2
Editör’den Sevgilerle Tuğba Dinç
“Aysız gecelerde kumrular ağlar içimde Söz, düşsek de uzakların yoluna off... Öleceğiz doğduğumuz toprakta off... Memleket... sevdana yürek gerek...”
İMTİYAZ SAHİBİ Genç Akademisyenler Derneği Adına Tuba Çitil YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Alperen Arslan EDİTÖR Tuğba Dinç YAZI KURULU Duygu Doğuş Nermin Fatma Gülcük Kağan Tüber GRAFİK TASARIM Alper Şenadam SOSYAL MEDYA SORUMLUSU Hamit Berat Kaya ve emeği geçen hakemlerimize teşekkür ederiz...
Her toprağın bir yazgısı bir kederi tarih yazdıran ahvali vardır. Bizim de kar kış, açlık yokluk demeden dağlarını nazlı yari güzel vatanı için aşan bir avuç heybetli yiğitin haleti ruhiyesini anlatan şanlı tarihimiz, yüce yüreklerimiz var. Pirüpak bir gecenin şafağı henüz sökmeden yola koyulan yürekleri memleket diye inleyen fedakar ailelerinin hayır dualarıyla donanıp ilerleyen atılgan ve cesur çerilerimizin bir hilal etrafında yaşayıp yazdığı memleketimizin şanlı gelinliğini gök kubbenin zirvelerine çıkardığı bayram günüdür: zaferimiz. Hürriyet, hak ve vazifenin kızıl elması vatan, düşüncesi terakki, ahvali ittihat olması zarurettir diyen güzide münevver ve yiğitlerin halis niyeti, düğün bayram edası ile şahlanan mazimizdir asıl olan. Her ne halde olursa olsun; medeni ve refah bir milletin teşekkülü için kavi bir sevda ile tekamül edeceğine inanın manevi bir ruhtur, umutlarımızı durmadan filizlendirip canlı tutan. Fakat heyhat, köklerinden feragat edene, tarihini özümsemeyene. Zira puslu bir gökyüzünün altında ıztırap dahi çeksek mazimiz ile yüreklerimizi harmanlamalıyız. Öleceğini bildiği anda kuru dallardan yaptığı yuvasında alevlenip ardından küllerinden yeniden yaşam bulan bir Zümrüdü ankanın kıssası gibi olan serüven bizimdir. Bu serüvende Kırktuğ yağızlarının yegane ülküsü hüzünde de coşkuda da her daim taze umutlarla “mücadelede inanç ve memleket sevdası” diye fısıldamaktır ve birlik ile ilerlemektir.
3
İÇİNDEKİLER
Maradona Ahlakı - Alperen Gökçe ............................................................6 Gaz Lambası - Tuğba Dinç .......................................................................8 Yankı - Alper Şenadam ............................................................................9 Ayrık Beyin Meselesi ile Ülkeyi Bölmek: Milliyetçilerin Ahvali - Oğuz Atalay..........................................................10 Ferman/Ata Govşudov - Ayşe Nur Saraç.................................................14 Her Şeyi Düzeltmeye Kalkışmanın Yok Ettiği - Aykut Sungur......................... 17 Anne Eli Değmiş Gibi - Hamza Agahoğlu.................................................. 18 İsim’in Alaşımı - Muhammed Alpaslan Tandırcı (Babil İkra).......................... 20 İsmail Yıldız ile İttihat ve Terakki Üzerine Alperen Aslan - Hamit Berat Kaya............................................................ 22
4
İÇİNDEKİLER
Kadınların İslamiyet Öncesi Türk Toplumunda Yeri ve Önemi - Berkay Özdemir.................................... 28 Mihmândâr Uzaktaki Midir? - Ayşenur Akın.............................................. 32 Güney Azerbaycan’ın Bulud’u - Gaye Nur Avşar ...................................... 34 Tanrı Misafiri - Merve Arslan................................................................... 36 Parçalı Bulut Ablacım - Beyza Çetin......................................................... 38 Machiavelli Hâlâ Yaşıyor mu? - Mehmet Şahiner....................................... 40 Rüya - Sema Tanrıverdioğlu Ersöz........................................................... 42 Kitap Kurdu Kebikeç - Sultan Kılıç........................................................... 43 Şaşaalı Salonlar - Hilal Gül .................................................................... 44 İnsan Kavramı Üzerine - Fatma Beyza Bilgiç ............................................ 46 Foto Öykü - Gültekin Kayalar.................................................................. 48 İnsanlık - Göktürk Afşin Çitil................................................................... 52 5
MARADONA AHLAKI
Alperen Gökçe
Meksika’da 1986 yılında düzenlenen Dünya Kupasının çeyrek final maçında, sağ kanattan yapılan ortaya yükselen Maradona, sol eliyle dokunarak topu İngiltere ağlarına gönderir. Ve elle attığı meşhur gol için şu açıklamayı yapar; “benim değil, Tanrı’nın eli”. Hatta sonraları; İngiltere ile vuku bulan Falkland Savaşının intikamının alındığından bahseder ve “bir hırsızı soyanın günahları yüz yıl affolur” der. Tolstoy, Diriliş romanında şöyle diyor; “… kötü yola sapan insanlar, durumlarını iyi, saygıdeğer görecekleri bir dünya görüşü edinirler kendilerine.” Bu düşünceyi açmak gerekirse, hiç kimse “ben namussuzluk edeceğim” diyerek bir namussuzluk ameliyesine girişmez. Muhakkak kendisine, kendisini namuslu hissedeceği ve toplumda da öyle görülmesini istediği bir vicdani referans noktası edinir. Eşinden, dostundan, bankadan borç para bulamayanlara yardım ettiğini söyleyen tefeci, çoluğunun çocuğunun rızkı için çalan
6
hırsız, rüşvet vermeyince işlerinin yürümediğinden şikâyet eden şahıs, kendilerini halkın tek çıkar yolu gösteren ve bu sebeple seçimi kazanmak için her yolu mubah gören ve gösteren siyasetçi. Bu örneklerin sonu yok. Burada dikkat çeken husus, ahlâksızlığa başvurulsa dahi bunu ahlâki bir biçime sokma gayreti, yani insanın, hayatını idamesi ve sürdürmesinin kaynağı olan gayri ahlâkiliğe minnet duyması ve onu övmesi gerekirken tam tersine “ahlâkla” bağını koparamaması. Ahlâk, toplumun, tek tek her bir üyesinden yani “insan”dan beklediği davranış ve duruş beklentisi. Dini değerlerle, şahsi özellik, haz ve beklentilerin aynı kazanda karışması sonucu teşekkül eden kültürel değerler ve akabinde oluşan cemiyetin münasebeti sonucu ortaya çıkan toplum tavrı, bu davranış ve duruş beklentisini doğurur. Her türlü ahlâksızlıkta dahi ahlâka tutunma çabası biraz da topluma tutunma çabası olarak da görülebilir.
Toplumun bu çabaya olan tavrı, toplumun neye benzediğinin de cevabıdır. Üzerine tek bir çaput bağlanmakla çamlığından ya da çınarlığından bir şey yitirmeyen ağaç, sürekli çaput bağlandıkça artık çam ağacı veya çınar ağacı vasfını yitirir ve dilek ağacı olur. Yani bütün ağaçlardan farklı bir “şey”. İnsan, diğer canlılar gibi çevreye uyarak değil çevreyi değiştirerek yaşamını sürdürür. İnsandan neşet eden toplum, bu sözde ahlaki tutunma çabalarını gördüğü an başını kaldırıp ıslık çalmaya devam ederse eğer mevcut ahval, toplumu dönüştürmeye başlar. Burada insanın karakter olarak neye dönüştüğü ve her dönüşenin birbirine benzeyip oluşturduğu toplumun neye benzediği önem arz eder. Merhum Kemal Tahir, esaretten yeni kurtulmuş İstanbul’daki ahlâksızlığın bütün toplumu ele geçirişini de işlediği Hür Şehrin İnsanları romanında şöyle diyor; “Zaten her çeşit ahlâk düşkünlüğü de birdenbire başlamıyor ki... Yavaş yavaş, o kadar derinlere düşeceğini havsala almaya almaya...” Dolayısıyla toplumun şahsiyetinin, hiç hissedilmeden dönüşmesi de bu önemi katlıyor. İki kişi sokakta yumruklaşınca bunun adı kavgadır ve her iki taraf için de müeyyideleri vardır. Fakat iki kişi ringde yumruklaşınca bunun adı boks yani spor oluyor. Aşırılıklar, fenalıklar olağan hale geldikçe, şahsiyetimizde mündemiç olan ve insana utanç müeyyidesi uygulayan vicdanın vidaları gevşemeye başlıyor ve hayat bir ringe dönüşüyor. Ahlâksızlık da toplumun sporu yani olağanı hale geliyor. Bir kere açıldı o kapı artık.
tirmiyor ama bozulmuşluğunu “dine rağmen” sürdürerek ya da “kılıfına uydurarak” bambaşka bir müntesibe dönüşüyor. Yeni bir toplumumuz vücut bulmuştur artık. Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan romanında, ahlâk tarafımızla hiç münasebete geçmeyen ve her daim ahlâk tarafımızı yenen hesabi tarafımız olduğundan bahseder. İşte o tarafımız ur gibi büyür. En sonunda insan, vicdan muhasebecisinden, hesap yapan bir makinaya dönüşür. Dolandırıcılığa, şahsiyetini aldatmakla başlayan insan, şahsiyetinden ne kaybedeceğini ve hesabına ne kazanacağını ölçüp biçmiştir. Para, müsabaka, iş, sınav… Ne olursa olsun kazanmalıdır. Bunların da hepsine “makul, dini, ahlaki” gerekçeleri üreten bir sistemi vardır. En başta bahsettiğimiz, her türlü ahlâksızlıkta dahi ahlâka tutunma çabasına, toplumun kayıtsızlığı ile bambaşka bir “ahlâk” peyda oluyor. Evet, o tefeci aslında insanlara para bulup buluşturan bir kahramandır artık. Evet, savaşın intikamı alınmıştır, evet, “Tanrının elidir” o el, değilse bile “Tanrı” dedi ya, kâfi. Ahlâksızlığı makul kabul edilebilir kılmak için bütün dini, milli ve insani değerler, hiç bitmeyen bir yemek gibi, dönüşen toplumun oburluğuna yeter. Çünkü herkesin hesabına yarar ve kustukça yenilebilir bir meze vardır. Bütün yanlışlarımızı “doğru” kılan sahte ahlâkımız olmuştur artık; “Maradona ahlâkı”. Hayırlı olsun.
Beklenen zaman gelir ve o gün hepimiz İhsan Oktay Anar’ın romanındaki meşhur gemiye bineriz. Kapkara bir sancak çekildiğinAhlâksızlık kapısını, “yaptım ama bir sor de, bütün geç kalmışlığımızla şaşırırız, neden niye yaptım” sözde namusluluk tiyatrosunun lekesiz, ak bir sancak değil diye. Kara ile akı eliyle açtığınız vakit, o kapı menteşesinden ayırt edebiliyor olmak takdire şayan bir hal sökülüp atılıyor. Çünkü bahsettiğimiz toplum, olsa da sancağı beyaza döndürmeye hiçbir yani biz, üzerine çaput bağlandıkça kendisi- şey kâfi gelmeyecektir. ne renk geldiğini düşünen bir ağaca dönüşİşte o vakit anlayacağız, ahlâk diye tuttumeye başlamışızdır. Ahlâksızlığın kapısı ilk ğumuz o elin, hakikaten “Tanrının mı” yoksa açıldığında susmamız ve hatta eşiğe ayağımızı koymamız sebebiyle o kapıyı kapatma- Maradona’nın mı eli olduğunu. mıza imkân kalmamıştır. Günlük hayatımızda “normal” ya da “küçük” gördüğümüz ahlâksızlıklar, şimdi aklımızın almayacağı ahlâksızlıkların başlangıcıydı hâlbuki. İnsan, çevresini değiştirerek genişlettikçe kendine benzeyenlerle bir cemiyet ve akabinde bir toplum teşekkül ettiriyor. Dinini değiş-
7
Tuğba Dinç zamanlar, işte o gaz lambasının yaydığı küçücük alev yüreğini ısıtır, ardından gelen yağ ve çıra kokusu bir şeyler bırakır gider düşlerde. Bir insanın veremediği samimiyeti, huzuru, muhabbeti revan ediverir yüreğine. Eksik kalan mısralara kelime olur. Tamamlanamayan anıların yegane serveti, uykusuz geçen gecelerin boş bir kağıda yansıyan aydınlığı, Daha o vakitte, çirkinliklerin, kötülüklerin yanık türkülere eşlik eden, şairin yoldaşı, gaz olmadığı huzurun baş gösterdiği zamanları lambası. Daha nice güzel şeyin yareni, şayaşadığım anlar aklıma gelir. Kerpiçten, top- hidi gaz lambası sen de kaldırıldın, manalı raktan, taştan evlerde soba başında toplanan olan ve anları dolduran her sey gibi. Sabır insanlar yetişir. Duvarda asılı gaz lambasının eşiğimi zorlayan olaylara mücadelem beyhualtına oturmuş nineler, “Evvel zaman içinde de bir uğraş bilirim. Ben de, eğreti bir rüzgara takılan hafif bir kalbur zaman içinde…” diye başlayan masallar, pür dikkat dinleyen köy ahalisi sürükle- melengiç yaprağı veyahut kekik dalı misali nir peşinden. Anılarda saklanan eski bir dost, ummadığım bir kaldırım taşına sürüklenirim. çocukluk gecelerinin yareni, yıllarca dibinde Değişime beni de katar. Bildiklerimi unutturur. yazılan sevda, hasret mektuplarının, her bir Hatırladıklarımı özletir. Anımsadıklarımın yoksatırına ve uğruna dökülen gözyaşlarının şa- luğunu hissettirir, canımı yakar. Sonra derim hidi gaz lambası gelir yerleşiverir baş köşeye. ki gaz lambasının çağrıştırdıklarına, “Öyle İnsanların harabeye döndüğü zamanlar doluyum ki seninle, başka bir hayale, başka vardır ya, pencerelere yaslanıp neyi izlediği- bir teselliye, başka bir eğlenceye, başka bir nin bile farkında olmadan uzaklara daldığı ıstıraba tahammülüm yok...” Bir şeyler anlatmak ister ya insan ama bir türlü toparlayamaz. Günlerce sancısını çeker de ifade edemez. Can sıkıcı taraflardan oluverir o hali. Hissettiklerim aktarabildiklerimi katlar, desem. Bir şeyler bir yerlere sığmayıverir. Tam o anda unutamadığın çocukluğun gelir. Yol oluverir diyemediklerine, benim de o misal.
