9 minute read
Osman Düşünce Dünyası / Asım Onur Sayın
Osmanlı Düşünce Dünyası
Advertisement
Asım Onur Sayın
Yazar: Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay
Yayınevi: Akçağ
Basım Yılı ve Yeri: 2.Baskı / Ankara-2011
Sayfa Sayısı: 320
ISBN: 978-975-338-676-9 Felsefeyle ilgili yazılmış eserlerin birçoğunda Osmanlı’nın adına, düşünce yapısına pek sık rastlanmamaktadır. Felsefe ile uğraşan öğrencilerin, hocaların, yazarların ve hatta ilim insanlarının bazılarında Osmanlı döneminde felsefi faaliyetlerin olmadığı, felsefi düşünce yapısının ortaya çıkmadığıyla ilgili kanaatler yaygındır. Peki, gerçekten bu doğru mudur? Osmanlı’da hiçbir dönemde düşünce faaliyetleri yapılmamış mıdır? İşte bu soruyu cevaplandırmayı amaç edinen nadide eserlerden
birisi de Süleyman Hayri Bolay’ın Osmanlı Düşünce Dünyası adlı kitabıdır. Özellikle Osmanlı Düşüncesi, Türk Düşüncesi, İslam Düşüncesi üzerine yazdığı eserleriyle tanınan Bolay, Osmanlı Düşüncesi ile ilgili hazırladığı bu eserinde Osmanlı’da ilim hayatından, düşünce hayatından ve felsefe faaliyetlerinden bahsetmiştir. Giriş bölümü de dâhil olmak üzere 13 bölümden oluşan bu nitelikli eser, Osmanlı’da düşünce hayatı olup olmadığını öğrenme noktasında okurlarının yoluna ışık tutmaktadır. Ben de bu eserin tamamı olmasa bile, kanaatimce önemli gördüğüm kısımları inceleyip sizlere aktarmayı uygun buldum. Yazar, eserinin Osmanlı ve Türk Düşüncesinin Ufukları ve Sınırları başlığını taşıyan giriş bölümünde, ‘’Osmanlı Düşüncesi’’ ve ‘’Türk Düşüncesi’’ kavramlarının sınırlarını belirler.
‘’Osmanlı Düşüncesi’’ kavramını Taşköprülüzade’nin Şakayık-ı Numaniye adlı eserinden alıntılayarak açıklayan yazar, Osmanlı hanedanının idaresi altındaki bölgede ortaya çıkan düşünce şekilleri olarak tanımlarken; ‘’Türk Düşüncesi’’ kavramını, Türkçe yazan veya yazmayan, Türk asıllı olan veya olmayan, fakat şöyle ya da böyle Türk düşünce hayatını etkilemiş veya Türk düşünce hayatından etkilenerek fikir eserleri vermiş kişilerin ortaya koyduğu düşünce olarak tanımlar. Yani buna göre, Osmanlı sınırları dışında Türkçe yazmış bir yazar, Türk düşüncesi içinde değerlendirilebilirken, Osmanlı düşüncesi içerisinde değerlendirilmemektedir. Yazarın bu tanımlarına uygun olarak Ali Şir Nevai örnek gösterilebilir. Çağatay Türkçesi ile şiirler yazdığı için Türk düşünürü olarak değerlendirilebilen Nevai, Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisinde yaşamadığı için Osmanlı düşünürü olarak değerlendirilemez. Osmanlıdan Önceki Zemin başlığını taşıyan ilk bölümde yazar, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesiyle beraber Bizanslı âlimlerin İstanbul’dan kaçmaları ve bu kaçmanın sonucu olarak Rönesans’ı başlatmaları meselesini ele alıyor. Böyle bir iddianın doğru olsa bile, çağ açıp çağ kapatan bir komutan için söylenemeyeceğini dile getiren yazar, bu iddiaların gençlerin kafasını bulandırdığını, Osmanlı Devleti’nin bilim düşmanı olduğunu düşünmelerine sebep olacağını söylüyor.
