2
Editör’den Sevgilerle Tuğba Dinç Günay
Kurvı çuvaç kuruldu ( Han çadırı kuruldu ) Tuğum dikip uruldu ( Tuğum dikilip kös vuruldu) Süsi out oruldu ( Düşman out biçildi)
İMTİYAZ SAHİBİ Genç Akademisyenler Derneği Adına Tuba Sarı Çitil YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ ve EDİTÖR Tuğba Dinç Günay YAZI KURULU Duygu Doğuş Nermin Fatma Gülcük Ayşe Göksu Aykut Sungur Alperen Arslan GRAFİK TASARIM Alper Şenadam SOSYAL MEDYA SORUMLUSU Hamit Berat Kaya ve emeği geçen hakemlerimize teşekkür ederiz...
Kançuk kaçar ol tutar ( nasıl kaçar, o tutar)1 Sabahın ilk ışıkları ve esintisiyle seferine koyulan alperenlerin destanıdır gölgesinde barındığımız sancak. Gaza şuurunu, vatan sevdasını, kutluluğunu iliklerine kadar yaşayan milletin mazisidir göğüs kabartan. Dallı budaklı, pür-i pak bir gökkubbebin semalarının altında bir han çadırının önünde yakılan ateşin etrafında dombra eşliğinde toplanan yiğit yüreklerdir şanlı bir tarih yazdıran. Altaylardan istiklal ufuklarına dört nala süzülen ipek yeleler arasında endamına endam katan kırk çeriye eşlik etmektir bu vatanda her daim ümitvar kalmak. Mücadelesini en ön safta vererek azim ve kararlılığını sergilemek, hiçbir esarete tahammül etmeyerek ilelebet hür bozkırlarda ilerlemek, yozlaşmış toplumlara sabrederek sosyal nizam asaletini uygulayan derin köklerine sarılarak denizden karaya bir zerre vatan toprağı için her şeyiyle olay mahalinde olandır ülküsünü yüreğinde barındıran yağız çeriler. İşte bu şiarda yol alan Kürşad’ın kırk çerisine bu vakitten selam olsun. Aradan geçen onca asırlara rağmen düsturunu, dimağını, sevdasını biz Kırktuğ’ un bir avuç yağız çerisine ulaştırana şükürler olsun. Yolumuz çetin varmak istediğimiz nokta ırak olsa da “ Kıvılcım çıkarmak için kırk kişi yeterdi. “ nidaları, şanlı tarihimizin güzide kahramanları ve bize bu yolu vesile kılıp hep destek olan Kürşad yürekli öncülerimiz ile çıktığımız bu seferde kızıl elmamız birçok yüreği birçok kalemi birleştirip tuğumuzu 10. sayılardan nice 40. sayılara taşımayı başarmak dua ve umuduyla... 1 - Dîvânu Lugâti’t-Türk
12
14
22
Sansür Mü Yoksa Suç İşlen(e)meyen Sosyal Medya Mı?-Ahmet Oğuz Atalay 6 Veda- Kağan Tüber 11 Her Dem Yeniden Doğarız- Tuğba Dinç Günay 12 ‘Kenti Bir Baştan Bir Başa Dolaştım Tıs Yok’- Furkan Ulaş Arslan 14 Göçmen Karşıtlığı ve Çözüme Yönelik Bir Tartışma- Alperen Arslan 18 Söyleşi “Mavi Vatan” - Dr.Bahadır Bumin Özarslan 22 Hangi Aydınlanma- Muhammed Alpaslan Tandırcı Babil İkra 26 Elem Günlükleri- Fevzi Mumcuoğlu 29 Eski Sandık- Sultan Kılıç 30 Türkistan’a Özlem- Esra Gökçen Kara 31 Merdiven Boşluğunda Düşünceler- Merve Arslan 32 Beklemek- Mehmet Göktürk (Aylak Bey) 34
4
35
38
66
Tandans- Muhammed Alpaslan Tandırcı Babil İkra 35 Konuyla Alakasız- Nermin Fatma Gülcük 36 Kırktuğ 1. Sayı VEFA Köşesi 38 Arıların Dansı- Ahmet Oğuz Atalay 39 Genç Akademisyenlerin Serüveni: Onuncu Yıl Vefa Mektubu ve Sonrası- Dr. Mahmut Çitil 40 İlim ve Mefkûre İnsanı: Erol Güngör- Dr. Murat Emre Şahin 54 Bir Fotoğraf Karesinden Genç Akademisyenlere- Eren Kılıç 59 Biz’e Düşen - Ferhat Işık 61 Felekten Bire Gece- Davut Karataş 62 Bülbül ile Karga- Sultan Kılıç 64 Atlar- Tuğrul Arda Eşici 65 Foto Öykü- Alper Şenadam 66
5
SANSÜR
MÜ
YOK SA
S U Ç
İŞLEN(E)MEYEN
SOSYAL MEDYA MI?
Ahmet Oğuz Atalay
6
SOSYAL MEDYA DÜZENLEMESİ NE GETİRİYOR?
Bunda da Yüksek Mahkeme’nin haklılık payı vardı.
Son günlerin en tartışmalı ancak üzerine en az konuşulan meselesi sosyal medyaya ilişkin düzenleme oldu. Sosyal medyada rahatlıkla suç işleniyor algısı üzerine alevlenen tartışma bazı kesimlerin düzenleme yapılıncaya değin sosyal medya kullanımına ara verdiklerini duyurması ile farklı bir boyut kazandı. Nihayetinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi, 7253 sayılı Kanun ile 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunda bazı değişiklikler yapılması suretiyle sosyal medya düzenlemesini sonuca erdirdi.
İşin teknik kısmında, sosyal medya uygulamaları, Twitter, Facebook, Instagram vb., aslında sadece boş arayüzler... Temelde içerik sağlamıyorlar. İçerik sağlayanlar bizleriz, yani tüketiciler. Bütün tüketiciler diğer tüketicilerin ürettiği içerikleri tüketiyorlar. Bu sürece prosumption (üketim, üretketim) diyoruz. Kullanıcılar da sadece tüketici değiller. Hem tüketiyorlar hem üretiyorlar. Sosyal medyada herhangi bir paylaşım yaptığınızda bir üreten tüketici (prosumer) oluyorsunuz. Dolayısıyla, sosyal medya kullanıcıları üretirken ifade ve fikir hürriyetini kullanıyor. Yani sosyal medyanın içeriği kullanıcıların ifade ve fikir hürriyetlerini kullanarak ürettiği veriden oluşuyor. Bireysel bir suç sebebiyle suça araç olan bu mecranın tamamen engellenmesi de yalnızca ifade ve fikir hürriyetini kullananların hakkına tecavüz oluyor. Ancak bir yandan da bir suç sebebiyle başkasının bir hakkı (mesela, kişinin müstehcen fotoğrafları yayınlanmış) olan özel hayatın gizliliği ihlali suçu oluşmuş ve mahkeme de ilgili içeriğin çıkarılmasını talep ediyor. Sosyal medya şirketleri bu taleplere cevap bile vermiyordu.
Aslına bakılırsa, Nisan ayında, koronavirüs ile mücadele kapsamında alınan ek tedbirleri ihtiva eden torba kanun teklifinde sosyal medyaya dair bir düzenleme yapılacağına dair haberler medyada yer almıştı. Muhalefet partisi sözcüsü, bu düzenlemenin Whatsapp’a müdahale olduğu ve fişleme yapılacağını söyledi. Tabii ki medyaya yansıyan ancak teklif metninden tartışmalar akabinde çıkarılan düzenlemenin aslı öyle değildi. Nisan ayındaki düzenlemede medyaya düşen kısımları üzerine yorum yaparsak; düzenlemede çok haklı gerekçeler olduğu açık. Öncelikle, Türk devletinin ve Türk vatandaşlarının sosyal medya şirketlerinin suç işlenmesine araç olarak kullanıldığı durumlarda muhatap bulamama sıkıntısı vardı. Özellikle özel hayatın gizliliğini ihlal suçunun işlendiği bir durum karşısında muhatap bulamamak insan hakları ihlallerinin önlenememesi sonucunu doğuruyordu. Mesela Avrupa’da insan hakkı olarak kabul edilen “unutulma hakkı” arama motorları tarafından Türk vatandaşlarına verilmiyordu. Sosyal medya şirketleri mahkeme kararlarını uygulamıyordu. Bu gibi durumlarda, geçmiş yıllarda çözüm olarak sosyal medya uygulamalarının engellenmesi yoluna gidilmişti. Bu da ifade ve fikir hürriyetinin kısıtlanması sonucunu doğuruyordu. Anayasa Mahkemesi’nin gerek Twitter gerekse YouTube kararlarının en büyük dayanağı buydu.
Düzenleme, bu şirketlerin Türkiye’de temsilci bulundurma zorunluluğu ve onlara yapılacak tebligatın geçerli olmasını hüküm altına alıyordu. Buraya kadar herhangi bir sıkıntı yoktu. Gelelim, eğer buna uymazlarsa sosyal medya şirketlerinin başlarına gelecek yaptırımlara... Asıl tartışılması gereken kısım da burasıydı. Düzenleme, temsilci bulundurma yükümlülüğünü yerine getirmeyen sosyal ağın internet trafiği bant genişliğinin kısılacağını ihtar ediyordu. Temsilci bulundurur ancak herhangi bir vatandaşın ya da idarenin talebine cevap vermezse idari para cezası devreye alınıyordu. İdari para cezası makul ama internet bant genişliği meselesini biraz açmak lazım… 2000’li yılların başından itibaren, özellikle Amerika’da, Ağ Tarafsızlığı (Net Neutrality) meselesi tartışılıyor. Bir diğer deyişle Open Internet. Yani herkes her hangi bir kısıtlamaya
7
uğramadan, trafik düzenlemesi yapılmadan internet erişiminden adil olarak faydalansın deniliyor. Hatta bunun bir insan hakları meselesi olduğuna dair de ciddi argümanlar ve tartışmalar var. Bu tartışma, 2014 yılında alevleniyor. Çünkü Amerika ağ trafiğinin %50’sini kullanan Netflix, Comcast’e (ABD’de bir ağ sağlayıcı, ABD TTNET’i diyebiliriz) rüşvet vererek trafikte öncelik kazanmaya çalışmış. Böyle bir durumda, parası olanın içeriğine hızla erişilirken, mesela herhangi bir kişinin basit blog sayfasına erişim sağlamanız geciktirilecek. Bu internet dünyasında çok elzem bir tartışma. Dakikalar sonra erişilen -teknik olarak erişilemeyen- bir siteye hiç kimse girmek istemez. Türk hukukunda böyle bir tartışma şimdiye dek olmadı çünkü buna yönelik herhangi bir yasal düzenleme ya da ağ trafiğinde öncelik sağlayan bir rüşvet skandalı ile karşılaşılmadı. Gerçi bazı olaylar yaşandığında -en son 34 şehidimizin olduğu gece yaşandı- sosyal ağlara erişimin aşırı yavaşlamasından dolayı sosyal ağlara erişemediğimiz durumlar olmuştu. İşte bunun sebebi ağ trafiğinin kısıtlanmasıydı. Hiçbir hukuki dayanağı yokken arada sırada bu yapılıyordu. Bu yasal düzenleme ile ilk defa hukuki olarak bu tartışmayı yapma fırsatı doğdu. Özetle, Nisan ayında torba kanun ile gündeme gelen ilgili düzenlemede yer alan müeyyide ile yani sosyal medya şirketi Türkiye’de temsilci bulundurmaz ise, Türkiye ağ tarafsızlığını ihlal etmiş olacaktı. Open Internet yerini, başını Çin, Rusya ve İran’ın çektiği kapalı devre bir sisteme bırakabilir endişesi ortaya çıktı. Tartışmaların akabinde, nisan ayındaki torba kanun ile yapılacak sosyal medya düzenlemesi rafa kaldırıldı.
giderilmesi hususunda da ciddi bir düzenleme yapılması lazımdı. Hassaten mahremiyet, özel hayatın ifşası ve mahkeme kararlarının uygulanması konularında… Ancak bu mecralarda rahatlıkla suç işleniyor algısı da anlaşılabilir değildi. Bazı özellikli suç tiplerinde mağdurun mağduriyetinin giderilmesi meselesi ayrık kalmak kaydıyla, bu mecralar da zaten Türk Ceza Kanunu ve 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun kapsamındaydı. Düzenlemenin mağduriyetleri gidermek hususunda çok önemli bir işlevi olduğu meselesini ana konu olarak yorumlamak durumundayız. Suç işleme iradesini ve suçun işlenişini kanuni düzenleme ile önlemek zaten mümkün değil. Suç işleme potansiyeli olan birisinin suç işlemesinde, mecranın ne olduğunun önemi yok. Mesele, suçun yaptırımının caydırıcı olmasında… Ancak düzenleme suçun yaptırımına ilişkin olmadığı gibi, suçu önleme noktasında da hiçbir düzenleme getirmiyordu. Ancak suçun mağduru açısından düzenleme önem arz ediyor. Mesela, hakaret suçu sokakta bir tartışma esnasında vuku bulsa ani edimli bir suç olarak tasnif etmek gerekiyor. O esnada oluyor ve tükeniyor. Mağdur hakarete bir defa maruz kalıyor. Aynı suç sosyal medyada işlendiğinde ise ilgili içerik kaldırılmadıkça sanki sürekli bir edim varmış gibi suç baki kalıyor. Mağdur, sürekli hakarete maruz kalıyor.
Temmuz ayında tekrar ısıtılan ve Meclis’e kanun teklifi olarak sunulan düzenlemenin gerekçesinde bahsi edilen mağduriyet meselesine özellikle değinilmiş olması tezimizi doğruluyor: “Özellikle kişilik haklarının koAncak sosyal medya düzenlemesi konu- runması ve özel hayatın gizliliğinin korunsundaki ciddi kafa karışıklığı devam etti. ması amacıyla ulusal mahkemeler tarafından Bunun en büyük sebebi olarak anakronizm verilen kararların uygulanması bakımından, gösterilebilir. Bazı sosyal medya kullanıcıları- ulusal sınırları aşan niteliğe sahip bu teknoloji nın yaşadığı zaman dilimi ile sosyal ağın var- karşısında etkin bir mekanizma oluşturulması lığı arasında ciddi bir kronolojik uyumsuzluk önem arz etmektedir.” olduğu açık. Şirketlerin vergilendirilmesinde Kanun ne getiriyor, Nisan ayındaki düzenve düzenlemesinde haklı gerekçeler olduğu lemeden farkları neler? gibi, suç mağdurlarının mağduriyetlerinin
8
“Unutulma hakkı” Temmuz ayındaki düzenlemede kendisine yer bulmuş. Türk hukukunda ilk defa düzenleniyor ve Nisan ayındaki teklifte yer almıyordu. Vatandaşlar için en önemli değişikliklerden birisi bu. Nisan ayındaki teklifte olduğu gibi, kanunda da sosyal ağ olarak tanımlanan şirketlerin Türkiye’de temsilci bulundurma zorunluluğu ve onlara yapılacak tebligatın geçerli olması hüküm altına alınıyor. Burada bir şerh düşülmüş, bu yükümlülüğün kapsamı günlük erişimi bir milyondan fazla olan sosyal ağları içeriyor. Temsilci bulundurmayan sosyal ağa ilk etapta 10 milyon lira, ikinci seferde 30 milyon lira idari para cezası öngörülmüş. Temsilci bulundurmamakta ısrar edilirse, Türkiye’deki vergi mükelleflerinin ilgili sosyal ağa reklam vermeleri yasaklanacak. Verilen süre sonunda hâlâ temsilci bulundurmamakta direnilirse, sosyal ağın ağ bant genişliğinin daraltılması gündeme geliyor. Nisan ayındaki düzenlemeden farklı olarak ağ tarafsızlığını ihlal edeceğimiz müeyyide uygulanıncaya kadar kademeli müeyyideler eklenmiş. Özellikle reklam meselesine yönelik tavsiyelerin Kanun Koyucu tarafından dikkate alındığını görmek sevindirici… Ancak ağ bant genişliğinin daraltılması yine Anayasa Mahkemesi tarafından ifade ve fikir hürriyetinin kısıtlandı-
ğı gerekçesiyle iptal edilebilir. Teknik olarak kullanıcıların erişimini engellemeseniz bile, fiziki olarak ilgili sosyal ağı erişilmez kılmış oluyorsunuz. En çok tartışma yaratan hususlardan birisi Türkiye’deki kullanıcıların verilerinin Türkiye’de saklanması zorunluluğu getirilmesi. Dijital ekonominin millileşmesi için çok yerinde bir hamle olarak görmek lazım. Ama önceliğin hukukun üstünlüğü olduğunu dikkate almalıyız. İster istemez Türkiye’de tartışmalara neden olacak bu düzenlemede, devlet hukuki güvence vermek zorunda. Mesela bu bilgilerin mahrem kalacağı güvencesi verilmeli. Zaten verilerin Türkiye’de tutulmasına yönelik sadece gerekli tedbirlerin alınması istenmiş. Verilerin Türkiye’de tutulmasına yönelik öngörülen bir son tarih, bulundurulmazsa uygulanacak yaptırım veya ceza Kanun’da yer almıyor. Ayrıca, düzenleme ile kullanıcılar tarafından sosyal ağlara yapılacak başvurulara sosyal ağ tarafından 48 saat içinde cevap verme yükümlülüğü getiriliyor. Kanuni düzenleme kısmı genel hatları ile olumlu görünüyor, ağ tarafsızlığını ihlal meselesine şerh düşerek bu yorumda bulunduğumu hatırlatayım. Ancak nasıl bir düzenleme yapılmış olursa olsun, asıl mesele hukukun işleyişi ile alakalı olacak. Sosyal medya
9
şirketlerinin mahkeme kararlarını uygulamamasının mağduriyet yarattığını, insan hakları ihlalleri yaşandığını ve devletin buna bir çözüm bulmak amacıyla düzenleme yapması gerektiğini sanırım uzun uzun anlattık. Özel hayatın gizliliği ve mahremiyet konularında yapılan akıl almaz paylaşımlara dur demek devletin görevi. Ancak düzenleme sonrasında herhangi bir X kişisini eleştirdiğinizde o kişinin mahkemeden alacağı bir kararla kullanıcının yazdığı/paylaştığı içerik engellenecek. Kişisel haklara saldırı olmadığı halde, eleştiri sınırları içerisinde kaldığınız halde bunu yaşamanız yüksek ihtimal. Bu düzenlemenin yanlışlığından değil, mahkemelerin işleyişinden kaynaklanan bir mesele. Hâkimlerin kişiye, siyasiye göre kararlar almadığı, ifade ve fikir hürriyetini gözettikleri bir hukuk düzeninin inşa edilmesi şart. Bu bakımdan kamuoyunun önünde olan kişilere ilişkin incelemelerin ilk derece mahkemelerinden sonra sosyal medya şirketleri tarafından istinaf ve temyiz yoluna götürülebilecek şekilde bir düzenleme yapılması düşünülebilir. Bundan sonra kanunun gerçek dünyada işleyişi nasıl olacak? Kanunun ilgili maddeleri 1 Ekim 2020 tarihi itibariyle yürürlüğe girecek. Bildiğimiz kadarıyla, Facebook, YouTube ve Instagram’ın Türkiye’de temsilcileri var. O yüzden bu mecralar için 2021 Ocak ayı için BTK’ya rapor hazırlamak, mahkeme kararlarını uygulamak ve kendilerine başvuran kişilere 48 saat içinde cevap verme yükümlülükleri dışında bir yaptırım olmayacak. Yine bildiğimiz kadarıyla, Twitter’ın Türkiye temsilcisi yok. Kanun bu gibi sosyal ağları temsilci bulundurmaya zorluyor. Twitter’a 1 Ekim’den sonra temsilci bulundurması için otuz gün süre tanınacak, yerine getirmezse 10 milyon lira ceza verilecek. Akabinde bir otuz gün daha süre tanınacak. Temsilci atamamakta ısrar ederse bu sefer 30 milyon lira ceza verilip otuz gün daha süre verilecek. Hâlâ temsilci atamamış olursa, Türkiye’de vergi mükellefi olan hiç kimse Twitter’a reklam veremeyecek. Reklam yasağı kararından sonra 3 ay daha süre tanınmış olacak. Hâlâ temsilci atanmazsa internet trafiği bant geniş-
10
liği daraltılacak. Tebliğ tebellüğ sürelerini de dikkate aldığımızda 2021 senesinde takribi Mart aylarında, temsilci atanmaması durumunda, Twitter neredeyse erişilmez olacak. Facebook ve yan şirketlerinin temsilcisi olmasından dolayı diğer şirketlerin de temsilci atayacakları kanaatinde bulunabiliriz. RTÜK’ün internet denetimi meselesinde de kıyamet kopmuştu ama Netflix kanuna uygun davranınca, Amazon Prime, Mubi vb. uluslararası şirketlerin de gerekli yükümlülükleri yerine getirdiğini gördük. Ezcümle, hiçbir uluslararası şirket devletlerin egemenlik haklarının üzerinde olamaz. İnsan haklarını önceleyen bir hukuk devleti olmak suretiyle egemenlik haklarımızı kullanmamız yerindedir. Ama önce hukuk, illa hukuk diyerek… Dolayısıyla, sosyal medya düzenlemesi tek başına sansür anlamına gelmiyor. Yine düzenleme suç işlenmesini önleyen/engelleyen bir düzenleme de değil. Düzenlemenin temel gayesi mağduriyetlerinin önüne geçecek şekilde mahkeme kararlarını uygulatabilmek. Buradaki tek endişe, düzenlemeye dayalı uygulamaların ifade ve fikir hürriyetini kısıtlama riski barındırması. Bu endişenin kaynağı da kanun değil, kanuna dayanarak uygulama yapacak olan mahkemeler. Mesele mükemmel kanunlar yapmakta değil, kanunu uygulamakta olduğu için, uygulamaların mükemmel olması için çaba sarf etmek mecburiyetindeyiz.
VEDA
Kağan Tüber Bilmezdim canın çekilişini, Gözlerinin kısılışında gördüm. Soğuğa olan nefretimi Buz kesmiş teninde bildim. Gidişini konduramadım da günlerdir, Kalamayışımızı dizinin dibinde Kendimden bildim. İçinde nice acı sakladığın, Buğulu gözlerini bildim. Ellerini bildim, Nasırlı, kuru ve çatlak. Ne onlar kaldı, ne de gülüşünden bildiğim anlar. Bana bıraktığın miras, Gülüşümde sakladığım hatıralar ve Ellerimin arasında bir avuç toprak.
11
HER DEM YENİDEN DOĞARIZ Tuğba Dinç Günay “ Ömür delim bir okdur yay içinde dopdolu Dolmış oka ne durmak ha sen anı atdın tut.”1 Sözleri kulağımda yankılanır bu hengame ömrüm içinde. Yaşama doymayan ben, mecnun misali “Ömür dediğin nedir?” diye dört dönmekteyim ömür çölümde. Kimi yoksulluk, kimi gaflet, kimi servet, kimi mal mülk, kimi huzur, derken ben kendime sorunca “Ömür bir arayış” demekten öteye gidemiyorum. Yunus’un dediği gibi;
uyandırmamaya dikkat eden ben sabahın ilk çiğlerini yoncalar arasında raks ettirircesine başaklara çarpa çarpa ilerledim. Bir zamanlar bir avuç buğday için yollara düşen Yunus’ da ki niyetinin bereketiyle coşan buğday tarlalarından geçerken avuçlarımda hissettiğim başakların huzuruyla devam ettim yoluma. Neyden kaçtığımı bilmeden ama beni en iyi anlayana sırtımı yaslamaya koşarken. “ Bir avuç toprak, biraz da suyum ben Neyimle övüneyim, işte buyum ben.”
Diyen Yunus gönüllerin dağdan topladıklaAtılınca hızla gider; geri dönmesi mümkün rı ne tatlı ne acı azığı, şu dağ yamaçlarının yalnız, yabani, ürkek alıç ağacı. Hasbihaline değildir.” doyum olmayan gösterişsiz, dostluğu derin, Benim yönünü bilmez okum yaydan çıkıp sohbet erbabı, çelimsizliğinde saklı kalan hedefini kaybedeli bilmem kaç asır oldu. Bu gönlü geniş can arkadaşım. Soluğumu bu alıç gaflet veren uykudan uyanır uyanmaz dışarı ağacının dibinde aldım. Toprağından kopaattım kendimi daha kimsenin sesi soluğu ol- mayan hamurunun mayasında “Bizim Yunus” madığı bu alacakaranlıkta yolum evin arka- olan benim gibi çaylak alıç ağacı, ömrümdesındaki patikadan devam etti. Hiçbir canlıyı ki arayışlarımın durağıydı. “Ömür gerilmiş bir yaydaki ok gibidir,
1
12
Yunus Emre, Sen Bu Cihan Mülkünü Şiiri
“Ne varlığına sevinirim, Ne yokluğuna yerinirim, Aşkın ile avunurum, Bana seni gerek seni.” Gönlüme tercümanlık yapan Yunus ne de iyi anlar halden. Aradaki “Bizi” kaldırır, konuşur “Ben” ile dinler “Sen” dili ile. Böyle başlar hasbihale işte. Ben anlattıkça o dinler, her daim gülümser. “Olmak” der iki sözünde bir. “Olmak” der iki sözünde bir. Olmak, olgunlaşmak, tekamülden akar gider cümleler hiçbir çalıya, çakıla takılmadan ilerler. Ardından; “Birlik ile bir olam birlik benimle bir ola, Kah dönem derya olam katre olam umman olam.” Der, Bizim Yunus. Benim arayışım kesretten vahdete bir sesleniş, bir umut, birliğe bir olmaya bir serzeniş… Görkemli ve ebedi bir bahar, sevinç yer yer de hüznün olduğu bir umman. Bazen dolambaçlı bazen kestirmeden ulaşılan bir tarif gerek bana. Yunus’ un dilindeki “ Işk, aşk, aşık, maşuk, can, canan, gönül , yar, hakikat…” lazım bana. Az söyle ben, muhatabım sen gerek bana. Maddiyattan kaynaklı insan mutsuzluklarından sıyrılmaya, nisyandan kaçmaya Yunus’a sarılmaya geldim. “ Hak bir gönül verdi bana Ha demeden hayran olur, Bir dem gelir şadan olur,
Bir dem gelir giryan olur.” Bazen manevi bir neşeyle kanatlanır, bazen tüyler ürpertici bir suçlulukla titreriz. Hiçbir öğüde, söze, vaaza benzemez, onlarla bir tutulmaz Yunus’un dizelerine. Yolunda yoldaş, bahçende bülbül, şiirinde mısra olur. Akan suda giden yaprağa dokunur, yeterki sen takip etmesini bil o yaprağı. Denildiği gibi kolay değildir o, sen hamsan ne anlarsın bıraktığı servetten, uslübu sehl-i mümteniye uğrar da gelir. Her yiğide onu anlamak nasip değildir. Duamız ham ervahlara sahip yanık gönüllerin kemalini vuslata ulaştırmaktır. Ben gezerim böyle mecnun misali “Ömür dediğin nedir?” diye. Vardır elbet bu şafak vaktinde kalkıp, alıca yaslanmamda bir hikmet. Esintinin serinliğiyle mest olmanın, taptaze şu tabiaatla bir olmamım , bu dağ eteğinde günaydınlaşan serçelerle selamlaşmamın, akan derenin sesiyle diyar diyar dolanmanın vardır elbet bir nedeni. Ömür hesabındaki saniyeleri çarçur etme, heba etme, kaygıya düşme bil ki her hesabın bir sonu vardır, fanidir, gelir geçer anlamadan sen. “Keşke” demeye ses verme, kulak asma, ümitsizliğe pay verme, “Elhamdüllillah” de her daim. Rabbine aşikar ol, kemalini, cemalini bil. La mekan olunca, pür mekanda onu takip edermiş. Bizim Yunus’un fısıldadıklarını unutma sakın; “Biz sevdik aşık olduk, sevildik maşuk olduk, Her dem( yeniden doğarız), bizden kim usanası…”
13
‘Kenti Bir Baştan Bir Başa Dolaştım,
T I S Yok!’
