti. Fakat bunun yerine, müttefiklerini yarı yolda bırakarak Çin'i dünyayı şekillendirmesine ön ayak oldu. Trump’ın dış politikasının, Suriye’de sivillerin gaz saldırısına uğramasının ardından yapılan seyir-füzesi saldırısı gibi birtakım angajman kuralları var. Ancak Trump’ın dış politikası, TPP ve Paris iklim değişikliği anlaşmalarından olduğu gibi geri çekilmenin baskısı altındadır. Bu geri çekilme, dünyayı 1945'ten bu yana ilk kez öncü bir gücün eksikliğinde bırakabilir. Güvensizlik ya da istikrarsızlık küreselleşebilir. Buna en yakın benzerlik, Napolyon'un yıkılmasından sonra 19. yüzyıl Avrupa'sı olacaktır. Neredeyse bir asır boyunca Metternich, Talleyrand, Castlereagh ve onların ardından gelen devlet adamları, ulusların talihleri sallanıp giderken bile, kıta ölçekli savaşlardan kaçınan hassas bir dengeyi idare ettiler. Bu diplomatik başarının yeniden yürütülmesi olağanüstü derecede zor olacaktır. Bugünün liderlerinin aksine, 19. yüzyıl Avrupalıları, tek bir düşünce geleneğinden geliyordu. En güçlü kuvvet olarak İngiltere, olağan ağırlığını, başka hiçbir ülkenin savaşarak kapıları aralayabileceğini düşünmemesi için kullandı. 2017 dünyasında Amerika dışında hiçbir bir ülke bu rolü oynayabilecek bir güçte değil. O zamanlar Twitter, 7/24 haberler, özgür med-
ya, ve bunları manipüle eden siyasetçiler yoktu. 19.yüzyıl’ın Avrupalı güçleri, birbirlerine karşı imparatorluklar inşa ederek yarıştılar; Fakat bu seçenek artık mevcut değil.
değil, kendilerine ait kıyafetleri giymek istiyor. Henüz liberal demokrasiler curcunasına katılsalar mı, yoksa kafalarını çevirip yola tek başlarına mı devam etseler karar vermiş değiller. Batı'da milliyetçiler dışarıdan bakmak 1914’te Avrupa’daki barış ortamı çöktü. ve kendilerine bakmak arasında seçim yapAlmanya’nın büyümesi bu barış ortamının mak zorundalar. Zafer anıtları , şanlı fedakârdevam etmesinin önünde büyük bir engeldi. lıklar, sadakat ve ihanetle ilgili takıntılar ile Nasıl Almanya’nın büyümesi barışı sınadı büyülenecekler mi? Yoksa, kendileri ve çevise, Amerika’nın iddialı ve büyümek isteyen relerindekiler ile rahatça anlaşabilecekleri bir bir Çin ile yarışmak zorunda kalması da, bu- tür sivil milliyetçiliği mi kucaklayacaklar? günün barışını sınayacaktır. Kanada, sivil toplum milliyetçiliği ve etnik 19. yüzyılın aksine, kimi ulusların şimdiler- milliyetçilik arasındaki bu çatışmaların çözüde nükleer silahları var. Bu, onları son rad- müne ışık tutuyor ve siyasetlerini bu ikisinin deye kadar barışı korumaya zorlayacaktır. uyumuna doğru yöneltiyor. Michael Adams Taa ki o raddeye varılana kadar. Trump devriminin Amerika sınırlarının kuze13 Ekim 2017, saat 14:00’te 48 kişi Ka- yine geçemeyeceğini savunurken, Kanadalı nada vatandaşı olmak üzereydi. O cuma bir başbakanın şehirleri kazanmak zorunda günü, onları Ontario Bilim Merkezi'nde kar- olduğuna; ve sadece beyaz oylara oynayaşılayan Savcı Albert Wong’un kendisi de bir rak şehirleri kazanamayacağına işaret ediyor. Kanadalıların Amerika’da gördükleri göçmendi. dışlayıcılığın, sadece yeniliğe açık olmalarını Çoğu ülkelerde doğan vatandaşlar göç- güçlendirdiğini söylüyor. “Evrensel bir ülkeyiz menlerin ülkelerine girebildikleri için şanslı ve bunları gördükçe daha d a yabancı dostu olduklarını düşünür. Ancak Savcı Wong, 48 oluyoruz” diyor. yeni vatandaşı evlerini arkada bırakıp, verKanada, konfederasyonunun 150. yıl dödikleri ödünlerden dolayı onlara teşekkür etti. nümünü, cıvıl cıvıl ve nostaljik kutlamalarla Daha sonra yerel milletvekili olan Yasmin Ratansi, Kanada'nın vatandaşlarından top- kutladı. Başkent Ottawa'da bir dünya mirası luma katkıda bulunmalarını, kadınlara saygı olan Rideau Kanalı üzerinde buz pateni yaduymalarını ve yasalara uymalarını bekledi- rışı düzenlediler. Bir Fransız sokak tiyatrosu ğinin altını çizdi. “Kanada’nın sizinle gurur şirketi, kalabalıkları kukla figürleriyle eğlenduyduğu gibi, siz de Kanada ile gurur duy- dirdi. Kanada, gecikmeli de olsa, o anavaduğunuzdan emin olmalısınız” dedi. Herkes tanın ilk uluslarının yaşadığı kötü muameleler bir dilim pasta yedikten daha sonra, Ojibway ile yüzleşti. Miwate'deki yapılan ışık gösterikabilesinin bazı üyeleri, Kanada'nın en yeni si, Algonquinlere göre kutsal olan Chaudière vatandaşlarını toplantı salonunun etrafında Şelalelerinin önemini kabul etti ve Algonqubir yılan gibi oynayacakları kabile dansına inlerin endüstriyel sömürüsünün sona erdiğini ilan etti. Şehrin ana organizatörü olan Guy katılmaya davet etti. Laflamme, Kanada'nın hala ırkçılıkla ilgili soKanada da kendi çapında koyu bir milli- runları olduğunu itiraf ediyor. “Ama, oldukça yetçi. Tıpkı diğer herhangi bir koyu milliyetçi- örnek teşkil eden bir model geliştirdik” diyor. lik gibi, Kanada’nın milliyetçiliği de kimilerine Bu model farklılıkları kutlarken, iş birliğini ağır gelebilir. Ancak, ne kadar kendini beğenmişliğe ve nasihat vericiliğe kaçsalar da, ödüllendiriyor. Kanadalılar, soğuk kış şartlaKanada göçmen konusunda tereddütleri olan rının onları hayatta kalmak için birlikte çadünya’ya öğretecek bazı önemli dersleri var. lışmak zorunda bıraktığını söylemeyi sever. Kuracakları bağımsızlık için, Fransız karşıtı Gelişmekte olan ülkelerde giderek büyü- halkların kurduğu Quebec, eşit şartlarda altınyen yeni bir orta sınıf, Batının kendilerine da birden fazla kültüre yer olmasının gerekli eğreti kaçan ve üstten dayatılan kıyafetlerini olduğunu ortaya koymuştur. Ortada bir mo-
31
zaik var, eritme potası yok. Kültürel farklılıkları kutlayacak, yüceltecek bir yol bulmuşlar ve bunu bir zarf gibi karşılıklı saygı ile sarmışlar. Bu kültürel istisnacılık veya ahlaki evrenselcilik arasında bir seçim değil, her ikisinin de iyi bir karışımı. Dipnotlarda [11]
insanlığın tek bir topluluktan meydana gelip insanlık tarihinin başından bu yana farklı coğrafyalarda farklı yaşam tarzlarına bürünmesi gibi. Ulaşılacak bir ortak zemin zaman içerisinde bölgesel farklar ile tekrar farklı zeminlere bölünecektir.
Vatandaşlık töreninin sonlarına doğru, eski bir başbakan olan Paul Martin, dünyanın dört bir yanından ülkesine gelen insanlara konuşmak için ayağa kalktı. Kanada’nın şekillendirilmesinde ve gelişmesinde artık onların da pay sahibi olduğunu söyledi. Bay Wong'u dünyanın en iyi işine sahip olduğu için kutladı. Ve 1967'de devlet sekreteri olan babasının Kanada'nın sınırlarını Avrupa dışından gelen göçmenlere nasıl açtığını anlattı. “O zaman yapılacak en doğru şeydi ve halen yapılacak en doğru olan şey” dedi Paul Martin. Dipnotlarda [12]
[3] Benzer bir şekilde son yıllarda sıklıkla karşılaştığımız ‘Yeni Türkiye’ ve ‘Neo-Osmanlıcılık’ fikirlerinin temellenmesi ve toplumda karşılık görmesi de Avrupa’nın içinden geçtiği sürecin bizdeki birer yansımasıdır.
Yazı’nın Orijinali: 'Whither Nationalism', The Economist, 19.11.2017 Çevirmenin Dipnotları ve Yorumları [1] Son yıllarda Avrupa’da kendinden söz ettiren bir akım var ‘Populizm’. Polonya, Fransa, Almanya, İtalya gibi ülkelerde kendini güçlü bir şekilde hissettiren popülist partiler düzen partilerinden bıkan insanlar ve gençler tarafından büyük bir destek görüyor. Bu partiler Avrupa Birliğinden ayrılmayı vaat ederken, göçmen karşıtı i.e. xenophobic (yabancı karşıtı) bir politika izliyorlar. Bu popülist partiler genellikle toplumun muhafazakar ve milliyetçi kesimlerine hitap edip bulundukları ülkelerin toplumunu ve tarihi yüceltme yolunu seçiyorlar. Popülist partilerin günümüz Türkiyesindeki karşılığı ise geçtiğimiz sene kurulan İYİ Partidir. [2] Kültürel farklılıkların yok olması mı yoksa bunların korunması mı gerektiği ise başlı başına bir tartışma konusu. Her geçen gün farklılıklar azalsa bile, farklı coğrafyalarda yaşayan insanların aynı yaşam tarzını aynı şekilde yaşamalarının mümkün olmadığını düşünüyorum. Her şeyin tez, antitez ve sentez içerisinde yoğrulduğu dünyada, farlılıkların yok olduğu bir zemin bile kendi antitezini oluşturacak ve farklılıklara bölünecektir. Tıpkı
32
[4] Günlük yaşamda sıkça gördüğümüz Göktürk alfabesi ile yazılmış ‘Türk’ motifli veya Osmanlı Tuğrası motifli takılar ve kıyafetlere talebin artması, firmaların bu fikirleri para kazanmak uğruna kullanması, polisiye veya askeri dizilerin/filmlerin gittikçe çoğalması bunlara birer örnektir. Bu girişimler milliyetçiliği veyahut ideolojileri romantize ederek insanların duygularına hitap etmeyi hedef alır. İdeolojiler bu malları üreten firmalar için artık bir sömürü kaynağı olmuş vaziyette. [5] Avrupalı güçler kıta aşırı sömürge topraklarında kontrolleri altında yaşayan insanların hakları olduğuna inanmadıkları için, gün geldiğinde o insanlar kendi üzerlerinde Batılı Devletlerin haklarının olmadığını savunmaya ve kendi bağımsızlıklarını aramaya başladılar. Bu kimi zaman kanlı olurken kimi zaman ise zaten zaman içerisinde üzerlerinde nüfuzlarını kaybetmiş Emperyal devletlerin ellerini yavaşça çekmesi ile oldu. Tabii bu ‘özgürlük’ maceralarında en önemli etken ulusların kendilerini yönetme haklarını ellerine alma dürtüleri değil diğer Emperyal devletlerin bu halkları kışkırtması ve desteklemesi olmuştur. [6] Rusya iç politikasında Putin kayda değer bir muhalif halka sahip olsa da, konu batıya karşı bir duruş ve tavır olduğunda, hepsi tek bir tarafta yer alıyor. Eski güçlü günlerine tekrardan kavuşmak isteyen Ruslar Putini SSCB’nin dağılmasının ardından Rusları tekrardan güçlü ülkeler arasına alan bir ‘Çar’ olarak görüyor. Putin ise bu fikirleri manipüle etmek amaçlı Rus halkının önem verdiği Ukrayna, Kırım, Avrupa, Suriye gibi meseleleri bu yönde kullanmakta. Bu dış politikalar Putinin tabanı sıkılaştırmasına olanak vermekte.
[7] Aynı şekilde Batı’nın elinden çıkma siyasal kavramlar da doğulu ülkelerin retoriğinde eğreti duruyor. Bugün Doğu’daki birçok demokratik ülke, demokratik olmaktan çok öte. Liderleri sürekli olarak ‘Diktatör’ olarak anılmakta. Lakin bu liderlerin birçoğu ülkelerinde büyük bir çoğunluk tarafından desteklenmekte ve seçilmekte. Farklı değerlere sahip toplumların farklı yönetim biçimlerini benimsemesi onların suçu değil, kültürlerinin ve yaşayış biçimlerinin bir sonucudur. Putin, Xi Jinping, Mondi, Shinzo Abe, RTE gibi liderlerin batılı değerlerle çakışıyor olması bu liderlerin sürekli ‘diktatör, çar, sultan, han’ olarak adlandırılmasına sebep olmakta. Lakin bu konuyu nesnel bir şekilde yorumlamak için sadece ‘demokrasi, faşizm, monarşi’ kavramına bakmak yeterli değil. Bu konuyu değerlendirirken aynı zamanda ‘Doğulu’ ve ‘Batılı’ ulusların sosyolojik geçmişleri ve değerleri de incelenmelidir. Bu toplumların neden bu liderleri büyük oranda desteklediklerinin cevabını daha net bir şekilde ortaya koyacaktır. Aynı Putin’i destekleyen Ruslar gibi. [8] Irkların sürekli olarak aşağılanması, onlarda bir ‘temsil’ problemi oluşturmakta. Milliyetçiler başka ulusları aşağılamayı değil, kendi uluslarını yüceltmeyi örnek alması gerekir. Bu temsil problemi diğer ırkların kendilerini en az bizim kadar, hatta bizden daha iyi olduklarına inanmalarına ve bunun için çabalamalarına neden olur. Bu nedenle milliyetçiler aşağılayıcı fikirlerden olabiliğince kaçınmalıdır. [9] Milliyetçiler insanları birbirinden ayrıştıran, aşağılayan ve hor gören cümleler ile tavırlardan uzak durmalıdır. Sürekli olarak geçmişi övüp, geçmişte yapılanları yüceltmektense; yarınlar için nasıl şeyler yapabileceğininin arayışına düşmelidir. Var olan ile şükredip yerinde sayacağına daha iyisi için çabalamalıdır. Akıllı Milliyetçiler, ideolojinin devletler, kurumlar ve liderler tarafından manipüle edilebilecek bir akım olduğunu fark etmeli ve gözü açık olmalıdır. (Aslında bu sav birçok ideoloji için geçerli bir düşüncedir.) Irk etrafına değil, ortak payda olan Türkiye’nin varlığı ve birliği çerçevesinde birleşmelidir.
[10] Brexit yani İngiltere’nin Avrupa Birliğinden ayrılmasını ele alan Referandım’da Galler çok az fark ile ayrılmayı; Londralılar, İskoçlar ve Kuzey İrlandalılar ise kalmayı tercih etti. %52 ile ‘Ayrıl’ kazandı. Ayrıl’ın kazanmasının sebeplerinden birisinin de jenerasyon farkının sonucu idi. Yaşlılar ‘Ayrıl’ derken, gençlerin çoğu ‘Kal’ taraftarı idi. Seçim sonucunda gençler tarafından yoğun bir ‘Geleceğimiz bizden önceki jenerasyon tarafından şekilleniyor.’ Serzenişi vardı. Benzer bir durum ise Türkiye’de yaşanıyor. Hükümetler seçime giderken yeni jenerasyonların ilgisini çekmekte zorlanıyor, gençlerin ilgilerini ve odaklarını çekmekte partiler sıkıntı yaşıyor. [11] Makalenin Kanada’da yükselen göçmen karşıtı tavırları, yabancıların dışlanmasını ve yüzyıllardır bastırılan yerli halkların değerlerini yeni yeni iade edilmesini göz ardı edercesine çok az değinmesi de ayrı bir ironi. Başkan Trenedeu’nun sempatikliği ile PR yapmalarının ardında yatan samimiyetsiz politikalara hiç değinmiyor. Dünyadaki pek çok ülke, sayısı sadece birkaç bini bulan göçmenleri aylarca didik didik seçerek ve seçtikten sonra bunun reklamını yaparak kabul ediyor. Ancak konu, milyonlarca mülteci ve göçmen akını olan Türkiye, Lübnan, İtalya, Macaristan gibi ülker olduğunda bu dansların, karşılamaların nasıl toz pembe bir bakış açısı olduğunu fark edeceksiniz. Medya’da gösterilenin aksine Batı halen iki yüzlü ve kendi çıkarlarını gözetmek uğruna insanları kandırmakla meşgul. Belki de Karlx Marx bugün halen yaşasaydı Din yerine artık Hümanizmin toplumları uyutmada nasıl afyon görevi gördüğünü söyleyecekti. [12] Akıllı, araştırma becerisi yüksek, eleştirel bakış açısına sahip, ideolojilerin manipüle edilebileceğinin farkında olan, başka ırkları aşağılamayıp kendi ulusunu yücelten, etnik değil ortak kültürün ve anavatanın çevresinde birleşen bir milliyetçi camiayı oluşturmalıyız. Bu değişim ilk önce insanın kendisini değiştirmesi ile başlar. Gelecek günlere umut ve güçlü bir şekilde bakmak ve Atatürk’ün bahsettiği ‘Muasır medeniyetler seviyesi’ne ulaşmak için gerçekçi ve akılcı bir Milliyetçilik artık şarttır.
