Kırktuğ Dergisi 8. Sayı

Page 1


Ben, Toprak ve Fırat Alperen Gökçe

Bir kış günüydü, kesildi damarımız Adımızı kazıdılar yanımızdan. Tabutluklarda Tanrı Dağı’nı gören adamların Gözlerinden düştük önce. Sıkılan yumruk açılınca anladık, Morarmış tırnaktık şahadet parmağında. Bizi paslı bir kerpetenle söktüler. Düşmek, sökülmek, kesilmek Ne zordu anlatamadım. Anlatamazsın da… Bağıracağın kuyulara saklandın sen, Alnında parlayan korkularla. Uçuruma itilme korkusuyla saklandığımız kuyular, Düşüp kaybolacağımız vadiden daha aydınlık değildi hâlbuki. Soğuk zeminde bir yankı olarak kaldık. Çünkü tükürülmüş kırık bir diştik artık, Filistin askısında “Allah” diyen ağızlardan. Sonra Fırat düştü. Her şey, her yanıyla bir kez daha düştü. Hüseyin’in dipçiklenen başındaki takkesi, Kurşunlanan Ahmet’in ellerinden kitabı, Acılı ananın dövünürken yazması, Dilini ısıra ısıra ağlayan babanın omzu… En son; gözyaşı düştü toprağa. Hâlbuki kavilleşmiştik ağlamamak için Her şeyiyle tersine olan bir şehrin sokağında. Yani; insanın, tanındığı yerinden vurulduğu bir şehirde, Gözyaşlarımızdan vurulmamak adına. Ses verdi toprak; “üzerime ne döküldüyse

Tablo: Saniye Canbulat

2

Benden çağlayacak da odur” “Fırat” dedim “Fırat” Kan tükürdü toprak Hakkı alınmamış kanlar adına. Bizim dağımız, koynundan yırtıldı Yamacımızı delen bu güneş ondan. Zannetmeyin ki dallarımız kırıldı Ağacımızın başını eğdi boran. Çöktü çatı, kaldı kapı Çaldıkça yumruğumuzu kanatan, yüzümüze kapanan. Vefasızlık, şimdi kör bıçak, boynumuza dayalı. Boğazımızda yumrularla tanınmamız bundan. Onların şahitliği ile alacağız hakkı. Dileyerek yağmuru ve bileyerek kelimeleri, Deşeceğiz içimizde asılı ıstırabı. Ve ayrılır dağ dağın omzundan Sonra bütün omuzlar birleşir bir tabutun altında Ses verdi yine toprak; “Beni yarıp da neyi gömdüyseniz Benden doğacak odur” “Fırat” dedim “Fırat” Cevap verdi toprak; “Gürül gürül akan nehirleri inkâr eder, Dağ başında eriyen karı yok oldu zanneden.” Ben, toprak ve Fırat. Şimdi bir nehrin serinliğine dokunuyorum. Dağ yamaçlarındaki gözelerden Kurumuş dudaklara değecek suyu getiren bir nehrin serinliğine. Sanki Fırat’ın elinden tutuyorum


Editör’den Sevgilerle Tuğba Dinç

“Türk Oğuz Beyleri, halkı işitin! Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe

İMTİYAZ SAHİBİ Genç Akademisyenler Derneği Adına Tuba Sarı Çitil YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ ve EDİTÖR Tuğba Dinç YAZI KURULU Duygu Doğuş Nermin Fatma Gülcük Ayşe Göksu Aykut Sungur Alperen Arslan GRAFİK TASARIM Alper Şenadam SOSYAL MEDYA SORUMLUSU Hamit Berat Kaya ve emeği geçen hakemlerimize teşekkür ederiz...

Türk halkı devletini, yasalarını kim yılıp bozabilir ki?” Nidalarının gök semada yankılanarak çıkılan seferin nefessiz mücadelesidir verilen. Altaylardan selam vererek sallanan yiğitlerin Tanrı Dağları’nda yağız atlarıyla şaha kalkıp Orta Asya bozkırlarında çadır kurup Vey Irmağı kenarında ok ve yayıyla yurt edinen sırma yüreklilerin destan yazma meselesidir Türklük. Kara bulutlar sarsa semayı, etrafımızı çevrelese hadsizler ordusu, ilimize töremize göz dikse insanlıktan nasipsizler, iklimimizin havasını zedelemeye çalışsa da aymazlar hiçbir ayaza hiçbir tipiye kapılmadan gücüne har daim güç katan irfan dolu bağrı ile dağlar aşıp, hiçbir canlıya zeval vermeden yan yana yayan yürüyenlerdir insanlığımızın hali. Gün gelip turfana yakalattık, enkaza uğrattık, etrafa savurduk, gönül yorgunluğu yaşattık, toprağına gözyaşı değdirdik deseler de bilmezler ki bizim Kürşatlarımızdan, Osman Baturlarımızdan, Fıratlarımızdan, Mehmetçiklerimizden gelen şanlı, kavi ruhlarımız; bizim Karabağ’ımızdan, Doğu Türkistan’ımızdan, Anadolu’muzdan esen ferah rüzgarlarımız; bizim yılgınlık nedir bilmez dirliğimiz bizim paha biçilemez yüce umutlarımız sökün gelir sizin kimliksiz hallerinize. Ardından bunca kutsal tevaffukun torunları biz Kırktuğ’ un yağız çerilerinin tek müşkülü ve yegane ülküsü, “Sızlasa da gönüller düşenlerin yasından, Koşar adım gitmeli onların arkasından” dır. Yolumuz, dirliğimiz, duamız, mücadelemiz kutlu ola.


Günlüklerinden Hareketle Cavid Bey’e Dair Birkaç Not / Alperen Gökçe 06 İnsanlığın Sınırları / Hamza Agahoğlu 10 Dağlara Buğday Serpin / Tuğba Dinç 13 Osman Düşünce Dünyası / Asım Onur Sayın 14 Gözlerimden Akan Bir Hikayesin / Sema Tanrıverdi Ersöz 19 Söyleşi / Prof. Dr. Abdürreşit Celil Karluk ile Türk Pınarının Kurutulmaya Çalışılan Kaynağı Doğu Türkistan 20 Evet, İsyan! / Lily 26 Çerçeveyi Kırmak / Babil İkra 28 Kader / Azize Kaya / 32 Demokrasinin Demosu / Burak Akdağ 36 Zamanın Elini Bırakmak / Sema Karakurt 38

4


Firak / Ataman Kalebozan Gece, Aşk ve Ölüm / Salih Samir Acar İhtiyal ve İhtifal / Asım Nedim Armağan / Emel Beyaz Kurbağa Kubi / Sultan Kılıç Tanık Olduğum Savaş / Hilal Gül Doğu Türkistan Stratejik ve Tarihsel Önemi / Hamit Berat Kaya Kırktuğ Okumaları - Tatar Çölü Üzerine / Nermin Fatma Gülcük Foto-Öykü / Emel Beyaz 41.Tuğ - Çocuk Akademisi ile Tiyatro Üzerine Söyleşi / Ceren Nur Çetin Geleceğimizden Sesler / Günümüz Gençleri Arasında Görülen İki Hastalık Hakkında / Elif Bilge Yelok

40 45 46 50 54 56 60 64 66 68 70

5


Günlüklerinden Hareketle Cavid Bey’e Dair Birkaç Not Alperen Gökçe

6


Meşrutiyetin ilanındaki rolü ile hükümet etme ve idare şekline sunduğu katkı yanında, iktidarda bulunduğu dönemlerde aldığı ve tatbik ettiği kararların Osmanlı Devleti’ne etkileri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasına sundukları birikimleriyle İttihat ve Terakki Cemiyeti Türk siyasi tarihinde önemini ve öncü rolünü korumaktadır. Teşekkülünde pek çok farklı görüşü barındıran Cemiyet, ülkenin ekonomik ve siyasi kötü gidişi üzerine çeşitli mülahazaların da beyan edildiği bir oluşum özelliği taşısa da esas fikri birliktelikte siyasi gerekçeler bulunmaktadır. Meşrutiyetin ilanı ve Abdülhamit yönetiminin tasfiyesi şeklinde vücut bulan bu gerekçeler, başta iktisadi eleştiriler olmak üzere içtimai eleştirilerin de bir çözüm yolu olarak görülmektedir. Dolayısıyla İttihat ve Terakki Cemiyetinin iktisadi programı diyebileceğimiz disiplin ihtiva eden bir program 1908’e kadar bulunamamakla birlikte Meşrutiyetin ilanıyla beraber iktisadi sorun, program ve politikalara ilişkin çalışmalar başlamıştır. İttihat ve Terakki Cemiyetinin 1908’den sonra kadro anlamıyla iktidar olmayıp işleyiş anlamıyla hükümeti yönlendirdiği dönemde dahi ekonomi ve hazinenin idaresi ve mali programların icrasının başında bulunan Cavid Bey’in düşünceleri, uygulamaları, çalışmaları Cemiyetin iktisat ve mali politikalarının belirleyicisi rolünü deruhte ettiğini göstermektedir.

Bey Meşrutiyetten sonra Cemiyetin Maliye Nazırlığında değişmez ismi olmuş ve bir dönem Nafia Nazırlığı da yapmıştır. Mondros Mütarekesi sonrasında yurtdışına giden Cavid Bey 1922’de İstanbul’a döner. Cavid Bey 26 Ağustos 1926 yılında, İzmir’de Mustafa Kemal Atatürk’e karşı gerçekleştirilen suikast girişimine karıştığı iddiasıyla Ankara’da idam edilerek yaşamını yitirir. Cavid Bey, Cemiyet için sadece bir ekonomist değil aynı zamanda yöneticilerinden olup hitabeti ve kulüp konuşmalarıyla hem eğitimcilerinden hem de temsilcilerindendir. Avrupa’daki çevresi ve yabancı temsilcilerin Cavid Bey’in itidaline olan güvenleri, İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidarının Avrupa ile iletişiminde ve müzakerelerinde etkin rol oynamasını sağlamıştır. Cavid Bey’in bu çok yönlü şahsiyeti ve entelektüel birikimi, onun sadece iktisadi ve mali görüşlerini değil, diğer çeşitli konularda da etkisini göstermektedir.

Cavid Bey, 1908’den dünya harbinin sonunda kadar olan dönemin büyük bir bölümünde Cemiyetin Maliye Nazırlığı görevini üstlenmiştir. Akademik iktisat bilgisi ve görevi dolayısıyla gerek yurt dışında yürüttüğü görüşmeler gerekse de yurtiçinde izlediği politikalar ile 1908’den sonraki mali ve iktisadi siyasette, Cemiyetin önde gelen söz sahibi ve siyaset belirleyicisi olmuştur. Kendisi liberal iktisat savunucusu olup bu görüşlerini Maliye Cavid Bey olaylardan yıllar sonra anılarını Nazırlığı döneminde uygulama gayretinde yazan diğer İttihatçılardan ziyade günü günü- bulunmuştur fakat üç savaş görmüş bir devne not tutan nadir İttihatçılardandır. Günlük- letin malum refleksi olarak fikirlerine zıt bir lerinin önemi de burada ortaya çıkmaktadır. şekilde korumacı iktisadi uygulamalar gerçekYıllar sonra unutulmadan, tarihi bir olayı yo- leştirmek mecburiyetinde kalmıştır. rumlar gibi sayfalara aktarmadan, sıcağı sıCavid Bey, Maliye Nezaretinde günümüz cağına notlarını almış olduğu görülmektedir. Maliye Bakanlığında bile devamını koruyan Günlükleri okunduğunda ilerleyen yıllarda olaylara bakışında kendisinde meydan gelen pek çok değişikliklere imza atmıştır. Kurumsal maliye sistemi ve teşkilatına ilk denebilecek fikri değişiklikler de bunu göstermektedir. pek çok katkıyı vermiştir. İlk kez onun bakanMehmed Cavid Bey, 1875’te Selanik’te lığı döneminde yıllık bütçe hazırlanmış, gelir doğmuş olup ilk ve orta düzeydeki eğitimini ve gider bütçeleri tanzim edilmiştir. Bugünkü burada tamamlamış akabinde lise ve üni- manasıyla Tapu ve Kadastro olan Defter-i Haversite eğitimini İstanbul’da tamamlamıştır. kani Nezareti Maliye’ye bağlanmış, Maliye Selanik’te iş hayatını sürdürürken İttihat ve Teftiş Heyeti ve Maliye Mektebi kurulmuş, Terakki Cemiyetine katılır. Cemiyetin iktisat Usul-i Muhasebe-i Umumiye Kanunu ile vergi ve mali konularında danışmanlık eden Cavid toplamada merkezi usule geçilmiş, borçların

7


ertelenmesi, kamu alacaklarının tahsili gibi Cavid Bey, Cemiyet için yapılan çalışmapek çok düzenleme onun Maliye Nazırlığı larda yer alan yaygın asker-sivil tasnifinde Tazamanında gerçekleştirilmiştir. (BABACAN & lat Paşa ile beraber sivil kanatta yer almaktaAvşar, Meşrutiyet Ruznâmesi, 2014, s. 7) dır. Enver Paşa’ye ilişkin umutları ve hayalleri Cavid Bey, iktisadi serbestliğe önem verdiği bambaşka bir noktadayken Cihan Harbine gibi devlet adamı olarak iktisadı bağımsızlığa girilmesiyle birlikte pek çok şikayeti ve sitemida önem vermektedir. Harbin başlamasıyla ni notlarında görmekteyiz. Öncesinde Enver beraber ilk iş olarak kapitülasyonları kaldır- Paşa’nın hastalandığı bir dönemde “Enver’in ma girişimi başlamıştır. 19 Ağustos 1914 birkaç günden beri devam eden rahatsızlığı tarihinde İtilaf Devletleriyle kapitülasyonların bize pek endişeli günler geçirtti. Bazı saatler kaldırılması hakkında görüşülmesi hususunda oldu ki hayati tehlikedeydi. Hekimlerde pek ilk girişimlere başlamıştır. Bütün görüşmeler çok ümid-i tahlis yoktu. Memleket için hiçbir ve tek taraflı kararlar akabinde uygulama ise zıya’a benzemeyecek olan bu ihtimal-i müt1 Ekim 1914’te başlamıştır. (BABACAN & hiş karşısında hepimiz titriyorduk”. hisleriyle Avşar, Meşrutiyet Ruznâmesi (Cilt II), 2015, Enver Paşa’nın cemiyet ve şahsı için arz ettiği önemi ortaya koymuştur. Enver Paşa’nın Hars. 625,666) biye Nezaretine geçeceği günün arefesinde Kapitülasyonların kaldırılması “milli ik- 3 Ocak 1914 tarihndeki notlarında “Bu gütisat” devrini başlatmıştır. Cavid Bey ve o nün ve şu son senelerin en mühim hadisesi dönemin milli iktisat adına en önemli girişimi Enver’in Harbiye Nezaretine geçmesidir. Bu ise İtibar-ı Milli Bankası olmuştur. Osmanlı nezaretin muhtaç olduğu bütün ıslahatın Bankası, ticari işlemlerin yürütülmesi devlete şimdi husule geleceğine kavi bir itikadım borç verme, dış borç alımında aracılık etme, var. Demir gibi bir el en asi dimağları ya banknot ihracı imtiyazına sahip olma gibi her ita’ate ya çekilip gitmeye sevk edecektir.” türlü yetki ile donatılmış devletin gayriresmi diyerek bu önemi ve güveni tekrar ortaya merkez bankası konumuna ulaşmıştır. (OK- koymuştur. (BABACAN & Avşar, Meşrutiyet TAR & Varlı, 2015, s. 7-8) Harb-i Umumiye Ruznâmesi (Cilt II), 2015, s. 436) girildiğinde, öteden beri Paris ve Londra’daCihan Harbine girilmesine eğer giriliyorsa ki idare meclislerinin kararıyla İngiltere ve da Almanlarla ittifak edilmesine ve bütün bunFransa devletlerinin siyasetini güden İngiliz ve Fransız sermayeli Osmanlı Bankası artık ların gizli şekilde yürütülmesine olan tepkisi bir tehdit olarak görülmeye başlandı. Milli Cavid Bey’in Cemiyetten ve Bakanlık görevinbanka fikri 1914’ün sonlarında karşımıza de uzaklaşmasına sebep olduğu gibi Enver çıkmaktadır. Bankanın kurulması 1917 yılına Paşa ile olan ilişkilerini de bozmuştur. Savaş kadar sürmüştür. Cavid Bey pek çok görüşme- bittiğinde hem üzgün hem de kızgındır. Kızsinde ve mecliste Milli Bankanın bir emisyon gınlığının muhatabı ekseriyetle savaş sırasınbankası olacağını, Almanların bankaya ortak da cephe ahvalinin saklanmasından dolayı olma girişimlerine karşı “Almanya bütün Enver Paşa’dır. Savaştan sonra bilançoyu borcumuzun affına mukabil bu itilafı istese gördüğünde “Enver Paşa’nın en büyük kabayine kabul edemem” diyerek hiçbir ecnebi hati arkadaşlarını bu ahvalden hiçbir zaman sermayesinin kabul edilmeyeceğini açıkça haberdar etmeyişi olmuştur. Eğer beş altı ay belirtmiştir. Aynı reddi, harbin mağlubiyeti evvel böyle müşkil bir mevki’de olduğumuzu sonrasında İtalyan sermayesine karşı da dile söylemiş olsaydı tabi çare düşünülür ve o getirmiştir. (BABACAN & Avşar, Meşrutiyet zaman muvafık bir sulh-i münferit yapılırdı.” Ruznâmesi (Cilt III), 2015, s. 512,514,639) diyerek kızgınlığını dile getirmiştir. Cavid Bey öncülüğünde teşekkül eden Milli Burada dikkati çeken en önemli husus Banka, milli iktisat tarihinin mühim bir girişimi şahsi fikirlerine uymasa da Cemiyet kararıolmuştur. Yaklaşık on yıl varlığını koruyan nı savunmaları ve tatbik etmeleridir. Harbe Banka, cumhuriyetin ilanından sonra İş Ban- girilmesiyle bakanlık görevinden istifa eden kası bünyesine dahil olmuştur. Cavid Bey, yurtdışında istikraz görüşmleri için

8


görevlendirilmiş ve seyahatlerinde yabancı Son söz; devlet adamlarına harbe girilme gerekliliğini Cavid Bey, İttihat ve Terakki Cemiyetinin ve Almanlarla ittifak etme sebeplerini savun- mebusu, bakanı olmaktan öte Cemiyetin mali muştur. ve iktisadi politikalarının belirleyicisi ve söz Fransız Bosno ile yaptığı görüşmede Ça- sahibi olmuştur. Gelişen olaylarda pek çok nakkale’deki savaş üzerine “Çanakkale’nin noktada Cemiyetin ileri gelenleriyle zıt fikirgeçilemeyeceğine dair olan kati kanaati” lerde olsa da dışarıya karşı alınan karaların savunmuş ve “sulhe katiyyen razı olunma- müdafaasında hem bir devlet adamı özelliği yacağını, bu hayat memat mücadelesinde hem de bir Cemiyetin sadakat ve samimiyet ya mahvolunacağını ya da yükseleneceğini, sahibi müntesibi olduğunu göstermiştir. İstanbul’u alacak olsalar dahi Anadolu’ya Görevi başında Trablusgarp Harbi, Balkan geçip harbe devam edileceğini” belirtmiştir. Harbi ve Cihan Harbi olmak üzere üç tane Fransız temsilcinin Çanakkaleyi geçerlerse savaş görmüş olan Cavid Bey, azim ve kararbu sefer Osmanlının sulh talebini kendileri- lılıkla yurtiçinde ve yurtdışında pek çok müzanin reddeceğini söylemesi üzerine “o vakit kereler yürütmüştür. Cihan Harbi sırasında not sulh talebine bizim izzetinefisimiz manidir” ettiği “Bütün fenalıklara rağmen yarından cevabını vermiştir. (BABACAN & Avşar, Meş- ümidimi kesmek istemiyorum. Her şeyin yine rutiyet Ruznâmesi (Cilt III), 2015, s. 51,52) bir gün düzeleceğine inanmak arzusu benAlman sefiri ile 1916’de yaptığı konuşmada de galip.” sözleriyle kararlılığının sebebini Alman aleyhtarlığı konusunda ise “Almanya ortaya koymuştur. (BABACAN & Avşar, Meşile ittifak edilip harbe girişildikten sonra artık rutiyet Ruznâmesi(Cilt III), 2015, s. 137) her aklıselim sahibi için ne Almanya ne harp Gençliklerini bir mesuliyet gerekçesi olarak aleyhine idare-i lisan etmek caiz olmayacağıgören her İttihatçı gibi Cavid Bey de sorumlunı, … Almanlar müttefik rolünde sabit kalacak olurlarsa ittifakı bozmaya kimsenin çalışma- luklarını gururla ve çabayla taşımıştır. Sosyal yacağını, fakat bu rolün haricine çıkıp her ne konumları ve müntesibi oldukları sosyal çevşekil ve surette olursa olsun bizim hakk-ı haki- releri ne olursa olsunlar, hepsinin tek gayesi miyetimize tecavüz etmek istedikleri takdirde “kurtarmaktır”. Onun ve diğer İttihatçıların, buna müsaade etmeyeceğimizi … söyledim” her şeyin bir gün düzeleceğine iman ettikleri diyerek devlet politikası ve devlet adamlığı umudun gerekçesini yine Cavid Bey’in, oğlu çizgisini koruduğunu göstermektedir. (BABA- Şiar için bıraktığı defterde görüyoruz; “Bu CAN & Avşar, Meşrutiyet Ruznâmesi(Cilt III), bayrak hayatta senin en yüksek mefkûren 2015, s. 170) Cavid Bey özellikle istifasın- olsun... Onu yükseltmek için didin, çalış, dan sonra her ne kadar Fransız dostu olmakla çabala, Türk Milliyetini, Türk Mefkûresini, itham edilse de 21 Nisan 1915’te Berlin’den İttihat ve Terakkî doğurdu. Geçmişe baktığıCharleville’e gittiklerini Alman askerinin girdi- mızda hareketimizde namustan, vatan sevği Alsas hududunu geçtikten sonra gördüğü gisinden başka bir saik görmemekle iftihar harebe evler, yakılmış köyler karşısında his- ediyoruz...” lerini “Bir iki sene evvelki maziyi düşündüm. Bizim topraklarımızı Balkanlılar işgal ettikleri vakit bunu Alman hezimeti, Fransız zaferi gibi telakki ederek adeta şehrayin yapmış olan Fransızlara karşı kalbim son bir hiss-i intikam ile titredi” diyerek belirtmiştir. (BABACAN & Avşar, Meşrutiyet Ruznâmesi(Cilt III), 2015, s. 65)

Ruhları şad olsun. Kaynakça BABACAN, H., & Avşar, S. (2014). Meşrutiyet Ruznâmesi (Cilt I). Ankara: Türk Tarih Kurumu. BABACAN, H., & Avşar, S. (2015). Meşrutiyet Ruznâmesi (Cilt III). Ankara: Türk Tarih Kurumu. BABACAN, H., & Avşar, S. (2015). Meşrutiyet Ruznâmesi (Cilt II). Ankara: Türk Tarih Kurumu. OKTAR, S., & Varlı, A. (2015). “İttihat ve Terakki Dönemi’nin Ulusal Bankası: Osmanlı İtibar-I Milli Bankası”. Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 27(2), 1-20.

9


Sabah güne mutlu uyandı. Duşunu aldı ve işe gitmek üzere evden çıktı. Apartmanın önünde her sabah dükkânını açarken karşılaştığı ihtiyar bakkala selam verdi. Taksitini henüz bitiremediği arabasına bindi. Yakıt uyarı sesi ile eş zamanlı besmelesini çekerek marşa bastı. İşe geç kalma endişesiyle trafik hengâmesine daldı ve iş yerinin otoparkına ulaştı. Güvenlik görevlisine selam vererek yeni iş gününe başladı. İş yerinde türlü sıkıntılarla boğuştuktan sonra geceye tüm enerjisi emilmişçesine kavuştu. Yatağa kendini bırakırken kas kavşak hastalığı varmışçasına sabah ne kadar da enerjik olduğunu düşündü. Pek rüya görmezdi. Sabah dinç ve mutlu uyanışını rüya görmeyişine bağlardı. İş yerinde her zaman dedikodu saatleri olur, herkes sabah seansında rüyalarını anlatır, birlikte yorumlarlardı. Rüyası kötü olanlar hemen anlatmaya yanaşmaz, önce bir “Hayırdır inşallah!” duy-

Hamza Agahoğlu

10


mayı beklerlerdi. Rüyalardan yola çıkılarak psikanalizler yapılır, gelecek tahmininde bulunulur, geçmiş olaylar yorumlanırdı. Öğlen seansında rüyalardan yola çıkan yorumlar bir silsile halinde dedikodu kazanına konur ve en sonunda kazan kaynardı. Yalan, iftira, patrona yaranmak için mübah görünür, birbirlerinin üstüne basarak tırmanmaya çalıştıkları merdivenlerde yine birbirlerine öyle sahte gülücükler bırakırlardı.

Ne oldu? Bir futbol maçındaydım ve oldukça yorucuydu. Sen sürekli futbol oynuyorsun zaten. Neden o kadar yoruldun ki? Alışkın olman lazım değil mi?

Öyle ama bu sefer çok daha büyük bir sahada ve çok daha büyük rakiplerle karşılaştım. Ne kondisyonum yetti mücadeleye ne de Bazen bu hayat koşuşturmacasına kapılıp mevcut birikimim! Bütün hareketlerimi sanki nefes almayı unutmaktan korkardı. Rutin bir önceden görüyor gibilerdi! hayat telaşına artık alışmıştı. Ancak ya işler Hımmmm! Bu rüyayı gelecekte yoğun bir daha kötü giderse? O zaman nasıl baş ede- tempoya gireceğin şeklinde yorumlayabiliriz cekti? Tam ekonomik olarak rahatlamayı um- belki. duğu günlerde arabanın sigortasını yatırmak Hayır, canım ne münasebet! Bu rüya geçzorunda kalmış, bir de kiraya zam gündeme mişte biriktirdiği sıkıntıların bugün içinden gelince rahatlama umutlarını yine 3-5 ay öteçıkılamayacak kadar büyüdüğüne işaret! lemek zorunda kalmıştı. Sabah ne bakkalı gördü gözüm, ne güvenBuluştuğu arkadaşlarıyla da hep aynı kolik görevlisine selam verebildim. Sürekli kanularda sohbet eder, onlarla buluşunca fazla famda rüya döndü durdu. Bilirsiniz çok rüya mesaiye kalmış gibi hissederdi. Nede olsa görmem ve gördüklerimi de didiklerim. iş arkadaşlarıydı ve hepsinin hayatında var Kazanda pişirdikten sonra ocağın altını kıolan ve aslolan işe yerindeki hayatlarıydı. sık bırakarak dedikoduları sabaha ertelediler Bana bunu nasıl der? ve iş yerinden usulca ayrıldılar. Kimi patroGördün mü Ayşe patrona yalakalık için na son bir kez daha görünmek için kapının bizi nasıl sattı? önünde dolaştı, kimi de kapısını açık bıraktığı Benim arkamdan Kemal nasıl bunları söy- odasında çalışıyor izlenimi verecek kadar daha oyalandı. ler? Beni hâlbuki en iyi tanıyan oydu! Yine kendini ağır bir yorgunluk ile yatağının kollarına bıraktı. Yatakta uykuya geçmesi çok sürmedi. Rüyasında kendini bir futbol sahasında buldu. Simalarını tanıdığı ünlü futbolcularla top oynuyordu ki kendisinin fena top oynamadığını düşünür, ayrıca futbol zekâsına da güvenirdi. Ancak rakip amansız bir şekilde baskı kuruyor, topa yetişmek için çabaladığında karşısında güçlü bir omuz duvar gibi duruyordu. Kafasındakileri sahaya yansıtmayı bırak, koştuğu bir iki ataktan sonra hiçbir şey yapamayıp üstüne kendisini bitik hissetti.