8
YANKI Alper Şenadam Çocuğunu aldı Hayat alev alev Ciğerine ilmek ilmek Hayatın boğazındaydı elin Hayat sana ağlamasa Hayata ağlardık Genç şair Kanadı kırık Yuvasız doğdun Kanadın kırık Yuvasız öldün Kanadım kırık 35’inde uçtun Kanadı kırık
Alıkul Osmonov’a ithafen 1915 - 1950
9
AYRIK BEYİN MESELESİ İLE ÜLKEYİ BÖLMEK: MİLLİYETÇİLERİN AHVALİ Oğuz Atalay 1981 yılında Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü’ne “Serebral hemisferlerin fonksiyonel uzmanlaşmaları ile ilgili keşiflerinden ve vizüel sistemdeki bilgi işleme süreçleriyle ilgili keşiflerinden dolayı” Roger Sperry layık görüldü. Ezcümle; Sperry, beyin yarımkürelerinin uzmanlaşmalarına ve görme sisteminin bilgi işleme süreçlerine dair keşiflerde bulunmuştu. Sperry’nin bulduğu şey neydi ve milliyetçilik ile Nobel Tıp ödülünün alakasını nasıl kuruyoruz? Modern düşünce insanı, ferdi/insanı bölünmez tek bir varlık olarak tanımlar/tanımlarız. İngilizce’de (in-dividual) olduğu gibi Türkçe’de de modern insan (bir-ey) bölünmezdir, tektir. Bireyselleşme aynı zamanda eşsizleşme, farklılaşma, diğerlerinden ayrılma anlamları taşıdığı gibi bir cüz olma anlamı da taşır. Dolayısıyla, insanın yalnızca maddi bütünlüğü değil manevi bütünlüğü de ortaya çıkar. Şerefi, adı, haysiyeti de eşsiz olan insanın maddi varlığından ayrı düşünülemez. Anayasamızda da yer bulan insan haklarının en önemli maddelerinden birisi olan ve çekirdek hak olarak tanımlanan herkesin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı tam manasıyla bu bütünlüğü anlatan en veciz haktır. İşte tam da bu noktada Nobel Tıp Ödülü’ne geri dönebiliriz. Ayrık Beyin Sperry, insan beyninin yarım kürelerinin farklı fonksiyonlarda etkili olduğunu keşfetti. Epilepsi hastalarının tedavisinde kullanılan
10
bir yöntem ile bu sonuca ulaştı. Bu hastaların tedavisi için kullanılan yöntem beynin sağ ve sol loblarının birbirinden ayrılması/bağlantılarının kesilmesiydi. Bu yöntem ile tedavi edilmiş kimselere de ayrık beyin hastaları deniliyor. Ayrık beyin hastası bir gence büyüyünce ne olmak istediği sorulur. Genç de teknik ressam olmak istediğini iletir. Konuşma yetilerini yöneten yarıkürenin verdiği cevap bu şekilde. Peki, gerçekten de bu genç birey tüm benliği ile teknik ressam olmak mı istemektedir? Gencin sol görme alanına büyüyünce ne olmak istediğini soran bir yazı ile önüne alfabenin karışık harfleri konulur. Gençten beklememiz gereken, bu harf kalabalığından elleri ile düzenleme yapıp teknik ressam yazması. Ancak böyle olmaz. Genç, harf kalabalığı içerisinden elleri ile seçtiği harfleri yan yana dizmeye başladığında “otomobil yarışçısı” yazısı ortaya çıkar. Sperry’ye Nobel kazandıran da bu keşfidir. Beynin sağ ve sol yarımküreleri bedenin iki farklı tarafını yönetmekte, bilişsel ve duygusal farklar barındırmaktadır. Sol yarıküre konuşma ve mantık yürütmeyi yönetirken, sağ yarıküre nesnelerin temel niteliklerini anlamada daha etkindir. Dahası sol görme alanı sağ beyin lobu tarafından kontrol edilirken, sağ görme alanı ise sol beyin lobu tarafından kontrol edilmektedir. Özetle, sol yarıküre sol görme alanındaki cisimleri göremez, sağ yarıküre ise sağ görme alanını. Bir hastanın sol görme alanına bir tavuk ayağı, sağ görme alanına ise bir kar manzarası gösterilir
ve ne gördüğü sorulur. Sağ yarıkürenin konuşmayı yönettiğini söylemiştik. Dolayısıyla, sol görme alanına gösterilen “tavuk ayağı” cevabını verbal olarak alabiliriz. Ancak ayrık beyin hastasından istenen sonraki eylemde işler karışır. Gördüğü resme en yakın resmi önündeki kartlardan eliyle seçmesi istenir. Hastanın sağ eli tavuğa giderken, sol eli kar küreği resmine gider. Neden kar küreğinin
seçtiği sorulduğunda ise cevabı kümesi temizlemek için olacaktır. Kar ile alakalı her hangi bir konuşma yapması mümkün değildir çünkü konuşmayı yöneten sol beyin kar ile alakalı herhangi bir veriye sahip değildir, böylece hasta sol beynin sahip olduğu tavuk ve tavuk ayağı verisinden mantıklı bir çıkarsama yaparak “kümesi temizleme“ fikrini uydurmaktadır. Sağlıklı bireylerde sağ ve sol beyin lobları
11
birlikte çalışarak bu tarz çapraşık ve çelişkili kasına ve tüm benliği ile istikbaline ilişkin bir tercihte bulunamamasının ana müsebbibi topdurumları meydana getirmez. lum katmanları arasındaki bağlantı görevini Ayrık Toplum yerine getiremeyen Türk milliyetçileridir. TopYazıyı burada bitirsem bile aslında mera- lumsal olarak herhangi bir katmanın heves ve mımı arif olan anlar. Ayrık beyin meselesini isteklerine göre şekillenmek; toplumun maruz bireyden çıkarıp bireyler üzerinden yorum- kaldığı ayrık beyin sendromuna aynı şekilde larsak karşımıza ne çıkar? Üniter ulus-devlet kapılan ve diğerlerinin talep, arzu ve söylemde aynı bölünmeyen birey gibi asgari müş- lerini göremeyecek hale gelen bir yapı olmak tereklerde buluşmuş tek bir milleti esas alır. anlamını taşır. Hâlbuki bahsini ettiğim şekilde Temel kültürel değerleri, dili, bayrağı, milleti Türk milliyetçileri bir çimento işlevi görmeli, tek olan bu sağlıklı toplum, üniter bir ülkenin toplumu parçalamadan milletin beka ve istikde temel şartıdır. Bu değerlerden her hangi laline uygun tercihin belirlenmesinde birleşbirisini bölmek toplumu da ayrık beyin hastası tirici ve uzlaştırıcı rolü üstlenmelidir. İhanete yapacaktır. Bölünmüş toplum artık ayrık beyin varan davranışlar ile mücadele etmek ile taraf sendromuna yakalanmış demektir. Her bir et- hale getirilmeye çalışılan bir toplumda hernisiteyi farklı üst kimlik yapmaya çalışmakla hangi bir tarafın yanında, diğerlerinin karşıbaşlayan bu süreç, paramparça olmuş ayrık sında yer almak farklı şeylerdir. Aslında bütün beyin sendromlu bir toplumu önümüze koya- siyasi kavramları kenara iterek Türk milliyetçicaktır. Yakın tarihimiz de, hastalıklı bir toplum liğinin tam da ‘merkez’de durmak olduğunu yaratmak için neler yapıldığını Sperry’nin la- belirtmemiz gerekir. Merkezden herhangi bir boratuvarında gözlemliyormuşuz gibi analiz şekilde bir sapma, ayrık beyin sendromuna edebileceğimiz sayısız örnekle doludur. uğrama riskimizi artırır. Sağ-sol çatışmalarından tutun da, Aleİkinci olarak, Türk milliyetçilerinin ayrık vi-Sünni meselesine, evde tutulan diğer yüzde beyin hastası olmasını, fikir-eylem ve söylem elliden, ‘bizden olmayan patates dininden- karmaşasında aramak gerekir. Bu da kar dir’ söylemine kadar toplumun ayrıştırılması küreğinin kümesi temizlemek için seçildiğini bu sağlıklı yapının hastalıklı hale getirilmeye beyan eden hastanın davranışıdır. Yapılan çalışıldığını gösterir. Tavuk ayağı ile kar eylemi fikre uydurmaktansa, fikrin gerektirdimanzarası arasında yalnızca iki seçenekten ği eylemin yapılması sağlıklı bir yapıya işaret hangisinin daha fazla konsolide biçimde se- eder. Böylece asıl olan önce fikirdir. Kümesi çileceğinin önemli olduğu durumda, maksat temizlemek fikrine sahip olunduğunda seçien çoklanan seçenek ile pastanın tamamına lecek malzeme kar küreği değildir. Fikir ile sahip olunabilmesini sağlayan demokrasinin eylem arasındaki birliktelik, ancak ve ancak, en büyük açmazının karşımıza çıkmasıdır. Bu Türk milliyetçilerini kadim amaçlarına ulaştıraduruma ‘dur’ diyecek olan da ‘solun ihane- bilir. Fikir-eylem ve söylem açısından bireysel te varan davranışları karşısında sağ ile olan olarak tutarlı olan Türk milliyetçisinin toplumkavgasını erteleyen’, toplumun bütün lobları- sal olarak çimento görevi görmesi de kolaynın bağlantısını kuran ve aşırılık yapan ile mü- laşır. Tersi durumda, tutarsızlık başladığında, cadele eden Türk milliyetçileridir. Türk milli- merkezden savrulma karşımıza çıkacaktır. yetçilerinin ‘ne mozaiği’ diye haykırmalarının Bitirirken ve toplumun çimentosu olarak görülmelerinin Sperry’nin ayrık beyin hastaları, başde sebebi budur. Buradan hareketle Türk milliyetçilerinin hem toplumsal hem de bireysel ka bir hastalığın tedavisi istenirken ortaya temelde bizzat kendisinin ayrık beyin hastası çıkarılan başka bir anomaliyi göstermesi olması ihtimali yazının ana eleştiri noktası ol- bakımından önemlidir. Bireyin yaratılışı itibariyle bu anomalinin görülme ihtimali çok maktadır. Türk milliyetçilerinin toplumsal temelde düşükken, insan eliyle bu şekilde bir hasta ayrık beyin hastası olmasından, toplumun vücuda getirilmektedir. Toplumlar açısından ayrışmasında çimento görevi görememesi ise ayrışma ve bölünme yine insan eliyle, olduğunu söylüyorum. Hastanın herhangi bir çoğunluğun tahakkümüne yol açacak şekilde seçenek ile karşı karşıya kaldığında kendi be- işlemektedir. Batı, bunu hukuk ile önleme-
12
ye çalışmaktadır. Bunun yanı sıra bilinçli bir sivil toplum, hukukun işleyişine katkı sunan ve geliştiren bir hüviyet içerisindedir. Türkiye’de tarihi birikim itibariyle hukuk ile bu süreç işletilemediği gibi ek tedbir ve önlemlere ihtiyaç duyulması da gerekmektedir. Sivil toplum hareketleri gerek yeterli bilince ulaşılamaması gerekse dış müdahaleler ile manipüle edilmesi itibariyle Türkiye’de işler bir halde değildir. Bunun en büyük müsebbibi olarak Türkiye’deki hukuki açıkların hem insan haklarına ilişkin hem de dini duyguların istismarı suretiyle kullanılıyor olması gösterilebilir. Özellikle; ayrıştırılmaya çalışılan ve iki ayrı kutup haline getirilmeye çalışılan bir toplumda, bir kesimde dini duyguların istismarı suretiyle diğer kesimde ise etnik bölücülük yapılarak insan hakları altında vücuda getirilen sivil toplum görünümlü güdümlü yapılar, gerek devletin gerekse toplumun sinir uçlarıyla oynamaktadır. Hem laiklik hem de üniter devlet ilkelerinin en tepeden en aşağıya sindirilmemiş ve hazmedilmemiş olması bu süreçte kendisini göstermektedir. Türkiye’de, ülkenin bekası ve birliği açısından kritik olan Türk milliyetçilerinin varlığıdır. Türk milliyetçilerini bekleyen en büyük tehlike ise birleştiren/bütünleştiren bir güç olduğunun farkındalığını unutarak toplumun maruz kaldığı ayrık beyin sendromuna kendisinin de kapılması olacaktır. Türk milliyetçileri açısından tarihin üzerlerine yüklediği sorumluluk itibariyle öncelikle yapılacak; Türkiye’nin kurucu iradesine sahip çıkarken, hukukun işlerliğini sağlamak ve sivil toplum adına bütün boşlukları doldurmaktır. Ayrık beyin sendromuna uğramaktan kurtarılan Türk milleti, istiklali açısından Türk milliyetçilerinin ülkülerine doğru topyekûn koşma iradesine ancak o zaman kavuşacaktır.
13
ATA GOVŞUDOV / FERMAN Ayşe Nur Saraç Türkmenlerin Rus hâkimiyetine boyun eğmek zorunda kaldıkları Göktepe Savaşları; ulusal bilinç ve millet kimliği kazanma noktasında önemli dönemeçlerin aşılmasına katkı sağlamıştır. Göktepe Savaşları, bu trajediyi yakından yaşayan toplumsal hayatı incitici sonuçlar içeriyor olsa da, milli kimliğe ve tarihî hafızaya güç vermiş ve bu iki düşünceyi beslemiştir. Sanatçının, dünyayı değiştirmek ve dönüştürmek gibi bir işlevinin olduğu bilinmektedir. Özellikle milletin ve devletin çözülüş dönemlerinde sanatın her biçimi, yeni bir dünyanın tasavvuru için önemli bir rol üstlenir. Türkmen yazar Ata Govşudov da, Göktepe Savaşı ve sonrası devrini edebî bir metinde ortaya koyarak, milli ruhu, ortak kimliği harekete geçir-
14
meye ve yeniden inşa etmeye çalışmıştır. Ferman romanı, Çağdaş Türkmen edebiyatının güçlü yazarlarından biri olan Ata Govşudov’un Sovyet idaresinin, Türkmenlere Göktepe Savaşı hakkında konuşmayı yasakladıkları bir dönemde kaleme alınan romanlarından biridir. Romanda, Türkmen tarihinde önemli bir yeri olan ve Türkmenistan’da Rus hâkimiyetini başlatan Göktepe Savaşları, bu savaşın felsefî boyutları ve Türkmen kimliği üzerindeki etkileri ortaya koyulmaya çalışılmıştır. 1989 yılında Aşkabat’ta yayınlanan roman iki bölümdür. Birinci bölümde Türkmen tarihinde unutulmayan önemli olaylardan biri olan ve izleri halkın hafızasından bugüne kadar silinmemiş Göktepe Kalesi’nin kuşatıldığı
anlatılmaktadır. Bu tarihî aralık, Türkmen halkının 1917 Bolşevik İhtilâli’nden önceki hayatını içine almakta ve devrin sosyal ve siyasî ilişkilerini gözler önüne sermektedir. İkinci bölüm ise Türkmen sürgünlerinin Sibirya’dan dönüşü ile başlamakta ve 1917 Bolşevik İhtilâli ve sonrasında olan olayları konu etmektedir. Romanda açık bir şekilde dile getirildiği üzere yerleşik hayattan ziyade göçebe bir yaşam biçimini benimsemiş olan Türkmenlerin, kimlikleri, soy bağlarına ve sabit olmayan yerleşim birlikteliklerine dayandırılmıştır. Bu bağlamda, Ferman romanı; çölüyle, göçebe düzeniyle, hayatta kalmak için verilen mücadeleleriyle ve bu mücadeleler içerisinde kimlik bulma çabalarıyla, Türkmen kültürünün el kitabı olarak yazılmış intibası uyandırmaktadır. Romana damgasını vuran çöl, kendisine mahsus kimliği, canlılığı olan bir kahraman gibidir. Roman, yaşarken ayakta kalmaya çalışan insanların mücadelesini ortaya koyar. Göçebe Türkmenlerin hayatını gerçeğe uygun tasvirlerle anlatan yazar, romanda tarihî gerçeklerin yanı sıra bozkır ve göçebe kültüre dair pek çok unsuru da bir araya getirir. Ferman romanında göçebe/bozkır hayatı içerisinde hayvanlar, en az insanlar kadar ön plandadır. Hayvanlar, eserde dile getirilen kültürel mirasın önemli bir parçası olduğu için, yazar insanlarla hayvanların yaşamak zorunda oldukları ortak kaderi dile getirmeye çalışmıştır. Romanda tıpkı bir roman kahramanı gibi olayın en önemli unsuru olan hayvan attır. At, kültürün ve kültüre bağlı olarak edebiyatın köklü unsurlarından biridir.
1. Romanda Mekân “Ferman” romanında ana mekân Göktepe Kalesi’dir. Kale, sadece Göktepe Savaşları’nın simgesel bir ifadesi değildir. Aynı zamanda bir hayat alanıdır. Kültürü yapan, taşıyan ve devam ettiren insanlar bu kale içerisinde yaşarlar. Bu mekân, millete ait birikimin ve kimliğin korunmasının yanında kültürü, otoriter bir devlete karşı direnilecek bir alan hâline getirme noktasında da önemli bir görev üstlenmiştir. Bu noktada Türkmenler için, Göktepe, tarihselliği kavramanın önemli bir ifadesidir. Göktepe Kalesi dışında “Ferman” romanında dile getirilen mekânlar, geleneksel ve milli bir hayatın yaşandığı ve geleneksel birikimin henüz yozlaşmadığı yıllara aittir. Konar-göçer hayat tarzı içinde kolay kurulan ve kolay taşınan barınaklara ihtiyaç duyan göçerler için bu şartları yerine en iyi getirebilecek yaşam alanı çadırlardır. Çadır, sadece insanların yaşamını sürdürdüğü bir yaşam alanı olarak değil, aynı zamanda bütün canlılığıyla yaşanan geleneksel ve mahalli hayata asıl sıcaklığını veren değerlerin kökleştiği bir mekân/yuva olarak da değerlendirilir. Ancak romanın sonlarında kolhozların kurulmasıyla birlikte yavaş yavaş kendisini göstermeye başlayan kentleşme süreci, rejimin önerdiği bir yaşam biçimi olarak kendisini gösterir. Yıkılan, ortadan kaldırılan sadece çadır değil, aynı zamanda bir milletin asırlardır bir arada yaşamasını sağlayan bir hayat tarzıdır. Çünkü yazara göre göçebe bozkır kültürü ve hayat tarzı içerisinde çadır, insanoğlunun bulduğu en kullanışlı ve en rahat barınma unsurudur.
Eserde müstakil bir bölüme konu olmuş “Gırguş”, şeceresi olan bir attır. Kır Kuş anlamına gelen “Gırguş” ana karakter Övezmu2. Romanda Misafirperverlik rat Batır’ın en büyük yardımcısıdır. Gırguş, Romanda kültürel anlamda en göze çarromanda Türk kültüründen gelen ‘kahramanın pan unsurlardan birisi, misafirperverliktir. en büyük dostu olan at’ görevini üstlenmiştir. Bu durumun önemi pek çok atasözüyle de Başından pek çok felaket geçen Övezmurat desteklenmiştir. Türkmen toplumunda misafir Batır, her seferinde kendisinin seçme hakkı hiçbir zaman kendisini yabancı olarak hissetolmayan bir kul ya da köle olduğunu düşünür. mez. Çünkü Türkmenlere göre yabancı ya da Yaptığı çetin mücadelelere rağmen özgürlü- tanıdık, misafiri ağırlamak şeref ve onurdur. ğüne kavuşamayan Övezmurat Batır, atını Gelen misafir en güzel yerde ağırlanır, en güözgürlük timsali olarak görür. Atını korumak zel yemekler pişirilir ve gelen misafir evin asıl amacıyla her şeyi göze alır. At, Türkmen top- sakinlerinden kesinlikle ayırt edilmez. Misafirlumunun dünya ile ilişkisini/iletişimini sağla- perverlik, toplumda kabul görmenin en önemyan simge bir değerdir. li yollarından birisidir.