33
Çiçek ve Kan Hilal Gül
Nefes aldı, nefes verdi. Önce hayatta kalması gerekiyor insanın. Temel gereksinimlerini tamamladıktan sonra yaşamaya başlıyor. Nefes alması gerçekleşiyor ve keşfetmek için yola çıkıyor. Ta ki ilk insandan bu yana böyleydi. Yaşamayı anladıktan sonraki amacımız nefes almanın ötesine geçiyor. İnanıyor, savaşıyor, düşüyor, yeniden diriliyor ve başka amaçlar bulup ruh onlara bürünüyor. Bunların bilgisine sahip olup olmadığını bilmediğimiz birçok anında içinde bulunduğu yaşayamamazlığın nedenini anlayamıyordu. Su dolu bir bardağı aldı ve ağzına doğru götürdü. Suyu; diliyle, dudağıyla, yemek borusu ve indiği midesiyle hissetti. Adını bilmediği bir çiçek aldı eline. Çiçeğin kokusunu derin bir nefesle içine çekti. Annesinin yanına gitti ve dizine başına yasladı. Saçlarının okşanmasını istediğini vücut diliyle ortaya koydu. Kadının parmakları tel tel dokundu saçlarına. Her tel kökünün deriden hafif çekilişine bıraktı kendini. Koltukta duran kitabını aldı ve kaldığı sayfaya dikkatlice baktı. Hangi kelime, cümle, paragrafta kaldığını bulmaya çalıştı. Buldu ve yazılanları en ince ayrıntısına kadar düşünerek yazara hakkını vermek istedi.
34
Bir kitap bundan daha çok ne ister ki? Bir su böyle güzel içilmekten başka ne ister? Bir çiçek böyle güzel koklanmaktan başka ne ister? Kitabını hakkını verebildiği kadar dikkatli okudu ve dikkatinin dağıldığını fark edince masasına bıraktı. Evden çıkıp hızlı bir şekilde otogara gitti. Şehirlerin isimlerine baktı ve nereye gitmek istediğini kestirmeden binmek istemeyişi ona bir sigara yaktırdı. Acı mı istiyordu, sevgi mi, macera mı, eğlence mi, öğrenme mi? Neydi onu bu kadar hissiz kılan, arayıp da emin olamadığı? Bu yüzyılın en büyük hastalığına yakalandığını fark etmek onu diğerlerinden farklı kılmış mıydı? Bunları düşünürken kendini bir otobüste, muavin ona bir şeyler sorarken bulmuştu. Hayır hayır bu bir uçaktı. Ne zaman gelmişti buraya? Bundan 10 sene önce izlediği ve izlerken yaşayıp yaşamadığını bilmediği bir film gibi son 2 saat içinde ne yaptığının farkında değildi. Başında bekleyen kadın da muavin değil hostesti. “Altay Bey inmeniz gerekiyor uçak kapanacak sizi bekliyoruz. Biraz daha kalkmazsanız güvenliği çağırmak zorunda kalacağım. Ooo durun durun ben hemen iniyorum”. İsimliğine baktı kadının ve ekledi, “Handa Hanım kusura bakmayın uyuyakalmışım”. Şu an
da yatağından yeni kakmış keyifli keyifli kahvaltı yaparken Twitter’dan haberlere bakıyor ve sahte bir acının içinde olduğunu düşünüyor olması gerekiyordu. Uçaktan indi. Asya ülkelerinden birine gelmiş olmalıydı. Neresiydi burası? Aklını mı kaybetmişti? Rüya mı görüyordu? Ya da hafızasını kaybetmiş olmalıydı. Evet, sanırım hiç bir şey hatırlamıyordu. Zaten bir gün bu hafıza kaybı yaşayacağını biliyordu. Şimdi ne yapmalıydı peki? Valizini almak için hava alanına girdi. Elini cebine attı ve yürürken cebinde bir kâğıt parçası olduğunu fark etti. Üstünde bir numara yazıyordu. Bir telefon numarası olmalıydı ancak hattı yurt dışına açık değildi. Önce valizini almaya sonra da bir ankesörlü telefon bulup numarayı aramaya karar verdi. Neden bilmiyordu ancak yabancılık çekmemişti bulunduğu yere. Tarihlerden 5 Temmuz 2009 idi. Etrafından hızlı hızlı geçen kadın ve erkeklerden farklı gibi durmuyordu. Sadece onun valizi kalmıştı ve dönüp duruyordu. Hemen aldı ve numarayı aramak üzere ankesörlü telefon aramaya başladı. Evet, karşısına bir tane çıkmıştı sonunda. Hemen aradı. Telefon çaldı çaldı ancak açan yoktu. Tam kapatmaya yeltendi ve birinin ona ismiyle seslendiğini fark etti. Tanımadığı bir ses ona ismiyle hitap ediyor ve sen misin diyordu. Bu olaylar karşısında telefonda dona kaldı. Sonunda evet benim siz kimsiniz diyebildi. Ben Osman. Senin büyük dedenim. Geleceğini keşke önceden haber verseydin. Ben de bilmiyordum geleceğimi, bu numarayı kim koydu cebime? Ben sana onu küçükken yazmıştım, henüz 5 yaşındaydın. Demek hala ayırmadın hiç yanından. Evet, yani ayırmamışım. Ben şu an nerdeyim? Bu nasıl soru? Çin’desin. Şimdi bir yere otur, seni almaları için birilerini göndereceğim. Tamam, ben bekliyorum ama beni nasıl tanıyacaklar? Onlar seni bulurlar. Sen sadece bekle dedi ve telefon kapandı. Kapanan telefondan sonra muhtemelen bu hafıza kaybımdan dolayı dedemi bile unutmuşum diye geçirdi içinden. Ağlamaklı oldu. Henüz başına neler geldiğinin şaşkınlığını atamamıştı ancak bu yaşananlar ona hüzünlü bir gözyaşı olarak yansıdı. Bir yere geçti ve kahvesini alıp beklemeye başladı. Beni nasıl bulacaklar acaba? Daha önce beni görmüşler mi? Yok canım ben de, nerde görecekler. Belki de büyük dedem resmimi göstermiştir. Ancak nereye oturduğumu nerden bilecekler, kocaman ve içinde birçok insanın olduğu bir hava alanında nasıl bulacaklar beni? En önemlisi buraya neden geldim? Bu sorular ile kafası iyice karışmış halde beklemeye devam ediyordu. Saatler geçti ve gelen giden yoktu. Müzik dinlemeye karar verdi. Kulaklığını taktı ve son dinlenenlerde Karşılaşınca isimli bir parçada kaldığını fark etti. Daha önce dinlediğini hatırlamıyordu
bu isimli bir parça. Merakla dinlemeye başladı. ‘Dedim istek nedir? Dedi gülümdür, Dedim ya mücadele? Dedi yolumdur, Dedim Ötkür neyindir? Dedi kulumdur, Dedim satar mısın? O didi yok yok.’ sözleri ile bitiyordu. Şarkı bitmişti ancak gelen giden yoktu. Belki de ilk uçakla geri dönmeliydi. Geri dönme fikrini merakı bastırıyor ve beklemeye devam ediyordu. Yaklaşık 4 5 saat sonra bir adam ve çocuğun ona doğru yaklaştığını fark etti. Altay diye seslendiler. Yüzlerindeki gülümsemeyi de görünce beklemenin sonuna geldiğini anladı. Rahatlamıştı. Ona sarıldılar. Çocuk, adama bu kim diye sordu. Adam yıllardır beklediğimiz kişi, o senin amcan dedi. Altay ne soracağını bilemez halde memnun olduğunu belirtti ve çocuğun başını okşadı. Acaba çocuğa hediye almayı akıl edebilmiş miydi? Çocuğun yanındaki adam kendisinin kardeşiymiş, adı Cemil. Cemil ile beraber bir arabaya bindiler ve yola koyuldular. Gittikleri yol dağ yollarına benziyor ve pek kullanılmadığı belli oluyordu. Altay çocuğu korkutmamak için pek soru soramamıştı. 2, 3 saatlik yolcuğun ardından Cemil geldiklerini belirtti. Arabadan indiler ve bir eve girdiler. Evde birçok insan vardı. Bu tanıdık yüzlerdeki yabancı insanlarda kimdi? Altay biraz daha soru sormazsa delirecekti. Onların arasından biri ki o dedesi oluyor, onu görünce gözyaşlarına hâkim olamadı ona sımsıkı sarıldı ve geleceğini biliyordum dedi. Gel şimdi biraz uyu uyan sonra herkesin sana soruları olacak yemek de hazır olur hep birlikte yeriz dedi. Altay bu samimi insanlara tek tek sarıldı. Bin yıldır hasret kalmış gibiydi. Ona gösterilen odaya gitti. Ev küçüktü ve birçok insan vardı. Ancak ona ayrı bir yer hazırlamışlardı. Odasına gitti ve yatağına uzandığı gibi uyudu. Uyandığında başucundan yeğeninin olduğunu fark etti. Amca hadi kalk artık sofra hazır dedi. Senin ismin ne bakalım? Alptekin dedi. Alptekin, ne güzel bir ismin var dedi ve yatağında kalktı. Elini yüzünü yıkadıktan sonra sofraya oturdular. Yemek duası yaptılar ve yemeğe ve aynı zaman da sohbete başladılar. Altay durumu izah etti. Anlattıklarına inanmadılar ve onlara şaka yaptığını düşündüler. Nasıl olurda insan yaşadığı yeri unutmuş olabilir ki? Nasıl olurda insan nereye gittiğini bilmeden kendisini burada bulabilir. Altay bu güzel insanları kırmamak için daha fazla soru sormadı. Yemeğin sonuna doğru kapı kırılacakmışçasına sert bir şekilde çalmaya başladı. Herkesi bir korku kaplamıştı. Alptekin’i ve Altay’ı telaşla sakladılar. Bir kadın bize bir şey olursa Alptekin sana emanet deyip ikisinin yanından ayrıldı. Gelenler anlamadığı bir dilden konuşuyordu,
35
muhtemelen Çince olmalıydı bu. Dedesine bağırıyor ver sanırım kötü şeyler söylüyorlardı. Dedesi ise karşılık verdiğinde silahları ile vuruyor, hırpalıyorlardı. Tam çıkacaktı ki Alptekin aklında geldi. Onu bırakmazdı. Bunları düşünürken giren askerlerin silah seslerini duydu. Kanı donmuştu adeta, nefes alamıyordu. Yok canım öldürmüş olamazlar diye içinden geçirse de kadının söyledikleri aklına geliyor ve böyle bir ihtimal olduğunu şimdi idrak edebiliyordu. Nasıl olur! Durduk yere insanların evlerine girip onları öldürmek mi? Bu olacak iş değildi. Yaşadığı acı, üzüntü, korku, hepsi birbirine karışmıştı bir yandan Alptekin’i sarıyor onun sesleri duymasına engel olmak istiyor, bunların birere şaka olduğuna inanmaya çabalıyordu. Kâbus gördüğünü düşünmek bile rahatlamasına izin vermiyordu. Yıllardır tek bir insanın bile öldüğünü görmemiş biriydi. Haberlerde gördüğü savaşlara ve ölümlere insanlık ne hale geldi diye yetinerek kaç yaşına gelmişti. Bu okudukları ve duyduklarının gerçekten olduğunu gözlerini kapatıp düşünmemişti. Vah vah demekten öteye hiç geçememişti. Ancak tam da şu an yanında küçük bir çocuk öksüz kalmış ve kendisi dışında tüm yakınlarını kaybetmişti. Silah sesleri kesildikten sonra geriye inleme sesi bile gelmiyordu. Olduğu yerden çıkamıyor adeta bu an yaşanmamış gibi davranmak istiyordu. Gözlerini kapatıp açacak ve kendinsin otogarda bulacaktı. Ancak kaç kere denediyse de kirli camlar, gri duvarlar, koca koca binalar değil sadece bir karanlık görüyor kan kokusunu
36
alıyordu. Kapının kapanma sesini duydu. Alptekin kucağından fırlamasa kendisi yıllarca orada öylece bekleyebilirdi olanların geçmesini. Alptekin’in fırlaması ile kendine geldi ve hemen kalktı, çocuğun olanları görmesine izin vermemek için onu durdurdu. Burada bekle diyebildi. Evet, bu gerçek vahşet ile yüzleşmeliydi. Kendine canım, kanım diyen bu insanların ölümü ile yüzleşmeliydi. Kapıyı açtı ve tek bir nefes dahi duyamadı. Nabızlarını kontrol etti. Atmıyordu. Odaya geri döndü, Alptekin’i kucağına aldı. Çocuk hıçkıra hıçkıra ağlıyor, Altay ise çocuğu bağrına basmaktan başka hiç bir şey yapamıyordu. Yıllarca birbirlerine sarılarak oracıkta oturdular. O kadar çok oturdular ki sene 2019 olmuştu. Halen daha aynı acı devam ediyor, dinmiyordu. Bu isimler bu dil hepsi kendisinindi. Bu insanlar onun insanıydı. Bu çocuk onun kanından canındandı. Yaşanan her şey gerçekti. Bir çiçeğin kokusu kadar, bir kitabın yazarının anlattıkları, bir suyun verdiği ferahlık kadar… Bu acı gerçekti. Ellerine bulaşan kan bir ekrandan gördüğünden çok daha kırmızıydı ve artık ölenlerin mezarını kazacak olan elleri de o topraklar kadar kendisinindi. Salondaki güzel kokulu çiçeklere sıçrayan kanları yıkadı ve yerine koydu. Şimdi her şeyi hatırlıyordu. Doğduğu toprakları, kurduğu devletleri, yaşadığı göçleri, inandığı dinleri, kazandığı ve kaybettiği savaşları… Onun ölü ruhuna Alptekin bir filiz olacaktı. Onun hasta ruhu gerçek bir koku ile hayata geri dönmüştü.
MEHMET AKİF ERSOY (1873-1936) Ahmet Naim Sarı Milli şairimiz Mehmet Akif (Ragıyf), 20 Aralık 1873 yılında İstanbul'da doğdu. Babası Fatih Medresesi müderrislerinden (Arnavutluk'un İpek Kazasından gelme) Mehmet Tahir Efendi; Annesi, Buharalı Mehmet Efendinin kızı olarak Samsun'da doğmuş olan Cemile hanımdır. Emir Buhari Mahalle Mektebinde okula başladı, ardından Fatih İptidaisine geçti. Lise hocası olan Muallim Naci’nin, "Bu çocukta gördüğüm cevheri, kimsede görmedim" dediği Mehmet Akif, Baytar mektebini birincilikle bitirdikten sonra, 6 ay içinde Kur’an’ı hıfz etmiştir. Ziraat Bakanlığı’na veteriner olarak atanınca Anadolu’nun pek çok kasabasında hayvanlardan bulaşan salgın hastalıkları önlemek için çalışmalar yapmış, aynı zamanda Darülfünun ’da edebiyat dersleri vermiştir. Arapça, Farsça ve Fransızcaya hâkimdir.