Furkan Ulaş Arslan Yönetmenliğini Jens Lien’in yaptığı Norveç yapımı bir film Sorun Yaratan Adam. Orijinal adı Den Byrsomme Mannen, İngilizce çevirisi ise The Bothersome Man. ‘Uyumsuz Adam’ olarak da dilimize çevrilen filmin, ülkemizde hala kıyıda köşede kalmış filmler arasında yer aldığını söyleyebiliriz. Filmi izleyince ‘Uyumsuz Adam’ isminin de gayet yakıştığını göreceksiniz. Prömiyerini 2006 Cannes Film Festivali’nde bağımsız bir fantastik - dram filmi olarak yapmış olup, Cannes’da ‘Uyumsuz Adam’ adıyla seyirciyle buluşmuş; ülkemizde ise 2007 yılında 26. Uluslararası İstanbul Film Festivalinde ‘Sorun Yaratan Adam’ adıyla gösterime sunulmuştur. İsim konusunu bir yere bırakacak olursak filmin bize kısaca modern toplum eleştirisi yaptığını söyleyebiliriz. Ayrıca filmin fantastik – dram türünde olduğundan bahsetsek de, yönetmen kendi filmi için ‘’gündelik yaşamın içinde geçen bir korku filmi’’ tanımını yapmıştır. Filmin Norveç filmi olduğunu söylemiştik.
14
Jens Lien de Norveçli bir yönetmen. O sebeple modern toplum eleştirisini her şeyin ‘mükemmel’ olduğu Norveç üzerinden yaptığını söylemek güç değil. Norveç hepimizin bildiği üzere yaşam standartlarının çok yüksek olduğu ülkelerin en başında geliyor. Kişi başına düşen milli gelirde, dünya mutluluk raporunda her sene en başlarda. Bizim yıllarca girmeye çalıştığımız Avrupa Birliği’ne standartlarının düşeceği korkusuyla girmeyen adamlar bunlar. Norveç, balkonunda robdöşambrı ile pipo içip, elinde şarabıyla dünyanın geri kalanına tepeden bakan birisi gibi adeta. Savaşlardan, açlıklardan, hastalıklardan, ekonomik krizlerden beri kalmış hiçbir şeyin kendi keyfini bozmasına da izin vermeden piposunu tüttürmeye kuzeyden devam ederken, acaba bu duruma gelene kadar da kendisinden neler verdi? Filme, metro istasyonunda bir çiftin rahatsız edici derecede öpüştüğü sekansla dahil oluyoruz. Diğer hiçbir film sahnesinde denk
gelemeyeceğiniz kadar soğuk ve duygusuz bir öpüşme sahnesi bu. Kahramanımız Andreas’ın diğer adıyla ‘sorun yaratan adamın’ öpüşen çifte bakarken takındığı yüz ifadesi çoğumuzun o anki yüz ifadesine benzer aslında. En azından şimdilik. Bu sahneye ileride tekrar gelmek üzere film, bilinmeyen ıssız bir yerden yine bilinmeyen ıssız bir yere Andreas’ın eski tip –muhtemelen 60 modelMercedes otobüsle tek başına getirilmesiyle başlıyor. Nereden geldiği nereye gittiği bilinmeyen bu yolculuk filmin en başından izleyiciyi bir varoluşsal serüvenini sorgulamaya da itiyor. Otobüsten indikten sonra ‘hoş geldiniz’ pankartı ile kendisine ufak bir karşılama merasimi düzenleyen kim olduğu bilinmeyen bir adam kahramanımızı karşılıyor ve arabası ile yola çıkıyorlar. Andreas’ın ‘Nereye gidiyoruz?’ sorusuna ‘Evinize’ cevabını alıyor. Issız yerden ayrılıp şehre geldiğimizde düzenli temiz sokakların, şık binaların, renksiz gri tonlarının ağır bastığı bir şehir dikkat çekiyor. Kurma kolunu çevirip caddelere bırakılmış birbirine benzeyen iyi giyimli insanların işe gidip gelmelerinin otomatik hal alışına şahit oluyoruz. Ayrıca şehirde yaşlılar ve çocuklar film boyunca hiç gözümüze çarpmıyor. Belli ki nüfus kontrol altına alınmış ve ‘sorun yaratacak’ bu grupların da şehirde yeri yok. İnsanların, evlerin, sokakların belli standardı yakaladığı bu şehirde; çirkinliklere anında müdahale edip, göz estetiğini rahatsız edecek durumları ortadan kaldıran görevlilerin de sürekli sokaklarda gezdiğini görüyoruz. Hatta cadde üzerinde parmaklıklara geçip ölen bir insan o kadar hızlı kaldırılıp izleri yok ediliyor ki aklıma Birhan Keskin’in, yas terapisi teorisini yazan Kübler Ross’a seslendiği şiirinden birkaç mısra geldi. Şöyle diyor Keskin: ‘’İnkarmış pazarlıkmış kabullenmekmiş / Bilmemneymiş / Geç bunları Ross. Geç bunları. / Aynı günde ölür aynı günde yıkar aynı gün gömeriz.’’ Kahramanımız Andreas’ın bu ‘kusursuz’ şehirde evi, otomobili ve işi hazır. Bugün insanlar -en azından ülkemizde- bir iş, ev ve araba sahibi olabilmek için gençliğini belki ömrünü tüketiyor. Andreas ise bu üçünün
bir anda içinde buluyor kendisini. Hatta ortalama bir arkadaş çevresine ve evlenilecek birisine de çok kısa sürede sahip oluyor. Toplumun beklediği ödevler Andreas’ın kendisine hazır olarak sunuluyor. Bugün, özellikle son yıllarda insanların amaçlarını dinlediğimizde birbirine benzer şeyler duyarız. Ev, araba, mobilyalar… O amaçlara ulaşıldığında da eskiyen amaçlarının başına sadece ‘yeni’ gelmesi, yeni amaçlarını oluşturuyor. Yeni ev, yeni araba, yeni mobilyalar… Geldiğimiz yüz yılda araçlar amaçların yerini almaya devam ederken, mutluluk her şeyin son modelinde kovalanıyor. Andreas ise bu amaçlara ulaşmış olarak filmin hemen başında karşımıza çıkıyor. Andreas içinde bulunduğu bu hazır düzene hızlı adapte olup başlarda mutlu görünse de yavaş yavaş uyum sağlayamadığı durumlar baş gösteriyor. Yüzündeki tepkilerden bunu anlamakla beraber ilk rahatsızlığını dile getirdiği yer barın tuvaleti oluyor. Tuvalette yere yığılan bir adama ‘buranın birasında bir sorun mu var?’ diye soruyor. O kişiden tam cevap alamasa da içeriden daha sonra isminin Hugo olduğunu öğreneceğimiz kişi cevap veriyor. Kendisinin de içip sarhoş olamadığını, hiçbir şeyin tadının kalmadığını, eskiden böyle olmadığını belirtiyor. Şu ifadesi ise zihnimizde kalıyor: ‘her zaman iyi olmasına gerek yok ama ara sıra da güzel olsun be’. Genel olarak kahramanımızın şehre ilk uyumsuzluğu tatlar üzerinden oluyor. Ardından diğer insanlardan farklı düşündüğünü daha doğrusu hissettiğini görüyoruz. Bir gün bunalıp, geldiği ıssız yere doğru gitmeye çalışsa da o gri ve düzenli şehirden kaçamıyor. Patronu, Andreas’a mutlu olmasının kendileri için çok önemli olduğunu söyleyip, isterse yeni bilgisayar ya da sandalye alabileceğini belirtiyor. Sevdiği kadınla yaşadığı cinsel birliktelikler monoton ve duygulardan arındırılmış şekilde ekrana yansıyor. İş yerindeki kişilerle derinlikli ve samimi konuşmalar yaşanmıyor. Bir araya geldiklerinde de IKEA kataloğundan mobilya seçtiklerine şahit oluyoruz. Gerek arkadaşlarıyla, gerek sevgilisiyle gerçekleşen muhabbetin büyük
15
kısmını ev dekorasyonu kapsıyor. Çağımızın ev dekorasyonu çılgınlığına da ayrıca bir eleştiri sunuyor film. Akıllarımıza da Dövüş Kulubü’nün IKEA göndermesi geliyor. Oradan bir alıntı yapacak olursak: ‘’Hepimizde Rislampa / Har markalı aynı kağıt lambadan var. Benimki artık bir konfeti. Çelik üstüne çinko kaplama. Vild marka ayaklı saatim. Tanrım ona sahip olmasam ölürüm.’’ Şehirde tüm duygulardan yoksun, standart bir hayata dâhil olmuş, konuştukları konuları sınırlı olan, birbirinden ayırt edici özellikleri kalmamış, tam manasıyla konformist insanlar görüyoruz aslında. Mevcut düzene uyum sağlayabilmiş insanlar... Şehirde herkes gibi olamamanın cezası olarak yalnız ve mutsuz olan iki kişi ise Andreas ve barın tuvaletinde serzenişte bulunan Hugo. Erich Fromm, Sevme Sanatı eserinde ‘’diğerlerinden farkımız kalmadığında, herkes gibi düşündüğümüzde, yalnızlık duygusundan kurtuluruz’’ der. Andreas ve Hugo’nun ise böyle bir dertleri yok. Olumsuz da olsa tüm duyguları ve duyularıyla insan gibi ‘normal’ bir yaşam yaşamak
16
arzusundalar sadece. Filmi izlerken Biz, Cesur Yeni Dünya ve 1984 kitapları da zihninizde kendini hatırlatacak noktalar buluyor. Yönetmen insanlığın hayalini kurduğu ütopyayı izleyiciye bir distopya olarak sunuyor desek yanlış olmaz galiba. Kuzey’den, Norveç’ten tüm insanlığı uyarıyor. ‘Ne istediğinizi gerçekten biliyor musunuz?’ diye sordurtuyor. Filmde kurulan şehir belki son yüz yılda insanlığa hayalinin kurdurulduğu bir şehir. Dayatılan gelişmişlik kriterlerini yerine getirmiş bir şehir. Açlığın, hastalığın, işsizliğin olmadığı bir şehir. Kusurlardan arındırılmış ‘mükemmel’in tasavvur edildiği bir şehir. Tüm dünya olarak koştuğumuz ve arzuladığımız yer tam da o ‘sorunsuz’ şehir. O kadar hızlı koşuyoruz ki insana ait olan şeyler gerimizde kalıyor çoğu zaman. Bir anlık duraksama seni yarış dışına itiyor. Bir anlık sorgulama seni ‘sorun yaratan adam’ yapıyor. Çağımız insanı dün eleştirdiği şeyleri bugün kendisi yaşarken buluyor. Çünkü konformizme ayak uydurmadığın an mutsuz olursun. Anormal olursun.
Viktor Frankl bir eserinde ‘’anormal bir duruma, anormal bir tepki vermek normaldir’’ der. Bu tepkiyi verebilmek öyle kolay değildir ama. Atılan her zokaya gelmemek, yavaşlamak, şaşırmak gerek önce. Andreas olmak gerek. Artık hiçbir şeye şaşırmıyoruz. İnsanlar şaşırma, hayret etme yeteneğini bırakalı çok oldu. Oysaki hayret etme insanı durduran en önemli fren mekanizmasıdır. Hayret etmeyi kaybeden insan freni patlamış insandır. Kahramanımız şehirden ve mevcut durumdan bir türlü kurtulamaz. Bir yönüyle benim için hapishaneden kaçış filmidir bu. İnsanın ait olmadığı yer neresi olursa olsun orası en büyük hapishanedir. Andreas, şehirde kendisi gibi olduğunu düşündüğü tek kişi olan Hugo’nun evinin önüne gidip pencereden içeriye bakmaya çalışır. İçeriden gelen bir müzik hayretini artırır ve eve girer. Dışarının griliğine rağmen ev sarı ışıklarla donatılmıştır. Müziğin bir delikten geldiğini fark eden Andreas deliği büyütüp kendisine yeni bir pencere aralamaya çalışır. Delik kazıldıkça güzel kokular ve çocuk sesleri gelmeye başlar. Rengarenk bir mutfağa açılır bu delik. Filmin başından beri ilk kez böylesine renk cümbüşü yaşarız. Platon’un ‘Mağara Alegorisi’ni duymuşuzdur. Bana tam olarak bu metaforu hatırlatır. Şehrin insanları sırtı mağaranın ağzına gelecek şekilde zincirlenmiş kişilerdir ve sadece mağaraya düşen gölgelerle yetinirler. Andreas zincirlerinden kurtulup o delikten mağaranın dışına çıkmayı başaran kişidir. Ancak mağaradakilere gerçeği inandırması mümkün olmayacaktır. Ve Andreas ‘uyumsuz’ damgası ile şehirden uzaklaştırılacaktır. Son olarak yazıya attığım başlığa gelecek olursak Turgut Uyar’ın ‘Terziler Geldiler’ şiirinden bir mısra. Geldiğimiz ve gittiğimiz noktada artık şehirlerimizde maalesef ‘tıs yok’. Bazen ne diyeceğini bilemezsin ve bir şiir, bir mısra senin kurtarıcın olur. Freud’un dediği gibi ‘’nereye gittiysem benden önce bir şairin oraya uğramış olduğunu gördüm.’’ Tüm yazıya bir son olarak da İsmet Özel’den dinleyince başta ona ait sandığım oysa yine Turgut Uyar’ın tam da bu şiirinden bir mısra bırakıyorum: ‘’Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği’’.
17
Göçmen Karşıtlığı ve Çözüme Yönelik Bir Tartışma Alperen Arslan Burada uzun zamandır Türkiye’nin gündemini değişen gerilim ve yoğunluklarla işgal eden göçmenler, daha detaylı belirtmek gerekirse, göçmen karşıtlığı üzerine bir tartışma yürütülecek. Bu bağlamda işin hukuki kısmını bir hayli göz ardı edecek ve yazıyı fikri sahada sürdüreceğim, nitekim bu konudaki hukuki düzenlemenin ancak biz meselenin özünü kavrayabilirsek anlamlı olacağını ve ileride atılan adımların da ancak bu yolla doğru temeller üzerine inşa edilebileceğini düşünüyorum. Suriyeli, sığınmacı, mülteci gibi adlandırılan sıklıkla insan olduğu göz ardı edilenler hakkında toplumda ya da en azından göçmen karşıtlarında iki temel imge bulunduğunu düşünüyorum. İlki suçlular topluluğu, ikincisi ise keyfine düşkün “bedavacılar” topluluğu imajı, bunlara değinildikten sonra da yaygın göçmen karşıtlığının kaçınılmaz sonucu olarak gördüğüm şiddet meselesini ele alacağız. Metin boyunca Suriyeli, sığınmacı, göçmen gibi kavramları birbiri yerine kullanacağım her ne kadar indirgemeci bir tavır olsa da niyetimin bu olmadığını belirtmek isterim zira
18
mesele yabancı karşıtlığı etrafında tartışılabileceği için Afgan veya Afrikalı göçmenler, kaçak çalışmak için gelen diğer insanlar için de aynı fikri sonuçlara varmak mümkündür. Suç işleyen sığınmacı imgesi göçmen karşıtlığının önemli bir unsuru gibi görünüyor. Kimi siyasiler ve haber siteleri bir göçmen suç işlediği anda, çoğu zaman spekülasyonlarıyla birlikte, bunları yaymaktan geri durmuyorlar. Bilhassa Suriyeli sığınmacılar için kriminal bir imge yaratılmaya çalışıyor, her ne kadar aynı suçu işleyen onlarca insan olsa da haber başlıklarındaki SURİYELİLER gibi ifadeler hemen dikkat çekiyor. İşlenen suç, suçu işleyenler haber yapılabilecekken bu insanların geldiği arka planın başlıklara ve siyasilerin diline taşınması doğal olarak yabancı fobisi ve ayrımcılık yaratıyor. Binaenaleyh birçok suçun defalarca Türkler tarafından da işlendiği bilinmekteyken kendimizle ilgili böyle genellemeler yapmayız, bir “kendinefobi” sahibi olmayız (gayet yerinde bir davranış) ama suçları, kötü sıfatları “diğer” gruplara hemen
yakıştırabilir, hatta belki onlarla aynı nesepten, meşrepten olmadığımız için halimize şükrederiz (gayet yersiz bir davranış). Kültür ve dil ile birbirimizden ayrılıklarımızın ötesinde insan olarak ortak bir yanımız olduğu gerçeği kolayca unutulabiliyor. Oysa başkalarında kolaylıkla gördüğümüz kötülerin onlara mahsus olmadığını anlayabilmek için çok da zeki olmaya gerek yok; bir haftada işlenen kadın cinayetlerine, gerçekleşen hırsızlıklara, şaibeli orman yangınlarına, çoğu haber bile yapılmayan hayvanlara karşı eziyetlere bakmak yetecektir. Aslında suç işleyen göçmenler üzerinden göçmenlerin etnik, dini ve kültürel kimliklerine hakaret etmek ve bunları bir nefret nesnesi haline getirmek fayda vermez. Sonuçta bugün birçok Türk vatandaşı terör, uyuşturucu, tecavüz ve daha birçok suç işleyebilirken suçlu göçmen imajının ne kadar sorunlu olduğu görülebilir. Nitekim çoktan gerçekleşmiş göçlerle ilgili yapabileceklerimiz sınırlıyken böyle bir propaganda ancak kişileri radikalleştiren, şiddeti amaç olarak kullanan herhangi bir grubun eline iten sebepler olacaktır. Bunların yerine işlenen bir suç varsa bunun temeline inilmeli, hem Türkler hem göçmenler için onları suça iten sebeplerin köküne inilmelidir. Bunun için de temelde ortak olarak paylaştığımız insanlık üzerine inşa edilebilecek kapsayıcı bir tutum hem daha ahlaki hem işlevsel olabilir. Öte yandan karşıt olunan Suriyeli göçmenin cisimleştirilmesi gerektiğinde nargile içmek gibi keyif düşkünü, eli silah tutabilecek, genç erkek olduğunu yaygın olarak gözlemleyebilirsiniz. Burada Suriyeli sığınmacıları oluşturan kadın, çocuk, yaşlı, hasta kategorileri dışlanarak (kimi zaman önce bu gruplara ilişkin rahatsızlık olmadığını beyan ederek) bir göçmen karşıtlığı güdülmektedir. Daha da ötesinde, insanların bir savaşın tarafı olup olmak istememelerinden ve o şartlar altında taraf olmaya kabil olup olmamalarından bağımsız bir şekilde –evet, zulüm ve ölüme rağmen- “vatanlarını” neden terk ettikleri sorgulanmaktadır. Bunun ne anlama geldiğiyse açık olsa gerek. Bu yolla insanların vatan sevgisi ve milliyetçilikleri kaşınmakta, göçmenler
19
bir başka yönden hor ve hakir görülmektedir. Böylece vatanlarını terk edenlere çektikleri reva görülür. Her ne kadar sinir uçlarımıza dokunsa ve bizi rahatsız etse de insanlar çıkmasını istemedikleri bir iç savaşta yüzlerce örgütten birini seçip ölene kadar bir yerde sabit kalmak zorunda değildir, hayatta kalmak istedi diye de kınanamazlar. Keyif yapanlar imajına dönecek olursak insanlar oradaki yaşamlarını terk ettikten sonra her günlerini acı ve keder içinde yaşamak zorunda olduğu algısı gerçek hayatla bağdaşmayacak bir beklentinin yansımasıdır. Nasıl sevdiklerimizi kaybettikten bir müddet sonra hayatımıza kaldığımız gibi devam edebiliyorsak tıpkı bizim gibi insan olan sığınmacılar için de bu durum normaldir. Bunun ötesinde böyle bir imajla insanların çektiği sıkıntılar yok sayılıyor fakat gerçeğin bundan çok farklı olduğu açık. Keyif çatan göçmen imajının ne kadar içi boş olduğunu görmek aslında çok kolaydır zira şehirlerimize biraz dikkatli bakarsak hayata tutunmaya çalışan birçok sığınmacı görebiliriz. Ayrıca onların hayatta kalma mücadelesinin karşısında bir de mücadelelerini zorlaştıran Türkler vardır. Göçmenlere fahiş fiyattan ev ve dükkân kiralayan, onları kaçak çalıştırıp kendi yasalarını delen, onların zor durumlarından faydalanıp normal bir işçiye ödeyeceğinin çok daha altında ücret ödeyen, hatta çoğu zaman aylarca çalıştırıp ödemeyen Türkler de vardır. Böyle Türkler de varken genellemeler yapmamak sadece Suriyelilerin, diğer göçmenlerin değil aslında bizlerinde onurunu koruyacaktır. Zaten burada verilen örnekleri görmek için iletişim güçlükleri yaşayacağımız Suriyeli göçmenlere kadar gitmeye gerek yok. Abidinpaşa’da dilini anlayabileceğiniz, derdini sorabileceğiniz Irak’tan gelen Türkmenler de aynı konulardan şikâyetçidir. Bunların çözümüyse siyasi aşıların ötesinde meseleye bakış açımızı değiştirmekle, kapsayıcı ve insan hakları şuuruna sahip bir tavırla çözülebilir. Şiddete karşı hassasiyetimizin arttığı, daha gür sesle tepkiler verdiğimiz bir dönemde göçmen karşıtlığı sorunumuzu çözmeyi anlamlı buluyorum. Çünkü kadına, çocuğa,
20
hayvana şiddetin karşısında hep birlikte dururken başka türlü şiddetleri meşru görmek temeli çürük politikalardan başkaca bir şey doğurmayacaktır. Ancak kapsayıcı bir felsefi temel üzerinde şiddet sorunu çözülebilir, ancak bu sayede tekil şiddet türleriyle (ki bunlar çoğu zaman bir biriyle iç içedir) kısıtlı bir mücadelenin ötesine geçip daha işe yarar çözümler bulabiliriz. Bu yazıdaki gibi Suriye sığınmacılara, herhangi bir azınlığa ya da başka gruba karşı şiddetin önlenmesi fikri de anlamını burada kazanıyor. Zira farklı grupların saf kötüler ve yanlışların kaynağı gibi gösterilmesi aynı zamanda bu grupları tek bir mite sıkıştıracak, her ne kadar hiçbir insan nefret veya şiddet hedefi olmayı hak etmese de onlar içindeki (aslında şiddet görmesine karşı olduğumuz kadınlar, yaşlılar, çocuklar gibi) dezavantajlı grupların da yeni kimlikleriyle (göçmenlik/yabancılık) yeni bir nefret söyleminin ve şiddetin hedefi haline gelmesi anlamına gelecektir. Farklı gruplara, konumuz sebebiyle göçmenlere/sığınmacılara/ kaçak işçilere yöneltilen bir nefret söylemi ve şiddet de bu bağlamda diğer şiddet türlerini yeniden üretecek, haliyle aslında hiçbir sorun çözülmemiş olacaktır. Bunun da ötesinde “yabancılar” toplumun artan hoşnutsuzluğu ve gerilimlerinde günah keçisi olmaktadır. Oysa bir ülkede olan bitenden ve bizim işlediğimiz konunun bu hale gelmesinden kimin ne derece sorumlu tutulabileceğine dair uzlaşabileceğimizi düşünüyorum. En nihayetinde öfkemizi günah keçilerinden çıkarma yoluna gidip onlardan kurtulduğumuzda tüm sorunlarımızı çözecekmişiz gibi davranmanın bir sonu yok. Zira günün sonunda “istenmeyenlerden” kurtulmakla sorunlarımız çözülmeyince yeni istenmeyenler bulacağımız bir kısır döngüde sıkışıp kalmak var ve bu döngüde kimin istenen kimin istenmeyen olacağı bir hayli muğlak. Bu meselelerimizi ancak insan olmak paydasında birbirimizi anlamak, insana sadece insan olduğu için değer vermek ve onun sadece bu özelliğiyle bir onura sahip olduğunu düşünmekle çözebiliriz. İnsana sadece insan olduğu için değer veren bireylerden oluşan bir toplum kolayca manipüle edilerek
birbirine düşman edilemez. Aynı vatanı paylaştığımız insanların tüm farklılıklarından öte öncelikle insan olduğu şuuru milli birlik ve beraberliği güçlendirir, böylece millete tefrika girmesini engellenir. Aynı zamanda böyle bir şuura sahip insanların yaşadığı bir vatana gelen ya da gelmek zorunda olan insanlar da tehdit olarak algılanmaktan çıkar, insanca muamele görür ve buna mukabele ederler. Bu şuurla donanmış insanların vatanı da dünyaya her fırsatta meydan okuyan ve kendine düşmanlar icat eden bir ülke değil, insanların saygıyla baktıkları örnek bir ülke olur. İnsana insanca muamele edilmesi ve bunun etkileri ile ilgili ülkenin dışından gelenlerin veya ülke dışında duranların ne düşündüğünden çok daha önemli bir veçhesi de var. Bu da o ülkenin vatandaşlarının o ülkeyi sevmeleri ve ona ait hissetmeleridir. Türkiye’de 2020 yılında yazılan bu yazıyla aynı dönemi tecrübe eden insanlar yıllardır ülkesini terk etmek isteyenlerin artışını ve topraklarına aidiyet duyanların azalışını inkâr edemeyecektir. Burada beyin gücünü veya ucuz iş gücünü, çeşitli sayılarını değil çok daha fazlasını, kendi evlatlarını kaybeden bir vatandan bahsediliyor. Grafiklerdeki dibe düştüğü için insanları üzen çizgilerinden, giden gelen hesaplarından bırakınız başka metinlerde kâğıt, kalem ve bilgisayarlar yardımıyla bahsedilsin, bir vatanın gençlerinin oraya ait hissetmemesi ve kaçılması gereken bir kafes gözüyle bakması bu hesaplarda gözükmez. Haliyle göçmen karşıtlığı ve şiddet meselelerinin insan onuruna yakışır bir şekilde çözülmesi sadece bir politik ajandanın başarıyla tamamlanmasından ibaret değildir. İnsan onuru ve haklarına dayalı bir zihniyetin inşa edilmesi birçok sorunu çözecek temel bir çözüm yoludur. Kutuplaşmalar, iç ve dış düşman icadı, milletin enerjisi ve gücünün anlamsız kavgalarda heba edilmesi sorunları ancak böyle çözülebilir. Haliyle bu sorunu geçici programların ötesinde bir zihniyet değişimiyle çözmek demokratikleşme adımlarına ve hukuka, Türk milletinin birlik ve beraberliğine, Türkiye’nin ilelebet payidar kalmasına güç katacaktır.