Akşam tuttuğu takımın maçı vardı. Bu maç diğer bütün maçlardan önemliydi ki bu yüzden takım tek yürek olmuş ve stadyumda, televizyon ekranlarında birleşmişti. Hatta ve hatta daha geçen hafta birbirlerini boğazladıkları rakip takım taraftarı dahi kendi takımlarının formalarıyla omuz omuza maç izlemeye gelmişlerdi. Yabancı bir takım ve kazanılırsa ülke puanına da katkı sağlayacak, seneye bir takım daha ön elemeye tabi tutulmadan kupalara seyahat edebilecekti. Tek yürek tek yumruk halinde rakibin kafasına düşmeye hazır balyoz gibiydiler.

Maç bittiğinde bu sefer umutlar başka bahara kalmamış, yeni bir zafere yelken açmışSabah öyle uyandım ki her yerim ağrıyor- lardı. Keyfi yerine gelmişti sonunda. Akşamdu! ları düşen enerjisini bu gece nispeten daha

11


yerinde buldu. Dert bulutu da biraz olsun dağılmıştı. Şu takım okuduğu kişisel gelişim kitaplarından daha çok rahatlatıyor zihnini diye düşündü. Oldum olası da anlamazdı zaten kişisel gelişim alanından. Kanal değiştirdi ve ekranda bir vahşi doğa belgeseli gördü. Olacakları baştan sonra sıralayabilirdi. Aslan, sırtlan, ceylan ve belki arada olaya dâhil olan timsah, fil ile dolu ve birinin diğerini öldürerek hayatta kalınan bir düzen. Kamera ile onları izleyen, birer isim takarak hayatımızda bir parça haline getiren yayıncılar! Kuytu köşede kalmış bir kanalı açtı. Program ismine çok da dikkat etmeden bir tartışma programının içine düştüğünü fark etti. Beyefendi futbol oynadınız mı? Evet, uzun süre oynadım. Antrenman yapmadan çıktığınız maç oldu mu? Oldu ama tam anlamıyla bir felaketti.

nın odayı doldurup gözlerini kamaştırması ile uyandı. Eli telefona gitti ki şarjı bitmiş. Televizyonu açtı telaşla. İşe gittiğinde gün henüz aydınlanıyor olmalıydı ki bayağı geç kalmıştı. Koşarak hazırlandı, duş alamadı, yüzünü ancak yarım yamalak yıkadı ve bu sefer o koşturmacada ihtiyar bakkalı sebzeleri sularken gördü ve selamlamadan geçemedi. Trafikte uzun uzadıya öfkelenmesine gerek kalmadı, çünkü trafik saati çoktan bitmiş, yollar rahatlamıştı. İş yerine ulaştığında güvenlik görevlisi onun halinden uykuya kaldığını anlamış olacak ki tebessümle karşıladı. Selamlaştılar ve odasına ulaştı. Alışkanlığı olmadığından kimsenin bir şey diyeceğini düşünmedi. Sabah dedikodusu çoktan bitmiş, öğle dedikodusuna ancak yetişmişti. Geç kalmasını bir merak ile karşılamış olmalarına şaşırmadı. Gece maç sonrası eğlenceye daldın galiba? Yok canım, maç sonrası belki biriyle buluşmuştur!

Güzel bir rüyadan uyandırmaya yetmedi Peki, zihin dediğimiz dünyanın da bir antrenman programına ihtiyacı olduğuna neden demek ki alarm! inanmak istemiyorsunuz o vakit? Hakikaten geçen günden sonra tekrar rüya gördün mü? Nasıl yani? Gördüm ama net olarak hatırlayamıyorum. Şöyle ki sizler vücut olarak hazır olmadığınız bir maçta kendinizi gerçekleştiremezken, Önceki gibi yorucu olmalı ki uyanamamışdüşünmeye, dertlerle boğuşmaya hazırlık an- sın! lamına gelen tefekkürden uzak ve bu süreçte Galiba bizim istasyonlarımız olan kitaplardan kopuk bir şekilde nasıl zihinsel bir mücadeleye giriZihnini yokladı. Dün gece gördüğü rüya şilebileceğini düşünürsünüz? ile önceki günkü maç arasında bariz fark Nispeten haklı olmakla birlikte bu dünya- olduğunu biliyordu. Geç kalmış olmanın payı da zaten pek çok dertle boğuşan insanlar olsa da yorgunluk hissi yoktu. Uzun uzadıya sürekli bir zihinsel yoğunluk halinde değil mi? düşündü ancak tek bir cümleden ötesi zihninde canlanmıyordu. Bu sözü de gerçekten Yapmayın azizim! Bu günlük koşuşturma- rüyasında mı görmüştü, tartışma programının ların hangisine zihinsel egzersiz gözüyle reklam sonrası bölümünden bir parçada mı bakabilir, hangisini gerçek bir mücadele bahsi geçmişti de rüyasında gördüğü hissi diye adlandırabiliriz? Bu ancak sigara içerek uyandırmıştı ayırt edemedi. markete yürümeye benzetilebilir ki aslında “Eğer sınırlarınızda sorun varsa , bunu gifaydalı mı zararlı mı siz düşünün! dermenin tek yolu, sınırlarınızı genişlemektir.” Reklam arası, bütün kanallarla birlikte mevcut kanalın da gelir kapılarının en önemlisi olmalıydı ki uzun bir ara verildi. Güneş ışığı-

12


DAĞLARA BUĞDAY SERPİN Tuğba Dinç

Koştur koştur indiği merdivenlerin ardından attığı son bir adımla treni kaçırmamıştı. Uzun ve yoğun bir günün peşinden şu an istediği tek şey evine sürecek olan bu bir saatlik yolu oturarak geçirmekti. Etrafına bakınıp gözleri boş yer arıyordu. İki üç dakikalık bir arayıştan sonra vagonun sonlarına doğru kendine bir yer kestirmişti. İlerleyip hemen yerleşiverdi. Sanırım günün en güzel yanı oturarak eve gitmekti. Sabah akşam tıklım tıklım olan trende yer bulup yerleşmek cidden paha biçilemezdi. Geçinme telaşesi ile sabah akşam kavramı artık kalmamıştı, her an bir koşturmaca, bir yerlere yetişme çabası vardı. Hep yanında olan kitabına biraz göz atayım demesi ile göz kapakları günün yorgunluğuna sabredemeyip usulca kapanıvermiş ve düşüncelere itivermişti kendini. Ne vakit hayat telaşesine kapıldı işte o vakit her şeye sınırlar çizilmeye başlanmıştı. En çok yıpranan umutları, yapmak istedikleri idi. Artık sıyrılmak istedikleri birikmişti yaşadıklarında. Ciddi anlamda uzun bir yolun güzide yolcusu olmak istiyordu. Kaçtı içinde biriktirdiklerinden demesinler diye gitmek değişikliktir, değişiklik ferahlıktır açıklamalarına talip olup yol almak istiyordu dağlarına doğru. Hiç durmaksızın rastgele savrulan, hesapsızca aşırılığa koşan amaçsız bir duyarsızlığın istikrarsızlığı sirayet etmişti topluma. Yeni çağ insanlık hallerinin furyası eser olmuştu iklimimizde. Yalnız ve had bilmez bir dönemin garip huyları maalesef doğallığı, halis niyetleri, dinginliği, huzuru bir anda serpivermişti boşluğa. Değişik bir şeydi yaşadığımız bu hayat nereye çekseler sorgulamadan oranın yerlisi oluveriyordu, kabul ediyordu her şeyi. Görmek, yaşamak lazımdı ama geldiğimiz yerle gittiğimiz yer arasında hiçbir diyalog yok, hiçbir aşinalık yoktu. İmkanların çoğalıp duyarsızlığın sıfırlandığı bir şehir profili içimizden geçiyor, en içimizdekini önüne katıp sürüklüyorken buna kayıtsız kalmak kime yaraşıyordu ki? Dağınıklığın bulaştığı insanlığa dokunmak neden ondan başlamasındı ki? Her gün düşünüp çözümler ararken artık ertelememeliydi onca şeyi, bardağın dolu tarafı ile hasbihal edip elle tutulur her şey ile yol almalıydı. Belki yol uzundu ama ne kadar yürünmez olabilirdi ki, özünü bir yokladığında? Çözüm değildi bir başına yürümek, adaletli değildi susuz pınarı yargılamak, kim bilebilirdi ki kuraklığa rast gelmiş olmadığını? Kim bilir ki dağlarına yaslanınca pınarının gözlerini doldurup taşmayacağını? Mücadele eden ne kaybeder ki en azından yaşananların adı değişirdi. Yeter ki her yarının sabahı “Karayı kaldırın mavi koyun umudumu yitirmedim” edasıyla yol alınırsa anın anılacak an/ıları kalırdı hatıralardan. Bir anda yüzündeki gülümseme ile kendini toparladı. Bu sefer iradesine sahip olmak ve işe kendisiyle başlamak gayesine karar vermişti. Camda yansıyan yüzüne bakıp hayatında radikal kararlar alma ve onun hakkını verme zamanının gelip geçmekte olduğunu fark etti. Her gün daha çok tüketilen değerler, israf edilen maddi manevi değerlerin bulaşıcılığının önüne geçmek için bir an önce işe girişmeliydi. Çünkü giden gelmek bilmiyordu, daha çok şeye daha çok da insanlığımıza insanlarımıza veda etmek istemiyordu. Böyle düşünürken yanındaki küçük çocuğun, son durağa mı geldik, sesiyle irkildi. Trenden indiğinde yağmur çiseliyordu. Kirpiklerine çarpıp aşağı yuvarlanan su damlalarının ferahlığını yüzünde hissedince içinden, dağlara hoş bir ehille buğday serpelim, ne de olsa bereketi geriden sökün gelirdi, diye geçirdi.

Fotoğraf: Emel Beyaz

13


Osmanlı Düşünce Dünyası

Asım Onur Sayın

Yazar: Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay Yayınevi: Akçağ Basım Yılı ve Yeri: 2.Baskı / Ankara-2011 Sayfa Sayısı: 320 ISBN: 978-975-338-676-9

Felsefeyle ilgili yazılmış eserlerin birçoğun-

birisi de Süleyman Hayri Bolay’ın Osmanlı Düşünce Dünyası adlı kitabıdır. Özellikle Osmanlı Düşüncesi, Türk Düşüncesi, İslam Düşüncesi üzerine yazdığı eserleriyle tanınan Bolay, Osmanlı Düşüncesi ile ilgili hazırladığı bu eserinde Osmanlı’da ilim hayatından, düşünce hayatından ve felsefe faaliyetlerinden bahsetmiştir. Giriş bölümü de dâhil olmak üzere 13 bölümden oluşan bu nitelikli eser, Osmanlı’da düşünce hayatı olup olmadığını öğrenme noktasında okurlarının yoluna ışık tutmaktadır. Ben de bu eserin tamamı olmasa bile, kanaatimce önemli gördüğüm kısımları inceleyip sizlere aktarmayı uygun buldum.

da Osmanlı’nın adına, düşünce yapısına pek sık rastlanmamaktadır. Felsefe ile uğraşan öğrencilerin, hocaların, yazarların ve hatta ilim insanlarının bazılarında Osmanlı döneminde felsefi faaliyetlerin olmadığı, felsefi düşünce yapısının ortaya çıkmadığıyla ilgili kanaatler yaygındır. Peki, gerçekten bu doğru mudur? Yazar, eserinin Osmanlı ve Türk DüşüncesiOsmanlı’da hiçbir dönemde düşünce faaliyetnin Ufukları ve Sınırları başlığını taşıyan giriş leri yapılmamış mıdır? İşte bu soruyu cevapbölümünde, ‘’Osmanlı Düşüncesi’’ ve ‘’Türk landırmayı amaç edinen nadide eserlerden Düşüncesi’’ kavramlarının sınırlarını belirler.

14


‘’Osmanlı Düşüncesi’’ kavramını Taşköprülüzade’nin Şakayık-ı Numaniye adlı eserinden alıntılayarak açıklayan yazar, Osmanlı hanedanının idaresi altındaki bölgede ortaya çıkan düşünce şekilleri olarak tanımlarken; ‘’Türk Düşüncesi’’ kavramını, Türkçe yazan veya yazmayan, Türk asıllı olan veya olmayan, fakat şöyle ya da böyle Türk düşünce hayatını etkilemiş veya Türk düşünce hayatından etkilenerek fikir eserleri vermiş kişilerin ortaya koyduğu düşünce olarak tanımlar. Yani buna göre, Osmanlı sınırları dışında Türkçe yazmış bir yazar, Türk düşüncesi içinde değerlendirilebilirken, Osmanlı düşüncesi içerisinde değerlendirilmemektedir. Yazarın bu tanımlarına uygun olarak Ali Şir Nevai örnek gösterilebilir. Çağatay Türkçesi ile şiirler yazdığı için Türk düşünürü olarak değerlendirilebilen

Nevai, Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisinde yaşamadığı için Osmanlı düşünürü olarak değerlendirilemez. Osmanlıdan Önceki Zemin başlığını taşıyan ilk bölümde yazar, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesiyle beraber Bizanslı âlimlerin İstanbul’dan kaçmaları ve bu kaçmanın sonucu olarak Rönesans’ı başlatmaları meselesini ele alıyor. Böyle bir iddianın doğru olsa bile, çağ açıp çağ kapatan bir komutan için söylenemeyeceğini dile getiren yazar, bu iddiaların gençlerin kafasını bulandırdığını, Osmanlı Devleti’nin bilim düşmanı olduğunu düşünmelerine sebep olacağını söylüyor. Tabii daha sonra, ‘’Bizans’ta bilim olsaydı, yıkılmazdı.’’ diyen yazar, bu noktada Batılı

15


yazarların eserlerinden ve o dönemi anlatan doktora tezlerinden örnekler vererek bu savını kanıtlama cihetine gidiyor. Özellikle meşhur bilim tarihçisi Sarton’un ‘’Yunanca konuşan ilim adamlarının kendi atalarının görüşlerini yeniden keşfetmek için Arap ve İranlıların tesirine ihtiyaç duyacak kadar aşağı bir seviyede bulunduklarını düşünmek üzüntü vericidir.’’ sözünü burada örnek olarak göstermesi, benim şahsi kanaatime göre de, Bizans’taki ilmin Osmanlı ile beraber değil de Osmanlı’dan önce bittiğini kanıtlama noktasında güzel bir örnek teşkil etmiştir. Bizans’tan İtalya’ya Rönesans’ı başlatma maksadıyla giden âlimlerin kimler olduğunu ve bu âlimlerin belli başlı fikirlerini kısaca özetleyen yazar, onların aslında İtalya’ya hiçbir şey götürmediklerini, götürmeye çalıştıkları fikirlerin orijinal olmadıklarını yine Batılı yazarlardan örnekler göstererek açıklıyor. Gitmelerinin sebebinin hiçbir zaman Rönesans’ı başlatmak olmadığını söyleyen yazar, ‘’ilimden anladığımız bu mudur? ’’ diyerek okurlarının bunu sorgulamasına yardımcı oluyor. İkinci bölümde, Osmanlının Düşünce Dinamikleri başlığıyla karşımıza çıkan yazar burada, Osmanlı Devleti’nin, Selçuklu Devleti’nin fikrî, ilmî ve kültürel mirası üzerine kurulduğunu, Selçukluların da diğer İslam ve İslam öncesi toplulukların kültür ve fikir inançlarından yararlandığını, dolayısıyla Osmanlının düşüncesinin farklı kültürlerle harmanlanıp bir yere geldiğini anlatıyor. Bu farklı kültürlerin harmanlanmasıyla, sağlam bir dinî inanç ve bu inançtan destek alan bir dünya görüşü; dolayısıyla evrene, tabiata, insanlığa iyimser bir bakış, idare ettiği farklı grupları Allah’ın bir emaneti olarak görme anlayışının Osmanlı’da mevcut olduğunu da gözler önüne seriyor.

namikleri deyince akıllara, cihan hakimiyeti, nizam-ı âlem, devlet-i ebed müddet ideali, Kur’an da yüzlerce ayette tavsiye edilen ‘’akıl etme’’, ‘’İyilikte yarışınız’’ emri ve ‘’Hikmet, mü’minin yitiğidir, nerede bulursa alır.’’ mealindeki araştırmayı ve tefekkürü tavsiye eden birçok hadis-i şerifin geldiğini söyleyen yazar, bunların aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin temelini oluşturduğunun da bilgisini veriyor. Burada alt başlık olarak belirttiği Fetih Ruhu ve Diyalektik konusuyla yazar, fethin Osmanlı’daki anlamını sorgulamaktadır. Osmanlı’da fetih kelimesinin askeri başarıdan ziyade yeni bir oluşumu, yeni bir yapılanmayı ihtiva ettiğini söyleyen yazar, İstanbul’un fethini örnek göstererek, bu fethin anlamının bir şehrin alınmasından çok daha ötede olduğunu belirtmiştir. Bunu kanıtlamak için Yahya Kemal’in “Yeniçeriye Gazel” isimli şiirinden beyitler veren yazar, bu beyitlerin askerlerin maneviyatlarını yükselttiğine değinmiş ve dolayısıyla fetih ruhunun manevi huzurla birleşince daha büyük bir anlam kazandığına işaret etmiştir. Ey leşker-i müfettihu’l - ebvab vur bugün Feth-i mübini zamin o tebşir aşkına Vur Deyr-i küfrün üstüne rekz-i Hilal için Gelmiş o şehsuvar-ı cihangir aşkına Düşsün çelengi Rum’un, eğilsin ser-i Frenk Vur Türk’ü gönderen Yed-i Takdir aşkına Sen savletinle vur ki açılsın bu surlar Feth-i hücum içindeki Tekbir aşkına

Yukarıda zikredilen bu beyti okuyucularına sunan yazar, Yahya Kemal’in, ‘’Ey yeni kapılar açan, ülkeler fetheden asker! Bu mübarek fethi garanti eden ilahi müjde aşkına, küfrün kilisesi üzerine hilali kazımak için gelmiş Özellikle İslam öncesi dönemde Gök olan cihan fetheden bu hükümdar aşkına, BiTanrı’nın hükümdara kut vermesi, güç zans’ın çelenginin düşmesi, Freng’in başının vermesi gibi konuların Osmanlı’da da devam eğilmesi için Türk’ü gönderen Yüce Kudret ettirildiğini ifade eden yazar, ‘’Kızıl Elma’’ aşkına, surların açılması için hücum fecri içinmotifinin kaynağının da burada yattığını deki Tekbir aşkına son gücüyle vurmasını’’ söylüyor. Dolayısıyla Osmanlı düşünce di- istediğini, şiirin Türkçe açıklamasını yaparak, fetih ruhunun maneviyatını göstermiştir.

16


Yazar, Osmanlıda Düşünce ve Felsefe Hayatı başlığı taşıyan üçüncü bölümde, önce Kapıkulu Meselesini ele alıyor. Osmanlı bilim insanlarının, âlimlerinin kapıkulu olduğu düşüncesiyle yola çıkanların, ‘’Osmanlı’da bilim ve düşünce hayatı yoktur.’’ demelerini şiddetle eleştiren yazar, bu duruma Yunan’dan ve Batı’dan örnekler veriyor. Aristoteles gibi büyük bir filozofun eserlerinde köleleri yok saymasına ya da özellikle Batı’da Ortaçağ Hıristiyan dünyasında Aziz Augustinus, Aziz Thomas, Petrus Abelardus gibi bilim insanlarının kiliseye hizmet etmelerine veya Leibniz’in lüks hayat içerisinde kütüphane müdürlüğü yapmasına, Hegel’in Prusya İmparatorluğu’nun resmi filozofu olarak atanmasına atıflarda bulunan yazar, bu gibi durumların sadece Osmanlı’da değil, Batı’da da olduğunu gözler önüne seriyor ve Batı’dan filozof çıkıp, Osmanlı’dan filozof çıkmayacağını söyleyenlere karşı bir cevap veriyor. Yine bu bölümde alt başlık olarak belirttiği Felsefi Tavır ve Felsefeye Karşı Tavır konusuyla birlikte ‘’Osmanlı’da felsefi tavır var mıdır?’’ sorusunun cevabını arayan yazar, felsefi tavrın kısaca tanımını yaptıktan sonra, Fatih Sultan Mehmet’in felsefe meclisleri kurup çeşitli felsefe problemlerini tartışmasının, Hocazade’nin Tehafüt’ünü yazarken, kendini herhangi bir görüşe bağlı saymayacağını söylemesinin, Kâtip Çelebi’nin, dönemindeki yanlışlıkları ve bozuklukları sorgulayıcı tavrının felsefi bir tavır olduğunu belirten yazar, Osmanlı’da felsefi tavır olduğunu gözler önüne sermektedir.

veren yazar, Osmanlı’da felsefi tavır olduğu kadar, felsefeye karşı bir tavrın olduğunu da gözler önüne seriyor. Dördüncü ve beşinci bölümü birleştirmeyi uygun gördüğüm bu kitapta, yazara göre Osmanlı düşünürleri felsefe yapmakla yetinmediler ve aynı zamanda felsefeyi popüler hâle getirip geniş kitlelere yayma amacıyla da çalışma başlattılar. Bunu da halkın anlayacağı dile uygun eserler ve özellikle de şiir şeklinde yazılmış kitaplarla yaptılar. Yazar Felsefe Problemlerinin Popüler Hale Getirilmesi başlığı altında bu eserlere örnek olarak 3 kitabı ele alıyor. Bunlar; Ahmedi’nin İskendername’si, Yazıcıoğlu Muhammed’in Muhammediye’si ve Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ idir. Yazar bu eserlerden ve ortaya koydukları düşünceler ve felsefelerden kısaca söz ederek, felsefenin, düşüncenin Osmanlı’da halka nasıl ulaştığını gösteriyor. Bu 3 eserin kısaca tanıtımından sonra yazar, Ahmedi’nin İskendername’sindeki felsefi düşüncenin incelenmesi için ayrı bir bölüm açıyor. Dr. İsmail Ünver’e ait İskendername çevirisinden yararlanarak Ahmedi’nin akıl, ahlak, din ve tasavvuf felsefesiyle ilgili yönlerini ele alıyor. Osmanlı Düşünürleri Ne Çeşit Felsefe Yapmışlardır? başlığını taşıyan altıncı bölümde yazar, varlık felsefesi, bilgi felsefesi, mantık felsefesi, ahlak felsefesi, kelam felsefesi… gibi felsefe alanlarını ele alarak, bu alanlarda Osmanlı düşünürlerinin ortaya çıkardığı çalışmaları belirlemiştir. Ben de burada yazarın ele aldığı felsefe alanlarının birkaçını buraya aktarmayı uygun buldum. Yazar, Davud-ı Kayseri’nin Matla’u’l – hususi’l –kelim fi me’ani Fususi’l – hikem ve Mukaddimat adlı kitaplarında, Şeyh Bedreddin’in Varidat adlı eserinde, Molla Fenari’nin Risale fi beyanı vahdet’il vücud kitabında ve Kemal Paşazade’nin çeşitli risalelerinde varlık felsefesinin problemlerinin ele alındığını okurlarına aktarmıştır.

‘’Peki, hâl böyleyken felsefeye karşı tavır yok mudur?’’ sorusuyla, felsefeye karşı bir tavrın olup olmadığını inceleyen yazar, her devirde felsefeye karşı tavır olduğundan, hatta günümüz Türkiyesinde ve Avrupasında da felsefeden hoşlanmayan veya ona karşı olan aydın insanlar olduğundan da söz etmiştir. Osmanlı’da Kadızade Mehmed Efendi’nin ‘’Kelam-ı felsefe, fülse değer mi? (Felsefe sözü mangır eder mi? ) / Akıllı bir sarraf ona baş Osmanlı’da dil felsefesine ait eserler oreğer mi? ‘’ beyiti ile büyük Osmanlı şairi Na- taya koyarak dil felsefesi yapan pek çok bi’nin ‘’Hikmet-ü Felsefeden eyle hazer / Evli- filozofun olduğunu söyleyen yazar, kitabında ya nüshasına eyle nazar’’ beyitinden örnekler

17


bu filozofların bazılarının isimlerini vererek, özellikle Muhyiddin Kafiyeci’nin dil felsefesinden örnekler verir. Yazar, Muhyiddin Kafiyeci’nin bu örneklerindeki tutumun, 20. yüzyıl filozofu olan Wittgenstein’ın Tractatus adlı eserine benzediğini söyler. Aynı şekilde, Osmanlı alimleri mantık felsefesiyle de ilgilenmişler ve bu konuda çeşitli kitaplar ve makaleler yazmışlardır. Molla Fenari, Molla Hüsrev Mehmed Efendi, Gelenbevi İsmail ve Ali Sedat’ın yazdığı mantığa dair eserler bunlardan bazılarıdır.

rum. Bu bölümde yazar, Osmanlı’daki felsefi ve ilmi hareketleri alanlar vasıtasıyla tekrar ele alıyor. Osmanlı’da düşünce alanlarının çok çeşitli olduğunu ve bunların iki kısımda incelenebileceğini söyleyen Bolay, teknik, iktisadi, hukuki ve tarihî düşünce alanlarını kapsayan ilmi düşünce ile mantıki, kelami, tasavvufi, ahlaki, siyasi ve varlık ile dil felsefesini kapsayan felsefi düşüncenin Osmanlı hayatında hep var olduğunu dile getiriyor. Aynı zamanda Osmanlı düşünce hayatında pek çok ünlü düşünürün de mevcut olduğunu Yine yazara göre ahlak felsefesi de Os- söyleyen yazar, bunlardan bazılarını kısaca manlı’da sık sık ele alınmış ve bununla ilgili ele alıyor. Davud-ı Kayseri, Şeyh Bedreddin, fazlasıyla eser yazılmış bir konudur. Osman- Molla Hüsrev Mehmed Efendi, Muhyiddin lı’da ahlak, her yapılan faaliyetin tek ve son Kafiyeci, Molla Fenari, Ali Tusi, Molla Lütfi, amacı sayıldığından, bu alana ayrı bir önem Kemal Paşazade, Taşköprülüzade Ahmed verilmiştir. Âşık Paşa, Eşrefoğlu Abdullah, Efendi, Lütfi Paşa, Matrakçı Nasuh, Fuzuli, Koca Nişancı Mustafa Paşa, Sururi Çelebi Katip Çelebi yazarın söz ettiği isimlerdendir. gibi düşünürlerin ahlakla ilgili risaleleriyle Sonuç olarak, Süleyman Hayri Bolay’ın ünlü olduğunu söyleyen yazar, Davud-ı Kay- Osmanlı Düşünce Dünyası adlı kitabı, Osseri’nin Matla’u’l – hususi’l – kelim fi me’ani manlı’nın düşünce, fikir ve felsefe hareketleri Fususi’l hikem adlı eserini ve Kınalızade Ali hakkında bilgiler vermenin yanı sıra, konu Çelebi’nin önemli ahlak eseri olan Ahlak-ı hakkındaki farklı görüş ve iddiaları da ele Alai’yi kısa bir şekilde inceleyerek, Osmanlı alan bir eserdir. Özellikle, yazarın bu kitapta düşünürlerinin ahlak hakkındaki görüşlerini Osmanlıca ve Arapça kavramlar kullanması gözler önüne sermiştir. ve kullandığı bu kavramların Türkçe karşılıkYedinci bölümde “Osmanlıda Hangi Çeşit larını parantez içerisinde vermesi, OsmanEserlerde Felsefe Vardır?” başlığıyla karşımı- lıca ve Arapça bilmeyenler için bir kolaylık za çıkan yazar, felsefeye dair fikirlerin yer sağlamıştır. Yine yazarın, eserinin muhtelif aldığı kitap çeşitlerini ele alarak işe başla- yerlerinde dipnot olarak belirttiği açıklamamaktadır. Osmanlı’da felsefi düşünce, yalnız larla okuyucu kitlesini aydınlatması ve bu felsefeyle alakalı kitaplarda değil; fıkıh, dil eseri oluştururken yararlandığı kaynakların el bilimi ve gramer, tıp, tasavvuf gibi eserlerde yazması eserler olması ve alanında öncü isimde bulunmaktadır. Ancak bunun yanı sıra, lerden alıntılar yapması da, Osmanlı düşünce doğrudan felsefeyle ilgili eserler de fazlasıyla hayatının önde gelen isimleri konusunda bilgi mevcuttur. Vahdet-i Vücud risaleleri, Nefsü’l edinmek isteyenler için kaynak teşkil etmekEmr risaleleri, Cihet-i Vahdet risaleleri, Mü- tedir. Ben de, bu değerli eseri yazdığı için sül-i Eflatuniye risaleleri, Mukaddemat-ı Er- Süleyman Hayri Bolay’a teşekkürü bir borç ba’a risaleleri, Adabü’l Münazara risaleleri, bilirim. İhbar ve İnşa risaleleri, Tefsir risaleleri, Musiki risaleleri, Bilim ve Matematik risaleleri, Usul-i Fıkıh kitapları ve risaleleri yazarın bahsettiği, doğrudan felsefeyle ilgili olan eserlerdir.