15
3. Romanda Yağma ve Argış Yağma, kahramanlık ve cesaretin gösterildiği bir gelenektir. Türkmenler hem geçmişte hem de romanda dile getirilen dönemde sık sık yağmaya giderler. Düşmanı sindirmeye ya da ganimet elde etmeye yarayan yağma onların kahramanlıklarını ve cesaretlerini gösteren bir gelenektir. Romanda sözü geçen bu gelenek kendi içerisinde belli uygulamalara sahiptir. Yağmaya gidecek olan serdar önce uzun bir zaman kestirir, daha sonra ne zaman gidileceğini sadece güvendiği adamlara gizlice söyler ve bir anda obadan çıkılarak toplanılır, yemin edilir ve yağmaya gidilir. Türkmenlerin önemli geçim kaynaklarından biri de kervan ticareti olarak adlandırabileceğimiz argıştır. Argıştan sadece bu işi yapanlar değil, aynı zamanda bu ticaretin yapıldığı yerleşim bölgeleri de kazanç sağlamaktadır. Tıpkı devletlerde olduğu gibi kervan ticaretinin yapıldığı güzergâhları ele geçiren insanlar da argıştan özellikle ekonomik anlamda çıkar sağlamışlardır. 4. Romanda Halk Hekimliği
6. Tarihe ve Geleneğe Yönelme Yazarın tarihe/geleneğe yönelmesi sadece bir kaçış ya da bir mazi hasreti olarak değerlendirilmemelidir. Yazar romanıyla milletine ait değerleri ortaya koyarak toplumun dinamiklerini yeniden harekete geçirme arzusu içindedir. Romanda Mahtumkulu, Keymir Kör gibi isimlere sık sık vurgu yapması da bunu göstermektedir. Ata Govşudov, daha romanın başında Göktepe Kalesi’nden bahsederken Köroğlu’na vurgu yapar. Çünkü Köroğlu Türkmenler için bağımsızlık ve özgürlük sembolüdür. Ayrıca Köroğlu, Türkmenlerin Rus yönetimine karşı başkaldırısının da simgesi durumundadır. 7.Sözlü Kültür Mirası Ata Govşudov’un “Ferman” adlı eserinde halk kültürüne ait malzemeleri bulmak mümkündür. Eserde kullanılan bu malzemenin, esere daha doğal bir görüntü verdiği söylenebilir. Bu bağlamda, serde atasözü ve deyimlerin çokluğu dikkat çeker. Sonuç
Sonuç olarak “Ferman” romanı Türkmen edebiyatının güçlü yazarlarından biri olan Ata Govşudov’un, Sovyetler Birliği döneminde Göktepe Savaşları hakkında konuşmanın bile yasaklandığı bir dönemde kaleme alınmış önemli romanlarından birisidir. Romanda Türkmenistan’da Rus hâkimiyetinin başlamasına sebep olan bu savaşın felsefi boyutları ve Türkmen kimliği üzerindeki etkileri ortaya 5. Ata Yurt İçin Kahramanlık konulmaya çalışılmıştır. Yazar, Sovyet ideoAtlı-göçebe hayat tarzının en önemli lojisinin güçlenmeye başladığı bir dönemde gereklerinden biri de yurdun tehlikeye düştüğü üzerinde konuşulması yasak bir konuya dezamanlarda her aileden bir atlının silahıyla ğinmiştir. Bu anlamda yazarın iki büyük başasavaşa gitmesi ve savaşta gücüne göre mutlaka rısı vardır. İlki, sorumluluklarının bilincinde bir kahramanlık sergilemek zorunda olmasıdır. aydın olarak, vatan topraklarına yabancı bir Eğer kişi savaştan kaçar ve saklanırsa, düşmanın işgal için girdiği gerçeğini görerek, yiğitçe çarpışmazsa toplumun dışlamasına bu durumu kalbinde saklamaması, ikincisi ise maruz kalır. Alnına vurulan namert damgası halkının mertliği, yaşamı, örf, adet ve geleda hayatı boyunca alnında kara leke olarak nekleri ve savaş tekniğinden hareket ederek kalır. Ana karakter Övezmurat Batır şöyle Türkmen’in gerçek kimliğini ortaya koymasıder: “Namuslu yiğidin ölümü bir kez olur. dır. Namussuzluğu ve dalkavukluğu alışkanlık KAYNAKÇA hâline getirmiş hainler ise her gün yüz kez ÇONOĞLU, Salim, “Ata Govşudov’un ölür, yüz kez dirilirler.” (Govşudov 2008: Ferman Romanında Millî Kimliğin 206) Yeniden İnşası Sürecinde Millî Kültür Romanda halk hekimliğine dair inançların da dile getirildiği görülmektedir. Halk hekimliği Türkmenlerin göçebe bir toplum olmasından ve tabiatı çok iyi tanımalarından ötürü gelmiştir. Romanda da ifade edildiği gibi, yaraları tedavi etmede ve kırıkları, ağrıları iyileştirmede mumya denilen ve sarp yamaçlarda bulunan kara, gök renkli bir bitki kullanılır.
Unsurları” Bilig Dergisi, Güz 2014, S.71
16
e y e m t l e z ü D i y Her Şe i ğ i t t E k o Y Kalkışmanın Aykut Sungur “İnsan insan derler idi, insan nedir şimdi bildim.” demiş Muhyiddin Abdal. Pek tâbi insan nedir sorusuna cevap bulabilmenin ömrümüzü gözden çıkarmaya bedel olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır. Ekseriyetle bu soru ile yolların yürünebilir herhangi bir yerinde kaybolup bitap düşeriz. Bu yüzdendir ki âlem-i arzdaki mutlak yerimizi belleyip, payımıza çizilmiş yolu yazgı bilip, azığımıza düşen hisse ile yola çıkmaya talibizdir hep. Çünkü insan yazgıya âşık bir varlıktır. Daima yaratılmaya çalışılmış bir hüviyet üzerinden kendimize bir kumaş biçmeye gayret etmişizdir. Çünkü insan taklitten ibarettir. Bir yüzde gizli kalmış tebessümü veya alelade bir ruhta asılı kalmış ızdırap hüzmesini kendine çekmeye meyillidir. Bu, insanın kendisiyle konuşup bir sayfanın içinde kendine yer açmaya mecali olmadığındandır elbette. Bir cümlenin öznesi, nesnesi ve yüklemini bütünüyle kendi durlanmış kelimelerinden oluşturamadığındandır... Nitekim insan gözlerini afak-ı cihana açtığından itibaren mütemadiyen yorgun ve muhtaçtır. Bundan dolayıdır ki sonsuza dek kapadığı saate kadar daima eksik kalmıştır. Hangi yola girmişse, hangi kitabın kapağını aralamışsa da hep tamamlanamayan bir şey vardır fâni hayatında. Bu insanın ruhuna biçilmiş en temel varoluşsal açmazdır. Sermaye-i ömür tükeninceye dek o eksiği tamam etmek için çalışır ve hangi eksiği tamam eylemişse başka bir yerden eksilmiştir. Bunu Metin Altıok “İnsanın bir yanı nedense hep eksik ve o eksiği tamamlayayım derken var olan aşınıyor azar azar zamanla” diyerek kaleme dökmüştür bir şiirinde. Her şeyin yalan, her şeyin yıkılmış, her şeyin sonsuza kadar eksik olduğunu bilmesine rağmen oyuna tüm benliği ile devam edebilmektir yaşam döngüsü. Her şeye rağmen bu sahnede yazgının önünde diz çökmektir insanın rolü ise. Âşık olduğu şeyin dışına çıkmaya gayret etmek, enerjisini hiç yere harcamaktan başka bir şey değildir. Bu gayret insanın tükenmesinden, hırpalanmasından öteye geçmeyecektir. Şöyle bir söz vardı: “Ama yazgısını yıldızlı çokomel kâğıtları gibi, tırnaklarıyla düzeltemiyor insan1.” Kazdıkça kazır bu kâğıtları, tırnakları kan ile örtüşünceye dek insan. Sonra o kanı temizlemek için didinir durur, etrafına sıçradığını görmeden tabi. Sıçramış kan kurumuştur elbet, bir iz kalmıştır her köşede. Bir şeyleri düzeltememenin verdiği telaş ve hengâme içinde hayatı ayağına dolanıp düşmüştür böylece veya hayatın ayağına dolanıp tökezlemiştir çoktan. Her şey olanca mahvına sürüklenmiştir. Zaten her şeyi mahvına sürüklemenin var edeceği şey ne ola ki? Yazgının hudutlarının hışmına uğramıştır bir nevi insan. Acımasızdır çünkü yazgı hudutları, insan da bunun sonucu olarak acınasıdır. Hepimiz her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği o an içerisindeyiz. El değmediğimiz yerler daha güzel, en güzel yollar ise henüz gitmeye takatimiz olmayan yollardır. Hulâsa, diyebiliriz ki bizim de yazgımız, kendi avucumuzda seyretmektir kırgın aksimizi. Her şey akıp gider düzeltilmeden de kendi ellerimiz içinde. Çünkü her şey akıp gider bir katı hüzün kalır geriye.2 Kısacık fani hayatı nasılsa ölecek olmanın sakinliği ve kaderi gayrete âşık eden o şey için mücadele etmenin arasında bir yerlerde, dargın havsalamızın daha fazla mahv-ü perişanlık tutmayacağı bir yerde sürdürmek elbette insan için en güzel gaye olacaktır… 1 Nazan Bekiroğlu 2 Turgut Uyar
17
Hamza Agahoğlu Elinize bir yazı aldınız ve okurken şu cümlelerle karşılaştınız: “Ey okur! Benim bu yazıyı yazmama aslında gerek yoktu. Siz değerli okurlar aslında bunları anlayacak ve bilecek durumdasınız ama ne yapalım ki elimize kalemi aldık ve kalem yazdı, biz de ona uyduk. Yine de kafanızdakileri toparlamak için inşallah az da olsa katkısı olacağını ümit ediyorum.” Başa döner ve yazıyı yeniden şekillendirirsek: “Ey okur! Benim bu yazdıklarımı içinizden anlayacak belki bir avuç insan çıkmayacak. Hepiniz okuyacaksınız, anladığınızı sanacaksınız lakin bu beyhude bir çaba olacak. Yine de bir ihtimal anlayacak üç beş kişi için bu yazıyı yazmayı kendimize vazife bildik.” Buyurun cenaze namazına! Bu giriş tarzlarına retorik deniyor. Dinleyiciyi etkileyecek bir giriş ile lisanı ustaca kullanma tekniği de denebilir. Etkili olduğu yüzyılların birikimi ile desteklenmiş ve hangisinin etkili olduğu da galiba hitap edilen toplumsal kesim ile alakalı.
18
Bir Rus yazar eserinde kahramanlarının hikâyesinin anlatırken okuyucu ile de konuşmasını sürdürür. Kahramanlarının kitap boyunca yaptığı fedakârlıkların onları çok özverili insanlar yapmadığını, okuyucunun onları bulutlar üzerinde görmesinin nedeninin bizzat okuyucunun içinde bulunduğu çukurdan kaynaklandığını söyler. Kahramanlar aslında olması gerektiği gibidir. Bir anne çocuğunu neden sever? Bir baba çocuğu için neden hiç düşünmeden ölüme atlar? İçinde yaşadığımız dünyanın koşulları ile değerlendirdiğimizde çok ilginç cevaplarla karşılaşabiliriz. Teorik olarak bir insan öldüğü zaman acı çekmez. İnanç sistemimizde zaten bir çocuk için öldükten sonra da çekeceği bir acı da yoktur ki kendisi günahsızdır. Her şeyin bireyselleştiği ve kişinin mutluluğunun etrafındaki her şeyden daha kıymetli hale geldiği dünyada acaba cevap çok dramatik midir? İnsanoğlu eğer kendisi ölürse çekeceği bir acının kalmayacağını fakat çocuğu ölürse büyüttüğü, beslediği, uykusuz kaldığı ve bu günlere getirdiği evladının acısını yaşamak
zorunda kalacağını düşündüğünden mi kendi hayatını ortaya koyar? Başlangıç noktamıza dönersek: Bu yazıyı okuyan okuyucuların büyük bir kısmı bu dergiyi açma zahmetine katlanıp sıkılmaları pahasına yazının bu noktasına kadar ulaştıklarına göre beni gayet iyi anlayacaklar; zaten bu yazılanları da kendileri bizzat defalarca düşünmüş olduklarını fark edeceklerdir. Benim gayem sadece biraz daha sahip olduğumuz içgüdüleri elle tutulur hale getirmek. Bu konuya vakıf olan siz değerli okuyuculara ufak da olsa katkım olacağını bilmek bile eşsiz olurdu. İşte bu retoriğin adı “Captatio Benevolentiae” imiş. ** Siz okuyucular zaten sahip olamadığınız erdemler nedeniyle bu yazılanları idrak edemeyecek, belki kendi vicdansızlığınızın batağında bu yazılanları dalga konusu yapacak ve hatta onu bile yapamayacak kadar yazıda ilerleyemeyeceksiniz. Fakat bizim sözümüzün sizlere olduğunu kim söyledi ki? Bizler yazdıklarımızı anlayacak ve gönüllerimizi birleştireceğimiz bir avuç insanın arzusundayız. Bu retorik de “Captatio Malevolentiae” olarak isimlendirilmiş. Kişisel hayat koşumuz ile birlikte hayatın kendisi de bir uzun bir maraton halinde ve binlerce yıldır biriktirdiği kondisyondan olsa gerek son yüzyıllarda ciddi bir ivme kazanmış durumda. 5-10 yıl öncesi gençliğinin bile bugünün dünyasını anlamakta, anlamlandırmakta zorlanabileceği bir ivmeden bahsediyoruz. Homo sapiens yerine homo comsumens, economicus veya deus gibi bir sürü isme daha layık görüldük bu akıp giden zamanın özellikle son dönemlerinde. En son gelinen noktada “Görünüyorum öyleyse varım!” dercesine, yaptıklarını ifade etmediğinde yaşadığının farkına varamayan bir nesil ile karşı karşıyayız. İyi çocuk yetiştiriyorsa onun meziyetlerini, iyi yemek yapıyorsa fotoğrafını, iyi bir vatansever ise bunu ispat edecek söylemlerini ve paylaşımlarını göstermediğinde aslında hiçbirinin var olmadığının kabullendiği bir dünyada yaşamaya başladık.
sosyal medyada kendisine yeterince yer bulmuyorsa yok sayacak kadar vicdanların ve idraklerin köreldiği günümüzde herkesin çok net bir gidiş yolu var: para kazanacaksa kısa yoldan, memleket kurtarılacaksa kısa yoldan, sevdiğine kavuşulacaksa kısa yoldan, velhasıl her ne olacaksa kısa yoldan yapılacak. Uzun uzun anlatılan cümleler, kitaplar yerine zekâ barındıran ve etkili olabilmesi için de olabildiğince marjinalleşen söylemler gerekiyor bu zihinleri doyurmaya. Çıkış noktamıza dönemesek de en azından yanaşmaya çalışırsak herkesin kendince bir milliyetçilik tanımı var. Bunların hepsini bir araya getirdiğimizde zaten görüyoruz ki hemen hepsi bir doğrunun parçalarıdır. Fakat kimi daha anlaşılır, kimi daha karmaşık! Teşbihte her zaman hatanın olacağını kabullenen benim için, yine hataları da olsa bir teşbih yapmak hem konunun anlaşılması hem de yazının bütünlüğü için kaçınılmaz olacak. Nasıl ki hemen her anne çocuğunun hayatı söz konusu olduğunda canını ortaya koyar, memleket bugün varlık veya yokluk sınavı verdiğinde canını ortaya koyanlar da o anne hissiyatı ile hareket eden vatansever insanlardır. Fakat bir çocuğun ihtiyacı sadece hayatta kalmak mıdır? Hayata hazırlığı, sağlıklı beslenmesi, zekâ geriliği olmaması için demir takviyesi, tuvalet alışkanlığının kazandırılması spor yapıyor olması veya hobi edindirilmesi vb. bir sürü ihtiyaçları vardır ve bu ihtiyaçların hepsi sürekli ve genelde küçük müdahaleler gerektirir. İşte memleket için örneği bir düzleme oturttuğumuzda bu annelik vazifesi Türk milliyetçilerinindir. Sabırla, memleket üzerindeki görünmeyen el olmak pahasına, büyük siyasi başarılar bir yana bu memleketin bir evladına uzanabilmeyi Turan’a uzanmak olarak görebilen değerlerindir. Retoriği bir kenara bırakacak olursak, siz değerli okur da bu sayfalarda gözlerinize ve gönlünüze yer bularak zaten istikametinizin çocuğuna hayırlı bir anne olacak gibi vatanına hayırlı evlatlar olmak olduğunu göstermiş oluyorsunuz. Biz öldükten sonra çocuk iyi yetişse ne olur yetişmese ne olur diyenler için de zaten biz başta uyarmıştık.
Küçük işler ve küçük fedakârlıklardaki devamlılığın getirdiği büyük kazanımları hele ki
19
İsim’in Alaşımı Muhammed Alpaslan Tandırcı (Babil İkra) Mevzu bahis, gizemli görünmek maksadıyla afili cümlelerle neşredilmiş bir çift kişiliklilik tiyatrosu değildir. Mevzu, isimlerin yazgılarının kendi yazgımıza entegrasyonudur. Birçok insanın ismi, o doğmadan evvel hazırdır. Doğumdan itibaren aslımız ile adımız arasında bir birleşim başlamaktadır. İsimlerimiz ile karakterlerimiz arasında etkileşim açısından tek yönlü bir ilişki yoktur. Çift yönlü bir ilişki de yoktur. İsimler ile karakterler arasında üç yönlü bir ilişki mevcuttur. Eğer yalnızca isimler karakterleZihnimde hatırı sayılır bir hisseye sahip. ri etkileseydi aynı adı taşıyan tüm insanlar Belki her daim vardı, belki de kendim birbirinin replikası olurlardı. Ve bunlar dünyaratıp yer verdim ona orada. Bu konuda ya üzerinde belki eşzamanlı gerçekleşen asla emin olamayacağım. Ancak şundan rastlantılardan öteye geçemezdi. eminim ki: git gide ona dönüşüyorum. Vakti Eğer sadece isimler ve karakterler arazamanında tüm dillerin birbirine karışıp sında bir etkileşim olsaydı ortaya bir sentez dünyaya yayıldığı o antik şehir gibi tüm dü- çıkardı. Ortaya çıkan bu sentez bir anlam şüncelerim, tüm düşlerim, tüm hayallerim ifade ederdi ancak bu anlam yaşanan o bir potada eriyip akıyor zihnimde. Bir ala- döneme/zaman dilimine sıkışıp kalırdı. Bu şım halini alıyorum peyderpey. Bu sürecin noktadan öteye geçemezdi. Anlamlılığı ise hiç acelesi yok. Buna kimileri devinim, ki- anlamsızlık ile anlamlılık arasında bir yere mileri değişim diyor. Ben ise adlandırmak- tekabül ederdi. Bahsi geçen iki varsayım için tan imtina ediyorum. de isimlerin geçmişten günümüze aktarımı söz konusu olmazdı. Biliyoruz ki yeni Babil... Tarih düşkünü bir gencin hayata tutunma çabası olan şiirimsilerini yazarken taktığı maske. Sayfalarca işlediği cinayetlerde iz bırakmamak için kullandığı eldiven. Kendi distopyalarında sırtına geçirdiği kırmızı pelerin belki de. Ama hepsinden evvel, ilk zamanlarda içi boş ve yalnızca beş harften meydana gelen bir rumuz. Zira o dönem havalı ve özgün bir ismin ardına saklanmak icap ediyordu. Anlaşılması pek muhtemel olan tesadüfi bir isim ise kesinlikle değil. Bunu yeni anlıyorum.