1-Dünya harbi esnasında, İttihad-ı İslam uğrunda destek için, Teşkilat-ı Mahsusaysa (MİT) katılmış, 100.000’den fazla Müslüman esirlerle ilgilenmek için Berlin'e ve Arap emirlerini Osmanlı'ya karşı asi olmamalarını telkin etmek için Necid'e, sonra Medine'ye görevli gitmiştir. Berlin'de iken Alman terakkiyatının esaslarını gezip öğrenmiştir. Berlin dönüşü Avrupa hakkındaki düşüncesi sorulduğunda, "işleri var dinimiz gibi, dinleri var işimiz gibi" sözünü söylemiştir. Teşkilatı Mahsusa Reisi Eşref Sencer Kuşçubaşı, Çanakkale Şehitlerine Şiirinin yazılışı ile ilgili hatıratında, “İngilizlerin dağıttıkları altınlarla Arapları Osmanlıya karşı ayaklandırmaya çalıştıkları haberi üzerine, teşkilatı mahsusa görevi ile Hicaz’da kilit konumdaki İbni Suud ve İbni Reşid’in Osmanlı’ya sadık kalmalarını sağlamak için Osmanlı’nın Hicaz vi-
37
geldi. Çanakkale Şehitlerine şiiri Medine’de Ravza-yı Mutahhara’ya yakın bir noktada, hıçkırıklarla yazıldı” diye anlatır. Mehmet Akif, hiç görmediği bir bölgede, hiç katılmadığı bir savaşı, safahatlarını görmüş ve yaşamış gibi bir gerçeklikle ifade etmiştir. Mehmet Akif, "Çanakkale Şehidlerine" şiiri ile edebiyat tarihimize erişilmez bir anıt dikmiştir. Süleyman Nazif Çanakkale şiir sebebiyle "Allah'ın şairleri de var" demiştir. İlber Ortaylı, "Çanakkale şiiri, İstiklal marşını dahi geçmiş bir şaheserdir" demiştir. Son yılların en büyük şairlerinden Bahtiyar Vahapzade, “İstiklal Marşı ve Çanakkale şehidlerine şiiri, normal olarak insan eliyle yazılamaz, bunlar başka kuvvetler gizli bir ilham vasıtasıyla Mehmet Akif’e yazdırılmıştır...” demiştir. Mehmet Akif, sürekli olarak halkı, düşmana karşı direnişe çağıran vaazları, yazı olarak bastırılıp dağıtılmış, Sebilürreşat dergisinin 464. sayısı çok büyük ilgi görmüş ve birkaç kere daha basılarak Anadolu'ya ve askerlere dağıtılmıştır. Derginin etkisi o kadar büyük olmuştur ki, Türk halklarının etkilenmesinden endişelenen Rusya, ülkeye girişini yasaklamıştır. layetinde idik. Çanakkale savaşının da en çetin günleriydi. Akif’in “ Eşref dün gece sabaha kadar “Allah’ım bana Çanakkale zaferini yaşatmadan canımı alma diye yalvardım, o büyük günü göreyim, sonra yanına davet et” diye yalvardım...” dedi. Müjde dönüşte Anadolu-Bağdat demir yolunun Hicaza ayrılan son istasyonu El Muazzamda geldi. Harbiye Nazırı Enver Paşa telgraf ile müjdelemişti. Zafer müjdesini ilk Akif’le paylaştım. Akif secdeye kapandı ve kalkmadı. O kadar uzun kaldı ki nefes alıp almadığını kontrol ettim. Sonra kalktı, ağlamaklı, birbirimize sarıldık. Güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde, istasyon kulübesinin arkasındaki hurmalığa çekildi, sabahladı. Sabah elinde şiiri, sevinçli ve zinde bir şekilde yanımıza
38
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı Devleti itilaf devletlerinin işgaline uğrayınca, Anadolu’da Milli Mücadele hareketine destek için 1920'de Ankara’ya gelmiştir. Kastamonu’dan Ankara’ya gelen Mehmet Akif ve Eşref Edip, Mustafa Kemal tarafından davet edilmiştir. Mustafa Kemal “Sebilürreşat için sizi tebrik ederim. Manevi cephemizin kuvvetlenmesinde büyük hizmeti oldu” demiştir. Atatürk'ün isteğiyle, 1920 ve 1923 yılları arasında Burdur vekili olarak 1. mecliste yer almıştır. (Meclis kayıtlarında, "Burdur milletvekili ve İslam şairi" olarak geçer.) Milli mücadeleye şair, hatip, seyyah, gazeteci ve siyasetçi olarak katılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı, İstiklal Savaşının mana
ve önemini anlatacak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bağımsızlığının sembolü olacak milli bir marşa duyulan zaruret üzerine, 500 lira ödüllü bir yarışma açmıştır. 6 ay gibi bir süre verilmesine rağmen 724 adet şiir aday olmuştur. Milli Eğitim Bakanlığı kurduğu değerlendirme komisyonu ancak 6 şiir seçebilmiştir. O dönem milletvekili olan Mehmet Akif, yarışmada para ödülü var diye katılmak istememiştir. Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey, “ödülün halledilebileceğini, mutlaka yarışmaya katılması gerektiğine dair 5 Şubat 1921 tarihli bir mektup yazmış, Mehmet Akif, “ben mebusum yarışmaya katılamam. Çok istiyorsanız bir şiir yazar size veririm” cevabını vermiştir. İstiklal Marşı yazma ısrarı üzerine Mehmet Akif Hacettepe’nin arkasında yer alan Taceddin Dergâhındaki odasına çekilerek Kahraman Ordumuza şiirini yazmış ve Hamdullah Suphi Tanrıöver’e teslim etmiştir. Hamdullah Suphi Bey, "Kahraman Ordumuza" isimli şiiri bizzat kürsüde okumuş, alkış tufanı ile birinci seçilmiştir. Meclis bu şiiri 3 defa ayakta dinlemiştir. 12 Mart 1921 tarihinde İstiklal Marşı olarak kabul edilmiştir. Mehmet Akif (600 lira borcu olduğu ve giyecek paltosu olmadığı halde) 500 lira ödülü kabul etmemiştir. Gözü toktur. Ödülü, yoksul kadın ve çocuklarına iş öğreterek yoksulluklarına son vermek için kurulan ve cepheye elbise diken Kızılay'ın Dar-ul Mesai'sine bağışlamıştır. (Bu tarihte Vehbi Koç'un sermayesinin 2.5 altın olduğu, 500 liranın 50 altın ettiği ifade edilmektedir). Mehmet Akif, Abbas Halim Paşanın daveti ile 1923'ten 1925'e kadar kışları Mısır'da geçirdi. 1925 sonlarında gidinde de 11 yıl geri dönmedi. Bu gidişin sebebi ile ilgili; görev olarak verilen Kuran Mealini hazırlamak için gittiği ve idarenin laiklik üzerine kurulmasından üzüntü duyduğundan gittiği şeklinde, iki cenahtan iki ayrı görüş dillendirile gelmiştir. Bir görüşte, Mısır’a Atatürk ile anlaşmazlığa düştüğünden gitmediği, Kuran meali görevi ile gittiği, bazı çekincelerle meali teslim etmediği ve uzun süre yurda bu sebeple gelmediği, yurda döndüğünde, "Mısır'da on bir yıl kaldım. Fakat on bir saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana halisane (gerçek) bir fikrimi söyleyeyim mi: İnsanlık da Türkiye'de milliyetçilik de Türkiye'de Müslümanlık da Türkiye'de, hürriyetçilik de Türkiye'de. ALLAH
BENİM ÖMRÜMDEN ALIP MUSTAFA KEMAL'E VERSİN" dediğini rivayet etmişlerdir. Diğer görüşte, M. Ertuğrul Düzdağ'ın araştırmalarına göre, samimi dindarlığıyla da öne çıkan Mehmet Akif, vatanının polisleri tarafından taciz seviyesinde takip edilmesi, işsiz bırakılması, emekli aylığının bile ödenmemesi sebebiyle Mısır'a kendi kendini sürgün etmiştir. (Ciddi ekonomik sıkıntılardan sonra Kahire'de Darülfünun'da Lisan-ı Türki Müderrisliği yapmıştır.) Bu gidişin sebebini yakın dostu Şefik Kolaylı'ya "takip edilmesini, vatana ihanet edenler gibi muamele görmeye dayanamadığını, bu yüzden Mısır’a gideceğini" ifade ettiği rivayet edilmiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra TBMM tarafından; Elmalılı Hamdi Yazır'a tefsir, Ahmet Naim'e hadis, Mehmet Akif'e meal görevi verilmiştir. Bu sebeple Mısır’a gittiği, meali 1928’de bitirdiği halde Anayasa'dan "Devletin Dini İslam’dır" maddesinin kaldırılması ve ardından "dini ıslahat beyannamesi" gündeme gelince, "benim mealimi kuranın yerine okutacaklar. Mahşerde Allah ve resulüne ne cevap veririm" demiş ve meali teslim etmediği gibi, Diyanet ile anlaşmasını feshetmiştir. Türkiye'ye gelirken bu meali yakın dostu ve talebesi Mehmet İhsan efendiye (Ekmelettin İhsanoğlu'nun babasıdır) teslim etmiş ve "şifa bulur dönersem eksiklerini tamamlar, basarız. Şayet ölürsem bu meali yakarsın" vasiyetinde bulunmuştur. (Bu vasiyet 1961 yılında yerine getirilmiştir) Mehmet Akif siroza yakalanmıştır. Hastalığı ilerleyince Mısır'dan İstanbul'a dönüp Teşvikiye Sağlık Yurdunda tedavi görmeye başlamış ancak hastalığı ile baş edilememiştir. Mehmet Akif'in Mısır'da hamisi Prens Abbas Halim Paşa'nın kızı Prenses Emine Halim, Akif'i hastaneden çıkarıp sahibi olduğu Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanına götürmüştür. Mehmet Akif, son günlerini burada geçirmiş, siroz hastalığından, 27 Aralık 1936 günü hayatını kaybetmiştir. Edirnekapı Şehitliğindedir. Ne yazık ki, bu büyük vatanperver, kâmil mü’min ve dava adamının, ülkeye dönüşü, hastalığı ve vefatına o günün güdümlü medyası ve radyosu ilgi göstermemiştir. Hukuk fakültesi öğrencisi iken Mehmet Akif'in cenazesine katılan Prof. Dr. Sulhi Dönmezer 5 Ocak 1987 tarihli Tercüman gazetesinde Akif'in Cenaze Töreni başlıklı yazısında, "hükümet ve güdümlü basın cenazesine ilgi gös-
39
termedi, devlet töreni yapılmadı ve hiç bir devlet erkânı katılmadı. Yakın günlerde ölen ve edebiyatımızdaki yeri Mehmet Akif'le kıyaslanamayacak olan Samipaşazade Sezai'ye gösterilen ilgi bile Mehmet Akif'ten esirgendi..." şeklinde yazmıştır. (Hatta Mısır Apartmanındaki son günlerinde Mehmet Akif, vekili Fuat Şemsi İnan, Prenses Emine Halim ve gelen ziyaretçilerinin dahi devlet tarafından takip edildiği, fişlendiğine ilişkin raporlar Cumhuriyet Arşivi 121-10-0-0/2-6-1numaralı dosyada muhafaza edilmektedir). Merhum Fethi Tevetoğlu, İstanbul üniversitesinden üç genç arkadaşıyla kapalı çarşıya geçmek isterken Beyazıt Camii önünde, at arabasının üstünde tabutta bir yeşil örtü dahi olmayan bir cenaze görürler. Başında bir belediye görevlisi beklediğinden kimsesiz olduğu anlaşılmaktadır. Rahmet dileyen bu 4 genç, belediye görevlisine "hiç mi kimsesi yok mudur" diye sorduklarında "şair Mehmet Akif miş" cevabını alırlar. Bir bayrak bulup getirip Akif'in tabutuna örterler. Sağa sola haber göndererek adeta İstanbul'u ayağa kaldırırlar. Mahşeri bir kalabalık oluşur. Akif'in cenazesi İstanbul'un tarihinde gördüğü en kalabalık cemaat tarafından hakka uğurlanır. Mehmet Akif, çok yönlü bir insandır. Spora büyük ilgi duyarak güreş, yüzücülük, uzun yürüyüş, koşma ve gülle yarışmalarına katılır seviyede sportiftir. Musikide notaların yanlış çalındığını fark edecek seviyede vakıftır. Mısır'da Türk dili öğretmenliği yaptığı dönemde, üniversitenin salonunda bir papaz Beethoven'dan bir parça çalmış, herkes alkışlamıştır. Mehmet Akif bir notayı yanlış seslendirdiğini hatırlatmış, bunun üzerine salon ayakta Mehmet Akif'i alkışlamıştır. Anne tarafı ile Doğu İslamlığı, baba tarafı ile Batı İslamlığı, doğup büyüdüğü muhit ile Osmanlı merkezii İslamlığı kendinde toplamıştır. Son dere-
40
ce dindar ve pozitivist ilim anlayışına sahiptir. Türk tarihinde münevverlerin olması gereken; dürüst, ahlaklı, kendinden çok başkalarını, toplumu düşünen, namuslu bir insan, örnek bir Müslümandır. Herkesten daha çok Türk, herkesten daha çok Müslüman (yaşantısıyla da gerçek bir mü'min) ve herkesten daha çok Anadolu insanıdır. Gerçek bir Vatanperver, tam bir karakter adamıdır. Arnavut kökenine rağmen Türklüğe sıkı sıkıya bağlıdır. Ancak meselenin milli tarafını, islam zarar görmesi, fitneye ve parçalanmalara sebep olması korkusu ile öne çıkarmamıştır. Mehmet Akif, rahatsız olarak bulunduğu Alemdağı'nda son günlerde, Tarık Us'unda aralarında bulunduğu bir gurup ziyaretine gitmiştir. Mehmet Akif hastalıktan bitkindir. Ziyaretçilerden biri konuyu istiklal marşına getirmiş ve "acaba İstiklal Marşı şimdi yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı" deyince, Mehmet Akif bitkin yattığı yataktan başını kaldırmış ve "Allah bu millete bir daha istiklal marşı yazdırmasın. O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz. Ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O şiir artık milletin malıdır. Allah bu millete bir daha istiklal marşı yazdırmasın" demiştir. Ey büyük dava ve mana adamı, Senin milletin öyle bir halde ki tarifi mümkün değil. Vatan, Bayrak, Namus, Toprak işportaya düşmüş. Asımın nesli dediğin senin milletinden bir avuç vatanperver, hindu, yamyam ve bin türlü bela çemberinde çırpınıp duruyor. Allah korusun gözüken o ki, bir istiklal savaşı vermek zorunda kalacağız da, Allah bir Akif ve bir Mustafa Kemal daha gönderecek mi? Bilemiyoruz. TÜRK ERİYİZ SİLSİLEMİZ KAHRAMAN MÜSLÜMANIZ, HAKKA TAPAN MÜSLÜMAN Kendisini rahmet ve minnetle anıyor, Allah’tan rahmet diliyorum.