Toparlamak gerekirse burada her ayrımcı söylem ve eylemi sıralayamadığımız açıktır. Verilen örneklerin de farklı, dolaylı veya dolaysız, kuyruklu veya kuyruksuz sürümlerini bulabilmek mümkündür fakat buradaki amacın ırkçı ve zenofobik hezeyanların hepsine yer vermek olmadığı için bu da önemsizdir. Çünkü buradan hareketle varmak istenilen nokta hem kendiyle aynı vatanı paylaşan insanlara hem göçmenlere hem de başka bir yerdeki insana karşı sadece insan olduğu için değer veren bir toplumun gerekliliği. Böyle bir toplum siyasi veya dini bir sebeplerle insanları düşman ilan etmeyecek, çeşitli manipülasyonlarla birbirine ve başkalarına karşı düşman olmayacaktır, insana insan olduğu için değer veren insanlar suçların nasıl şahsi olduğunu anlayabilecek, farklı kimlikler taşımanın birbirine yaşam alanı tanımamak için yeterli bir sebep olmadığını idrak edebilecektir. Bu her şeyin formülü olamasa da en azından sağlıklı formüller geliştirecek zemini sağlayacak bir zihniyet dönüşümü olacaktır. Son olarak burada göz ardı edilen ama aslında mevcut göçmen karşıtlığı bağlamında çok önemli bir unsur; Arap karşıtlığı, Arap imajı incelenmemiştir. Görülebilir ki yıllara yayılan bir Arap karşıtlığı tavrı bugün bu meselede Suriyeli göçmenler başta olmak üzere Arap ya da Arap sanılan göçmenlerin tümünü zora sokmaktadır. Fakat kökenleri; etkileri ve mevcut haliyle bambaşka bir çalışmayı hak eden bu başlık hakkında yazılan bir kitabın tanıtımı bile hayli hacimli olacağı için göz ardı edilmek zorunda kalındı. Nitekim böylesine bir çalışmayı tamamlamak için mevcut şartlarda ben fakirin ne kudreti yeter ne de haddi. İnsana insan olmaklığıyla değer veren ve hukukunu bunun üzerine inşa edebilen bir toplum olabilmek duasıyla.
21
Söyleşi
MAVİ VATAN
Dr. Bahadır Bumin Özarslan
Mavi Vatan kavramı son zamanlarda çok dile getiriliyor. Bu kavramdan ne anlamalıyız? Mavi Vatan kavramı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin deniz ülkesi ve deniz yetki alanları çerçevesinde anlaşılması gereken bir kavramdır. Uluslararası hukuka göre bir devlet olarak kabul edilebilmek için gereken hususlardan biri, sınırları belli bir ülkeye sahip olmaktır. Sınırları belli ülke olabilmesi için asgarî olarak, sınırları belli bir kara parçasına sahip olmak gerekir ki buna kara ülkesi denir. Kara ülkesinin üstüne denk gelen ve belirli bir mesafeye kadar olan alan, hava ülkesini oluşturur. Eğer bu kara ülkesinin denize kıyısı varsa bir de deniz ülkesi ortaya çıkar. Deniz ülkesi, tıpkı kara ülkesi gibi bir devletin tam egemen olduğu alandır ve kıyı çizgisinden itibaren belirli mesafeye kadar uzanır. Deniz ülkesinin dışında bir de devletlerin bazı haklara sahip olduğu deniz alanları vardır ki kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge gibi sıkça duyduğumuz kavramlar, bahsettiğimiz deniz alanlarıdır. Dolayısıyla Mavi Vatan, tam egemen olduğumuz deniz ülkesi ile bazı haklara sahip olduğumuz deniz yetki alanlarının tamamını kapsar. Yeri gelmişken şu hususları da belirtmek isterim. Günlük dilde ülke kavramı ile devlet kavramı birbirinin yerine kullanılmaktadır. Teknik olarak bakıldığında ülke, devletin bir unsurudur. Bir başka deyişle devlet ve ülke kavramları, eş anlamlı değildir. Öte yandan, ülke kavramı da sadece kara ülkesinden oluşmaz. Hava ülkesi ve varsa deniz ülkesi de ülke kavramının diğer unsurlarıdır. Bir başka deyişle ülke, kara ülkesinin ve hava ülkesinin yanında, varsa deniz ülkesinden oluşan bir alandır. Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimin temel sebepleri nelerdir? Doğu Akdeniz, tarih boyunca önemli bir bölge olarak kabul edilmiş ve sürekli olarak mücadeleye sahne olmuş bir bölgedir. Doğu Akdeniz, üç kıtanın yani Avrupa’nın, Asya’nın ve Afrika’nın ortasında yer alır. Ayrıca Süveyş Kanalı yoluyla okyanuslara (Hint ve Büyük Okyanusları) uzanan bir jeopolitiğe sahiptir. Bu bölgede elde edilecek bir hâkimiyet, oldukça önemli bir jeopolitik avantaj sağ-
22
alanlarından biridir. Kıta sahanlığı, karanın deniz altında devam eden doğal uzantısıdır. Hukuken de karasularının ötesinde başlayan, belirli bir uzaklığa ve derinliğe kadar giden deniz tabanını ve altını ifade eder. Bu uzaklık, 200 deniz milidir. 200 deniz milinden fazla olduğu durumlarda da 350 deniz miline kadar uzanabilir. Önemli zenginliklere sahip olan kıta sahanlığı, doğal uzantı olması münasebetiyle ilan edilmeden sahip olunabilen bir alandır. Bu alanda, kıyı devletinin haklarına halel getirmemek şartıyla diğer devletler için de havadan ve denizden geçiş Bölgenin enerji potansiyeli hakkında serbestisi, boru ve kablo döşeme gibi haklar vardır. Ayrıca sadece kıyı devletinin sahip olne söylenebilir? Doğu Akdeniz’deki en önemli meseleler- duğu doğal kaynak arama ve işletme hakları den biri de enerjidir. Gerek bölgedeki enerji da mevcuttur. Kıta sahanlığının önemli bir deniz yetki varlığı gerekse Doğu Akdeniz’deki enerji trafiği, oldukça önemlidir. Tarih boyunca bu iki alanı olması, Türkiye ile Yunanistan’ın bölboyutlu jeo-enerji meselesi, ciddi çekişmelere gedeki nüfuz mücadelesinde ortaya çıkan gerekçe teşkil etmiştir. Özellikle 2001 yılın- çekişme konularından birini teşkil etmektedir. dan itibaren keşfedilen yeni enerji kaynakları Yunanistan’ın konuya yaklaşımında aşırılıkçı ile mevcut ve yeni ortaya çıkan enerji nakil (maksimalist) bir yaklaşım sergilemesi, yerhatları ile birlikte, Doğu Akdeniz’deki mü- leşik uluslararası hukuk kurallarını ve içtihatcadele daha da sertleşmiştir. Bu çerçevede, larını dikkate almaması, sorunu bu noktaya bölgenin bilinen enerji kaynakları yanında, getirmiştir. Zira Yunanistan, kendi deniz ülkeKıbrıs çevresindeki yeni kaynakların varlığı, sinin ve dolayısıyla diğer deniz yetki alanlarıDoğu Akdeniz’deki mücadelede Kıbrıs soru- nın belirlenmesinde, kendisinin bir takımada nunu da yeniden alevlendirmiştir. Yine Ba- devleti olduğu tezinden hareket etmektedir. kü-Tiflis-Ceyhan boru hattının devreye girme- Takımada devleti, birbirine yakın adalardan siyle birlikte bu hattın çıkışının Doğu Akdeniz oluşan ve bu adalar arasında tarihî, kültüolması, hem bölgenin hem de Kıbrıs’ın öne- rel, ekonomik bağların bulunduğu bir devmini daha da arttırmıştır. Dolayısıyla bölge let türüdür. Takımada devletinin karasuları, devletleri ve uluslararası sermaye ve onların adaların en uç noktalarının birleştirilmesiyle sözcüsü büyük devletlerin bölgedeki menfa- ortaya çıkan kıyı çizgisi esas alınarak beliratleri, Doğu Akdeniz’deki bölge içi ve bölge lenir. Yunanistan bir takımada devleti olmadışı aktörler bakımından Doğu Akdeniz’i vaz- masına rağmen ısrarla bu tezi ileri sürmekte geçilmez bir bölge hâline getirmektedir. Son ve anakarasına oldukça uzak mesafede (ters dönemde ortaya çıkan Arap Baharı süreci de tarafta) yer alan adaların uç noktalarının esas alınmasını dayatmaya çalışmaktadır. Bu duenerji meselesiyle yakından ilgilidir. Türkiye ve Yunanistan, gerek Ada- rum da Adalar Denizi’nin tamamen Yunan lar Denizi (Ege Denizi) gerekse Kıbrıs hakimiyetine girmesine yol açmakta ve ayrıkıta sahanlığı konusunda uzun yıllar- ca Türkiye’nin güney kıyılarının da yine ciddi dır bir gerilim yaşıyor. Kıta sahanlı- oranda etkilenmesi sonucunu doğurmaktadır. ğı kavramını bu gerilim üzerinden Yunanistan’ın bu iddiasının ciddiye alınır bir açıklayabilir misiniz? Türkiye’nin böl- tarafı yoktur. Türkiye ise deniz yetki alanlagedeki uluslararası haklarını kısaca rının belirlenmesinde, anakaranın esas alınmasının gerektiğini ileri sürmektedir ki bu açıklayabilir misiniz? Kıta sahanlığı, biraz evvel işaret ettiğimiz tez, uluslararası deniz hukukuyla uyumludur. ve deniz ülkesi dışında kalan deniz yetki Zira bu yönde birçok uluslararası yargı kararı lar. Bahsi geçen jeopolitik avantaj da çok boyutlu ilişkilerde, nüfuz etme fırsatı yaratır. Bu sebeple Doğu Akdeniz hakimiyeti, oldukça önemlidir. Hakimiyetin sağlanması ise yalnızca karadan değil aynı zamanda denizden ve havadan, topyekûn değerlendirilmelidir. Böylesi bir coğrafyada egemen olmak demek, bahsi geçen jeopolitikte bir oyuncu olarak kabul edilmek ve her durumda, dikkate alınır olmak anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Doğu Akdeniz, yalnızca Doğu Akdeniz veya Akdeniz değildir. Çok daha ileri boyutta bir derinlik demektir.
23
mevcuttur. Türkiye, Doğu Akdeniz’de çıkarlarını savunmak için hangi adımları attı ve hangi adımları atmalı? Her şeyden önce Türkiye, Kıbrıs sorunundaki tutumunu muhafaza ederek sabit bir uçak gemisi niteliği taşıyan Kıbrıs’taki varlığıyla bölgedeki ağırlığını korumaya devam etmektedir. Kıbrıs sorununda yaşanacak bir tereddüt, Türkiye’nin bölgedeki varlığını zayıflatacaktır. Nitekim zaman zaman yaşanan tartışmalar ve en son 2004 yılındaki Annan Planı referandumu sırasındaki gelişmeler, Türkiye’nin belirli bir dönem yanlış rota izlemesine yol açmıştır. Bununla birlikte, gelinen noktada, Türkiye’nin bu hatalı tutumdan vazgeçtiği gözlenmektedir. Özellikle 15 Temmuz 2016’da yaşanan hain darbe girişiminden sonra ortaya çıkan Cumhur İttifakı ile birlikte “Türk devlet aklı”nın yeniden devreye girerek “Ankara merkezli” bakış açısının hayata geçmesi, bunun neticesinde AB-Türkiye ve ABD-Türkiye ilişkilerinin daha eşitlikçi bir temele oturmaya başlaması, Kıbrıs sorununda da Türkiye’nin yeniden geleneksel politikasına sıkı sıkıya bağlı bir strateji izlemesine yol açmıştır. Öte yandan, yine son dönemde Türkiye’nin Libya ile yaptığı antlaşmalar ve bölgede artan ağırlığı da Doğu Akdeniz’deki çıkarlarımız bakımından hayatî önem taşımaktadır. Gerek tarihî bağlar gerek Doğu Akdeniz jeopolitiği gerek Arap Baharı sürecinin yansımaları gerekse çok yönlü millî menfaatlerimiz sebebiyle Türkiye’nin Libya meselesindeki tutumu, son derece önemlidir. Bunun farkında olan Türk Devleti, yüzyıllara tesir edecek adımlar atmıştır. Bundan sonra da yapılması gereken, geleneksel Kıbrıs politikamızı tavizsiz bir şekilde devam ettirmek ve bölgedeki diğer devletlerle de Libya benzeri adımlar atarak Türklüğün geleceğini bu bölgede garanti altına almak olmalıdır. Libya mutabakatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bölgede yaşanan olaylara baktığınızda mevcut durumu ve mutabakatın gelecekte ne gibi faydalarının olacağını düşünüyorsunuz? Libya mutabakatı, birkaç bin yıllık “Türk devlet aklı”nın yeniden devreye girdiğinin
24
tipik bir örneğidir. Yukarıda işaret ettiğimiz üzere, 2001 yılından sonra ortaya çıkan yeni gelişmeler ve son dönemde meydana gelen Arap Baharı süreci, Doğu Akdeniz’in önemini arttırmıştır. Doğu Akdeniz’deki üstünlük mücadelesinin, Türkiye ile Yunanistan arasında Adalar Denizi’nde yaşanan sorunlarla yakından ilişkili olması ve Türkiye’nin Libya ile yaptığı deniz yetki alanlarının sınırlandırılması antlaşması ile hem Doğu Akdeniz’de varlığını meşrulaştırması ve güçlendirmesi hem de Adalar Denizi’ndeki tezlerini bölgeye yansıtarak hukuken ön alması, eş zamanlı adımlarla bir çok kazanıma yol açmıştır. Bir başka deyişle Türkiye, attığı bir taşla pek çok kuş vurmuş, diğer kuşları da şaşkın ve etkisiz hâle getirmiştir. Böylesi bir hamle, sadece ciddi devlet geleneğine sahip devletlerin yapabileceği bir hamledir. Bir başka deyişle Türkiye, özgül ağırlığını bir kez daha ortaya koymuştur. Mutabakatın bir başka boyutu da döneme bağlı bir hamleden ziyade, gelecek nesillere sirayet edecek çok önemli adımların atılmış olmasıdır. Türkiye’nin Kıbrıs gibi bir avantajının yanına, bölgenin ikinci kalbi sayılacak bir coğrafyayı eklemesi, kalıcılık sağlamıştır. Ayrıca, Doğu Akdeniz-Akdeniz-Okyanus jeopolitiğinin yanına, Libya üzerinden Afrika’ya açılma fırsatı da elde edilmiştir ki büyük devletlerin ve uluslararası sermayenin son dönemde varlığını daha da hissettirdiği Afrika’da, Türkiye’nin varlığı da artık hesaba katılmak durumundadır. Türkiye, Adalar Denizi’ndeki ve Kıbrıs’taki sorunların yanında Arap Baharı’ndan kaynaklı bölgedeki mevcut diğer sorunlarda ve ileride çıkması muhtemel anlaşmazlıklarda sürdürülebilir hamleler için uygun zemin tesis etmiş ve pazarlık gücünü oldukça arttırmıştır. Kısacası Türkiye, attığı Libya adımıyla çok boyutlu ilişkilerin hemen her boyutunda ön almış ve avantaj elde etmiştir. En önemlisi de elde ettiği avantaj, sadece Libya ile sınırlı olmayıp bölgedeki diğer sorunlara sirayet edecek bir mahiyet arz etmektedir. Libya mutabakatı ve meşru Libya hükümetinin davetiyle Türkiye’nin Libya’daki varlığı, ülkemizin güvenliği bakımından da yeni bir sınır ortaya çıkarmıştır. Türkiye’nin güney güvenliği artık sadece karadaki güvenlik hattından
“Tarihî bilinçaltıyla uyumlu bu devlet aklı, Türk Milleti’nin önümüzdeki dönemde hak ettiği yeri almasının fitilini ateşleyecektir.”
oluşmamaktadır. Bunun ötesine geçerek Mavi Vatan’ın güney kanadını da kapsayacak şekilde genişlemiştir. Güneydeki güvenlik kuşağı, Adalar Denizi’nin güvenliğini birincil olarak etkilemesi münasebetiyle de önem taşımaktadır. Türkiye’nin güney güvenlik kuşağı artık, “Trablus-Kerkük hattı”ndan geçmektedir. Bir başka deyişle Trablus-Kerkük hattı ile Türkiye’nin güneyindeki kara sınırları ve deniz yetki alanları arasındaki bölge, Türkiye’nin mücavir alanı hâline gelmiştir. Bu bölge artık, Türkiye’nin doğrudan müdahil olacağı bir alandır. Dolayısıyla Trablus-Kerkük hattının kuzeyi ile Türkiye’nin güney sınırları arasındaki her gelişmede Türkiye, temel bir oyuncu niteliği kazanmıştır. Türkiye’nin Libya mutabakatı ve Doğu Akdeniz’deki hamleleriyle elde ettiği kazanç, yüzyıllara etki edecek ve vazgeçilmesi mümkün olmayacak temel bir devlet politikasına dönüşmüştür. Unutmayalım ki 110 yıl önce Libya’nın İtalyanlar tarafından işgali sırasında, kendi ülkesine yapılan saldırıya müdahil olamayan ve birkaç vatansever subayının şahsî gayretiyle direniş örgütlemek zorunda kalan bir devletten, Libya’da ve Doğu Akdeniz’de baskın rol oynayan ve başat bir nitelik kazanan bir devlete dönüşüm sağlanmıştır. Bu tip dönüşüm süreçleri nadiren gerçekleşir ve uygun şartların varlığı hâlinde, irade sergilemeyen devletler için “kaçırılmış fırsatlar” olarak tarihe geçer. Türk Devleti bugün, uygun şartları oluşturan ve irade ortaya koyan bir devlete dönüşerek “tarihî fırsatı değerlendiren” bir kimliğe yeniden kavuşmuştur. Bu kavuşma, sancılı olsa bile artık, ayrılığı mümkün olmayan bir vuslatın gerçekleşmesidir. Tarihî bilinçaltıyla uyumlu bu devlet aklı, Türk Milleti’nin önümüzdeki dönemde hak ettiği yeri almasının fitilini ateşleyecektir.
25
Hangi Aydınlanma
MUHAMMED ALPASLAN TANDIRCI BABİL İKRA
“Üç tarafı denizlerle çevrili kentin, deniz kenarlarına inşa edilen rezidanslar yüzünden rüzgâr adlı dünya nimetinden nasibini alamayan bir kenar mahallesinde verilen yaşam mücadelesi...” Bu cümle noktaya varamadan daha da uzatılabilir. Uzatıldıkça betimlemeler gitgide çoğalacak ve yükleme bağlanana kadar okuyucunun boğazı düğümlenmiş olacak. Tıpkı mevzu bahis mahalle ve o mahallenin mensupları gibi. Evet, mahalle mensupları! Zira sokaklarında sakin bir insana rastlanamayan bu mahallenin insanlarına mahalle sakini demeye ne dilim varıyor ne de gönlüm razı oluyor. Caddeleri nefes alamayan, sokakları günün tüm saatlerinde çöp kokan, asık suratlı insanların yerleşim yeri burası. Burada insanlar sürekli sinirlidir. Sıcak bir yaz gecesinde hava alabilmek ümidiyle cam açık bir şekilde uyumaya çalışan, sokak ve caddelerden geçen araba sesleri yüzünden bölük pörçük uyuduktan sonra sabah erkenden merdiven altı bir tekstil atölyesinde veyahut bir inşaatta akşama kadar çalışarak asgari ücretle ge-
26
çinme telaşesine düşmüş bir insanın suratının asık olması çok olağan. Tümüyle kalitesiz bir yaşam... Çöp kokan, gürültülü, köşe başında uyuşturucu satılan bir sokak... Bu sokağın içerisindeki herhangi bir apartman dairesinin herhangi bir katındaki altı tarafı duvarla çevrili herhangi bir odada (odasında) kaleme alınan bir yazı... Mütevazı bir kitaplık, bir mikrofon ve düşünen bir zihin... Okunanlar vesilesiyle düşünce sistemini genişletme çabaları... Her gün tekrarlanan ev yapımı ölümsüzlük deneyleri... Bir yanda kinik felsefe üzerine araştırmalar bir yandan Beleriand’daki Elf kentlerinin mimari özellikleri... Öte yanda ise gelecek kaygısına ilaven acımasız bir vicdan muhasebesi... Güneş battıktan sonra müzik çalar ve kulaklık eşliğinde Ahmet Haşim edasıyla bir gece yürüyüşü... Gece yarısı görülen yürek parçalayan bir manzara... Çocuğunu kaldırımda tartı başında çalıştıran bir annenin evladını unutmuş şekilde iç geçirerek mobilyacı dükkânının vitrinini seyredişi... Ve o dükkânın elli metre ilerisinde tüm masaları dolu olan
künefeci... Dipsizliğinde bir dip, dibinde bir dipsizlik bulunan o toplumsal uçurum... Sonrasında eve geliş ve tan atana değin hayatın anlamını bulmak uğraşı... Sadece isimlerinin birbirlerinden farklı olduğu günler silsilesi... Zifiri karanlıkta yürürken baskın ayağın yönüne doğru çember çizmekten hâsıl olan bulantı... İşte tam o an küçük bedenim ve altı tarafı duvarlarla çevrili oda tüm dünyanın merkezi oluveriyor. Ne merkez ama! Bu gibi anlarda kendimi aydınlanmış biri zannederim. İnsan kitlelerini sınıflandırarak, onları anlamaya gayret ederek toplumsal çıkarımlar sayesinde hayat tecrübesi edindiğime kendimi inandırmaya çalışırım. Oysa iki gün önce bahsi geçen sokağın caddeye kavuştuğu noktada gece vakti evine gitmekte olan genç bir adam, hobi olarak adam döven serserilerden dayak yemiştir. Üstelik bu durum periyodik olarak devam etmektedir. Böyle zamanlarda kendimi öylesine aydın gibi hissederim ki farklılık olsun diye medeniyet seperatörü köprünün üzerinden geçerek Ataköy’de yürürüm. Zira Şirinevler’de oturan ortalama biri Ataköy’e ancak sokaklarında yürüyebilmek için gider! Orada çiçek kokan bahçelere sahip siteler vardır. Eşofmanlarını giyip yürüyüşe çıkmış çiftler vardır. Orada finosunu gezmeye çıkarmış fosforlu pembe yelek giyinen platin saçlı hanımefendiler vardır. En az bir sefer Avrupa ülkelerine gezmeye gitmiş gençler vardır. Dil ve enstrüman kurslarına giderek büyüyen çocuklar vardır. Köprünün bu tarafındaki durumları geldiğim taraftakilerle karşılaştırırım ve kendimi daha bir aydınlanmış hissederim. Ne aydınlanma ama! İki semti ayıran köprünün bir ucunda işportacılar, tinerciler, baliciler ve ülkemize güney ve doğu sınırlarından kaçak yollarla girmiş, bir göz dükkânda 20 kişi yaşayabilen yabancı uyruklu insanlar mevcutken diğer ucunda bakımlı basketbol sahalarından, bisiklet yollarından, lüks özel okullardan ve pahalı lokantalardan faydalanan insanlar yaşamaktadır. Köprünün farklı uçlarında yaşanan aynı olayların farklı neticeleri olabilmektedir. Örneğin yolda yürürken ezkaza başka birisi
ile çarpışıldığında köprünün bir ucunda çarpışmanın bıçaklanma ile sonuçlanması hayli olasıyken, aynı olayın(çarpışma) köprünün diğer tarafında gerçekleşme ihtimali azdır. Zira normal bir caddede yürüyen kalabalık insan kitleleri yoktur. Bu duruma rağmen bir çarpışma yaşansa bile karşılıklı özür dileme ile sonuçlanması muhtemeldir. İşte bu mahallede mahalle sakinleri mevcuttur. Aralarından otuz metre genişliğinde bir otoyol geçen iki mahalle... İki muhit ahalisinin birbirlerine oryantalist ve oksidentalist yaklaşımları... İki farklı medeniyet, iki farklı gençlik ve iki farklı aydınlanma... İlk aydınlanan genç, ücretli olarak bir vakıf üniversitesinde okumuştur. Tatil günlerini eski Mardin sokaklarından Selimiye Camii’ne, Pokut Yaylası’ndan Bodrum sahillerine, Portekizden Tayland’a, Norveç’ten İtalya’ya kadar gezerek geçirmiştir. Avrupa’da iş bulmayı arzulamaktadır. Diğer aydınlanan genç ise tatillerini genelde evinin komşu apartmanın balkonu ile arasında iki metre mesafe bulunan balkonundan yatak odasına giderek, bazı bazı çay ocaklarında oturarak ve genelde yazları denize bile giremeyerek geçirmektedir. İlaven, kahve ve çorbanın beleş olduğu kütüphanelerde ders çalışırken A kadro memurlukları veya orta halli bir üniversitede akademisyenliği hayal ederek mütevazı bir yaşam sürmeyi arzu etmektedir. İlk aydınlanan genç bir yandan gidip gördüğü yerlerdeki mimari özellikleri incelemektedir. Diğer aydınlanan genç ise yalınayak dilendirilen çocukların onlara acıyarak ayakkabı alan insanların uzaklaştığını görünce neden ayakkabıyı bir köşeye atarak dilenmeye devam ettiklerini düşünmektedir. İki genç insan da kendini zaman zaman aydınlanmış hissetmektedir. Ortada bir aydınlanma vakası mevcut ancak nasıl oluyor da neredeyse birbirinin tam zıddı iki hayat yaşanabiliyor? Sahi neydi Aydınlanma düşüncesi? Immanuel Kant Aydınlanma Nedir? adlı makalesinde bu kavrama dair şu ifadeleri kullanmıştır: “Aydınlanma insanın kendisini düşürdüğü olgunlaşmama durumundan çıkmasıdır. Olgun olmamak ise başkasının rehberliği olmaksızın
27
birisinin kendi zihnini kullanmamasıdır. Aklını kullanmaya cesaretin olsun! Bu aydınlanmanın mottosudur.” Aydınlanma denen mefhum yalnızca 18. asırda peyda olmuş, aklın öne çıkarıldığı bir fikir sistematiği midir? Hiç sanmıyorum. Zira Immanuel Kant’tın 18. yüzyılda söylediği gibi bizler aydınlanmış bir çağda değil, aydınlanma çağında yaşamaktayız(halen). Hatta yaşanmakta olan hayatlar, bir köprü ve iki mahalle örneği, “Aydınlanma” değil “Aydınlanmalar” olduğunu ispat etmektedir. Yani günümüz için birbirinden farklı tarzlarda aydınlanmalardan söz edilebilmektedir. Aydınlık ve aydınlanma kavramları, karanlığın bertarafını karşılamaktadır. Bu, aklın bir kenara atıldığı ve üstünü toz kapladığı çağın sonunun geldiğine dair bir metafordur. Sahteliğin suratına inen bir hakikat şamarıdır. Bununla birlikte aydınlık her zaman beyaz, karanlık her zaman siyah olmak zorunda değildir. Aklın tekrar bir kenara atıldığı, ışıltılı caddelerin, gündüzleri bile ışıkları yanan alışveriş merkezlerinin, insanların suratlarını parlatan telefon ekranlarının bulunduğu bir zaman dilimi için aydınlık ve aydınlanma ancak sahici bir karanlık ile mümkündür!