20
isimler ortaya çıksa da isimler ekseriyetle geçmişten bize kalan miraslardan biridir. Öyleyse aktarımın mümkün olabilmesi için üçüncü bir yön gerekmektedir ve meselemiz üç yönlü bir meseledir. Üçüncü yön ise çevredir. Bir bebek doğduğu an itibari ile kendi karakterine ve yazgısına sahiptir. Bebeğin bu esnada sahip olduğu yazgıyı önyazgı olarak adlandırıyorum. Sonra ise kendisi için hazırlanan ismi ona verilir ve o ismin yazgısı, önyazgı ile harmanlanarak ömür sürülür. Yıllar süren bu sürece, aynı süreci yaşayan binlerce insan şahitlik eder. -Esasen bir bağlamda tüm insanlar istemsizce birbirlerine şahitlik edebilirler. -- Söz konusu şahitlik mefhumu isimlerin içtimai boyutunu oluşturur. Zira sosyal bir hayvan olduğu iddia edilen insan’ın diğer insanlarla arasındaki münasebetler neticesinde kalıp yargılar oluşmaktadır. Birçok konuda olduğu gibi isimler açısından da toplumlarda kalıp yargılar oluşmuştur ve oluşmaktadır. Oluşan bu kalıp yargılar nesilden nesile aktarılmıştır ve aktarılmaktadır. İsimlerin doğada var olmaktan öteye geçmediği bir durum yalnızca ontolojik bir anlam ihtiva etmektedir. İsim, bir karakterle yekvücut olup diğer benzer veya farklı yekvücutlarla gireceği etkileşim ile anlam kazanır. Aktarımı ancak bu yöntemle mümkün olabilir. Ancak yok oluşu da aynı yöntemin izlenmesi ile mümkündür. İsimler sadece birileri tarafından başka birilerine verilmez. Kişilerin kendilerine isim vermeleri de mümkündür. Bu isimler ise bir arayış veya bir memnuniyetsizlikten kaynağını almaktadır. Bunlar bazen bir rumuz bazen ise gerçek bir isim olarak da
karşımıza çıkabilirler.( esasen her isim bir lakap değil midir zaten?) Yani alternatif de olabilirler, çevre-isim-kişi sentezinin bir alt boyutunu da oluşturabilirler. Ancak bu alt boyut, senteze eklemlenip zaman geçtikçe yeni bir sentez oluşturmaya muktedir olabilir. Kişinin kendisine bir rumuz belirlemesi soyut anlamda bir doğumdur. Bu doğum var olan ve gelişmekte olan bir bünyenin gelişim ve değişimine muhakkak tesir etmektedir. Bu ilişki lakabın Ay, kişinin Dünya, gerçek ismin Güneş, çevrenin Galaksi olduğu bir durumda Ay-Dünya-Güneş ve Galaksi arasındaki ilişkiye benzetilebilir. Ay Dünya’nın, Dünya Güneş’in, Güneş ve Güneş Sistemi ise Gökada’nın merkezi etrafında dönmektedir. Yani bir isime dair tüm olaylar bir çevre içerisinde gerçekleşmekte ve o çevreden etkilenmektedir. Ay olmadan da Dünya var olabilirdi tıpkı rumuzlar olmadan insanların var olabileceği gibi. Ancak bu hal, mevcut halden farklı olacaktır. Rumuzlar olmadan sahifelerin soyut medcezirlerden mahrum kalması gibi. Peki ya isimsizler? Onlar ise asla var olmamışlardır demektir!
21
İsmail Yıldız ile İttihat ve Terakki Üzerine Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Tarih Eğitimi Bölümünden mezun oldu ve Ankara’da öğretmenlik görevine başladı (2001). Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bölümünde yüksek lisans yaptı (2008) ve aynı bölümde doktora derecesi aldı (2018). Eksen Eğitimci Kamu Çalışanları Sendikası’nda genel teşkilatlandırma sekreterliği ve genel sekreterlik görevleri yaptı. Sendikanın genel başkanlığına seçildi (2016). Yüzde İki Yayınlarının kurulmasına öncülük etti (2017). II. Meşrutiyet Döneminde Ermenilerde Devlet Toplum ve Kimlik Tartışmaları isimli kitabı yayınlandı (2019). Sungur Türk Fikir Mecmuası, Yarın, Türk Düşüncesi, Millî Mecmua ve Türk Yurdu dergilerinde eğitim ve tarih alanlarında yazıları yayınlandı (2017-2019).
22
1.İttihat ve Terakki hareketi nasıl doğdu? Öncelikle şunu belirterek başlamak istiyorum. Bugün tartıştığımız konuştuğumuz İttihat ve Teraki Cemiyeti 1906 yılında Selanik’te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adıyla kurulan cemiyettir. Ancak İttihat ve Terakki’nin fikirsel temelleri Osmanlı Devleti’ndeki yenileşme hareketlerine dayanmaktadır. 17. yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı Devleti’nde saray, bürokratlar ve aydınlar devleti içinde bulunduğu olumsuz durumdan kurtarmak amacıyla bir takım çözümler aramışlardır. Neticede ortaya Tanzimat gibi bir çözüm çıkmıştır. Tanzimatla birlikte Osmanlı’da hürriyet ve meşrutiyet fikirleri gelişmeye başlamıştır. Bu fikri gelişme 1876 Kanun-ı Esasi’sinin ilanıyla amacına ulaşmıştır. Ancak, 1878 yılında Meclis’in Sultan II. Abdülhamid tarafından kapatılması ve Kanun-ı Esasi’nin askıya alınması tepkilere neden olmuş; 1889 yılında, Fransız İhtilali’nin 100. yılında, İbrahim Temo, Abdullah Cevdet ve İshak Sukuti gibi isimlerin öncülüğünde İttihad-i Osmani adıyla gizli bir cemiyet de bu tepkilerden biri olarak kurulmuştur. İşte bugüne kadar konuşulan İttihat ve Terakki adında yer alan “İttihat” kelimesi bu gizli cemiyetin adından ve fikirlerinden gelmiştir. 1892 yılında devletin cemiyetten haberdar olmasıyla başlayan baskılar neticesinde 1895 yılında cemiyetin üyeleri Avrupa’da bulunan Jön Türklerle irtibata geçmişlerdir. Paris’te bulunan Ahmet Rıza ile irtibata geçen cemiyet Onun etkisiyle adını Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirmiştir. 1896-1904 yılları arasında cemiyetin Paris, Cenevre, Kahire gibi şubeleri arasında yaşananlar, Mizancı Murat, Ahmet Rıza, Prens Sabahaddin gibi önemli isimler çevresinde gelişen olaylar neticesinde Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sonu gelmiştir. 1906 yılında ise yine Ahmet Rıza’nın fikirlerinin etkin olduğu Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti kurulmuştur. Böylece 1906 yılında hemen hemen aynı fikirlere sahip olan biri yurt içinde biri yurt dışında iki cemiyetin (Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti) olduğu bir ortam oluşmuştur. Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti Dr. Nazım aracılığıyla Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile irt-
ibata geçmiş; 1907 yılında Osmanlı Terakkî ve İttihat Cemiyeti adı altında birleşme sağlanmıştır. Birleşmenin şartı ise biri yurt içinde biri yurt dışında olmak üzere iki genel merkez olmasıdır. Cemiyette kısa sürede üyelerinin bir çoğunun asker olmasının da etkisiyle Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin kadroları etkili olmaya başlamış; 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilan edilmesini de bu kadro sağlamıştır. 1908 yılından itibaren cemiyet İttihat ve Terakki adını kullanmış; günümüze kadar da bu adla bilinirken üyeleri ve fikirlerini savunanlar da “İttihatçılar” diye anılmışlardır. 2. İttihat ve Terakki’nin kurucu kadrosunu da oluşturan Jön Türkler kimlerdir ve Jön Türk deyimi nasıl ortaya çıktı? Jön Türk, 19. yüzyılın başından itibaren başta anayasa olmak üzere eşitlik, hürriyet, adalet, vatan gibi kavramlar üzerinde duran ve bunları savunan aydın ve bürokratlara verilen bir isimdir. İsmin kaynağı ise aynı dönemde Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde gençler tarafından organize edilen hareketlere verilen Fransızca genç anlamına gelen Jeune kelimesidir. Jeune-France, Jeune-Italie, Jeune-Allemange gibi... Osmanlı’da Jön Türk hareketinin kurumsal dayanağı ise Yeni Osmanlılar Hareketi’dir. Yeni Osmanlılar, Tasvir-i Efkar Gazetesi’nin kurucusu Şinasi ve yazarı Namık Kemal ile Muhbir Gazetesi’nin Sahibi Ali Suavi etrafında toplanan bir grup aydının 1865 yılından kurdukları cemiyettir. Cemiyetin yayınladığı programlar sistemli bir şekilde Jön Türk hareketinin de fikirlerinin ilk kaleme alınmış hallerini oluşturmuştur. Bu programlarda hürriyet, padişahın konumu, laiklik, adalet, kurumsal denetim gibi konular yer almıştır. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Bey, Ali Suavi, Reşat Bey, Nuri Bey, Agâh Efendi, gibi isimlerin Muhbir, Hürriyet, İbret gibi gazetelerin yaydıkları fikirler bürokraside de etkisini göstermiş ve Mithat Paşa’nın öncülüğünde I. Meşrutiyet ilan edilmiştir. Bazı tarihçiler I. Meşrutiyet’in ilan edilmesini sağlayan bu isimlere I. Jön Türkler (I. Jön Türk Hareketi) demektedirler. 1889 İttihad-i Osmani Cemiyeti’nin kurulmasından sonra Ahmet Rıza ve Meşveret Gazetesi; Murat Bey ve Mizan Gazetesi, Ab-
23
dullah Cevdet ve İçtihat Dergisi, Prens Sabahattin ve Adem-i Merkeziyet Hareketi gibi kişi, yayın, akım ve cemiyetler de I. Jön Türklerin takipçisi Jön Türkler olmuşlardır. Jön Türklerin İttihat ve Terakki’ye dönüşümü ise önceki sorunuza verdiğim cevaptaki gibi gelişmiştir. Ayrıca Jön Türk, 1908 İhtilâli öncesinde kulanılmış; bu tarihten sonra İttihatçılar bu kavramı kullanmamışlardır. 3.İttihat ve Terakki iktidara ne ölçüde egemen olabildi? 1906 yılında kurulan İttihat ve Terakki hangi şartlarda ve nasıl iktidar oldu önce bunu konuşmak gerekiyor. İttihat ve Terakki’nin ilk başarısı Selanik ve Manastır’da ordu içerisinde hızlı bir şekilde örgütlenmesidir. Burada Enver Paşa’nın (o tarihte binbaşı) 1906 yılında cemiyet kurulur kurulmaz cemiyete üye olmasının da etkili olduğunu söylememiz gerekiyor. Cemiyetin en önemli başarısı ise bu örgütlülüğün neticesinde 24 Temmuz 1908 tarihinde Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edilmesini sağlaması olmuştur. Bu en önemli başarının arkasından yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki mecliste çoğunluğa sahip olmasına rağmen hükümette etkisi olmayan bir yapılanma olmuştur. Zaman zaman hükümetlere bakan verilmiştir, ancak hükümet kurmamışlardır. Meşrutiyeti ilan ettikleri halde 1913 Babıali Baskınına kadar İttihatçıların iktidarı tam olarak ele almamalarının nedenleri günümüze kadar tartışılmıştır. Hüseyin Cahit’e göre “rütbesiz, nişansız, şan ve şöhretsiz bir gencin vezaret unvanıyla sadrazamlığa çıkmasını bu memleketin havsalası almazdı. Hükümetin başına çıkmayı onların zihinleri almadığı gibi memleketin de hazmedebilmesi imkânsız” olduğu için İttihatçılar iktidardan uzak durmuşlardır. Ancak şahsen bunu doğru kabul etmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Çünkü eğer memleketin havsalası şansız, şöhretsiz insanların ihtilal yapabileceğini alıyorsa memleketi yöneteceğini de alırdı. Burada İttihatçıların isteklerinin iktidara geçmek değil anayasal düzen içinde devletin bütünlüğünü korunduğunu görmek olduğunu düşünebiliriz. 1908-1913 yılları arasında İttihat ve Terakki
24
mecliste sahip olduğu gücü ve cemiyetin gizlililikten sağladığı etkiyi kullanarak bir denetleme iktidarı kurmuştur.Tabii ki bu durum İttihat ve Terakki’nin muhalifleri tarafından eleştirilmiştir. İttihatçıları eleştiren Serbesti Gazetesi yazarı Hasan Fehmi’nin öldürülmesinden sonra başlayan olaylar neticesinde 31 Mart 1325 (13 Nisan 1909) tarihinde 4. Avcı taburunun isyan etmesiyle İttihat ve Terakki hakimiyet konusunda ciddi bir tehdit yaşamıştır. Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelmesiyle bu hakimiyet tekrar sağlanmıştır. Ancak yine iktidar konusunda isteksiz davranmışlardır. 1911 yılında Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın kurulması, 1912 yılında Halaskar Zabitan grubu adı verilen subayların isyanı İttihat ve Terakki’nin hakimiyetini tamamen zayıflatmıştır. Bu dönemde özellikle Balkan Savaşları sırasında İtthat ve Terakki’nin muhalif olduğu Kamil Paşa ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümetleri etkili olmuşlardır. Bu sırada Bulgar Ordusunun Çatalca’ya kadar gelmesi ve hükümetin Edirne’yi Bulgarlara vermeye hazırlanması üzerine 23 Ocak 1913’te Enver Bey öncülüğünde İttihatçılar Babıali’yi başmışlar, Kamil Paşa hükümetini devirmişler ve Mahmut Şevket Paşa başkanlığında yeni bir hükümetin kurulmasını sağlamışlardır. Bu tarihten sonra ülkede İttihat ve Terakki’nin tam iktidarı başlamıştır.Yani kısaca ifade etmek gerekirse 1913’e kadar İttihat ve Terakki kısmı egemenliğe sahipken 1913’ten sonra tam olarak etkin parti haline gelmiştir. 4.Sultan 2. Abdülhamid dönemi ve sonrasında İttihat ve Terakki’ nin iktidar konusundaki tutumunda farklılıklar nelerdir? İttihat ve Terakki’nin yönetim anlayışını Abdülhamit’ten önce ve sonra diye ayırmak pek mümkün değil. Çünkü Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra Abdülhamid yaklaşık olarak 9 ay tahtta kalabilmiştir. Bu dönem aynı zamanda Meclisin ilk yasama dönemi olduğu için Kanun-ı Esasi’nin bazı maddelerinin yeniden düzenlenmesi ile geçen sürede hususen Abdülhamit dönemine özgü uygulamalar olmamıştır. Bu dönem padişaha ait yetkilerde kısıtlamaya gidilmesi, meclisin yetki alanının genişletilmesi, mebuslara kanun teklif etme
hakkının tanınması, kişi hak ve hürriyetlerinin anayasal güvence altına alınması gibi konuların yerleşik hale gelmesi için uğraşılan bir dönem olmuştur. Burada şunu da söylemek isterim: Meşrutiyet ilan edilene kadar tek amaçları Abdülhamid’i tahttan indirmek gibi görünen İttihatçılar, Meşrutiyet ilan edildikten sonra Abdülhamitle uğraşmamışlardır. Bu dönemde padişah aleyhinde komplo düzenleneceğine dair söylentiler ortaya çıktığında Cemiyetin Manastır kolu padişaha bağlılığını bildiren telgraf bile göndermiştir. Feroz Ahmad bu dönemde Sultan’a saldıran basının başını İttihatçıların çekmediğini İttihatçılara muhalif olan Serbesti Gazetesi’nin bu işi yürüttüğünü belirtmektedir. Abdülhamit tahttan indirildikten sonra da Talat Paşa’nın Fethi Bey vasıtasıyla devlet yönetimi ile ilgili sorular sorduğu ve Abdülhamit’in de bu soruları yine Fethi Bey aracılığıyla cevapladığını biliyoruz. Bu İttihatçıların Abdülhamit’i sevdiği anlamına gelmemektedir. Ancak İttihatçıların önem verdikleri değerlere ulaştıktan sonra Abdülhamit için hususi bir nefrete de sahip olmadıklarını ve gerektiğinde kendisine danıştıklarını göstermesi bakımından dikkate değer bir durumdur. Bu durumda Abdülhamit neden tahttan indirildi? sorusunu da cevaplamak gerekir. Abdülhamit’in 31 Mart olayında tarafların çatışmasından fayda umması, açıkça İttihat ve Terakki’den yana olmaması, kişiliği ve yönetimdeki etkisi İttihat ve Terak-
ki’nin yaşanacak başka bir sorunda Abdülhamit’e güvenemeyeceğini göstermiş ve bu nedenle Abdülhamit tahttan indirilmiştir. 5. Enver, Talat ve Cemal Paşalardan bize bahsedebilir misiniz? Kimdirler, cemiyetteki rolleri nelerdir, onların böyle çok tanınmalarının nedeni nedir? Talat Paşa 1874 yılında doğmuştur. Aile sorunları nedeniyle okula devam edememiş, ailesini geçindirmek için Edirne Posta ve Telgraf İdaresi’nde çalışmaya başlamıştır. Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nde görev almıştır. Ancak cemiyet kapandıktan sonra Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin kurucusu ve en etkili adamı olmuştur. Teşkilatçı kişiliği, sorun çözme ve ikna kabiliyeti ile cemiyette aldığı teşkilatlanma sorumluluğu Talat Paşa’nın Ön plana çıkmasında etkili olmuştur. İttihat ve Terakki bir insan olsaydı kim olurdu diye sorulsaydı Talat Paşa cevabını verirdim. 1908-1918 yıllrı arasında İttihat ve Terakki’nin kararlarında en belirleyici kişi o olmuştur. Mesela tartışılan Tehcir Kanunu onun eseridir diyebiliriz. Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesi üzerine yurt dışına çıkmaya en zor ikna edilen de o olmuştur. Nitekim gittiği Almanya’da 15 Mart 1921 günü tetikçi Ermeni Solomon Teilirian tarafından şehit edilmiştir. Enver Paşa 1881 doğumludur. Abdülhamid
25
aleyhtarı propagandalardan harbiyedeyken etkilenmiştir. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin kurulmasından bir yıl önce 1905’te üstteğmen olarak Rum ve Arnavut çetelerine karşı verdiği mücadeleler onun tanınmasında etkili olmuştur. Kendisine kırbaçla vurduğu için Rus konsolusu öldüren Er Halim’in yargılanmasında katip alarak görev alan Enver Paşa yönetim şeklinin değişmesi konusunda fikir sahibi olmuş ve 1906 yılında İttihat ve Terakki’ye girmiştir. Atılgan ve cesur kişiliğiyle de ön plana çıkmış; Kolağası Niyazi Beyle başlattığı isyan ile de Meşrutiyetin ilan edilmesini sağlamıştır. Trablusgarp’a gönüllü gitmiş; Babıali Baskınını gerçekleştirmiş; Edirne’nin geri alınmasında önemli rol oynamıştır. 1914’te Harbiye Nazırı olmuş ve Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girmesinde etkilli olmuştur. Savaşın kaybedilmesi üzerine Almanya’ya gitmiş bir kaç denemeden sonra Rusya’ya geçmiştir. İlk önce Ruslarla iyi geçinmiş ancak daha sonra Ruslara karşı savaşan Basmacılar’ı teşkilatlandırmaya çalışmıştır. 4 Ağustos 1922’de Kurban Bayramı için düzenlenen bayramlaşma töreninde Rusların baskınına uğramış; hiç tereddüt etmeden Ruslara saldırmış ve Pamir Dağlarının eteklerinde Çegan Tepesi mevkiinde Rus mitralyöz ateşiyle şehit olmuştur.