JETON Saadet İlhan
Kış mevsiminin, sırasının gelmesini sabırsızlıkla bekleyen insan gibi bir hali var. Sonbaharın önüne geçip her yeri hükümranlığı altına almak istiyor. O gelmek istedikçe ben kabanıma daha çok sokularak sonbaharın sarı, kırmızı, turuncu yapraklarının arasında yürüyorum. Yaprakların en kuru olanlarına bastıkça sanki taptaze bir ekmeğin en kuru yerinin dişlerin arasında çıkardığı “çıtııır” sesini duyuyorum. Bu sesi duymak için kuru yapraklara ayaklarımı isabet ettirmeye çalışıyorum. Sonbahar gelmesine rağmen köyümüzün yanındaki ormanda yaprakların bu çıtır haline rastlayamazdık. Çünkü yapraklar döküldükten sonra ormanın nemli toprağının tahakkümü altına girer ve kısa süre sonra toprakla adeta birleşirdi. Yeni gelen yapraklar diğerlerinin üstüne düştükçe yer kürenin üstünde sanki bir katman daha oluşur, halı gibi soğuk toprağın üstüne serilirdi. Ormana her girişimizde içimizde en büyük olanlar bir hikaye uydurur, kalbimizin gümbürtüsünü daha da artırırdı. Kimi zaman eşkıyaların komşu köyden adam kaçırıp ormanda sakladıkları, kimi zaman dünyada görülmemiş en vahşi yılanların bu ormanda yaşadığı, bazen de ölen kişilerin ruhlarının geceleri burada hayat bulduğu anlatılırdı. Ormanda bizim için sınır kabul ettiğimiz bir kaya parçası vardı. Onu geçersek bir daha evimize dönemeyeceğimizi sanırdık. En korkunç hikâyeler bu kayanın başında anlatılır, en sonunda bir sincabın hareketinden ya da daldan dala uçan bir kuşun kanat sesinden korkarak deliler gibi köye
doğru koşardık. Köyün taşlı yolu bizim kurtuluşumuzdu. Oraya vardık mı ellerimiz dizlerimizde, rükuya varmış gibi bir halde, derin derin soluklanır, içimizden bir daha oraya gitmemeye yeminler ederek korkulu gözlerle ormana bakardık. Asfalt yolda, ayaklarımın altındaki yaprakları ezerek ilerledikçe daha çok yaklaştığım telefon kulübesi şimdi bana, ormandan koşarak gittiğimiz köy yolu gibi görünüyordu. Bu sefer içimde korku değil kocaman bir umut vardı. Bir de kulaklarımda anacığımın tatlı sesi… Ortaokula başlayalı üç hafta olmuştu. İlk kez büyük şehre gelmiş, ilk kez bu kadar büyük bir okul görmüş ve en önemlisi ilk kez annemden bu kadar ayrı kalmıştım. Bir hafta sonra köyüme, izne gidebilecektim. Babam yol paramı, sınırlı miktarda harçlığımı buna uygun vermişti. Harçlığım o kadar sınırlıydı ki kalemim kaybolsa yol paramın ucundan harcamam gerekecek diye ödüm kopuyordu. Benim olan her şeye gözüm gibi bakıyordum ama artık bir hafta daha bekleyecek halim kalmamıştı. Öğretmenlerimin çoğunu, arkadaşlarımı sevememiştim. Derslerde zorlanıyordum. Annemi çok özlemiştim. Telefon açıp anneme köye erken dönmek istediğimi söyleyecek, sonra da otobüs biletimi almaya gidecektim. Annem de buna çok sevinecekti. Cebimde kâh oynayarak, kâh sıkı sıkı tutarak iyice ısıttığım jetonu telefon kulübesine girince elime aldım. Ahizeyi kaldırıp jeton için ayrılmış yassı deliğe attım, telefonu annemin açmasını
41
umarak tuşlara bastım ve çalma sesini bekledim. Söyleyeceklerimi kafamda tekrar tekrar toparladım. Jetonun süresi kısa olduğundan lafı fazla uzatmamalıydım. Fakat telefon çalmadı. Tekrar denemek için jetonu çıkarıp bir daha atmak istedim. Daha önceki aramalarımda jeton hep elime düştüğü halde bu kez geri gelmedi. Telefonu bir daha elime aldım, bir daha kapattım ama yine yoktu. Bu kez öncekilerden daha sert bir şekilde ahizeyi kapattım, jeton iade deliğine elimi iyice soktum. Yoktu. Bilinçsiz bir şekilde “N’olur geri ver!” kelimeleri döküldü dilimden. Çenem hafif titrer bir halde kumarda bütün varını yoğunu kaybeden bir insanın son hamlesini yapmak üzere elindeki kartı masaya atması gibi jetonun şıngır mıngır sesini duymak için elimle telefona vurdum. O soğuk makinenin buz gibi sesinden başka bir ses duyulmadı. Koca makine küçücük jetonuma tamah etmiş, beni anneciğimin sesinden mahrum bırakmıştı. Köyümüzün ormanındaki o vahşi canavar bu makine olmalıydı! Çenemin titremesine gözlerimden dökülen kocaman iki damla yaş eşlik etti. Ardından daha hızlı akan diğerleri… Sarsıla sarsıla ağlıyordum. Zira ikinci jetonu alacak param yoktu. Yıkık bir şekilde kulübeden çıktım. Kulübenin dibine, kaldırım kenarına ellerimle dizlerimi sarmış bir şekilde oturdum. Gözyaşlarımla ıslanan ağzımı, burnumu kollarıma süre süre bir süre bekledim. O kadar yorgun, umutsuz ve çaresizdim ki! Önümdeki o koca bir haftayı düşündükçe gözyaşlarımın hızı artıyor, beni yurda götürecek dermanı dizlerimde hissedemiyordum. Ben böyle ağlarken “Hayırdır küçük, bir şeyini mi kaybettin?” diyen bir ses duydum. Kafamı çevirdiğimde sesin sahibi elindeki kitaplarla kaldırıma, hemen yanıma oturmuştu bile. Uzun saçlı, genç bir kızdı. “Bir şey yok.” demek istercesine kafamı dizlerimin üstüne koydum. Benim kadar üzgün bir çocuğu orada öylece bırakmak kolay kolay insanlığa sığmazdı. Bu kızcağız da derdimi anlamak için elinden geleni yaptı. Üniversiteye gittiğini, benim gibi kardeşleri olduğunu, onlara da her zaman ablalık falan yaptığını anlattı. Beni konuşturmak için ablamın olup olmadığını sordu. “Ablam köyde. Onlarla konuşmak istedim. Ama telefon jetonumu yuttu.” deyince dilimle birlikte, biraz dinmiş olan gözyaşlarım da iyice çözüldü. Kızcağız önce cüzdanını aradı, sonra çantasının içine, olmadı çantasının gözlerine baktı.
42
Aradığı şeyi bir türlü bulamıyordu. “Allah Allah, nerede bu?” diyerek ayağa kalktı. Ben de göz ucuyla –ağlamayı unutmuş- onu izliyordum. Aradığını sonunda montunun iç cebinde buldu. “Bak, bende bir tane var. Cebimde elime dolanıp duruyordu. Bana lazım değil. Bir işe yarasın bari. Gel, bir de bununla aramayı deneyelim.” dedi. Çölde yüzüne iki damla yağmur düşen bir bedevi gibi olmuştum. Dermansız dizlerim sanki onca yolu yürümemişti. Hemen kalktım, kızın peşi sıra kulübeye girdim. “İstersen ben arayayım, çalınca çıkarım.” dedi. Kafam önde sadece teşekkür edebildim. Numarayı söyleyince “Şehirlerarası konuşacaksın. Çok fazla bir şey söyleyemeyebilirsin.” dedi. “Biliyorum” anlamında kafamı salladım. Jetonu attı, tuşlara bastı, çalınca bana verdi. “Hoşça kal” deyip başımı sıvazladı ve çıktı. Ben de “Sağ olun.” dedikten sonra arkasından bakacaktım ki annemin sesiyle irkildim: - Anne! - Yavrum, sen misin? - Anne, ben köye dönmek istiyorum. - Kuzum nerden arıyorsun? - Kulübeden. - Meydanın oradakinden mi? - Evet.
Annemin güvenliğimle ilgili tedirgin sorularından sonra tekrar hızlı bir şekilde: - Anne, bu hafta döneyim, n’olur, diye yal-
vardım. Annem:
- Bir hafta kaldı. Az daha sabret, dedi.
Anneme, onu özlediğimi söylemem ayıpmış gibi: - Burada çok sıkıldım. Hem Zehra’yı – 3
yaşındaki küçük kardeşim- özledim, dedim. Cümlemi daha yeni bitirmiştim ki telefon kesildi. Hâlbuki daha anlatacak ne çok şeyim vardı: Öğretmenimin sınıfta beni en sevmediğim arkadaşımın yanına oturttuğunu, yazımın düzelmesi için sürekli uyardığını, yurtta yemeklerin soğuk çıktığını anlatacaktım. Hapishanede, aylardır görmediği sevdiği görüş gününde karşısına çıkınca ne söyleyeceğini bir anda unutan, birbirlerini seyrederek sınırlı zamanlarını dolduran bir mahkûm gibiydim.
Gurbetten köyüme ilk dönüşümdü. Kim bilir anacığım beni karşısında görünce nasıl şaşıracak, nasıl sevinecekti. Beş saatlik yolu gözümü kırpmadan geçirdim. Köyümün yolunun her noktasını kafama kazımaya çalışıyordum. Köye yaklaşıp da ıssız ormanın çevresinden geçerken kendimi cama dayayıp gözlerimi daha bir açtım. Sanki ormana gizlenmiş bir çift göz arıyordum. Böylece yeni bir hikâyeye yelken açacaktım. Ekrem Ağabey’e: - Ekrem Ağabey, ormanla ilgili yeni bir haber var mı? diye sordum.
Ekrem Ağabey: - Bilmem. Onu en iyi senin çete bilir, deyip
güldü. Anlatacaklarımın çoğu içimde, gözyaşlarım, deminkinden biraz daha sakin, yanaklarımdan süzülürken kulübeyi epey geride bırakmıştım. Cuma günü törenden sonra gündüzlüler ve yatılı olup da hafta sonunu evinde geçirecekler evlerine dönünce yurt çekilmez hale gelirdi. Çoğu zaman ödevlerimi hafta sonuna yayardım. Her gün yapacak bir şeyimin olması beni daha canlı tutsa da bu hafta ne ödev yapmak ne de bir satır kitap okumak istiyordum. Cumartesi sabahı ağzıma tek lokma koymak istemediğimden odanın arka bahçeye bakan penceresinden sonbaharın son demlerini seyrediyordum. Birden: - Aslan n’aber? diyen bir sesle irkildim.
Annemin dayısının oğlu Ekrem Ağabey kapıdaydı. Bana her zaman “Aslan” diye hitap ederdi. - Ekrem Ağabey! diye bağırıp yerimden fırladım. Birbirimize sarıldık. Ekrem Ağabey köyde tarlalarından kaldırdığı ürünü, şehirde hale getirip satardı. Şimdi de işini bitirmiş, köye dönüyordu. Dönerken yol üstünde olduğumdan bana da uğramıştı. Eğer istersem beni de köye götürmek istiyordu. 2 gün sonra tekrar şehre dönmesi gerekecekti. Dönüşte beni de okula bırakabilirdi.
Evimize vardığımızda kamyonetin sesinden olsa gerek annem dışarı fırladı. Beni görünce şaşıracağını düşünüyordum ki annem sadece coşkulu bir heyecanla bana sarıldı. Elime, yüzüme, boyuma posuma iyice bir baktıktan sonra: -En sevdiğin yemekleri yaptım. Hemen otur, dedi. Şaşkın bir şekilde: -Geleceğimi biliyor muydun? diyebildim
sadece.
Meğerse canım anacığım benim telefondaki üzgün sesimi duyunca Ekrem Ağabey’i aramış, onun mal götürme işiyle benim gelmemi ayarlamış. O gece annemle koyun koyuna uyuduk. Bütün öğretmenlerimi, sevdiğim sevmediğim bütün arkadaşlarımı anneme tek tek anlattım. En sonunda: - Haftaya gelme hakkım bitti mi? diye sordum korkarak. Annem yol paramı nasıl sıkı sıkı sakladığımı duyunca: - Haftaya da böyle beraber yatarız, deyip bana sarıldı.
O gece haftalardır beklediğim en tatlı uykuya daldım.
Sevinçten deliye döndüm. Hemen kıyafetlerimi, kitaplarımı toplayıp Ekrem Ağabey’in kamyonetine atladım. Ben hazırlanırken o da yurttan çıkışımla ilgili işlemleri halletmişti.
43
Sultan Kılıç
Adı konmamış bir dağın ardında bilinmeyenler zamanında göğe kadar uzanan bir sarayda saçları alevden, yüreği buzdan bir kız prenses yaşarmış. Saçını okşamak isteyenlerin eli yanar, sarılmak isteyenlerin vücudu donarmış. Herkes korkarmış bu küçük kıza yaklaşmaya. Yalnızlığı arttıkça saçlarındaki alevler daha da yükselir, kalbi daha da buz kesermiş oysa. O da çevresindeki insanları korkutmak istemediği için saraydan dışarı adımını atamazmış. Bir gün yine tahtında yalnız otururken bu küçük kız. Düşünmüş saçlarım neden alevden, kalbim neden buzdan? Elbette varmış bir nedeni alev saçların, buzdan kalbin. Ona annesinden ve babasından yadigârmış alevden saçlar, buzdan kalp. Kral babasının kimseye acımadığı, merhamet etmediği için buzdan bir kalbi varmış. Annesinin ise alevden saçları varmış kendinden başka kimseyi beğenmediği için. Acımasız bir baba ve kibirli bir anne. “Nasıl da kötü miraslar böyle? Kurtulmak mümkün mü bu miraslardan sevgiyle?” diye düşünürmüş küçük kız her gün böyle. Belki sevgi tek çaresiymiş bu kızın derdinin. Ancak yanmaktan ve donmaktan korkan kişiler çokmuş bu sarayın çevresinde. Ama bu korkuları küçük kızı merak etmelerine engel değilmiş elbette. O ülkenin halkını küçük kızın annesi ve babası çok üzmüş geçmişte. Babası hep zulmetmiş halkına, acımadan çalıştırmış onları. Annesi ise kendine olan sevgisinden başka bir şey görmemiş. Gözlerini kör etmiş kendini beğenmişliği. Halk o kadar üzülmüş ki kendilerine yapılanlara ve dua etmişler bu zalimlerden kurtulmaya. Kral ve kraliçe ölünce halk rahat bir nefes almış. Zulümden kurtul-
44
muşlar. Ancak kral ve kraliçenin kızlarını da düşünmeden edememişler. Ya sevmeyi ve sevilmeyi bilmeyen bu kız da anne ve babasına benzerse diye. Halk yine kötülük görmekten korktukları için yaklaşamıyormuş ne saraya ne de küçük prensese. Bir gün cesur küçük bir kız çıkmış ülkeden. Demiş ki insanlara: “ Bu kız büyüyünce ya annesi ve babası gibi olursa, bize zulmederse? Onun için ben gidip onunla konuşacağım, ona sevmeyi ve sevilmeyi öğreteceğim. Kalbini ısıtıp saçlarını okşayacağım.” Halk buna karşı çıkmış başta. Ama bu küçük kız çok kararlıymış kimse caydıramamış onu fikrinden. Diyormuş ki içinden “Sevgi her şeyin ilacıdır.” Ama öbür taraftan da korkuyormuş tabi, ya beni istemezse bana kötü davranırsa diye. Böyle düşüne düşüne çalmış sarayın kapısını. Buzdan kalpli, alevden saçlı prenses şaşırmış önce kim çalar benim kapımı! Koşmuş, açmış kapıyı ardına kadar merakla. Kapının önünde kendi gibi küçük bir kız titriyormuş korkuyla. Prenses şaşkınlıkla birlikte sevinç de duymuş kalbinde. Cesur kız tanıtmış kendini, demiş ki: “Tanımak istiyorum seni izin verirsen. Arkadaşlığım kurtarır belki seni bu dertten.” Prenses çok çok sevinmiş onun bu isteğine. “Demek ki unutmamışlar beni, arkadaşım olacak ne iyi!” diye düşünmüş. Prensesin yalnızlıktan soğuyan kalbi ısınmaya, alev saçları sönmeye başlamış cesur kızı tanıdıkça, onunla konuştukça. Ne kadar da önemliymiş meğer sevmeye cesaret etmek. Bir kalbe sevgiyle dokunup saçları sevgiyle okşayabilmek. Küçük bir kızın bedeninde kocaman cesur bir yürek olabilmek.
Türkiye’nin Nükleer Enerji Geçmişi Hamit Berat Kaya
Giriş Türkiye'nin "Sulh İçin Atom" programı çerçevesinde ABD ile imzalanan antlaşma sonrası, Türkiye'de bu konuda çeşitli çalışmalar yapılmış, eğitim kurumlarında nükleer enerji konusunda eğitimler verilmiş, uzmanlar yetiştirilmiş, çeşitli araştırma merkezleri açılmış ve nükleer enerjinin salt barışçıl amaçlar ile kullanımının her kademesinde araştırmaları yapılmıştır. Ayrıca Türkiye'de nükleer enerjiye dayalı elektrik enerjisi üretimi konusunda da çeşitli girişimlerde bulunulmuş, projeler gündeme getirilmiştir. Fakat gerek iç gerekse dış nedenlerden dolayı tüm bu projelerin sonuçsuz kalmış olmasına rağmen 2010 yılında Rusya Federasyonu ile yapılan antlaşma sonucunda 2013 yılında Akkuyu Nükleer Santrali inşasına başlanmıştır. 1. Nükleer Enerji Uygulamalarının Türkiye'deki Tarihsel Gelişimi
devleti de harekete geçiren bir antlaşma olmuş ve bunun sonucunda da İstanbul Üniversitesi (İÜ) ile İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) bir ortak araştırma merkezi (Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi, ÇNAEM) kurmak ve araştırma reaktörü inşa etmek üzere 1956’da "İÜ-İTÜ Reaktör Komitesi" oluşturulmuştur. Bu merkezin kurulabilmesi için de ilk olarak Küçükçekmece Gölü kıyısında 3200 dönümlük Nakkaştepe Çiftliği kamulaştırılmıştır. Kurulmuş olan "Reaktör Komitesi" işlerini yürütürken, konunun yasal çerçevesinin hazırlıkları da başlamıştır. 27.8.1956 tarihinde de bu amaçla hazırlanan 6821 sayılı Atom Enerjisi Komisyonu (AEK) yasası yürürlüğe girmiş, bu yasanın kabulünün ardından, uluslararası arenadaki ilk girişim ise 1957'de 7015 sayılı yasayla Uluslararası Atom Enerjisi Ajansına (IAEA) üye olunmasıdır. Bu yasanın gereği olarak da "İÜ-İTÜ Reaktör Komitesi" 1958'de lâğvedilerek görevi AEK'e devredilmiştir.