28
Sevgili yokuşlara çıkan dar sokaklarım. Sizin heybetli güzelliğiniz için bacak kaslarımı yoracağım. Siz, buralara ayak basmak için senelerce binbir renkten binbir göz allı pullu arkadaşların rehberliğini yaptınız. Hakkınız ödenmez biliyorum. Şimdi geçtiğiniz topraklardan bereket akıyor. Belki artık o eski şiddetli tokatlarınız kalmadı ama ekmeğinin arasına diri soğanını koyup ellerindeki harçı meze yapan abim hakkınızı ödeyemez. Belki birkaç duvar örüp sizi yola getirme gafletine düştüğümüzü söylersiniz. Aman yapmayın... Biz arabalarımıza bereketimizi doldurup hala sizin eteklerinize kapanıyoruz. Çayımızın keyif olduğunu biliyorum. Bu da haddimi aşmaktır. Ne söylesem dilimde kalıyor. Haklısınız. Gittiğiniz yolda bir bildiğiniz vardır sizin. Bizimkiler hep yuva yaptılar oralara. Yıkmayınız efendim... Biz de yavrularınızdan sayılırız. Bakın hep gelip nemalanıyoruz . Mesela benim kardeşim. Bilakis hayranınızdır. Her iki haftada bir pazar ve bazen cumartesi günü sizi ziyarete gelir. Gitmezsem olmaz diyor. O hafta ne içi rahat edermiş ne işi yolunda gidermiş. Yani o da sizden sayılır. Sizin de maşallahınız var. Yaşlı kollarınızla geçtiğiniz her yere yeşil tabelalar bırakıyorsunuz. Hiç üşenmeden. Tenkit edenleriniz de yok değil. Çok soğukmuşsunuz. Bazıları bunu seviyor olabilir. Ben de seviyorum ama ne zaman dokunsam bir başkasınız. İnanın sizi yakalamak çok zor. Kim bilir daha bilmediğimiz nerelere gidiyorsunuz. Yeraltında da dokunduklarınız varmış. Ee biz de alıyoruz haberleri canım. Öyle demeyin sizin yetiştirdikleriniz bize de hışırdanıyorlar. Benimle bu şeffaf birlikteliği paylaştığınız için teşekkür ederim. Yazınızı ve kışınız bize verdiğiniz için minnettarım. Sizden başka adımıza durmadan çalışan kimse kalmadı. En azından muhatabımız olan... Sizin azizliğinizle yoldaşlarıma seslenebilmek isterdim. “Kardeşler! ” deseydim “Kardeşlerim! ” “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan “Bakın yaklaşıyor...” Yazık, şairler kadar cesur değilim...
Fevzi Mumcuoğlu
elem günlükleri 29
E S K İ SA N D I K
Sultan Kılıç
Işınlanmayı ya da bir zaman makinesinin icat edilmesini istemeyenimiz hiç olmuş mudur? Bir makineye biniyor, gitmek istediğimiz yılı yazıyoruz ve saniyeler içinde ordayız. “Geleceğe Dönüş” filmini televizyonda ilk defa izlediğimde hayallerimizin gerçek olacağını düşünmüş ve mutlu olmuştum. Tabi o zamanlar filmlerin ve hikâyelerin bir kurgudan ibaret olduğunu bilmediğim çocukluk günlerimdi. Çılgın Profesör Doktor Brown zaman makinesini icat ediyor ve arkadaşı Marty 1985 yılından kazara 1955 yıllına gidiyor, orada lisede okuyan anne ve babasıyla tanışıyor ve olaylar gelişiyordu. Şu an idrak edebiliyorum ki ne Marty’ninki gibi zaman makinesi olabilen bir arabam olacak ne de Turist Ömer Sadri Alışık gibi Kaptan Kirk’ün uzay gemisinde ışınlanabileceğim. Ve pişmanlığını duyduğumuz keşkelerimizi silebilmek için fırsatımız olamayacak ya da geçmesini istemediğimiz anlara dönme fırsatımız. Oysa ne güzel olurdu geçmişe dönüş ve anıları yâd etme yollarını bir tık ileriye götüren Nazan Bekiroğlu ‘nun “Nar ağacı” romanındaki akademisyen karakteri gibi ahşap bir sandık içindeki eski bir fotoğrafa bakıp, fotoğrafın içinde kaybolup, tek bir karede görünen anın ötesini de görebilseydik. Böylece olaylara ve kişilere müdahale edebilir, pişmanlıklarımızı silebilirdik. Tek bir karede hep gülen o yüzlerin arkasında neler olup bittiğini görmek, o anı değiştirebilmek ve böylece geleceği de yeniden şekillendirmek. Siyah- beyaz fotoğraflara anlam vererek anıları zihnimizde renklendirebilmek. Böyle bir imkânım olsaydı annemin, çadırlarında çıkan yangından son anda kurtarabildiği çeyiz sandığını ve içindeki anılarını daha bir eski gözle, yeni biri olarak inceleyebilirdim belki. Bu sandık ve fotoğraflar daha anlamlı gelebilirdi bana. Yangından içindekiler gibi simsiyah çıkan bu eski sandıkta onlara ait en eski fotoğrafta siyah beyaz genç yüzler var. Soldan sağa doğru annem, kucağında saçları ortadan ikiye ayrılarak taranmış 3-4 yaşlarında bir kız çocuğu, annem gülümseyerek bakmış kadraja. Yanında hilal şeklinde kalın bıyığı, yakası kürklü montu, geniş paçalı pantolonu ve şimdi olmayan göbeğiyle babam. Sonra halam, rengini tam anlayamadığım çiçekli bir şalvarı ve yüzünü yarıya kadar kapatan yazmasıyla. Onun da kucağında sarışın olduğu belli 2-3 yaşlarında bir oğlan çocuğu, önünde de 5 yaşlarında, saçları birbirine karışmış, üzerinde yeni bir elbise, belli ki fotoğraf çekimi için alelacele giydirilmiş. Arkalarında da dumanı tüten iki tane çadır var. O an romandaki akademisyen kahraman gibi girebilseydim bu fotoğrafa eski olan ne varsa değiştirebilseydim. Arkada çadırın içinde yemek yapan, hiç göremediğim babaannemi kolundan tutup bu kadraja sokabilseydim. Hadi babaanne yemek iki dakika beklesin, bizlere bir kare de olsa bir gülüş bırak diyebilseydim. Halamın o güzel, genç yüzünü kapatan yazmasını indirebilseydim. Sonra çadırın içinde uyuyan 1,5 yaşındaki ağabeyimi bir yolunu bulup, uyandırıp babamın kucağına koyabilseydim. Çünkü annem bu fotoğrafa her baktığında hep bir pişmanlık yaşamış, bilseydim yavrumun öleceğini onu uyandırmaz mıydım, en azından elimde bir fotoğrafı olurdu, demiştir. Hiç değilse onu bu pişmanlıktan kurtarırdım. Biliyorum ki ne ben o fotoğraflara girebilir eskiyi değiştirebilir, yeniyi şekillendirebilirim ne de annemin gereksiz yere duyduğu üzüntüye engel olabilirim. Sadece hayat devam ediyor anneciğim diyebilirim. Ya da tam tersi ona; eskiye takılıp, kendimize yeni pişmanlık sebepleri oluşturup hep bir zaman makinesinin icat edilmesini ya da bir kurguda kahraman olmayı bekleyelim der, onu geçmişte yaşamaya teşvik edebilirim.
TÜRKİSTAN’A ÖZLEM1 Esra Gökçen Kara
Ay Hatun teşrif etmişse davetimize,
Yağız tulparlara lütfetmişse gece rengini, Bil ki kararmaz Anayurt’ta gökyüzü!
Göz kırpan yıldızlar çiseler çekik gözlerimize, Tozkoparan doruklardan bürkütler süzülür, Gökbörüler uluşur dolunaylı Altaylar’da! Ayzıt kıskanır efsunkâr bakışlı Gökçen kızları... Al yanaklı balalar gülüşür otağımızda, Turfan bağlarından zümrüt bir salkım soframızda, Kısrağımız çok, kıımızımız boldur toyumuzda. Karızlardan uzundur destanlarımız! Aytış eder yanık ozanlarımız obamızda... Doru taylar oynaşır çayırlarımızda, Koşumlu atlar şahlanır Tanrı Dağları’nda! Ulu Pamirler’in ayazı yüzümü sıvazlayınca, Issık Gölü’nden ıslık çalar bir gümüşservi...
1 KELİMELER, METAFORLAR Tulpar: Türk mitolojisinde kanatlı at Tozkoparan: Rüzgarlı Bürküt: Kartal Ayzıt: Türk mitolojisinde güzellik Tanrıçası Turfan: Doğu Türkistan’da dünyanın en çeşitli ve tatlı üzümleriyle ünlü bölgesi. Dünyada en fazla yeşil üzümün üretildiği havza. Karız: (Karız kanalları) Eski Türklerin yaptığı Tanrı Dağları’ndan Turfan’a yeraltından geçen su kanalları. Tanrı Dağları’ndaki kar sularını ve yer altı sularını Doğu Türkistan’ın neredeyse hiç yağış almayan en sıcak ve en kurak bölgesine; Alev Dağı’nın eteklerindeki Turfan havzasına taşıyan su şebeke sistemi. Aytış etmek: Saz/Dombıra çalan âşıkların atışma eylemi Pamir Dağları: Atayurt’un rakımı en yüksek ve en soğuk bölgesi Issık Gölü: Çevresi Tanrı Dağları ile çevrili olduğu halde hiç don tutmayan, Kırgızistan’ın en sıcak tatil bölgesinde yer alan “ılık göl” anlamına gelen, dünyanın 2. Büyük dağ gölü ve dünyada denize uzaklığı en fazla olan göl. Gümüşservi: Yakamoz kelimesinin Öz Türkçesi
31
MERDİVEN BOŞLUĞUNDA DÜŞÜNCELER Merve Arslan
Dudaklarımda bir ayrılık türküsü Yastığa yorgana seni fısıldıyorum Yatağım bir uçurum derince ve karanlık Bilmezdim bu yüzünü, sen gidince tanıştık Bir soru ki her gece düşüyorum koynuna Bıkmadan, usanmadan Düşüyorum boyuna Yaşamak mı zor, sevmek mi Yaşamak mı zor, sevmek mi “Çoktan değişti her şey” dedi şarkı Ben neden değişmedim Ellerim kızılca kıyamet Kanıyor, kanıyor, hayır kanatmıyorum Ben de sarhoşum nihayet Kollarımda rüzgârın, boğazımda yokluğun Geçmiyor Ama dayan Birazcık daha dayan Sana formüllerini getiriyorum Kendini doğurmanın, mütebessim ölmenin Gün yüzüne vurdu mu hayatın peşine düşmenin Yıkılıp yıkılıp da yine de küsmemenin İnancın, umudun, sevginin Neredesin Sevgilim, çocuğum, neredesin İyice küçülüyor gövdem İyice iyice bilmelisin Öyle ki bir merdiven boşluğunda yaşam sürebilirim Ellerini uzat yeniden Yolumuzu kaybedelim Ben seni görmezden evvel Hani bakarken hani gülerken hani konuşurken de İnerdim tenhalardan, insanların içine Çünkü neyi saklamak istiyorsan Ortalık yere bırakmalı Apaçık, çırılçıplak Kördür zira insanlar
32
-Yazık, çok yazıkİnsanlar tutsak Ömürler bozdurulur yaşamaktan korkarak Ceplere koyulmadan saçılır da pul olur Bu nasıl bir âlem ki Çoğunun türküsü yok Aşkı yok, yarası yok Sevmeye yürek ister Kül kalmaz da mangalda Hangi gönüle meyletsen Bir dirhem cesaret yok Sabır yok, sadakat yok Son moda ambalajlar İçini dolduran yok Bilmezler mi sevgilim Kaç kilodur bir ceset Çürüyecek çaresi yok İnanmazdım bu söze başkasından duysaydım Yeter ki bir daha de Kandım yine kanarım, doya doya kanarım “Karahindiba! Karahindiba! Orada burada bitip durma Evin yanımdır, döşeğin gövdem Akıtacaksan bana akıt zehrini Sefan da başım üstüne cefan da” Uçardı söz, yalanmış Kalırmış kulaklarda Çalar eski bir şarkı durmadan bir plakta Kıyı ne kadar uzak, sular ne kadar derin İçim yanar durur da Dışım ne kadar serin Bu siste, uğultuda gemilerim kayboldu Nerdesin, ben neredeyim Yollar dönülmez oldu
33
BE LEME Mehmet GÖKTÜRK (AylakBey) Bitmek bilmeyen, sürekli umutla bakılan yarınları beklemek. Yaşandıkça unutulan unuttukça beklenilen yarınları.. Ne zaman geleceği bilinmeyen, geleceğini sanarak, biraz da gelmeyeceğinden korkarak beklemek. yarınları, umutla bakılan.. Bir gün sonumuz olacak yarınları, ölümü.. Beklemek, bilinmeyen bir zamanı..
34
TANDANS Muhammed Alpaslan Tandırcı Babil İkra Garp’tan şark’a adımlarken Ruhumun gıyabında bedenim göğüslemekte sabah ayazlarını Gayb’dan şarkılar mırıldanma hadsizliğine Yorgun düşüyor ciğerlerim Yolum yokuşlu... Sonu ise somut bir meçhuliyetten ibaret Zifiri ıssızlıkta sevda, yaşamak için bir mecburiyet. Aksi hali ise, Sahici bir sabah ayazını tattırmak tıpkı, Hayalperest bir mecusi’ye Muhtevaların ihtivalarınca ihya oluyor Peyderpey zayi oluşlarım İnzivaların ürkek ruh hali, Hayal ile gerçek ayrımını bulanıklaştırıyor ancak. Sahi, ne biçim ürkeklik bu? Ne kadar anlamsız? Oysa yazabilmek sadece o tılsımlı anı yakalama tandansı.
35
Konuyla Alakasız Nermin Fatma Gülcük
“Dünyanın dönüşü başımızı döndürmüyor artık. Çünkü dönüp bakmıyoruz akıp duran bulutlara. Çünkü boynumuz kalın. Ve hiç kimse yüz vermiyor bu tür çocukça oyunlara. Biz dünyayı işvekar bir çengi gibi düşünüyoruz; böyle kuruluyor aramızdaki bağ. Yani biz, birbirimizin teninden yükselen buharı soluyarak çiziyoruz yörüngemizi. Bu sırnaşık rotadan çıkarsak, içimize düşecek kuşkudan ödümüz kopuyor. Ödümüz kopuyor, aşk deyince Hallac’ı anmaktan. Çünkü biz, ancak ayarı bozuk bir altın için yüzüyoruz birbirimizin derisini. Nedir aşka düşmek? Aşk için ölmek ne? Yabancıyız bu şavkı kalp çatlatan, hesabı ağır sorulara.”* İnsan ne zaman ölür? Bu soruya gülerek “ecel geldiğinde” dediğini biliyorum ancak ben ölümün bir kez olduğunu düşünmüyorum. Tek bir ölüm tanımı da yok aslında. Tıpta, hukukta ölümün birden fazla hâli ve tanımı mevcut. Ben ise ölümü, başka bir açıdan tanımladım. Üzerine çokça düşünülmüş bir cevap: “Soruları bittiğinde ölür insan.” Bana göre insan soru sormayı bıraktığında, bir şeyi merak etmediğinde ölümü gerçekleşmiştir.
36
“Çok soru soruyorsun kızım (3.soruyu sormuşumdur), canım bunun konumuzla alakası yok (bilmediği yerden gelmiştir), kızım yeter cevaplamaktan yoruldum(ayrıntıya girmişimdir), nereden bileyim kızım öyle yapmışlar işte(o konuyu kendisi de hiç düşünmemiştir), dersten sonra sor kızım..” ve devam eden isyanla karışık bıkkın cümleleri çocukken çok duydum. Şimdilerde sorularımı pek kimseye sormasam da hâlâ sorularımın olması şükür sebebim. Çünkü bu benim için “hâlâ ölmedin” demektir. Aldığımız eğitim, yaşadığımız toplum soru soranı pek sevmiyor sanırım. Cevabı olmadığı için mi, dillendirmeyi sevmediği için mi, düşüneni sevmediği için mi? Bu soruların cevabını da henüz bulamadım. Önceden kafamın içindeki cevapsız sorular rahatsızlık verse de şimdilerde onları çok sevdiğimi fark ettim. Sorularım var, meraktayım, arayıştayım kısacası hâlâ yaşıyorum. Bu durum insanın kukumav kuşu gibi oturup düşünme hâli değildir elbette. Sorularının olması, dinamizmdir, harekettir. Düşünmek ve araştırmak gerektirir. Ulaşılan cevap tatmin etmeyebilir ama o cevabı bulmuş olmanın verdiği haz inanın paha biçilemez. Peki o zaman amaç bu durumda soru sormak mı? Cevabı bulmak mı? Cevabı bulmanın hazzını yaşamak mı? Benim için amaç: “ölmemek”. Soru sorduğum sürece yaşadığımı hissedeceğim. Cevaplarım beni başka sorulara götürecek yeniden cevap aramaya başlayacağım. Tıpkı güzel kitapların güzel kitaplara götürdüğü gibi başka güzel sorulara koşacağım. Bu koşmak bana yaşıyorsun diye fısıldayacak. Bitirmeden size konuyla alakasız bir soru sorayım: Quo vadis? *Ali Ayçil, Dua
37
38
ARILARIN DANSI* Ahmet Oğuz Atalay Kafamın içinde arı kovanı var. Bal yapmayan eşek arıları vızıldıyor. Bundan on sene önce kafamın içinde başka birisi vardı, bolca yürürdüm, yürürken sürekli muhabbet ederdik. Evrim geçirdi, nasıl ve ne zaman oldu, bilmiyorum. Bir sürü eşek arısına dönüştü kafamın içindeki adam. Söz bitti, söylediklerini yazardım, yazı da bitti. Biteviye arı vızıltıları var şimdi. Acaba on sene içinde bu eşşoğlu eşek arıları neye dönüşecek? Birkaç on yıl sonra neye dönüşeceklerini az çok kestirebiliyorum aslında. Kocaman bir sünger, özenle koruduğum, evrenin hiçbir yerinde bu denli korunamayan kapalı ve kemikle çevrili dünyanın tek hâkimi olacak. Çoklu kişilik bozukluğu, şizofreni… Kafasının içindeki adamları karşısında madden var sananların hezeyanları… Evrime şiddetle karşı çıkarak, adamın arıya, nihayetinde süngere dönüşeceğini anlayamayanların hastalıkları… Bu arı vızıltılarının da anlattıklarını anlamalıyım. Bir yüzyılı bile devirmeden hepimiz unutulacağız yoksa; ben de, arılarım da, devasa müstakbel süngerim de… Sünger huzur demek… Ama o zamana kadar tekrar iletişime geçmeliyim sanırım. Çözümünü bilen var mı? “Zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu ölmek için yaratılmış.” İnsanoğlu ölümünü geciktirmek için ise iki şey yaratmış: yazı ve tüzel kişilik. Taş devrinde yaşıyor olsaydım, yaşadığım mağaranın duvarına bir arı çizerek derdimi anlatmaya çalışırdım. Lascaux Mağarası’nın duvarına sığır çizen taş devri insanının kafasının içindekinin ne olduğunu anlatmaya gerek var mı? “Kendisini sokan arıyı mağara duvarına resmeden ilkel insan…” Alakası yok yahu, kafamın içindekini resmettim, ne sokması! Bu arada ilkel insan babandır. İşte bu sığırların, geyiklerin, arıların söylediklerinin anlaşılmaya başlandığı an yazı ortaya çıkıyor. Böğürtüler, inlemeler, vızıltılar, önce hiyeroglife dönmüş, sonra çivi, sonra runik… “Kafamın içinde arı kovanı var.” diyerek çizdiğim arı resmini de modernleştirmiş oluyorum. Arada bir yerde de tüzel kişiliği icat ediyoruz. Ticaret yaparken riski tamamen almayayım, müsadere diye bir şey var, malımı mülkümü çoluğuma çocuğuma bırakayım derken, anonim şirketler, vakıflar… Dur, bir de beddua yazayım da şu vakfı kurarken, çoluğuma çocuğuma bıraktığım mala da tebelleş olmasınlar… Aaa, tüzel kişiliği icat ettim. Benden ayrı gayrı, kişilerin, malların birlikteliği… Ölmek için yaratılmamış. İflas etmek için ya da kafamızın içindeki hayvanların seslerini birkaç yüzyıl öteye taşımak için varlar. Geldiğimiz noktada tüzel kişilerin sadece süngerlerin seslerini geleceğe taşımaya çalışmaları ne hazin… Kafamızın içindeki dostun, arıların, sığırların parti verecekleri yerde, süngerlerin daha ne kadar su alabileceklerini tartışıyoruz. Tüzel kişinin “Genç” olanı makbul… Ölmek için yaratılmamış olanı yaşlandırmamak elimizde. Henüz arı kovanı sahibi olmayanların daha çok çalışması, arı kovanı sahiplerinin de arıları ile iletişime geçmeleri lazım. Sığırlarla, geyiklerle, mamutlarla, keçilerle… Keçileri kaçırmadan, umudumuzu yitirmeden… Yeri gelir “kırk” bacanak bir çavdar sapına sığarmış. Çavdar sapını kırmadan, henüz sünger olmadan… Yeter bu kadar vızıldadığın… *Rimsky-Korsakov’un Flight of The Bumblebee eserinden ilhamla…
39
Genç Akademisyenlerin Serüveni: Onuncu Yıl Vefa Mektubu ve Sonrası Dr. Mahmut Çitil Anadolu’nun gariban şehirlerinde başladı hikâyemiz. Hepimiz güzel bir gelecek hayaliyle başladık bu uzun serüvene. Hem kendimizi kurtarmak hem de vatanı kurtarmaktı amacımız. Üniversite sınavında Ankara’yı kazanmıştık. Başkente gidecektik. Ve belki orada adını kitaplarda okuduğumuz ülkü devleri ile tanışacaktık. Başbuğ Türkeş ve cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal’in yattığı topraklarda yaşayacaktık. Türk milliyetçilerinin genel merkezleri, vakıfları, dernekleri ve temsilcilerinin yaşadığı kente gidecektik. 2000 Yılı - Ankara Diğer arkadaşlar Ankara’ya ilk geldiklerinde tam olarak neler yaşadılar ya da hissettiler bilmiyorum. Ama ben ilk önce kalacak bir yer bulmanın telaşına düşmüştüm. Metroya nasıl binilir, Kızılay’a nasıl gidilir bilmiyordum. Türlü zorluklar ve sıkıntıların ardından başımı sokacak bir yer bulmuş ve kayıt gününün gelmesini beklemiştim. Heyecanlıydım, yeni insanlar tanıyacak, yeni şeyler öğrenecek ve yeni maceralara atılacaktım. Ankara, birçok insana ilk başta gri ve soğuk gelir. Bende ise sıcak ve renkli bir izlenim oluşturmuştu. Kayıt günü gelip Ankara Üniversite’sinin Cebeci kampüsüne gittiğimde ise gri ve soğuğun çok daha ötesinde bir yabancılık hissetmeye başlamıştım. Etrafımdaki kişiler benim gibi değildi. Binalar, insanlar, konuşmalar, kıyafetler hepsi başka bir ülkenin başka bir dünyanın öğeleri gibiydi adeta. Buradaki insanların büyük çoğunluğu benim gibi düşünmüyor, benim gibi yaşamıyor, benim gibi hissetmiyordu sanki. Günler günleri kovaladı. Yeni hayatımda yeni insanlar vardı. Ama hep bir boşluk ve yalnızlık hissi taşıyordum. Ankara Ülkü Ocaklarına gitmiştim. Kapı kapalıydı. Kapının yanında bir zil vardı. Elimi zile götürürken bir anda durumu garipsediğimi fark ettim. Çünkü ben hayatım boyunca hiçbir ocağın kapısını çalma ihtiyacı hissetmemiştim. Benim bildiğim ocağın kapısı her daim ve herkese açık olurdu. Neyse kapıyı çaldım ve ben yaşlarda bir genç açtı. Hiçbir şey demedi. Sadece neden geldin dercesine baktı. Selam verdim ve içeri girdim. İçeride üçbeş kişi kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Salondaki kişilere selam verdim ve bir sandalyeye iliştim. Yaklaşık bir saat kadar orada bekledim. Kimse sen kimsin, necisin, niye buradasın diye sormadı. Orada çay dağıtan ve bana kapıyı açan gence genel merkezin yerini sordum. Tarifine göre genel merkez Strazburg caddesindeydi ve çok yakındı. Ankara Ülkü Ocaklarından çıkıp yüz metre kadar yürüdükten sonra genel merkezin bulunduğu binaya girdim. Buranın da kapısı kapalıydı. Zili çaldım ve içeri girdim. Küçük bir salon
40
vardı ve boştu. Salona açılan odalarda birileri vardı ama kimse bana niye geldiğimi ya da kim olduğumu sormadı. Orada biraz inat ettim ve tam üç saat bekledim. Sonunda dayanamadım ve çıktım. Sıhhiye’den Cebeci’ye doğru yürürken gözlerim doldu. Yalnızdım ve kimsem yoktu. Geriye döndüm ve Beştepe’ye gitmeye karar verdim. Belli bir zaman sonra Başbuğ’un kabrinde buldum kendimi. Ankara’da bana en sıcak en yakın gelen yer orasıydı. Ankara’da tanıdığım tek insanın yattığı yerdi. Başbuğ’un kabrinin başında diz çöktüm ve onunla dertleştim. Ve Allah’a dua ettim. “Allah’ım bu şehirde kaybolmama izin verme, beni senin yolundan ayırma, davama ve milletime hizmet etmeyi bana nasip eyle, benim gibi insanlarla birlikte yürümeme yardım eyle, beni burada yalnız bırakma…” Ankara’ya Alışma Dönemi ve Türk Ocakları ile Tanışmamız Ankara’da liseden arkadaşlarım ve hemşerilerim vardı. Ancak büyükşehrin doğası gereği herkes kendi derdine düşmüştü. Kaldığım yer sıkıntılı bir yerdi. Kurtuluş’ta berberlik yapan bir hemşerime ulaştım. Kaldığım yerden mutlu olmadığımı ve kalacak bir yer aradığımı söyledim. O da bana Ankara Hukuk’ta okuyan Hakan isimli bir hemşerimin ev arkadaşı aradığını söyledi. O kadar sevindim ki hemen beni oraya götürmesini istedim. Berber birini çağırdı ve sonra yola koyulduk. Kurtuluş’ta Birinci Dede Efendi sokakta eski bir binanın önüne geldik. O sokaktaki tüm binalardan daha eski iki binanın kırmızı olanının önündeydik. Her iki binanın arkasında ve yanında da küçük gece kondular vardı. O kadar eski ve bakımsız yapıların Ankara’da böyle bir yerde olabileceğini hiç sanmazdım. Kırmızı olan bina yola daha yakındı ama yeşil olan adeta filmlerde olan perili köşke benziyordu. Yanımdaki kişiyle kırmızı binanın giriş katındaki küçük daireye girdik. Dairede iki küçük oda, çok küçük bir mutfak ve bir de tuvalet vardı. Yoldan taraftaki odanın önüne geldik. Odada yalnızca bir kanepe vardı. Halının üstünde sırtı kapıya dönük oturan Hakan ağabey, elektrikli sobaya ellerini uzatmış ısınmaya çalışıyordu. Hakan ağabeyin yüzü-
nün dönük olduğu duvarda bakırdan bir tablo vardı. Tüm hayatım boyunca gördüğüm en güzel ve bana en manalı gelen tablo oydu. Hilalin içinde bir bozkurt. O an; o eski ve köhne ev bir saraya, arkası dönük adam da eski bir Türk savaşçısına dönüştü benim için. O ev Ötüken’di artık. Hakan ağabey arkasını döndüğünde bu düşünceler daha da pekişti. Adı Hakan’dı, çekik gözlüydü, Afşinliydi ve Ülkücüydü. Banyosu olmayan, ne kadar soba yakarsanız yakın ısınmayan, rutubet ve küf kokan bu ev benim kurtuluşum olmuştu. Kurtuluş Mahallesinin en bedbaht yerinde kurtuluşa erişmiştim. Hakan ağabey ile itfaiye meydanına gidip ikinci el eşya alıp yandaki odaya yerleştim. Her akşam sobanın başına geçip çay demliyor ve sigara dumanının altında sohbet ediyorduk. Okula hiç alışamamıştım. O yıl çıkan bir öğrenci affının da etkisiyle fakültede sosyalist gruplar iyice hâkim olmuştu. Kantinde ya da başka bir yerde uzun süre vakit geçiremiyordum. Duvarlardaki posterler, sıralardaki yazılar, tahtalardaki sloganların hepsi kanıma dokunuyordu. Okul açılalı bir ay kadar olmuştu. Sınıf arkadaşlarımızdan bazılarıyla ders arasında kantinde çay içiyorduk. Sol grupların eskilerinden olduğu her halinden belli olan bir kız öğrenci masamıza geldi ve bizimle tanışmak istediğini söyledi. Önce kendini tanıttı ve hepimize adımızı sordu. Benim hemen yanımda kısa boylu ve zayıf yapılı, adı Fatih olan ve yaşça bizden daha büyük görünen bir sınıf arkadaşımız vardı. Masaya gelen kız ona memleketini sordu o da Sivas dedi. Kız “demek sen hem Sivaslısın hem de adın Fatih” dedi. Sonra bana döndü ve nereli olduğumu sordu. Ben de “Kahramanmaraşlıyım” dedim. Kızın yüz ifadesi değişti. Masada kaldığı sürece bir daha bize dönmedi ve konuşmadı. Biraz zaman geçtikten sonra kantindeki bir başka masaya işaret etti ve o masadaki birkaç kişi daha yanımıza geldi. Ellerinde bir broşür vardı ve bize teker teker dağıttılar. Broşüre hızla göz attıktan sonra yüzüm bembeyaz oldu ve kafamı kaldırıp yanımda oturan Fatih’e baktım. O da aynı şekilde bana bakıyordu. Broşürde şu ifade
41
yazıyordu “Maraş’ın ve Sivas’ın intikamını oraya gidiyor hem de Balgat’ta Türk Milliyetçilerinin uğrak yerlerinden biri olan naralacağız”. Fatih ile aynı anda masadan kalktık ve gilesiyle meşhur Nezih kafede takılıyorlardı. fakültenin dışına çıktık. Korkmamıştık, ikimiz- Bulundukları semttin onlara sunduğu en güzel deki duygu daha çok tiksintiydi. Sessiz bir yer ise Türk Ocaklarıydı. Ar-Ge’nin hemen aryerde oturduk ve konuşmaya başladık. Kısa kasında Türk Ocakları’nın genel merkez binasüre içerisinde ikimiz de ülkücü olduğumuzu sı bulunuyordu. Murat buradaki programları ve benzer sorunlar yaşadığımızı anladık. da takip ediyor bazen kendi başına bazen Birlikte hareket etme kararı aldık. Fatih, Sivas de Hasan ile buraya gidiyordu. O yıllarda yurdunda kalıyordu. Ancak o günden itibaren Türk Ocaklarının gençlik yapılanmasında her akşam buluşuyor ve sohbet ediyorduk. bazı sorunlar baş göstermiş ve genel merkez Daha sonra üst sınıflardan Hüseyin Yusuf gençlik kollarını feshetmişti. Ankara Siyasal ile tanıştık. Üç ülkücü olmuştuk. Hüseyin ise Bilgiler Fakültesinde öğrenci olan İbrahim Gazi Üniversitesinden ülkücülerle aynı evde Zahit isminde bir genci yeni gençlik kollarını kalıyordu. Artık uğrak yerlerimizden biri de kurmakla görevlendirmişlerdi. Hüseyin’in Kurtuluş’taki evi olmuştu. Daha sonra Fatih de Sivas yurdundan ayrıldı ve bizim eve çıktı. Evi değiştirmek istesek de Hakan ağabeyi ikna edemedik. Bu sıralarda benim öz ağabeyim de memleketten gelmiş ve Ankara’da iş arıyordu. Hacettepe eczacılık fakültesinde okuyan bir hemşerimiz de evsiz kaldığı için o da bizimle kalıyordu. Sıkışıklığa dayanamadık ve sonunda Hakan ağabeyi en azından perili köşke taşınmaya ikna ettik. Birinci sınıfın sonuna kadar da o evde kaldık. 2001 yılı… Samsun
2001 yılı - Cebeci
Ankara’daki ilk yılımda küçük de olsa bir çevrem olmuştu ama bir ülkücü olarak kendimi geliştirme kaynaklarım çok kısıtlıydı. Fatih, Hüseyin ve diğer arkadaşlarla sohbet ediyor, bazen Gazi Üniversitesi’ne gidiyorduk. Fakat hepimizde bir burukluk vardı. Ne teşkilatçılık yapabiliyorduk ne de bizimle ilgilenecek bir teşkilat bulabilmiştik. Liseden arkadaşım olan Mustafa bir gün yanıma geldi. Siyasalda bir sınıf arkadaşının Türk Ocaklarına gidip geldiğini öğrenmişti. Belki burası senin için uygun olabilir dedi ama o kişi ile samimi değildi. Bana biraz beklememi söyledi. Mustafa’nın kardeşi Ferhat bir afişte Türk Ocakları’nın konferans duyurusunu görmüş ve Balgat’ta bu konferansa katılmıştı. Mustafa’ya da orada bir sınıf arkadaşını gördüğünü o söylemişti. O yıllarda Ankara Cebeci kampüsünde birine gidip Türk milliyetçisi olduğunu sormak ya da açıklamak büyük riskti. Mustafa da bu yüzden beklemişti.