Tabii daha sonra, ‘’Bizans’ta bilim olsaydı, yıkılmazdı.’’ diyen yazar, bu noktada Batılı
yazarların eserlerinden ve o dönemi anlatan doktora tezlerinden örnekler vererek bu savını kanıtlama cihetine gidiyor. Özellikle meşhur bilim tarihçisi Sarton’un ‘’Yunanca konuşan ilim adamlarının kendi atalarının görüşlerini yeniden keşfetmek için Arap ve İranlıların tesirine ihtiyaç duyacak kadar aşağı bir seviyede bulunduklarını düşünmek üzüntü vericidir.’’ sözünü burada örnek olarak göstermesi, benim şahsi kanaatime göre de, Bizans’taki ilmin Osmanlı ile beraber değil de Osmanlı’dan önce bittiğini kanıtlama noktasında güzel bir örnek teşkil etmiştir.
Bizans’tan İtalya’ya Rönesans’ı başlatma maksadıyla giden âlimlerin kimler olduğunu ve bu âlimlerin belli başlı fikirlerini kısaca özetleyen yazar, onların aslında İtalya’ya hiçbir şey götürmediklerini, götürmeye çalıştıkları fikirlerin orijinal olmadıklarını yine Batılı yazarlardan örnekler göstererek açıklıyor. Gitmelerinin sebebinin hiçbir zaman Rönesans’ı başlatmak olmadığını söyleyen yazar, ‘’ilimden anladığımız bu mudur? ’’ diyerek okurlarının bunu sorgulamasına yardımcı oluyor.
İkinci bölümde, Osmanlının Düşünce Dinamikleri başlığıyla karşımıza çıkan yazar burada, Osmanlı Devleti’nin, Selçuklu Devleti’nin fikrî, ilmî ve kültürel mirası üzerine kurulduğunu, Selçukluların da diğer İslam ve İslam öncesi toplulukların kültür ve fikir inançlarından yararlandığını, dolayısıyla Osmanlının düşüncesinin farklı kültürlerle harmanlanıp bir yere geldiğini anlatıyor. Bu farklı kültürlerin harmanlanmasıyla, sağlam bir dinî inanç ve bu inançtan destek alan bir dünya görüşü; dolayısıyla evrene, tabiata, insanlığa iyimser bir bakış, idare ettiği farklı grupları Allah’ın bir emaneti olarak görme anlayışının Osmanlı’da mevcut olduğunu da gözler önüne seriyor.
Özellikle İslam öncesi dönemde Gök Tanrı’nın hükümdara kut vermesi, güç vermesi gibi konuların Osmanlı’da da devam ettirildiğini ifade eden yazar, ‘’Kızıl Elma’’ motifinin kaynağının da burada yattığını söylüyor. Dolayısıyla Osmanlı düşünce dinamikleri deyince akıllara, cihan hakimiyeti, nizam-ı âlem, devlet-i ebed müddet ideali, Kur’an da yüzlerce ayette tavsiye edilen ‘’akıl etme’’, ‘’İyilikte yarışınız’’ emri ve ‘’Hikmet, mü’minin yitiğidir, nerede bulursa alır.’’ mealindeki araştırmayı ve tefekkürü tavsiye eden birçok hadis-i şerifin geldiğini söyleyen yazar, bunların aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin temelini oluşturduğunun da bilgisini veriyor.
Burada alt başlık olarak belirttiği Fetih Ruhu ve Diyalektik konusuyla yazar, fethin Osmanlı’daki anlamını sorgulamaktadır. Osmanlı’da fetih kelimesinin askeri başarıdan ziyade yeni bir oluşumu, yeni bir yapılanmayı ihtiva ettiğini söyleyen yazar, İstanbul’un fethini örnek göstererek, bu fethin anlamının bir şehrin alınmasından çok daha ötede olduğunu belirtmiştir. Bunu kanıtlamak için Yahya Kemal’in “Yeniçeriye Gazel” isimli şiirinden beyitler veren yazar, bu beyitlerin askerlerin maneviyatlarını yükselttiğine değinmiş ve dolayısıyla fetih ruhunun manevi huzurla birleşince daha büyük bir anlam kazandığına işaret etmiştir.