ABD’nin ortaya koyduğu "Sulh İçin Atom" programı çerçevesinde antlaşmayı imzalayan Nükleer enerjinin pratik anlamda belirli bir ilk ülke Türkiye olmuştur (5 Mayıs 1955). Bu antlaşma akademik çevreleri olduğu kadar, alana uygulanması ise, 1959'da 7091 sayılı yasa ile radyoizotop üretiminin yasal çerçe-
45
vesinin oluşturulması ile başlamıştır. Bu yasanın ardından 1959'da ve 1961’de çıkartılan sırasıyla 7256 ve 234 sayılı yasalar, uygulama ile ilgili yeni düzenlemeler getirmiştir. Bütün bu yasal süreçlerin sonunda, sistemin kurumsallaştırılması amacıyla son aşama olarak 9 Temmuz 1982 yılında çıkartılan 2690 sayılı yasayla da Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) kurulmuştur.
Bölümü'nde ise ilk defa eğitim lisans seviyesinde verilmeye başlanmıştır. Ayrıca 19601980 yılları arasında Ege ve Boğaziçi Üniversitelerinde de Nükleer Enerji Enstitüleri kurulmuş ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi Makina Fakültesinde de konuyla ilgili bir opsiyon açılmıştır.
Türkiye ayrıca, nükleer enerjinin araştırma amaçlı kullanımı için gerekli olan araştırma Türkiye bu yasalarda atom enerjisini ancak reaktörlerinin kullanımı için de belli aşamalarsulhçu amaçlara yönelik olarak kullanacağını dan geçmiştir. açıkça beyan etmekle kalmamış aynı zamanÇekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim da Nükleer Silâhların Yayılmasını Önleme Merkezi (ÇNAEM)'nde kurulan 1 MW gücünAntlaşması'nın (NPT) Mart 1980'de TBMM’ deki TR-1 araştırma reaktörü 6 Şubat 1962 de kabul ederek gerek kendi ülkesine gerekse tarihinde kritiği yapılmış ve uygunluğuna kabütün diğer ülkelere: rar verilmiştir. Geniş araştırma olanaklarına
1) nükleer silâh yapmaya kalkışmayacağım sahip olan ve değerli araştırmacıların ulusal ve, ve uluslararası pek çok yayın yapma olanak2) nükleer silâh yapmaya kalkışan ülkelere ları buldukları TR-1 reaktörü 15 yıldan fazla çalıştıktan sonra 19 Eylül 1977'de kapatılmışde bu konuda yardımda bulunmayacağına, tır. Daha çok radyoizotop üretim amaçlı olan dair söz vermiştir. Ayrıca IAEA ile 1981 yeni bir araştırma reaktörü yine Çekmece yılında imzaladığı bir sözleşme ile Türkiye'nin Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi (ÇNAmevcut ve kurulacak bütün nükleer tesisleri EM) bünyesinde (TR-2 araştırma reaktörü) üzerinde IAEA' nın denetimi de kabul edilmiş- ve 5 MW gücünde olacak şekilde 19 Aralık tir. Araştırma merkezleri olarak ise; 27 Mayıs 1981 tarihinde faaliyete başlamıştır. İTÜ Nük1962'de resmen faaliyetlerine başlayan Çek- leer Enerji Enstitüsünde inşa edilen 250 kW mece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi gücündeki Triga Mark II araştırma reaktörü(ÇNAEM), yine TAEK'na bağlı, 1966 yılında nün ise 11 Mart 1979 tarihinde kritiği yapılAnkara Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi mış ve uygunluğuna karar verilmiştir. (ANAEM), 1982'de Lalahan Hayvan Sağlığı 2. Geçmişten Günümüze Nükleer Araştırma Enstitüsü ve son olarak da 1984'de Santral Projeleri Ankara Nükleer Tarım Merkezi kurulmuştur. Tarihsel süreç içerisinde nükleer enerjinin Tüm bu aşamalardan geçilirken, bu işler en önemli uygulaması, güç santrallerinden için eğitimli kişilerin yetiştirilmesi de göz ardı elektrik enerjisi üretmektir. Türkiye'nin elektrik edilmemiştir. enerjisi üreten bir nükleer santrale sahip olBu konudaki öncü eğitim kurumları; İÜ Fen ması gerektiği fikri ilk AEK'in oluşum aşamaFakültesi ve Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi sında ortaya atılmıştır. Bu konuda Türkiye'nin olmuştur. Bu kurumlarda nükleer enerjinin çe- geçirmiş olduğu 5 nükleer enerji santrali kurşitli yönleri hakkında daha 1950'lerin başın- ma girişimi aşağıda özetlendiği gibi olmuştur. dan itibaren dersler okutulmaya başlanmışsa 1. İlk çalışmalar Elektrik İşleri Etüt İdaresi da bu konuda sistematik bir eğitim ilk olarak, 1961 yılında İTÜ bünyesinde hizmet verme- (EİEİ) bünyesinde oluşturulan bir çalışma grubu ye başlayan İTÜ Nükleer Enerji Enstitüsü'nde tarafından ancak 1965 yılından itibaren yüverilmeye başlanmıştır. Yine bu bağlamda İÜ rütülmeye başlanmıştır. Bu minvalde ABD’deFen Fakültesi’nde 1968 yılında "Radyobiyo- den, İsviçre'den ve İspanya'dan üç firmanın loji Kürsüsü", 1982 yılında da aynı kurumda oluşturduğu bir konsorsiyum bu konuda EİEİ'ye "Radyobiyoloji ve Sağlık Fiziği Araştırma danışmanlık hizmeti vererek 1969'da nihaî Merkezi" kurulmuştur. 1982 yılında kurulan raporunu vermiştir. Bu raporda, nükleer enerji Hacettepe Üniversitesi Nükleer Mühendislik kökenli elektrik üretiminin ilk adımında, ülkenin şartlarına daha çok uyduğu gerekçesiyle, Tür-
46
kiye'nin 400 MB’lık doğal uranyum ve basınçlı PHWR tipi bir reaktörle işe başlamasını tavsiye etmiş, ancak 1970 yılında Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİEİ)’nin yerine kurulan Türkiye Elektrik Kurumu (TEK)’nun hem projeye önem vermemesi hemde siyasî desteğin yetersiz kalmasından proje rafa kaldırılmıştır.
AECL ile 1985 yılında “Yap-İşlet-Devret” modeline göre bir ön anlaşma imzalanmış fakat bir yandan kömür santrallerinin daha elverişli olduğu hakkında Hükümet’in bir bölümünde beliren kanaat dolayısıyla oluşan siyasi irade eksikliği, diğer taraftan da Kanada Hükümeti’nin "Yap-İşlet-Devret" modelini faz2. TEK'de 1972 yılında Nükleer Santraller la riskli bulması sonucu 1986'da bu girişim Dairesi ve ardından 1974 yılında bir nükleer de sonuçsuz kalmıştır. santral kurulması kararının alınmasının ardınNükleer santral kurma girişimlerinin sonuçdan yer seçimi için çalışmalar başlatılmıştır. suz kalması karşısında, 1957-1987 yıllan Bu ön çalışmanın sonucunda Mersin'de Ak- arasında gerek yurt içinde gerekse yurt dışınkuyu bölgesi nükleer sit alanı olarak uygun da yetişmiş olan nükleer mühendis, nükleer görülmüş ve 1976 yılında da bölge nükleer uzman, nükleer fizikçi, nükleer teknisyen gibi enerji santrali inşaatı için lisanslanmıştır. yüzlerce personellik nükleer eleman potan1976 yılında üçü İsviçre'den ve biri Fran- siyelimizin bir bölümü, yavaş yavaş ya yurt sa'dan 4 firmanın oluşturduğu bir konsor- dışına ya da Türkiye'de uzmanlıklarıyla ilgisiyum danışman olarak tutularak nükleer li olmayan başka işlere kaymışlardır. Ocak santral ihalesi için çalışmalara başlanmış ve 1988'de ise TEK'in Nükleer Santraller Dairesi tekliflerin değerlendirilmesi sonucu 1977 yı- kapatılmıştır. lında ASEA-ATOM ve STAL LAVAL firmaları ile sözleşme öncesi görüşmeler başlamıştır. Ancak 12 Eylül 1979 da görüşmeler çeşitli sebeplerden ama daha çok bu işin sonuçlandırılması için siyasi iradenin yeterince ortaya konulamamasından ötürü proje akim kalmıştır.
4. Aralık 1992'de Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanı'nın Bakanlar kuruluna sunduğu bir raporda ülkenin başka enerji kaynakları ihdas etmediği takdirde 2010 yılında büyük bir enerji krizine düşeceğine ve bunun için de mutlaka nükleer enerjiden yararlanılması gerektiğine dikkat çekilmiştir.
3. Türkiye'nin üçüncü nükleer güç reaktörü macerası 1982 yılında ihale açılmaksızın TAEK Başkanlığı aracılığıyla AECL, Siemens-KWU ve General Electric firmalarından teklifler istenmesi ile başlamıştır. Yasal süreçlere bakacak olursak, 1983'de 7405 sayılı "Nükleer Tesislere Lisans Verilmesine Dair Tüzük “ün yürürlüğe girdiğini, 2 Kasım 1983 yılında kanun hükmünde kararname ile Nükleer Elektrik Santralleri Kurumu (NELSAK) kurulduğunu lakin kurumun kâğıt üzerinde kaldığını ve hiçbir zaman kuvveden fiile dönüşemediğini görmekteyiz.
1993 başında toplanan Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu nükleer enerjiden elektrik üretimini ülkenin öncelikli bütün meseleleri arasında 3. sıraya koymuştur.
2 Kasım 1983 de AECL ile KWU ile pazarlık görüşmeleri başlamış ve 30 Ağustos 1984’de pazarlık görüşmelerinde anlaşma sağlanmış ise de hükümet nükleer santrallerin anahtar teslimi esasına göre başlattığı ihalenin temel şartını “Yap-İşlet-Devret” şartına dönüştürdüğünü açıklayınca KWU ile, kendisine Akkuyu yerine Sinop nükleer siti teklif edilmiş olan General Electric firmaları ihaleden çekilmiştir.
1995 yılında TEAŞ, nükleer santral ihalesinin ön incelemelerini yapmak üzere danışman olarak, Güney Kore'nin KAERI firmasıyla anlaşmış, 1996'da Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı'nın görevlendirdiği 3 danışman ile TEA Nükleer Santraller Dairesi'nden 2 elemandan oluşan bir komisyon "İhale Şartnamesi"ne son şeklini vermiştir. Böylece 17 Ekim 1996'da Resmî Gazete'de "Akkuyu Nükleer Santrali" için ihale açılmış olduğu ilân edilmiştir. TBBM'de bütçe görüşmeleri sırasında Meclis’ deki bütün partilerin ülkenin nükleer enerjiden yararlanması konusunda hemfikir oldukları ve dolayısıyla siyasi bir konsensüs ve siyasi bir iradenin de oluşması bazı adımların daha hızlı atılacağını düşündürmüştür. Fakat daha sonra yaşanan suni siyasi meseleler yine konunun rafa kaldırılmasına sebep olmuş ve uzun yıllar görüşülememiştir.
47
15 Ekim 1997’de ise AECL (Atomic Energy of Canada Limited), NPI (Nuclear Power International/Siemens ve Framatome konsorsiyumu) ve WESTINGHOUSE (Mitsubishi ile birlikte) şirketleri tarafından sunulan teklifler TEA Nükleer Santraller Dairesi ve danışman firma Empresarios Agrupados Internacional S.A. tarafından incelenmiş fakat maalesef 2000 senesinde hükümet bu projenin sonuçlandırılmasından ve nükleer santral kurulmasından vazgeçtiği için Türkiye'nin 4. nükleer santral macerasına da nokta koyulmuş oldu. 5. Son olarak Mayıs 2004'te dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler, "Yakında bu santralların üreticisi ülkelerle görüşeceğiz." diyerek nükleer enerji santrali konusunda yaptığı açıklamadan sonra nükleer santraller konusunda teknik incelemelerin sürdüğüne, kurulmasında şartname aşamasına gelindiğine ve kısa zamanda görüşmelerin yapılacağına dair açıklamalar gelmiş, fakat aynı açıklamada, önceki projelerden farklı olarak işletmenin devlet tarafından değil özel sektör eliyle yapılacağı ve santrallerin yeri konusunda araştırmaların sürdüğü, daha önce santralin kurulacağı yer olarak tespit edilen, Mersin'deki Akkuyu bölgesi de alternatiflerden biri olarak gündemde olduğu ifade edilmiştir.
Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanı Okay Çakıroğlu, ilk santralin 2012'de açılacağını belirtmiştir. Bu bağlamda 2010-2020 arasında 5 bin megavatlık üç nükleer santral kurmayı amaçlayan "Nükleer Enerji Yasası", 17 Ocak 2007'de çıkarılmıştır. Ancak dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, santrali kuracak şirketin yapısı, denetimi, söküm masrafı gibi alanlarda anayasaya aykırılıklar olduğu gerekçesiyle yasanın üç maddesini veto etmiştir. Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin dolmasının ardından tekrar Cumhurbaşkanlığı makamına gönderilen yasa olduğu gibi kabul edilmiştir. 2010 yılında Rusya ile yapılan antlaşma sonrası 2013 yılında Mersin-Akkuyu bölgesinde ilk nükleer santral yapımına başlanmıştır. TAEK ayrıca başta Karadeniz ve Akdeniz bölgeleri olmak üzere Mersin-Akkuyu, Sinop-İnceburun ve Trakya (Tekirdağ-Edirne), Adana ve Ankara çevresindeki bazı illeri nükleer santralin kurulabileceği iller olarak belirlemiştir. Sonuç
Türkiye çeşitli birincil enerji kaynaklarına sahip olmasına rağmen bu kaynaklardan yeterince faydalanamamakta, enerji üretim ve iletiminde verimlilik gibi konulara gereken İlk adım olarak 2005'in ocak ayında 2005 önemi vermemektedir. Enerji kaynakları arayatırım programına alınan üç santral için Elekt- sında yenilenebilir enerji payının az olması, rik Üretim A.Ş. ile Türkiye Atom Enerjisi Kuru- nükleer santrallerin kurulumuna yönelik cidmu'nun yatırım bütçesine 7 milyon TL'lik öde- di ve kararlı adımların daha önceki yıllarda nek konulmuştur. Haziran 2005'te dönemin atılmaması, kaynak çeşitliliğinde yetersizliğe
48
yol açmış ve enerjide dışa bağımlılığı devam ye’nin %5’lik enerji ihtiyacını buradan karşılaettirmiştir. masını öngörmektedir. Türkiye nükleer teknoEnerjide dışa bağımlı bir Türkiye, enerji lojiyle birlikte mühendislik, tarım, hayvancılık, açığını kapatmak için nükleer enerjiyi alter- tıp, askeri ve gen teknolojisi gibi alanlarda natif seçenek olarak görmelidir. Türkiye gü- gelişme göstererek, ileri teknolojiye sahip olanümüze kadar beş kez nükleer reaktör sahibi cağını ve sanayi altyapısının gelişeceğini kurolmaya yönelik girişimlerde bulunmuş fakat gulamaktadır. ancak 2010’da somut adımlar atabilmiştir. Türkiye’nin uzun yıllar bu alanda geri planda kalmasında asıl sorunun her ne kadar nükleer enerji alanına yönelik ciddi bir ulusal stratejisinin olmaması gibi görünsede, Batılı ülkelerin bu teknolojiyi Türkiye’ye vermekten çekinmelerinin etkisinin daha büyük olduğunu son yıllarda yaşanan olayları göz önüne aldığımızda daha net bir şekilde görmekteyiz. Batılı ülkeler kapalı kutu şeklinde nükleer reaktör yapılmasını ve tüm bilginin kendilerinde olacak bir sistemin varlığını temenni etmektedir. Güney Kore örneğini gören Batılı ülkeler kendilerine rakip olabilecek başka devletlerin oluşmasını, özellikle Türkiye gibi dinamik ve gelişime açık bir devletin nükleer enerji teknolojisine sahip olmasını engellemek amacıyla değişik manevralar yapmış olsalar da Türkiye’nin ciddi ve uzun süreli bir nükleer politikasının olmaması da sürecin başarısızlıkla sonuçlanmasındaki etkenlerin başında gelmektedir. Türkiye, Rusya Federasyonu ile imzaladığı ikili anlaşmayla Akkuyu’da nükleer santral yapılmasına yönelik uzlaşı sağlamıştır. Bu anlaşma, 4800 MW’lik enerji üretebilecek dört adet VVER-1200 reaktörüne sahip olup, Türki-
Kaynakça
1. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (www. taek.gov.tr), Erişim tarihi: 26 Kasım 2018 2. T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (www.enerji.gov.tr), Erişim tarihi: 26 Kasım 2018 3. Temurçin, K., Aliağaoğlu A. (2003), "Nükleer Enerji Ve Tartışmalar Işığında Türkiye’de Nükleer Enerji Gerçeği”, Coğrafi Bilimler Dergisi, 1(2), 25-39 4. Özemre, A. Y. (2006), "Türkiye'nin Nükleer Enerji Macerası”, Anlayış Dergisi (anlayis.net), Erişim tarihi: 29 Kasım 2018 5. Bayülken, A. (2016), "Nükleer Çağın Türkiye'deki 50 Yılı", Dünya Enerji Konseyi/Türk Milli Komitesi Enerji Kongresi (http://www.dektmk.org.tr/pdf/ enerji_kongresi), Erişim tarihi: 30 Kasım 2018 6. Bayraktar, B. N. (2016), "Dünyada Nükleer Enerji", Çevre Ve Enerji Kongresi Bildiriler Kitabı, 192, 138-198
49
PUSULAMIZ MASALLAR Demet Bilgin
Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde, kalbur saman içinde. Develer tellal iken, pireler berber iken; ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Evet, masallar diyarına hoş geldiniz. Hepimizi içten içe heyecanlandıran bu sözler, hepimize çocukluğumuzun genellikle mutlu zamanlarını hatırlatır. Genellikle diyorum çünkü siz de benim gibi korkuttuğu bir “Sakallı” masalı olanlardan olabilirsiniz. Çocukluğumuzda yatarken uykumuzu getirsin ya da bir nebze olsun rahat duralım diye bizlere anlatılan masallar, bizim hem bilinçaltımızı şekillendiriyor hem bizlere idealize edilmiş tipler sunuyor hem de hayal gücümüzü geliştiriyordu. Peki, ne oldu biz büyüklerin hayatlarından masallar çıktı? Nohut Kardeşler, Tembel Kız ve Çalışkan Kız, İyi Yürekli Avcı, Dünya Güzeli, Sihirli Ayna, Gül Güzeli size sayabileceğim ve anlatabileceğim onlarca masaldan sadece birkaçı. Okurken ve dinlerken heyecanlandığım, her daim sonunu merak ettiğim, iyilerin kazanacağını bildiğim masallar aslında biz büyüklerin hayata dair unuttuklarını hatırlatıyor bizlere. Bencilliğin, riyakârlığın, tembelliğin, yalakalığın ve daha bir sürü hoş görülmeyecek, görülemeyecek davranışın sıkça rastlandığı günümüzde masallar, insanlara bir o kadar uzak ve bir o kadar da yakın aslında. İnsanlar kendi dünyalarını şekillendirirken başkalarına bakarken, yüreklerinden çok sosyal medya hesaplarının dilini dinlerken en
50
çok ihtiyaç duyulan şey; merhamet, tok gözlülük, alçakgönüllülük, dürüstlük gibi hepimizin takdir ettiği ama çok da uygulamadığı hasletler değil mi? Masallarda insana ait hem iyi hem de kötü davranışları görüyoruz. Evet, bir insan masallardaki kadar salt iyi ya da salt kötü olamaz. Bunu ben dâhil bütün insanlar biliyor ve kabul ediyor. Ama neden içimizdeki iyi köpeği daha çok beslemeyelim? Ya da daha az besleyip onun kötü köpeğe mağlup olmasını neden isteyelim? Tıpkı masallardaki gibi birine yardım etmek de etmemek de sizin elinizde. İyi olmak da kötü olmak da sizin elinizde. Nitekim diğer bütün davranışları seçmek de size ve kalbinize kalmış. Kalplerimizi sandığımızdan daha az dinliyoruz, bırakın dinlemeyi onları dilsizliğe mahkûm edenler var. Konumuz nereden geldi diyorsunuz değil mi buralara. Aslında konumuz tam da bu, insana ait bütün değerler insan için var. Dürüstlük de yalan da; siz hangisini seçerseniz o sizin dilinizde görünür kılınır. Masallarda ikisini de seçen kahramanlarımız var. İkisi de bunun sonucuna katlanıyor; kimi evine inci boncukla dönüyor, kimi de yılan ve böcekle. Masallar, küçük dünyamızın büyük yol göstericileri. Bize seçme hakkı sunan anlatılar. Basit, net ve sihirli. Tekerlemeli, bol öğütlü, sonu dilekli. Bu yazıyı hep kulağımda olan bir masaldan alıntı ile bitirmek istiyorum: “İnsan yediği ile değil, sindirdiği ile yaşar güzel kızım…”
DENİZ MEZARLIĞINA
TAŞ ATMAK Ayşenur Akın Denizler kendi karalarına gömülen birer ölü bedenler gibi midir sizce de? Hayır, ama altında değil dersiniz biliyorum. Denizler karaların üzerindedir. Karalar bağlamak için de fazla yaşlıdır. Öldü mü gerçekten? Yoksa birileri mezarlarına taş atıp onların ruhlarını rahatsız mı ediyor? Kim ister ki böyle bir şeyi? Denizin maviliğinde ölümün yası da mavidir diyenler diğer renkleri galebe çalıyor besbelli. Hatta onlar denizin altında maişet derdine düşen emekçiler gibi karınlarını doyurma peşindeler onları nasıl göz ardı ederiz? Yeşili, mavisi, kırmızısı… Geçen gün daha önce hiç tanışmadığım bir balık gördüm pulları bir başka, yüzgeci ötekilerden daha belirgin. Herhalde içlerinden en güzeli oydu. Daha güzelini görene kadar; evet, evet oydu. Ya taş atarsam denize birine gelme ihtimali ne kadardı düşündüm? Taş ya suyun dibine gömülecekti ya balıklardan birine gelecekti. Yapmadım, çocukken suyun üzerinde sektiremediğim taşlarım vardı benim. Şimdi de öyle. Hiç üç kere sektiremedim suyun üzerinde, hep suyun kaldırma kuvvetine başkaldırdılar ve gömüldüler o mezarlığa… Yine soruyorum kendime: Ya ayırsaydım birini birinden? Balıklar değil yosunları bile ayırmak mümkün müdür birbirlerinin bedenlerinden? Hem bedenler canlılığın yalnızca bütünselidir. Onun ayrıştırılmış uzuvlarını bil-
mek gerekir. Her biri birbirini bütünlemek için ayrıdır, yoksa hiç ayrı kalmamışlardır aslında. Düşünün bir iki ayrı enerjiden oluşan atomların her bir parçası diğerinden kopma savaşı verir. Aslında birbirlerine karşıt olan bu enerjiler azılı düşmanlarına karşı ayrışamazlar; çünkü doğa onları ebediyen birleştirmiştir. Teste’de benim ile aynı fikirde o da bize denizdeki balıkların dilinden konuşuyor: ‘’Varsa yoksa ben, varsa yoksa ben, ben, ben, ben…’’ diğerlerinin bencil melodisini yerle bir eden diğer balık da der ki: ‘’Evet, ama başkası da var, evet ama başkası da var; başkası, başkası, senden başkası!’’ Kumlardan sıyırdığım, kumsalın şekline bürünen, kokusunu bilen deniz kabukları bizi yaralamıyor diyor balıklar. Onlar işlenmiş olan sizlerdir diyorlar; bazılarınız, bir kaçınız, birazınız. Hepiniz değil diyor balık. Neden diye soruyorum: ‘’Taşlar ağırdır, çoktur, köşeleri vardır, yaralarlar. Deniz kabukları öyle mi ya? Denizin ılık suları yüzeyini inceltmiştir. İçleri boştur, ağırlaşmazlar, denize attığınızda batmak için uğraşmazlar. ‘’ devam etti balık: ‘’Bizim mezarlığımızda o kadar çok taş var
51
ki hepsi de diğerleri gibi, hiçbiri deniz kabuğu değil. Keşke birbirlerinin yörüngesine nâzır halkalar açsalardı suya; o zaman bir garip alabora hissetmezdi ölülerimiz.’’ Bu gördüğüm güzel balık, içimde donuk yeşil renkte bir yosun parçasını gölgelemişti yüzümde, içini döker gibi yapıp kılçıklarını tutuşturmuştu elime. Denizlerin değil, insanların dibine fersah fersah inmekti bu. İskandil ile çekip çıkarılan bir gömünün kuru kalabalık çöplüğü de vardı. Sığ sulara atılan taşların derin sulara atılan taşlarla aynı değildi bunu öğrenmemiştim. Ta ki güzel balık deniz mezarlığındaki ruhlardan bahsedene kadar.
52
İnsan içinde yüzdürdüğü balıkları bir bir taşla vuruyordu, kimi ise zehirli kimyasal edip akıtıyordu hiddetini, trajedisini. Geçmişten bu yana gömülen kim varsa içinde cenazesinde dikili taşlarıyla anılıyordu. ‘’Bedenler birbirinden ayrı, ruhlar değil’’ demişti balık bönleşen bakışlarına inat. Henüz ölmemiş olmalı ki deniz mezarlığından yine bana sesleniyor: Bu da nesi, tek vücut olan ‘’BEN’’ orada burada parçalarını topluyor.
ÜÇ RENK Alper Şenadam Beyaz perdenin arkasındaki gözler, kaldırımın üzerinde oturmuş, pembe çiçekle oynayan genci seyrediyordu. Adam, yavaşça çevirip yapraklarına zarar vermemeye de özen gösteriyor, kaldırıma oturmuş, karşısındaki siyah kapının açılmasını bekliyordu. Pencereden atılan, mandala sıkıştırılmış not kâğıtlarıyla haberleştiği, uzun zamandır camda gördüğü kızı ilk kez yakından görecekti. Günlerdir beklediği an gelmişti. Bina kapısı açıldı. Siyah saçlarının yan tarafları kazınmış. Geri kalanını balıksırtı şeklinde örmüş, ucuna pembe kelebekten bir toka tutturmuş olan kız dışarı çıktı. Krem rengi babet giymiş ve lacivert kot pantolonun üstüne siyah bir bluz giymişti. Göz göze geldiler. Kızın gözleri büyüdü. Ela gözleri, sabah güneşinin ışığında parladı. Dudakları yay gibi oldu. Yanaklarındaki gamzeleri belirgin bir hâl aldı. Başını önüne eğip çarpık bir şekilde hızlıca yokuş yukarı yürümeye başladı. Genç, derin bir nefes çekip kızın arkasından yürümeye başladı. Kız, otobüs durağına gitti. Genç çekingen bir şekilde kızın yanına yaklaştı. -Merhaba, ben Ali Kız arkasına bakmadan otobüse koşarak bindi. Düşünmeden Ali de katıldı bu yolculuğa ve kızın yanındaki boş koltuğa oturdu. Fulya, adamın kulağına doğru fısıldadı. -Takip ediliyorum. -Kim Takip ediyor?
-Arka sol tarafta oturan, siyah saçlı kırmızı gözlüklü adam. Sinekkaydı tıraş olmuş ve yanındakini rahatsız edici bir biçimde sağ ayağını sallayan adam. -Tamam, o zaman sizi korumak için yanınızda durayım. -Arkaya doğru bakmayacak mısınız? -Hayır, ben size güveniyorum. Fulya’nın yanakları kızardı ve başını cama doğru çevirdi. Güvenpark’ta inip kuşları beslediler. Bankta oturup saatlerce konuştular. Haftalardır küçük kâğıtlarla yazışmaları, bu sohbetin hemen samimi bir havaya girmesini sağlamıştı. O gün sözleştiler. Her hafta sonu, öğle vakti bu parkta buluşacaklardı. Numaralarını aldılar. Sabahlara kadar konuşup telefon kulaklarında uyuyakaldılar. Ali, gün geçtikçe Fulya’ya alışmıştı. İsmi aklına geldikçe anlamsızca yüzü gülüyor, bildiği en basit konuları bile unutuyordu. Konuşmaları iki sevgilinin konuşmaları gibi sürüyordu. Ali bu hâlden güç alarak Fulya’ya açılmayı göze aldı. İlk buluşmalarının üstünden altı ay geçmişti. Ali’nin beklediği gün gelmişti. Odasının penceresini açtı ve kırmızı perdesini çekti. Kısa kahverengi saçlı, sarı tenli yüzünde makyajın her türlüsü bulunan, kot pantolonunda enine yırtıklar olan Fulya bankta oturmuş, üstüne doğru gelen kuşlara elindeki simidi ufak ufak parçalayıp atmaktaydı. Simit parçalarını uzaklara
53
Fotoğraf: Merve Korkmaz doğru atıyordu. Susam kırıntılarını yemeye gelen serçelerden korkup bacaklarını banka doğru çekiyordu. Yüzünde korku yerine mutluluk hâkimdi. Karşıdan açık mavi ve lacivert renklerde eşofman takımı giyinmiş başında mavi şapkasıyla Ali’nin yaklaştığını fark etti. Sabahtan beridir beklediği andı. Fulya heyecanlanmış, nasıl davranacağını bilemiyordu. -Merhaba, Yanınıza oturabilir miyim? -Tabi ki deyip çantasını yanına çekti Fulya. Ali’ye yer açtı. Ali, konuya doğrudan girmeye karar verdi. -Şey, esasında ben buraya bugün senle önemli bir konuda konuşmaya geldim. Yüzünü Ali’den yana döndü. -Seni dinliyorum. Yüzünden belli. Bir sıkıntın olduğu. Söyle bana. -Fulya, ilk gördüğümden beridir senden hoşlanıyorum. -Tamam. Bu kadarı yeter. Ben senden hoşlanmıyorum. Hem benim sevgilim var. Ali, kuşlara bakıyordu. Cebindeki takı kutusunu sıkıca kavramıştı. -Dünyada ne kadar şanslı erkekler var. Fulya, Ali’nin kulağına doğru yöneldi. -Sevgilim bir kadın. Diye fısıldadı. -Yani siz le… Yanağında patlayan bir tokatla sözü kesildi. -Ne olduğum sizi ilgilendirmez.