Murat Emre Şahin, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’nde iki yıllık bilgisayar programcılığı bölümünden mezun olmuştu. Liseden sözel bölüm mezunuydu ama matematiği çok iyiydi. Üniversite sınavında da yüksek bir net yapmış ve Hacettepe PDR’yi kazanmıştı. Üniversite kaydı öncesi askerlik şubesine muayene gittiğinde sırada beklerken yanına sarışın, mavi gözlü bir genç geldi. Kısa bir tanışmadan sonra adının Hasan olduğunu Ferhat’a Türk Ocaklarının nasıl bir yer öğrendiği bu kişinin de Hacettepe PDR’yi kazandığını öğrenmiş oldu. Bana Fatih’i nasip olduğunu sordum. Çünkü biz Maraş’tayken eden Allah, Murat’a da yol arkadaşı olarak Türk Ocakları başkanı Ülkü Ocağına seminer vermeye gelmiş ve hiç anlamadığımız şeylerHasan’ı göndermişti. den bahsedip gitmişti. Türk Ocakları eğitimli 2001 Yılı - Balgat ve kültürlü yaşlı insanların gittiği bir yerdi Hasan ve Murat belli bir süre ayrı kaldık- bizim için. Ferhat, Balgat’taki genel merketan sonra Balgat’ta eve çıkmışlardı. O sıra- zin de benzer olduğunu, çok önemli kişilerin larda MHP’nin AR-GE’si de evlerine yakındı. gelip gittiğini ve oranın müdavimlerinin çok Orada da M. Akif Okur gibi genç ve başarılı kültürlü ve bilgili insanlar olduğunu söyledi akademisyenler çalışıyordu. Murat’lar hem
42
ama buraya gençler de geliyordu. Ben de ona gençlerin özelliklerini sordum. Ferhat “hiç sorma abi, gençler de çok bilgili, hepsi yabancı dil biliyor ve çok okumuşlar, biz orada yapamayız” dedi. Ben de ona elimizden geleni yaparız, ne olur bir dahaki sefere beraber gidelim dedim. 2001… Türk Ocakları - Balgat Ferhat, Mustafa ve ben bir cumartesi günü Balgat’taki Türk Ocakları Genel merkezine gittik. Bina çok modern ve temizdi. Cam kapıdan içeri girdiğimizde Türk Ocaklarının yayınlarının olduğu camekânlar hemen gözüme çarpmıştı. O kısmı geçince sağda idare müdürünün odası, solda ise Galip Erdem konferans salonu vardı. Salonun kapısında iki genç bekliyor gelenlere hoş geldiniz diyorlardı. İçeri geçtiğimizde yaklaşık 60 kişilik salonun tamamının dolu olduğunu gördüm. Herkes iyi giyimli ve nezih görünüyordu. Beş –on genç salonda muhtelif yerlere dağılmıştı ama ekseriyet yaşlı insanlardı. Yanlış hatırlamıyorsam Avrupa Birliği ile ilgili bir konferanstı ve Bilkent Üniversitesinden bir doçent konuşuyordu. Salondaki konuşmacı ve bazı dinleyicileri daha önce televizyonda görmüştüm. Bana ilginç gelen şeylerden biri de hem gençlerden hem de büyüklerden yarıya yakını kadındı. Konferans esnasında çay dağıtıldı. Ama ilginç olan her sıranın önündeki sehpalarda kuru pasta vardı. Ülkü ocaklarında yetişmiş bir insan olarak bu ayrıntılar bana çok farklı gelmişti. Fakat insanların sıcak ve samimi olmaları beni çok mutlu etmişti. Konferansın soru-cevap faslında en önde oturan sarışın ve sakallı bir genç enteresan bir soru sormuştu. Soru bence bağlamla ilgili değildi. İşin aslı soruyu soran kişiye de biraz sinir olmuştum. Konferans bittiğinde yanımıza İbrahim Zahit geldi ve Mustafa’ya hoş geldiniz dedi. Sonra cebinden ego kartı çıkarttı ve üç tanesini ona uzattı. Üniversite öğrencileri konferansa gelirken masraf etmesinler diye genel merkez böyle bir uygulama başlatmıştı. Biraz garipsedim ama gençlere önem vermeleri de hoşuma gitmişti. O sırada az önce sinir olduğum sarışın ve sakallı genç
bize doğru geldi. İbrahim bizi ona tanıttı. O da adının Murat Emre olduğunu ve Hacettepe PDR’de öğrenci olduğunu söyledi. O haftadan sonra her hafta sonu Türk Ocaklarına gitmeye başladık. Oraya gidip geldikçe de Murat ile olan arkadaşlığımız pekişti. Daha sonra gençlik kolları resmen kuruldu. Ben, Ferhat ve Murat da yönetime seçildik. Artık haftada birkaç gün gidip geliyorduk. Daha sonra Fatih, Hüseyin ve Tuba da benimle gelmeye başladı. O dönemde Ankara Siyasaldan şimdi kamu görevlisi olan birkaç arkadaş da yönetimdeydi. Halil Aydınalp, Fatih Arslan gibi çok kıymetli dostlarla da orada tanıştık. Ayşegül Gülbağcı Özer ve Cemile Kınacı gibi kız kardeşlerimizi de Türk Ocağı sayesinde tanımış olduk. Hasan, Cuma ve Serkan ile de o dönemde tanıştık. 2002 Yılı… Çanakkale Türk Ocakları Genel Merkezi yoğun faaliyet döneminin ardından bizi Çanakkale gezisine gönderdi. Gezi esnasında yaşanan bazı olaylar nedeniyle dönemin başkanı İbrahim ile bazı arkadaşların arası açıldı. Bu dönemde büyüyen her teşkilatta olduğu gibi bizim de aramızda bazı sürtüşmeler yaşandı. Sonuç olarak İbrahim istifa etti ve yerine Halil hoca göreve geldi. O da İstanbul’a gidince yerine Bülent Aksoy geldi. 2003-2004 – Türk Ocakları Türk Ocaklarındaki üçüncü yılımızda faaliyetleri Ankara Şube’de yapmaya başladık. Bu dönemde de Türkân Hacaloglu ve Fahri Temizyürek gibi büyüklerimizi tanıma şansımız oldu. Muhammet Kürşat Üçüncü ve Hıdır ile de bu dönemde tanıştık. İlk başlarda sorun yaşamadık ama zamanla Bülent başkan ile bazı sorunlar yaşadık. Murat Şahin o dönem yaşananlarla ile ilgili genel merkeze bir rapor yazdı. Ama genel merkez bu sorunları dikkate almadı ve bunun akabinde altı kişi yönetimden istifa ettik. Arkadaşlarımızdan bazıları Ankara Türk Ocağındaki faaliyetleri sürdürmeye devam ederken, Genel merkezdeki özel eğitim grubu olarak da haftada bir gün çalışmalara devam ettik. Bu dönemde
43
Bir akşam telefonum çaldı. Arayan Gazi de Salih, Derya, Asuman Reyhan, Meral Yıldırım, Yesim Firdevs, Kübra, Mehmet Kür- Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Fahri Teşat, Merve Üzüm gibi kıymetli arkadaşlarla mizyürek’ti. Bana neden Ereğli’de kaldığımı sordu. Ankara’ya gelmelisin, arkadaşların tanıştık. 2004 yılı - Ankara Ülkü Ocaklarında Bir seni özlüyor dedi. Çünkü ona aramasını Murat söylemişti. Çok mutlu olmuştum. ArGenç kadaşlarım beni unutmamıştı, Ankara beni Üniversite son sınıftayken bir gün telefo- unutmamıştı. Fahri hocaya nasıl gelebileceğinum çaldı. O dönemde ev arkadaşım olan ve mi sordum. O da o güzel ve naif Türkçesiyle Ankara Ülkü Ocaklarında üniversiteler masa “aziz dostum, yüksek lisansa başvur” dedi. başkanı olarak görev yapan Mehmet Dal Ertesi günü bir test kitabı aldım ve o sıralar ağabey arıyordu. Mehmet ağabey telefonda adı LES olan ALES’e hazırlandım. Sınavdan hızlı bir şekilde konuşuyordu ve hemen ocağa yeter puan aldıktan sonra Gazi Üniversitegelmemi istiyordu. Ben de önemli bir şey var sinde açılan ESTT programına başvurdum ve sanıp gittim. Dört yıl sonra ilk defa Ankara kabul edildim. Ülkü Ocağına gidiyordum. Her şey aynı göBöylece 2005 yılında arkadaş grubumuz rünüyordu. Mehmet Dal’ı sordum ve beni bir odaya götürdüler. İçeri girdiğimde Mehmet arasından ilk mezun olarak ilk kez yüksek ağabey yanında liseli bir gençle oturuyordu. lisansa giren kişi olmak bana nasip oldu. Hayırdır diye sordum. O da bana yanındaki Ereğli’de kaldığım süre boyunca camiamızın genci tanıttı. Adı Oğuz Atalay’dı ve Ankara sorunları, bizim ihtiyaçlarımız ve yaşadıkFen Lisesi’nde okuyordu. Mehmet ağabey larımızın ışığında bir arayış içerisindeydim. bu gencin çok kıymetli bir genç olduğunu ve Murat Şahin ile her bir araya geldiğimizde Ocak’ta bu gence uygun ortam olmadığını aynı konularda arayış içinde olduğumuzu söyledi. İronik bir durum yaşanıyordu. Genç- fark ediyorduk. Muratlar da 2005 yılında ler için hizmet veren bir kurum her gence mezun oldular. Arkadaşlarımızın birçoğu hitap edemiyordu. Mehmet ağabey beni ace- Anadolu’nun farklı yerlerine dağılmıştı. Kürşat leyle bu yüzden aramıştı. Çünkü gelecek vaat gibi bazı arkadaşlar ise henüz öğrenciydi. eden bu genç ile özel ilgilenilmesini istiyordu. Ben de yüksek lisans dersleri için Ankara’ya Oğuz ile ocaktan çıktık ve Kızılay’da bir gelip gidiyordum. Geldikçe de çocukluk yerde oturup sohbet ettik. Gerçekten de çok arkadaşım Adem Ceran ile kalıyordum. İki özel bir gençti. Sonraki zamanlarda da fırsat şehirde iki farklı hayat yaşıyordum. Bu sırada öğrenim durumu özrü nedeniyle Ankara’ya buldukça görüştük. tayin oldum. 2004 Yılı - Konya /Ereğli 2006 yılı – Abidinpaşa Parkı ve Davut 2004 yılında üniversiteden mezun oldum Karataş’ın Desteği ve Konya Ereğli’de göreve başladım. Anka2006 yılı Temmuz ayında düğünümüz ra’da yaşadığımız o heyecanlı ve dolu günlevardı. Anadolu’ya yayılmış olan arkadaşlarin özlemini içime atarak yeni hayatıma uyum sağlamaya çalışıyordum. Tuba ile üçüncü rımızın birçoğu ile tekrar Kahramanmaraş’ta sınıfın yazında nişanlanmıştık ve evlilik ha- bir araya gelme şansımız oldu. Düğünden zırlıkları yapıyorduk. Ereğli’ye yerleşecektik. sonra bu insanlarla tekrar bir arada yaşamak Hatta evlendikten sonra da otururum diye ol- istediğimizi fark ettik. 2006 yılı Ağustos ayındukça geniş bir ev tutmuştum. Kocaman evde da bizim evde bazı arkadaşlarla bir araya tek başıma günlerimi geçiriyordum. Ancak geldik. Bir şeyler yapmamız gerektiğini dümutsuzdum. Ankara’yı, eski günleri ve eski şünüyorduk. Çoğunluğu öğrenci ya da yeni dostlarımı özlüyordum. İnsan böyle zaman- mezun insanlardık. Paramız, arabamız ya da larda unutulduğunu ve hiçbir şeyin eskisi gibi arkamızda büyük abilerimiz yoktu. Önce bir dergi kurmayı düşündük. Sonra dergiyi kimin olamayacağını düşünüyor.
44
tepe’deki Yükseliş Vakfı’nın yan tarafında kullanılmayan bir odalı bir yer bulduğunu ve derneği burada açabileceğimizi söyledi. Gidip vakfın temsilcileri ile görüştük ve 250 TL kira karşılığında vakfın bu kısmını kullanma konusunda anlaştık. Dernek kurmamızın ilk amacı kuracağımız dergiye kurumsal bir kimlik kazandırmaktı. Bu nedenle ilk işimiz derginin adını belirlemekti. Çok fazla isim önerisi geldi. Ancak bir türlü karar veremiyorduk. Cebeci doruğu sokakta bulunan bir kahvede birkaç arkadaşla bir araya geldik. Kırk ismi konusunda hemfikir olduk. Daha sonra Cebeci Dörtyol’daki Doğu Türkistan derneğinde bir yemek verdik ve orada gençlerle isim konusunda nihai kararı aldık. Kırk ismi çok sade kaldığı için sonuna Tuğ eklendi ve Kırktuğ ismi doğmuş oldu. Kırktuğ ile ilgili 2006 yılı –Eylül ayı tartışmaların ve hikâyenin aslını ise en güzel Dergi kurma çalışmalarımız hızla devam Oğuz Atalay anlatmıştı. Derginin ilk basılı ediyordu. Bu sırada derneğe de yer bakı- sayısında yer alan yazının bir kısmını burada yorduk. 2005 yılından beri Türk ocakların- paylaşmakta fayda var. dan tanıdığımız gençlerle de temasımızı Oğuz Atalay’ın kaleminden… sürdürüyorduk. O dönemde Ebubekir, YavuBaşlarken… zalp, Mehmet E., Gökay gibi gençler hem Türk Ocağına devam ediyorlar hem de bizimZalim Çin ülkesinde, esarete tahammülü le görüşüyorlardı. Ben Ereğli’de öğretmenken olmayan Türkler, ‘hürriyet aşkını’ Kür Şad’ın Oğuz Atalay da ODTÜ iktisadı kazanmış ve şahsında buluşturarak; yaratıldıkları günden Ankara Türk Ocağına beni sormaya gelmişti. ebede kadar sürecek devlet ebed müddet Oradaki arkadaşlar da telefon numaramı fikrinin bir halkasını daha tarihe hediye vermişlerdi. Bir hafta sonu Oğuz ile görüştük etmişlerdir. Kırk yiğidin yüreğinde Türklüğün ve her hafta bir araya gelmeye karar verdik. en büyük şiarı ‘hürriyet’ alevlenmiş, kırk yiğit O dönemde Oğuz yakın arkadaşı olan Alpe- hürriyet meşalesini Çin’de uyuşturulmaya ren’i de benimle tanıştırdı. Her ikisi de Adem çalışılan bir milletin bağrında yakmıştır. Kür ile kaldığımız bekar evine gelip gidiyor ve Şad kırk çerisiyle dönülmez yola çıkmış ve bazen bizde kalıyorlardı. Daha sonra Aksa- başarmıştır… Kırk yiğide selam olsun… ray’dan tanıdıkları Mustafa, Burak, Çağrı gibi Hira Dağı’nda Peygamber Efendimize arkadaşlarını da bizimle tanıştırdılar. Mehmet Çetin ile de bu dönemde tanıştık. 2006 yılının ‘İkra!’ diye buyuranın çağrısına, ilk müminler ekim ayından itibaren bu arkadaşlarla eğitim bütün sıkıntılara, eziyetlere ve işkencelere seminerlerine başladık. Yerimiz olmadığı için rağmen katlanıp gizliden gizliye iştirak etStrazburg caddesinde bulunan ÜLKÜTEK’te mişlerdir. ‘La ilahe illallah Muhammedûn Resulullah’ lafzını bütün âleme tebliğ etmek bir araya geliyorduk. için kırkıncı Müslüman beklenmiştir. Kırkıncı 2006 yılı – Maltepe ve Kırktuğ adının Müslüman tebliğin, aleni ibadetin simgesi… doğuşu…. İlk kırk Müslüman’a selam olsun… Böylece daha dernek kurulmadan küçük Esaretle hürriyeti kardeş ilan ettik bilmegrup eğitim seminerlerinin temeli atılmış oldu. den… Zalim Çin’in esaretinde unutturulmaya Daha sonra Hıdır isimli arkadaşımız Mal- çalışılan Doğu Türkistan… Doğu Türkistan’a adına çıkaracağımızı tartıştık. Dergi çıkarmak için bir dernek kurmaya karar verdik. Ama dedim ya paramız yoktu. O yıllarda yapacağımız bir faaliyet için aramızda topladığımız para yetmeyince ilk aklımıza gelen kişi Davut Karataş olurdu. Ya da bir yere gideceksek onun emektar Broadway marka arabasını alırdık. Evdeki arkadaşlarla Davut ağabeyi aradık. Hava çok sıcak olduğu için Cebeci doruğundaki evimden çıktık ve Abidinpaşa Parkına gittik. Davut ağabey geldikten sonra onunla düşüncelerimizi paylaştık. O da doğru düşündüğümüzü ve Allah rızası için yola çıkan kişilerin bir ortağının da Allah olacağını söyledi. Bize her türlü desteği vereceğini belirtti. O günden sonra da bize çok emeği geçti.
45
azad… Ve Kür Şad olabilmek esir Türk illerinde… Farkında olmadan bizim olmaktan çıkarılmaya çalışılan Kerkük… Yanında Musul, Isfahan, Tebriz, Üsküp… Acı, ıstırap, dert… Dertleriyle hemdert olacak, alenen ‘buralar bizim’ diye haykıracak mümin olabilmek… Ülküleri tek, yürekleri tek, acıları tek, Başbuğları tek… Unutulmaya yüz tutmuş bir dilek… Esir Türkleri unutma…
lemelerden sonra derneğimizin adı Genç Akademisyenler Eğitim, Kültür ve Araştırma Derneği olarak faaliyetlerini sürdürmeye devam etmektedir.”