Son olarak “Osmanlıda Düşünce Alanları ve Düşünür Örnekleri” başlığını taşıyan onuncu bölümü sizlere aktarmayı uygun buluyo-

18


GÖZLERİMDEN AKAN BİR HİKÂYESİN Sema Tanrıverdioğlu Ersöz Gözlerimden akan bir hikâyesin Yüzyıldır simsiyah bir perdenin Gümüş haleli titrek yıldızı Aktı akacak kaydı kayacak Ayağımın altından zemin Gözlerimden kırmızı! Gözlerimden akan bir hikâyesin Mavi taflan, narçiçeği Kıpkızıl bir hazan ve ıslak kaldırım Seni düşlediğim şehirlerden aldırdım Bir parça gök ve yağmur Üzerine küskün kırmızı! Gözlerimden akan bir hikâyesin Arkandan bakakalan sardunyalı pencere Ellerimde ince yasemin kokusu Minarelere konan sığırcıklar Yapraksız meşe ve uykusuzluğum Mendillerim kan kırmızı! Gözlerimden akan bir hikâyesin Şarkılarımda neyden bir nefes Ey baharımdan çalınan heves Dumanından dağılan ıslığını kes Bahtına değdi ellerimden kırmızı.

19


RÖPORTAJ: Ayşe Göksu, Aykut Sungur, Alperen Arslan Kırktuğ Dergisi: Türk tarihi ve medeniyeti var. Mesela kilim, tarım aletleri ve Kroran Bölgesinden, Lop Nur çevresinden çıkan mumaçısından Doğu Türkistan’ın önemi nedir? Abdürreşit Celil Karluk: Tarihçiler şöyle yanın 1984 yılında Japonya’da Karbon-14 derler, dünya tarihi Türk tarihsiz yazılamaz, deneyiyle 2400 sene öncesine ait bir mumya Türk tarihi de Doğu Türkistan’sız yazılamaz. olduğu biliniyor. Bunun içerisinde kilim var, Doğu Türkistan’ın olmadığı Türk tarihi; Türk buğday tanesi var… Kaşgar havzası çevresi; tarihi olamaz. Çünkü Türklerin tarih sahne- Fergana, Tarım bu bölgelere baktığımızda sine çıkışına dair birkaç tez vardır ama en arkeolojik buluntular medeniyetimizle direkt güçlüsü, Tanrı Dağları ve Altay Dağları bu ilintili 6-7 bin yıllık bulgular. Bir diğer husus, iki kutsal dağa dair olanlardır. Benim için en bugün dünyadaki büyük medeniyet dediğimiz önemlisi ise şudur: medeniyet. Siz tarihin çok medeniyetlerin tamamı sulak vadide, ırmaklaeski devirlerinde ortaya çıkmış olabilirsiniz rın kenarında gelişmiştir. Örneğin Mezopoama bir medeniyet yaratamadıysanız hiç an- tamya diyoruz Dicle ve Fırat arasında, Mısır lamı yoktur. Bugün medeniyet yazıyla başlar medeniyeti Nil, Hint medeniyeti diyoruz Ganj dediğimizde, Türklerin medeniyet yarattığını ve Indus vadisi, Çin medeniyeti Sarı Irmak ve iddia ettiğimizde, ilk yazılı metinler nereden Uzun Irmak. O zaman Türk medeniyeti nerebaşladı dediğimizde genellikle Köktürk yazıt- de ortaya çıktı? Fergana’daki Amuderya ve larından bahsedilir. Köktürk yazısına ait en Sırderya, bugün Tarım Havzasındaki Tarım eski buluntular, mesela Almatı çevresinden Nehri, dünyada iç karada başlayıp iç karada çıkan Altın Elbiseli Adam mezarından çıkan biten en uzun ırmaktır, iki bin kilometre Tanrı buluntular var. Bununla ilgili Sakalar/İskitler Dağından başlar Taklamakan Çölünde biter. dönemine ait bir sürü buluntular var. Bugün Bu ırmağın kenarında bir sürü medeniyet var, Doğu Türkistan dediğimiz bölgeden çıkan bugün Doğu Türkistan’dadır. Kuzey tarafında mumyalar var. Bu bölgeden çıkan bazı mum- İrtiş ve İli Nehri Doğu Türkistan’ın kuzeyindeyalarla birlikte Türklere ait kültürel buluntular dir, Altay çevresi medeniyetimizin en az 6-7 bin sene önceden beri burada olduğumuz,

20


yazılı medeniyet yarattığımız yerdir. İslamiyet öncesi ve sonrası, Karahanlı devri diyoruz bugün, Kaşgarlı Mahmut diyoruz göğsümüzü kabartan, Yusuf Has Hacib olsun Farabi, Biruni, Ahmet Yesevi bunların tamamı Doğu Türkistan coğrafyasında ortaya çıkan büyük bilginler. Dolayısıyla buralar Türk tarihi ve milleti için bir köktür, ana membasıdır ana ve ata yurttur. Türkleri siz bir çınara benzetirseniz, çınarın bir üstü vardır dalları, gövdesi; bir de çınarı yaşatan toprağın altındaki kökleri vardır. Doğu Türkistan işte o Türk çınarının toprak altındaki kökleridir, dolayısıyla Doğu Türkistan’ı kaybetmek, Kaşgar’ı kaybetmek esasında Türklüğü kaybetmek manasına gelir. Doğu Türkistan bugün Çin zulmü içinde inim inim inlerken, burası adım adım yok olmaya giderken diğer Türklerin seyretmesi esasında kendi kökünü kendisi kurutmasıdır. Ondan dolayı bu kökün kuruması Türk tarihinin de yok olması manasına gelir. Düşünün bir ağacın kökü kuruyacak siz ilgilenmeyeceksiniz, köstebekler orayı kazacak, hava girecek kuruyacak. Üst tarafındaki dalınız bugünkü teknolojiyle çok yaşatsanız birkaç sene yaşatırsınız ama kök kuruduktan sonra dallar işe yaramaz yok olur. KD: Bugünkü Doğu Türkistan meselesini tarihsel süreç içerisinde değerlendirebilir misiniz? ACK: Doğu Türkistan’ın bugün yaşadığı; sondan geriye gittiğimizde bugün bu soykırım olarak nitelendiriliyor bütün uluslararası medya, akademisyenler artık burada hem fikirler. Bu soykırım sadece etnik soykırım değil, sosyal, kültürel ve hatta ekolojik ve canlılara dönük bir soykırımdır. Çin orada Çinliliğe ait olmayan hiçbir şeyin yaşamasına izin vermiyor. O zaman Doğu Türkistan’daki dramı anlayabilmek için Çin’i anlamak lazım. Esasında iki Çin vardır biri kültürel biri politik Çin’dir. Politik Çin dediğimiz Çin hegemonyasının kurulduğu bölgedir. Kültürel Çin dediğimiz Çinliliğin hâkim olduğu yaşatıldığı bölgedir. Doğu Türkistan Çin tarafından sonradan işgal edilmiş yani Çin’in politik sınırları içinde idi. Bunu kültürel Çin’e çevirmek için 1955’ten günümüze Çin orada akıl almaz asimilasyon, yok etme, imha politikalarını

uyguluyor. Bunu da daha iyi anlamak için Bilge Kağan’ı okumak lazım Kül Tigin’i okumak lazım Tonyukuk’u okumak lazım. Çünkü sekizinci asrın ortalarında onlar Çinlilerin nasıl bir millet olduğunu Türklerin nasıl bir halk olduğunu ve Çinlilerle iletişim kurarken dikkat edilmesi gerekenler hakkında en ince noktasına kadar uyarısını o bengi taşlarda yapmıştır. Dolayısıyla Çinliler ve Türklerin arasındaki bu münasebet tarihin bilinmeyen çağlarından günümüze kadar gelmiştir. Çinli güçlü olduğu zaman hasmından öcünü alır. Bugün Çin güçlüdür, hasmı olarak gördüğü Türklerin topraklarını yutmak ve fiziki olarak yok etmek için elinden gelen bütün şeyleri deniyor, yapıyor. Dolayısıyla o zülüm aslında Doğu Türkistan’la ilgili değil kendini Türk hisseden herkesle alakalıdır. Bugün Doğu Türkistan’ı yarın Batı Türkistan’ı ondan sonra da Anadolu’yu. Bu böyle bilinmelidir. KD: Peki, bu tarihsel mücadele bağlamında Barat Hacı ve Osman Batur’dan bahsedebilir misiniz? ACK: Onlar doğu Türkistan’ın Çin işgali karşısında direnen birer abidevi şahsiyettir. Osman Batur Türkiye’de diğer baturlarımız, bahadırlarımızdan daha fazla biliniyor oysa doğu Türkistan’da o kadar Kürşadlar, Osman Baturlar var ki… Onlar birer özgürlük savaşçısıdır, insanlık için o yecüc mecüc denen kavmi durduran, Batı’nın daha fazla zarar görmesini engelleyen, kendi hayatı pahasına orada duran insanlardır. Bugün bu tarz insanlardan on binlercesi Doğu Türkistan’dadır. Çin şöyle der, biz öyle bir gücüz ki raylar üzerinde son sürat giden bir treniz karşımıza çıkan her şeyi ezer geçeriz, siz Uygurlar birer karıncasınız bize engel olamazsınız. Çinliler; siz on milyon nüfus, biz bir milyar üç yüz küsur milyon diyor. O on milyon insan bir milyar insana karşı direniyorsa ruhundaki Osman Baturlar, Barat Hacılar, ismini sayamayacağım Gani Batur’dan tutun Fatihlere kadar bir sürü bölgede yetişmiş komutanlar var. Elli öncesinde ve günümüzde hala direnen Barat Hacı gibi hapishanede yirmi küsur sene Çin işkencesini çekerek çıktıktan sonra yine dimdik durarak bütün yokluğa rağmen o mücadeleyi sürdüren insanlar, bugün dünyanın her yerinde var.

21


KD: Çin’in bölgedeki Türklere uyguladığı başlar. Her hafta belki her gün komünist parfiziksel ve kültürel şiddetin iç yüzü hakkında tiye karşı kendini saunan bir şeyler yazması lazım. Suç işlemişim, yanlış olmuş, dememem neler biliyoruz, bilgi verir misiniz? ACK: Şiddet değil soykırımdır. O kadar lazımdı, dilimdeki bu kelimeden dolayı beyileri gittiler ki, size ben basit şeylerden anlata- nimde İslami şeyler varmış ben bunu temizyım. 1955 Çinliler geldikten sonra önce dille leyeceğim gibi. Siz bugün bunu literatürde oynamaya başladırlar çünkü dil düşüncenin hiçbir kavramla açıklayamazsınız. Taciz anahtarıdır. Türkçedeki Türk, Türkistan, İslam değil, mobbing değil, zulüm derseniz fiziki gibi kelimeleri ve Doğu Türkistan’ı yer adı değil psikolojik ve zihni bir zulümdür. Sonra olarak yasakladı. Sizin Türk demeniz belki kadınların giyim kuşamından tutun uzun etek yıllarca hapiste yatmanız, çürümenize sebep ya da milli kıyafetler giymesi yasaklanıyor. olur. Doğu Türkistan demeniz de aynı şekilde. Çin uzun, mahrem yerleri kapatabilecek uzun Çin böyle şeyleri unutturmakla başladı. Önce kazakları bile kesiyor. Sen neden kemer altını dilde, yaşam tarzınızda o Çinliden farklı, o kapatıyorsun, demek ki sende yobazlık var, giyim kuşamı feodalite, hurafe diyerek yasak- sen milli gözükmeye çalışıyorsun, bölücüsün lıyor. Evinizdeki yaşam tarzınızı ilgilendiren tarzında suçlamalar yöneltiyor. Okullardaki birçok şeyi de bunlar komünist yaşam tarzına çocuklara, üniversitedeki öğrencilere bu tarz uygun değil diye yasaklıyor. Hatta o kültür mobbing şiddet bütün hepsi son hızda ilerlidevrimi denilen dönemde camiler domuz bes- yor. Bunlar 90’lı yıllar 2000’li yıllardan sonra leme çiftliklerine, ahırlara çevriliyor. Kuran değişiyor. Toplama kamplarındaki işkenceler gibi dini kitaplar yakılıyor Mao döneminde artık sonu gelmez bir şeye dönüşüyor. Ekolooradaki insanlar yaşam tarzından dolayı er- jik soykırımdan bahsedecek olursak; mesela kekler 18 yaşından sonra bıyık bırakırlar, 40 bizim Türkistan kurak bölgedir, çöl iklimi ve yaşından sonra sakal bırakırlar Türkistan’da. bostanlık dediğimiz ova iklimi var. Orada 3 çeşit sakal vardır mesela, kara sakal, çar(?) yetişen ağaçlar o toprağa özgü. Oraya Çinsakal ve ak sakal. Kara sakal dedikleri 40 liler geliyor, “Bu söğüt niye böyle?” diyorlar. küsur yaşında siyah olur, beyaz girmemiştir Türkistan’da söğütler yana doğru göbekli olur kıran denilen delikanlı çağın sakalıdır. Çar(?) gölge atarlar çünkü güneş dikey gelir. İnsansakal dediği beyazların girdiği kar karışımı, lar yoldan geçerken de o söğütlerin altından bilgi deneyim, çoluk çocuk sahibi olmuş bir geçer, kavaklar yine aynı. Hepsini kopartıp şahsiyet. Aksakal 60 yaşını geçmiş toplumda attılar karşı tarafı göremedikleri için, Çin’den itibar, saygı, bilgi sahibi insanlar. Bunların gelen ağaçları diktiler. Türkistan’ın yerel hepsini kestiler. Çinli diyor ki bende olmayan ağaçlarını koparıp Çin’e has ağaçlar diktiler. sende niye olsun? Sakalı, bıyıkları, diliyle, Türkistan’ın kendine özgü peyzaj kültürü var, yaşam tarzıyla her şeyiyle. Evlere girdiğiniz- hepsini bozdular ve kendi Çin peyzaj kültürü, de Türkistanlıların nakış, oyma, sanat vardır. mimarisini getirdiler. En sonunda kalan camiBunları yasakladılar, yok ettiler. Bugün aynısı- ler ve mescitler vardı, bunlar da gözüne batnı devam ettiriyor. 1994’ten sonra devletle işi maya başladı. Önce minareleri tıraşladılar, olan herkesin dinle ilgili her şeyini yasaklıyor. sonra camileri yıkmaya başladılar. Bunların Okumasını, öğrenmesi camiye gitmesi hatta temeline indiğinizde Çin kültürünün zihniyegündelik hayatta selamünaleyküm demek de tinde fark tehdittir algısı var. O zihniyetten yasaklanıyor. Selamünaleyküm dediğinde bir dolayı, Çin yönetimi farklı olan her şeyi tehdit Çinli diyor ki bunun zihniyeti bozuk, dinci, olarak algılıyor ve yok etmeye çalışıyor. Bunu panislamist. İşyerinde çalışan bir Uygur, Uy- anlayabilmeniz için Hollywood filmleri var. gur’la konuşurken Esselamu aleyküm dediği Çinliler nereye göç ederse Çin mahallesi anda orada Çinli veya Çinlileşmiş Uygur kurmasının nedeni nedir? Çünkü gittiği yervarsa not eder. Bu şu saatte şöyle İslami ke- deki farklı şeyleri görmek istemiyor. Hepsini lime kullandı, bunun zihniyeti bozuk. Ondan yok ediyor, bedel ödeyerek orayı satın alıp sonra takibe alınır, tövbenameler yazmaya sadece, Çin kültürünün yaşadığı bir koloni

22


oluşturmaya çalışıyor. KD: Dünya’nın da artık gündemini meşgul etmeye başlayan toplama kampları hakkında bilgi verebilir misiniz? ACK: Dünya rahatsız, sadece Müslümanlar ve Türkiye rahatsız değil, mutlular. Birçok Müslüman ülke Çin’le saf tutuyor. 2016’da bu dünya gündemine gelmeye başlayınca Çin önce reddediyor böyle bir şey yok diye. Daha sonra teknolojiyle, uyduyla yine batıdaki Çinliler ve insanlığını kaybetmemiş insanlar bu uydu görüntüsüyle ortaya çıkardı bunu. Çinliler kabul etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine “kamp işkence kampı değil siyasi eğitim kampları, teröristlere, terör eğilimi olanları toplayıp beynindeki İslami virüsleri çıkarıyoruz” söylemini ürettiler. Sonra Dünya daha fazla üzerine gitti ve Birleşmiş Milletler(BM) Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi 2017’den itibaren bir milyon insanın kamplara alındığını ortaya attı. Daha sonra BM İnsan Hakları Konseyi, insan hakları izleme örgütleri, Batı’nın birçok kurumları bu rakamı üç milyona çıkardı. Bugün bu üç milyon rahat telaffuz ediliyor. Çin daha sonra biz burada meslek edindirme yapıyoruz diyerek kampları aklarcasına uluslararası medyayı soktu. BBC gibi büyük tecrübeli medya o düzmece kamplarda gezerken oradaki zulmü tek tek ifşa etti ama Türkiye başta olmak üzere pek çok Müslüman ülkelerden götürülen satılık medya kuruluşları var. Bunlar gitti Çin’in verdikleriyle döndükten sonra ülkelerinde Çin ağzıyla konuştular. 2018’den sonra BM’de özellikle bu medeni diyebileceğimiz ülkelerin

büyükelçileri Çin’e karşı bu kampları kapatın, insanlık ayıbıdır, yüz karasıdır baskıyla, ortak mektup ortak beyanat verdiğinde Çin hemen koro halinde 3.dünya ülkeleriyle, genelde Müslüman ülkelerle, onlara karşı beyanatlar verdi ve bugün artık o gizlenemiyor. Çünkü kamplara alınan yabancı ülke vatandaşları çıktıktan sonra oradaki zulüm ve işkenceleri tek tek dünyaya anlattı. Örnek vermek gerekirse ben 2017 Mart’tan beri ailemden doğrudan hiçbir haber alamıyorum. Dolaylı edindiğim haberde benim bir kardeşim 2017’de kampa alınıyor işkence ve tıbbi deney sonrasında bütün vücudu felç edilip çıkarılıyor. Ben bu bilgiyi teyit etmek için neredeyse iki sene bekledim ve geçen Kasım ayının ortalarında bilgileri teyit ettim. O kardeşim hakikaten felç edilmiş, ikinci abim hala kamplarda, küçük kardeşim kampa alınmış ve 11 yıllık ağır cezaya çarptırılmış. Büyük abimden, çocuklar ve torunlarından haber yok. 85-90 yaşında annem kimsesiz kalmış hastalanmış. O kimsesiz kardeşime de bakan yok, tedavi ettirilememiş. En son ben bu zulme karşı bir tanıklık videosu yayınladıktan sonra bayağı bir gündem oluştu. Çin elçiliği yalan, manipülatif, seviyesiz, nezaketsiz, küstah açıklamalar yaptı. Buna karşı ben tekrar tivit paylaştım. Yani o kadar yalan dolana başvuruyorlar ki, bir de o kadar çok para harcıyorlar yalana. Ciddi devlet olma durumunu kaybetmiş durumda, şu an dünyada çirkin bir yüzü var Çin’in. Tabii, özellikle bu az okuyan az okuyan ülkelerde satın aldıkları çok sayıda taraftarları var medyası var. Onlar aracılığıyla örtbas ediyor

23


ama medeni dünyada, Batı’da bunu örtbas Japonya Avusturalya bütün bu ülkelerin tamaedemiyor. mı Çin’den ve bu kamplardan nefret ediyor. KD:Kamplardam kurtulabilenlerden öğren- Çin’e karşı çok sert söylemler geliştiriyorlar. diğimiz kadarıyla Türkiye ile bağlantı ciddi Amerika’da 2019 Uygur İnsan Hakları yasa bir işkence sebebi bunun altında yatan sebep tasarısı 1’e karşı 407 oyla geçti bu Amerikan tarihinde en yüksek oyla geçen bir yasa nedir? tasarısıdır. Avrupa Parlamentosu’nda mutlak ACK: Kamplara ilk alınanlar 26 ülkeyi çoğunlukla Çin’i kınama ve cezalandırma ziyaret edenlerden seçilmiş bu ülkelerin ba- hatta yaptırım uygulama gibi kararlar alındı. şında da Türkiye geliyor. Türkiye ile Çin ara- Batı, oradaki Doğu Türkistanlılarla kandaş sındaki ilişkiler şuan yüksek stratejik düzeyde değil, dindaş değil, dildaş değil ama burada olduğu söyleniyor. Türkiye ile iyi ilişki kurduk- söz konusu olan insanlıktır. Dolayısıyla şuan ça oradaki Türkler üzerindeki baskı zulüm Doğu Türkistan meselesi dünya gündemine bir artmıştır, hiçbir zaman azalmamıştır.Türkiye insanlık trajedisi olarak oturmuştur. Ne yazık hadiseye sadece ekonomik boyutuyla bakma ki bizim ülkemizde, Müslüman dünyasında hevesi içerisindedir. Oradaki siyasi kültürel İslam ayaklar altına alınırken orada Türkler, dini durumları göz ardı etme eğilimindedir. Türklük kökünden yok edilirken bunu savunan Çin başta bahsettigimiz 3000 yıllık hafızası- siyasi partiler var. Sözde Türk milliyetçiliği, nın canlı olmasından ötürü Türkler hakkında Türkçülük yapanlar, sözde İslamcılık yapan hiçbir zaman iyi düşünceye sahip değiller, siyasi partilerin hepsi suspus vaziyettedir. hasım olarak bilirler ona karşı siyaset geliş- O zaman sorgulamak lazımdır. Siz samimi tirir,strateji geliştirir ve Türkiye üzerinde çok misiniz? Kimi kandırıyorsunuz? Önce insan büyük lobicilik oyunu oynar fakat Türkiye olmak lazım. İnsan olamayandan siz Türklük Çin’i tanımıyor tanımak da istemiyor Çin’e Müslümanlık falan bekleyemezsiniz. karşı, Çin’in yaptığına mütekabil dış politika KD: Çin’in bu uygulamalarını dünya kageliştirme isteğinde de değil, geliştirebilecek muoyunda nasıl daha görünür kılabiliriz? kapasitesi de yok ondan dolayı Çin Türkiye ile olan ilişkilerinde küstah davranıyor. Ve Türk gençlerine ve sivil toplum örgütlerine bu Türkiye ile bağlantısı olan bütün Uygurları anlamda düşen rol nedir? potansiyel işbirlikçi hatta Türkiye’nin casusu ACK: Önce insanlar insan olacaklar, hak olarak ağır ceza işkencelere mahkum ediyor. hukuk bilecekler. Bugün Türkiye üzerinden Bugün Çin’in Türkiye’de beş tane Konfüçyus konuşacaksak Türkiye’deki insanlar bugün Enstitüsü, büyük medya ordusu, finans sektörü rahat içinde yaşayıp bu güzel topraklarda vs. varken Çin’in her şeyi Türkiye’de serbest hayatın tadını çıkarıyorlarsa bin yıldır o Doğu ve el üstünde tutulurken Türkiye’nin bayrağı Türkistan’dan gelen Alpler Erenler ve oradan dahi Çin’de yasaktır.Türk bayraklı herhangi gelen fedailerle bu vatan, vatan kılınmıştır. bir şey terörle ilişkilendirilir ve cezalandırılır. Eğer atalarının oradan geldiğine inanıyorlarOndan dolayı Türkiye’de okuyan, Türkiye’ye sa bir akrabalık hukukuna, kardeşlik hukukuherhangi bir bağı olanlar ilk etapta kamplara na inanıyorlarsa ve bunun gereğini yapma alındı. Benim kardeşimin felç edilmesi,ailemin düşüncesi varsa artık ne yapması gerektiği inzulüm görmesi de benim Türkiye’de bulun- sanın beyninde akseder, cereyan eder. Önce mamdan ötürüdür. samimi misiniz? Önce insan mısınız? İnsanKD:Uluslararası kamuyoyunda meselenin sanız eğer cuma günü hutbenin sonunda ne nasıl karşılandığından bahsetmiştik biraz deniyor “Yakınlarınıza ve akrabalarınıza yardım etmeniz emrolunmuştur.”Filistinli senin daha açmak ister misiniz? yakının akraban, Suriyeli senin yakının akraACK: Bu konu Batıda o kadar gündemde ki ban da o öz be öz Türk milleti senin neyin? bugün Amerika’nın devlet başkanı, dış işleri Müslümansan eğer mazlum ayrımcılığı yapabakanından, başkan yardımcısına kadar ay- mazsın. Müslümanlığa göre tevhid inancına rıyeten Hollanda, Fransa, Almanya, İngiltere, sahip herkes eşittir. Müslümanlar arasında

24


Arapçılık, Türkçülük, Kürtçülük diye ayrıma gidemezsin. Eğer sen kendini Türk hissediyorsan, samimiysen oradaki kardeşin belki tarihinde ilk defa imdat dedi, varsa kardeşlik hukuku onu hayata geçireceksin. Müslümansan, oradakiler dininin şerefini korumama yardım et diyor buna kulak vermelisin. Eğer Müslümansa onun dinini korumak için orada milyonlar bir milyar insan karşısında dimdik duruyor. Buradaki pısırık Müslüman ya dinden çıkacak, o dinden olmayacak eğer İslam dinindeyse o kardeşinin sesine ses verecek. İnsanda Türk mensubiyeti varsa düşünmeden gerekeni yapacak. Müslüman mensubiyeti varsa hem Türk olarak hem Müslüman olarak iki kere gereğini yapacak çünkü o din, o Kur’an-ı Kerim, o bütün kutsiyetler orada ayaklar altında. KD: Dünyadaki Türkler olarak Uygur kültürünü ve Uygur Türkçesi’ni yaşatmak için neler yapmalıyız? ACK: Hiçbir şey yapamazsınız. Orada insanlar ölüyor. O insan öldükten sonra burada siz onun neyini yaşatabileceksiniz ki? Uygur Türkçesi, Uygur kültürü Uygurlar yaşadığı müddetçe yaşar. Hiç kimse onun başka bir yerde kopyasını yaşatamaz. O insanlar hayatta kalacak ki o dil ve kültür de yaşayacak. O insanlar yok olursa insanlık medeniyetinin en önemli bir parçası da yok olmuş olacak. Dolayısıyla önce o topraklardaki insanların, o topraklarda yaşaması lazım. KD: Çinlilerle temaslarınıza dair belirtmek istediğiniz bir şey var mı? ACK: Ben Çinlilere hodri meydan dedim, çıkın eğer ben yalan söylüyorsam beni yalanlayın dedim. Oradaki insanlara işkence uygulanmıyor deyin dedim. Televizyonda tartışalım, ben varım dedim. Onların sistemi içinde okudum, çalıştım. Bu yüzden onların bütün iç yüzünü iyi bilirim, onlar karşıma çıkamazlar. Onlar anca buradaki satılık köpekleri kandırır, köpek demeyeyim de köpeğe hakaret olur. Çin şu anki satın almalarıyla sürdüremez bunu çünkü elbet bir gün parası bitecek ve bittiği zaman parasını yiyenler Çin’i satacak. Çin çok yanlış yapıyor, bu yanlışı kendi halkına da mal ediyor. Şu an Çinliler dünyada

birçok ülkede istenmiyor, nefret ediliyor bu da Çin Komünist Partisi’nin hatasıdır. Bugün o suskun kalan milyarca köle beyinli Çinli de mal olmaktadırlar. Çin’in en iyi müttefiki Pakistan’dır. Pakistan’da bile Çinlileri o satılık bürokrat, siyasiler ve ordusu koruyor. Bir Çinli rahat bir şekilde halkın içine karışamıyor. Bu yarın bir gün Türkiye’de de olacak, Çinliler Türkiye’de rahat gezemeyecek dolayısıyla Çinlilerin de kendi haklarını korumak için o faşist Çin Komünist Partisi’nden hesap sorması lazım. KD: Doğu Türkistan’la ilgili aklımdan çıkmaz dediğiniz bir anınız var mı? Bizimle paylaşmak ister misiniz? ACK: Ben rüyamda her gün Doğu Türkistan’ı görüyorum. Kaşgar’ı görüyorum. Aylardır rüyamda oradaki arkadaşlarımı, kardeşlerimi, ailemi görüyorum. 24 saat boyunca orası benim aklımda, hiçbir zaman çıkmıyor. Yani orada bir insanlık trajedisi var, orada ekolojik, sosyolojik, psikolojik aklınıza gelen bütün trajediler cereyan ediyor. Ben 2013 Haziran’a kadar oranın köyü, şehri, dağı, taşındaydım. Düşünebiliyor musunuz elimdeki şu telefon dünyaya açık ama ben anamı arayamıyorum. 120 dakika Çin’e arama yapma hakkım var ama ben 3 yıldır bu hakkımı kullanamıyorum. Siz düşünün bayram geliyor “Ana bayramın mübarek olsun.” diyemiyorum. Biz dinimizden aldığımız bu bir imtihandır inancıyla hareket ediyoruz. Biz hâlâ intihar bombacısı olmuyoruz. Biz yine onurlu bir duruşla, zalimin seviyesine düşmemek için, sabırla bu mücadeleyi devam ettiriyoruz. 21.yüzyılda iletişim anlık görüntü şeklinde ben şuan Avusturalya’daki arkadaşımdan anlık görüntü alabiliyorum ama ben Kaşgar’daki anamdan, kardeşlerimden, 25 tane yeğenimden hiçbir görüntü alamıyorum. Az gelişmiş toplumlarda insanlar belki de illa kendi başına gelince tepki verecek. Üzülüyorum. Diyorlar ya orada insanlar mutlu huzurlu diye aynısı o diyenlere nasip olsun. Orada zulüm yok diyenler gitsin orada Çinlilerle birlikte yaşasın. Ve ben dua ediyorum öyle düşünenlerin hepsine orada, Doğu Türkistan’daki huzurlu hayatın mislini nasip kılsın.