6. Ermenilerle işbirliğinin sebepleri nelerdir, Ermenilerin cemiyete bakışı nasıldır? Cemiyetin ilk günlerinden cihan harbine bu fikirlerde bir değişim var mı, varsa ne şekilde bir değişim söz konusu?
İttihat ve Terakki’nin ilk görünür olması 1894’teki Ermeni kalkışmasında, Ermenilerin Osmanlı Bankası’nı basmasından sonra yayınlanan bir bildiri ile gerçekleşmiştir. Müslüman Türkleri Babıali’ye yürümeye ve Ermenileri kınamaya davet eden bildirinin İttihatçılar ve Ermenilerin ilişkisinde sembolik bir önemi olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu bildiri, ilerleyen dönemde Ermeniler ile işbirliği yapılan konular olsa da Ermenilerin ayrılıkçı düşüncelerinin ve eylemlerinin temelde İttihatçılar tarafından kabul görmediğini göstermektedir. Daha sonra Jön Türklerin 1902 kongresine Ermeniler de davet edilmişlerdir. Ermeni örgütler bu kongrede kendi özel amaçlarını gerçekleştirmek için de mücadelelerine devam edeceklerini açıklamışlardır. Bu durum Prens Sebahattin ve Adem-i Merkeziyetçiler tarafından olumlu karşılanırken Ahmet Rıza ve arkadaşları tarafından ihanet olarak değerlendirilmiştir. 1907 kongresinde de benzer bir durum yaşanmıştır. 1908 yılında Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra Ermeni örgütler yasal siyasi partiler haline gelmişler1872 doğumlu olan Cemal Paşa da Enver dir. Taşnaksütyun, Sosyal Demokrat Hınçak Paşa gibi 1906 yılında İttihat ve Terakki’ye Partisi ve Ramgavar Partisi... katılmıştır. Bu dönemde cemiyetin askeri örgütlenmesinde üstlendiği roller de kendisinin İttiMeşrutiyet’in ilan edilmesi Ermenilerin en hat ve Terakki içinde etkili olmasını sağlamıştır. ünlü bu üç partisi tarafından da olumlu karşıl1909’da Adana olaylarının bastırılmasında anmıştır. Bu şartlarda İttihat ve Terakki, Meşrugösterdiği başarı, Babıali Baskınına verdiği tiyeti olumlu gören ve anayasal düzeni korudestek, İstanbul Muhafızlığı görevi, Nafia mak için çalışacaklarını söyleyen bu partilerle bakanlığı, Bahriye nazırlığı, Kanal Hareka- işbirliği yapmakta hiçbir sakınca görmemiştir. tında 4. Ordu komutanlığı, Arap milliyetçiler- Ancak bu işbirliği 1909 Adana olaylarıyla ine karşı uygulamaları Cemal Paşa’nın İttihat sarsıntıya uğramıştır. Hınçaklar İttihatçılardan ve Terakki içinde ününü arttıran gelişmeler uzaklaşırken Taşnaklar ile İttihatçılar Adana olmuştur. O da diğerleri gibi Birinci Dünya olaylarına rağmen işbirliğine devam etme Savaşı’nın kaybedilmesi üzerine Almanya’ya kararı almışlardır. Nitekim bu işbirliği seçimgitmiştir. Oradan Rusya’ya geçmiş ve Bolşe- lerde kendisini göstermiş ve istedikleri kadar viklerle Mustafa Kemal arasında arabuculuk olmasa da Ermeniler mecliste temsil şansı bulyapmaya çalışmıştır. 21 Temmuz 1922 tari- muşlardır. hinde Tiflis’te (kesin olmayan bilgilerle) Ermeniler tarafından şehit edilmiştir. İttihat ve Terakki’nin bu işbirliğine ihtiyacı yoktur. Ancak Ermenilerin Avrupa ve
26
Rusya’nın etkisinde kalmamaları ve onlardan uzaklaşmaları için böyle bir tercih yapmış olmaları kuvvetle muhtemeldir. 1912 yılına kadar sorunlu da olsa devam eden bu işbirliği Balkan Savaşlarıyla tamamen bozulmaya başlamıştır. Bu yıldan itibaren Ermeniler Balkan Savaşlarının Osmanlı Devletine verdiği zararı görmüşler ve esasında bağımsızlık için gerekli ortamın hazır olduğuna inanmaya başlamışlardır. Bu nedenle sürekli basın yayın yoluyla İttihat ve Terakki’yi suçlamışlar, İttihat ve Terakki’nin Türkçü-İslamcı bir çizgiye kaydığını iddia etmişlerdir. Buna rağmen İttihat ve Terakki son ana kadar Ermenilerle işbirliğinin yollarını aramışlardır. Nitekim Taşnakların 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nda alacakları pozisyonu değerlendirdikleri ve Erzurumda düzenledikleri kongreye İttihat ve Terakki bir heyet göndermiş ve işbirliği teklifi yapmıştır. Ancak Taşnaklar bu teklife olumsuz cevap vermişlerdir. Aynı dönemde Ermenilerin isyan hazırlıkları hissedilmeye başlayınca İttihat ve Terakki hem Ermeni mebuslara hem de patrikhaneye devletin gerekli tedbirleri alacağına dair uyarılarda bulunmuştur. Nitekim I. Dünya Savaşı’nda Ermenilerin başlattığı isyanlar neticesinde İttihat ve Terakki 24 Nisan 1915’te Ermeni komitelerin kapatılmasına ve ileri gelen Ermenilerin tutuklanmasına karar vermiştir. 27 Mayıs 1915’te de Tehcir Kanunu olarak bilinen sevk ve İsyan Kanunu’nu çıkartılmıştır. Böylece İttihatçılarla Ermenilerin işbirliği geri dönülmez bir şekilde sona ermiştir.
Buna göre özetle şunu söyleyebilirim İttihat ve Terakki ilk günden itibaren devletin bütünlüğüne zarar vermemeleri kaydıyla Ermenilerle işbirliği yapmaktan çekinmemiş ancak isyan vs gibi konularda da kesinlikle taviz vermemiştir. Ermeniler ise bu işbirliğini kısa bir dönem (Meşrutiyetin ilan edilmesini takip eden ilk yıllar) dışında tamamen kendi özel amaçları için kullanmaya gayret etmişlerdir. 7. İttihat ve Terakki’ nin sonu nasıl geldi? I. Dünya Savaşı’nda yenilginin kabul edilmesi üzerine Talat Paşa hükümeti istifa etmiş ve 1 Kasım 1918’te İttihat ve Terakki olağanüstü bir kongre yaparak kendisini feshetmiştir. Resmi olarak İttihat ve Terakki’nin sonu bu şekilde gelmiştir. Ancak İttihatçılık sona ermemiştir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu sağlayan Milli Mücadele İttihatçılar tarafından yürütülmüş ve kazanılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da devletin temel iç ve dış politikası İttihatçıların fikirleri ile şekillenmiştir. Atatürk’ün kurucusu olduğu Cumhuriyet Halk Fırkası ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası gibi Cumhuriyetin ilk partileri de İttihatçılar tarafından kurulmuşlardır. Hatta çok partili demokratik hayata ikinci geçişte kurulan Demokrat Parti’nin kurucusu Celal Bayar da ünlü bir İttihatçıdır. Bugün başta milliyetçi siyasi akımlar olmak üzere bir çok siyasi oluşumda İttihat ve Terakki’nin izlerini sürmek mümkündür.
27
KADINLARIN İSLAMİYET ÖNCESİ TÜRK TOPLUMUNDA YERİ ve ÖNEMİ Berkay Özdemir 28
İslam öncesi Türklere ait bilgiler M.Ö. 4000-4500 yıl gerilere kadar ulaşmaktadır. Bu köklü bilgiler arasında kadının temel nitelikleri “annelik” ve “kahramanlık” olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadın, at binme, silah kullanma ve savaşabilme gücü ile de değerlendirilmektedir. Yine tarih kaynaklarında Türklerin kutsal ve önem verdikleri haklara, “ana hakkı” dedikleri ve bunu da “Tanrı Hakkı” ile eşit tuttuklarını göstermektedir. Aile toplumun çekirdeği olarak görülmüştür. Aile ne kadar güçlü olursa toplum o derece güçlü olur. Türklerde aileye her zaman önem verilmiş ve aile korunmuştur. Birçok savaşa ve göçe rağmen Türklerin dağılmadan ayakta kalması da güçlü aile yapısına dayanmaktadır. Türklerde tarih boyunca evlilik ve aile çok önemli görüldüğünden dolayı bu kurum sağlam temeller üzerine oturtulmuştur. Evlilikler, annenin izni olmadan gerçekleşmemekte ve onun fikrine göre hareket edilmektedir. Evlenecek olan kıza erkek tarafı bugünkü mihrin karşılığı olan “Kalıng” vermek mecburiyetinde idi. Aile toplumu ayakta tutan en güçlü kurum olduğundan dolayı günümüzde de olduğu gibi boşanmaya pek hoş bakılmamış ve boşanmaların engellenmeye çalışıldığı bilinmektedir. Eski Türk toplumlarında genellikle dıştan evlilik vardır. Aile, dini ve toplumsal değerlerle kutsanan bir kurumdur. Yeni bir ev kurmak anlamına gelen ve günümüze kadar kullanılan ev-bark olma deyimindeki bark kelimesi mabet demektir. Yeni bir aile kurulması mabet kadar kutsal bir çatı inşa edilmesi anlamına gelir. Aile ve toplum içerisinde kadının yeri ise Türklerin medeni seviyesini gösteren önemli bir ölçüdür. Ziya Gökalp, Şamanizm’in kadındaki kutsi kuvvete dayandığını yazar. Türk şamanları sihir ile olağanüstü güçlerini gösterebilmek için kadınlara benzemeye çalışırlarmış. Bu inanç içerisinde toplum hayatında kadınla erkeğin bir arada bulunması şartmış.
Cinsiyet ayrımcılığı İlk Çağ’dan günümüze insanlığın en önemli toplumsal problemlerinden birisidir. Tarih boyunca dünyada genel olarak kadına yönelik negatif ayrımcılık yaygındır. Mesela Türklerin en yakınındaki kültürlerden birisi olan Çinlilerde doğan çocuk kız ise isim verilmeye değer görülmez, ona sayı ile hitap edilir. Türklerde ise çocuklara farklı davranmazlar. Kutadgu Bilig’de Ay-Toldı oğlu Öğdülmiş’e nasihat verirken oğul ve kız kelimelerini yan yana kullanır. “Oğul-kız hakikatte gören gözün nurudur” diyen vezirin sözü ile de cinsiyet ayrımı bilmediklerini gösterir. Aynı şekilde Dede Korkut hikâyelerine bakıldığında çocuklar arasında cinsiyet ayrımı yapıldığına dair bir örneğe rastlanılmaz. Sadece soyun devamını sağladığı için erkek evlada daha çok meyledildiği hissettirilir. Destanlara bakıldığında kahramanların anneleri ve eşleri hep ilahi ışıktan varlıklar olarak tasvir edilir. Yaradılış Destanı’na göre kadın kâinatın yaratılışına sebep olan ilham kaynağı olarak görülmüştür. Oğuz Kağan Destanı’nda Oğuz Han’ın eşinin karanlık bastığında gökyüzünden inen, aydan ve güneşten parlak bir ışık şeklinde tasvir edilmesi, Göç Destanı’nda Hulin Dağı’ndaki bir ağaca inen mavi bir ışıktan Sungur, Kutur, Tükel, Ur ve Bögü Tigin’in doğması gibi örnekler bu duruma işaret eder. Umay simgesi, Türklerin zihin âleminde kadına verilen kıymetin en önemli göstergelerinden birisidir. İlk kez Kültigin abidesinde “Babam kağan uçtuğunda küçük kardeşim Kül Tigin yedi yaşında kaldı… Umay gibi annem hatunun devletine, küçük kardeşim Kül Tigin er adını aldı.” sözleriyle anılan Umay, Tonyukuk yazıtında Göktürkleri kurtaran ilahedir. Dede Korkut hikâyelerinde kadınlara yönelik hitaplar hep onure edicidir, incitici herhangi bir ifadeye rastlanılmaz. En eski Türk inancına göre “han ile hatun” gök ile yerin evlatlarıdır. Kadın burada yedinci kat göktedir. Kadına kutsallık katan töreye göre, dövülmesi, horlanması veya itilip kakılması mümkün değildir ki zaten Türk kültüründe ve destanlarında böyle bir durum göze çarpmamaktadır.
Şölenlerde, kinkeşlerde, kurultaylarda, ibadet ve ayinlerde, harp ve sulh meclislerinde, Eski Türk Ceza Hukuku da kadının toplum hatun da mutlaka hakanla beraber bulunurdu. içindeki aktif yaşantısını destekler nitelikte Kadınlar hükümdar, kale muhafızı, vali, sefir gelişmişti. Sosyal hayatlarında rahat etmeleri olabilirdi. ve güvende hissetmeleri için uygulamalar bu-
29
lundururdu. Evli kadınla zina yapanlar, cinsel hatunun da kağan kadar seçilmiş olduğunu saldırıda bulunlar idam edilirdi. Genç bir kızı gösterir. kirleten erkek ağır para cezasına mahkûm Hatunların toplum içerisindeki yerini gösedilir ve kızla evlendirilirdi. termesi bakımından Tonyukuk’un anlattığı bir Ziya Gökalp, evin karı ve kocanın ikisine örnek oldukça önemlidir. Tonyukuk yazıtında birden ait olduğunu ifade ederek çocuklar üze- anlatılana bakılırsa Kapgan Kağan, Kırgız serindeki velayet-i hassanın baba kadar anaya ferinden sonra Türgişler üzerine yürümek üzeda ait olduğunu vurgular. Bunun dışında ev- re iken hanımının ölümü üzerine ona cenaze lilik aşamasında kız çocuğu mirastan payını merasimi düzenlemek için komutayı vezir Tonalırdı ve çeyiz malı üzerinde kocasının hiçbir yukuk’a bırakarak geri dönmüştü. tasarruf hakkı yoktu (Roma hukukunun geçerli Son olarak yüzyıllar önce runik alfabe ile olduğu zamanda evlilik çağı gelen kız, miras taşlara kazınmış yazıtlarımızdan birkaç örnek payını alarak yuvasını kurardı). Miras ve veraset konusunda da kadının erkekten çok büyük ve açıklama ile yazımızı tamamlayalım: bir farkı yoktur. Cinsiyet üzerine yapılmış hakYenisey yazıtlarının en ünlülerinden sızlık derecesinde bir uygulama bulunmamak- Uyuk-Tarlak (E 1.) yazıtının 1. satırında geçen tadır ve mümkün olduğunca kadın erkek ayrı- ve Yenisey yazıtlarında sık kullanılan kunçuy mı yapılmadan her bireye eşit davranılmaya sözcüğünün Yenisey yazıtlarındaki anlamı, çalışılmaktadır. Türk kadınının hukuki durumu bilinenden farklıdır. Moğolistan bölgesindeile ilgili diğer önemli bir husus da boşanma ki yazıtlarda “kağanın kızı veya kız kardehakkına sahip olmasıdır. Kadın mutsuz veya şi” anlamında kullanılan sözcüğün Çinceden yürümeyen bir evliliği ölene kadar yürütmek ödünçleme olduğunda kuşku bulunmamakzorunda değildi. Ancak keyfi bir şekilde evini tadır. Prenses = kung tchu [ 公主 , Gongzhu]. terk edemez, istediği zaman toplanıp baba- Unvanın Çincedeki anlamı “hükümdarın kızı”sının evine geri dönemezdi. Uygun sebepler dır. Kâşgarlı Mahmud, bu unvan için ilginç ortaya çıktığında kadın boşanma talebini dile bir açıklama yapar: “hatundan bir derece getirebilir ve boşanabilirdi. Kocasının kendisi- aşağıda bulunan kadın, bige, prenses. Bune kötü davranış göstermesi, kocasının başka radan alınarak “katun kunçuy” denir (Divan-ı bir kadınla gayrimeşru ilişkide bulunması ve Lügati’t Türk, III, s.240) kocanın cinsel iktidarsızlığı gibi aile temelini Kunçuy sözcüğü, Moğolistan yazıtlarında sarsan durumlarda kadın boşanmak isteyebi“prenses” anlamında iken Yenisey yazıtlarınlir ve boşanırdı. da “eş, zevce” anlamındadır. Gerçekten de Devlet teşkilatı içerisinde hatun, kağandan Yenisey yazıtlarında geçen bütün kunçuylar sonra gelen en önemli güçlerden birisiydi. yazıt kahramanının, eşi için kullandığı bir En önemli yasama organı olan Meclis (toy) unvandır. Eski Uygur ve Karahanlı Türkçesi üyesi olan hatunlar hükümdara vekâlet ede- metinlerinde aşağı yukarı asıl anlamında bilir, ordu komutanlığı yapabilirdi. Hatunların kullanılıyor iken Sayan-Altay bölgesinde hizmetinde görev yapan bakanlar vardı. Ka- yaşayan Türk boylarında, anlam kötüleşmesi ğanın yanında hatunun mezarının bulunması diye adlandırabileceğimiz bu durumu, bölge devlet yönetiminde kadının erkeğin yanında halkının eşlerine duyduğu saygı ile açıklamak olduğunu gösterir önemli bir örnektir. Kültigin mümkün görünmektedir. abidesinde ikinci Göktürk Devleti’nin kuruluşu Türk erkeğinin, kadınına vermiş olduanlatılırken, “Yukarıda Türk Tanrısı, Türk muğu önemi ve değeri yenisey yazıtlarından şu kaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş. Türk Milleti yok olmasın diye, millet olsun diye babam örneklerle gösterebiliriz: İltiriş Kağanı, annem İlbilge Hatunu göğün • E 3. Uyuk-Turan yazıtı 1. satır: kuyda tepesinden tutup yukarı kaldırmış olacak.” kunçuyum özde oğlum yıta esizim e yıta bökdiye yazmaktadır. Burada Tanrı’nın Türk milmedim adrıltım kinim kadaşım yıta adrıltım leti yok olmasın diye yarattığı kişiler arasında [Obada eşim, vadide çocuk(lar)ım eyvah! Ne sadece kağanın değil eşi İlbilge Hatun’un da yazık! Eyvah! Doymadım, ayrıldım (öldüm). adının zikredilmesi, yeniden varoluş sırasında Akrabalarım eyvah! (Sizlerden) ayrıldım.]