Ey leşker-i müfettihu’l - ebvab vur bugün Feth-i mübini zamin o tebşir aşkına Vur Deyr-i küfrün üstüne rekz-i Hilal için Gelmiş o şehsuvar-ı cihangir aşkına Düşsün çelengi Rum’un, eğilsin ser-i Frenk Vur Türk’ü gönderen Yed-i Takdir aşkına Sen savletinle vur ki açılsın bu surlar Feth-i hücum içindeki Tekbir aşkına Yukarıda zikredilen bu beyti okuyucularına sunan yazar, Yahya Kemal’in, ‘’Ey yeni kapılar açan, ülkeler fetheden asker! Bu mübarek fethi garanti eden ilahi müjde aşkına, küfrün kilisesi üzerine hilali kazımak için gelmiş olan cihan fetheden bu hükümdar aşkına, Bizans’ın çelenginin düşmesi, Freng’in başının eğilmesi için Türk’ü gönderen Yüce Kudret aşkına, surların açılması için hücum fecri içindeki Tekbir aşkına son gücüyle vurmasını’’ istediğini, şiirin Türkçe açıklamasını yaparak, fetih ruhunun maneviyatını göstermiştir.
Yazar, Osmanlıda Düşünce ve Felsefe Hayatı başlığı taşıyan üçüncü bölümde, önce Kapıkulu Meselesini ele alıyor. Osmanlı bilim insanlarının, âlimlerinin kapıkulu olduğu düşüncesiyle yola çıkanların, ‘’Osmanlı’da bilim ve düşünce hayatı yoktur.’’ demelerini şiddetle eleştiren yazar, bu duruma Yunan’dan ve Batı’dan örnekler veriyor. Aristoteles gibi büyük bir filozofun eserlerinde köleleri yok saymasına ya da özellikle Batı’da Ortaçağ Hıristiyan dünyasında Aziz Augustinus, Aziz Thomas, Petrus Abelardus gibi bilim insanlarının kiliseye hizmet etmelerine veya Leibniz’in lüks hayat içerisinde kütüphane müdürlüğü yapmasına, Hegel’in Prusya İmparatorluğu’nun resmi filozofu olarak atanmasına atıflarda bulunan yazar, bu gibi durumların sadece Osmanlı’da değil, Batı’da da olduğunu gözler önüne seriyor ve Batı’dan filozof çıkıp, Osmanlı’dan filozof çıkmayacağını söyleyenlere karşı bir cevap veriyor.
Yine bu bölümde alt başlık olarak belirttiği Felsefi Tavır ve Felsefeye Karşı Tavır konusuyla birlikte ‘’Osmanlı’da felsefi tavır var mıdır?’’ sorusunun cevabını arayan yazar, felsefi tavrın kısaca tanımını yaptıktan sonra, Fatih Sultan Mehmet’in felsefe meclisleri kurup çeşitli felsefe problemlerini tartışmasının, Hocazade’nin Tehafüt’ünü yazarken, kendini herhangi bir görüşe bağlı saymayacağını söylemesinin, Kâtip Çelebi’nin, dönemindeki yanlışlıkları ve bozuklukları sorgulayıcı tavrının felsefi bir tavır olduğunu belirten yazar, Osmanlı’da felsefi tavır olduğunu gözler önüne sermektedir. ‘’Peki, hâl böyleyken felsefeye karşı tavır yok mudur?’’ sorusuyla, felsefeye karşı bir tavrın olup olmadığını inceleyen yazar, her devirde felsefeye karşı tavır olduğundan, hatta günümüz Türkiyesinde ve Avrupasında da felsefeden hoşlanmayan veya ona karşı olan aydın insanlar olduğundan da söz etmiştir. Osmanlı’da Kadızade Mehmed Efendi’nin ‘’Kelam-ı felsefe, fülse değer mi? (Felsefe sözü mangır eder mi? ) / Akıllı bir sarraf ona baş eğer mi? ‘’ beyiti ile büyük Osmanlı şairi Nabi’nin ‘’Hikmet-ü Felsefeden eyle hazer / Evliya nüshasına eyle nazar’’ beyitinden örnekler veren yazar, Osmanlı’da felsefi tavır olduğu kadar, felsefeye karşı bir tavrın olduğunu da gözler önüne seriyor.