54
Saatine baktı. -Amanın, geç kalıyorum. Sevgilim beni bekliyor. Söz vermiştim. Yerinden kalkıp elindeki simidi uzattı. -Kuşlara sözüm var, benim yerime siz besler misiniz? Bu arada bir daha görüşmezsek daha iyi olacak. -Tabi ki de beslerim. Bankın arkasındaki yoldan karşıya geçti. Durakta beklemeye başladı. Ali elindeki simidi parçalamaya başladı. Yanına yaklaşan arkadaşının yüzüne şaşkınlıkla bakakaldı. -Ne işin var burada? -Şans… Seni, kliniğin arka kapısından bu kılıkla çıkarken görünce. Dayanamadım, takip etmeye başladım. Mahalle serserisi kılığında ne işin var. Hem yanındaki kız kimdi? Ali’nin yanına oturdu. -Psikolojisi hakkında araştırma yaptığım hastam Fulya. -Niye klinikte buluşmuyorsunuz? Hem aranızdaki yakınlık pek de doktor hasta ilişkisine benzemiyor. -Saçma sapan konuşma, o benim hastam. Ailesi tuttuğu doktorları başka kimliklerle tanıtmış bu zamana kadar. Komşu, uzak akraba ya da özel ders veren bir öğretmen, ben de mahallede tanıştığı, ailesinin haberi olmadan görüştüğü bir
arkadaşıyım. Açık öğretim üniversite derslerine çalışırsa ödül olarak geliyordu bu parka. Tabi ki de Fulya’dan habersiz babası ya da kardeşi uzaktan onu gözetliyor. Arkasını döndü. Otobüsten el sallayan Fulya’yı gördü. Gülümsedi, el salladı. -Güzel arkadaşım, gözlerinden belli, sevdalanmışsın. Lâkin şansına küs, sana attığı tokadı çevredeki dükkândakiler bile duydu. Sevgilisi olması kötü oldu. Bu kadar ani bir tepkiye şaşırdım. İnsan psikolojisi tam çözümlenmiş değil. Yanlış duymadıysam heyecanla sevgilisinin yanına gidiyor. -Psikolog değil de senden ajan olmalıymış. Derin bir nefes aldı Ali. -Evet, sevgilisinin yanına gitti. Otobüsten inecek. Evine koşarak gidip hışımla odasına dalacak. Elbise dolabından en güzel kıyafetlerinden birini giyip siyah renkte bir perdeyi kaldıracak. Boy aynasının karşısında sevgilisiyle baş başa sohbet edecek. Ailesiyle konuşmamda söylediler. Saatlerce kalıyormuş ayna karşısında hatta akşam yatmadan önce aynaya kırmızı rujla öpücük konduruyormuş. Esasında tezimi yazdım. Psikolojik analizini yazdım. Ama vazgeçemiyorum Fulya’dan. Son görüşmelerinin üstünden bir hafta geçmişti. Ali, mutlu ve şaşkındı. Fulya ile arasındaki tiyatro son bulmuş. Beklemediği bir anda çalan telefon, sevgilisini terk ettiğini söyleyen ve ağlayan bir kıza aitti. Ali, Fulya’nın bu kadar çabuk karar değiştirmesine anlam verememişti. Konunun üstünde düşünmeden kızı yemeğe davet etti. Ve şimdi ev yemekleri satan bir dükkânda aşkını bekliyordu. Caddenin karşısında Fulya’yı gördü. Arabalardan çekinerek yoldan geçip zıplar gibi koşan, kleopatra modeli saçlarıyla kendine doğru gelen kızı ayakta bekledi. Pembe çiçekli beyaz elbise giymiş küçük kız çocuğu görünümü olan kızın, dudakları, gözündeki ışıltılı bakışlara uyum sağlıyordu. -Merhaba Canım dedi Fulya. -Merhaba, buyur otur, Canım
Fulya, Ali’ye doğru bir adım atıp kravatını düzeltti. Masanın üstünde duran gülleri kucağına alıp yerine oturdu. Masaya getirilen menüyü Ali’nin incelemesine izin vermeden, garsona geri uzattı. -Yayla çorbası, tavuk sote ve pirinç pilavı istiyoruz. Tatlı şişmanlatıyor. Kiloma dikkat ediyorum da bu sıralar. Tatlı istemiyorum. Ali, tebessümle karşıladı bu cümleleri ve başıyla onayladı. -Öyle olsun Canım. -Ali, Canım, lütfen elini yıkayıp gelir misin? Garson, çorbaları getirdikten sonra Ali de masaya oturdu. Suyunun yarısını içti. Heyecandan ağzı kurumuştu. Yavaş ve sakin, çorbalarını içmeye başladılar. Zaman zaman göz göze gelip yemeklerine devam ettiler. Ali, son kaşığı ağzına götürdüğünde tavuk sote ve pirinç pilavı yayvan bir tabakta salatayla birlikte masaya geldi. Çatalını eline almasıyla sol kolunun uyuştuğunu hissetti, Fulya’nın ela gözleri fal taşı gibi açıldı. Güldü ve dudakları açılıp dişleri ortaya çıktı. Ali geriye yaslandı. Sol tarafını tutmaya başladı. -Alicim, kalbin mi sıkıştı Alicim. Fulya ayağa kalktı. Ali’nin yanına gidip kravatını daha çok sıktı. -Boşuna debelenme Ali, içtiğin çorbaya yapay kalp krizine yol açan bir ilaç döktüm. Kurtulamayacaksın. Merak etme otopside hemen ortaya çıkacak. Böylece sen mezara, Fulya da hapishaneye... Sen benim sevgilimi elimden aldın. İşte çekiliyorum aranızdan. Fulya, Ali’nin ceketini aldı. Adamın gözleri kapanırken, sandalyeden yere düştü. Kız, kalabalığın içine karışıp kaybolmadan siyah bir perde gibi ceketi başının üstüne örttü. (AVRASYA YAZARLAR BİRLİĞİ EDEBİYAT AKADEMİSİ 27.02.2016)
55
Bir Vatanseverin İngiltere İzlenimleri;
Nasıl Gittim? Dr. Mahmut Çitil
1980’li yılların başında Anadolu’da doğmuş biri olarak dünyadaki değişim ve gelişmeleri şaşkınlıkla izliyorum. Babamın görevi gereği güneydoğuda geçti çocukluğum. İlkokulu bir köy okulunda okudum. Bir gün babam yanıma geldi ve beşinci sınıfta girilen bir sınavdan bahsetti. Bu sınav çok iyi bir okulun sınavıydı. Eğer kazanırsam çok iyi bir eğitim alacak ve İngilizce öğrenebilecektim. Okulda diğer okullarda olmayan birçok imkân olduğunu ve hatta bilgisayar laboratuvarı bile bulunduğunu söyledi babam. O yıllarda bu okula girmek çok zordu ve birçok aile çocuğunu dershanelere gönderiyordu. Tabii ki benim böyle bir imkânım olmadı. 1991 yılının baharında bu okulun sınavına girdim ve zor da olsa kazanmayı başardım. O zamanı anlatmak için “köyden indim şehre” ifadesi çok uygun bir deyim. Bulunduğumuz şehir her ne kadar güneydoğuda olsa da köy ve kent farklılaşmasını yoğun hissettiğim ve ciddi uyum sorunları yaşadığım bir dönemdi. Eylül ayında okul açıldığında bir yıl boyunca hazırlık sınıfı öğrencisi olacağımı ve yoğunlukla İngilizce eğitimi alacağımı biliyordum. Okulda beni en çok şaşırtan Türkçe konuşmanın yasak olması ve yalnızca İngilizce konuşmanın zorunlu olmasıydı. Hatta Türkçe konuşanlara para cezası kesiyorlardı. Zaten çok az harçlık aldığım için birçok gün öğlen yemeği yiyemiyordum. Haftalar ilerledikçe İngilizce konuları da zorlaşmaya ve karmaşıklaşmaya başlamıştı. Kitaplarımız Oxford ve Cambridge yayınevlerinden geliyordu. Babamın çok pahalı bulduğu bu kitapların Türkiye’deki ders kitaplarından çok farklı olduğunu hatırlıyorum. Öncelikle kuşe kâğıdı ilk defa bu kitaplar-
56
da görmüştüm. Kitaplar renkliydi ve her yerinde resimler vardı. Şimdilerde daha iyi anlıyorum ki kitaplar sadece dil öğretmiyor ayrıca İngiliz kültürünü de genç dimağlara aşılıyordu. Daha on yaşında bir çocuk olmama rağmen İngiltere’nin bizden çok ileri ve müreffeh bir toplum olduğunu anlamıştım. Ailem beni Türk Milliyetçisi olarak yetiştirmeye çalışıyordu. Ancak ben derslerden etkilenerek İngiltere’de yaşamayı hayal ediyordum. Kitabın geçtiği şehirleri merak ediyordum. 1990’lı yıllarında başında bir öğretmen çocuğunun bu hayalinin gerçekleşmesi imkânsızdı. Ankara’yı bile ilk kez 18 yaşında görecek birinin İngiltere’ye gitmesi gerçekten hayaldi. Ortaokulu Adıyaman’da liseyi de Kahramanmaraş Anadolu Lisesi’nde tamamladıktan sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’ni kazandım. Ortaokul ve lise yıllarında sağlam temellerle Türk Milliyetçiliğine bağlandım ve zamanımın büyük çoğunluğunu Ülkü Ocaklarında geçirdim. Bu dönemde Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur düsturuna sıkıca inandım ve başka ülkelere karşı herhangi bir ilgim kalmadı. Ankara’ya üniversite okumaya geldiğimde ise kişisel tarihimin en gelişmiş şehirlerinden birindeydim ve başka bir ülkeyi görme gibi bir gereksinim hissetmiyordum. İstanbul’a bile üniversitenin üçüncü sınıfında ilk kez gitmiştim. Çok gezen mi bilir yoksa çok okuyan mı? Temel tartışmasında ben hep çok okuyanlardan yanaydım. Üniversite yıllarında Türk Ocaklarının eğitimlerine devam ediyor ve olabildiğince çok okuyordum. Okumanın faydalarını burada tartışmama lüzum yok. Ancak okurken bilginin yanında merak da artıyor. İngiliz
edebiyatını okurken, sinema ve tiyatro eserlerini incelerken İngiltere’ye ve Batı dünyasına karşı ilgim ve merakım yeniden filizlendi. Siyasaldaki birçok arkadaşım kaymakamlık stajı yapmak için İngiltere’ye gittiler. Onlarla İngiltere hakkında sohbetler ediyorduk. Bana göre Birleşik Krallık Türklerin en büyük düşmanı, dünyanın en büyük baş belasıydı. Bu imparatorluğun şımarık çocuğu olan ABD’de de dünyanın yeni jandarması. Anglosakson kültürünün dünyadaki bu bariz üstünlüğü bir yandan canımı sıkıyor bir yandan da ilgilimi çekiyordu. Hem üniversite yıllarımda hem de sonrasında bu kültür hakkında çokça okudum. Ancak çok okumanın ötesinde görmenin bu denli etkileyici ve açıklayıcı olacağını bilemezdim. Üniversite sonrasında öğretmenliğe ve akademik kariyere başlama, ardından evlilik ve çocuk sahibi olma gibi temel süreçleri yaşadım. Doktoramı bitirdikten sonra artık gözümü dışarıya dikmiştim. Çünkü mesleğimiz gereği yenilik ve gelişmeleri takip etmek çok önemli. Mesleki gelişim ve ilerleme açısından bir akademisyenin yurt dışı tecrübesi de önem verilen konulardan. Günümüzde birçok üniversite, akademik kadroları verirken yurt dışı tecrübesini temel kriterlerden biri olarak istiyor. Akademik hayatımın büyük dönemeçlerini geçtiğim için benim de yurt dışına gitme planlarım başlamıştı. Ancak yurt dışına gitmek 21. yüzyılın Türkiye’sinde de çok kolay değildi. Bir akademisyenin kendi imkânlarıyla yurt dışına gidecek kadar geliri yok. Ancak TÜBİTAK ya da YÖK’ün bazı bursları ile bu mümkün olabiliyor. TÜBİTAK’ın doktora sonrası araştırmacı bursu bu kapsamda iyi bir örnek. Bu bursu alabilmek için yurt
dışında bir üniversite ile temasa geçmeniz, orada bir araştırma yapacağınızı belirtmeniz, araştırma önerisini paylaşmanız ve onları ikna etmeniz gerekiyor. Oradan kabul ve davet mektubu alabilirseniz bu sefer de TÜBİTAK’ı bu araştırmanın gerekliliği konusunda ikna etmeniz lazım. Eğer şansınız varsa ve TÜBİTAK bursu size verirse bir yıllığına o ülkeye gidebiliyorsunuz. Tabi ki o ülke size vize verirse. Benim gibi bir Türk Milliyetçisini en çok korkutan daha doğrusu canımı sıkan şey de bir ülkeye vize başvurusu yapmaktı. Üç kıtada at sürmüş yedi düvele meydan okumuş büyük bir milletin evladı olarak bir ülkeye girmek için izin almak halen de çok hoşlandığım bir durum değil. Evet, biliyorum hamasi bir cümle oldu. Ama elin gavuru elini kolunu sallayarak benim ülkeme gelirken ben onların ülkesine girmek için onlarca prosedür ile uğraşmayı, tonla para vermeyi ve kapıda niye geldiğimi açıklamayı hoş bulmuyorum. Ama mesleğim icabı buna mecburdum. ABD’de doktora sırası burs kazanan ve Ohio’da bulunan bir arkadaşım yardımcı oldu ve Kent State Üniversitesi’nde kabul mektubu aldım. TÜBİTAK’a başvuramadan 15 Temmuz kalkışması yaşandı ve yurt dışına gidiş çok zorlaştı. Kalkışma Amerikan gizli servisinin Türkiye’deki maşaları tarafından yapıldığı için ABD’ye karşı herkes gibi benim de tepkim arttı. Bu nedenle ABD’ye gitme fikrinden vazgeçtim. Aslında başka bir ülkeye gitme fikrini uzun süre erteledim. Türkiye’deki çalışmalarıma odaklandım ve doçentliğe hazırlanmaya başladım. Bu sefer de dil sorunu karşıma çıktı. 1991 yılında öğrendiğim İngilizce ile bu günlere kadar gelebilmiştim ama bundan sonrası için dil
57
becerilerimi geliştirmemde fayda vardı. Aslında doçent olmak için gerekli olan taban puanı geçmiştim. Ancak benim için alanımda Türkiye’de iyi olmak yeterli değildi. Yaptığım çalışmaların dünya tarafından da bilinmesi, uluslararası platformlarda fikir ve görüşlerimi daha iyi açıklayabilmek için güçlü bir dil becerisine sahip olmam gerekiyordu. Bu nedenle de İngilizce konuşulan bir ülkeye gitmem benim için çok faydalı olacaktı. ABD ile ilişkilerimiz kötüydü. Devlet birçok alanda ABD’ye öğrenci ve bursiyer göndermeyi de durdurmuştu. Tüm bu nedenlerle hem yakın olması hem de İngilizcenin konuşuluyor olması İngiltere’ye odaklanmamı sağladı. Ancak Türkiye’deki işlerimin yoğunluğu ve çocuklarımın küçük olması nedeniyle bir yıllığına gitmem de mümkün değildi. Ben de üç aylığına bir dil kursuna gitmeyi daha uygun gördüm. İngiltere’deki dil kurslarını araştırmaya başladım. Bilgi çağının en büyük avantajlarından biri olan internette bu konuda çok fazla bilgi olduğunu gördüm. Kurs ücretleri, barınma, yemek ve ulaşım gibi konularda birçok yararlı bilgiyi onlarca farklı siteden bulmak mümkün. Tüm incelemelerim sonucunda şöyle bir sonuca ulaştım. Vize süreci, orada yaşama ve ulaşım maliyeti benim bu güne kadarki tüm birikimimi eritecek bir maliyete sahipti. Bir üniversitede araştırma yaparak burs alma konusu da ekonomik kriz sebebiyle çok mümkün görünmüyordu. Tüm bu nedenlerle çocukluğumun hayali yetişkinliğimin bir gereği olan İngiltere’ye gitme fikri son bulmuştu. Bir gün telefonum çaldı ve karşıdaki kişi çok sevdiğim bir ağabeyimdi. Kendisi de benim gibi Türk Milliyetçisi olan ve milliyetçi sivil toplum kuruluşlarına destek olan bir işadamıydı. Kısa bir hal hatır sohbetinden sonra konuya girdi. Bu güne kadar birçok alanda hizmetlerde bulunduğumu ve kendisinden şahsım adına bir şey istemediğimi, benim akademik çalışmalarıma destek olmak istediği söyledi. Şirketi adında bana özel bir burs vermek istediğini söyledi. Bu kıymetli ağabeyimin bu eşsiz ve nazik teklifi beni ziyadesiyle memnun etti ama ben teklifi önce kabul etmedim. Ama o birkaç defa daha arayarak ısrarcı oldu ve sonunda ben de kabul ettim. Böylece benim İngiltere sürecim yeniden başlamış oldu. İngiltere’ye gitmek için iki seçeneğim vardı. Ya bir üniversiteden kabul alacaktım ya da bir dil kursu bulacaktım. Akademik kariyer açısından bilimsel araştırmaya gitmem daha faydalı olacağından ben de İngiltere’deki üniversiteleri araş-
58