25


26

Lily


EVET, İSYAN! Sahafları gezmeyi oldum olası sevmişimdir. Daha küçükken bunu romantik yorumlamalarla yapardım, tozlu sayfaların arasında yaşanmışlıkları arardım. Benden çok farklı bir hayat sürmüş birileri okumuştu elimdeki kitabı benden önce, belki benim gezmediğim şehirleri, ülkeleri gezmişti bu kitap... Düşlenebilirdi bunlar. Ancak, düşlerin anlam ifade etmediği yaşa geldiğim zaman sahafların anlamı değişti benim için. Oralar, artık kimsenin okumaya tenezzül etmediği için artık basılmayan kitaplardan oluşan bir cennetti! Ve kimsenin geçmeye tenezzül etmediği için eprimiş kapıların ardında bakmasını bilen için büyük zenginlikler gizliydi... Bir sahafta karşılaşmıştım Anatole France’ın Meleklerin İsyanı kitabıyla. Gerek kapak resmi, gerek konusu dini mitolojinin kullanılmasıyla dine yönelik bir eleştiri getirileceğinin sinyallerini veriyordu. Son ana dek kitabı bu şekilde okuyordum. Ancak kitabın sonu, bundan çok daha fazlası olduğunu gösteriyordu. Aslında tüm öykü, son cümleleri sarf etmek için kurulmuş; güç ve muhalefet kavramlarını irdelemekteydi. Kalıcılığı olan her eser gibi “düşünceye sahip olmakla” birlikte, adını asla anmadan tarihi bir olaya da gönderme yapmaktaydı: Fransız Devrimi. Yazarımız Anatole France, Fransız Devrimi’nden kısa bir süre sonra, 1844 yılında doğmuştu. Tarih bilime göre tarih yazımının en doğru şekilde yapılabileceği zamanlarda yani olaya tanık olanlar (birincil kaynaklar) hâlâ ulaşılabilirken, olayın siyasi etkisinin gerçekleri konuşmayı engellemediği zamanlarda... Ve devrimcileri sıklıkla eleştirmiştir Anatole France... Kendi dilinde 1912 yılında yayımlanan Tanrılar Susamışlardı adlı bir diğer kitabında devrimcilerin iktidara geldikten sonra egemenliklerini güçlendirebilmek için bir nevi terör estirdiklerini anlatmış, “Devrim kendi çocuklarını yer. ” gibi günlük dilimize de yerleşmiş olan birtakım cümleleri sarf etmiştir. Bu kitaptan 2 yıl sonra yayımlanan Meleklerin İsyanı’nda ise asıl konu kitabın sonuna kadar gizli kalmakla birlikte, kitabın sonunda bilmeceyi çözmek için gerekli olan anahtarı da teslim etmiştir.

“Olmaz arkadaşlar, olmaz. Biz bu sevdadan vazgeçelim. Gökyüzünü fethedecek kadar güçlü olmakla yetinelim, daha ilerisi bizler için karanlık. Çatışma çatışmayı doğurur, kan kanı çağırır, zafer yenilginin ilk adımıdır. Yenilen Tanrı şeytan, yenen şeytan da Tanrı olur!”1 Meleklerin (İblis dâhil) gökyüzünde oturmuş ancak bizim (neredeyse bütün dinlerin) kutsal saydığı Tanrı’nın aslında anlatıldığı gibi “her şeyin Yaratıcısı ve mutlak gücün sahibi” olmayan ancak zamanında her nasılsa gücü ele geçirerek melekleri (ve insanları) buna inandırabilmiş olan Tanrı’ya başkaldırılarını anlatmaktadır kitap. Bu nedenle Şeytan ve Tanrı kavramlarını anlamlarının dışında okumak gerekmektedir. Tanrı, gökyüzü tahtına zamanında bir şekilde (hileyle, güçle, her nasılsa bir zaferle) gelip oturmuş olan ve sonrasında otoritesinin sorgulanamadığı bir varlıktır kitapta. Dünyada monarşilerin hâkim olduğu bir çağda, bir şekilde tahta oturmuş olan ve otoritesinin sorgulanamadığı, halkın itaatle yükümlü kılındığı Kral figürü ile oldukça benzerlik taşımaktadır. İsyancı melekler ise bu otoriteyi sorgulamaya cesaret etmiş kimselerdir, Devrimciler gibi... Tanrı’nın monarşisi yıkılacak ve sonrasında İsyancı Meleklerden oluşan bir grup gökyüzünü yönetmeye başlayacaktır. Bir gün Şeytan rüyasında zaferi ve ondan sonrasını görür... Arkadaşlarıyla birlikte, zekâyı önceleyerek, yeryüzündeki acıyı önemseyerek başladıkları yolun sonunda yalnız bir şekilde dogmatik ve ikiyüzlü bir yönetim sürmektedir... Rüyasından uyanır ve isyanı gerçekleştirmeyeceklerini bu cümlelerle söyler yol arkadaşlarına. France, kurduğu alegoride İsyancıların savunduğu değerleri güzellemiştir. Bu fikirlerin “gökyüzünü ele geçirecek kadar kuvvetli” olduğunu da bilmektedir. Ancak, en güçlü fikirlere sahip kimselerde bile gücün zehirlenmeye yol açacağını ve en “özgür” devrimin dahi daha fazla güce sahip olabilmek için “dogma” ile sonlanacağını düşünmektedir. Hiç isyan etmemek ise bir seçenek dahi değildir. Bu yüzden evet, isyan! 1 France, A. (1995). Meleklerin İsyanı. İstanbul: Yalçın Yayınları, s.183-184.

27


ÇERÇEVEYi KIRMAK

Babil İkra

Gözlerini yumup düşünmeyi düşlediğinde göz perdelerine uçsuz bir bozkırda gönlünce dolaşan beyaz bir yılkı atı yansırdı. Bazen de yansıyan aynı bozkırda savrulup duran bir kelebek olurdu. Düşünmek belki bir arayış belki de bir savruluştu ancak asla zapturapt değildi. Bozkır bunun için hayli elverişli bir mekândı. Sonrasında açıldı gözleri, sinevizyon sona ermişti ve karşısında odasının duvarlarını buldu evvela. Bozkır düşü sonrası kafes gibiydi artık altı tarafı duvarlarla çevrili o oda. Bir kaçış belki de boğulmamak için bir bir çırpınış olarak balkona çıktı ve odasının aslında kafesin içerisindeki bir kafes olduğunu fark etti. Zira apartmanlarla birlikte kentin ışıkları gökyüzünü istila etmiş ve yıldız ışıklarına savaş ilan etmişlerdi. Böyle bir hüsran ile birlike kent havasının insanı o kadar da özgür kılmadığı düştü zihnine. Hatta hiç kılamayabiliyordu. Bunu anladı ve kentlerin yıldız ışıklarına karşı tahakkümüne şahit oldu. Tıpış tıpış odasına döndü. Yarısını müzik dinleyerek geçirdiği günleri ve o şarkılardan öğrendikleri düşüverdi aklına. Hayatını şekillendirdiğine inandığı Üvey grubunun Vaveyla ve Küller Küllere albümlerini dinlemek üzre girdiği YouTube’un eskisi gibi olmadığını tekrar farketti. Yapay zekânın, ana sayfada önerilen içeriklerin ona göre olmadığını bilmesi gerekiyordu. Artık eskisi gibi ilgisini çekecek benzer içeriklere sahip şarkılar yerine trendlere girebilecek alakasız içerikleri öneriyordu. Hâlbuki eskiden tırnak içinde “erdemli” öneriler sayesinde çok kıymetli şarkılar keşfetmişti. Artık YouTube da değişmişti. Hep aynı içerikleri önererek onu belli bir çerçeve içerisinde tutmak istiyordu sanki. Sanki hayatını ikinci kez şekillendirecek bir albüm vardı ve o albümü onun karşısına çıkartmamak için uğraşıyormuş gibiydi. Sanal bir mekân olarak zihin dünyasının orta yerine kendi kafesini kurmuş veya kurmak istiyormuş gibiydi bir yandan da.

28


Hayatın öyle küçücük bir noktasıyla girilen böyle bir münakaşadan elle tutulur bir sonuç alınamayacağı inancına kapılıp altı tarafı duvarlarla çevrili kafesinde çaresizce yorganına sarındı. Uyumak bir noktada gerçekliği değiştirebilirdi ve bu ihtimale sığınarak daha sıkı sarıldı yorganına. Kendini gitgide daha güvende hissetti yorganın o yumuşacık ağırlığının altına kalarak. Kafesler içinde olduğunu unutmaya çok yaklaştı yorganın sağladığı ılıklık sayesinde. Oysa tadında bir soğukluk – ki bu serinlik oluyor- insanı dinç, bilincini açık tutardı. O ise kendini yorganın bilincine çoktan teslim etmişti. Gün iyice ayıp uyanma ihtiyacı hâsıl olduğunda fark edebildi ancak yorganın tahakkümü altında olduğunu. Kafesler içerisinde kendi arzusuyla kapatıldığı, tüm bedenini saran bir kafes hem de... Kalkmak istese de kalkamıyordu sıcacık yatağından. Gün ışığından dahi etkilenmeyen bir karabasana dönüşmüştü yorganı sanki. Yorganın o yumuşacık ağırlığını bir türlü üzerinden atamıyordu. Ancak konforun tadını da çıkaramıyordu. İşte asıl tahakküm, kendi arzusuyla kapatıldığı bu kafesin merkez noktası da burasıydı zaten. Bu arada kalmışlık anında Oblomov’u düşündü. Oblomov’un oblomovluğunun asıl sebebinin sahip olduğu yorganı olabileceğini düşündü. İnsanların Oblomov kadar onun yorganına da eleştiriler yöneltmesi gerektiğini ve bu bağlamda Oblomov’a haksızlık edildiğini düşünerek sordu: Yorganın hiç mi suçu yok? Hem bir yorgan sadece içi yün dolu bir örtüden ibaret olamazdı. Kim bilir farkına varamadığımız kaç yorganla örtülü zihinlerimiz diye geçirdi öylesine. Üstelik bu vakte kadar aklına asla gelmezdi yorganın bir tahakküm aracı olabileceği. Bahsi geçen matruşka kılıklı kafeslerin ontolojik amacı uçsuz bozkırda yılkı atlarının gönlünce dolaşamaması ve yaprakların rüzgârlarca savrulamamasıydı. Düşünmek, düşlemek, sorgulayıp muhakeme etmek gibi eylemlerin önünü kesmek için kafesler peyda olmuşlardı. Bir anda her yanının kafeslerle dolu olduğunu görür olmuştu. Ne yapması gerektiğini düşünerek ellerini başının arasına

aldı. Bir hastanın hekime gidişi gibi bu durumda kendisinin de Akademi’ye gitmesi gerektiğini düşündü. Arşimet’in suyun kaldırma kuvvetini keşfindeki gibi parlak bir fikre sahip olmanın verdiği heyecan ile ve kafeslerin tahakkümüne karşı haklı bir farkındalık başlatacağı inancıyla düşünmenin ve sorgulamanın mekânı olarak ezberlediği Akademi’nin yolunu tuttu. Kesin inançlıydı ve Akademi’nin McDonaldize bir mekân olduğundan asla haberi yoktu. Serum dilenen bir hasta gibi gelecekti varacağı o yere. Derdini anlatacak ve hocasından paketlenmiş bilgisini alacaktı. Böylelikle güya bir aydınlanma yaşayacaktı. Bu şekilde bir bilgi alışverişinin herhangi bir McDonalds şubesinden alışveriş yapmaktan farksız olduğunu bilmiyordu. Kütüphanesine kapanmış sosyal bilimcilerin allame-i cihan edasıyla kestikleri ahkâmların aslında paketlenmiş ürünler olduklarını da bilmiyordu. Metodolojik ateizm ve metodolojik imancılık bataklıklarına saplanmış akademicilerin/ akademisyenlerin düşünce üretemediğini ve üretilmesinden de hoşlanmadıklarını nereden bilebilirdi ki? Sokaktan kopmuş sosyal bilimcilerin onu da kendi fildişi kulesini inşa etmek zorunda bırakacağını ve bunu yaparken aslında birilerinin hoşnutluğu için hamallık edeceğini öngöremezdi elbette. O, masum bir istek ile çarenin, düşünmenin, sorgulamanın mekânı olduğunu öğrendiği Akademi’ye gidiyordu sadece. Acaba doğru yere mi gidiyordu? Peki neydi bu Akademi? Neden düşünmenin, sorgulamanın, bilgi üretiminin mekânı olarak belletilmişti? Öyle olduğu bilinmesine rağmen değil miydi aslında? Eğer öyle değilse bu, hayal kırıklığının dik âlâsı olurdu. Nitekim oldu da. Kafeslerin bertarafı için geldiği Akademi’nin kafeslerin membası olduğunu gördü. El ve ayak bilekleri aynı anda kırılmış bir insancasına kırıldı hayalleri. Tam bu esnada gerçeklerin farkına varmaya başladı. Akademi’nin ne olduğunu ve nasıl bir yer olduğunu tekrar düşünmeye başladı. Düşüncelerini durduramıyordu. Sorgulamanın, eleştirel bakışın kaynağı sanılan Akademi, totalitarizm teorisyeni bir filozof tarafından kurulmuş

29


okul ve ekol idi. Yaşadığı dönemin koşulları nedeniyle psikolojisi bozulmuş, tahakkümperver ve paranoyak bir filozof olan Platon’un kurmuş olduğu bu ekolün/okulun sorgulamaya, eleştiriye, düşünmeye karşı olması çok doğal gelmeye başladı ona. Şiir’i, şairleri ve tragedyayı ideal devletinden “insan ruhunun dengesini alt üst etmesi” nedenini öne sürerek kovan bir filozofun getirdiği eğitim anlayışının kütüphanesine bir deve kuşunun başını toprağa sokması edasıyla kapanan sosyal bilimcileri makbul görmesinin normal olduğunu anladı. Akademi kurumu halen kurucusu gibi esriklik ve ilham kavramlarının karşısında durmaktaydı. Çünkü onlara göre bilginin ilhamla ortaya çıkması mümkün değildi. Kişinin kendi söylemleri sadece başkalarının söylediklerine dayandırılmalıydı. Oysa o yüce olduğu iddia edilen Akademi varsayımlar ve neden sonuç ilişkileri ile de bilgi üretilebileceğini görmezden gelip dedikodu düşkünü mahalle teyzelerinin yaptığı gibi sürekli el âlemin ne dediğine bakıyordu ve umursuyordu. Onlara göre hakiki bilginin kaynağı el âlemin dedikleri idi.

kâhinin etrafına toplanmış kentin elitlerine benzetti. O elitler ki gecenin sonunda güneşin doğacağını bile o kör kâhinden duymak zorundaydılar. İşte Platon böyle bir düzeni kurup bu düzendeki kör kâhin olmayı tasarladı. Oldu da ve kendisi gibi olanların evvela kâhin etrafındaki elitlerden biri, sonra günün birinde o kör kâhin olmaya programlandığını anladı. Bu esnada kendisinin ne istediğini aradı. Totaliteryen Platon’un yüz yıllar önce yazdığı o kehanetin değil, kendi kehanetinin kâhini olmak istediğine karar verdi. Günlük hayatın tahakkümlerinden kaçıp Akademi’ye sığınmanın ne denli bir yanılgı olduğunu ve tahakkümlerin kaynağına düşmek olduğuna emin oldu. Aklına bir acaba düştü alakasız olarak. Acaba Sokrates’i idama sürükleyen, gizliden gizliye kuyusunu kazan kişi öğrencisi olarak bilinen aristokrat Platon muydu? Sokrates bir okul kurmamış, formel olarak öğrenci kabul etmeyen gerçek bir sorgulayıcı idi. Platon, gerçek adı Aristokles, hocasının bu özelliklerinden hoşlanmayıp kıskanarak önce kuyusunu kazmış ve ölümüne sebep olmuş Akademi’ye göre genç bir kişinin gözlem- sonrasında da adını eserlerinde yaşatarak leri, varsayımları ve neden sonuç ilişkileri kendisini aklamaya çalışmış olabilir miydi? ile elde ettiği bir bilgi asla önemli değildi. İçinden bunları geçirdi ve tüm tahakkümleri Onlar üretilenin ne olduğundan ziyade ma- reddetmeye ikna etti kendini. Ama nasıl olahalle teyzeleri gibi gencin bunu nereden caktı bu? çaldığını, kimden duyduğunu sorgularlardı. Yüce olduğu iddia edilen Akademi böyleÇünkü onlar için genç bir insan bilgi ortaya sine bir reddiyeyi bir isyan veya başkaldırı koyamaz ve bu onun haddine değildi. Teknik olarak tanımlayacaktı muhtemelen. Onların kurallar ile gencin zihin dünyasını kıstırarak unuttuğu bir husus vardı ki o da başkaldırının yine aynı mahalle teyzeleri gibi gece sözde suratlar yere dönükken de yapılabileceğiydi. adabımuaşeret öğretmeye kalkışırlardı. Aka- Başkaldırmayarak da başkaldırmak mümkündemi’ye göre genç bir kişinin alanda hâkim dü. O, bu bağlamda Sokrates gibi olamazdı. paradigmanın tahtında oturan hocadan daha Ancak Sinoplu Diogenes gibi olabilmek de doğru bir tespit yapması namümkündü. Oysa bir çıkar yol olabilirdi. Evvela, artık tüm tahakhayatın dinamikleri böyle işlememekteydi. kümlerin kaynağı olarak gördüğü akademik Örneğin Büyük İskender’in genç bir fatih tahakküme ve diğer tüm tahakkümlere karşı olarak geldiği Gordion’da en yaşlı, en yüce Diogenes’in Platon’un yüzüne havlaması gibi bilgelerin çözemediği Gordion Düğümü’nü havlamak da bir seçenekti. Aynı Diogenes’in gencecikken ve oldukça basit bir şekilde çöz- Atina sokaklarında gündüz vakti neden elindüğünü, sonrasında ise neredeyse tüm dünya- de fenerle gezdiğini ve insanların yüzüne nın düğümünü çözdüğünü fark etti. Bazı dü- tuttuğunu şimdi idrak edebildi. Böyle bir ğümleri çözmek için karmaşık metodolojiler adamla karşılaşmış olan genç fatih İskender, gerekmeyebilirdi, bunu anladı. Gordion Düğümü’nü çözerken onunla fıçı Akademi’nin bu halini kör ve kambur bir başında yaptığı konuşmadan ilham almıştı

30


belki de. Akademik tahakküme karşı giriştiği bu reddedişi bir yandan da Noldor’un yüce kralı Fingolfin’in Morgoth’un karşısına çıkmasına benzetti. Çünkü bugün bile dâhil olmak üzere tüm gelecek yine Platon ve onun ekolü üzerine inşa edilmeye devam edecekti. Yani Fingolfin yorgun düşüp can verecekti Angband önlerinde. İnsanlar Diogenes’e gülüp geçeceklerdi. Tam bu noktada tüm düşünsel serüveninin aslında bir bile bile lades olayından ibaret olduğunu gördü ve üzüldü. Ancak kendisini teselli etmekte gecikmedi. Çünkü önemli olanın gündüz vakti elinde fenerle yürüyebilmesi ve Fingolfin’in can verirken kılıcı Ringil ile Morgoth’u yaralayarak sonsuza dek topallamasına sebep olması olduğunu söyledi kendine. Bir miktar rahatlamıştı böylece. Ne yani şimdi bu kadar mıydı her şey diye hayıflanırken zihninde birtakım sorular zuhur ediverdi. Acaba tüm bu tahakküm silsilesine reddiye getirmek, hâkim paradigmanın hâkim olmaması gerektiğini ortaya koymak aslında bambaşka bir tahakküm müydü? İçten içe tüm kör kâhinlerin bağlı olduğu en kör kâhin olmayı mı arzuluyordu? Yoksa bu durum, sadece bir tahakkümün peyda oluşu muydu yoksa var olan tahakkümün devinimi sonucunda mı var olabildi? Bu soruların bir cevabı olup olmadığını veya olması gerekip gerekmediğini sorguladı. Bozkır rüzgârlarında savrulan bir kelebekmişcesine yorulmuştu artık. Derin bir nefes alıp “küller küllere tozlar tozlara” dedi. En nihayetinde burası yalnızca bir gezegendi, o da sadece bir canlı idi ve bu kadardı. Sadece bu.

31


Azize Kaya Bozkırın sonbahara teslim olduğu, dere kenarındaki söğütlerin ince hastalığa tutulmuşçasına tepelerinden başlayıp gövdelerine doğru usul usul sarardığı sıradan bir gündü. Göçmen kuşlar yeni memleketlerine doğru yol tutarken; sonbaharda yağan yağmurlarla bereketlenen küçük derenin soğuk sularına başlarını batırıp çıkarıyor, bu hâlleriyle obanın tüm çocuklarına seyirlik bir manzara sunuyorlardı.

Ağlayarak koşup uzaklaştığı obasına, tepedeki alıç ağacının üzerinden son kez bakarken, hâlâ neden orayı terk etmek zorunda olduklarını anlayamıyordu. Zümrüt yeşili koca gözlerinden hiç bu kadar yaş döküldüğünü hatırlamıyordu. Saçındaki örgüleri açarak, boncukları tek tek çıkardı. “Ne de olsa gidiyoruz. Tanımadığım insanlar için bunları takmama gerek yok.” dedi. Elindeki mavi yeşil boncukları hırsla attı. Alıç ağacının ince İleride bir kadın mantisin üzerinde ısıttığı dallarından kurtulan boncuklar birer birer suyu; ateşten nasibini aldığı her hâlinden yere düştü. belli eğilip bükülmüş, eski kovaya doldurup, Anası kap kaçağı toplamış, renkli bir örtüçocuklarını yıkamaya hazırlanıyordu. Çıplak, nün içine koyup, örtüyü dört ucundan sıkıca yalın ayak, küçük oğlan anasının çağrılarına bağlayarak büyük bir çıkın hâline getirmişti. aldırmadan çadırın etrafında dört dönü- Kaynanasının delici bakışları altında; çaput yordu. Genç kızlar rengârenk ve kocaman kilimleri çırpıp tozlarından arındırdıktan sonçiçekli eteklerini bir o yana bir bu yana sal- ra itina ile katlıyor, sökülen çadırın paslı delıyor; az taranmış, bellerine kadar uzanan, mirlerinin yanında istifliyordu. Uçları açılmış siyah saçlarını kuzey rüzgârıyla savurarak, kırmızı yazmasını, ensesinin üzerinden geçiyetmişlik nenelerine nispet verircesine dans rerek başının tepesinde bir düğüm yaptı. Aynı ediyorlardı. diğer çıkınlar gibi sağlam ve kocaman… KaKader, yaşadığı çadırın babası tarafından der’in etrafta olmadığını anlayınca, oğluna sökülüp atılmasını daha fazla seyredemedi. seslendi: “Şu kızı alıp gelesin. Yine ağaçların tepesindedir.”

32


Abisi hızlı adımlarla yürüyor, bir taraftan da sesini duyurmak için avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Ne de olsa şehre gitmeyi en çok isteyen oydu. Kader’i bulup, bir an önce yola çıkmak için can atıyordu. Abisinin sesini duyan kız çoktan ağaçtan inmişti. Şimdi sinirle attığı boncukları toplayıp eteğinin altındaki kahverengi pantolonun ceplerine sığıştırmaya çalışıyordu.

Annesi en çok mutfak ve banyoya bakıyor, kızına her istediğinde banyo yapabilmenin rahatlığını anlatıyordu. Kader ise “N’olmuş, kasabadaki hamamda da sıcak su vardı, orda da yıkanırdık. Bunun için geldiysek boşuna geldik diyim sana!” diye umursamaz cevaplar veriyordu. Ne hayatında ilk defa gördüğü alafranga tuvalet, ne annesinin yemek yapmaya can attığı mutfak, ne de abisiyle Abisini arkasında bırakıp, nefessiz kalınca- paylaşacağı oda onu heyecanlandırmıyordu. ya kadar koştu. Ovaya vardığında, babası- Aklı hâlâ nenesinde ve bozkır ovasındaydı. nın çoktan işleri bitirip, eski minibüsün içinde Günler geçtikçe bu küçük kapıcı dairesi, kendisini beklediğini gördü. Turuncu renkli, komşu kapıcıların da yardımı ile çiçekli perüzerine beyaz çiçeklerle desenler atılmış, deleri olan, yerde minder yerine kanepeler küçük farlarıyla ve toparlak gövdesiyle tıpkı bulunan, sıcak suların aktığı, ocağında merbir tosbağayı andıran bu araba, o gün eskisi cimek çorbasının piştiği sevimli bir ev hâlini kadar sevimli gelmiyordu Kader’e. Nenesi- almıştı. Öyle ki abisinin çalışabileceği küçük nin boynuna öyle sarıldı ki abisi bile kenetli bir masası bile vardı. Yine de Kader, abisi ellerini açamadı. “Nenem sen de gelesin, için yapılan fedakârlığı anlamıyordu. Bu n’olur. Ya da beni burada bırakın, babam, okuma arzusu ne kadar da gereksizdi. Ara ayırmayın nenemden. Ben ona bakarım, o sıra abisi onun da okula gitmesi gerektiğini da bana. Babam elini ayağını öpem, ayırma söylese de Kader, “Sayıları biliyom, neneme beni nenemden”… de mektup yazıyom, daha napam okumayı?” Evlerini iki çıkın ve bir bavula sığdıran aile; diye söyleniyor; bir taraftan da abisine, mekbu hüzünlü vedanın ardından yola çıktı. Kader, tuplarını nenesine ulaştıracağına dair verdiği minibüsün arka camına yapışmış nenesine ve sözü hatırlatıyordu. obasına ağlayan gözlerle bakıyordu. Ne yol kenarındaki iğde ağaçlarının kokusu ne gelincik tarlaları ne de abisinin şakaları keyfini yerine getirmedi. Zaten en çok da ona kızgındı. Nerden çıkmıştı bu okuma sevdası? Bunun için insan evini, obasını, hele de nenesini nasıl bırakırdı? Gerçi nenesine çok ısrar etmişler ama o obasını bırakamayacağını söyleyerek kabul etmemişti. Yine de babasını anlayamıyordu. Nasıl da uymuştu yarım akıllı abisine, bir türlü aklı almıyordu. Ağlamaktan uyuya kalmıştı. Gözlerini açtığında köhne minibüs, büyük balkonlu, toprak tonlarında boyanmış, üzeri mozaik taşlarla süslenmiş, kocaman demirden kapısı olan beş katlı bir binanın önünde durmuştu. Annesi ve abisi heyecanla eşyaları içeri taşırken, Kader de çaresizce peşlerine takıldı. Girişten aşağıya bir kat daha inerek, açık bırakılmış kapıdan içeriyi süzdüler. Sonra tedirginliklerini bir kenara bırakıp, önde abisi ve annesi, arkada babasıyla Kader, odaları dolaşmaya başladılar.