30
• E 6. Barık II yazıtı 4. satır: kuydakı kunçuyumga adrıldım apam a [Obadaki eşimden ayrıldım, ey atalarım!] • E 11. Begre yazıtı 2. satır: beş yegirmi yaşda alınmışım kunçuyum a bun a [On beş yaşında aldığım eşimden (ayrıldım), ne sıkıntı!] • E 18. Çaa-Höl VI yazıtı 3. satır: kuyda kisim e yıta adrılu bardımız [Obada eşim(den ayrıldım), ne acı! Ayrılıverdik.] Bugüne kadar bulunmuş olan isimli/isimsiz, numaralı/numarasız yaklaşık 175 yazıtın (yenisey bölgesi yazıtları) birçoğunda yukarıda örneği verilmiş söz öbekleri çokça geçmektedir. Ölen kişinin yakınları tarafından dikilen yazıtlar, ölen kişinin ağzından yazılmış ve hayatta yaptığı kahramanlıklar ve hem askeri hem aile hayatına dair bilgiler verilmiştir. Yazıtların birçoğunda ölen kişi; eşinden, çocuklarından, askerlerinden, beyinden (bağlı olduğu boyun beyi), atlarından ve diğer hayvanlarından ayrıldığı için çok üzgündür. Ve bu da yazıtlardaki dile yansımaktadır. Tam tarihlenemese de (yenisey yazıtlarının hiçbirinde tarih bulunmamaktadır) 6-7. yüzyılda dikildikleri kabul edilmektedir. Bu yazıtlar yalın abartısız bir dille yazılmıştır. Çoğunlukla yazı sahibinin bu dünyaya doymadan ayrıldığını samimi bir dille anlattığı görülür. Orhun Yazıtlarındaki yüksek heyecan ve lirizmden uzaktır. Kullanılan yazı Orhun Yazıtlarındaki kadar gelişmemiştir. YAZIMIZIN HÜKÜM FIKRASI/SONUCU Bozkır coğrafyasının yaşam şartları ile alakalı olarak Türk kadını, yaşadıkları dönemin
genel anlayışının aksine temel ve gelişmiş hakların hemen hemen hepsine sahip olarak yaşamını sürdürmüştür. Kadınlar isim sahibi bireyler olarak, evlere hapsedilmemiş ve aktif olarak sosyal hayata katılımları sağlanmıştır. Kadın isim sahibi bireyler olduğu gibi, güzel sıfatlarla anılmıştır. Savaş meydanları dâhil hayatın her alanında erkeğiyle aynı noktada duran Türk kadını için eve kapatılmak açıklama yapmaya bile gerek olmayan bir konudur. Kadın kutsal ve temiz kabul edilirdi, mitolojilerinde, kâinatın yaratılışı konusunda bile üstün bir rol sahibidir. Ayrıca biyolojik yapısı gereği oluşan durumlar için kadın hor görülmez, basit sebeplerle cezalandırılmazdı. Bilindiği gibi kız evlat sahibi olmak kötü bir durum olarak görülmezdi. Bu şekilde özgür insanlar olarak, kişiler hukukunun sağlamış olduğu haklara sahip olmuşlardır. KAYNAKLAR Prof. Dr. Erhan AYDIN, Sibirya’da Türk İzleri-Yenisey Yazıtları, Kronik Kitap, Malatya, 2019 Arş. Gör. Okan AÇIL, İlk Türk Devletlerinde Kadın Algısı ve Kadın Hakları, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 3, Malatya, 2016 Prof. Dr. İbrahim TELLİOĞLU, İslam Öncesi Türk Toplumunda Kadının Konumu Üzerine, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Erzurum, 2016 Dr. Öğretim Üyesi Ahmet GÜNDÜZ, Tarihi Süreç İçerisinde Türk Toplumunda ve Devletlerinde Kadının Yeri ve Önemi, International Journal of Social Science Volume 5, Ankara, 2012
31
MİHMÂNDÂR U Z A K T A K İ
M İ D İ R ?
Ayşenur Akın 21. yüzyılda dünya üzerindeki serencam, yenidünyanın çekirdeğinden çeperine kadar olan oluşum, olgunlaşma ve yayılım alanına dinamizm kazandırmıştır. Bu oluşumlar devinimiyle beraber kaosun küresel mahiyetteki teessürlerini de hayatın tam ortasına, darbelenmiş yahut dağlanmış ve içinde peykânı kalmış yaranın, menzillenmiş siperlerinden namlularına doğru an be an iz sürer. Bellidir ki Soğuk Savaş Dönemi’nin kaotiği, çehrelerin her bir dönüşündeki karavan yüzleri de durduğu hudutlara sançar. Geleceğin dayattığı açmazların önüne kilit vurulduğunda her kısır döngü gibi kendini bölmeden önce bölmelerine saklar. Bilir ki herkes kendi yekparesinin bir parçasını o bölmelerde muhafaza ederken içinde mevzilenmiş iyi beşerlerin uzuvlarını yekvücutta toplamıştır. İşte bununla birlikte küresel barışın adı pandoraların kutularından çıkmaya başlar ve insanlık adına entegre edilen enformasyon-
32
lar, kendi milletinin formellerine bürünür ve birbirine kulak kabartmış toplumların telekomünikasyonlarını aktüel eder. Barış, dünyanın karayan yarasına tampon olurken o, sağ kolun desteklenme aşamasının meşakkatini tüm dünyaya izafe eder. Farklı bedenler, sağlığa kavuşması sürecinde nasıl ki hasta uzvun eklem yerlerine mahdut bırakılırsa barış hekimlerinin aynı feragat ve basirete mâlik davranışlar göstermesi gerekir. Onlar, küresel barışın odağına aldığı insanlık mıntıkalarından çıkardıkları raporlar gibi; yahut hasta insanın, hasta toplumların sedyelerinde soğutulmaya bırakılmış olan bedenlerindeki semptomları yalnızca kağıt üzerinde iskandil eder. Halbuki odağa alınan ve onu aynı mercek altında tetkik eden barış doktorları ilim denizine indiği iskandillerle insan ruhuna indiği kandilleri bir arada tutmayı öğrenmişler midir?
Bütün konjonktürlerin insan mantalitesine kuryelediği inanç sistemleri kalıplarında kırılmamayı öğrenirken kalplerin boşaltılarak havası alınmış atmosferinde asılı kalmayı da bilir. İnsanlık, barış çağının kürelerinde aynı karelerde poz verirken, yılmışlığı, yılgınlığı, çaresizliği teçhiz eder. Buna boyun eğmeyip bilir ki; Allah’a olan ümidi mücehhez kılan vücut, onu kendinden terhis etmemiştir.
bayraklarını önlerine gerdiklerinde hangi saflıkta yer edinirler?
Bütün bir atlası önüne seren insanoğlu iki parmağıyla kıtalar arasını avdet ederken iki dudağın arasında neşet eden yapılar silsilesini birbirine bağlar. Avrupa’dan, Afrika’ya, Asya’dan Antarktika’ya mihmandar olan insanlık, yapılarının arkasına saklanmaz. O, doğduğu toprakların mayasını cihân-ârâyı biBütün bir atlası önüne seren insanoğlu iki len mihmanlardan harç etmiştir. Peki sorarım: parmağıyla kıtalar arasını avdet ederken iki Bütün telekomünikasyonların, aktüalitenin, dudağın arasında neşet eden yapılar silsileajansların ardında duran mihmandar uzaksini birbirine bağlar. Avrupa’dan, Afrika’ya, taki midir? Uzaktan sancaktarlık eden büyük Asya’dan Antarktika’ya mihmandar olan inideallerin eli midir? İnsanlığın hudutlarına sanlık, yapılarının arkasına kapulanmaz; büdöşediği kilometre taşları ile yollar açan tetün odalarını gelenlere buyur etmiştir. Barış ve sisatçılar bu büyük idealleri iddia ederken adaleti gözeten devr-i alem, devreden küreleuzaktaki için kollarını sıvamamış mıdır? Diğer rine birer münevver tayin eder. kürelerin üzerinden birbirlerinin telekomüniBu münevverler, kendi kürelerinin etrafın- kasyon çağrılarına kulak tıkayan, kendi yurda dönerken bir büyük çeperden müteşekkil dundayken uzleti çağıran, ateş yaktığı yerden olduklarını bilirler. İslamiyet’in barış olgusunu dumanla haber eden proto-çağlardan değilmahdut bir alana statik bir zemine oturtmak, dir bu seda; yahut güvercinin açtığı iki beyaz İslamiyet’in sonsuz rahmet ve azametini göre- kanadı mihmandarın muhbirliği değildir yalmeme gafletidir. Globalleşme adına levhala- nızca. İki ucundan baskın ortadan şişkin bir ra yazılıp çizilen mottolar, iki ucu kapalı doğ- geoidin sıska kalmış vicdanlarına gidenlerin ru parçaları gibi birbirlerine yalnızca aynı mihmandarlığıdır. Her yerinden iğnelenmiş noktalardan yakındır. Oysaki insanlığı farklı beyaz keselerden çıkarılan insanlık sadakası uçlarda birleştiren Hak Tealâ takva mahke- cepkenine iğne tutturulmamışların gözünden mesinin hıfz-ı hukuk levhasında ‘’Bir’’ler Onun düşmüştür. adaletinin tecelli ettiği bu ilâhî mahyalar, büMihmandar olmak, soğumaya kaldırılmış tün insanlığın yücelerine gerilmiştir. vicdan hasatlarını mahsul edip eksik ve esEvrensel barış milâdını başlattığı zaman- rik bakan bir çocuğa pay edebilmektir. Evet, dan bu yana miadını dolduranların kaderi- mihmandar olmak uzaktaki olmaktır: Alıstaki ni yaşamıştır. Mavzerini doldurup da namlu Bavrıma’da Magcan, Kuşlarımı kondurduğum ucundan bakanların çitlerle örülü insanlığını bahçemde Çolpan, Bosna’da Alya, öz vatasorgulamıştır. Evrenselliğin her defasında be- nında parya olmaktır. İnsanlığı farklı uçlarda yaz kâğıtlar üzerinde teyit edildiği bu dün- birleştiren, takva mahkemesinin hıfz-ı hukuk yada beyaz uçurtması vurulmuş bir çocuğun levhasında ‘’Bir’’leyen adalet mihmanıma evrilemeyiş eksikliği gün be gün büyür. Bu ek- selâm olsun. siklikle büyütülen evrenlerin içine sıkıştırılmış küçük dünyalarında yüzü belirmeyen çocuklar hangi seleksiyondan geçirilip hangi dünyacığın içerisine bırakılmıştır? Yüzleri belirmeyen bebeklerin arkasına gizlenmiş yüzler, beyaz
33
Güney Azerbaycan’ın Bulud’u Gaye Nur Avşar Güney Azerbaycan’ın Megara şehrinde doğan Sehend’in asıl adı Bulud Karaçorlu’dur. Doğum tarihi hakkında çeşitli bilgiler vardır. 1923, 1926 veya 1927 doğumlu olduğu söylenir. Sehend’in yazdığı, Dursun Yıldırım’ın hazırladığı ve 1980 yılında Kültür Bakanlığı Yayınları tarafından basılan Sazımın Sözü adlı eserde Dr. Cevat Heyet’in söylediğine göre Sehend 1926 yılında doğmuştur. Ali İhsan Kolcu’nun hazırladığı Çağdaş Türk Dünyası Edebiyatı kitabının ilk cildinde ise 1927 doğumlu olduğu bilgisi yer alır. Bulud Karaçorlu, Sehend mahlasını Sehend Dağı’ndan almıştır. Sehend Dağı, Doğu Azerbaycan’ın en yüksek dağıdır. Ali İhsan Kolcu, bahsi geçen eserinde Sehend’in hem Güney Azerbaycan için hem de Türk dünyası için önemini şu cümlelerle ifade eder: “Bulud Karaçorlu Sehend, Şehriyar’la birlikte, 1950-70 yılları arasında İran’da yasakçı rejime karşı ana dilli, inkılapçı-demokratik ruhlu yeni Azerbaycan şiirinin en büyük hareketini yaratmıştır. Azerbaycan Türkçesinin edebiyatta, basın ve yayın dünyasında yaygınlık kazanmasında Sehend’in hararetli şiirlerinin büyük rolü olmuştur. Haklı bir değerlendirmeyle Güney Azerbaycan edebiyatına Dede Korkut’un ruhunu geri vermiştir ve bağımsız, millȋ bir edebiyatın oluşmasına zemin hazırlamıştır.” (KOLCU, 2006: 123)
34
Bulud Karaçorlu, Dede Korkut boylarını nazma çekmekteki ustalığıyla bilinir. Onun bunu yapmaktaki amacı, İran’daki Pehlevȋ rejimine karşı Azerbaycan halkının milli şuurunu açık tutmaktır. Bu vesileyle halka geçmişinin ne kadar şanlı ve şerefli bir geçmiş olduğunu hatırlatmakta ve hiçbir baskının onları dillerinden ve milliyet duygularından vazgeçiremeyeceğini anlatmaktadır. Sehend, 17 yaşında şiir yazmaya başlar ve bu devirde ortaya çıkan Türkçecilik hareketine katılır. Sürgüne gönderildiği Tahran’da bir iplik fabrikasında işçilik yapan ve yıllar sonra biri Tahran’da biri Meraga’da olmak üzere iki iplik fabrikası kuran Sehend’in her ne olursa olsun azatlık hareketinden vazgeçmediğini görmekteyiz. O her koşulda vatanına ve halkına hizmet için çalışmış, halkın milli duygularını besleyecek şiirler kaleme almıştır. Bu uğurda hiçbir şeyden korkmamış, kalemini Türklük için kılıç gibi kullanmıştır. Sehend, ana dilinin yasaklanmasına isyan ederek bu hakkı er ya da geç elde edeceğini birçok şiirinde dile getirir. Yaşama amacını hürriyet mücadelesi etmek olarak gören Sehend’in “Men “Sehend’em” eğilmez yad’a başım/Él bilir, haklı döğüşlerde kéçip çoḫlu yaşım.” mısraları bu mücadelenin göstergesi niteliğindedir. Dursun Yıldırım, Sehend’in mücadelesinde varmak iste-
diği hedefi şu cümlelerle açıklar: “Pehlevȋ rejimi tarafından damarları tıkatılmağa çalışılan millȋ ve ananevȋ edebiyat mektebinin şiir sanatı ve tekniğine mahsus kan damarlarını açık tutmak ve bunu yeni nesillere körlenmeden teslim etmek; bu açık tutulan damarlardan akarak, körletilmiş olan “millȋ şuur”u ve “millȋ duygu”yu ateşlemek, “hürriyet” ve “azadlık” yolunu aydınlatmak.” (YILDIRIM, 1980: 12) Sazımın Sözü adlı eserinde Dede Korkut hikâyelerini nazma çeken Sehend, destanları anlatmaya halk hikâyelerindeki fasıl bölümüyle benzer özellikler gösteren ve kendisinin “başlanış” adını verdiği açılışla başlar. Bu açılışta şairin amacı dinleyenin/okuyanın ilgisini çekmek, anlatılacak konu için bir giriş yapmaktır. Amacı halkta azatlık bilinci oluşturmak olan Sehend “başlanış”ta bu gayeye hizmet edecek türdeki ürünleri irticalen söyler.
10 Nisan 1979 yılında kalp rahatsızlığı nedeniyle Tahran’da vefat eden Sehend, uğrunda mücadele ettiği azatlığa doyamadan bu dünyadan göçmüştür. “Mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir” düsturuyla daha çocuk denilecek yaşta çıktığı bu yolda, Azerbaycan Türklerinde istediği etkiyi yaratmayı başarmış ve geride bağımsızlık için harcanan bir ömür bırakmıştır. KAYNAKÇA KARAÇORLU, Bulud, Sazımın Sözü, haz. Dursun Yıldırım, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1980 KOLCU, Ali İhsan, Çağdaş Türk Dünyası Edebiyatı-I, Salkımsöğüt Yayınları, Ankara, 2006
35
Merve Arslan Olmadık bir zamanda, mesela bir gece yarısı, bir tanrı misafiri çalabilir kapınızı. Çekip çıkarır sizi uykunun mahmur sularından. Belki bulutların üstündesinizdir, belki bir karabasanın koynunda. Bilmez ki öncenizi, sonranızı.
Sandığınız gibi olmadı. Pes etmedi. Kaç dakikadır kapının önünde? Yarım saat oldu mu? Daha fazla belki de… Kafanızı çıkardınız yorganın arasından. “Ya mühim bir şeyse?” dediniz. Kurt düştü içinize. Yoksa gecenin köründe bu kadar ısrarcı olur mu kimse?