tırmaya başladım. Ancak enteresan bir üstün yeteneklilerin eğitimi alanında İngiltere’de belirgin bir üniversite bulamadım. Bu nedenle ikinci çalışma alanım olan engelli sosyolojisi konusunda araştırma yapmaya başladım. Burada da Leeds Üniversitesi’nin iyi olduğunu gördüm. Bu sırada İngiltere’de YLYS bursiyeri olarak doktora yapan Oğuzhan isimli bir öğrencim ile temasa geçtim. Ona Leeds’i ve oradaki özel eğitim bölümünü sordum. O da Leeds’in kuzeyde kaldığını ve yaşam standartlarının çok iyi olmadığını söyledi. Kendisi Londra’nın hemen yanında Reading isimli bir şehirde öğrenim görüyordu. Yine hem öğrencim hem de derneğimizin bir üyesi olan Nizamettin de aynı şehirdeydi. Oğuzhan üç-dört aylık bir süre için Reading’in uygun olacağını ve kendisinin bana yardımcı olabileceğini söyledi. Nizamettin de bu fikri şiddetle desteklediği için Reading’e gitmeye karar verdim. Oğuzhan üniversite yetkilileri ile temasa geçti ve üniversitede misafir öğretim üyesi olarak araştırma yapmam konusunda destek verdi. Ancak İngilizlerin prosedürlerinin ne kadar can sıkıcı olduğunu bu aşamada öğrenmiş oldum. ABD’den kabul aldığımda oradaki arkadaşımın ricası üzerine hemen bir gün içinde kabul vermişlerdi. Ancak İngilizler onlarca evrak, araştırma önerisi ve etik kurul belgesi istediler. Tüm bunları hazırlamak ve çevirilerini yaptırmak zaman ve maliyet açısından yıpratıcıydı. Özellikle etik kurul belgesini Gazi’den çıkarmak üç ay kadar bir süre alıyordu ve böyle olursa benim yaz dönemi gitmem imkânsızlaşıyordu. Bu süreçte de Konya’da öğretim üyesi olan arkadaşım Zehra imdadıma yetişti ve belgeyi kendi üniversitesinden bir hafta içinde aldı. Reading Üniversitesi bana uzunca bir kabul mektubu gönderdi. Mektupta benden aylık 250 pound ücret talep ediyorlardı. Barınma ve ulaşım gibi konularda da hiç bir destek sunamayacaklarını açıkça ifade ediyorlardı. Akademik etik açısından bana uygunsuz gelen bu duruma rağmen ok yaydan fırlamıştı ve artık gitmeyi kafaya koymuştum. Vize sürecinin acilen başlaması gerekiyordu. İnternette Birleşik Krallık vizesi konusunda çok açıklayıcı siteler var. Ancak hangi vizenin hangi koşulda isteneceği çok karmaşık. İngiltere’deki arkadaşlar bu konuda da yardımcı olmak istediler ama ben işi sağlama alıp profesyonel bir danışmanlık firması ile anlaştım. Firma benden bazı belgeleri hazırlamamı, yaklaşık bin lira göndermemi talep etti. Bu ücretin neredeyse yarısı da
vize ücretiydi. Ama daha sonra bu kararımın çok isabetli olduğunu anladım. Çünkü bireysel olarak başvuru yapıldığında hata yapma riski çok yüksek ve bu da vizenizin ret olması ihtimalini doğuruyor. Hesapta para gösterme, gelir durumunu gösteren belgeler, çalışma belgeleri, üniversiteden izin alındığına dair belgeler gibi birçok belgeyi zorlukla hazırlayıp firmaya gönderdikten bir hafta sonra firma bana vize randevusunu ayarladı. Ankara’da Sheraton Otelin hemen üstünde özel bir firma İngiltere vize işlerini yapıyor. Yani vize almak için İngiltere Büyükelçiliğine gidilmiyor. Hatta tek bir İngiliz dahi görmüyorsunuz. Benim çalıştığım firma da bu vize merkezinin hemen yanında ofise sahipti. Evrakları verdikten sonra on dakika kadar bekledim ve beni içeri aldılar. Evrakları taradıktan sonra beni başka bir odaya aldılar. Burada da parmak izlerimi alıp birkaç fotoğrafımı çektiler. Herhangi bir mülakat olmadı. Yani neden gitmek istiyorsunuz orada ne yapacaksınız tarzı sorular sorulmadı. İşlemler yaklaşık yarım saat içinde bitmişti. Yirmi gün içinde de sonucu ve pasaportu göndereceklerdi. Öyle de oldu. On gün sonra vize ile pasaportum birlikte geldi. Haziran ayının başına uçak bileti aldım. Uçağım İstanbul’da Atatürk Havaalanından kalkacak ve Londra Heatrhow havaalanına inecekti. Londra’da altı havalimanı var. Bunlardan hangisine gidileceğini kestirmek oldukça güçtü. Ben Reading’e gideceğim için en yakın ve doğrudan otobüs ulaşımı olduğu için Heathrow’u seçmiştim. Heathrow Havalimanına yalnızca Atatürk Havalimanından uçuş vardı. Diğer havalimanlarına ise hem Atatürk hem de Sabiha Gökçen’den uçuş yapılabiliyordu. Biraz tuzlu olsa da bileti Türk Hava Yollarından almıştım. Buradan almamın bana en büyük avantajı valiz hakkıydı. Daha önce yurt dışına bir kez ve kısa süre için çıktığımdan valiz hakkının önemi konusunda bir tecrübem olmamıştı. 30 kilo bagaj hakkımı tamamen kullanmıştım. Yaklaşık dört ay kalacağım için ihtiyacım olan her şeyi yanıma almam gerekiyordu. İngiltere’de kıyafet ve diğer gereksinimlerin fiyatının ne olacağını bilemiyordum. Ancak bildiğim bir şey varsa o da sigara fiyatlarıydı. Fiyatlar Türkiye’nin yaklaşık on katıydı. Sıkı bir tiryaki olarak götürebildiğim kadar sigarayı yanıma almalıydım. Bunun için de en iyi yol ceplerime, valizime ve el çantama üçer beşer saklamaktı. Ayrıca havalimanındaki duty free’den de iki karton sigarayı faturasıyla birlikte bir poşetle alıp uçağın kapısına
yöneldim. Uçağın kapısına geldiğimde ilginç bir uygulama ile karşılaştım. İngilizler özel bir güvenlik firmasıyla anlaşmışlar. Uçağın kapısının bekleme alanının girişine bir kortej çekmişler. Orada da pasaport ve çanta kontrolü yaptılar. Buna çok anlam veremedim. Bana çok paranoyakça geldi. Çünkü havalimanına girerken iki kere aranmıştık. Uçağın saati geldiğinde bilet kontrolleri yapıldı ve koridordan uçağa geçtik. Daha önce yurt içinde çok uçmuştum ama ilk defa böyle bir uçak görüyordum. Uçak oldukça geniş ve büyüktü. Ortada üçlü sağda ve solda iki sıra koltuklar vardı. Ben en arka sağda ikili koltukların cam kenarından bilet almıştım. Laptopumu ve okuyacağım bir kitabı çantadan çıkardım ve yerime oturdum. İngiltere ile Türkiye arasındaki saat farkı 2 saatti. Yolculuk rahattı ve yaklaşık 4 saat sürdü. Bindiğim uçak iyi olduğundan yol boyunca önümdeki ekrandan film izledim. THY’nin imkân ve hizmetlerinden gurur duydum. Uçak çok yüksekten uçuyordu ve ben de görebildiğim ve fırsat bulduğum kadarıyla Avrupa’yı semadan izledim. Bir kitapta okumuştum: insan bir yola çıktığında yolun yarısına kadar arkada bıraktıklarını öbür yarısından itibaren de vardığı yerde yaşayacaklarını düşünürmüş. Bende de aynen böyle oldu. Uçakta 10 yaşındaki ve 3 yaşındaki oğullarımı ve eşimi düşündüm. İlk kez onlardan bu kadar ayrı kalacaktım. İngiltere’ye yaklaştıkça da orada neler yapacağımı, nerede kalacağımı, nasıl iletişim kuracağımı düşünüyordum. Ama enteresan bir şekilde beni en fazla tedirgin eden ülkeye girişte bir aksilikle karşılaşıp karşılaşmayacağımdı. Çünkü vize alsanız bile gümrükteki memur sizin girişinizi onaylayamayabiliyormuş. Vize başvuru sürecinde soru sormasalar da girişte niye geldiğinizi, ne kadar kalacağınızı ve ne zaman döneceğinizi açık bir şekilde ifade etmeniz gerekiyor. Hatta uçağa binmeden önce bir Türk ile tanışmıştık. Bir arkadaşını ziyarete gidiyordu ve tek kelime İngilizce bilmiyordu. Bana girişte sorun yaşarsa ona yardım edip edemeyeceğimi de sormuştu. Ben de kabul etmiştim. Uçak alçalmaya başlayınca pencereden dışarı baktım. Manş denizinin üstünde uçuyorduk. Avrupa kıtasından ayrıldığımızı görüyordum. Aşağıda gördüğüm uzun düzlükler Belçika ve Hollanda toprakları olmalıydı. İleri doğru bakınca İngiltere topraklarını da gördüm. Uçak sanki havada süzülüyordu ve İngiltere’yi yukarıdan inceliyordum. İlk ilgimi çeken ülkede dağ olmaması ve her yerin yemyeşil düzlüklerden
59
oluşmasıydı. Hem her dönüm toprağın etrafında kare şeklinde ağaçlar vardı. Küçük göller ve uzun ırmaklar etrafında küçük yerleşim yerleri vardı. Nehirde küçük kayıklar ve yatlar görülüyordu. Yere yaklaştıkça insanları da seçmeye başlamıştım. Bir düzlükte insanlar futbol oynuyor, başka bir düzlükte polo oynuyorlardı. At binenler de vardı. Mavi ve yeşil arasında farklı bir ülkeye iniyordum. Ama daha inmeden bu ülkede yaşayan insanların ne kadar rahat olduklarını anlamaya başlamıştım. Uçak indikten sonra eşyalarımı aldım ve koridora yöneldim. Heathrow dünyanın en büyük havalimanlarından biriymiş. Oldukça uzun bir yürüyüşten sonra pasaport kontrollerinin yapıldığı yere geldik. Bu esnada havalimanın wifi ağına bağlandım. İngiltere’de wifi bulmak da bağlanmak da oldukça kolay. Ülkeden çıkmadan telefonumu yurt dışı aramalara açmıştım ama wifi’ye bağlanınca WhatsApp üzerinden sınırsız bir erişebilirliğim oluştu. Hemen eşimi aradım ve indiğimi söyledim. Bu esnada Nizamettin ve Oğuzhan beni almak için havalimanına gelmişlerdi. Onlara da girişte sıra beklediğimi haber verdim. Pasaport kontrolde on kadar banko vardı ve sırası geleni boş olana yönlendiriyorlardı. İstanbul’da yardımcı olacağıma söz verdiğim Türk de yanımdaydı. İngiltere’ye girmeden önce Landing Card isimli bir form doldurmak gerekiyor. THY bu formu uçakta dağıtıyor. Eğer uçakta alamazsanız bu formu kontrol noktasında bulup doldurmak
60
oldukça zor olabiliyor. Ben uçakta doldurmuştum. Yanımdaki Türk arkadaşınkini de beklerken doldurduk. Yaklaşık yarım saat bekledikten sonra ikimizin sırası aynı anda geldi ve yan yana bankolara düştük. Ben formu ve pasaportu sunarken göz ucuyla da diğer Türk’ü izledim. Formuna ve pasaportuna bakıp hiç bir şey sormadan geçişine izin verdiler. Benim evrakları inceleyen memur Hint ya da Pakistanlıya benziyordu. Yazı dizisinin ilerleyen aşamalarında da üzerinde duracağım üzere İngiltere’de birçok hizmet görevini İngilizler dışındaki farklı etnik gruplar sürdürüyor. Cem Yılmaz’ın gösterisinde bahsettiği şeylerin aynılarının yaşandığını görmek beni gülümsetti. Yine Cem Yılmaz’ın verdiği örneğin aynısı gibi “what is your purpose of visit” sorusunu bu kulaklarım duydu. Ben de her İngilizce bildiğini sanan Türk gibi uzun cümleler kurmaya çalışarak geliş amacımı anlatmaya başladım. Bir Türk’ün bir Hintliye neden İngiltere’ye girmek istediğini anlatmaya çalışmasının mantıksızlığı bir yana, Hintlinin şüpheci gözlerle seni süzmesinin verdiği sinire rağmen durumumu anlattım. Adam benden Reading Üniversitesinin yazısını istedi. Önceden dersime iyi çalıştığım için gereken belgelerin birer örneğini yanıma almıştım. Evrakı buldum ve verdim. Daha sonra bana ne zaman döneceğimi sordu. Ben de Eylül ayında dedim. Dönüş biletimi sordu. Ben de rezervasyon yaptığımı ama bilet almadığımı söyledim. Öfleyip püfledi ama girişi onayladı.
Kafamdan ilginç düşünceler geçti ama burada paylaşmayacağım. Pasaport kontrol noktasından geçince hemen bagaj alım yerine varılıyordu. Bizim işlemler yapılırken valizim gelmişti ve tek başına bantlarda dönüyordu. Bagajımı aldım ve çıkışa yöneldim. Ben ayrı bir salona geçileceğini ve orada da bagajın didik didik aranacağını beklerken bir anda geniş bir alana çıktım. Karşımda Nizamettin, Oğuzhan ve yine Gazi Üniversitesi Özel Eğitim Bölümü mezunu olan Turgut duruyordu. Onları görünce önce şaşırdım ve tekrar içeri doğru yöneldim. Bu kadar kolay olması tuhafıma gitmişti. Kimse elimdeki sigaraları sormamıştı. Hemen yandaki duty free’ye girdim ve Nizamettin’i aradım. Durumu ona anlattım ve o da gülerek evet hocam girdiniz artık dedi. O an aklıma tek şey geldi. Daha çok sigara almalıydım. İngiltere’ye gelirken beni üniversitedeki arkadaşlarım uğurlamıştı oraya vardığımda da Gazili öğrencilerim karşıladı. İnsanın ilk defa gittiği bir ülkede tanıdık yüzlerle karşılanması kadar güzel bir şey olmasa gerek. Birbirimize hasretle sarıldık ve selamlaştık. Hemen orada bu anı ölümsüzleştiren bir selfie çektik. Turgut yakın bir tarihte araba almıştı ve beni almaya o araçla gelmişlerdi. Böylece Reading’e çok daha kolay ulaşabilecektim. Bu ilk anda orda kaldığım tüm zamanlarda Türk’e en iyi dostun yine Türk olduğunu anlayacaktım. Gazili olmanın ayrıcalığını da sonuna kadar yaşayacaktım. Ancak şimdilik Reading’liydim, kısa ve yeni bir hayata başlıyordum. İngiltere’de yaklaşık 4 ay kaldım. Bu dört ayı, yaşadıklarımı, izlenimlerimi, yaptığım gezileri, yediklerimi, gördüklerimi ve hissettiklerimi ilerleyen yazılarda paylaşacağım. Görüşmek üzere.
61
Konargöçerler – Sarıkeçililer FOTO - ÖYKÜ
Gültekin Kayalar
Anadolu’ya göç etmeden önce, Türkler Orta Asya’da çoğunlukla bozkırlarda hayvancılık ile uğraşır dolayısıyla konargöçer bir hayat sürerlerdi. 11. yüzyılda Türklerin Anadolu coğrafyasıyla buluşmaları ile birlikte yayla ve sahil ikliminin hayvancılık için en uygun olduğu Toroslarda, kışlak ve yaylak olarak belirledikleri bölgelerde sürekli olarak bu konargöçer yaşantıyı devam ettirmekte olan Sarıkeçililer veya Yörükler, kışları Silifke, Gülnar, Anamur sahillerinde, yazları Ermenek, Seydişehir, Beyşehir yaylalarında yaylamaktadırlar. Hayatlarının her anı zorluklarla dolu olmasına rağmen yine de bu hayat ve üretim tarzından gün geçtikçe sayıları, obaları azalmasına rağmen vazgeçmemektedirler. Sarıkeçililer hayat tarzlarına develeriyle, koyunlarıyla, keçileriyle, atlarıyla ve en önemlisi kıl çadırlarıyla adeta rahmetli Atsız’ın dediği gibi “Saraylarda süremem dağlarda sürdüğümü… Bin cihana değişmem şu öksüz Türklüğümü!” diyerek hayat mücadelelerini devam etmektedirler. Konakladıkları her yerde kıl çadırlarında ocaklarını tüttürerek, Atatürk’ün “Arkadaşlar gidip Toros dağlarına bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa şunu çok iyi biliniz ki dünyada hiçbir güç bizi asla yenemez.” ifadesindeki ümit ve inancı yerine getiriyorlar. Ne mutlu onlara, ne mutlu bize.
62
63
64
65
66
GELECEĞİMİZDEN SESLER
ESERİNLE ÇOK YAŞA Mehmet Sungur Kılıç Evet, yaşam süremizi belirlemek maalesef elimizde değil! Ancak yaşadığımız ülkede hatta dünyada bile unutulmayan bir birey olmak elimizdedir. Bu özlü söze çok fazla örnek vere bilirim mesela: Ömer Seyfettin, Cahit Sıtkı Tarancı, Fırat Yılmaz Çakıroğlu, Barış Manço, Cahit Zarifoğlu, Orhan Veli Kanık, Atilla ilhan ve Atatürk gibi kişiler fazla yaşamamasına rağmen isimleri hala unutulmamıştır. Ömer Seyfettin’in birçok eseri vardır: Kaşağı, Perili Köşk, Diyet, Forsa… Mesela Cahit Sıtkı Tarancı: Otuz Beş Yaş, Desem Ki, Abbas, Anne ne yaptın?, Ben Ölecek Adam Değilim… Barış Manço Nane Limon Kabuğu, Domates Biber Patlıcan, Arkadaşım Eşek… Fırat Yılmaz Çakıroğlu bizim için önemli bir kişi kendisine karşıt görüşlü taraflar tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür. Ama ülküsü uğruna feda ettiği geleceğiyle her zaman aklımızda olacaktır. Atatürk’ünki ise Türkiye Cumhuriyetidir ve Unutulmaz! Bunun gibi birçok örneği göz önüne alırsak yılların çokluğunun değil değerinin bilinip kendimize ve milletimize faydalı olacak şekilde değerlendirilmesinin ne kadar önemli olduğunu görmüş oluruz. Yaşamımızın uzunluğunu belirleyemeyiz fakat adımızın yaptığımız faydalı şeylerle uzun yıllar yaşamasını kendimiz belirleriz.
67
AHA GELDİM, GİDİYORUM Yalan dünya işte senden, Aha geldim, gidiyorum. Kalanlara selam benden, Aha geldim, gidiyorum. Var mı sana gelip kalan, Baştan başa murad alan, Varın yoğun hepsi yalan Aha geldim, gidiyorum. Dereyi aş, tepeyi aş, Sonu yoktur dolaş dolaş, Günden güne yavaş yavaş, Aha geldim, gidiyorum. Yalan dünya sana böyle Kimler konup göçtü söyle, Ben de işte aynen öyle Aha geldim, gidiyorum. Gülemedim şöyle bir gün, Senelerim geçti sürgün Gönül sevdiğine dargın, Aha geldim, gidiyorum. Arif der ki: bunca yıl ay Geldi geçti vay dünya vay! Yaşamaksa yaşadım say, Aha geldim, gidiyorum.
Ozan Arif 68