Kader dışarı çıkmadığı zamanlarda pencerenin önünden ayrılmıyor, hayretle geleni geçeni izliyordu. Gözleri sokaktan geçen siyah döpiyesli, kısa kahverengi saçlı, siyah pabuçları ve kahverengi çantasıyla hızlı adımlarla ve asık suratla yürüyen kadına takıldı. Bir anda kendisini onunla kıyaslamaya kalktı. Kırmızı çiçekli eteğinin altındaki sarı pantolonu, yeşil hırkası, günlerdir örülmeyen dağınık ama uzun saçlarıyla o kadından ne kadar da farklı olduğunu düşündü. ”Abe bu şehirliler hiç bilmezmiş ya giyinmeyi, sankim cenazeye giderler.” demekten alamadı kendini. Akşama yorgun argın eve gelen babasını, azıcık klarnet çaldığı takdirde, kendisinin de eskisi gibi oynayacağına dair ikna etti. Zavallı adam, günlerden sonra yüzü ilk defa gülen kızının ısrarlarına dayanamadı. Babası çalıyor, annesi “kara gözlü çingenem” diye şarkı söyleyerek eşlik ediyordu. Kader ise beline bağladığı zilli bir örtüyle tıpkı akşamları

33


obada yaktıkları ateşin etrafında oynadığı gibi göbekler atıyor, el çırpıyordu. Birden hışımla çalınan kapının sesiyle irkildiler. Gelen apartman yöneticisiydi. Buranın bir apartman olduğundan başlayıp, çingene olmalarına rağmen onları kabul edip iş vermekle büyük lütufta bulunduklarından devam eden, daha fazla şanslarını zorlamamaları gerektiğiyle biten, uzun uzadıya cümleler kuruyordu. Kader, babasının ileri geri konuşan bu adama tek kelime cevap vermediğini ve kasketini yüzüne doğru indirerek, başını yerden kaldırmadığını görünce çok şaşırdı. Babasının obadaki hallerini hatırladı. Bu lafların yarısını orada duysa çoktan tepesine binmişti adamın diye düşündü. Şehir hayatına olan hıncı iyice artmıştı. Babası, adamın söyledikleri karşısında renkten renge girmiş, kapıyı kapattıktan sonra kanepenin ucuna boş bir çuval gibi yığılmıştı. Dizlerini karnına kadar çekip, bakışlarını yere odaklayan adamı teselli etmek istercesine yanına sokuldu. “Aman be babam, bu uyuz herif ne anlar klarnetten. Zaten anlasa kızmaya değil acık da ben dinleyeyim demeye gelirdi. Boş ver be babam, takmaya-

34

sın kafaya.” dedi. Küçük elleriyle babasının sırtını sıvazladı. Apartmandaki çocuklarla bir türlü anlaşamayan Kader, o gün yine büyük bir kavgaya tutuşmuştu. Kaybolan misketin hesabını, çingene olduğu için Kader’den sormaya kalkan çocuklar, kalabalık olmalarına rağmen dayak yemekten kurtulamamış, ağlayarak annelerine şikâyete gitmişlerdi. Sonrası mâlum… Utancından yerin dibine giren kadın, kızına ver yansın etmişti. Küçük kız bir yandan “Bana ırsız diyemezler tamam mı? Ama görsen nasıl avalarını söndürdüm. Kaçacak delik aradı şehir bebeleri!” diye açıklama yapıyor, diğer yandan da kavga ettiği çocukların saçlarını parmaklarının arasından temizliyordu. Bu kavga ona pahalıya patlamıştı. Annesi süregelen tartışmaların sebebinin şehir hayatına alışamayan kızı olduğunu düşündüğü için onun sokağa çıkmasını yasakladı. Kader’in yadırgadığı bu dünya ile bağlantısı yalnızca odasının küçük penceresiydi artık. Saatlerce cam kenarında oturup, geleni geçeni izlemekten başka yapabileceği bir şey kalmamıştı.


Nenesine ve obasına duyduğu özlemle hayallere daldı. Bazen derede yüzdürmek için kese kâğıdından yaptıkları kayıkların ala bora olmasından rüzgârı sorumlu tutup kızışını, bazen de dağların kekik kokusunu taşıyan rüzgâra minnettar oluşunu hatırladı. Tam bu düşüncelere dalmışken; birden camın pervazında, kâğıttan yapılmış bir kayık gördü. Etrafta kimsecikler yoktu. Hızla camı açıp kayığı almak istedi. Karşısına kendi yaşlarında, beyaz tenli, iri siyah gözlü bir oğlan çıktı. Sokaktaki diğer çocuklardan alışkındı horlanmaya; kâğıttan kayığa uzattığı elini hemen çekip, pencereyi kapatmak istedi. Çocuk neden almadığını, gerekirse yenisini yapabileceğini söyledi. Kader şaşkındı. Kayığı aldı. Gülümseyerek camı kapattı. Bu oğlan çocuğu, onun şehirdeki ilk arkadaşı oldu. Kaldırıma yakın, demir parmaklıklı pencereye her çıktığında gözü bu sevimli oğlanı aramaya başladı. Onu her gördüğünde aralarında oluşan sıcak sohbet hoşuna gidiyordu. Ona yeşil-sarı söğütleri, dere kenarındaki kurbağaları, nenesinin altın dişlerini, uzun uzun anlatıyor; kimi zaman da onunla bildiği tekerlemeleri paylaşıyordu. Ondan da yeni hikâyeler ve oyunlar öğreniyordu. Günler sonra ilk defa, annesinden saçlarını örmesini ve uçlarına eskisi gibi boncuklar takmasını istedi. Mavi, yeşil boncukları cebinden çıkarırken gülümseyerek düşünüyordu. Belki de şehir zannettiği kadar kötü değildi.

35


Burak Akdağ Konuya hâkim olanlar başlıktan “demos” kavramını anlayacaktır (Hangi konuya?). Hâkim olmayanlar da zaten anlamazlar, anlamasınlar. İş bu yazı da onları içine alan bir gruba yönelik yazılmamış olup; demostan yana olanlara, demosun derdiyle dertlenip demosun geleceğine dair endişe duyanlara hitaben karalanmıştır. Bu arada, bu “karalama” sözcüğü de yazmak eyleminin yüzünü kara çıkartacak şekilde telaffuz ediliyor sanki; lakin karalardan ziyade kârların önemli olduğu çağımızda bunun insanlık için çok da önemli bir husus olmadığı kanaatimi taşıyor ve maalesef yaşıyorum da. Demosun kara talihini yazacak olsak iş bu yazı dâhilinde bu ak sayfaları karalama işi bu kadar kısa olmaz (burada bir parantez açarsak demosun kara talihi derken kara tarihi de kast edilmiş olabilir zira demosun tarihi genelde karadır çünkü demos karabudundur ve çünkü demosun tarihi denizlerden çok karada geçer) deli kızın don lastiği kadar uzardı ama biz bunu böyle etmeyip demosun aklını çok fazla yormayıp, hatırlının hatırını, katırlının inadını hesaba tutmayıp lafı sözleyelim. Söz, hayırlı işin başlangıcıdır. Derdimiz her daim demos... Fakat bu yazıda “demo” kavramından bahsedeceğiz. Tabii bu bahis mevzuunda demosun istikbaline dair bahisler de yüksek oranda mevcut olabilir. Zira bahsin oranı kârı attırıyor. Demo, internet kafe çağını yaşamış yaş grubuna ait olanların internet kafelerde -ekonomik durumu elverenlerin kendi evlerindeki aile bilgisayarlarından, PC’lerden (personel computer) telefon hatlı internet üzerinden- öğrendiği bir kavram olup esasında bir bilgisayar yazılımının (genellikle bilgisayar oyunu) PR (public relations) amaçlı tanıtımını gaye edinmiş fragmanıdır. Programın allı pullu, güzel görünen, kullanıcıya kolaylık sağlayan, zevk veren yanlarını tanıtıp bir de tecrübe etme imkânı da vererek programı satmaya yönelik üretilmiş olan sürümlerdir demolar. Vatandaş demoya kolaylıkla ulaşır. Demo faydalıdır, demo eğlencelidir; ancak tam işe yarayacağı zamanda, tam keyif vermeye başladığında program, demonun bedelli sürüme yükseltilmesi gerekir. Yani demo ağza süzülmüş bir parmak baldır ki size kavanozu aldıra.

36


Demokrasinin demosunu Cumhuriyet sayesinde diğer toplumların aksine çok ucuz şekilde temin etmiş olan bizler, demonun sürümüne demoyu bize sunan büyüklerimiz kadar dair kafa yormadık ne yazık ki. Her gelen, demo dâhilinde “bi tur da ben döneyim, bi el de ben atayım” havasında ilk başta demoyla bir uğraşalım sonra sürümü güncelleriz felsefesiyle demokrasiye yanaştı. Sonra, her gelen demoyu eline aldı. Kimi demodan güncel sürüme geçmek istedi; başaramadı, kiminin güncel sürüm işine gelmedi; derken biz demoda kaldık. Üstüne üstlük demomuz da demode oldu. Şimdi bu metaforlar bazı dinozorlara meteor (taş yuvarlama babında) gibi gelebilir de bu fosilleşmiş zorların bizlere hediyesi bunlar. Metaları putlaştıranlar, metaforların meteorlaşmasından yakınmasınlar. Beğenmenin çok kolay olduğu (bir butona tek tıkla) bu android çağda bahsi geçen zor beğler bizi de zor beğenirler. Oysa gönül nefse dâhildir ya (en az % 18+) o yüzden gönül eğlenir, ne bileyim ne söylenir ama ki illa beğenilmek arzu eylenir. Aslında karşılıklı beğeni diye bir sosyal norm var artık. Bilseler... Bizi beğenmedikleri için layık da görmezler pek çok şeyleri. Hâlbuki bir türlü sosyal varlık olduğuna ikna olmayan vatandaşların bile android Q’ya göz kırpıp sosyal medyalaştığı şu günlerde likeların sandık reylerinin önüne geçişi çok da uzak değil gibi. Layık görmediklerinin likelarına minnet ettirir bu çağ. Bilseler… Şunu anladık ki bedelli sürümde kimsenin gözü yok. Yahu bari crack filan yapın olmadı demoya yama filan atın. Asfalt yamasını dünyaya öğretenlerin biz olduğuna dair bir efsane hatırlıyorum. Ne gururlanmıştık ilk duyduğumuzda. Sonra tabii efsane çöktü… Bundan başka KHK’ler ile ana olan yasalara dahi dana gibi kararnameleri yamayan bizler, iş demokrasi anlayışımıza gelince en ufak geliştirme seçeneklerini kullanmaktan imtina ettik. Hatta “itidal”li mi davrandık ne? Velhasıl demokrasi anlayışımıza yama dahi yok! Yağma olsa da yama yok! Bilerek, isteyerek “bedelli sürüm” dedim (genellikle ücretli sürüm denir zira) çünkü demokrasinin bir bedeli vardır. Biz bedelsiz “sahip” olduğumuz için mi demokrasimiz sahipsiz? Demokrasinin bedeli şudur ki eğer demokrasinin demos kaynaklı olduğundan hareketle demokrasiye güvenmen gerektiğini içselleştirebilirsen ne kadar ısıtmış olursan ol kıymetli koltuğundan artık kalkman gereğini demos söylerse, sırf demos söylediği için söylenileni uygulaman gerekir. Sonra da bu haklı hareketlere (rey’lemek veya likelamak) harekât süsü vermeye kalkmazsın. Demos kaynaklı demokrasinin hazır sunulmuş demosuna dahi saygı duymayıp elimizdeki mevcut demoyu da ikiye ayırdık. Demokrasi ikiye ayrılır: İç demokrasi ve dış demokrasi... Dış demokrasi her yerde olması gereken, idealize edilen, aranan, özlenen, övülen, vaat edilen, gerekli, faydalı, hem öve öve hem de öpe öpe başımızın üstüne çıkartacağımız bir şeydir. İç demokrasi ise bir şeylerin, bazı kurumların içinde olması gereken ama genellikle -hiçbir zaman- olmayan, ideali bir türlü tespit edilemeyen, (çünkü işimize gelme durumuna göre bakılır) gene de aranıp, özlenip, dönem dönem de vaat edilen, hatta vaat sahiplerine fırsat verildiği takdirde vaadi yerine getirmemek üzere ideal haliyle oynanan, kimsenin tam olarak ne olduğunu bilmediği (çünkü görmediğimiz) bir şeydir. En nihayetinde demokrasi, ululuğundan mı bir şeyler içre olmuyor yoksa biz bir şey içi (mesela mezuniyet partisi içi) demokrasiyi istemediğimiz için mi ilanihaye o bir şeylerin içinde katiyen neşet etmeyecek? Bunu anlamak istiyoruz. Artık demokrasimizin demo seviyesinden level atlayarak en güncel sürüme yükselmesi temennisi ile bedelli sürümün tüm bedellerini ödemek gerektiği beyanı ayan olmuştur. Bu yüzden önce içimizde içselleşmeli demokrasi anlayışımız.

37


ZAMANIN ELINI BIRAKMAK Sema Karakurt “Ve hatıralâr. Gözlerimi yumuyorum. Roman. Belki on cilt doldurur, belki incir çekirdeği doldurmaz.” (Peyami SAFA\Yalnızız) Her birimiz kendimizi tanımlamak adına bir başlangıç bulmuş ve ona göre kendimizi eğer cüret gösterebilmişsek baştan icat etmişizdir. Üniversiteyi kazanmak, üniversiteyi bırakmak, bir fikrin peşinden gitmek, bir fikrin karşısında dimdik durmak vesaire vesaire. Verdiğimiz her kararı zihnimizde sembolize etmek, bir iz bırakmak; kimi zaman elle, bayrakla, bir cümleyle

38


ortaya koymak, ben de buradaydım, vardım demenin bir göstergesi olmuştur. Bu tavra aklımızca şehadet edecek nesnelerden birisi de, zaman’ı kontrol ettiğimiz zannını da doğuran saat gibi gelir bana ya da Tanpınar’a öykünürsem -kendimize atfettiğimiz biricikliği de göz önünde bulundurarak- “Mübarek” derim adına. 1 Mumford, zamanın değil saatin felsefesini yaparken art arda gelen anlar dizisi oluşturan insanın, Tanrı ve tabiattan bağımsız olarak kendi yarattığı bir makine parçasıyla kendi kendisiyle konuştuğunu, doğanın otoritesini sarsıp güneşe ve mevsimlere saygı göstermediğini dile getirir. Böylece “ebediyet” insani olayların ölçüsü ve odak noktası olma özelliğini kaybeder. Hatta bu kanaat şu noktaya kadar ilerler: İnsanın kendi kendisiyle konuşması sayılan saatin icadıyla kaybeden taraf Tanrı’dır. Başladığım yeri tanımladığım noktaya baktığımda karşıma ebedî ve nihai iki yol belirmiştir. Seküler tavrı gözardı edip Tanrı ile aramı bozmayı bir kenara koyup, saate Mübarek diyen yazarımın ardından gitmeyi yeğliyorum. Tavrım “ebedî” olandan yana. Şaire; Hata yapmak/fırsatını Adem’e veren sendin/bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana dedirten; zamanı, yaratandan ötürü olmayan her histen münezzeh tutup dünyadaki başlangıcını bir hatayla yapıp bunu fırsat belleyen, yaratıcı karşısına kendini koyan ve kendi metaforunu oluşturmaya çalışan insanın, kendini alt edebilir gördüğü, varlığımı ortaya koyabilirim dediği yan, henüz sınanmadığı yanıdır. Sınandığı yerde yenilgisine nereden/ne zaman başlayacağını bilir çünkü. Bu ise hata yapmak fırsatını elinden alır, özünü eleştirmesini gerektirir. Bura1 Neil Postman, Televizyon Öldüren Eğlence

daki eleştirmenin bir merceği ise zamandır. Zaman ise; kendi başlangıcını icat edip hükmettiğini zannettiği şey›le değil yenilgisiyle yüzleştiği an’la olur. çekin ruhun kehribar tespihini kopartın Ve elbet insan cevabını bildiği soruları sordurmakta pek mahir bir varlık. Bu soruları açık yüreklilikle cevaplamak ise tıyneti ölçüsünde. Yahya Kemal’in bir sabah, bayram namazı vakti soru sorma cüretini ve cevap verme ızdırabını yanına alıp camiye girişi gelir böyle anlarda hatırıma. Tam da kendini sınadığı yerden ve zamandan- Büyükada’da sükûna eren yollardan geçerken, bir bayram sabahı girdiği camide yüklendiği tüm soruları ve dâhi cevaplarıyla- kendine, kendi zamanına ‘yabancı’ kalışıyla çıkagelir. Burada tecessüm eden saat; icat olunan saat değil, kendi ifadesiyle Frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı dedirten çağının saatidir. Ve kendini aradığı bu eşikte kaybeden, Tanrı değildir. Ona miras kalan hata yapmak fırsatını fark edişi ezansız semtinde Müslüman saatiyle olmuştur. Girdiğin aynada, geçmiş gibi dîğer küreye, Sorma bir sâniye, şüpheyle, sakın: “Yol nereye?” Ayılıp neş’eni yükseltici sarhoşluktan, Yılma korkunç uçurum zannedilen boşluktan Duy tabîatte biraz sen de ilâh olduğunu, Rûh erer varlığının zevkine duymakla bunu. diyen şair aynanın hangi yanından haber verir, yenilenlerden sormak gerekir. Sahi bir romanı irdelemeye vaka zamanından mı anlatma zamanından mı başlanır, bilen beri gelsin.

39


Ataman Kalebozan

40


Yağmur taneleri ile yüklü bulutlar, koca bir hüzün yumağı olmuş dağın ardını aşıp buralara doğru kararak gelmekteydi. Yanağımı cama yaslayarak bir müddet gökyüzünü seyrettim. Bulutlarla beraber ben de dökülmeye hazır gibiydim. Hemen yanı başımda oturan ninem tespihini avcunda ovalayarak üç defa üfleyip pencere pervazına bıraktı.

dim ve anneme:

Canım dışarı çıkmak istemiyor. Hele odun taşımayı hiç istemiyorum. Benim canım hüzünlene hüzünlene bulutlara bakmak istiyor. İçlerinden bir tanesi canavara benziyor. İki yanında kanatları olan, ağzını sonuna kadar açmış bir canavar. Az sonra ağzından bahçemize şimşekler yağdıracak. Alevli oklar, ben odun almaya çıkınca ya bana isabet ederse diye düşünerek canavara bir kez daha bakıyorum. İçim korkuyla doluyor. Şimdi annemle nineme, ben canavar buluttan korkuyorum desem, ikisi iki yanımdan konuşmaya başlarlar; hiç erkek adam buluttan korkar mıymış, buluttan da canavar mı olurmuş, hani neredeymiş o canavar, falan mıymış feşmekân mıymış? Ninemin kemikli kara kuru ellerine bakıyorum. Dizlerinin üstünde sakin sakin duruyorlar. Ninemin elleri, böylesine kemikli olup da başımı okşarken nasıl pamuklaşabiliyor?

“Deli miyim oğlum ben? Bu yolda bisiklete bineyim de tekeri mi patlasın? Meydanda bineceğim.”

“Ama sen de bana bisiklet alacaksın.” dedim. Annem teknedeki hamuru yoğurmaya devam ederek tövbe estağfurullah deyip başını salladı. Çünkü babamın şimdiye değin kazandığı paralar ancak ihtiyaçlarımızı gidermeye yetiyordu hatta yetmiyor, zorlanıyorduk. Yüzüme en mahzun hâlini vererek “Nine, niye boncuklara üflüyorsun ki?” annemin yanına sokuluyorum, yalvarıyorum. “Onlar boncuk değil oğlum, tespih tanele- Annem yorgun elini alnına götürüyor, alnı una bulanıyor. Bakışlarını bana düşürerek: ri. Dua okunduktan sonra üflenir öyle.” “Az sabret. Baban bu yıl çok kazanırsa, is“Ama ablam onları kolye diye boynuna takıyor, nine. Hem senin haberin olmasın tediğin bisikleti alır sana.” diyor. Bütün cesadiye de içlerinden birer ikişer alıp ipe öyle retimi toplayıp bahçeye çıkıyorum. Köşedeki yığılı odunlardan kucağıma sığdırabildiğim diziyor.” kadarını alırken kapı önünden geçen İdris’i “Vay boyu devrilmeyesice kız, bana eksik görüyorum. Bisikletinin yanında yavaş yavaş dua mı okutuyormuş kaç zamandır? Oğlum yürüyor. sen şunları bir sayıver tam mı değil mi anla“İdris!” diye sesleniyorum. Dönüp bana yalım.” bakıyor. Kara tekerleklerin yanında kasılarak “1,2,3,4… Nine bunlar tammış.” duruyor. “Ablanı şikâyet etmeyi bırak da git dışar“İdris, nereye gidiyorsun?” dan bana biraz odun getir. Ateş iyice harla“Meydana.” nıp közlensin.” diye annem oturduğu hamur teknesinin başından seslendi. “Niye bisikletine binerek gitmiyorsun?”

Bisikletin tekerleri siyah siyah parlıyor. Yeşil gövdesi öyle alımlı ki! Hele bir kornası var, İdris kornaya basınca dünyanın en güzel müziği çalıyor adeta. Gözlerim parlayarak bisiklete doğru sokuluyorum. “İdris, bir kere de ben bineyim mi?” “Yok, olmaz.” “Bir kerecik bineyim, hiç sürmem. Sadece otururum.” diye yalvarıyorum.

“Yok dedim sana.” diye İdris omuzlarımdan tutup beni itiyor. Sırt üstü yere düşüyorum. Odunlar etrafıma saçılıyor. İdris, kornaya basarak havalı havalı yanımdan yürüyerek gidiyor. Bisiklet de yanında kara kara süzülüyor. Ardından ağlamaklı bakıyorum. Annemin bir kez daha seslenmesiyle oturÜstümdeki tozları silkeleyerek doğrulup odunduğum sedirden inip isteksizce kapıya yönelları tekrar kucağıma doldurup eve giriyorum.

41


Canavar bulut beni görmüş müdür acaba? Odunları, annemin yaktığı ocağın önüne koyup tekrar pencereden gökyüzünü seyre koyuluyorum. Bir müddet oyalandıktan sonra odama girip somyanın altındaki sepeti çekip içindeki topu alıyorum ve oynamak için bahçeye çıkıyorum. O ara ablam okuldan geliyor. Beni görünce dil çıkarıp gülerek eve giriyor. Bana bulaşmazsa işi rast gitmez. Tespih tanelerini kolye yaptığını nineme söylemekle iyi ettim. Şimdi ninem onu bir güzel paylar. Ben de o zaman, ona dil çıkarıp azarlanmış haline gülerim. Oh canıma değsin diye elimi göğsüme sürerim. Bu top da hiç zıplamıyor ki, havası inmiş. Bahçe kapısı açılınca babam içeri giriyor. “Baba, çok bahşiş topladın mı?” diye yanına koşarken heyecanla soruyorum. “Yok oğlum, bu sefer az kişi para attı.” “Onları da çocuklar kapışmıştır zaten, de mi baba?” Babam yorgun adımlarla eve doğru ilerliyor. Ben de peşinden. Dağlara yağmur yağıyor. Güneş geri dönmeyecekmişçesine çekip gitti. Babam yağmura kaldırıp bakışlarını “Rahmet berekettir.” diyor ümitsizce. Evimizin üzerindeki gökyüzü, bir kararıp bir açıyor. Babam tabakasına dizdiği saçaklı tütünden sardığı sigarasından alırken susuyor uzun uzun.

Yemekten sonra yan gözle babama bakıyorum. Gaz lambasının ışığında çenesi uzayıp gidiyor sonra duvarda hüzünlenerek kalakalıyor. Bugün az kazanmış. Sadece karşı köydeki sünnet düğününe çağırmışlar. Onlar da garibanmış. Babam kıyıp da çok para isteyememiş. Ortaya atılan az bir parayı da köyün çocukları kapışmış. Zaten düğün çok sürmemiş, bitmiş hemen. O da tekrar köye dönmüş. Kasketi kafasında gün boyu kahvede oturmuş. Güneş yaktıkça yakmış. Davulun derisi sıcaktan gerildikçe gerilmiş. Sonra da rahmet düşmüş toprağa. Babam elindeki bezi yağ dolu kaba batırıp fazlasını kabın kenarında sıyırıyor. Bezi, gerilen derinin üzerinde hafifçe gezdiriyor. Sanki annemin saçlarını okşar gibi parmakları. Önce bir yüzünü sonra diğer yüzünü yağlıyor. Sonra da başka bir bezle hafifçe silerek yağı geri alıyor. Aynı munislikle tokmağı da temizliyor. Şimdi kalksam yanına gitsem, davulun şişmiş derisine ellerimle bir vursam. Olmaz ki babam kızar. Bana asla elletmez. Evde tencerelere, tavalara tahta kaşıklarla vurarak geziyorum bazen ama babamın davulu gibi ses çıkartmıyor. Babam, davulu iyice temizleyip özenle duvardaki çiviye asıyor. Orası davulun değişmeyen yeri. Kimse oraya başka bir şey asmaz ve babamdan başka kimse de davula dokunmaz. Dokunamaz.

“Baba,” diyerek kedi gibi yanına yaklaşıDönüp anneme bakıyorum, ocakta bulgur yorum. “ Rüstem emminin oğlu evlenecek ya. pilavı pişiriyor. Ablam yufkaları sulayarak Hani sen de oraya gideceksin davul çalmayumuşaması için kenara koyuyor. Ninem ya. Beni de götür olur mu?” kararak bakıyor ablama. O ise hiç bu taraBabam çayından bir yudum alıp yüzüme fa bakmıyor. Birazdan hep birlikte sofraya bakıyor. Birden aslan kesiliyorum: oturup yufkalarımızın arasına bulgur pilavını “Yere saçılan paraları diğer çocuklardan dürer yeriz. önce toplarım ben.” “Tovılı her gece durmaz döverler “N’apacaksın bakalım o paralarla.” Ta güneşler doğana dek dönerler.” “Bisiklet alacam. Yeşil gövdesi, havalı kor“Nine, tovıl değil.” nası olan bisikletten. İdris’inkinden alacağım. Geçen yaz ablama saat aldınız. Bu sefer de “Ya ne?” bana bisiklet alalım baba.” Ablam kolun“Davul.” daki saate bakıyor gururla. Sarı kordonunu “Ha davul ha tovıl, ikisi de bir. Tovıllar bi- okşuyor. Babam hüzne bulanmış gözleriyle gülümsüyor. zim karın tokluğumuz. Kutsal sayılırlar.”