Sinirlenirsiniz. Hakkınız var. Kâbustan uyandırmış bile olsa sizi, gecenin kör vaktinde kapınızın önünde ne işi var? Bekleseydi ya sabahı. O saatte misafir ağırlayacak durumunuz mu var? Hem eviniz de hayli dağınık; vitrinler tozlu, bulaşıklar yıkanmamış, çamaşırlar katlanmamış, eskiler yamanmamış, kırık kalbinizin parçaları saçılmış dört bir yana, yaralarınız ki zerre dikiş tutmamış, perde arkasına saklanmış geçmişin gölgeleri, gün yüzüne çıkmak için boşluğunuzu kollamış. Kendiniz dahi sığıntı olmuşsunuz. Misafir de neyinize?
Kalktınız, söylene söylene bir hırka geçirdiniz üstünüze. Terliklerinizi giydiniz. Umuyorsunuz ki uykunuzun bölünmesine değecek bir sebep olsun. Yoksa gelenin vay hâline…
Yatak odanız çatı katında. Evinizden soyutlanmış. Gizli bir mabet gibi. Odanızı salona bağlayan merdivenleri iniyorsunuz ağır ağır. Karanlıkta cirit atan gölgeler adımlarınızı duyunca etrafa kaçışıyor. Kimisi kendisine aldırmayacağınızın farkında, ümidi kesmiş sizden. Kimisi arsız, kimisi hırsız; “Ne koparırsam kâr.” deyip sizi gözetler durmadan. Yatak sıcacık. Kalkmak zor. Ama uyandı- Bakın, işte geliyor biri, ışığı açtınız açtınız. nız bir kere. Tekrar uyumak da zor. Tereddüt- Yoksa tutacak elinizden. Boğazınıza çökete kaldınız. Tembel yanınız ağır bastı. Öbür cek değil ya elbet, öyle yapsa savunursunuz tarafınıza dönüp yatmaya devam ettiniz. Zil kendinizi. Sevecen davranacak, elinizden tuhâlâ çalıyor. Birkaç saniye susuyor, tam “Bu tacak, unuttuğunuz küçük tatlı bir anıya götüsefer gitti işte.” diyorsunuz, tekrar çalmaya recek sizi. başlıyor. İnat ediyor, yorganı tepenize kadar Şaşırtmadınız yine, açmadınız ışığı. Kaçekiyorsunuz. Nasılsa pes eder, diye içinizranlığı ne çok seversiniz! El yordamıyla yer den geçiriyorsunuz. yön bulmayı, etrafınızdaki eşyalara dizinizi,
36
ayağınızı çarpmayı, acıyan yerlerinizi elinizle ovuşturmayı, düşe kalka yol almayı… Ne çok seversiniz kendinizi yormayı! Oysa insanın canı biraz tatlı olmalı.
mamak için yatmadan evvel suyunuzu başucunuza koyardınız. Mantıklıydınız. Mantığınızla bütün boşluklarınızı doldurabileceğinize inanmıştınız.
Gölgeyi atlattınız, çok şükür. Fakat o da ne? Attığınız her adımda derinden sarsılıyorsunuz. Sanki yeri değil de kendinizi çiğniyorsunuz. Başta şaşkınlık ve acıyla irkilseniz de anlamanız uzun sürmüyor. Kırık kalbinizin parçalarına bastıkça göğüs kafesinizdeki o kocaman boşluk, sızım sızım sızlıyor.
Kapıyı açabilmek için el yordamıyla yolunuzun üstündekileri toplarken bir çırpıda gözünüzün önünden geçti her şey. Yaptıklarınıza, aldığınız kararlara makul sebepler ürettiniz. Bir yandan da içten içe biliyordunuz, hepsi bahaneydi. İnsan bahanelerin ardına saklanınca kendini güvende hissederdi.
Herkes incitir biraz. Herkes… İncinir biraz. Bu gerçekle bir alıp veremediğiniz yok. Size ağır gelen kendi gerçekliğinizle yüzleşmek… Yanlış omuzlara yaslandığınızı tam da düşerken öğrenmek… Her seferinde kırılan kalbinizi tekrar yapıştırmak, yeniden kırılmasına izin vermek, yapıştırmak, izin vermek, yapıştırmak… Kabahat midir bu? Sevdiniz, güvendiniz. İnsanlara gönlünüzde yer verdiniz.
Kızmadınız kendinize. Kızmayın da zaten. Herkes bahanelerin ardına saklanmak ister bazen. Gerçeğin çıplaklığından korkar. Öyle bir korkar ki dili tutulur, kulakları işitmez, gören gözleri bir anda görmez olur. Ondan sakınmak için kaçar, kaçar, durmadan kaçar da bir adım bile yol alamadığını görünce anlar nitekim. Gerçeği inkâr, kendini inkârdır ve kişinin istediği kaçış, ancak kendini geride bırakmakla mümkün olacaktır.
Beklemiyordunuz bunu. Son düşüşte paramparça olmuştu kalbiniz. Beş bin parçalık yapboz gibi. Birleştir birleştirebilirsen! Bu düşüşe yardım ve yataklık edenlere bakmıştınız, çaresizce iç geçirmiştiniz. Çoktan arkalarını dönüp gitmişlerdi bile. Yardım istemek şöyle dursun, “Neden?” bile diyememiştiniz. “Neden? Nasıl?”
Ya siz? Siz yüzleşmek değil unutmak istediniz. Yaşamamışçasına unutmak… Bir bavula koyup garlardaki emanet dolaplarından birine bırakır gibi geride bırakmak istediniz gerçeğinizi. Bir daha asla hayatınıza almamak üzere… Oysa onun yakanızdan kolayca düşmeyeceğini, sizi siz yapmak için mücadele vereceğini, ansızın karşınıza çıkabileceğini Eğilip eteğinize toplamıştınız bütün par- bilemezdiniz. Toydunuz. Gençtiniz. Önünüzçaları. Belli ki yapışmaz, belli ki iflah olmaz de upuzun ve dönemeçli yollar vardı. En acı artık. Herkesten saklamıştınız. Evinize gidip gerçeklerinizi bile sevecenlikle kabul etmeniz salonun ortasına dağıtıvermiştiniz kırıklarını- gerektiğini öğrenecektiniz. Onların size zarar zı. Beraberinde kendinizi… Her zaman biraz vermek niyetiyle gelmediğini, ille de bir şey dağınıktınız da darmadağın olmak neymiş, kazandırmak istediğini görecektiniz. ilk kez o gün öğrenmiştiniz. Olmadık bir zamanda, mesela bir gece yaNe kalmıştı kalbinizden geriye? Küçücük rısı, bir tanrı misafiri çalabilir kapınızı. Çekip bir parça… Kırık bir diş gibi. Hava aldıkça çıkarır sizi uykunun mahmur sularından. Üşensızlayan kırık bir diş… Kapıları, pencereleri meyin, kalkın yatağınızdan. Açın kapınızı. kapatmıştınız bu yüzden. “Hava almasın.” Kim bilir, gelen belki de misafir değildir. Kademiştiniz, “Hayat yüzü görmesin gerekirse. pılarınızı, pencerelerinizi ardına kadar açıp Yeter ki daha fazla sızlamasın. Daha fazla gün ışığını evinize sokacak, ortalığı derleyip acı vermesin.” toparlamanıza yardımcı olacak, kırıklarınızı ne kadar zor olursa olsun sizin için yapıştıraDüşünmeyi bırakmıştınız. Çabalamayı bı- cak, acılarınıza saygı duyacak, sessizliğinize rakmıştınız. Salondaki kırıklara dokunmaz, uyacak… dışarı çıkacağınız zaman etrafından dolaşırdınız. Geceleri su içmeye kalktığınızda, Gerçeğinizdir. En güzel gerçeğiniz… salondan mutfağa geçerken yanlışlıkla bas-
37
Beyza Çetin “Yaz aylarını öyle çok sevemem ben. Huysuz da bir kadınım öyle herkesin suyuna gidemem. Zaten herkesle anlaşabilen insana da şaşarım. Çizgilerinin bu kadar belirsiz olması demek, özelinin olmaması demek. Sen herkese her şeyini söyleme güzel kardeşim. Her şey herkesle konuşulmaz... Sizin apartmandaki Nesrin’i tanırsın. Dedikodu toplamak için midir nedir konuşmadığı kimse yoktur mahallede... Çizgileri sınırı yok kadının. Aman denk gelirsen ağzına laf verme de güzelim...” Böyle diyordu Nuran Abla. Biraz durup düşündü ve devam etti: “Ah konudan konuya atlıyorum, gerçi hepsi bağlantılı. Ne demiştin sen az önce?” “Okuduğum bir kitapta yazar herkesin bir âlem olduğunu iddia ediyordu. Herkesin kendi dünyası var ise ki bende bu durumu kabul ediyorum Nuran abla. Sadece bu dünyalar birbirine ihtiyacı olan dünyalar...” Başını göğe çevirip devam etti. “Ben her zaman parçalı bulutlu havaları daha çok sevmişimdir. Gökyüzünde bulutları gördüğümde içim açılır, bir ferahlık gelir. Derdimi sıkıntımı bir kenara koyup öylece güzelliği seyrederim... Bazen herkesle anlaşabilen insanlar bulutsuz gökyüzü gibidir. Beni bunaltır, sıkılırım, kelimeler dökülmez dilimden gönlümden. İnsan biraz gizemli olmalı değil mi? Oysa parçalı bulutlu havalar öyle mi? Parçalı bulutlu havalarda kimi zaman yağmur, kimi zaman güneş. Çoğu zaman ardından neler gelebileceğini kestiremezsin. Bazen ne istersen onu bulur, ne görmek istersen onu gö-
38
rürsün. Güneşinde ısınır, gölgesinde dinlenirsin. Üstelik daha net tahmin yürütebilirsin. Yani elbette yanıldığın olur. Yağmur beklersin güneş gelir, güneş beklersin bulutların ardına saklanıverir. İnsanlar da seni gökyüzü gibi şaşırtabilir, çoğu zaman sen haklı olsan da...” Nuran abla konuşurken çiçekli bahçe kapısından erkek kardeşi Osman’ın girdiğini gördüm. Osman... Kanı volkan gibi kaynayan Osman. Fırtınalı Osman. Kapıyı çarpışından sinirli olduğu belliydi. Yüzüne dikkatli bakılınca da yine bir kavgadan geldiği anlaşılıyordu. Ben Osman’ı incelerken, Nuran ablacım da beni seyrediyormuş: “Evet, Osman da parçalı bulutlu bir çocuktur. Şimdi yanımıza gelip gülmemiz için bize hikâyeler anlatacağından eminim. Belki sadece senin gülmen için.” Son söylediği cümleyi duymazdan gelmeye çalışmıştım. Osman, Nuran ablanın dediği gibi de yanımıza güler yüzüyle gelip bize hikâyeler anlatmaya başlamıştı. Yüzüne aldığı darbelerin acısına aldırmadan anlatmaya devam ediyordu. Nuran ablaya baktım. O da bana bakıyordu... Sanırım yüzüm kızarıyordu. Yoksa neden ateşe yüzümü yaklaştırmış gibi hissedeyim. Zaman akıp geçmiş benim de gitme vaktim gelmişti. Nuran Abla beni uğurlarken dayanamadım ve sordum: “Abla çok güzel sohbetti, her zaman ki gibi. Sadece, şey, neden insanları gökyüzüne benzettin?” Nuran Abla o her zaman ki insanın içini ısıtan biraz da gizemli tebessümü ile: “Her insan bir âlemdir demedin mi? Yani her insan biraz da kendi dünyasının gökyüzü değil midir?”
39
Machiavelli Hâlâ Yaşıyor mu?
Mehmet Şahiner 40
Floransalı ünlü düşünür Machiavelli’nin kendisinin ölümünden ancak 5 yıl sonra basılabilen ‘Prens’ (De Principatibus) isimli kitabı kendisinin en ünlü eseri olarak bilinir. Makyavelli bu eseri Floransalı Medici ailesine gücü ellerinde tutabilmeleri için tavsiye olması maksadıyla kaleme almıştır. Eser birçok düşünceye ilham kaynağı olduğu gibi Makyavelist düşüncenin de bizzat temellerini oluşturmuştur. Eser, amaca giden her yol mübahtır deyişiyle yazılmıştır aslında. Machiavelli’nin ‘Prens’ eserinde söylediklerine göre bir prensin etik ve ahlaki değerleri olmamalıdır. Çünkü insanın ahlaki değerlere uygun bir yaşam sürme çabası o insanın yalan söylememesine aynı zamanda kendi çıkarlarından zaman zaman feragat etmesine sebep olabilir. Düşünün bir prens veya bir lider bu ahlaki değerlere büyük önem atfetse kendi iktidarından ne denli tavizler verirdi. Machiavelli’nin değindiği nokta tam olarak buydu. Bir prensin asıl ve nihai amacı elinde tuttuğu iktidar olma gücünü devam ettirebilmektir ve o prens sıradan insanlar gibi yaşarsa iktidarını da kaybedecektir. Bırakın hiç elinde tutmasın o iktidarı daha iyi diyordu Makyavelli. Makyavelli kısaca prens veya lider olan herkese şu tavsiyeyi veriyordu: ‘ İktidarından taviz vermemek için insanlığından taviz vermelisin’. Aslında bu söylemler, tavsiyeler insan hayatının pek kıymetli olmadığı ve insana değer verilmediği dönemlerde din adamları hariç hiç de olumsuz karşılanmadı. Çünkü prenslere müthiş bir fırsat veriyordu: Amaca giden her yol mubahtır ve iktidarını elinde tutabilmen için toplumsal normlar, gelenekler ve dini olguların hiçbiri sana engel olamaz. Zaten eser yazıldıktan yaklaşık 1-2 asır sonra dünya tarihi mutlak monarşileri ve ‘devlet benim’ diyenleri gördü. Aslında sonuç çok ba-
sitti. İktidarlar, prensler, krallar hepsi topluma mal olmuş bütün değerleri ve olguları birer araç olarak kullanmakta özgürdüler ama o değerlere göre yaşamak onların değil toplumun bir göreviydi. Yani iktidarlar kendi sahip olmadıkları bu gerçekliklerle toplumu karakterize edebilirlerken aynı zamanda topyekûn hareket ettirebiliyorlardı. Eserin topluma ve prense verdiği görevler bunlardı. Adaletsizdi, ikiyüzlüydü. Dur durak bilmeyen zaman ilerledikçe insanlık tarihi de dünya tarihi de büyük değişimlerle yüzleşti. Mutlak monarşilerin olduğu, insanlara çok da kıymet verilmeyen, her türlü değerin toplumu mobilize edebilmek için prensler tarafından kullanıldığı (Machiavelli’ye göre) dönemlerden hümanist düşüncenin ön plana çıktığı, özgürlüklerin arttığı ve çoğu insanın iktidarları belirme sürecine katılım sağlayabildiği dönemlere geldik. Artık Machiavelli’nin tavsiye vereceği prensler dünya üzerinde yaşamıyorlar hani şu Machiavelli’nin iktidarınızın geleceği için insanlara yalan söyleyebilirsiniz, olduğunuzdan farklı davranabilirsiniz hatta dini de bir araç olarak kullanabilirsiniz dediği prensler. Sorum çok basit. Seçme ve seçilme hakkının hemen herkese tanındığı, çoğu insanın siyasi süreçlere dâhil olabildiği, sözde insana kıymet verilen, bugün dünya üzerinde yaşayan, gücü elinde bulunduran iktidarlar bütün ahlaki ve insani değerlere uygun mu yaşıyor veya din gibi toplumların hayatını şekillendirebilen olguları insanları etkilemek için politik bir araç olarak kullanmıyor mu veyahut gücünün devamlılığı için insanlarına yalan söylemiyor mu? Bu sorunun birden fazla cevabı olabilir. Ama bana sorarsanız Makyavelli fikirleriyle birlikte hala bir yerlerde yaşıyor olabilir ve görünen o ki mevcut dünya iktidarları Machiavelli’yi gayet iyi dinlemiş.
41
RÜYA
Sema Tanrıverdioğlu Ersöz Sarıydı aklımda kalan yağan yağmurdan; İkindi güneşinden dağılan parçalardı. Haziran, toprakta kurşûni duman Gök şerha şerha kulbe-i ahzandı. Dünya, ihtiyar, vakur, müşfik Aşina bir çehre iki hecelik Ellerini uzatır, ellerimi tutardı. Korkardım; Gözlerinde insanlar, küçülen, silinen haritalardı.
42
Coşkun bir sele düşmüştüm ikindi güneşinden. Yüreğimden parça parca dallar kopardı. Dünya, engin bir gece Gözlerim, gözlerinde hüznüm kadardı. Kaybolmuştu ruhumdan koca bir atlas, Kıtalar, okyanuslar ve nehirler... Sönmüştü semasında yıldızı denizlerin. Ruhum, Yusuf’un kaybolup yittiği dehlizlerde Kandil kandil Züleyha arardı. Kan ter icinde kalırdı sacları gecenin Biliyorum bu his, bu telaş Bu kısık sesin hükmü Rüya kadardı.