Murat Şahin’in de dediği gibi ilk başta dört isim öncü olmuştur. Yeni bir dernek kurmak için masa, sandalye, bilgisayar, yazıcı, kırtasiye, yazı tahtası, projeksiyon cihazı, çay makinesi, demlik, bardak, sehpa vb. birçok Ateşten gömlek giymek bu olsa gerek… Bir şeye ihtiyacımız vardı. Herkes elinde olanı hürriyet meşalesi, bir tebliğ müjdesi… Türk- ortaya koydu ama daha çok paraya ihtiyacılüğün var olma kavgasına iştirak edenlerin mız vardı. yanında olmak, onların sancaklarının yanına Derneğin kuruluş anı bizim için oldukça bir tuğ eklemek… Bu kavgada hürriyetin ve heyecanlıydı ama bir o kadar da zordu. tebliğin sembolü kırk olabilmek… Kalemlerle Çünkü artık dergi kurmanın ötesine geçmeye savaşmak… Ve Allah’ın izniyle başarmak. “ karar vermiştik. Türk Ocakları’ndayken her Genç Akademisyenlerin Doğuşu
hafta farklı etkinlikleri organize ediyorduk. Murat Şahin derneğin kuruluşu ile ilgili şun- Oradaki birikimimizi bu yeni derneğe de aktarmaya karar vermiştik. ÜLKÜTEK’teki eğitim ları ifade etmiş… sistemimizi de bu yeni derneğe taşıyacaktık. “Genç Akademisyenlerin hikâyesi 2001 Böylece Ankara’da üniversite okumaya gelen yılından itibaren oluşmaya başlamıştır. Der- gençlere ikinci bir üniversite gibi hizmet venek, Ankara’da bir grup Türk Milliyetçisi aydı- recektik. Hem kendimizi yetiştirecek hem de nın 2006 yılına kadar olan birlikteliğinin bir yeni gelen gençlerin kendilerini en iyi şekilde ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Aynı hassasiyet- yetiştirmeleri için onlara destek olacaktık. lere sahip, üzüntü ve sevinçleri bir olan bu bir Ben yüksek lisans yapıyordum ama birçok grup Türk Milliyetçisi, yapacakları faaliyet ve ortaya koyduğu fikirlerin sorumluluğunu kendi eksiğim vardı. Eğer üniversite yıllarında akaüzerine alarak, inandıkları doğrultuda ya- demisyen olmaya karar verseydim ve buna şama ve yaşatma kararlılığının bir tezahürü göre kendimi hazırlasaydım işim çok daha kolaylaşacaktı. Bundan ders çıkaracak olurolarak dernek fikri ortaya çıkmıştır. sak bu derneğe gelecek gençlerin hem ideGenç Akademisyenler veya Kırk Tuğ Der- olojik anlamda hem de akademik anlamda gisi adıyla bilinen derneğimiz 2006 tarihinde yetiştirilmeleri gerekiyordu. Gençlerin dersMaltepe’de Yükseliş Vakfı’na ait yerde Mah- lerinde başarılı olmaları kadar, yabancı dil mut ÇİTİL, Murat ŞAHİN, Hıdır DÜZKAYA ve öğrenmeleri, ALES ya da KPSS gibi sınavlara Muhammet Kürşat ÜÇÜNCÜ’nün gayretleriy- hazırlanmaları, bunun yanında kendilerini iyi le kuruldu. Derneğimiz, bu dönemde, Genç ifade edebilen kültürlü ve donanımlı bir şekilAkademisyenler ve Üniversiteliler Eğitim ve de yetişmeleri gerekiyordu. Kültür Derneği adıyla kuruldu. Daha sonra Yapmak istediğimiz şey o dönemde hiçbir ki dönemlerde derneğin hukuki ve özel bazı problemlerden dolayı derneğin adı, yeri, milliyetçi kuruluşta bulunmuyordu. Büyük bir başkanı ve yönetimi değişti. İlk kuruluşundan işe kalkışmıştık. Eğitim programları hazırlabugüne kadar derneğimizin başkanlığı sıra- maya başladık. Artık yer de bulmuştuk. Dergi sıyla Hıdır DÜZKAYA, Hasan EŞİCİ, Alperen fikri bir şeyler yapma arzusu ile ortaya çıkGÖKÇE, Mahmut ÇİTİL ve Durmuş Ali Cihan mıştı. Bu aşamadan sonra ise derneğe gelen gençlerin yazma becerilerini geliştirmek için tarafından yürütüldü. bir araca dönüşecekti. Böylece genç akadeSon yapılan değişiklikler ve hukuki düzen- misyenler yetiştirecek dernek bu adı aldı.
46
Derneğin Tefrişatı Yapacağımız bunca şey için derneğin fiziksel yapısının buna hazır olması gerekiyordu. O dönemle ilgili bazı hatıraları buradan paylaşmakta fayda bulunuyor. Derneğin ilk yerindeki salon yaklaşık kırk kişiyi alıyordu. Salonun yanında da çok küçük bir oda vardı. Bu küçük odayı mescit yapmıştık. Mescidin yanında ise üstü kapatılmış apartman boşluğu vardı. Orayı da sigara içmek için kullanıyorduk. Bu boşluğun tam karşısında ise her hafta tıkanan bir tuvalet vardı.
Çok az eksiğimiz kalmıştı. Konuşmacılar geldiğinde de plastik sandalyede oturuyorlardı. Bu durum da çok hoş görünmüyordu. Bu yüzden dernekten birkaç arkadaşla İtfaiye meydanındaki büro malzemeleri satan yere gidip iki tekli bir çiftli suni deri koltuk takımından aldık. Aynı takımı yaklaşık on yıl kullandık. Derneğe gelenlerin çok iyi bildiği gibi turuncu koltuklar. Neden turuncu olduğunu açıklayayım. Derneğin kurulma fikri bizim evde ortaya çıktığında hepimiz bizim turuncu koltuklarda oturuyorduk. Ben de o anın hürmetine o koltukları turuncu olarak seçmiştim. Turuncu koltukları aldık ama bu sefer de önü boş kaldı. Önüne bir sehpa almamız gerekiyordu. Fakat paramız tükenmişti. Şimdi Kastamonu’da öğretim üyesi olan Tunay’ı aradım ve sehpanın parasını da o gönderdi. O sehpayı uzun yıllar kullandık. Sonra bir taşınma sırasında kırıldı. Derneği Hamamönü’ndeki konağa taşıyınca tüm mobilyaları yeniledik. Ancak bu turuncu koltuklara kıyamadık ve onları da derneğin balkonuna koyduk.
Öncelikle tüm duvarları, kaloriferleri ve kapıları boyamamız gerekiyordu. Gidip malzemeleri aldık ve işe koyulduk. Boya işini daha çok derneğin Aksaray-Niğde tarafından gelen öğrencileri yapmıştı. Sonra salonun arka tarafında başkan için bir masa ve sandalye ayarladık. Yükseliş Vakfı’na bir Ülkü Ocağı büyük bir Başbuğ resmi hediye etmişti ve onlar da bu resmi depoya atmıştı. O resmi temizleyip salonun ortasına astık. Her gelen konuşmacı o resmin altına oturuyordu. OraProgramlar yoğunlaşınca salonun girişine dan taşınırken o resmi bizden aldılar. Daha sonra bize hediye gelen bir Atatürk resmini duyurular asmaya başladık. Ancak duyuruları dışarıda hazırlayıp çıktısını alıyorduk. (halıdan yapılmış) kullanmaya başladık. Bilgisayar ihtiyacı böylece ortaya çıkıyordu. Dinleyiciler için sandalye gerekiyordu. Bilgisayarı Ahmet Naim Sarı ayarladı. Ama Gidip 20 tane plastik sandalye aldık. Sonra yazıcı alacak paramız yoktu. Kimseden para yetmedi 30 tane daha aldık. O sandalyeler- isteyecek yüzümüz de kalmamıştı. Dediğim de yüzlerce insan yüzlerce etkinliğe katıldı. gibi zaten herkes yapabileceği yardımı yapSonraki yerimizdeki kırmızı koltukları bize mıştı. Ama yazıcı olmaması bizi çok zorluİlahiyatçılar Vakfı getirdi. Ama eski plastik yordu. Hayatı boyunca yolda beş lira dahi sandalyelere kıyıp atamadık. Derneğin bal- bulamamış bir insan olarak ben; yazıcı için konunda hatıralarla birlikte iç içe uzun süre parayı nerden bulacağımı düşünürken Cebedurdular. ci’de kaldırımda 100 TL buldum. Ertesi günü Paramız tükenmişti. Ankara’da bulunan tüm esnafa ve civardaki kişilere sordum ama tüm arkadaşlarımızdan da alabileceğimizi sahip çıkan olmadı. Sonra bunu derneğe almıştık. O dönemde Ankara dışında bulunan kullanmaya karar verdim ve yazıcı aldım. arkadaşlardan yardım istedik. Yeşim Firdevs Yazıcının fiyatı da tam 100 TL’ idi. Aydın, Ayşegül Gülbağcı ve Ferhat Işık gibi Daha sonra aramızda her ay aidat topbirçok dostumuz bize yardım gönderdiler. layarak 250 TL kira ve diğer masrafları halO yardımlarla da birçok eksiğimizi giderdik. letmeye başladık. Abdullah Çitil de temizlik Gelen giden çok olduğu için büyük bir çay malzemelerini ve plastik bardakları gönderiocağı almaya karar verdik. O zaman Alpe- yordu. Ancak ne zaman sıkışsak Davut Kararen ve birkaç arkadaş gidip çay ocağını al- taş abi ve arkadaşları bize destek oluyordu. dılar. O makinenin başına çok şey geldi ama Bu nedenle başta Orhan Kemal Yasar olmak yıllarca bize çay verdi. üzere Afşin Yiğittürk ve Rıfat Bülbül gibi ağa-
47
beylerimizin desteklerini unutamayız. Yine o rülen, gençlere faydalı olabileceği düşünülen dönemde Hilal Pamuk abisi vasıtasıyla der- konulardan seçiliyordu. Sohbet geleneği bizim kültürümüzün ayrılmaz bir parçasıydı. nekteki 16 öğrenciye burs sağlamıştı. Burada özellikle belirtmek istediğim bir kişi var. Türk ocakları yıllarında yanımızda olan ve eşimin ev arkadaşı olan bacımız Meral Yıldırım Berberci. Derneğin kurulduğu dönemde Adıyaman’daydı ve asgari ücretli bir işte çalışıyordu. Dernek kurduğumuzu öğrendiğinde çeyiz parasının tamamını bize göndermişti. Meral’in bu davranışı hepimizi çok derinden etkiledi. Halen bu derneğin ayakta kalmasını Meral gibi dostlarımızın bu büyük çaba, gayret ve fedakârlığının yüzü suyu hürmetine olduğunu düşünüyorum. Allah onlardan razı olsun. Faaliyetler Başlıyor… O dönemle ilgili Hasan Eşici şunları ifade ediyordu: “Biz derneği kurduğumuzda yaş ortalamamız 24 idi. Şimdi bir hesap yapılsa bu ortalama 22’ye düşmüştür. Biz kimseden bir menfaat ummadan, kimseden bir beklenti içinde olmadan kendi harçlıklarımızdan arttırdığımız paraları hiçbir karşılık beklemeden bu derneğe aktararak ayakta kaldık. Yola çıkmadan önce, en önemli prensibimiz derneğimizin ve dergimizin adının önünde hiçbir şahsın adının anılmamasıydı. Bir yılda bunu başarabildik. Bundan sonra da bunun için mücadele edeceğiz. Öte yandan bir yıl içerisinde yüze yakın faaliyet yaptık. Bunların içerisinde konferanslar, sohbetler, edebiyat ve anma programları, geziler vb. birçok faaliyet yer almaktadır. Bu da bize göstermektedir ki, gençlere uygun ortam hazırlanırsa başaramayacakları bir şey yoktur. Umarım bu dernek ve dergi bu ülke için daha iyi hizmetler yapabilecektir.” Hasan Eşici’nin de belirttiği gibi dernek kurulduktan sonra ilk yılında yüze yakın faaliyet yapacaktı. Ancak biz dernek programını yaparken ilk başta cumartesi sohbetlerine odaklanmıştık. Cumartesi sohbetlerine çağırdığımız isimler, öncelikle alanında uzman ve örnek yaşantıları olan kişilerden seçiliyordu. Konular ise gündeme göre veya önemli gö-
48
Sohbet ortamında insanlar birbirleriyle kaynaşıyor ve bir samimiyet tesis oluyordu. Bu gelenek sayesinde okuduğunuz kitapların sindirimi gerçekleşiyor, bazen onlarca kitaptan alamayacağınız tecrübeyi cumartesi sohbetlerinden alıyorduk. Cumartesi sohbetlerinin 15 yıldır akşam 17:30 gibi olmasının sebebini de açıklamakta fayda bulunuyor. Biz Türk Ocaklarından resmi olarak ayrılmış olsak da oranın bize katkılarını hiçbir zaman unutmadık. Fırsat buldukça da oradaki büyüklerimizi ziyaret ettik. Derneğimize gelen gençlerin de Türk Ocaklarındaki faaliyetlerinden istifade etmelerini istedik. Ankara Türk Ocağı faaliyetlerini öğle saatlerinde yaptığı için biz faaliyetlerimizi cumartesi akşamına koyduk. Sonra da bu durum bizde gelenekselleşti. Neredeyse her akşam dernekteydik ve her akşam birden fazla faaliyet gerçekleştiriyorduk. Bağlama kursu, İngilizce kursu, dini sohbet, şiir dinletisi vb. etkinliklerle kendimizi ve arkadaşlarımızı besliyorduk. Dernek faaliyetleri çok sistemli ve istikrarlı ilerliyordu. Hasan Eşici döneminde genç sayımız çok artmıştı. Ramazan, Ceyhun gibi genç arkadaşlar derneğe renk katıyorlardı. Bu gençlerden küçük eğitim grupları kurmuştuk. Bir grupla Kürşat Üçüncü ilgileniyordu. Onun grubunda Eren Kılıç, Orkun Kaya, Kudret Emre gibi çoğunluğu TOBB üniversitesinden arkadaşlar vardı. Benim eğitim grubumda ise Volkan Akacı, Zeynep Gayran, Begüm Kayalar, Hale Akaci, Emel Beyaz gibi çok kıymetli öğrenciler vardı. Şimdilerde bu gençler derneğin abileri ve ablaları pozisyonundalar ve iş-güç sahibi kişiler olarak örnek birer insan oldular. Ancak derneğin ilk kurulduğu yıllarda derneğin insan kaynağının büyük çoğunluğu benim daha bir lise öğrencisi iken tanıdığım Oğuz Atalay sayesinde sağlanmıştır. Ahmet’ten sonra da Alperen’in bu konuda çok hizmeti olmuştur. Bir de Cebeci’de berber olan Cebrail Türkekul birçok milliyetçi müşterisini derneğe yönlendirmiştir. Ahmet Oğuz
özellikle ODTÜ’den birçok genci derneğe kazandırmıştır. Cebrail de Durmuş Ali Cihan, Hakan Özel gibi kıymetli arkadaşlarımızı tanımamıza vesile olmuştur. Durmuş sayesinde de Gökhan , Kürşad ve Nazım gibi Kastamonu mezunu kıymetli arkadaşlarımız derneğe gelmeye başlamışlardır. Zor yıllar… Yaşanan bazı olumsuzluklar nedeniyle Yükseliş Vakfı’ndaki yerden ayrılmamız gerekti. Ancak gelir ve gider dengesi başka bir yere gitmemizi zorlaştırıyordu. Çaresiz, üzgün ve biraz da sinirli bir şekilde salonda Kürşat Üçüncü ile oturuyorduk. O anda da Hakan Özel ve yanındaki bir arkadaşı çıkarıp telefonlarını önümdeki masaya bıraktılar ve “Abi siz üzülmeyin gerekirse bu telefonları satar ama bu derneği taşırız” dediler. Onların bu hareketi bizi kendimize getirdi ve çok mutlu etti. Böylece dernek Maltepe’de başka bir mekâna müstakil olarak taşındı. O dönem de dernek başkanlığına üniversite öğrencisi olan Alperen geldi. Alperen zamanında da dernek çok güzel faaliyetlerde bulundu. İlk basılı dergimiz de onun zamanında yayınlandı. Yine bu dönemde Volkan Akacı, Eren Kılıç, Hakan Özel ve özellikle Kudret Emre’nin derneğe çok hizmetleri oldu. Ancak bu dönem farklı sorunlar yaşandığından derneğin mali kaynakları yine azaldı. Bu dönemde derneğin aylık gideri 1000 TL civarındaydı. Öğrenci ağırlıklı bir dernek olarak faaliyet sürdürdüğümüz için bu gideri aidatlardan karşılamak mümkün olmuyordu. Dernek büyükleri olarak aylarca masrafları cebimizden karşıladık ama sonunda dayanamadık. Ve derneği kapatmaya karar verdik. Duygusal bir konuşmayla kapanış programı yaptık. Eşyaları bir depoya taşıdık. Herkes çok üzgündü. Ama yılların da verdiği bir yorgunluk nedeniyle havlu atmıştık. Bir akşam evde otururken telefonum çaldı. Arayan kişi adının Gültekin Kayalar olduğunu söylüyordu. Derneğe devam eden gençlerimizden Begüm’ün babasıydı. İlk defa derneğe gelen gençlerden birinin babası ile görüşüyordum. Gültekin bey, “kızının derneğin kapatılması-
na çok üzüldüğünü, kendisinin bizim faaliyetlerimizi takip ettiğini ve derneğin kapatılmasını istemediğini” söyledi. Ben de kendisine maddi imkânsızlıkların bizi çok yorduğunu ve artık sürdüremediğimizi söyledim. Gültekin bey “başta kızı olmak üzere gençlerin böyle bir kuruma devam etmesinin paha biçilemez bir kıymet olduğunu ve maddi açıdan ne gerekiyorsa bize destek vereceğini” söyledi. Telefonu kapattığımda çok şaşkındım. Biz insanlara çok önemli bir şey sunmuş sonra bunu onlardan geri almıştık. Buna hakkımız yoktu. Mesele maddi imkânsızlık da değildi. Öyle olsa zaten burayı kuramazdık. Mesele bizim enerjimizin azalmasıydı. Gültekin beyle yaptığımız o görüşme bendeki ölü toprağını üzerimden savurdu. Arkadaşları tekrar aradım ve görüşmeyi onlarla da paylaştım. Bunun üzerine hepimiz heyecanlandık tekrar başlamaya karar verdik. Yeniden Genç Akademisyenler… Yaz sonunda Talatpaşa bulvarında uygun kiraya yeni bir dernek yeri tuttuk. Ancak hem cadde hem de bina kültürel faaliyetler için zorlayıcı bir çevreye sahipti. Bu yüzden dışarıdan konuşmacı getirmekten vaz geçtik. O dönemde dağılan gençleri bir araya getirmek de biraz zor oldu. Derneğin faaliyetlerini gençler üzerinden yürütmeyi planladık. Dernek başkanlığına resmi olarak ben geçtim ama faaliyetleri yardımcım olan Özge Yapıcıoğlu Karataş sorumluluğunda yürüttük. Bu dönemde Oğuz Atalay cumartesi sohbetlerini yürüterek gençlerin yetişmesinde önemli rol oynadı. Ama bu dönemin en büyük kazancı Mehmet Çetin’in tekrar dernek faaliyetlerini desteklemesi oldu. Mehmet derneğin insan kaynaklarının sağlanmasında önemli rol üstlendi. Bu dönemde Tolga , Kürşat Reşat , Mehmet Ali , Saliha gibi kıymetli arkadaşlar aramıza katıldılar. Yine bu dönemde dernek hizmetlerinde Samet, Çağrı, Mustafa ve Tunga önemli roller üstlendiler. Mehmet ve Volkan derneğin gençlerinin özel eğitimlerinde büyük çaba gösterdiler. Kızılay’a Geçiş Bu dönemde ben daha çok mali konuları
49
toparlamaya çalıştım. Yılsonunda yapı yeniden eski günlere yakın bir görünüme kavuştu. Artık Talatpaşa’daki yer ihtiyaca cevap vermediği için Kızılay civarında yer bakmaya başladık. Mehmet ve Ahmet Oğuz Yüksel Caddesindeki yerimizi buldu. Böylece derneğin en uzun süre kaldığı dairemiz de belirlenmiş oldu. Daha sonra başka bir STK’da seçime girmek zorunda kaldığım için görevi Durmuş Ali Cihan’a devrettim. Bu dönemde Mehmet Çetin ve Davut Karataş derneğin gelişmesi için çok çaba sarf ettiler. Ancak birçoğumuzda yorgunluk hat safhaya ulaşmıştı. Dernekte aktif görev almış birçok insan ya başka şehirdeydi ya da kendi işlerini yoluna koymaya çalışıyordu. Dernek faaliyetleri oldukça zayıflamıştı. O zamanlarda Ankara Tıp’tan ve Gazi Üniversitesi’nden gençler ağırlıktaydı. Bu dönemde Hacer, Merve Özdemir, Nizamettin Akbulut, Hasan Aydemir gibi gençler dernek faaliyetlerine katılıyor ve hizmet ediyorlardı. Dediğim gibi çok yorulmuştuk. Artık yapılacak bir şey kalmamıştı ve yolun başındaki arkadaşımızın aramıza dönmesi gerekiyordu. Derneği kimin eski günlerine döndüreceğini çok iyi biliyorduk. Kendisi Samsun’da yaşıyordu. Artık gelmesi gerektiğini gerekirse istifa edip Ankara’ya taşınması gerektiği söyledik. Ancak buna gerek kalmadı ve Allah’ın izniyle hem kendisi hem de eşi Ankara’ya tayin oldular. Murat Emre Şahin Dönemi… Murat’ın Ankara’ya tayin olması hepimizi çok sevindirdi. Kendisi uzun yıllardır uzaktaydı ve dinlenmişti. Ben ve diğer arkadaşlar Murat’ın başkan olmasını istiyorduk. Eskiler onun bu işi çok iyi yapabileceğini biliyordu. Ancak onu tanımayan yeni arkadaşlar da vardı. Bu yüzden Hasan ve benim gibi iki eski Başkan olarak Murat’ın yönetiminde yer aldık. Böylece o ve yeni arkadaşların kaynaşması konusunda elimizden geleni yaptık. Bu esnada Hilal Pamuk’un ağabeyi İsmail Pamuk derneğe olan desteğini arttırdı. Bu dönemde başta Ahmet Kaysılı, Cengiz Atbaşı ve Volkan Akacı olmak üzere, Gökhan Aydemir, Sare Terzi, Merve Özdemir gibi arkadaşların, Tuğba Dinç, Mehmet Emin Öz-
50
demir, Alican Köşger, Abdullah Kılınç, Recep Güçlü, Hilal Gül gibi öğrencilerimizin derneğe çok emeği geçti. Murat Şahin’in başkan olması ile birlikte dernek kurumsal kimliğini güçlendirdi. İsmail Pamuk’un desteği ile önce bir sonra iki öğrenci evi daha açıldı. Ardından bir de kız evi açıldı. Böylece Anadolu’dan gelen gençlerin en azından bir kısmı bizim gibi sokakta kalacak yer aramıyorlar. Kendilerini yalnız hissetmiyorlar. Dernek işleyişi ve sistemi çok daha profesyonel bir görünüme kavuştu. Yeni arkadaşların aramıza katılmasıyla Satranç kulübü, spor kulübü gibi yeni yapılar ortaya çıktı. Dernek eğitim programları çok daha sistemli ve etkili bir görüme kavuştu. Ziya Gökalp Fikir Akademisi gibi daha kurumsal eğitim faaliyetleri ortaya çıktı. Murat Şahin’in Ankara’ya gelmesi ve Dernek başkanı olmasıyla birlikte dernek 10. yılına çok güçlü bir şekilde girdi. 10. Yıl Etkinlikleri 10. yıl vefa mektubunu derneğin 10. Yıl kutlamaları için yazmıştım. Şimdi okurken de defalarca gözlerim doldu. Üniversite yıllarımız dâhil olmak üzere yılların mücadelesini hayırla ve gözyaşlarıyla yâd ettim. Bu satırları yazdığımdan bu yana da beş yıl geçmiş. Bu beş yıla da kısaca değinmekte fayda var. İlk olarak derneğin 10. yıl kutlamalarını ele almak isterim. 14 Mayıs 2016 tarihinde 10. Yıl için Gazi Üniversitesi’nin tarihi rektörlük binasında bulunan Mimar Kemalettin salonunu ayarlamıştık. Oldukça büyük olan salon hınca hınç dolmuştu. Programın sunuculuğunu dernekten Hilal ve Berkan üstlenmişti. Klasik açılış seremonilerinden sonra derneğin 10 yılını anlatan bir sinevizyon yayınlandı. Daha sonra dernekteki genç arkadaşların hazırladığı bir belgesel yayınlandı. Bu belgeselde camiadaki önemli kişilere Genç Akademisyenler Derneği sorulmuş ve onların verdiği cevaplar kısa videolar halinde birleştirilmişti. Daha sonra derneğe emeği geçenlere vefa ödülleri verildi. Her ödülün ardından ödül verilen kişiler kısa konuşmalar yaptılar. Her kısmı duygu ve coşku ile geçen anlar yaşandı.