Dördüncü ve beşinci bölümü birleştirmeyi uygun gördüğüm bu kitapta, yazara göre Osmanlı düşünürleri felsefe yapmakla yetinmediler ve aynı zamanda felsefeyi popüler hâle getirip geniş kitlelere yayma amacıyla da çalışma başlattılar. Bunu da halkın anlayacağı dile uygun eserler ve özellikle de şiir şeklinde yazılmış kitaplarla yaptılar. Yazar Felsefe Problemlerinin Popüler Hale Getirilmesi başlığı altında bu eserlere örnek olarak 3 kitabı ele alıyor. Bunlar; Ahmedi’nin İskendername’si, Yazıcıoğlu Muhammed’in Muhammediye’si ve Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ idir. Yazar bu eserlerden ve ortaya koydukları düşünceler ve felsefelerden kısaca söz ederek, felsefenin, düşüncenin Osmanlı’da halka nasıl ulaştığını gösteriyor. Bu 3 eserin kısaca tanıtımından sonra yazar, Ahmedi’nin İskendername’sindeki felsefi düşüncenin incelenmesi için ayrı bir bölüm açıyor. Dr. İsmail Ünver’e ait İskendername çevirisinden yararlanarak Ahmedi’nin akıl, ahlak, din ve tasavvuf felsefesiyle ilgili yönlerini ele alıyor.
Osmanlı Düşünürleri Ne Çeşit Felsefe Yapmışlardır? başlığını taşıyan altıncı bölümde yazar, varlık felsefesi, bilgi felsefesi, mantık felsefesi, ahlak felsefesi, kelam felsefesi… gibi felsefe alanlarını ele alarak, bu alanlarda Osmanlı düşünürlerinin ortaya çıkardığı çalışmaları belirlemiştir. Ben de burada yazarın ele aldığı felsefe alanlarının birkaçını buraya aktarmayı uygun buldum. Yazar, Davud-ı Kayseri’nin Matla’u’l – hususi’l –kelim fi me’ani Fususi’l – hikem ve Mukaddimat adlı kitaplarında, Şeyh Bedreddin’in Varidat adlı eserinde, Molla Fenari’nin Risale fi beyanı vahdet’il vücud kitabında ve Kemal Paşazade’nin çeşitli risalelerinde varlık felsefesinin problemlerinin ele alındığını okurlarına aktarmıştır.
Osmanlı’da dil felsefesine ait eserler ortaya koyarak dil felsefesi yapan pek çok filozofun olduğunu söyleyen yazar, kitabında
bu filozofların bazılarının isimlerini vererek, özellikle Muhyiddin Kafiyeci’nin dil felsefesinden örnekler verir. Yazar, Muhyiddin Kafiyeci’nin bu örneklerindeki tutumun, 20. yüzyıl filozofu olan Wittgenstein’ın Tractatus adlı eserine benzediğini söyler. Aynı şekilde, Osmanlı alimleri mantık felsefesiyle de ilgilenmişler ve bu konuda çeşitli kitaplar ve makaleler yazmışlardır. Molla Fenari, Molla Hüsrev Mehmed Efendi, Gelenbevi İsmail ve Ali Sedat’ın yazdığı mantığa dair eserler bunlardan bazılarıdır.