Kitap Kurdu KEBİKEÇ
Sultan Kılıç Ben bir kitap kurduyum. Tozlu sayfalardır en sıcak yurdum. Hele bir de nemliyse Hiç sorulur mu mutlu muyum diye? Adım Kebikeç. Kitap kurtlarının şahı! Kitaplıkların üst rafında yıllarca Unuturlar bazı kitapları Nemden, tozdan görülmez onlar En lezzetlisi de bu sayfalar. Benim için kitabın değeri Sayfasının lezzetinde gizli. Orada ne yazdığı çok da değil önemli. Zaten önemli olsa bırakırlar mı hiç onu? Onca zaman el değmeden o rafa. Bir gün sıcak tozlu yuvamda Tam da dişimi geçirirken bir sayfaya. Birden sallandığımı hissettim. Yoksa bu bir deprem mi, dedim. Derken bir çocukla göz göze gelmeyeyim mi? Gözlüklü, uzun sarı saçlı hem de çilli yanaklı. Eline aldı yuvamı Önce tozlarını sildi. Sonra sayfalarını çevirdi. Hişşşt, sen de kimsin? Yuvamdan çek o küçük ellerini! Dediysem de duyuramadım sesimi. Aldırmadı kitaptaki yenmiş eksik sayfalara. Güzelce temizledi. Cildini yeniledi. Merakla okumaya başladı benim evimi. Meğer bir masal kitabıymış bu. Çocuklara güzel öğütler veren
Onların hayal dünyasını zenginleştiren. Devlerin, cinlerin, perilerin, cadıların olduğu Kahramanı bol bir masal. Okurken o maceradan bu maceraya dal. Notlar aldı evimin sayfalarına. Bazen kahkahalar attı. Bazen ağladı. Bazen de gözlerini kocaman açtı. Evimi bir türlü elinden bırakmadı. Her sayfada ben de onu takip ettim. Okuduklarını tek tek dinledim. O gün yemek bile yemedi. Masalın sonuna doğru Annesi seslendi: “Küçük kitap kurdu yeter artık! Seni bekliyor yemek dolusu bir tabak, dedi. Bu meraklı minik bırakamadı yuvamı Merakla, sabırla okudu her sayfayı. Kahramanla beraber Kaf Dağı’na ulaştı. Ejderhayı yaralayıp sevdiğini kurtardı. Başına düşen elmayı yakaladı. Sonunda dayanamayıp geldi annesi yanına Hadi gel artık masaya, Senin gibi bir kitap kurdu görmedim hayatımda, Deyip götürdü küçük kızı. Tabi ki düşünmek düştü bana da Demek o da bir kitap kurduydu Ama benden farklı. O kitaplardaki yazılardan Ben ise tozlu sayfalardan tat alıyordum. Ben sayfaları yiyince Kitap yok oluyor. O kitabı okuyunca bilgiler çoğalıyordu.
43
Hilal Gül Fotoşop: Mert Akal Birkaç kelime, anların kalıcı olmasına yeterlidir. Bazense tek bir hareket birikenlerin onu var etmesini tetikler. Kimi bize mutluluk sağlayıcı iken genellikle kötü hisler uyandıranlar akılda kalır. Bunlar ise yuvalandıkça acılarımızı oluşturur ve bize ilişkilerimizde çizeceğimiz yolları seçtirir. Yuvalar kırılmaz bir hal aldığında acılarımız çoktan doğmuş, büyümüş ve olgunlaşmıştır. Yaşadığım acılardan bildiğim kadarı ile ölümlü olanı yoktur. En az bir insan ömrü kadar yaşarlar ve sonrasında geride bıraktıklarına miras kalırlar. ‘’Metroda yorgun yüzler, caddede aceleci kalabalık, metallerin ve plastiklerin topladığı toz ve kir, uyandığımızda ağzımızda kalan sigaranın kötü tadı, dostlarına küfredenler, evrensel doğruların ve yanlışların posasının suyunun çöpe dökülmesi ve ey gençlik idealizminin hayal kırıklıklarını ceplerine doldurup giden orta yaş insanları!’’ diye başladı cümlelerine. Dilinden dökülenler bir şeye olan
44
inançtan ziyade yaşamak için tutunduğu bir heyecandı. Söylevini daha etkili hale getirebilmek için çıktığı sandalye kırıldı. Yere düştü. Hafif bir baygınlık halinde olduğunu fark edince ayağa kalkabileceğine itimat etmedi. Onu dinleyenlerin bir bardak su vermesini istedi içten içe. Bir süre sersem halde neden kimsenin gelmediğini düşündü. Ayılıp etrafına baktığında salonda kimse olmadığını gördü. Peki en başından beri mi yoklardı, yoksa kendisi tepe taklak olduktan sonra mı kaçmışlardı? Belki de her biri seyircisi olmayan başka salonlarda avaz avaz bağırıyorlar, nutuk atıyorlardı. Aklıyla, fikriyle ve tüm benliği ile tam insan olanların bas bas bağırdığı binlerce salonun olduğu bir sirk gibiydi. Acımasızlık, kendini beğenmişlik, en doğruyu ben bilirimciliğin pirim yaptığı bu dünyada; en çok konuşan, kendini en iyi satan kazanıyordu nihayetinde. Bu sebeple herkes kendine bir salon kiralamış, üst akılları tarafından seçilmeyi bekliyor ve onların kendilerinden de beter durum-
da olduklarını söylemek kimsenin aklına gelmiyordu(?). Dediği gibi adamın; gençliğin idealizminin hayal kırıklıklarını toplayıp apar topar orta yaş garanticiliğine soyunmuşlardı. Ancak her solan sözcüsü başka salonlara küfür yağdırıyor ve bunu yaparken başını öne eğip gömleğim beyaz mı demiyordu. Adam baygınlığını atlattı ve tavanın tam burnunun üzerine kadar indiğini fark etti. Daracık bir yerdi burası, ne uzunluğu ne genişliği vardı. Çizgi filmde bir karakterden farksızdı. Burnunu hafifçe kaldırıp tavana değdirmeye çalıştı ve anladı ki bu gerçek bir yükseklik değil ancak bir alçaklıktı. Tavan birden olduğu yere geri yerleşmişti. Şaşkınlıkla ayağa kalktı. Karşısındaki kapının devasa büyüklükte görünmesi sebebiyle gözlerini açtı, kapadı; açtı, kapadı. Koşarak kapıya doğru ilerledi. Dikdörtgen desenlerin üzerine kondurulmuş yuvarlak kulpu tuttu ve çevirdi. Bir adım atınca bir kapı daha belirdi, onu da açtı ve bir kapı daha belirdi. Sonsuzluk düşüncesi onu daha çok korkutmaya başladı. Fark etmek ve devam edebilmek güç ve sabır isteyen bir meseledir nihayetinde. Bunlara sahip olmayınca ‘fark edilenler’ ağır geliyor ve insanı akıl hastası dahi edebiliyor. Her kapıdan sonra tutunulanın elinde kalmasıydı bu yaşadığı. Kapılar karşısında kimileri hayal kırıklığı yaşarken kimileri onlara el pençe divan duruyordu. ‘’Hayat, insanın yaptıkları kadardır.’’ demiş bir yazar. Kim olduğunu bilmyorum ama eminim ki biri demiştir. Biz farklıyız diyen her salonun aynı sendromu yaşıyor olmasını idrak eden adam, umutlarına balyoz ile vurulmuş gibi hissetti. Her biri dağıldı, dağılanları toplamak yıllar ala-
caktı. Belki bir insan ömrü belki de daha fazlası... Her şeyin zamanla düzeleceğine dair olan umutlar, halen daha yeşermeye çalışıyordu. Tüm mutsuz sonların inadına, ki; bu yaşam hırsı, bu heyecan neyin nesiyse inadına koşmak istiyordu, onu öldürecek olduğunu bile bile. Açtığı kapıları birer birer çarparak geri döndü. Boşlukta böylesine yoğun bir ses çıkarsa da bunların varlığından haberi yoktu kimselerin. Kimseler yitirmiş duymayı kimseler kapatmış kulaklarını. Kırılan sandalyenin eski haline dönmüş olması artık şaşırtmıyordu onu. Ne ilginç bir zamanda yaşıyordu. ‘’Olmaz.’’ dedikleri oluyor, ‘’Yok yahu bu da olmaz!’’ dedikleri ise kesinlikle oluyordu. Tüm insanlar sözleşmişler ve yemin etmişlerdi insanlıktan çıkmak için. Bir sandalye kendiliğinden onarılmış çok muydu? Adam tüm bunları düşünürken sandalye elli yıllık bir çınar ağacının boyutuna ulaşmıştı. Sandı ki bu kadar köklü bir ağaç yerinden oynamaz, neredeyse orada kalır, sağlam durur ve kırılmaz. Sandalyenin ayaklarından oturulan kısmına kadar tırmandı. Her yükselişte bir şeyler dökülüyordu ellerinden. Her yükseliş bir eyvallahı getiriyordu yanında. Ve eksilenleri göremiyordu. Rüzgar onu daha da yukarılara taşıdı ve nihayetinde istediği yere varmıştı. Ancak ne bir samimi gülüş ne de doğru bir duruş kalmıştı kendine. Biriken acıları, huzursuzluğu bir gün yerinden olduğunda onu bulacaktı. Şimdilik sadece ertelenen bir alarm gibi geçiştiriyordu onları. Tarih onu nasıl yazacaktı? Ben ise çoktan çıkıp gitmiştim, gitme denilen kapılardan. Kalabalık salonlardan kaçıp odamın gece lambasının altına sığınmıştım.
45
İNSAN KAVRAMI ÜZERİNE
Fatma Beyza Bilgiç
Yazıma, evvela insan kelimesinin ve insan varlığının tanımını yaparak başlamak istesem de, bu kadar bilindik, bu kadar kendimizden olan bir kelimenin açıklamasını yapmanın bu kadar zor geleceğini düşünememiştim. Çünkü insan kendisine yabancıdır deniliyor. Yine de bu mühim kelimeye bir açıklık getirecek olursam İnsan; kendisine dahi izah edemediklerinin anlaşılmasını bekleyendir derim. Kimi zaman bir şeyler olur, kendimizi diğer günlerden daha farklı hissederiz, niçin öyle hissettiğimizi anlayamayız ve nedense kendimizin dahi anlayamadığı bu vaziyetin diğer insanlarca anlaşılmasını bekleriz. Bunun sebebi, insanın anlaşılmaya muhtaç bir varlık olmasının altında yatıyor. İnsani bir nitelik olarak her birimizin aklı, fikri, duyguları, düşünceleri var elbet. İnsanın bu dünyaya imtihan olmak için geldiğini de biliyoruz. İnsan zaman zaman kendisiyle, kendi düşünceleriyle de imtihan olabiliyor. Zaman zaman her insanda olabilen insanlık hali olarak nitelendirebileceğimiz bazı durumlar vardır. Örneğin bizi endişelendiren, üzen, öfkelendiren, kaygılandıran, yoran ve kafamıza takılan bu düşüncelerimiz ile imtihan oluruz. İnsan, böyle zamanlarında acizliğini anlar, kendi kendine yetemediğini fark eder. Bu durumlarda insan ya anlatacak
46
ya da anlaşılacak, başka çıkış yolu yoktur. Bana sorarsanız, yeryüzündeki bütün insanları toplasak, her birine ayrı ayrı sorsak o kadar farklı yanıtlar alırız ki. Ben de ne kadar farklı yanıtlar alabileceğimizi sizin gibi merak ettim ve bu konuda bir hikâye araştırdım : “Bir sınıfta öğretmen öğrencilere sorar; ‘Çocuklar, sizce insan ne demektir, insan nedir, insan neye benzer?’ Yanıtlar o kadar düşündürücü ve güzel ki..: -İnsan kuşa benzer, biraz zorlasak uçar gider. Hani kuş misali derler ya… Öyle işte. -İnsan uçurtmaya benzer ve benzeri cevaplar gelir. Ve sonunda öğretmenin o muhteşem cevabı geliyor, şöyle ki; “İnsan, çıtalıya (uçurtmaya) benzer aslında. İnsan doğar can kazanır, büyür güç kazanır. Gücünü ikrar’ından alır. İkrar verdiği kararlardır. Eğer kararında adaletli ise erdemli olur. Adaletinde Kemal’i bulursa kâmil olur. İşte o zaman Yunus Emre’nin dediği gibi: ‘Canlar canını bulur. Ölse bile bedeni ölür. Ama o can sonsuza kadar yaşar.’ Bunlardan biri eksik olursa çıtalı uçamaz, insan da kâmil olamaz. Kamil olmayana da insan denmez zaten, beşer denir. Beşer, deri demek. Bildiğimiz deri, hani şu üstümüzde olan. Ayağımıza giydiğimiz yemeni gibi ama o
iletişime geçemez. Bir insan kendisini tanıyıp, anlayıp, daha sonra başkalarını da anlarsa zaten kararlarından döndürmeye çalışan ve gücünü kıran insanları da ayırt edebilir hale gelir ve olaylara karşı olan tavrını buna göre alır. Örneğin yanımızda sürekli negatif konuşup, var olan mutluluğumuzu ve keyfimizi kaçırıp, bizi de kendisine benzeten olumsuz insanlar… Bu tarz insanlar kendilerini tanıyamamış, dolayısıyla başkalarını tanımayı geçin, başka insanları anlayamayan ve asla anlayamayacak olan, empati yoksunu insanlardır. Bu tarz insanlar hem kendilerine hem Evet, oldukça uzun soluklu bir tanım oldu. de çevresindekilere zarar verirler. Yalnız şöyle de bir durum var, güçlü ve kaEpey de düşündürücü. Öyle ki, beşer ve insan, yani Kâmil kavramlarını çok net biçimde rarlı dediğimiz insan; kendisi dışındaki insanbirbirinden ayırmış. Benim en çok dikkatimi ların negatif konuşmalarından etkilenmeyen çeken kısım; “İnsan doğar can kazanır, büyür insandır. İşte bu yüzden, sağlıklı zihinlere ve güç kazanır, gücünü ikrar’dan alır. İkrar ver- psikolojik olarak dayanıklı bireylere dönüşediği kararlardır.” kısmı oldu. bilmemiz için, kendimizi gerçek insan tanımıBurada, insanın büyüdüğünün göstergesi, na uygun olarak yetiştirmemiz gerekiyor. sonsuza dek yaşayamaz, dayanıksızdır çünkü. Ona güç verecek, onu yaşatacak olan şey eksiksiz adaletle alacağı kararlardır. Ancak o zaman insan olur işte. Peki, insan (Kâmil) adaletini nasıl sağlayacak? Hakla. Hak; içinde senin olmadığın kararlardan ibaret adalete denir. Adaletin kemali böyle olur. Demem o ki, insanın sonsuza dek yaşaması, içinde kendisinin olmadığı tertemiz adalete bağlıdır. İşte o zaman insan toprağın altında da olsa ölmez. Hakka âşıktır çünkü. Ne demiş Yunusum, iki gözüm : ‘ Ölürse beden ölür, canlar ölesi değil. ‘”
güç kazanabilmiş olmasına bağlanıyor. Güç kazanmış olduğunun göstergesi ise kararlarına bağlanmış, Fakat burada bahsettiğimiz karar sıradan bir karar değil. Sürekli karara değiştirerek maymun iştahlılık yapmak değil, güçlü bir şekilde karar verebilmektir. Gerçek anlamda kararlı olmak ta zaten güçlü olmak demektir. Güç ise; çevredeki bin bir türlü caydırıcı etmene rağmen niyet ettiği bir işi bitirebilme yeteneğini ve sorumluluğunu gösterebilmektir. Kendinden emin olmaktır kararlı olmak. Öğretmenin insan tanımında insanın özelliklerine güçlü kararlı olmak ta eklendiğine göre kendimize sormalıyız; “Gerçekten karar vermeyi biliyor muyuz?” Başkalarına sorarak, el – âlemin ne diyeceğini düşünerek, çevremizdeki faktörlerin en ufak bir engellemesinde yıkılarak, kararımızın arkasında durmamızı engel olan tüm unsurlara hemen yenilerek, ne kadar güçlü ve kararlı, dolayısıyla ne kadar İNSAN olabildiğimizi düşünüyoruz? İnsan evvela kendisine inanmalı, güvenmeli. Kendinden emin olan bir insanı hiçbir şey doğru bildiği yolundan saptıramaz, insanlığını yok edemez. Kendine inanmanın dışında, bir de kendini tanıyıp bilmelidir insan. Kendini tanımayan bir insan başkalarını da tanıyamaz ve başkalarıyla doğru ve etkili
Bizleri gücümüzden ve kararımızdan döndüren unsurları sadece insana has olarak düşünmemeli elbette fakat konumuz insan ve bu unsurların da yüzde doksanını insan oluşturduğu için daha çok insan faktörünün üzerinde durmayı tercih ettim.
İnsanların karşımıza çıkma sebepleri, değişik insanların yollarının kesişmesi ve insan tanımak üzerine birkaç sözüm daha olacak; Hiçbir insan karşımıza tesadüfen, amaçsızca çıkmamıştır. Etrafımızda olan herkesin bir nedeni vardır. Ya bizi bir yerlere götürürler ya da bize bir şeyler öğretirler. Bir insan gelir, karşınıza çıkar yollarınız kesişir, o insanı seversiniz, o insana âşık olursunuz, SİZE AŞKI ÖĞRETİR. Bir insan gelir, karşınıza çıkar, yollarınız kesişir, onunla güzel zaman geçirirsiniz, birbirinizi anlarsınız, iyi gününüzde kötü gününüzde birbirinizin yanında olursunuz, onu kalbi nizde sıcacık hissedersiniz, SİZE
DOSTLUĞU ÖĞRETİR. Bir insan gelir, karşınıza çıkar, yollarınız kesişir, size tecrübe olur, yol olur, yoldaşlığı öğretir, SİZE KENDİNİZİ ÖĞRETİR, SİZE HAYATI ÖĞRETİR… VESSELAM.
47
FOTO ÖYKÜ Anadolu'nun vatan olmaya başladığı kutlu bir aydır Ağustos, Türk'ün ateşle imtihanının zaferle taçlandığı gündür 30 Ağustos. Gültekin Kayalar
48
49
50
51
Geleceğimizden Sesler
İNSANLIK Göktürk Afşin Çitil Şu an insanlar havayı kirletiyor doğal kaynakları yok ediyor ve yüzlerce hayvanı boş yere avlıyor hayvanlar ise küçücük alanlarda ormanlardan doğadan ve diğer şeylerden yoksun yaşıyor. Birde en başa gidelim başa en başa insanlar bir mağarada veya küçük bir yerde mahsur kalmış çok şeyden yoksun yaşıyor sonra görüyorlar hayvanlar onlardan daha iyi yaşıyor. Sonra düşünüyorlar avlamalıyız sonra evler binalar şehirler ortaya çıkıyor ve hayvanlar baştaki insanlar gibi küçük bir yerde mahsur kalıyor. Yani ne olurdu lüks mekanlarda müzik çalsın diye fil dişlerinden piyano yapmasaydık ne olurdu yer kaplıyorlar diye ağaç kesmeseydik ne olurdu para kazanmak için fabrikalar yapmasaydık.
52
53