KIRKTUĞ yeniden doğuyor… Vefa ödüllerinin ardından belli kategorilerde başarı ödülleri dağıtıldı. Program yaklaşık 4 Yeni yerde de Cumartesi sohbetleri, özel saat sürdü. Başından sonuna kimse sıkılmadı eğitim grupları, münazaralar, kahvaltılı sohve 10 koca yıl her yönüyle yâd edildi. betler hızla devam etti. Bu dönemdeki en önemli gelişmelerden biri de KIRKTUĞ dergiDaha kurumsal zamanlar... sinin yeni bir yayın kurulu ile yeniden yayın Murat Emre Şahin derneğin işleyişini daha hayatına başlaması oldu. Tuğba, Nermin, profesyonel bir seviye taşımıştı. Dernek yöKağan, Alperen, Duygu, Alper ve Hamit gibi netimi ve diğer birimler oldukça disiplinli birçok genç arkadaş dergiye yeni bir biçim çalışıyordu. Bu dönemde aramıza eski ve ve hava kattılar. 2018 yılının Mayıs ayında yeni arkadaşlar da katılmaya başlamıştı. KIRKTUĞ yeni içeriği ve biçimi ile yeniden Özellikle Oğuz Atalay, Hakan Özel ve Mehokuyucularla buluştu. Özellikle kapak ve iç met Çetin’in tekrar Ankara’ya dönmeleri bize tasarımı ile dikkat çeken bir görünüme kavuşgüç katmıştı. Hikâyenin başında bahsi geçen muştu. Dergi bu tarihten sonra her üç ayda Fatih Kılıç da 10 yıl Sivas’ta yaşadıktan sonbir aynı kalite ve özenle çıkarılmaya devam ra Ankara’ya taşınmıştı. Benim de doktoram etti. Online okunabilen dergi PDF formatında bitmiş ve bir nebze rahatlamıştım. Derneğin da indirilebilen bir sisteme dönüştü. Gençgençlerinin okullarını bitirmeleri ve iş güç lerin dergiyi bu kadar profesyonel bir şekle sahibi olmaları da bize yaramıştı. Dernek sokmaları başta ben olmak üzere derneğin giderlerinin çok üzerinde gelire kavuşmuştuk. eskilerini çok sevindirdi. 2006 yılında derBöylece İsmail Pamuk’un da destekleri ile gi çıkarmak için dernek kurmuştuk. Sonra daha güzel bir yer arayışına girdik. dernek faaliyetleri derginin önüne geçmişti. Hamamönü ve arkası… O yıllarda da dergiyi internet üzerinden Murat Şahin, derneği Hamamönü semtine yayınlıyorduk. Ancak maddi imkânsızlıklar taşımak istedi. İtiraf etmeliyim ki ilk başta bu nedeniyle dergiyi basılı hale getirememiştik. fikre karşı çıktım. Mevki oldukça otantik ol- 2010 yılında zar zor biriktirdiğimiz 1000 TL masına rağmen kiraları çok yüksekti. Mehmet ile derginin iyi yazılarından seçme bir sayıyı Çetin’in de yönetiminde bulunduğu 14 Mart çok basit bir tasarımla 1000 adet bastırmışTıbbiyeliler derneğiyle birlikte aynı konağı tık. İlk basılı dergimizden sonra bir daha kullanacaktık. Bu fikre de muhalif olmama kaynak bulamadık ve dergiyi bastıramadık. rağmen şimdiki yerimize taşındık. İsmail Pa- Çağın değişmesiyle basılı dergi eskisi kadar muk’un büyük katkılarıyla yeni yerin tefrişatı da ilgi görmüyordu. Genç arkadaşlarımızın yapıldı. Yüksel caddesindeki yerden çok az 2018 yılında dergiyi dijital ortama taşımaları eşya getirdik. Ancak oradan ayrılırken de bu anlamda çok doğru bir karardı. Bu sayıda hatıralar beni sardı. Muratla boş odada son da dergi için 10. Yıl temasını belirlemeleri ve bir fotoğraf çektirdik ve ayrıldık. Yeni yer iki 10 yıl önceki dergide yazı yazanları bu sayı katlı iç bahçesi olan ve tarihi bir Osmanlı için davet etmeleri oldukça ince düşünülmüş konağıydı. Giriş katta bir başkanlık odası bir bir hareketti. Umarım biz de bu güzel eyleme de mescit, üst katta tıbbiyelilere bir oda, bir katkı sağlamış oluruz. konferans salonu ve bir de kütüphane kur2018 – Tuba Sarı Çitil dönemi… duk. Kütüphanenin kitapları için herkes yeni 2018 yılının Haziran ayında misafir öğrekitaplar bağışladı. Ben de zamanla bu yeni tim üyesi olarak İngiltere’ye gitmiştim. O yıl yere ısındım. Özellikle ramazan aylarında Türkiye’de başkanlık seçimleri vardı. Siyasi dernekte verdiğimiz toplu iftarlardan sonra gündem tüm ülkeyi sarmıştı. Seçimlerin ardınkonağın önündeki dar sokağa bir tabure atıp dan dernek başkanımız Murat Emre Şahin çay içmenin bağımlısı olmuştum. siyasete gireceğini açıkladı. Genç Akademisyenler Derneği her ne kadar milliyetçi bir ide-
51
olojiye sahip olsa da hiçbir zaman siyasi bir organizasyona dönüşmedi, dönüştürülmedi. Hiçbir siyasi organizasyonun da yan kuruluşu olmadı. Yukarıda da defaatle açıkladığım üzere milliyetçi genç aydınlar için bir kültür ocağı, bir aile yuvası oldu. Üyelerimizden aktif siyaset yapan ya da buna meyil edenler muhakkak oldu. Ancak yönetim kademesinde kimsenin siyaset yapmasına müsamaha gösterilmedi. Bu yazılı olmayan bir kuraldı. Murat başkan da bunu çok iyi bildiği için bu açıklamasının ardından başkanlık görevini bıraktı. Murat’la en başından beri çok uzun bir yolculuğa çıkmış ve çok büyük fırtınalar atlatmıştık. Başkanlığı döneminde de derneğe eşsiz katkıları oldu. Hakkı ödenemez. Ancak bir nöbet değişimi gerekiyordu. 2018 yılının Ağustos ayında olağanüstü kurula gidildi ve seçim yapıldı. Dernek başkanlığına Tuba Sarıl Çitil getirildi. O sıralarda Tuba İngiltere’ye beni ziyarete gelmişti. Biz Tuba’nın seçildiğini Londra’dayken öğrenmiştik. Bir kadının yönettiği krallıktayken derneğin başına ilk defa bir kadın başkanın gelmesi ilginç bir tesadüf olarak hatıralarımızda tebessümle yer edindi. Türk milliyetçilerinin kurumlarında kadın başkan pek alışıldık bir durum değildi. Ancak Genç Akademisyenler bir aileydi. Bu ailenin analarından birinin başkan olması bizim için şaşırtıcı olamazdı. Tuba Sarı Çitil ortaokul yıllarından bu yana teşkilatlarda görev almış ve derneğin kuruluşundan bu yana birçok fedakârlık yapmış bir yol arkadaşımızdı. Eşim olması benim için şahsi bir mutluluk taşısa da dava arkadaşım olması her zaman daha önemli bir yerde duruyordu. Günümüzde insanlar düğünlerinden sonra balayından selfie paylaşırken o turuncu koltuklarında oturan misafirleri ile bir hayali paylaşıyordu.
güzel örneklerinden biri. Özellikle çocuklar için yapılan okuma ve tiyatro faaliyetleri bu dönemde çok güzel ürünler ortaya koydu. Bu kapsamda derneğin analarından Ceren Nur Çetin’i de takdirle anmakta fayda var. Tuba Çitil yıllarca beni akademik hayatta desteklerken, iki evlat yetiştirmiş ve onlarca dernek gencine analık ve ablalık yapmıştı. Gecenin kaçı olursa olsun evimize sorgusuz gelen kırktuğlara çorba kaynatır, onları dinler ve dertleri ile ilgilenirdi. 2018 yılından itibaren de kurumsal olarak başımıza geçti ve bizi bu günlere başarıyla taşıdı. Bilge ve insani kişiliğiyle varlığı bize ve ailemize güç katmaya devam ediyor… Son söz… Genç akademisyenlerin ve KIRKTUĞ’un uzun serüvenini anlattığım bu yazıda yaşadıklarımı ve yaşananları kendi penceremden anlatmaya çalıştım. Burada birçok arkadaşımızın adını ve emeklerini zikretmeye çalıştım. Bu kadar uzun bir serüveni yazarken yüzlerce kıymetli isim hayatımıza dokundu. Unuttuklarım varsa affola. Ancak sözün başında da belirttiğim gibi dernek var olduğu müddetçe birileri sizi hatırlayacak ve hatıralarınızı yaşatacaktır. Bizim üniversiteye başladığımız ilk yıllarda ve sonrasında yaşadığımız zorlukları herkesin bilmesini istedim. Hayatın zor ve çaresiz dönemeçlerinde küçük adımların ve büyük fedakârlıkların insanların ya da kurumların kaderinde ne kadar etkili olabileceğini göstermeye çalıştım. Bu yüzden derneğe emeği geçen herkese şahsım ve derneğin kurucuları adına teşekkür ediyorum.
Genç Akademisyenler derneğin geçirdiği evreleri ve bu derneği ayakta tutan kahraman Tuba Çitil dönemindeki faaliyetler de say- Türk Milliyetçilerinin kendi övgüsünü kaleme makla tükenmez. Ancak pandemi sürecinde aldığım bu yazının bundan sonraki on yılbile aralıksız olarak devam eden kitap okuma larda da yerimize gelecek gençlere bir ruh ve filim okuma faaliyetleri bu dönemin öne aşılaması arzusunu taşıyorum. çıkan faaliyetleri arasında gösterilebilir. Kadın bir başkan döneminde ailelerin ve çocukların dernekte daha mutlu ve aktif olduğunu da belirtmekte fayda var. KIRKTUĞ dergisinde dernek çocuklarının yazı yazması bunun en
52
Murat Şahin’in belirttiği üzere “Bilmelisiniz ki Türk Milliyetçiliği tek bir kurum ya da kişinin uhdesinde ilerleyemeyecek kadar büyük ve zor bir ülküdür. Bu nedenle yaşadığınız tüm zorluklara rağmen doğru yoldan ayrılmadan çaba gösterirseniz muhakkak ki başarıya ulaşırsınız. Genç Akademisyenler; Anadolu’nun gariban topraklarından gelen inançlı gençlerin yuvasıdır. Bu yuva 21. Yüzyılın postmodern şartlarındaki ihtiyaçlardan doğmuş yeni bir ocaktır. Ne mutlu ki bize bu ocağın ateşini yaktık, ne mutlu ki bize bu ocakta piştik… Ne mutlu bize ki böyle kocaman bir aileyiz.” Bu ailenin gelmiş geçmiş tüm fertlerine şükranlarımı sunuyorum. Ve inanıyorum ki bu aile davamızın ateşiyle genişleyip tüm karanlıklara ışık olmaya devam edecektir. Vesselam…
53
İlim ve Mefkûre İnsanı:
Erol GÜNGÖR Dr. Murat Emre Şahin Ölümün en güzel tarafı, Onun (Dündar Taşer’in vefatının ardından) sohbetlerine yeniden kavuşmak olacak. Erol GÜNGÖR Erol Güngör, 25 Kasım 1938 Kırşehir doğumludur. İlk orta ve lise tahsilini babasının memuriyeti dolayısıyla Kırşehir’de ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde tamamladı. Büyük dedesi Hafız Osman Efendi hem medrese tahsili yapmış ilim sahibi bir imam hem de Ahi Şeyhi olduğu söylenmektedir. Küçük yaşlardan itibaren de ilmi gelişiminde Dedesi Hafız Osman Efendi’nin önemli bir rolü olduğu görülmektedir. Kendisinden Arapça ve Osmanlıca yazı (rika dâhil) yazmayı öğrenmiştir. İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nde okuduğuna dair Yağmur Atsız’ın bir bilgisi var ancak bu farklı kaynaklardan teyit edilmemektedir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde yükseköğrenimine başlar. Yağmur Atsız burada sınıf arkadaşıdır. Ancak bulunduğu muhitten çevrenin, Fethi Gemuhluoğlu ve Mümtaz Turhan’ın da yönlendirmesiyle Felsefe Bölümüne geçiş yapar. Burada Hilmi Ziya Ülken’den dersler alır. Hüseyin Nihal ATSIZ ile yakın bir ilişkisi vardır. Bunu daha sonra Atsız’a Armağan adlı takdim eseri bu yakınlığın ne boyutta olduğunu bize gösteriyor. Ancak Dündar Taşer, Erol Güngör’ün şahsiyetinin gelişiminde önemli bir etki bıraktığı görülmektedir. Bunu da başucu kitaplarında Türk Milletinin rüyası olarak Taşer’in Türkiyesi başlıklı bölümleriyle aralarındaki fikri ve dostluğa dair ilişkiyi bizlere anlatır. Dönemin YÖK Başkanı İhsan Doğramacı’nın tavsiyesi ve ısrarıyla önce OMÜ’ye (kabul etmedi), sonrasında Konya Selçuk Üniversitesi rektörü oldu. Görevi kabule ettikten 8 ay sonra 24 Nisan 1983 yılında kalp krizinden vefat etti. Fethi Gemuhluoğlu, dönemin gelecek vadeden genç ilim ve fikir adamlarının İstanbul kültür hayatındaki ilk uğrak yerlerinden birisidir. Erol Güngör’deki meziyeti fark eden, Fethi Gemuhluoğlu, Mümtaz Turhan, Hilmi Ziya Ülken gibi hocaların yanına Felsefe Bölümüne yönlendirir. Felsefe Bölümünün önemli hocalarından Hilmi Ziya Ülken’in öğrencisi olur. Erol Güngör, Hilmi Ziya Ülken’in ders notlarını eski yazı ile muazzam tuttuğu görülmektedir. Öyle ki, Hilmi Ziya Ülken’in Türkiye’de Çağdaş Düşünce Akımları adlı eseri, Erol Güngör’ün derste tuttuğu notların bir araya getirilmesiyle oluşmuş bir eserdir. Erol Güngör’ün biyografisinde akademik gelişimi açısından iki önemli husus dikkati çekmektedir. Bunlardan biri Erol Güngör’ün gelişiminde, tasavvuf ve medrese geleneğine sahip bir aile ortamı, diğeri ise Mümtaz Turhan gibi alanında önemli bir şahsiyetin yanında bulunmasının önemli katkıları vardır. Dolayısıyla bir ilim adamı olması noktasında gerekli alt yapıya fazlasıyla sahipti. Bütün bu bileşenlerin yanında Erol Güngör’ün ilmi disiplini ve muhakemesi
54
de eklenmesiyle Gökalp silsilenin en önemli halkasını oluşturmuştur. Erol Güngör’ü anlayabilmek için bir noktaya önemle değinmek gerekir. Erol Güngör, ilmi inkişafını bir metot içerisinde ele almaktadır. Fuat Köprülü ve Zeki Velidi Togan’ın usul ilminin karşılığını Erol Güngör’ün ilmi hayatında görebiliriz. Bu bakış açısı Hilmi Ziya Ülken ve Mümtaz Turhan’da da vardır ve haliyle Erol Güngör de ilmi meseleleri belli bir perspektiften ele almaktadır. Erol Güngör’ün eserlerini bu anlamda bir bütün olarak değerlendirdiğinizde, rastgele ele alınmış biraz oradan biraz buradan eserler değildir. Hepsi bir bütünlük gösterir ve kendi içerisinde de tutarlı olduğunu görürüz. Erol Güngör’ün üzerinde en çok durduğu meseleler; kültür değişmesi ve modernleşme, Türk Kültür ve Medeniyeti, tarih ve milliyetçilik, aydın-halk ikiliği, İslamiyet ve muhafazakârlık olarak sıralanabilir. Erol Güngör’ün ortaya koyduğu eserlerde Doğu Batı Medeniyetleri arasındaki mukayeseleri, toplumların değişim ve gelişimindeki temel dinamikleri üzerine kültür ve medeniyetin belirleyici etkisini ortaya koymaya çalışmıştır. Kültür ve Medeniyete ilişkin yaklaşımlarını ele aldığı Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Dünden Bugünden Tarih, Kültür ve Milliyetçilik, Tarihte Türkler, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Türk Tasavvufunun Meseleleri gibi temel eserleri bulunmaktadır. Bunların yanında Sanayileşmenin Kültür Temelleri, Batı Düşüncesindeki Değişimler, Dünyayı Değiştiren Kitaplar, İktisadi Gelişimin Merhaleleri ve Sosyal Psikoloji gibi çeviri kitaplarını da Türk kültür hayatına kazandırmıştır. Bu eserlerinde genel olarak kültür ve medeniyet bağlamında, toplumsal değişimi ve gelişimi irdelemiştir. Diğer bir ifadeyle toplumsal değişimi ve gelişimi meydana getiren unsurların arkasındaki temel saikleri, yani kültürel değerleri ve buna bağlı olarak toplumsal birikimlerin üzerinde durmuştur. Ayrıca bütün bu eserlerin yanında Değerler Psikolojisi ve Estetik üzerine yazdığı tezleri, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, Sosyal Meseleler ve Aydınlar ile ilgili makalelerin bir araya ge-
55
Sosyal bir varlık olarak insanın duygu, düşünce ve davranışlarıyla ortaya koyduğu her şey kültür içerisinde yer almaktadır. Çünkü kültür, tarihsel birikime dayanır. Bu birikimin içinde tecrübeler, alışkanlıklar, içselleştirilmiş davranış kalıpları ve buna bağlı olarak aynı toplum içerisinde belli standart ölçüler vardır. Kültürün bu özelliğini dikkate almayanlara yönelik olarak Erol Güngör, bir eleştirisini Erol Güngör’ün eserlerini Dündar Taşer şöyle ifade etmektedir: Başka kültürlerin özleöncesi ve sonrası diye iki ayrı döneme ayı- mi ile hareket edenler, başka kültürlerin etkisi rabiliriz. Dündar Taşer’in vefatından önce altında kalan zihniyetlerin, kendi kültürlerine ortaya koyduğu eserler genel itibariyle çeviri ihanet ettiklerini ve bu nedenle taklit ettikleri eserlerdir. Erol Güngör’ün Türk tefekkür ha- kültürler içerisinde de komik gözüktüklerini yatında başucu kitapları olarak değerlendi- belirtmektedir. Erol Güngör’ün düşüncesinde her ilim adarebileceğimiz eserlerini Dündar Taşer’in vefatından sonra kaleme aldığı görülmektedir. mında olması gereken, Türk Kültür hayatına Erol Güngör ilim adamı olmasının yanında ilişkin, bazı temel varsayımları vardır. Tarihte bir mefkûre insanıdır. İlmi meziyetlerini sahip Türkler adlı eseriyle de bu varsayımını desteklemektedir. Erol Güngör’ün varsayımları olduğu mefkûreyle birleştirmiştir. Bugün burada Erol Güngör üzerine ko- nelerdir diye baktığımızda, en belirgin olanı nuşacak isek, meselelere yaklaşımda ilmi tarihi bir bütün olarak görmesidir. Kültür de perspektifin önemi vardır. Bu doğrultuda da bu tarihsel birikim üzerine inşa edilmekteöncelikle şunu ifade etmek gerekir, Sosyal dir. Belli bir toplum içinde insanın kendisi, bilimlerin yapı taşı kavramlardır. Bu anlam- yaşadığı coğrafya, sosyal çevresi ve diğer da da Erol Güngör için kültür ve medeniyet maddi ve manevi unsurlarla tarihsel bir süreç kavramları, anahtar kavramlardır. Değerleri, içerisindeki etkileşimi ve bu etkileşim netiestetiği, milliyetçiliği, iktisadi gelişimi, sosyal cesinde tecrübeler, birikimler, alışkanlıklar ilişkileri, aydın düşüncesinin temelini, sosyal kültürü oluşturur. Bütün bunların yanında Türk ahlak anlayışını hep bu kavramlarla ilişkilen- tarihine ve kültürüne ilişkin varsayımlarına baktığımızda; Erol Güngör, Türk kültürünü direrek ele almaktadır. dünya üzerindeki en zengin kültürlerden biri Sosyal bilimlerde kavramlara yüklenen olarak resmetmektedir. Türklerin çok eski bir anlamlara göre sosyal meselelere yaklaşımlar tarihe sahip olduklarını ve Türk kültürünün indeğişebilmektedir. Bu doğrultuda sosyal bi- sani değerler açısından Batı medeniyetinden limlerde ve özellikle sosyolojide bu anlamda daha güçlü ve köklü olduğunu söylemektedir. birçok kavram vardır. Bu kavramlar içerisinde Ona göre, Türk kültürünün Batılılaşmaya dien karmaşık olanlarından birisi kültür kav- renmesinin sebebi de budur. Buradan da anramıdır. Bu anlamda sosyologlar arasında laşılacağı üzere, Güngör’ün temel varsayımı üzerinde uzlaşılmış bir kültür tanımlaması Türk tarihini ve kültürünü, yani İslam öncesi yoktur. Her paradigmanın, bakış açısına ve İslam sonrası dönemi, bir bütün olarak göre farklı tanımlamalar ortaya konulmuştur. görmektedir. Kültür kavramı içerisinde medeniyet, değerKültür ve medeniyet üzerine araştırma yaler, modernleşme, milliyetçilik, milli kimlik gibi kavramları da barındırmaktadır. Diğer panlar, çok farklı yaklaşımlarla karşılaşırlar. bir ifadeyle değerler, millet, milliyetçilik, milli Bunlardan en belirgin olanı kültür ve medeniyet kimlik gibi unsurlar kültür kavramı içerisinde arasındaki ayrımın belirgin bir şekilde yapılamadığıdır. Öyle ki, bazen kültüre atfedilen ele alınmaktadır. anlamlar ile medeniyete atfedilen anlamların tirildiği kitabı ile Milli Eğitim Bakanlığı’nda bir dönem ders kitabı olarak okutulan Etik kitabının da yazarıdır. Erol Güngör’ün bütün bu eserleri incelendiğinde genel hatlarıyla bir tutarlılık vardır. Bu da ilim adamının yazdığı eserlerde, döneme ve şartlara göre bir takım endişelerden ziyade, olması gerekenleri kendi ilmi perspektifinde soğukkanlılıkla ele almasından kaynaklanmaktadır.
56
ğiştirilmesi talep edilmeyen her şeyi kültür kategorisine sokmuştur. Ancak Güngör, bu görüşün özellikle din kavramı konusunda epey çelişkili olduğunu söylemektedir. Gökalp’e göre, İslamiyet Türklerin bir icadı olmadığı için, medeniyete dâhil olması gerekir. Güngör ise Türk milleti İslamiyet’i kendine has bir biçimde benimseyerek kültürünün bir parçası yapmıştır. Dolayısıyla Türklerin İslamiyet’i yaşayışı ile diğer toplumların İslam’ı yaşayışı Erol Güngör, Gökalp’in kültür ve medeni- arasında üslup farklılığı vardır. Bunun sebebi yet anlayışına ilişkin ortaya koyduğu ayrımın, de kültürel farklılıklardır. Erol Güngör’e göre, kültür, bir tarihi gedönemin koşulları içerisinde sosyal meselelere ilişkin pratik endişeleri gidermek mak- lişimin ürünüdür. Ona göre, kültürün eskisi sadıyla ortaya koyduğunu iddia etmektedir. ve yenisi olmaz. Toplumsal yaşam oluşmaya Batı dünyasının teknik anlamdaki gelişmişliği başladığı andan itibaren kültür başlamış ve karşısında, Türk kültürünün korunması açı- gelişerek bir yere gelmiştir. Kültür, teknik sından böyle bir ayrıma gitmiştir. Gökalp, değildir, teknoloji değildir. Teknolojinin yekültürü, milli yapılara ait; medeniyet ise bey- nilenmesi sonucu demode olan bir eşyanın nelmilel bir mesele olarak ele almıştır. Ancak çöpe atılması gibi, yerleşmiş kültür unsurlarını Erol Güngör bu meseleye daha soğukkanlı bir kenara ayıramazsınız ve atamazsınız. ve ilmi olarak yaklaşmaktadır. Erol Güngör’e Medeniyet ise, insanlık tarihi boyunca daima göre; kültür ve medeniyet ayrımı bizler – tek istikametli ve ileriye doğru bir gelişme Türkler- için sadece sosyolojik bir kavram göstermiştir. Bu yüzden medeni veya teknolomeselesi değildir; millet hayatına nasıl bir jik eserlerde yenilik her zaman mükemmellik yön vereceğimiz konusundaki isteklerimize manasına gelir. Erol Güngör’e göre; medeniyet için teknoloji için bunu söyleyerek yeniyi objektif veya ilmî destek bulma gayretidir. Erol Güngör’e göre, Gökalp devrinin ay- eskiye tercih edeceğimizi ifade eder ama dınlarının karşılaştıkları en önemli çıkmaz- kültür sahasında eski ve yeni tabirlerinin oblardan birisi, Batı dünyasının bizi maddi jektif manası yoktur, bu tabirler sadece iki şey bakımdan ezen bütün medeni vasıtalarına arasındaki zaman farkını işaret eder, diyerek sahip olmak istenirken, öbür taraftan aynı kültürün yerini belirler. birbirlerinin yerine kullanıldığı görülmektedir. Bu farklılığı Gökalp silsilesi içerisindeki Yılmaz Özakpınar’da görebiliriz. Diğer bir ifadeyle kültür ve medeniyet kavramlarının ne olduğuna ilişkin Türk düşünce hayatındaki tartışmalar Ziya Gökalp’ten beri devam etmektedir. Bazıları bu konunun Gökalp’inkine benzer şekilde daha keskin bir ayrıma tabi tutulmasını, bazıları da bu ayrımın sunî bir ayrım olduğunu iddia etmektedir.
dünyanın zevkleri, aile hayatı, her türlü sosyal münasebetleri, felsefi ve dini inançları, sanat ve eğlence hayatından nasıl uzak tutulacaktı? Gökalp bu endişelere yönelik pratik çözüm olarak Kültür ve Medeniyet ayrımına gitmiştir. Gökalp’in kendi tabiriyle, hars olarak ifade ettiği kıymet hükümlerinin bir milletin devamlılığı ve milli kimliğini koruması açısından önemli olduğunu düşünmektedir. Erol Güngör, Gökalp kadar keskin bir ayrım içerisinde olmamasına karşın, kültürün millete ait unsurlar, medeniyetin ise teknik gelişmeler olarak ele almaktadır. Ancak Erol Güngör, kültür ve medeniyet arasında Gökalp’in aksine belirgin bir ayrımın yapılamayacağını da ifade etmektedir. Bilindiği üzere, Gökalp de-
Erol Güngör’e göre, kültürde geri dönüş de olmaz. Çünkü kültür tarihsel bir birikimin, alışkanlıkların, örf, adet ve gelenek haline gelmiş bütün kıymet hükümlerini içerisinde barındırır. Bu konuda Erol Güngör, eski bir kültür bugünkü kültürümüzün daha önceki zamanlarda kullanılan formlarını ifade eder. Bu eski unsurlar bize gelinceye kadar birçok değişikliğe uğramıştır. Yani eski unsurlar ile yeni unsurlar bir araya geldiğinde yeni bir sentez oluşur. Ancak eski ve yeni durum arasında bir uyumluluk söz konusudur. Daha doğru bir ifade ile uyarlama söz konusudur. Dolayısıyla kültür ve kültürel değişime bağlı olarak kültürel devamlılık da burada gizlidir. Kültür unsurlarında meydana gelen değişimler, zamana bağlı
57
olarak oluşur, değişiklikler çoğu zaman hissedilmez ve toplumu meydana getiren insanlar arasında uyumlu hale gelir. Zaten uymuyorsa, kültür olarak ele alamayız, dolayısıyla toplum o değişikliği bünyesinde kabul etmez. Kültür unsurlarında meydana gelen tahripler, toplum içinde uyumsuzlukları ortaya çıkartır. Durkheim, bunu anomi olarak tarif ediyor. Kültürün bu anlamda, toplumu koruyucu, normalleştirici, uyum ve ahenk sağlayan bir özelliği vardır. Bu yüzden, Erol Güngör, bir toplum hayatında kültürün gerekliliği üzerinde durur. Şimdi bütün bu açıklamalardan sonra kültüre ilişkin bir tanımlama yapmak gerekirse, kültür, insanın ortaya koyduğu her şeydir. Ancak insanın kültür olarak ortaya bir şeyler koyabilmesi için; tarihsel birikim ve süreçlere, tecrübeye, terbiyeye, sosyalleşmeye, ahlaka, alışkanlıklara, sosyal ahlaka, değerlere ve bütün bunların yanında örf, adet ve geleneklere ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaçlar da hep belli ortamlarda, belli mekânlarda ortaya çıkar, gelişir ve nesilden nesile de aktarılır. Bu anlamda tarihin, coğrafyanın, insanın kendisi ve sosyal çevresinin etkileşimi bir bütün olarak ele alındığında kültür oluşur. Bütün bunların yanında en önemli husus şudur: İnsanlar sahip olduk-
58
ları kültürel birikimi sürdürme eğilimindedir. Toplumdaki uyumu gösteren, sosyal ilişkilerin yönünü tayin eden bu kültürel birikimdir. Erol Güngör, kültüre ilişkin olarak, bir kültür kendi kaynağında ne kadar canlı ve güçlü olursa olsun, kaynağından uzaklaştıkça orijinalliğini kaybeder ve çok basit bir taklit konusu haline gelir. İşte bu noktada da devreye milliyetçiler girer. Onların görevi kültür hayatına sahip çıkmaktır. Milli kültürlerin yok olmasını engellemektir. Taklitçi zihniyetin hâkimiyetine, milli kültürün yozlaşmasına sebep olabilecek her türlü davranışa karşı tavır koymaktır. Bu noktada da milliyetçilerin destek alabilecekleri tek kaynak, Gökalp’in de iddia ettiği gibi halktır. Bu konuda Erol Güngör şunları ifade etmektedir: Milliyetçilerin milli kültür davası işte bu soysuzlaşmayı önlemeyi hedef tutmaktır. Milliyetçilik, milli kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı haline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık pazar yeri halinden kurtarmak hareketidir. Binaenaleyh, milliyetçilik aynı zamanda bir MEDENİYET DAVASIDIR. Bu bağlamda Erol Güngör’e göre milliyetçiliğin asıl gayesi memlekette halka dayanan bir rejim kurarak Türkiye’yi modern bir milli devlet haline getirmektir.