Yine yazara göre ahlak felsefesi de Osmanlı’da sık sık ele alınmış ve bununla ilgili fazlasıyla eser yazılmış bir konudur. Osmanlı’da ahlak, her yapılan faaliyetin tek ve son amacı sayıldığından, bu alana ayrı bir önem verilmiştir. Âşık Paşa, Eşrefoğlu Abdullah, Koca Nişancı Mustafa Paşa, Sururi Çelebi gibi düşünürlerin ahlakla ilgili risaleleriyle ünlü olduğunu söyleyen yazar, Davud-ı Kayseri’nin Matla’u’l – hususi’l – kelim fi me’ani Fususi’l hikem adlı eserini ve Kınalızade Ali Çelebi’nin önemli ahlak eseri olan Ahlak-ı Alai’yi kısa bir şekilde inceleyerek, Osmanlı düşünürlerinin ahlak hakkındaki görüşlerini gözler önüne sermiştir. Yedinci bölümde “Osmanlıda Hangi Çeşit Eserlerde Felsefe Vardır?” başlığıyla karşımıza çıkan yazar, felsefeye dair fikirlerin yer aldığı kitap çeşitlerini ele alarak işe başlamaktadır. Osmanlı’da felsefi düşünce, yalnız felsefeyle alakalı kitaplarda değil; fıkıh, dil bilimi ve gramer, tıp, tasavvuf gibi eserlerde de bulunmaktadır. Ancak bunun yanı sıra, doğrudan felsefeyle ilgili eserler de fazlasıyla mevcuttur. Vahdet-i Vücud risaleleri, Nefsü’l Emr risaleleri, Cihet-i Vahdet risaleleri, Müsül-i Eflatuniye risaleleri, Mukaddemat-ı Erba’a risaleleri, Adabü’l Münazara risaleleri, İhbar ve İnşa risaleleri, Tefsir risaleleri, Musiki risaleleri, Bilim ve Matematik risaleleri, Usul-i Fıkıh kitapları ve risaleleri yazarın bahsettiği, doğrudan felsefeyle ilgili olan eserlerdir. Son olarak “Osmanlıda Düşünce Alanları ve Düşünür Örnekleri” başlığını taşıyan onuncu bölümü sizlere aktarmayı uygun buluyorum. Bu bölümde yazar, Osmanlı’daki felsefi ve ilmi hareketleri alanlar vasıtasıyla tekrar ele alıyor. Osmanlı’da düşünce alanlarının çok çeşitli olduğunu ve bunların iki kısımda incelenebileceğini söyleyen Bolay, teknik, iktisadi, hukuki ve tarihî düşünce alanlarını kapsayan ilmi düşünce ile mantıki, kelami, tasavvufi, ahlaki, siyasi ve varlık ile dil felsefesini kapsayan felsefi düşüncenin Osmanlı hayatında hep var olduğunu dile getiriyor. Aynı zamanda Osmanlı düşünce hayatında pek çok ünlü düşünürün de mevcut olduğunu söyleyen yazar, bunlardan bazılarını kısaca ele alıyor. Davud-ı Kayseri, Şeyh Bedreddin, Molla Hüsrev Mehmed Efendi, Muhyiddin Kafiyeci, Molla Fenari, Ali Tusi, Molla Lütfi, Kemal Paşazade, Taşköprülüzade Ahmed Efendi, Lütfi Paşa, Matrakçı Nasuh, Fuzuli, Katip Çelebi yazarın söz ettiği isimlerdendir. Sonuç olarak, Süleyman Hayri Bolay’ın Osmanlı Düşünce Dünyası adlı kitabı, Osmanlı’nın düşünce, fikir ve felsefe hareketleri hakkında bilgiler vermenin yanı sıra, konu hakkındaki farklı görüş ve iddiaları da ele alan bir eserdir. Özellikle, yazarın bu kitapta Osmanlıca ve Arapça kavramlar kullanması ve kullandığı bu kavramların Türkçe karşılıklarını parantez içerisinde vermesi, Osmanlıca ve Arapça bilmeyenler için bir kolaylık sağlamıştır. Yine yazarın, eserinin muhtelif yerlerinde dipnot olarak belirttiği açıklamalarla okuyucu kitlesini aydınlatması ve bu eseri oluştururken yararlandığı kaynakların el yazması eserler olması ve alanında öncü isimlerden alıntılar yapması da, Osmanlı düşünce hayatının önde gelen isimleri konusunda bilgi edinmek isteyenler için kaynak teşkil etmektedir. Ben de, bu değerli eseri yazdığı için Süleyman Hayri Bolay’a teşekkürü bir borç bilirim.