42


“Biz tovılın kasnağını en sevdiğimiz ağaçtan yapardık. Senin babanın dedesi çok iyi tovıl yapardı. Dağlara çıkar, kurt sürülerinin günlerce izini sürerdi. İçlerinden en yahşi en cebbar olan kurdu bir vuruşta avlardı. Sonra kurdun derisini kapımızın önündeki toprağa gömer tavlanmasını beklerdi. Tavlanan deriyi tabaklar, işler en sonunda davula gererdi. Evimizde baban doğmadan önce davul vardı. Sen doğduktan sonra da o davul hep oradaydı.” diyen ninemin cılız sesi ocağın ateşiyle sönüp gidiyor. *** Karşı köydeki Rüstem emminin büyük oğlunun düğününde babam davula tokmakla vurdukça oyalı tülbentler havada bir o yana bir bu yana sallanıyor. Zurna davula eşlik ettikçe halay başı olan damadın kardeşi daha bir coşuyor. Onlar coştukça Rüstem emminin adamları, bir baş işaretiyle ortaya paraları saçıyor. Ben pusuda beklediğim yerden ok gibi fırlayıp toplayabildiklerimi pantolonumun cebine dolduruyorum. Köyün çocuklarına göz açtırmıyorum. İri gövdeli olan bir oğlan üzerime çullanacak gibi olunca da hemen babama doğru koşuyorum ama babam beni görmüyor bile. Elinde tokmağıyla durmadan davulunu dövüyor. Tokmak zurnayla bir olmuş, halay başı mendilinin oyalarında titreşiyorlar. Vakit ilerledikçe gözlerim uykudan kapanacak diye ödüm kopuyor. Topladığım paraları iç içe koyup özenle rulo yapıyor çorabımın içine sokuyorum. Ay tepede salındıkça misafirler gitmeye başlıyor ama damadın kardeşi bir türlü yerine oturmuyor. Arkadaşları da oturmuyor. Damadın sırtına vurarak eve sokuyorlar ama onlar halaya devam ediyorlar. Babam boncuk boncuk ter döküyor, zurnanın sesi hafifliyor.

kasnağına basıyordu. Havaya ağır bir anason kokusu yayılıyordu. Ninemin sesi bir sis perdesinin ardından kulağıma fısıldıyordu: “Tovılı her gece durmaz döverler Ta güneşler doğana dek dönerler.” Babam, davulunun etrafında vura vura döndükçe topuğuna basılmış bir çift siyah ayakkabının ağırlığı altında kasnak esniyordu. Göz kapaklarımı, ninemin kemikli kuru parmakları tutmuş aşağıya doğru çekiyor. Davulun sesine eşlik eden sesi rüzgâr gibi fısıldayarak aya doğru esiyor. “Tovılı her gece durmaz döverler…” Birden davulun sesi susuyor. Kasnağın çıtırdayarak kırılan sesi babamın fersiz feryadına karışıyor. Babamın kolları kırılmış serçe kanatları gibi cansız iki yanına düşüyor, olduğu yerde başını eğerek kalıyor. Bozkır susuyor. *** Babam, kırılan davulunu tamir etmek için günlerce uğraştı. Olmadı. Üzerini örtüyle örtüp bir kenara bıraktı. Duvardaki çivi yalnız kaldı. Damadın kardeşi, davul için vereceğini söylediği parayı getirmedi. Sarhoşken verilen sözler unutuldu. Ninem, oturduğu sedirde dudaklarını kıpırdatarak bir ileri bir geri sallanıp durdu. Babam işe gidemedi. Ben de bahçeden dışarı çıkmıyorum artık ve kara lastikli bisikletin lafını hiç etmiyorum.

Pencereden bulutları seyre koyuldum. Yine kararmış gelmişler damın üstüne. Yaz bitmeye yüz tutmuş çoktan. Annem, babamın önüne uçları bağlı bir mendil bıraktı. Babam, mendili açınca içinden, annemin kötü günler için sakladığı iki küçük altın, ninemin kehribar “Yapma ağam, o benim ekmek teknem.” tespihi, ablamın sarı saplı kol saati ile rulo diye babamın yalvaran sesiyle gözlerimi açı- şeklinde sarılı paralar çıktı. Babam bir şey yorum. demeden mendili içindekilerle birlikte gözleri “Ağam kulun olayım, kırılır bu. Dede yadi- çakmak çakmak bakarak annemin avcuna bıraktı. Hızla ayağa kalktı ve üzeri örtülü dagârıdır.” vulu aldı. Başına kasketini takıp dışarı çıktı. Damadın kardeşi bir yandan babama, Bahçe kapısını açtığında, İdris’in bisikleti ile davulu daha hızlı döv diye bağırıyor bir yanmeydana doğru yürüdüğünü gördüm. dan da yerde diz çökmüş ölü kurdun derisini Hava karardı ama babam gelmedi. Ertesi döven babamın, en sevilen ağaçtan yapılma

43


gün de gelmedi. Biz endişeyle bekleşip durduk. Annem beni yanına alıp muhtara gitti. Telaşla olanları anlattı. Muhtar, başını sallayarak dinleyip annemle beni eve gönderdi. Köyde, davulcu Hasan kaybolmuş diye haber yayıldı. Bize gelen komşular, annemin yüzüne bakıp ondan bundan konuştular. Annem çay getirmeye gidince ardından fısıldaşıp vah vah dediler. Böylece geçti günler… Ocakta bulgur pilavı pişiyor. Ablam yufkaları sulayarak yumuşaması için kenara koyuyor. Birazdan yufkaların arasına bulgur pilavını dürer yeriz. Babamsız kalan yetim yufkalar boğazımızda düğüm düğüm oluyor. O anda kapı çalınıyor. Ağır ağır gidiyorum kapıya doğru. Açtığımda olduğum yerde mıhlanmış gibi kalakalıyorum. Kapkara tekerlekli, yeşil gövdeli pırıl pırıl bir bisiklet, yanında yenilenmiş haliyle ölü kurdun derisine çevrelenmiş en sevilen ağaç ve gerisinde babam. Bana bakıyor. Gülümsüyor. *** Damadın sarhoş kardeşine gitmiş. Hatırladın mı, demiş. Kapıdan kovmuşlar. Ertesi gün yine gitmiş. Sonra yine… Rüstem emmi açmış bir gün kapıyı. Babamı tanımış. Allah yukarda, demiş babam. Dedem demiş, avcıydı demiş, ölü kurdun derisini toprağa gömmüş yeniden, yeniden kesmiş en sevilen ağacı, bozkırın vicdanı tanıktır demiş kırılan davulun sesine. Emmi olanları başı önünde dinlemiş. En son birlikte çay içmişler. Babam doğruca kasabadaki davul tamircisine gitmiş. Oradan tuhafiyeye uğramış. Oyalar almış, tespih almış, kolye almış, kara tekerlekli, yeşil gövdeli bisiklet almış. Yufkaların arasına bulgur pilavını dürüp yiyoruz. Yanına bir de soğan kırıyor babam. Ninem yalnızlığı sona ermiş çiviye doğru bakıyor: “Tovılı her gece durmaz döverler…” Dudakları kıpır kıpır, gözbebeklerini kırışıklıklarının içine gömerek olduğu yerde uyukluyor.

44


Salih Samir Acar

Derin bir sessizlik çöker Gece örtülürken üstümüze. Dökülür dudaklarından o cümleler: “Benim ruhum ve bedenim Olacak mısın her şeyim?” Zekice bir tuzak gibi sözlerin Sarıyorlar etrafımı tamamen kaçamıyorum… Ayağımı nereye basarsam basayım Yakalanıyorum her şekilde. ne olurdu Ağlarından kaçabilseydim? “Sen körsün! Bu dünya ağlarla dolu.” Hoş ve dürüstsün ama Kaba ve vahşi değilsin diğerleri gibi. Unutacaksın benimle her şeyi. Özlemeyeceksin bile dört nala koşan atları. Ve bizim olacak gece, ay ve yıldızlar Yeniden doğacağız birlikte. Ölü yaprakların parlak-siyah göğsünde Harmanlandı ortalık kızıl şafakla. Tutsak edildi yıldızlar parmak uçlarıma Duyuldu iki el silah sesi Dizildi kurşuna aşıklar.

45


AsÄąm Nedim

46


“Bugün yoruldum” diye söylendi Yaşar. Bugün lojmana değil şehir merkezine, kardeşinin yanına gidecekti. Yeğenini görecekti. İçi içine sığmıyordu, ama ciddi olması gerektiğini düşündü. Sessizce durmaya çalıştı, lakin biri ile muhatap olmak isteği bu düşüncesine galip gelince, yanında bu puslu havada sigara içen adama döndü. - Ne diye içiyorsun şu mereti? Karşıdaki hiç istifini bozmadı. Fakat sail umursamayıp bir kez daha sordu. Kendisi ile muhatap olunmaması onu sinirlendirmişti. Dediklerine cevap verilmemesine alışkın değildi. - Şu hallerine bak, niye sigara içiyorsun… Kendini bu hale düşürmene ne gerek var? - Derdimiz var, sizden değiliz ki rahat bir hayatımız olsun. Son cümlesini saile bakıp söylemişti. Susmasını, sorularına devam etmemesini umuyordu fakat böyle olmadı. Sail kesintisizce soru sorabilirdi, kendisinin dertlerini küçümseyene, küçümser gözler ile bakarak sordu da.

bekliyoruz. Ecel kuşuna yem veriyorum, hızlı gelsin diye. Sail, devam etmedi. “Bir insan ölümü, neden ister? Akıl yoksunluğu böyle bir şey” diye içinden geçerek, adamdan uzaklaştı. Gelmesini beklediği şeyi, beklemek için başka bir yere yöneldi. Çok beklemeden, kardeşinin, yengesinin ve yeğenlerinin yanına götürecek minibüs geldi. Uzun zaman sonra - en son ne zaman minibüse binmişti onu da hatırlamıyordu. – yan yana iki koltuğun da boş olduğunu gördü. Aslında boş değildi ama koltukta oturan adamlar onu görünce, ona yer vermeyi bir ödev olarak gördüğünden olacak ivedilikle yerinden kalktı. Yaşar’ın ineceği durağa birkaç durak kala “Hırsız var” sesi ile yavaşladı birden minibüs. Sesin sahibi - sesin nasıl ondan geldiği anlaşılamayacak derecede - çelimsiz bir kadındı. Bu sefer eskisinden daha düşük fakat yine de “bağırma” şeklinde nitelendirilebilecek kadar şiddetli bir şekilde duyuldu ses. “Cüzdanımı bulamıyorum, bu dolmuşta hırsız var, hırsız.”

- Ne derdin var, gamdan dağların mı var? Bizim rahat olduğumuza dair tahminine bakıŞoför yavaşlamakta olan arabayı lırsa sigara içmeni mantıksız karşılamamalı. durdurmak için frene kuvvetlice bastı. Güneş - Mantıksız değil zaten. Bir derdim var. batmak üzereyken işinden, okulundan evine Derdimin tek çaresi var. Herkesin kaçtığı, dönen insanları taşıyan minibüs yolun sağında duruyordu şimdi. duymak bile istemediği bir çare… Şoför, durağa iki yüz metreye yakın mesafe kala “Kimse inmesin karakola çekeceğim” - Nedir, çaresi? Kimsenin duymak istemediderken aracın yönünü bir anda değiştirip ği şey neymiş? karşıdaki yola daldı. Adam, güçlü bir ses ile: Tıklım tıklım dolu olan minibüs karakolun - Ölüm… Hayat derdinin devası olan ölüm. önündeydi. Önce şoför arandı, ardından Şu gördüğün herkesi, seni beni eşit yapacak şoförün kapıyı açması ile minibüsün içine birolan ölüm. Artık yaşamak istemiyorum. Artık kaç polis girmeye kalktı. Fakat minibüs o kaölüm gelsin istiyorum. Ölüm benim için kutlu dar doluydu ki içeri ancak bir polis girebildi. sevgili. “Ölmemek insanlar için felaket, başak Minibüste birkaç kişinin üstü aranmıştı ki için sararıp olgunlaşmamak ne ise insanoğlu salaş kıyafetli bir genç seslendi: “Hanımefeniçin de ölmemek o.” di, ne malum kaybetmediğiniz, burada inSigarasından derince çekti ve devam etti. sanları meşgul ediyorsunuz. Siz bir kez daha - İntihar etmek istedim fakat onu başara- bakın üstünüze…” Meraklı bir ses tonu ile:

cak cesaret bende yok. O yüzden sigara Bu tepki arama faaliyetini durdurmamış içiyorum, bir gün gelecek diye umutla ölümü hatta dikkatin gencin üstüne toplanmasına

47


neden olmuştu Aramalar devam etti, fakat bir sonuç alınamamıştı, cüzdan hala ortada yoktu.

karar verdi, yoksa kötü bir şey olacağını hissetti. Hayatında hiç bu kadar sinirli birini görmemişti. Üniforma onu daha sinirli hırçın gösteriyor, subay burnundan soluyordu, bağırdı: “Ara, ara ulan.”

Arama faaliyeti devam ettikçe, aranan her kişi masum çıkınca ümitler iyice azalıyor. Polis, hemen derin nefes aldı, subay anınHalk gencin dediklerini daha mantıklı bulmada ayağa kalktı ve üstünü aramasına izin ya başlıyordu. verdi. Polisin eli titriyordu. Subayın üstünden Üzeri aranmamış tek bir kişi kalmıştı, de bir şey çıkmadı. Yaşar. Kadın, “Demek ki kaybetmişim, demek Subay yan koltukta bulunan çantasını göski çalınmamış.” dedi ve mahcup bir şekilde tererek: “Ara, onu da ara” dedi. ekledi: “Özür dilerim hepinizden.” Polis bu sefer ikilemedi ve çantayı açtı, Yaşar, “Benim üzerimi aramadınız, benim daha doğrusu çanta zaten hafif aralıktı. - arade üzerimi arayın.” Dedi, kendinden emin ve ladı. Tam kadının tarif ettiği renkte, biçimde, tok bir sesle… tipte cüzdanı gördü. Polis ise, yere bakarak “Yüzbaşım, bir Türk Kadın, heyecanla bağırdı, “İşte bu, cüzdasubayının hırsızlık yapmayacağından eminım bu.”, “Fakat işlem yapmayın, şikâyetçi nim, lüzum yok aramaya” dedi. değilim. Türk subayına kelepçe vurulmasını Minibüsteki salaş kıyafetli genç hariç her- kabul edemem, sindiremem.” kes de “Pek tabii”, “Elbette” minvalinde cümSubay ise gözyaşları döküyordu. “Türk leler ile polisi onayladılar. subayının itibarını ne hale getirdim.” Diye Gencin, “Arayın, o da şüpheli” söylemi mırıldanıyor daha çok ağlıyordu. Herkes ona üzerine polis, “Yer yarılsa, gök çökse dahi kötü gözlerle bakıyor, o müjgânla ağlıyordu. bir Türk subayı gayriahlaki bir fiilin faili olPolis, subaya dönerek mahcup bir şekilde, maz. Aramam, arayanın elini kırarım.” Diye “Yüzbaşım, müsaade ederseniz, merkeze bağırdı. gidelim.” Diye seslendi. Subay ise ses çıkartYüzbaşı ise, “Zan altında kalmak istemem, madan başını eğdi ve ayağa kalkıp polisin lütfen arayın üstümü.” Dedi sakin bir sesle. önüne eğildi. Polis, “Olmaz, kesinlikle olmaz. Size kePolis, subayı kelepçelemedi. “Peşimden gesinlikle dokunamam. Sizin suçlu olabilece- lin.” diyerek minibüsten indi ve binaya doğru ğinizi düşünenin kafasını koparırım.” Diye yürümeye başladı. Subay ise polisin dedikleyine bağırmasının ardından, “Bu üniformanın rini uygulayarak polisi takip ediyordu. Aklınaltında yalnızca şerefli insanlar olur, şerefin- dan “Artık askerliği kirlettiğini”, “İstifa etmesi den şüphe duyulmayacak insanlar…” diye gerektiği” geliyordu. “Bana ahlaksız gözü tekrarlandı. ile bakan bir çift bile oluyorsa, bu mümkün

ise subay olamam, olmamalıyım” dedi kendi kendine. Binaya girmelerine birkaç adım kalmışken üzerinde hala beylik tabancasının olduğunu fark etti. Üniformasına baktı, ardından kendine çekidüzen verdi. “Madem istifa Yüzbaşı iyice sinirlenmişti: “Arayın üstümü, edeceğim, üniformasız yaşamanın ne anlamı üstümü aramadan bu minibüsün kalkmasını var” diye düşünerek, tam binanın önünde men ediyorum.” Sözü bittiğinde karşısındaiken tabancasına mermiyi yükledi, kendisikilerde bir reaksiyon göremedi ve bağırdı: ni görüp müdahale etmek isteyenlere fırsat “Arayın üstümü, emrediyorum, arayın.” vermeden tabancayı şakağına dayayıp ateş Polis, istemeye istemeye subayı aramaya etti. Anında yere düştü. Polis müdahale etmek Ardından yaşlı bir adam: “Hadi gidelim artık, torunum beni bekler.” Dedi ve ardından saatine baktı, “45 dakikadır burada bekliyoruz.”

48


isterken son sözünü duydu. “Enver’den kaçan Bulgar süvarileri gibi hızla geçiyor ömür…” Subayın, yalnız vatan için atan kalbi durmuş, gözleri kapanmıştı O sırada minibüsün içinden kirli sakallı orta yaşlarda bir adam koşarak olay yerine geldi ve ağlayarak durumu izah etti: “Ben o cüzdanı çaldım ve kadın bağırınca korkup subayın yanındaki çantaya attım. Çünkü aranmayacağından emindim. Şimdi ise müteessir oldum. Katil oldum. Lütfen beni tutuklayın… Lütfen, bir subayı öldürdüm. Yaşayacak yüzüm kalmadı, tutuklayın…” Aynı şeyleri söyleyerek ağlıyordu. Ağladı, ağladı, ağladı. Sonunda nefes kesildi…

49


FotoÄ&#x;raf: Emel Beyaz

50

Emel Beyaz


“Sevgiyi derinden hissedebildiğin ve sevil- çiçeğin inceliğinden bile nerelere savrulurdu? meye müsaade ettiğin bir yıl olması dileğiy- Güzeli ve iyiyi var eden; bakılan yer değil, le...” bakan gözdü. Bakmak, öylece bakmak deBu cümle; bir sene önce soğuk bir günde, ğildi kuşkusuz. Bir çocuğa bakar gibi; kişi armağan edilen küçük boş bir defterin ilk yaşamını besleyip, büyütüp, yetiştirmeliydi. sayfasına yazılı olan cümleydi ve eline aldığı Ancak bataklıkta çiçek açmayacağını bilir, bataklık görünce gücü kurutmaya yetmeyekalemle o cümlenin altına şunları yazmıştı: cekse uzak dururdu. Yalın doğadan karmaşa “Kelebek? Sevmek için kendime karşı biçen gözler bile yenik düşüp; yalın ve çıplak kendimle ettiğim savaşın özverili çabalarımın olana teslim olurdu. Olaylara değer biçip öyküsü olsun. Sıradan ancak ‘sevgi dolu’ anlamlandıran kişinin kendisi ise; kişi kendibitsin. İnsanlara ve dünyaya karşı öfkemin, ne her koşulda önünde sonunda payına bir küskünlüğümün ve kırgınlığımın yerini yeni- mutluluk biçebilirdi. Mutluluğu elde edilecek den içimdeki çocuğun inatçı sevgisi alsın... bir nesne olarak görüp sığlaştırmazdı, mutlu Umudu kalmasa da...” olurdu... İçindeki fırtınayı, yine içinde barınan Bulutların arasında saklambaç oynayan dinginlikle boğardı. Esenlik, kişinin baktığıngüneşi izleyen gözleri dalgın ve düşünceliydi. da değil; bakışındaydı... Çölde susuz kalmak Tıpkı güneşin bulutların ardına saklandığı zor, su varken susuzluğu giderememek ise çagibi, yüzünde gülümseyişinin ardına sakla- resiz bir acı... Kişinin, çölünü de, susuzluğunu dığı hüzünlü bir ifade vardı. Elinde ise artık da aşması gerekti... Sıradan anları, her gün boş olmayan o küçük defteri vardı. Bir şeyleri yaşanılanı farklı kılacak olan insanın kendi anlamış ve görmüş olmanın hüznüne güçlü bir gönlü değil miydi? Evet, insan varlığı hep erinç kondurmuştu. Yaşamı, sevgiyi kavramak aynı döngünün içindeydi, ancak döngünün böyle bir şeydi; içinde tek bir duyguyu barın- içindeki insanlar aynı değildi. Her gün aynı dıracak kadar sığ değillerdi. Kişinin anladık- güneş doğsa da her gün başka yaşanılabilirça ve kavradıkça öfkesi diniyordu. Alev alev di... Yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan bir yanan göğsü, bir süre sonra kor kor yanıyor- sürü insan var; ancak her “kişi” eğer kendisini du. Yine yanıyordu, için için yanıyordu. An- yaşama yürekliliğini gösterirse başkaydı. cak yandığı için öfke duymuyordu. İçindeki İnsanlardan çok doğayla konuşurdu. o ateşle yanmadan ve yakmadan yaşamayı Kuşlarla şarkı söyler, rüzgârla dans eder, öğreniyordu. yağmurla ağlar, göğe sarılır ona sığınırdı. Göğe odaklanan bakışlarını önce pen- Islak bakışları kimsesiz kaldığında, göğe bakceresinin tam karşısındaki yapraklarının ço- tığında gök onu alıp bağrına basıyormuş gibi ğunluğu dökülmüş olan ağaca, sonra yerde hissederdi. Göğe sıkı sıkı sarılırdı. Tek sıkı sürüklenen yapraklarına yöneltti... Bir dön- sıkı sarıldığı gök değildi kuşkusuz. Anneciği, günün daha tamamlanmak üzere olduğunu onun biriciğiydi. Güçsüz düşmedikçe, annedüşündü... Bir yıl daha geçmişti... İnsanlar ciğine acıyla sarılmazdı. Annesine ancak ve yasını siyah ile tutuyordu, doğa ise henüz ancak sevgiyle sarılırdı. Annesi de tüm sıcakyağmamış olan bembeyaz kar ile. Beyaz lığı ve şefkatiyle bir anda kızının gizli yaralaörtü her şeyin üstünü örtüyor gibi görünse de, rını iyileştirirdi. Kızı usulca yatardı dizlerine. doğa belki de en çıplak en yalın haline bü- Annesi saçlarını okşardı... Islak bakışlarını rünüyordu. İşte döngü burada sonlanıyor ve defterine yöneltti ve defterinin sayfalarını çetam da burada başlıyordu... Doğa görebilen virdi... Göğe bakarken duyumsadığı o güçlü ve duyabilen için başlı başına en büyük öğ- sevgiyi doğuran kaynağı buldu... retmendi. Kişi önünde apaçık serili inceliklere “Zamanı sevgiyle ölçmeyi öğrendiysem; dönüp bir baksaydı... Şeytan ayrıntıda gizli- annemin, filizlendireceğim sevgi tohumlarını dir diyenler, ayrıntıda ya da derinde sadece özenle, şefkatle gönlüme ekmesi sayesindesorun ve kötülük olmadığını bilmiyordu. Ne dir. Büyüdüm, onlarla büyüdüm, onları büyütyazık! İnci tanesi de okyanusun derinliklerin- tüm. Yangınlar çıktı. Yeni tohumlar ekmesini de oluşmaz mıydı? Denizin dalgası, yüzeyi öğrendim. Gönlümde kocaman bir ormanıgüzel de derini güzel değil miydi? Kişi, bir mız var...”

51


Zamanı, akrep ve yelkovanın durmaksızın birbirini kovalayışı ile ölçmezdi. Zamanı, kimi zaman bir ağacın gövdesiyle, kimi zaman yere düşen yapraklarla, kimi zaman bir çift gözün eteklerinde neşe ya da üzüntüyle birikmiş çizgilerle; kimi zaman el ele yürüyen yaşlı bir çiftin ağır adımlarıyla, kimi zaman bir dedenin ya da ninenin torununun elinden tutuşuyla ölçerdi... Ona göre akan zaman değildi, zamanın içinde akan insandı... İnsan yaşarsa zaman akardı... Oysa şimdi zamanı dondurmak, durdurmak istiyorlardı. İnsan eskimez, eğer gerçekten insan ise yaşar, yaşlanır, olgunlaşır ve en sonunda kendi anlamını ve değerini kurmuş olurdu. Görünüşler dünyasının tozlu sayfalarına ancak o zaman karışmazdı. Ancak o zaman akrep ve yelkovan onu öğütüp un ufak edemezdi. Gözlerinde ışıldayan henüz baharı gelmemiş körpe umutlarıyla, başını kaldırıp sonbaharla örselenmiş ağaca yeniden baktı... “Acılar birikiyor eteklerinde, çırılçıplak kalıyorsun karşılarında. Her bir acı, bir bir köklerine karışıyor, derinlerine işliyor. Sen bir başına dimdik ayakta kalıyorsun. Niye hâlâ kuru dallarını, baharda yeşeren dallarını değil de gövdeni görsünler diye bekliyorsun? Dağ gibi olsun gönlün. Dağ gibi dayansın. Dağ gibi yüce olsun. Yüce gönüllü ol kimsenin gönlünü ezme, dayanıklı ol kimseye gönlünü ezdirme. Bahar gelecek kuşkusuz, yaprakların yeşerecek. O yeşeren yapraklarına bakanlar, kaç sonbahar geçirdiğini bilmeyecek belki ancak gövdeni görenler... Sonbaharlarını da ilkbaharlarını da görecek... Biraz acı, biraz mutluluk. Bütünüyle hayat. Mutluluk biçmek öyle kolay değil... Bağrı yanık günlerin ucundan yeni günlerin düşlerini tutuşturuvermezsek, başka türlü bu yaşamda üşümemek güç. Sevgi olmasaydı, bu dünya çok soğuk olurdu! Sevgi çağıldağında, gözyaşları unutulur! Sevgi, bu dünyada elimize verilen biricik ve güçlü bir sihirli değnek gibi! Dokunduğunu güzelleştiriyor ve iyileştiriyor... Bu yaşamı yaşanılır kılacak biricik sonsuz kaynak ve bu yaşamda bu sihrin en kutlu koruyucuları: çocuklar. En başta kendi içimdeki çocuğu gördüm. Sonra diğerlerini... İnsan en başta kendi yüreğinin elinden tuttu mu bir kez; sonrası hep sevgi işte. Saydam görünen yağmur taneleri değil mi