BİR FOTOĞRAF KARESİNDEN GENÇ AKDEMİSYENLER’E Eren Kılıç
dernek üyelerinin aidatlarından karşılayan kaç dernek vardır sayısını bilmiyorum ama Genç Akademisyenler bu az sayıda dernekten biridir. Ben dernekle kuruluşundan kısa bir süre sonra tanıştım ve kuruluşta hiçbir emeğim yoktu. O zamanlar yapılan işin önemini yeterince anlayamasam da gün geçtikçe ne kadar önemli bir işin başarıldığını daha iyi kavrama Nereden başlayacağımı, nasıl anlataca- imkânı buluyorum. Bundan ötürü kuruluşta ve ğımı bilemesem de, bu yazıda Genç Akade- devamlılığın sağlanmasında emeği geçen ismisyenler’in kendi adıma yerini ve gelecekten mini sayamadığım herkese teşekkürü bir borç bilirim. Mahmut abinin yazdığı ve her okudubeklentilerimi anlatmaya çalışacağım. ğumda içimin cız ettiği “10.yıl Vefa Mektubu” Mensubu olmaktan gurur duyduğum Genç derneğin başlangıçtan bugüne olan serüveniAkademisyenler Derneği ile tanışmam bir ni anlatması bakımından önemlidir ve kendini fotoğraf karesinde saklıdır. 2007 yılında bu derneğin mensubu hisseden herkesin okuATO’da düzenlenen “Doğu Türkistan” pane- ması gereken önemli bir kaynaktır. linde üniversiteden bir arkadaşımız prograBugünden geçmişe baktığımda, Vefa Mekmın sunucusuydu ve üniversite teşkilatı olarak katılmıştık bu panele. Abim Mahmut Çitil de tubunda bahsedilen birçok ekonomik probleDernek başkanımız Tuba Çitil’le birlikte o mini halletmiş, Cumartesi sohbetlerini gelenek paneldeydi. Biz ATO’nun önünde, Türk Dev- haline getirmiş, e-dergi formatında dergisini letlerinin bayraklarının olduğu alanda fotoğ- çıkaran, kitap ve film okuma programları raf çektirmek için bakınırken uzaktan bir ses oturmuş ve geleceğe daha umutla bakan bir “gençler isterseniz fotoğrafınızı çekebilirim” dernek görüyorum. Milliyetçi camianın en diye seslendi. O gün o fotoğraf çekilmeseydi özgürlükçü ve en entelektüel derneği olduğu ben bugün bu yazıyı büyük ihtimalle yazmı- fikrindeyim. Bunların hepsi bir dernek kültürü yor olacaktım. Mahmut Abi fotoğraftan son- oluşturabilmek bakımından çok önemli ve ra -her halimizden teşkilat olduğumuz belli artık bu kültürün oluştuğunu sevinerek hisseolduğundan- bizi Derneğe davet etti. Birkaç debiliyorum. Derneğin benim için önemli misyonlarıngün sonra teşkilattan 4-5 arkadaşla derneği ziyaret ettik, dönemin dernek başkanı Hasan dan biri de, Ülkemizde ve Dünyada kendini Eşici ağabey bizi ağırladı ve o gün bugündür yalnız hissetme oranlarının günden güne arttığı bir ortamda, bu duyguyu ciddi oranda dernekteyim. Türkiye’de 14 yıldır kesintisiz faaliyetine aşmamızı sağlayan bir sosyal ortamı bizlere devam eden, her sene faaliyetlerinin kali- sunmasıdır. Burada beni çok üzen bir olayı tesini artıran ve bunu yaparken sırtını hiçbir anlatmadan geçemeyeceğim. Dernekten bir güç odağına dayamayan, -geçmişte bir çok kardeşimiz Ankara’da savcılık stajı esnasında sıkıntılar yaşansa da- ekonomik ihtiyaçlarını bir intihar vakasında yaşadıklarını anlatmıştı Dergi ekibinden arkadaşlar 2009 yılında çıkardığımız derginin ilk sayısında yer alan yazarların yazılarından oluşan bir sayı tasarladıklarını ve benden de bir yazı beklediklerini paylaştılar. Ben kendi adıma o sayıya bir yazı gönderdiğimi unutsam da genç arkadaşlar unutmamışlar ve bu sorumluluğu benden de beklemişler. Sağ olsunlar.
59
ve bu beni derinden etkilemişti. İntihar eden gencin odasına girdiğinde odada Başbuğ’un resminin asılı olduğunu, İzmir’de teşkilatçılık yaptığı günlerden birçok fotoğrafın bulunduğunu ve bu gencin anlatılanlardan ötürü büyük ihtimalle yanlızlık psikolojisiyle intihar ettiğini belirtmişti. Bu genç Ankara’daydı ve bizden biriydi. Belki de dernekle tanışmış olsa bu sorunlarını aşabilirdi ve bu vahim olay yaşanmayabilirdi. Bu olayla gerek dernek içinde, gerek dernek dışında dokunmamız gereken bir çok insan olduğunu hissettim. Derneğin potansiyelinin şu an yapılanlardan çok daha fazla olduğunu ve dernek mensubu olan herkesin bu noktada bir sorumluluk taşıdığını belirtmek istiyorum. Bundan sonra yapılacak programların kalitesinin artırılmasının yanında, yeni birçok faaliyetin eklenmesi için de gerekli maddi manevi ortamın dernekte bulunduğunu görüyorum. Gerek tembellikten, gerek hayat meşgalesinden gerek de konfor alanımızın genişlemesinden ötürü bu potansiyeli yeterli derecede kullanamıyoruz düşüncesi bazen aklımda dolaşıyor ve beni üzüyor. Bunun yanında son yıllarda genç nüfusun giderek azalması, üzerine düşünülmesi gereken önemli bir sorun ve bu sorun, özel eğitim grupları gibi geçmiş yıllarda elde edilmiş bazı kazanımların sekteye uğramasına da sebep oluyor. Burada genç üyelere sorumluluk düştüğü kadar, yıllardır bu derneğe mensup olan üyelere de sorumluluk düşmektedir. Pandemi günlerinde Derneğin üzerimdeki etkisini daha fazla anladım ve sorumluluğumu daha fazla hissettim. Bu yazıyı yazarken de üzerine biraz daha düşünme fırsatı yakaladım. Her gün kendi adıma, dernekte neleri daha iyi yapabiliriz? Derneğe yeni ne gibi etkinlik kazandırabiriz? sorularını sormadan uyumama kararı aldım. Şu günleri bir an önce atlattıktan sonra aktif bir dernek hayatı geçireceğimiz zamanları sabırsızlıkla bekliyor ve herkese hürmetlerimi iletiyorum.
60
Ferhat Işık
BİZ’e DÜŞEN
Safı belli olup, yola koyulan ve cehennemi söndürmeyi acıları dindirmeyi dert edinen bir topluluk. 10 yıl önce kırk tuğ kaldırıp, kırk yiğitle yola çıkan ve her kırk tuğun altında kırklar çoğaltan, gönüller fetheden güzel insanlar. Coğrafyanın, ülkenin ve milletin kendine yüklediği sorumlulukları özümsemiş ama herkes olmamış, herkesten farklı durmuş bir nesil. Takdire şayan bilgi birikimleri okuma ve kendini geliştirip olaylara farklı açılardan bakma beceriyle dikkat çeken bir kitle… Siz bunları başarmış insanlarken artık çok işiniz yok herkesle, çünkü onlar kendi dertlerini bile tespitten bihaberler… Bize düşen bundan sonra, bundan önce ki gibi daha ileriyi görmektir. Bize düşen Türklüğü dinsizleştirmeden, islamı ödenmiş sermaye görmeden, köklerimizin ve genlerimizin bize yüklediği sorumlulukları yerine getirmektir. Burası Ortadoğu burada her türlü bağın aşırı önemi olmakla birlikte devreye giren bir şeyh veya liderle bütün bağlar birbir anlamını kaybeder. Burada işlendi ilk cinayet, burada başladı ilk kıskançlık ve burada ilimle cehalet zirveyi yaşadı. Birilerinin sermayesi ve zincirini parçalayacak canavarı olan cehalet, bizim düşmanımız olmalı. Hoşgörüyü ve mütevaziliği karşı tarafa hissettirirken çokta sükut altındır demeden bildiğimizi bildirmek gibi bir sorumluluktur bize düşen… Aydınına değer biçilebilen veya aydını sinen bir toplumda etliye sütlüye karışmadan yaşamak en kolayıdır. En kolayıdır okuyup okuyup susmak ve bütün sorumluluğu başkalarına yüklemek. Zor olansa bildiğin doğruları yaşamak ve yaşatmak için verilecek mücadeledir. Bu toplumda herkes şikâyetçidir çürük işten, bozuk ahlaktan, umursamaz eğitimciden, milletten habersiz vekilden, sokakların çöp dolmasından ve korkuyla sokağa dahi çocuğunu gönderememekten. Ama hiç kimse kendinden başlamaz işe en iyisini yapmak için, eleştirmek varken emek vermek zordur çünkü, zordur iyi işler yapmak çünkü “ Allah işini güzel yapanları sever” buyurulur maide 148 . nefsimize ağır gelir Allah ın emrettiğini yapmak aksi ise kolaydır. Bize düşen ne iş yapıyorsak en iyisini, en güzelini yapmaktır. Bize düşen Osmanlı tarihiyle yetinmek değil, Selçukluyu es geçmek Göktürkleri görmezden gelmek ve Enverleri yok saymak, Mustafa kemalleri aforoz etmek değildir. Bütünü görmek hepsini bilmek ve hepsine saygı duymaktır. Bize düşen biz olmaktır aslında, Araplaşmamış Müslümanlıkla, dinsizleşmemiş Türklükle… Herkese ve herşeye inat Türk’çe bakmak Türk’çe düşünmek ve Türk’çe yaşamaktır bize düşen…
61
FELEKTEN BİR GECE Yaşlılar anı gençler hayallerini anlatırmış derler. Her daim on sekiz ve her daim Ocakçı biri olarak felekten bir gece çalma hayalimi yazayım istedim. Ağustosun sonları yıl 2020 gökyüzünde kocaman bir dolunay. Kızılırmak kenarında yerleşim yerlerinden oldukça uzak telefon çekmeyen bozkır. Otomobillere uygun yol olmadığı için traktörle gidilebilen bir arazi. Arazi dediysem tarım yapılmıyor, hiç yapılmamış da sadece boş arazi yani bozkır. Akşam yemeği için malzeme hazır, domates, biber, peynir, zeytin, soğan ve yeterince ekmek. Muhabbet için sınırsız çay ve sınırsız sigara.
Davut Karataş
Demişiz ki onlara annen baban olmasa da bizler senin kısa süreli annen ve babanız seni yatılı okula gönderdiğimizi düşün. Seni çok seviyoruz. Olur ya Esed’in bir bombası seni bu dünyadan ayırırsa sakın bizi Allaha şikâyet etme. Birileri vardı Türkiye’de bizim için bir şeyler yapmak istediler bizi misafir ettiler de. Ona isteklerini soruyoruz. SeviVe bulunabilirse kafa dengi muhabbet yorsa sınırsız dondurma ısmarlıyoruz mesela seven birkaç kişi. Sonra Asya bozkırları gibi boğazı şişermiş diye bile korkmuyoruz. Bir uçsuz bucaksız hayaller. Süre sıkıntısı yok, hafta evinin sıcaklığını yaşatıyoruz onlara. çalan telefon yada uğraşılan bir laptop yok. Sonra bu acıyı çocuklarımızdan uzak tutması Ertesi gün tatil. için neler yapmamız gerektiğini konuşuyoruz. İnsanlar hayallerini dillendiriyorlar. KırgınBangladeş e gidiyoruz Arakan mülteci lıklar kızgınlıklar unutulmuş. Unutulmasa bile kampına. Hatırlarsanız babası ve annesi söylenmiyor. Herkes bohçasındaki hayalini gözünün önünde öldürülen o kızı bulup ona çıkarıyor gün yüzüne. Kızılırmak deli deli akısarılıyoruz. Babasının mezarını yaptırıyoruz yor. Saçmalayan olursa atın bana der gibi. sonra babasının mezarına çiçekler ekiyoGerçekten saçmalayanları atsak mı acaba ruz. Senin Türkiye’de bir ailen var merak Kızılırmağa? Bu da senin nasibinmiş diyerek. etme diyoruz geleceğiz yakında seni babanı Başlıyor hayaller Turan’a dair Dün- mezarından ayırmayacağız ama acılarını ya’ya dair. Önce Çin’deki zulmü hatırımıza hafifletmek için geleceğiz. Biliyoruz ki senin getiriyoruz. Toplama kamplarında işkence- acıların dinmez ama belki hafifletiriz umuduynin en alasına katlanmak zorunda kalan tüm la geleceğiz. dünyanın kör ve sağır kaldığı zulmü nasıl Afrika’ya uzanıyoruz oradan, siyah derili sonlandırırız hayalleri kuruyoruz. Organ nakolduğu için her daim sıkıntı çeken zülüm göli için potansiyel olarak bekletilip kime hangi ren o kardeşlerimize. Senin derini siyah oladoku grubundan hangi organ gerekiyorsa rak yaradan Allah hamdolsun diyerek yemek o organın alındığı kardeşlerimizin dertlerini götürüyoruz oraya. Açlıktan ölmek üzere olan konuşuyoruz. Bu zulmü nasıl duyurabiliriz bu çocuklara ulaşıyoruz. Karınlarını doyuruyoruz zulmü nasıl durdurabiliriz diyerek dertleniyoonlar yemek yiyor bizim karnımız doyuyor. ruz hep birlikte. Onlar yemek yiyor bizim ruhumuz doyuyor. Sonra Suriye’de yıllardır süren savaş Onlar yemek yiyor yaşadığımızın farkına vasonucunda yetim kalmış çocuklar geliyor rıyoruz. Bir lokma ekmeğin ne kadar kıymetli gözümüzün önüne. O çocukları almışız me- olduğunun farkına varıyoruz. sela evlerimizde birer hafta misafir etmişiz.
62
Afganistan’a gidiyoruz. Oradakilere sizin tüm sıkıntılarınızı biliyoruz ve hepsini dindireceğiz diyerek gidiyoruz. Yıllardır gelmeyen barışı getirmişiz yanımızda. Yıllardır süren iç savaşlarını bitirmişiz. Çocuklar top oynuyor. Bir hastane açmışız orada hastalarını tedavi ediyoruz tedavi olmak için başka yere gitmek zorunda kalmıyorlar. Kızlar da insan olduklarını anımsıyorlar. Meta gibi başlık parası karşılığı satılmıyorlar. Evlilik için onların rızasının şart olduğunu anlatıyoruz onlara ve o coğrafyada yaşayan sözüm ona dindarlara o coğrafyada yaşayan erkeklere. Gönülleri olduğunu söylüyoruz o kızlara ve gönüllerinin istedikleriyle evlenmeleri gerektiğini söylüyoruz. Başlık parası karşılığı 15 yaşındaki kızların yetmiş yaşındaki erkeklerle evlenmelerine gerek olmadığını anlatıyoruz.
sağlık bakanlığına geliyor sıra Mehmet Çetin ve bana bakıyor bir ara duraksıyor. Mehmet Çetin sağlık bakanı olsun diyor Davut abi sen de lüzumsuz işlerden sorumlu devlet bakanı olursun. Sonra bu sığ hayalleri olan arkadaşımızı Kızıl ırmağın sığ sularına atıyoruz. Boğulmuyor merak etmeyin soğuk su iyi gelir sonrada harıl harıl yanan odun ateşinin karşısında kuruyor yavaş yavaş sığ hayaller kurmanın cezasını böyle çekiyor. Odun ateşinde dana eti ne de güzel olur aslında. Alperen Gökçe hiç gelmiyor mesela hem üşendiğinden gelmiyor hem de menüyü beğenmediği için gelmiyor. Çok akıllıca bir yaklaşım. O kadar yoldan gelip peynir zeytin yemek ne bir mangal bile yok diyor.
Sabaha karşı soruyor biri Davut abi seneye kurbanları nerede kesiyoruz? Bir de sen bu işToprağa gidiyoruz sonra misak ı milli sını- leri ne zaman bırakacaksın? Yeni Delhi ocak rımız içinde olan ve milyonlarca Türkmen’in olarak yedi hisseli bir danayı Hindistan’da yaşadığı yerlere. Öncelikle mezhep kavgala- kestiğim gün bu işleri bırakacağımı deklare rını bitiriyoruz. Şii-Sünni çatışmasının gerek- ediyorum. sizliğini anlatıyoruz. Bir yanımızda şii diğer Sabaha karşı bitiyor muhabbet ilk ışıklarla yanımızda Sünni kardeşlerimizle beraber. Bu kavganın kazananını anlatıyoruz ve bu beraber dağılıyoruz. Hayat normale dönükavganın kaybedeninin her daim Türkmenler yor. Geciken kredi taksitimizi, arabamızın olduğunu defalarca vurguluyoruz. Hoyratları- periyodik bakımını düşünüyoruz. Kimisi de eşinin kalbini nasıl alacağının hesabını yapını dinliyoruz sonra Türkmen hoyratlarını yor. Bağa girdim budanmış Hayat normale dönüyor, Amerikan telefoGüle bülbül dadanmış nu hayalleri kurmaya başlıyoruz Alman arabası hayalleri İtalyan takım elbise hayalleri Ben sevdim alamadım kuruyoruz. Hayat normale dönüyor kendimiYari yadeller almış. ze geliyoruz bir günlük Âleme nizam verme Sonra o hoyrattaki yârin Musul ve Kerkük hayalimizden vazgeçip normal kapitalist haolduğunu anımsıyoruz ve gözlerimiz dolu- yatımıza dönüyoruz. yor. Kimse gözlerimizin neden dolduğunu Gençler seneye de nasip olursa ölümümüanlamıyor oysa sanıyorlar ki bizim yarımız et ve kemikten müteşekkil bir kadındır. Sonra zün hayalini kuralım ne dersiniz? Nerede, o bağa çöreklenen baykuşları nasıl kovarızı nasıl, kaç yaşında? Yanımızda yakınımızda kimler olsun son nefesimizi verirken. Mirakonuşuyoruz Türkmenlerle. sımızı nasıl paylaştıracağımızı konuşalım, Sonar en münasebetsizimiz alıyor lafı eli- kimleri kimlere emanet edeceğimizi. Kimler ne. Ben diyor, ben devlet başkanı olacağım var mesela derdine derman olduğumuz, biz içinizden en yakışıklınız, en karizmatiğiniz, olmasak Allah’tan başka kimsesi kalmayacak en zekiniz ve rüzgara karşı en uzun mesa- kimler var. Onları emanet edelim birbirimize. feye işeyeniniz benim, etrafındaki insanlara Ya da boş verin film bitti dağılın…. bakanlıkları dağıtıyor; sen milli eğitim bakanım olacaksın, sen adalet bakanım, sonra
63
BÜLBÜL İLE KARGA
Sultan Kılıç
Sesinin güzelliğiyle övünen, kendini beğenmiş bir bülbül ile merhametli kendi hâlinde yaşayan bir karga varmış. Bülbül tüm şarkıları sadece kendisinin güzel söylediğini, diğer kuşların ise sesinin çok kötü olduğunu düşünürmüş.
kimseye sesini de duyuramıyormuş. Karga, bülbülün beğenmediği o kalın sesiyle öyle bir gaklamış ki etraftaki diğer hayvanlar hemen sesin geldiği tarafa toplanmışlar ve hep birlikte yangını söndürüp bülbülün yavrularını da kurtarmışlar.
Bülbül sevincinden ne yapacağını bilememiş. Yuvası biraz yanmış ama birkaç çalı çırpıyla tekrar eski hâline getirilebilirmiş. Önemli olan yavrularının hayatta olmasıymış -Kapat artık şu çeneni, senin yüzünden onun için. Yardımına koşan tüm komşularına kulaklarım sağır olacak. Bu kötü sesinle şarkı tek tek teşekkür etmiş özellikle de kargaya. -Senden çok özür dilerim karga kardeş. söylemeye nasıl cesaret ediyorsun? demiş Sesini beğenmediğim ve sana karşı kırıcı kargaya. O da böyle bir tepki beklemediği için bir konuştuğum için çok pişmanım. Çok beğensuçlu gibi ezilmiş, büzülmüş karşısında bülbü- diğim o güzel sesim beni bu kötü durumdan kurtaramadı ama senin sesin benim ve yavlün. rularımın hayatını kurtardı. Sen olmasaydın -O kadar mı kötü sesim? Ben kimseyi rahat- ölebilirdik, demiş. sız etmek istemedim. Sadece yıkanırken biraz Karga da: eğlenmekti niyetim. Keşke sen de bu kadar -Benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı. kırıcı konuşmasaydın, demiş. Senin sözlerin başta beni çok kırmıştı ama Bülbül karganın son sözlerini dinlemeden uçup gitmiş oradan. Karga başkalarını rahat- artık hatanı anladığına göre önemli değil, sız etmekten çekindiği için o günden sonra demiş. Bir gün bülbül ormanda yiyecek ararken kargayı görmüş. Karga nehir kenarında hem yıkanıyor hem de şarkı söylüyormuş. Bülbül karganın şarkı söylemesine dayanamamış ve:
Ve karga ile bülbül o günden sonra çok Bir gün karganın canı çok sıkılmış ve or- iyi iki arkadaş olmuşlar ve birlikte çok güzel manda dolaşmaya karar vermiş. Dolaşırken şarkılar söyleyip eğlenmişler. Bülbül de kendini beğenmişliğin ve kibrin bülbülün yuvasından dumanların çıktığını görmüş. Bülbül telaşlı bir hâlde yuvasının ne kadar kötü olduğunu çok iyi anlamış. Bir etrafında dönüyor sesini de kimseye duyu- daha kimsenin kalbini kırmayacağına dair ramıyormuş. Karga hızlı bir şekilde bülbülün kendi kendine söz vermiş. yanına uçmuş yuvasının yandığını görmüş. Bülbülün yuvasında iki tane yavrusu varmış. Bülbül ne yavrularını alabiliyor ne de yangını söndürebiliyormuş. Sesi ince olduğu için hiç şarkı söylememiş.
64
ATLAR
Tuğrul Arda Eşici
En büyük hobilerimdendir atlar. Onlara binmek, özelliklerini araştırmak çok hoşuma gider. Mesela; atların vücudunun bazı bölgelerinde lekeler vardır. Kafasında olan bu lekelere “akıtma” denir. Ayaklarındakilere ise “seki” adı verilir. Atların ortalama hızları ise saatte 20 km ile 80 km arasındadır. Atların hızları fazla olduğu için eski arabalar (Şahin, Murat vb.) yerine kullanılırdı. Atları bazı insanları terapi etmek için de kullanırlar. İnsanlarla atlar arasında bir bağ oluşur. Bu bağ insanları huzurlu kılar. Atların değişik cinsleri de vardır; Arap atı, İngiliz atı, Rus atı vb. Türk atı olarak bilinen Ahal Teke atını da anlatmadan geçemeyeceğim. Altın renginde Türkmen atıdır. Olağanüstü güzelliktedir. Orta Asya’da Türk halkları arasında özellikle Türkmenistan’da yaygındır.
65
FOTO ÖYKÜ
66
Alper Şenadam
67
İnternet çağında sınırlar kalktı derken yeni sınırlar girdi aramıza. Çok öldük çok da yara aldık. Maskelerimiz var artık. Ne zaman geçer bu günler belli değil. Umutsuz ve yorgunuz. Evrensel sıkıntılarımız yanında kişisel sıkıntılarımız da gün geçtikçe artıyor. Size iyi haberlerim var. Yaşamak içimize konulmuş bir duygu. O yüzden boğulurken çırpınırız. İpin ucunda sallanmamız ondandır. Gri hayatta maske takmamız ondandır. Umut ediyorum kubbelerin arkasından güneş güzellikleri aydınlatmak için de doğacak. Sadece biraz daha çırpınmak lazım.
68
69
The Wave - Yönetmen: Roar Uthaug / Yapım Yılı: 2015 12 Angry Man - Yönetmen: Sidney Lumet / Yapım Yılı: 1957 V For Vendetta - Yönetmen: James McTeigue / Yapım Yılı: 2006 İtirazım Var - Yönetmen: Onur Ünlü / Yapım Yılı: 2014 Captain Fantastic - Yönetmen: Matt Ross / Yapım Yılı: 2016 Truman Show - Yönetmen: Peter Weir / Yapım Yılı: 1998 Soraya'yı Taşlamak - Yönetmen: M. Cyrus Nowrasteh / Yapım Yılı: 2008 Devrim Arabaları - Yönetmen: Tolga Örnek / Yapım Yılı: 2008 The Fool - Yönetmen: Yuri Bykov / Yapım Yılı: 2014 The Matrix - Yönetmen: Wachowski Kardeşler / Yapım Yılı: 1999 The Devil's Advocate - Yönetmen: Taylor Hackford / Yapım Yılı: 1997 I, Danıel Blake - Yönetmen: Ken Loach / Yapım Yılı: 2016 Kefernahum - Yönetmen: Nadine Labaki / Yapım Yılı: 2018 Stalker - Yönetmen: Andrei Tarkovsky / Yapım Yılı: 1979 Kış Uykusu - Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan / Yapım Yılı: 2014 City Of God - Yönetmen: Fernando Meirelles / Yapım Yılı: 2002 The Bothersome Man - Yönetmen: Jens Lien / Yapım Yılı: 2006 Kutsal Geyiğin Ölümü-Yönetmen: Yorgos Lanthimos / Yapım Yılı: 2017 The Willow Tree - Yönetmen: Majid Majidi / Yapım Yılı: 2005 The Man From Earth - Yönetmen: Richard Schenkman / Yapım Yılı: 2007 The Teacher - Yönetmen: Jan Hřebejk / Yapım Yılı: 2016 Old Men Never Die - Yönetmen: Reza Jamali / Yapım Yılı: 2019
70
KIRKTUĞ OKUMALARI "Kültür, okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mâna çıkarmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir."
2017-2018
Biz – Yevgeniy İvanoviç Zamyatin Körlük – Jóse Saramago Bu Böyledir – Mustafa Kutlu Satranç – Stefan Zweig Sokakta/Köse Kadı/Uçtaki Adam/Göç Zamanı – Bahaeddin Özkişi Amat – İhsan Oktay Anar Dönüşüm – Franz Kafka Köpek Kalbi – Mihail Bulgakov Mülksüzler – Ursula K. Le Guin
2018-2019
Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi Tanpınar Açlık – Knut Hamsun Oblomov – İvan Gonçarov Ciğerdelen – Safiye Erol Esir Şehrin İnsanları/Esir Şehrin Mahpusu/Yol Ayrımı – Kemal Tahir Bozkırkurdu – Hermann Hesse Ruh Adam – Hüseyin Nihal Atsız Yeraltından Notlar – Fyodor Mihayloviç Dostoyevski Aylak Adam – Yusuf Atılgan Gülün Adı – Umberto Eco
2019-2020
Tutunamayanlar – Oğuz Atay Bülbülü Öldürmek - Harper Lee Sancı- Emine Işınsu Tatar Çölü – Dino Buzzati Anahtar / Kilit – Mustafa Necati Sepetçioğlu Sineklerin Tanrısı – William Golding Veba – Albert Camus Matmazel Noraliya'nın Koltuğu – Peyami Safa Gazap Üzümleri – John Steinbeck İsimle Ateş Arasında – Nazan Bekiroğlu Bir İdam Mahkumunun Son Günü – Victor Hugo
2020-2021
Beni Kör Kuyularda – Hasan Ali Toptaş
71