52

gökkuşağını içinde barındırıp da bir güneşle açığa çıkaran... Kişinin içinde, kuytu köşesinde kalmış belki hiç farkında bile olmadığı o gökkuşağı da ışığını bulunca çıkar kuşkusuz... Işığına göre değişir görünen... Kimisine hiç görünmez. Kimisine meltem, kimisine fırtına... İçimdeki çocuk küstüğünde, onu bu yaşam koşullarında tüketmektense; o çocuğun peşinden gittim. O çocuğun elini bırakmadım... Sevmek, umut etmektir. Adı üstünde umut. Gerçekten beslenmez, gerçekleşme olasılığından da. İnsanın gönlünden beslenir. Umut, güneşin ne zaman doğacağını bilmeden ve hatta belki de doğmayacağını bilerek de güneşi unutmamak, ona inanmak ve onu beklemektir. Seversen umudun tükenmez. Bilmek ya da biliş yaşamak için zorunlu bir yetenek değil. Ancak sevmek, sezmek, duyumsamak yaşam için kaçınılmaz bir gereklilik. Bisiklet binmeyi seviyorsan, önceliğin bisikletle nereye gideceğin olmaz, bisikleti sürebilmek olur. Yaşam da böyledir; yaşamı sevdiğinde ne yaşarsan yaşa devam edersin. Yaşamı sev. Kendini sev. Yaşamı yaşa, kendini yaşat. Şimdi derin bir soluk al. Göğe bak. Ne kadar da engin... Kim bilir kaç umut saklı göğün bağrında. Kim bilir ne güçlü bir yürek var göğsünde... Durmaksızın, her şeye karşın yine de sevecek, yine de umut edecek...” Akşam olmak üzereydi... Gün batımının o tatlı, sevimli ama hüzünlü turuncusu; göğün bağrından derdiği güller gibiydi... Gök, ufkun yollarına güller döküyordu... Anneannesinin balkonunda her akşam bıkmadan güneşin batışını izlemeyi özlemişti. Her akşam, gün batımı göğün yüzünde farklı parmak izleri bırakırdı... Titredi. Bir rüzgâr esiyor, belki de esmiyordu. Yalnızca o üşüyordu. Bazen öylesine yoğun duygular içerisindeki oluyordu ki insan; sıcak esen bir meltem bile onu üşütecekken, fırtınaya yakalanırdı. Doğanın güzelliklerinden yoksun, güneşin doğuşunu batışını görmeden; sabah oluyor, akşam oluyor, günler geçiyordu... Yaşamak bu değildi... İnsanın kendisini gerekliliklerden ve zorunluluklardan ibaret bir yaşama bırakması; yaşamak değil tutsaklık olmaz mıydı? Tüm çirkinliklere ve kötülüklere karşın yine de güzel yalıtılmış bir yaşam alanı kurmuştu kendine. Başka türlü dayanması güçtü. Bir gün güzelin ve iyinin egemen olduğu kendini yalıtmak durumunda


kalmadığı bir toplumun bireyi olma hazzını yaşamayı umsa da bunun güzel bir düş olduğunu biliyordu. Haklı çıkmanın kavgası için ömrün kısa olduğunu, kavga ettikçe de yolundan olduğunu düşünüyordu... Sevgi en büyük zayıflık olabildiği gibi, en büyük güç de olabilirdi... Ancak sev(e)memek her koşulda zayıflık değil miydi? Sevdi. Yazgısını sevdi. ‘Kaderini sev.’ Bu cümleyi ilk okuduğunda razı oluş sanmıştı. Oysa şimdi... Bu cümleyi gerçekten anladığında, tam olarak anlatılamayacağını biliyordu. “Fırtına çıktığında onun yönünü değiştirmek için savaşmaya kalkacağım yerde, fırtınanın beni götürdüğü yerde savaşmış olmalıydım.” cümlesinin altını bunun için kalınca çizmişti... Hiçbir seçim bir sonraki seçimi ya da hiçbir ayrılık bir sonraki ayrılığı kolaylaştırmıyor, aksine zorlaştırıyordu. Her şeyin bir süreci vardı ve beklemek belki de durmaksızın inatla çabalamaktan çok daha fazla güçlü olmayı gerektiriyordu. Bir sene önce boş olarak armağan edilen, sayfaları kimi zaman gözyaşından buruşmuş, kimi zaman mutluluğu konuk etmiş o küçük görünümlü büyük defterini eline aldı. Bu sene uzun süre sonra satırlar dışında da yaşadığını duyumsadı ve yazdı: “İnsan yoluna devam ediyor da şu ‘anlaşılmak’ neden ölüm kalım meselesi olmaktan çıkmıyor, anlamıyorsun değil mi? Hep en zayıf yanındı. İnsanlar seni anlar bakışlarla bakınca hemen kanardın, hemen güvenirdin. Ah be küçük kız! Hâlâ büyüyemedin. Kitaplarla hayatı yaşadığını sandın, yaşadığın kitaplardı. Bir zamanlar gönlünle yaşardın. Kırıldı, un ufak oldu. Yerine aklını koydun. Sonra aklın dedi ki: “Bu yaşam yalnız ben(akıl) ile anlamlı olmaz.” Aklınla okuduklarını, gönlünle okumayı sökmeye karar verdin... Sanki iki türlü biliş vardı. Kitap okurken 2+2=4 diyorsun, yaşarken o ikileri buluyorsun, topluyorsun tam dört ettim derken bir eksiliyorsun, biri iki etmeyi öğreniyorsun, 2+2=4’ü yaşıyorsun, 4’ü bilmekle kalmıyorsun onun varoluşunu kavrıyorsun... Bilmek başka, yaşamak başka. Biliş olmadan yaşam eksik kalır, yaşam olmadan da biliş yavan kalır. Yoruluyorsun, göğün bağrına uzanıveriyorsun... Gökle tutuşuveriyorsun, gökle kararıveriyorsun... Sonra gökle yıldızları topluyorsun bağrında... Ve “ay” doğuyor... Ay’ın hep aynı yüzünü

görebildiğimizi ve hiç görmediğimiz bir yüzü olduğunu anımsıyorsun. Bazı derinliklere herkesin soluğu yetmiyor. Görmüyorlar. Nasıl da çırpınıyordun. Normal olmak için, içini ve derinlerinde büyüttüklerini göstermek için. Anladın ki; kör olanı görmüyor diye suçlayamazsın, ona sitem edemezsin. Şarkı sözünün dediği gibi: ‘Daha güçlü, daha sakin Daha mutlu, daha suskun Daha olgun, daha kırgın Daha yalnız, daha yorgun’ Sonra bir gün, sevdin. Çok sevdin. Çok özledin. Güneş göğün bağrına sığınırken, ufukta ona kavuşmak için geçecek tüm gün batımlarının kızıllığını gözlerinde biriktirdin. Gelmedi. Yol, kimini kavuşturur, kimini de uzaklaştırırdı. Hayat da yol gibi değil miydi? Ne anlam yüklersen o anlamı, ruhunla hangi biçimi verirsen o biçimi alıyor. Özgün durumuna dokunulmadığında, onu kavramak kişi için olanaksız; kavramak için ona dokunduğunda -yani onu yaşadığında- ise onu görmek istediğin gibi görmek kaçınılmaz... Gün batımının yalın ancak engin kızıllığı nasıl da gönlünü kavuruyordu... Çıplak gerçekler yalın ancak ne kadar da ağır ve derin... Kişi hep kolaylaştırmak için, kendi algılarıyla anlayabilmek için; çıplak olanı giydirir, derin olanı sığlaştırırdı... Kişi okyanusa açılmıyorsa elinde bir bardak suyu olur, bir bardak okyanusu olmaz. Koca okyanusta boğulmaya korkan insan gider bir kaşık suda da boğulurdu. Kimi sevgilerinde yenik düştün. Ancak kimileri öncekinden de güçlü. Hele biri var ki; o sana ömrünün en güzel armağanı. Gerçekleşen en güzel rüyan. Korkma! Yine ve yeniden doğ. Korkma! Beckett’in dediği gibi “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil.” Her gün, umutla ve sevgiyle yeniden doğ... Eğer istersen, bir umut, bin korkuyu yenebilir. İyi ki varsın... Bunu yaşa(t)! Sev... Sevil… Sanıyor musun ki bana nefes aldıran bir tek benim kalbimdir?” Armağan edilen o küçük defter artık boş değildi. Küçük de değildi. Kişiye armağan edilen yaşam da, görünüşte küçük olan o boş defter gibiydi... Anlamlı kılmak kişiye kalmıştı...

53


KURBAGA KUBI

Sultan Kılıç Küçük kurbağa Kubi ailesiyle birlikte “Vıraklı Göl” ülkesinde bir sazlıkta yaşıyormuş. Kubi kendisi küçük ama hayalleri büyük olan bir kurbağaymış. Onun yaşadığı ülkede küçük kurbağaların büyünce hangi mesleği seçeceğine aileleri karar verirmiş. Çünkü çocuklarıyla ilgili en iyi kararları kendilerinin vermelerinin daha doğru olacağını düşünürlermiş. Kubi bu ülkedeki diğer kurbağalardan biraz farklıymış. O, ailesinin seçtiği işi yapmak istediğinden pek emin değilmiş. Bu ülkedeki genç kurbağaların aileleri çocuklarının genellikle Vıraklı Göl Müzik Korosu’nda işe başlamasını istermiş. Bunun için de çocuklarına çok küçük yaşta müzik dersi aldırmaya başlarlarmış. Kubi’nin ailesi yavrularının onların istediği mesleği kabul edeceğinden çok eminmiş. Bu yüzden diğer tüm aileler gibi çocuklarına sormadan en iyi eğitimi veren öğretmenlerle görüşmeye başlamışlar bile. Kubi başta onları kırmak istemediği için hiçbir şey söyleyememiş. Ama sonra daha fazla dayanamayıp

54


onlarla konuşmaya karar vermiş. Bir gün ceKubi, Papi ve Pipa hemencecik arkadaş olsaretini toplamış ve ailesine: muşlar. Kubi onlara birlikte bir grup kurmayı Anneciğim ve babacığım biliyorum, benim ve beraber seyahat etmeyi önermiş. İki küçük için hep en iyi olanı istiyorsunuz ve bunun için kurbağa buna çok sevinmişler. Kubi arkadaşuğraşıyorsunuz. Ama ben hayatımı sadece bir larına: yerde şarkı söyleyerek geçirmek istemiyorum. Hayallerimin peşinden koşmak, bisikletime binip akordeonumdan çıkan güzel sesleri gittiğim her yerde dinletmek istiyorum. Bu dünyada severek yaptığım bir mesleğim olsun istiyorum. Lütfen beni anlamaya çalışın, demiş.

Önce birlikte çalmayı öğrenmeli, yeni ve daha güzel şarkılar üretebilmeliyiz bunun için de biraz çalışmaya ihtiyacımız var, demiş.

Kubi için bu kararı vermek hiç de kolay değilmiş. Kalbi heyecanla çarpıyormuş. Korkularına engel olmaya, hiçbir şey düşünmemeye çalışmış. Eğer küçük bir şüphe yaşasaymış cesareti kırılabilirmiş ama o asla vazgeçmemiş daha bir hızla çevirmiş bisikletinin pedallarını.

arkadaşlarına:

Böylece üç arkadaş Şırıltılı Göl ülkesindeki en tenha sazlıklara giderek orada çalışmaya başlamışlar. Bu üç müzik aleti birlikte çalındıKubi’nin sözlerini duyan ailesi ne diye- ğında çok güzel melodiler çıkarabiliyormuş. ceklerini bilememiş. Zaten onlar ne derse Zamanla yaptıkları müziğin sesini duyanlar desin Kubi kararını çoktan vermiş. Yiyecek onları dinlemeye gelmeye başlamış. Ünleri torbasını, kıyafetlerini tabi ki de akordeonu- kısa zamanda “Vıraklı Göl” ve “Cıraklı Göl” nu, kırmızı bisikletinin sepetine atmış ve yola ülkelerine de ulaşmış. koyulmuş bile. Kubi bu grubun bu kadar sevilmesi üzerine Benimle Vıraklı Göl’e gelir misiniz? Ailemin ve diğer kurbağaların neler başarabildiğimi görmelerini ve onların düşüncelerini öğrenmek istiyorum.

Papi ve Pipa arkadaşlarını kırmamışlar ve hep birlikte Vıraklı Göl ülkesine gitmişler. Uzun süre pedal çevirdikten sonra önce Orada çok büyük bir sevgiyle ve kalabalıkla kendi yaşadığı yere benzeyen bir göl kena- karşılanmışlar. Kalabalığın en önünde de rına gelmiş. O ülkenin adı da “Cıraklı Göl” Kubi’nin ailesi varmış. Birbirlerine sevgi ve müş. Orada hemen yeni arkadaşlar edinmiş. özlemle sarılmışlar. Anne ve babası: Onlara akordeonuyla çok güzel ezgiler dinKubi’ciğim seninle gurur duyuyoruz. Seletmiş. Karşılığında da bu ülkedekiler ona nin isteklerini önemsemediğimiz, bencillik yiyecek, para ve kalacak yer vermişler. Kubi hem sevdiği işi yapmış hem de para kazan- yaptığımız için bizi affedebilecek misin? mış. Burada birkaç gün dinlendikten sonra Görüyoruz ki sen sevdiğin işi yapıyorsun ve tekrar yola koyulmuş çünkü müziğini tanıtabi- çok mutlusun. Seni böyle görmek bizi de çok leceği daha çok kişi varmış. Elbet kendisi gibi mutlu etti. İyi ki vazgeçmemişsin bu kararından. Demişler. farklı olan birileriyle tanışacakmış. Zaten Kubi de onlara küs değilmiş. AilesiKubi’nin ikinci durağı “Şırıltılı Göl” ülkesiymiş. Yine bu ülkedeki kurbağalara da ni tekrar kucaklamış ve akşam en kalabalık akordeonunu çalmış. O kadar güzel şarkılar konserlerini vermişler. Artık tüm kurbağa ülçalmış ki tüm kurbağalar büyülenmiş gibi kelerinin tanıdığı meşhur bir grupmuş onlar. onu dinlemişler. Burada da çok iyi paralar Bu üç arkadaş hayallerinin peşinden gitmeye kazanmış Kubi. Aynı zamanda da kendisi cesaret edemeyen tüm kurbağalara başarılagibi müzik aleti çalmaktan hoşlanan iki kurba- rıyla örnek olmuşlar. ğayla tanışmış. Kubi’nin anlattıkları onlara da cesaret vermiş. Bu kurbağalardan birinin adı Pipa diğeri ise Papi imiş. Pipa gitar, Papi ise saksafon çalıyormuş.

Çocuk Edebiyatı Atölyesi/ Şubat, 2020

55


56

TANIK OLDUĞUM SAVAŞ

Hilal Gül


Kahpe gerçeklerden uzakta olduğumu dâhi bilmeden ‘’Tepenin Üzerinde Parlayan Şehir’de piknik yapıyorum. Sepetimde meyveler, abur cuburlar ve birkaç farklı içecek var. Her birini nasıl içeceğimi daha bilmeden ve hangisinin zehir hangisinin hayat olduğunu umursamadan dikiyorum şişeleri, diplerini görüyorum. Hükümdarların ellerinde oyuncak olan ve tarihin akışını etkileyen bir toprak var altımda. Ellerimi toprağa sürünce kırmızı bir sıvıya bulanıyor ve çeker çekmez kuruyorlar. Bisikletlerde kadınlar, erkekler geçiyorlar önümden. Bir yandan kocaman bir ailenin en küçük çocuğunun taşıdığı yükü görüp alnındaki teri siliyor bir yandan tüfeği tutukluk yapan bir askerin önüne atılıp ona siper oluyorum. Ateşin nerden geldiği belirsiz. Gökten yağan havan mermileri kafamda patlayacakken paraşütleri açılıyor, kurtuluyorlar. Çingene kızları geceleri karton kutuların üzerinde yatıyor, buldukları çaputları başının altına yastık ediyorlar. Alkolik evsizler sataşıyorlar kızlara. Ancak bu göbekli adamlar adım atacak hâlleri kalmadığı için bir kaldırımın üstünde sızıp kalıyor. Bu benim iyimserliğim, görmezden gelişimdir kötülükleri. Geceleri bekçiler düdükleri ile uykularını bölüyor bu adamların.

Kurşunlar belli bir yüksekliğe kavuştuktan sonra havai fişeklere dönüşüyor ve gökyüzünde bir cümbüş ortaya çıkarıyor. Bunu fark edince dikkatim dağılıyor ve gaydamı bir kenara bırakıp yükselmeye başlıyorum. Oysa o kadar çok içmişim ki yükseldiğimi sanıyorum. Yere yatıp kaldığımı gören seyirciler yüzüme şöyle bir bakınıp dağılmış olmalılar.

Kısaca size kendimden bahsetmek istemem ancak az çok bir fikir sahibi olmak herkesin hakkıdır. Siz okuyucular daha fazlasını henüz hak etmiyorsunuz. Yaklaşık 1.60 boylarındaki cılız bedenimi karlı bir tepe misali beyaz saçlarım süslüyor. İnce, uzun bir yüzüm var. Upuzun kirpiklerimin altında kemerli bir burnum olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Bana kalırsa kollarımın bedenime göre uzun oluşu bir yetenek bahşedildiğini gösteriyor. Genel olarak güleç olan yüzümün altında ne kadar nefret dolu bir ben yattığına beni görseniz inanmazsınız. Ne kadar çok sinirlensem de sesimi çıkarabildiğim pek söylenemez. Eh, güç her devrin sesi olmuştur. Yoksa ya kelleni ya mideni alıverirler de şuncacık hayatına doyamadan nalları dikersin. Yaşamın kıymetini iyi bilirim. Ah, adımı söylemeyi unuttum. Adım Benjamin. Buralarda oldukça Penceremden izliyorum. Hafif araladığım yaygın kullanılan bir isim. İsimler belki de perde bana eski bir tarihi gösteriyor. Sanki kaya kadar kalıcıdır. Sadece söylüyorsun ve hükümdarım değişen dinime direnmiş, dua dil ölse de insana koyulan bir isim ölmüyor. ettiğim Tanrı’ya yabancılaşmışım ve tarihî bir Muhtemelen benim ismim de hayal edemeyeana denk gelmişim gibi uyanıyorum sabahla- ceğim kadar uzun süre yaşayacaktır. rı. Bu gün topraklarımı kontrol altına alanlarSerildiğim topraktan kalkıp eve doğru yüdan çok şey öğreniyorum. Bir başıma özgür rümeye niyetleniyorum. Öylesine çok çiçek bir şekilde yaşayamayacağımı bildiren Tanrı açmış ki çiğnememek elde değil. Papatyagibi askerler buralara geliyor. Aralarında lar, çiğdemler, laleler hatta bir arada ve bu henüz ne erler var ne subaylar ancak hayatta coğrafyada yaşaması pek mümkün olmayan kalmanın sırrını çözmüş bir bilgi var içlerinde. çiçekler bile yan yana açmış. Adımlarımı Benim henüz bunu çözmeme belki iki yüzyıl kocaman atmaya çalışsam da yaşım geçtikçe var hatta daha fazla… Kılıçlarını bir tutuşları, dünyayı turlayacak kadar kocaman adımatlarına bir binişler var ki; cehennem ayaklan- lar atamayacağımı öğreniyorum. Gittikçe mış dörtnala koşuyor sanırsın. O sırada ben azalıyor mu, artıyor mu anlayamadığım bir tüm savaş naralarına kulak tıkayarak elimde zaman tüneli içerisinde başım döne döne bir gayda, boynumda bir hac ile dinleyici evime varmayı umarken milyonlarca kez toplamaya çalışıyorum. Çaldıkça insanlar kayboluyorum. Çiçeklerden ucu bucağı etrafımda toplanıyorlar, terim alnımdan akı- görünmeyen yol yavaş yavaş düz bir toprak yor ve boğazım kuruyor. Bana eşlik etmek olmaya başlıyor. Yol kenarında bir tabelada isteyenler havaya birkaç boş atış yapıyorlar. ‘‘Akıl kendi mekânın yaratır, kendi başına

57


cehennemi cennete, cenneti cehenneme çevirebilir.’’ cümlesinin yazılı olduğunu görüyorum, bir anlam veremiyorum. O eğlenceli, güleç, sorunsuz ve kafasına göre yolun nasıl olur da çorak bir toprak olduğunu aklım almasa da kabul ediyorum. Nihayetinde geçen andan sonra dönme şansımız yok geri. Uçurum; yuvarlanan bir toprak parçasını kara delik içerisine çeker gibi, çekiyor ömrümüzü. Bedenimin saydamlığı dikkatimi çekiyor bu sırada. Etim adeta şeffaf bir deriye dönüşmüş ve tüm organlarım canlı canlı görünür hâle gelmiş. Ellerimden damarlarımı takip etmeye başlıyor ve tüm vücudumu dolaşmasını dikkatle inceliyorum. Zaman geçtikçe ve ben yürüdükçe çorak toprak yolda kalbimin karardığını görüyorum. O ilk beyazlığından eser kalmıyor. Geriye bakıyor ancak göremiyorum. Sonsuz bir yolda yürüme fikrinin dehşet verici korkusu ile nefesim hızlanıyor. Koşar adım bir gerçeklik görebilmek adına devam ediyorum. Yaşamın vazgeçilmezliği beni durup, öylece durup bir son beklemekten alıkoyuyor. Koşa koşa yolun biteceğine olan inancım beni yanıltmamış ola ki çorak toprakların bittiği yolda iki kişi ile karşılaşıyorum. Gördüğüm kişilerden biri 50 yaşlarında, ağarmış saçları ile bir simitçi amca. Gidip evimi aradığımı ve çok aç olduğumu söylüyorum. Amca bir simit ile beni uğurluyor. Diğer gördüğüm kişi ise bir kadın. Kadın bardaklara doldurduğu suları dağıtıyor gibi bir hâlde masanın başında bekliyor. Ona da durumumu anlatacak oluyorum ki daha ağzımı açmadan bir bardak su uzatıyor. Gayet ciddi yüz ifadesinden korkup suyu bir dikişte içiyorum. Bardağı elimden alıyor ve yüzüme hiç bakmadan arkasını dönüp gidiyor. Kadının bu tavırları içtiğim şeyden şüpheye düşmeme sebep oluyor diye düşünürken ufak bir baygınlık geçireceğimi dönen başımdan anlayıp, kendimi toprağa bırakıyorum. Baygınlığım esnasında bu topraklardaki tüm kötülükleri tek tek rüyamda görüyorum. Cinayetler, tecavüzler, alaylar, aşağılamalar, savaşlar ve aklınıza gelebilecek tüm kötülükleri... Rüyamda tüm bu gördüklerim nihayetinde deliriyorum. Uyandığımda ise aklımı kaybetmemiş olmanın verdiği sevinçle Tanrı’ya şükrediyorum. Yanıma daha önce hiç görmediğim bir çocuk koşarak geliyor ve elime bir not bırakıyor. Notta ‘’Kâbusların bile karşısında kaçıştığı bu yaşananlara dayanmanın sırrı, içtiğin suda gizlidir.’ yazıyor. ‘‘Merhamet Dinliler’’e içirmek için bana bu iksiri veren kadını aramaya

58


başlıyorum. O sırada bedenimin şeffaflığını fark edip kahkahaya boğulan ahaliyi hiç umursamıyorum. Karşımda bir kolonya dükkânı görüyorum. İçimden bir ses buraya girmemi söylüyor dükkâna yöneliyorum. İçeride her biri diğerine karışmış olan binbir çeşit koku var. İçtiğim su bunlardan biri olsa bile ayırt edebilmem imkânsız gözüküyor derken dükkan sahibi beni selamlıyor. Buralara yabancı olduğumu anlayınca nereden geldiğimi, kim olduğumu sormaya başlıyor. Cevaplarım onu tatmin etmiyor. Nereden geldiğimi unutmuş olmam insanlarda şüphe oluşturmaya başlıyor. Başlı başına çelişkiler ile dolu aklım içtiğim bir yalan iksir ile hayatta kalabiliyor. Dükkân birden insanlarla dolup taşıyor. İki kişinin kendi arasında bu rüyadan artık ne zaman uyanacaklarını, burada çok mutsuz olduklarını, bir mehdinin geleceği dedikodularına artık inanmadıklarını söylüyorlar. Onları biraz daha dinleyince anlıyorum ki bu yaşadığım kimsenin çıkamadığı, herkesin hapsolduğu bir rüya. ‘‘Tabi ya! Yoksa bu kadar gerçek dışı olayı nasıl yaşayabilirdim?’’ diye kendi kendime konuşuyorum. İnsanların bu rüyaya nasıl girdiklerini öğrenmek için onlarla biraz sohbet kuruyorum. Kimi bir rüyaya uyanmış kimi ise en başından beri burada doğmuş. Burada doğup uyanmayı bekleyenlerin, diğerlerinden bir farkı var; onlar daha mutlular. Bu rüyadaki yaşamlarının uyandıktan sonraki yaşam için bir sınav olduğunu düşünüyorlar. Ve o günün gelmesi için bol bol gerçekliğe şükrediyor, O’nun için ibadet ediyorlar. Sonradan buraya gelenler ise diğerlerinden bunu gizliyorlar. Bana verilmiş olan bu bilgi nereden geliyor anlamıyorum ancak biliyorum. Dükkândan çaktırmadan çıkıp sokaklarda yürümeye başlıyorum. Kar serpiştiriyor. Hâla kuzeyde olmalıyım. Ellerim ve burnum donuyor. Bir çocuk koşarak yanıma geliyor ve elime bir not bırakıp kaçıyor. Evet, evet, şu iksirin ne işe yaradığını anlatan notu getiren çocuğun ta kendisi bu. Notta ‘‘Nefes al, nefes ver. Nefes al nefes ver.’’ yazıyor. Üç kere derin derin nefes alıp veriyorum. Bir üç

kere daha... Bir sahilde buluyorum kendimi. İsmim Tresias. İnsanlar sahile ip gibi dizilmiş hep bir ağızdan denize nazır şiir okuyorlar. Daha önce hiç duymadığım bu şiirin kime ait olduğunu hiç tahmin edemiyorum. Hiç, hiç, hiç... ‘’Ey bu cehennemin dibinde yaşayan Güçler Kaos ve Eski Gece Buraya casusluk yapmak ve Diyarınızın sırlarını öğrenmek için Gelmedim, ama ışığa giden yolda bu karanlık çölde giderken sizin büyük diyarınıza rastladım yalnızım rehberim yok yarı kaybolmuş gibiyim sizin karanlık diyarınızın sınırlarıyla beni yönlendirin bir yol gösterin bana cennetin birleştiği yere giden yolu ararım: Ya da bana Semavi Kralın son zamanlarda bulduğu yeni bir yer gösterin Beni yönlendirin bir yol gösterin bana Ben buralarda kaybolursam sizin bir yararınız olmaz bundan, Sizin hiçbir şeyinizi zorla alacak durumda değilim Yapamam bunu bir kez daha söylüyorum Eski Gece, Sancağını dik tüm avantajlar sizlerin olacaktır. Ben intikam almak istiyorum!’’

1

Bir çocuğun beni işaret etmesiyle tüm insanlar dönüp bana bakıyor birden. Her bir çift göz, bedenimde bir delik açıyor. Beynimin kıvrımlarında sisli bir yolculuktayım. Bu varlık, tüm bu bakışlar ruhuma düşen bir ateş... Yeniden doğarken ölüyorum. Yığılıp kalıyorum çöl kumlu bir sahilin kıyısında ve suya karışan bedenim okyanusları aşıp verdiği savaşı unutup, öldürüyor milyonlarca kez başka kıtaları. 1 Milton, John, Kayıp Cennet 49. S

59


Doğu Türkistan Tarihsel ve Stratejik Önemi Hamit Berat Kaya Giriş

ve yerine getirmelidir, aksi takdirde sahipsiz Tarih boyunca dünyanın birçok bölgesinde görülen Doğu Türkistanlı soydaş ve dindaşlaMüslümanlar zulüm ve soykırım ile imtihan rımızın yaşadığı zulüm artarak devam edeedilmiştir. Günümüzde ise hala benzer soy- cektir. Doğu Türkistan’ın Tarihsel Önemi kırımlar yaşanmaktadır. Yaklaşık 70 yıldır devam eden Çin’in Doğu Türkistan zulmü ise Doğu Türkistan bölgesinin hakimiyeti geçbunların en acı örneklerinden birini teşkil et- mişte Türk boyları tarafında çeşitli dönemlermektedir. Uygur Türklerinin yaşadığı, önemli de el değiştirmiştir. Hunlar bunların başında kömür ve petrol kaynaklarını barındıran ve de gelir ve bölgede uzun süre hakimiyet kurmuşÇin’in Batı’ya açılan çıkış kapısı Doğu Türkis- lardır. Bu durum Çinliler tarafından olumsuz tan’da uzun yıllardır Çin mezalimi yaşanmak- karşılanmış bunun neticesinde, Çinliler ve tadır. Çinliler tarafından Müslüman Türklerin Türkler bölgeye hâkim olmak adına sık sık dinlerini yaşamaları, dillerini kullanmaları ve karşı karşıya gelmişlerdir. Karahanlılar dökültürlerini yaşatmaları engellenmektedir. As- neminde Müslüman olan bölge daha sonra lında Çin hükümetinin baskısı altında tutulan Müslüman-Türk beyliklerinin yerleşim yeri Doğu Türkistan’da esas amacın bölgeyi Müs- olmaya devam etmiştir.1 lüman Uygur Türklerinden arındırmak, onları Çin’in korku rejimi, zulümleri ve işkenceleri yok etmek yani Türkleri soykırıma tabi tutmak olduğu açıktır. İnsan Hakları İzleme Örgütü 1755 yılında bölgenin tamamını işgal ettikten tarafından 2013’te yayımlanan rapora göre, sonra başlamıştır. Bu zulümler devam ederÇin’in bölgede yaygın bir ayrımcılık, dini ken Çin karşısında yeni devletler kurulmaya faaliyetlere yönelik baskı, artan bir kültürel çalışılsa da bunlar uzun ömürlü olamamıştır. ve etnik sindirme politikası uyguladığı ifade Nihayetinde 1876 yılında Çin Mançu Devedilmiştir. Ancak Çin’in Birleşmiş Milletler leti tarafından tamamen kontrol altına alınan Güvenlik Konseyindeki (BMGK) konumu, ulus- Doğu Türkistan 1884’te ‘yeni sömürge’, ‘yeni lararası politikadaki ekonomik ve siyasi gücü sınır’, ‘yeni kazanılan yer’ anlamlarına gelen 2 bu bölgede yaşanan zulümlerin görmezlikten (Xınjiang) Sincan adıyla Çin’e bağlanmıştır. gelinmesine sebep olmaktadır. Bu yaşanan 20. yüzyıl Doğu Türkistan bağımsızlık hazulümlerin bitirilmesi başta uluslararası ör- reketleri ve ayaklanmalara sahne olmuştur. gütler olmak üzere uluslararası kamuoyunun Bu ayaklanmalar sonucunda, 1933’te Dotamamının asli görevidir. Türkiye tarafından ğu-İslam Türk Cumhuriyeti ilan edilmiş ancak birçok uluslararası mecrada konu gündeme Sovyet Rusya’nın da etkisi ile kısa sürede Çin getirilmeye çalışılsa da bu çabalar yeterli olamamıştır. Bu bağlamda başta İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) olmak üzere bütün İslam dünyası üzerine düşen görevi biran önce hatırlamalı

60

1 Avcı, E. (2018). “Doğu Türkistan Sorunu,” Bilge Adamlar Stratejik Araştırma Merkezi, BİLGESAM Analiz, Doğu Asya ve Pasifik No. 1391. 2 Çalışkan, A. O. (2005). “Siyasette Liberalleşme Yok: Doğu Türkistan Sorunu”, (Ed. Fatma Sel Turhan), Küresel Güçler, İstanbul: Küre Yayınları.


tarafından tekrar işgale uğramış ve yıkılmıştır. Sovyetler kendi içinde bulunan farklı etnik gruplara, Doğu Türkistan’ın bağımsızlığının örnek teşkil etmesi tehlikesi ile, Uygur Türklerinin kendi devletlerini kurmalarına karşı çıkmış ve kurulan devletin ortadan kaldırılmasına destek olmuştur.

bir ticaret geçiş noktasında bulunur. Türkistan bölgesinde jeostratejik açıdan önemli bir konuma sahip olan Doğu Türkistan aynı zamanda “İpek Yolu” nun da merkezinde yer almaktadır. Bununla beraber Çin’in dünyaya açılan kapısı olan bölge Çin’in Avrasya’ya hâkim olmasının da anahtarı konumundadır.4

1944 yılında bu defa adı “Doğu Türkistan Cumhuriyeti” olan bir devlet ilan edilmiştir. Ancak bu devletin de lideri SSCB’nin organize ettiği bir suikast sonucunda şehit edilmiştir. Çin taraftarı bir politika izleyen Rusya, Doğu Türkistan’ın Çin tarafından işgal edilmesine de karşı durmamış bilakis 1949’da Çin’in Doğu Türkistan’ı işgal etmesini desteklemiştir. Bu işgalin ardından 1955’te bölge Sincan (Xinjiang) Uygur Özerk Bölgesi adıyla Çin’e bağlı beş özerk bölgeden biri haline gelmiştir.3 Bu tarihten itibaren bölgenin kaderi Çin elinde bırakılmış ve Çin’in baskıcı politikaları Uygur Türkleri’ nin aleyhinde olmuştur. Çin Halk Cumhuriyet,’nin gittikçe sertleştirdiği politikaları yüzünden Doğu Türkistan bölgesi uzun zamandır insanlık dramıyla dünya gündeminde yer almaktadır. Ancak uluslararası kamuoyu bu zulümler karşısında sessizliğini korumakta ve herhangi bir tepki vermemektedir. Bu durumu fırsat olarak gören Çin “etnik asimilasyon” politikasını sertleştirerek uygulamaya devam etmektedir.

Uygur Türklerinin yaşadığı Doğu Türkistan bahsedilen stratejik konumu açısından birçok anlamda (siyasi, ekonomik...) oldukça önemlidir. Ancak bölgenin önemi sadece dünya üzerindeki konumundan kaynaklanmamaktadır. Doğu Türkistan oldukça önemli yer altı kaynaklarını da barındırmaktadır. Önemli miktarda petrol, altın ve bakır yataklarına sahip olan bölge aynı zamanda önemli miktarda bir yün üreticisidir.5 Bu da kalabalık bir nüfusu barındıran Çin sanayisi için oldukça değerlidir.

Jeostratejik açıdan oldukça ehemmiyetli bir yerde olan Doğu Türkistan, bütün bunların yanı sıra, petrol, volfram (silah sanayisinde kullanılan önemli bir maden), altın, gümüş, platin, kömür ve uranyum gibi stratejik ham maddeler ve sayısız yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip bir bölgedir. Bütün Çin’de çıkarılan 148 çeşit madenin sadece 124’ü bu bölgeden çıkmaktadır. Bununla beraber, Çin’in petrol rezervlerinin yüzde 25’ini (Karamay Bölgesi, Kumul-Turfan Bölgesi, TaklamaDoğu Türkistan’ın Stratejik Önemi kan Çölü), doğal gaz rezervlerinin ise yüzde Halford Mackinder tarafından dünyanın 28’ini6 (17,4 trilyon metreküp) barındırmakcoğrafi ve tarihi merkezi olarak kabul edi- tadır. Sahip olduğu bütün bu kaynaklar da len, zengin doğal kaynaklara sahip dev bir Çin’in ilgisinin tamamen neden bu bölgeye güç olan Avrasya “dünya siyasetinin ekseni” yöneldiğini açık bir şekilde göstermektedir. olma özelliğini taşımaktadır. Aynı zamanda Doğu Türkistan Çin’in toplam topraklarının Mackinder’in Heartland teorisine göre Avras- altıda birine denk gelmekle beraber; coğrafi ya ana karasını, özellikle de buranın merkezi konumu, yer üstü ile yeraltı kaynakları ve Türkistan’ı kontrol eden bir güç bütün dünyayı stratejik önemi Çin için hayati önem arz etkontrol eder. Doğu Türkistan ise jeopolitik açı- mektedir. Bu bağlamda Çin bölge üzerindeki dan Türkistan coğrafyasının stratejik bir par- hâkimiyetini giderek arttırmak ve bölgedeki çası olması hasebiyle Çin’in elinden bırakmak 4 Ahmetbeyoğlu, A. (2011). “Orta Asya Satrancında Doğu Türkistan’ın Önemi” Türk Yurdu Dergisi, Yıl 100, istemediği bir bölgedir. Bölge aynı zamanda, No. 287. Doğu ile batı arasında bir köprü olan, çeşitli 5 Bhattacharya, A. (2003). “Conceptualising Uyghur Separatism in Chinese Nationalism”, Strategic Analysis,27 medeniyetlere ev sahipliği yapmış ve önemli 3 Çalışkan, A. O. (2005). “Siyasette Liberalleşme Yok: Doğu Türkistan Sorunu”, (Ed. Fatma Sel Turhan), Küresel Güçler, İstanbul: Küre Yayınları.

(3) 6 Ahmetbeyoğlu, A. (2011). “Orta Asya Satrancında Doğu Türkistan’ın Önemi” Türk Yurdu Dergisi, Yıl 100, No. 287.

61


Türk Uygur nüfusunu olabildiğinde etkisiz hale getirmeyi amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda çok ciddi asimilasyon politikaları benimsemektedir. Aynı zamanda ekonomisi hızlı bir şekilde büyüyen Çin’in aynı oranda enerji ihtiyacı da artmaktadır. Bu da Çin’i dışa bağımlı hale getirmektedir. Ancak Doğu Türkistan’ın sahip olduğu zengin yeraltı kaynakları Çin’in bu bağımlılığını önemli miktarda azaltacak kapasitededir.

yunu harekete geçmekten alıkoymaktadır. Bu durum da devletlerin, uluslararası örgütlerin ve dolayısıyla uluslararası kamuoyunun asıl görevlerinden birini yani insan haklarını muhafaza etme görevini yerine getiremediğinin ispatıdır.

Uluslararası hukuk kapsamında bugün Doğu Türkistan’daki zulmü dindirmek için birçok adım atılabilecekken, devletler Çin ile olan doğrudan ya da dolaylı ekonomik Sonuç ilişkilerinin zarar görmemesi adına bu adımUygur Türkleri uzun zamandır çok ciddi in- lardan hiçbirini atamamaktadır. Bugün dünya san hakları ihlalleri ile karşı karşıyadır. 1949 üzerinde Türk yurtları olarak diyebileceğimiz yılında Komünist Çin hâkimiyetine geçen ve bölgelerde çok ciddi zulümler yaşanmaya Çin’in özerk bölgelerinden biri olan Doğu devam etmektedir. Doğu Türkistan ise bu yurtTürkistan o tarihten bu yana Çin zulmünü ların en fazla acı çekenidir ve Türk varlığının yaşamaktadır. Çin baskısı Uluslararası Af Ör- devamı için bir an önce harekete geçilmelidir. gütü olmak üzere birçok uluslararası örgütün Kaynakça raporlarında belirtilmiştir. Çin insan hakları Avcı, E. (2018). “Doğu Türkistan Sorunu,” ihlallerinde ise dünyada ilk sırada bulunmak- Bilge Adamlar Stratejik Araştırma Merkezi, BİLtadır Tibet ve İç Moğolistan dahil olmak üzere GESAM Analiz, Doğu Asya ve Pasifik No. 1391. Çin hakimiyeti altında bulunan topraklar içinÇalışkan, A. O. (2005). “Siyasette Liberalleşde Doğu Türkistan, siyasi suçlulara idam ce7 me Yok: Doğu Türkistan Sorunu”, (Ed. Fatma Sel zasının uygulanmakta olduğu tek bölgedir. Doğu Türkistan sahip olduğu özelliklerden dolayı Çin’in ilgisini çekmiş ancak bu durum ne yazık ki bölge halkı için hiçte olumlu sonuçlar doğurmamıştır. Doğu Türkistan; stratejik konumu, yer altı kaynakları ve geniş yerleşim alanları ile Çin’in tamamen hâkim olmak istediği bir bölgedir. Çin de bu amacını gerçekleştirmek için ilk olarak Doğu Türkistan’ın asıl sahiplerini bölgeden uzaklaştırma yolunu seçmiştir. Bu doğrultuda Çin çok katı bir asimilasyon politikası benimsemiş ve Doğu Türkistan’daki Uygur Türklerini bölgeden tamamen izole etmeyi amaçlamıştır. Bölgenin asıl sahibi olan Uygur Türkleri ise bu katı politikalar karşısında uzun yıllardır direndiği için zulüm görmeye devam etmektedir. Çin’in Doğu Türkistan üzerindeki bu asimile politikası ve mezalimi karşısında uluslararası kamuoyunun aslında çok önemli görev ve sorumlulukları vardır. Ancak Çin’in güçlü ekonomik ve siyasi varlığı uluslararası kamuo7 People’s Republic of China-Gross Violations of Human Rights in the Xinjiang Uighur Autonomus Region, Uluslararası Af Örgütü (http://www.amnesty.org)

62

Turhan), Küresel Güçler, İstanbul: Küre Yayınları.

Ahmetbeyoğlu, A. (2011). “Orta Asya Satrancında Doğu Türkistan’ın Önemi” Türk Yurdu Dergisi, Yıl 100, No. 287. Bhattacharya, A. (2003). “Conceptualising Uyghur Separatism in Chinese Nationalism”, Strategic Analysis,27 (3) http://www.idsa.in/system/ files/strategicanalysis_abhattacharya_0903. pdf&a=bi&pagenumber=1& w=100 (Erişim Tarihi: 05.02.2020). People’s Republic of China-Gross Violations of Human Rights in the Xinjiang Uighur Autonomus Region, Uluslararası Af Örgütü (http://www.amnesty.org) (Erişim Tarihi: 06.02.2020).


OKUMALARI

KIRKTUĞ

BUGÜNE KADAR NE OKUDUK

63


KIRKTUĞ OKUMALARI

TATAR ÇÖLÜ Nermin Fatma Gülcük

“Bütün muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” Lev Tolstoy

yerin burası olmadığını düşünür. Kalenin bir penceresinden sonsuzluğa uzanıyormuş hissi veren çöle baktıktan sonra ise artık kalenin Drogo’nun muhteşem hikayesi de “Subay ve çölün büyüsüne kapılmıştır. Her ne kadar çıkan Giovanni Drogo, ilk atandığı yer olan bunu bilmese de koca bir ömrün hikayesi DroBastiani Kalesi’ne gitmek üzere kenti bir Eylül go’nun teğmen olarak kalede kalmayı kabul etmesiyle başlar. sabahı terk etti.” şeklinde başlıyor. Drogo kalenin tüm rutinine alışır. Geldiği Giovanni Drogo’nun muhteşem hikayesi dünyayı ve alışkanlıklarını unutur. Onu ilk başlar ve o kaleye yürüdükçe okuyucu da gece rahatsız eden su sesi bile ilerleyen günkendi içine doğru yürür. lerde rahatsız etmez olur. Hayaller kurar ve Drogo kaleye; beklentilerine, hayallerine bu hayallere inanır. Düşman gelecek ve o tüm hapsoldukça okuyucu da vicdanına hapsolur. kahramanlığını gösterecektir. Kaledeki diğer Okuyucuya oldukça iyi empati yaptıran herkes gibi Tatar Çölü’nden gelecek olan bir roman Tatar Çölü. Kırktuğ Okumaları vesi- düşmanlarını beklemeye başlar. lesi ile biz de Aralık ayında kendi içimize bir Bekler... Bekler... yolculuk yapmış olduk. Yıllar geçer ancak ne bir kahramanlık yaGelin önce kitabı özetleyelim. şanmış ne de düşman gelmiştir. Teğmen Drogo, Bastiani Kalesi’ne vardıkDrogo yaşlanır. Rütbesi artar, kaleden tan sonra bu kalede kalamayacağını, istediği gönderdiği insan sayısı artar, tecrübesi artar

64


ancak o kalede, düşmanı ve göstereceği kahramanlığı beklemektedir. Düşman gelecektir, buna her şeyi ile inanmaktadır o. Yıllar sonra büyüdüğü yere kısa bir ziyarete gider ancak artık oraya ait olmadığını görür. Ne annesi ne sevdiği kadın artık ona ait değillerdir. Her hikayenin sonu olan ölüm gelip çattığında Giovanni Drogo ne yıllarını geri alabilir ne hayallerini ne de beklenen düşmanı. Kısaca özetlediğim romanımızı okurken benim aklıma her ne kadar anlatmak istediği konu biraz daha farklı olsa da Kavafis’in “Barbarları Beklerken” şiiri gelmişti. Neden bu beklenmedik şaşkınlık, bu kargaşa? (Nasıl da asıldı yüzü herkesin!) Neden böyle hızla boşalıyor sokaklarla alanlar, Neden herkes dalgın dönüyor evine? Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi. Ve sınır boyundan dönen habercilere göre, Barbarlar diye kimseler yokmuş artık. Şiirimizde barbarları değerli kılan daima gelecek olmalarıdır. Onların gelecek olması, bekleyenlerin hayatına anlam verir. Gelmeleri ya da gelmemelerinin mahiyeti esasında yoktur. Bekleniliyor olmalarıdır önemli olan. Tatar Çölü’nde de kaledeki herkes buna tutunmuştur; çölden Tatarların gelecek olmasına. Buna en çok inananlardan biri de Drogo’dur. Romanın sonunda Tatarlar gelmiş midir gelmemiş mi aslında bunun pek önemi yok sonuçta Drogo ömrünü bunu bekleyerek tüketmiştir. Karakterlerden ayrıntılı olarak bahsetmeyeceğim ancak romanda Drogo haricinde birçok ilginç karakter bulunduğunu da belirtmeliyim. Bana göre Angustina adlı asker, romanın en sembolik karakterlerinden biridir. Düşmanı olmadığı için kahramanlığı da olmayan Bastiani Kalesi’nin aslında doğaya karşı savaşıp bunu kaybetmiş tek askeridir Angustina. Kimbilir belki de kalenin tek kahramanı olmuştur diyebiliriz. Kafkaesk romanın en önemli örneklerinden kabul edilen Tatar Çölü insanın; amaç, beklenti ve heveslerini başlıca metaforlarla okuyucuya sunar. Tatar Çölü’nde kale, çöl ve pelerin en sağlam metaforlardır diyebilirim. Kale ve çöl için okuyan herkes belli anlamlar sunabilir. Beklenti, hayal, düşman,hayat gibi birçok anlam yüklenebilir ancak pelerin biraz saklanmış bir metafor olmuş bana kalırsa. Kaleye geldikten sonra kale terzisinden kendisine bir pelerin dikmesini isteyen Drogo, gelirken giydiği ve geldiği dünyaya ait olan pelerini pek beğenmez olur ve terzinin kale modasına göre diktiği pelerini giyer. Giydikten sonra ise duruşu ve tavrı değişir sanki kaleye biraz daha ait olur. Sanki bu pelerin daha güzel havalanmaktadır kalede. Tam kaleye göredir. Drogo’daki değişimi ve kaleye ait olmayı gösterir pelerin. Ait olmak romanda gizli ve kilit bir kavram diyebilirim. Drogo teğmen olarak Bastiani Kalesi’ne doğru yola çıktığında muhteşem hikâyesi başlamış; pelerini giydiğinde, su sesine alıştığında, düşmanın geleceğine inanıp beklemeye başladığında kaleye ait olmuştur. Şimdi biz de dönüp biraz düşünelim. Bizim hikayemiz nasıl başlıyor ve biz nereye ve hangi beklentilere ait olmuşuz ?

65


O T FO

66

Ü K Y Ö -


67


41.Tuğ

Çocuk Akademisi ile Tiyatro Üzerine Söyleşi Fotoğraf : Elif Özel

Ceren Nur Çetin

1.Kırktuğ Çocuk Okumaları nasıl baş- minik liderinin gerçek yaşamda g üçlü deneyimler edinmelerini sağlayarak yapladı? 2. yılını dolduran çalışmanın nasıl baş- mayı amaçladık. ladığını ve nasıl bir noktaya geldiğini düşününce yüzümde ve kalbimde oluşan tebessüm paha biçilemez. 2 yıl önce Göktürk’ün düzenli kitap okuması için fikir alışverişi yaparken sadece Göktürk değil bütün çocuklarımızla neden ilgilenmeyelim sorusunun cevabı olan Kırktuğ Çocuk Akademisi’nin temelini atmıştık. 2.Çocuklarla tiyatro yapmaya nasıl karar verdiniz?

Kırktuğ Çocuk Okumaları’nın ardından küçük bir drama atölyesi kurduk. Hayali bir atölyede hayali roller üstlendil. Hayali deneyimlerimizle minik kıvılcımlar başlamıştı. O kıvılcımları hissettikçe iç huzurum ve iç motivasyonum o kadar attı ki! Devamında da “Neden çocuk tiyatrosu sahnelemiyoruz ki?” sorusu zihnimde canlandı. İtiraf etmeliyim ki ben bile devamında sahnede gördüğüm başarıyı hayal edememiştim. Ki zaten aslında bu fikri ilk ortaya attığımda bazı çocuklarımızın da ailelerinin gerçekçi bulmadığını fark ettim. Belki en nihayetinde dernekteki çocuklar basit roller üstlenir ve bir iki taklit yaparlar beklenti olarak yeterliydi.

Çalışmayı nasıl yapmalıyız? Aşamaları neler olmalı? Bu aşamalarla neleri hedeflemeliyiz? İlk önce çocuklarımızın dıştan güdülenmelerini sağlamayı hedefleyerek iç motivasyonlarını canlandırdık. Her ay 3.Provalarda ve son olarak sahnede bir lider çocuk seçmemiz onları bir anlamda gerçek yaşama hazırlamayı hedef- neler yaşadınız? Bu süreçte hissettikleriliyor. Bunu da kitap okuma alışkanlığını nizi ve düşüncelerinizi bizimle paylaşır kazanan, zihinsel sınırlarını genişleten mısınız?

68


Hiç unutmuyorum, çocuklara ilk bu düşüncemi söylediğimde çocukların heyecanlarını unutmuyorum. Minik yeteneklerimden bir tanesi Elif o gün beni 3-4 kez aramıştı. Bu geri dönüşler beni de en az onlar kadar heyecanlandırıyordu. Bir çocuğumuzun hayatına dokunmayı amaçlarken, kar topu etkisiyle Kırktuğ Çocuk Kulübü’ne dâhil olan olmayan bütün çocuklarımızın ve ailelerimizin heyecanını görmek muhteşem bir duyguydu.

parçası olmak tarif edilemez.

32 yıldır hayatımın hiçbir döneminde böyle birliktelikler yaşamadım. Düşünün ki burada 2 yaşından 60 yaşına, kadından erkeğe, öğrenciden akademisyene, profesörüne, herkes bu ortamda çok değerli. Gecenin bir yarısı kendi evine gittiğin rahatlıkla gidebileceğin bir sürü evinin olması lüksü paha biçilemez. Bu duyguyu sadece bu ortamda deneyimledim. Evrende belki de böyle bir oluşum başka bir 15 Aralık’ta herkesin canla başla ha- zaman diliminde oluşmayacak. zırlıklara katılması, Elif-Ecrin kardeşlerin 4.Çocuk Akademisi olarak ileriye yönesabahın erken saatinde arayıp “Ceren lik planlarınız nelerdir ? abla, biz de yardıma gelelim” demesi, Çocuk Akademisiyle planım var mı şöyGöktürk’ün hasta hasta sahneye çıkması unutulmaz! Hepsi bütün enerjilerini ve en le .. Aralık ayı kitap okumamızda 2035 güzel performanslarını son gün sahnede yılında çocuk akademisindeki çocuklar gösterip herkesi kendilerine hayran bırak- kendilerini nerede görüyor adlı bir mektup yazdık ve bu mektuplar kapalı bir zarfta tılar. derneğimizin duvarında okunacağı zamaO gün sahnede belki insanların bir nı bekliyor... 2035 te okuyacağımız bu kısmı sadece ağustos böceği, tilki, karın- mektuplar en güzel şekilde cevaplanacak calar izlediler. Ben orada 2030-2040 sorumuzu cevaplandıracak .. Özellikle yıllarının kadın Cumhurbaşkanını, başarılı kendim cevap vermiyorum... En güzel cebilim adamlarını, kendisini gerçekleştirmiş vapları mektuplarla çocuklarımız verdi ... profesörlerini, vatanına hizmet etmek için Canım minik lider çocuklarım Elif Ecrin, çalışan hekimini, hâkimini, savcısını, eğiGöktürk, Yiğit, Buğlem, Sungur, Mehlika, timcisini izledim. Hüma, Gökçeşah, Bazen düşününce ilginç geliyor. Ama Selcen, İlteriş, Bilge her birine sevgimi iyi ki böyle bir oluşumun içindeyim. İlk derneğe geldiğimde Göktürk 1,5-2 yaş- yolluyorum.. İyi ki varlar hep varolsun milarındaydı. Sabah uyanır uyanmaz evin nik tuğlar… içinde daha Ceren bile diyemeden gelip Ayrıca tiyatro çalışmasında desteklerini yanıma yatıp uyuması daha dün gibi esirgemeyen Alparslan,Saniye,Duygu,İgözlerimin önünde. Elif-Ecrin ufacıktı ve rem kardeşlerime çok teşekkür ediyorum Buğlem henüz kreşe gidiyordu. Bugün işte bu minikler büyüdüler ve birlikte kitap okuyup gelecekteki hayallerini tartıştığımız bireyler haline geldiler. Onlarla birlikte kurulan duygusal bağlar ailelerle birleşti, ortak yaşantılar ve değerli kardeşlikler edindik. Tuba ablamız küçük anne rolünü 12 yıldır eksiksiz hissettiriyor. Diğer abi, abla, kardeşlerle birlikte büyük bir ailenin

69


Günümüz Gençleri Arasında Görülen İki Hastalık Hakkında Elif Bilge Yelok

Hikokomori Nedir? Daha çok Japonya’da görülen bu hastalığın adı hikokomoridir. Bu terim, “elini ayağını çekmek”, “geri çekilmek” ve “hapsolmak” anlamlarına gelir. Bu kişilerin büyük bir kısmını da gençler oluşturmaktadır. Hikokomori hastalığının psikolojik temelli olduğu düşünülmektedir. Bu hastalar gün boyunca temel ihtiyaçları dışında odasından çıkmazlar. Bu hastalıktan korunma yolu yoktur. Teknoloji Bağımlılığı Nedir? Teknolojinin insan hayatına getirdiği sayısız faydalar vardır. Ancak kişinin teknoloji kullanımı üzerinde teknolojiyi ölçüsüz ve sınırsız kullanması çok ciddi zararlara sebep olabilir. Telefon, bilgisayar, akıllı cihazlar ve oyun konsolları gibi dijital aygıtların, aşırı ve kontrolsüz kullanımı sonucunda ortaya çıkan bir bağımlılık çeşididir. Teknoloji Bağımlılığının Fiziksel Zararları Gözlerde yanma Hâlsizlik Kişisel sorunlar, aile ve okul sorunları Zamanı idare etmede başarısızlık Uyku bozuklukları Yeme bozuklukları (iştahsızlık, az yeme vb.) Teknoloji Bağımlılığından Nasıl Korunabiliriz? Günlük internet kullanım saatlerini değiştirilmeli, Yapılması istenilen ama buna fırsat bulunamayan faaliyetler bir deftere yazılmalıdır.

70


İnternete girmek için yoğun istek oluştuğunda bu yazılanlardan birisi yapılmalı, Sosyal gruplar oluşturma çerçevesinde arkadaşlık ilişkileri desteklenmeli, arkadaşlarla bir araya gelme aktiviteleri planlanmalı, Bilgisayar kullanımını kontrol edilmeli ve çocuğun/gencin sanal ortamdaki arkadaşları tanınmalı, Bilgisayarlarda güvenli internet uygulamalarının olmasına özen gösterilmeli. Teknoloji Bağımlısı Olmamak İçin Ne Yapmamalı? Akıllı telefon, tablet vb. gibi aletleri çocukları teselli etmek, susturmak için asla kullanmayın. Çocukların kontrolsüz ve uzun süre internet kullanmasına izin vermeyin. Yemek ve çay saatlerinde bilgisayar başındaki çocuğa servis yapmayın, size katılmasını sağlayın. Hikokomori ve Teknoloji Bağımlılığının Benzerlikleri ve Farklılıkları Açıkçası çok fazla farklılıkları yoktur. Sadece 1 veya 2 tane farklılıkları vardır. Benzerlikleri şunlardır: Kişinin temel ihtiyaçları dışında odasından çıkmaması, aile içi sıkıntılar, başarısının düşmesi. Farklılıkları şu şekilde sıralanabilir: Adları, teknoloji bağımlılığından korunma ihtimali mevcutken aynı şey hikokomori için geçerli olmaması. KAYNAKÇA https://eksisozluk.com/hikikomori--1468126 http://yumurtaliekmek.com/ https://wmaraci.com/

71


Ă–lmez Bu Hareket

Ă–lmez Bu Dava 72


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook

Articles inside

Geleceğimizden Sesler Günümüz Gençleri Arasında Görülen

1min
pages 70-72

41.Tuğ Çocuk Akademisi ile Tiyatro Üzerine Söyleşi Ceren Nur Çetin

3min
pages 68-69

Kırktuğ Okumaları Tatar Çölü Üzerine / Nermin Fatma Gülcük

3min
pages 64-65

Doğu Türkistan Stratejik ve Tarihsel Önemi / Hamit Berat Kaya

7min
pages 60-63

Tanık Olduğum Savaş / Hilal Gül

7min
pages 56-59

Firak / Ataman Kalebozan

8min
pages 40-44

İhtiyal ve İhtifal / Asım Nedim

5min
pages 46-49

Kurbağa Kubi / Sultan Kılıç

3min
pages 54-55

Zamanın Elini Bırakmak / Sema Karakurt

2min
pages 38-39

Armağan / Emel Beyaz

8min
pages 50-53

Demokrasinin Demosu / Burak Akdağ

4min
pages 36-37

Gece, Aşk ve Ölüm / Salih Samir Acar

0
page 45

Kader / Azize Kaya

6min
pages 32-35

Osman Düşünce Dünyası / Asım Onur Sayın

9min
pages 14-18

Çerçeveyi Kırmak / Babil İkra

7min
pages 28-31

Söyleşi Prof. Dr. Abdürreşit Celil Karluk ile Türk Pınarının Kurutulmaya Çalışılan Kaynağı Doğu Türkistan

15min
pages 20-25

Dağlara Buğday Serpin / Tuğba Dinç

2min
page 13

Günlüklerinden Hareketle Cavid Bey’e Dair Birkaç Not / Alperen Gökçe

8min
pages 6-9

Evet, İsyan! / Lily

2min
pages 26-27

İnsanlığın Sınırları / Hamza Agahoğlu

5min
pages 10-12

Gözlerimden Akan Bir Hikayesin / Sema Tanrıverdi Ersöz

0
page 19
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.