8 minute read

Firak / Ataman Kalebozan

Ataman Kalebozan

Advertisement

Yağmur taneleri ile yüklü bulutlar, koca bir hüzün yumağı olmuş dağın ardını aşıp buralara doğru kararak gelmekteydi. Yanağımı cama yaslayarak bir müddet gökyüzünü seyrettim. Bulutlarla beraber ben de dökülmeye hazır gibiydim. Hemen yanı başımda oturan ninem tespihini avcunda ovalayarak üç defa üfleyip pencere pervazına bıraktı.

“Nine, niye boncuklara üflüyorsun ki?” “Onlar boncuk değil oğlum, tespih taneleri. Dua okunduktan sonra üflenir öyle.”

“Ama ablam onları kolye diye boynuna takıyor, nine. Hem senin haberin olmasın diye de içlerinden birer ikişer alıp ipe öyle diziyor.”

“Vay boyu devrilmeyesice kız, bana eksik dua mı okutuyormuş kaç zamandır? Oğlum sen şunları bir sayıver tam mı değil mi anlayalım.”

“1,2,3,4… Nine bunlar tammış.” “Ablanı şikâyet etmeyi bırak da git dışardan bana biraz odun getir. Ateş iyice harlanıp közlensin.” diye annem oturduğu hamur teknesinin başından seslendi.

Canım dışarı çıkmak istemiyor. Hele odun taşımayı hiç istemiyorum. Benim canım hüzünlene hüzünlene bulutlara bakmak istiyor. İçlerinden bir tanesi canavara benziyor. İki yanında kanatları olan, ağzını sonuna kadar açmış bir canavar. Az sonra ağzından bahçemize şimşekler yağdıracak. Alevli oklar, ben odun almaya çıkınca ya bana isabet ederse diye düşünerek canavara bir kez daha bakıyorum. İçim korkuyla doluyor. Şimdi annemle nineme, ben canavar buluttan korkuyorum desem, ikisi iki yanımdan konuşmaya başlarlar; hiç erkek adam buluttan korkar mıymış, buluttan da canavar mı olurmuş, hani neredeymiş o canavar, falan mıymış feşmekân mıymış? Ninemin kemikli kara kuru ellerine bakıyorum. Dizlerinin üstünde sakin sakin duruyorlar. Ninemin elleri, böylesine kemikli olup da başımı okşarken nasıl pamuklaşabiliyor?

Annemin bir kez daha seslenmesiyle oturduğum sedirden inip isteksizce kapıya yöneldim ve anneme:

“Ama sen de bana bisiklet alacaksın.” dedim. Annem teknedeki hamuru yoğurmaya devam ederek tövbe estağfurullah deyip başını salladı. Çünkü babamın şimdiye değin kazandığı paralar ancak ihtiyaçlarımızı gidermeye yetiyordu hatta yetmiyor, zorlanıyorduk. Yüzüme en mahzun hâlini vererek annemin yanına sokuluyorum, yalvarıyorum. Annem yorgun elini alnına götürüyor, alnı una bulanıyor. Bakışlarını bana düşürerek:

“Az sabret. Baban bu yıl çok kazanırsa, istediğin bisikleti alır sana.” diyor. Bütün cesaretimi toplayıp bahçeye çıkıyorum. Köşedeki yığılı odunlardan kucağıma sığdırabildiğim kadarını alırken kapı önünden geçen İdris’i görüyorum. Bisikletinin yanında yavaş yavaş yürüyor.

“İdris!” diye sesleniyorum. Dönüp bana bakıyor. Kara tekerleklerin yanında kasılarak duruyor.

“İdris, nereye gidiyorsun?” “Meydana.” “Niye bisikletine binerek gitmiyorsun?” “Deli miyim oğlum ben? Bu yolda bisiklete bineyim de tekeri mi patlasın? Meydanda bineceğim.”

Bisikletin tekerleri siyah siyah parlıyor. Yeşil gövdesi öyle alımlı ki! Hele bir kornası var, İdris kornaya basınca dünyanın en güzel müziği çalıyor adeta. Gözlerim parlayarak bisiklete doğru sokuluyorum.

“İdris, bir kere de ben bineyim mi?” “Yok, olmaz.” “Bir kerecik bineyim, hiç sürmem. Sadece otururum.” diye yalvarıyorum.

“Yok dedim sana.” diye İdris omuzlarımdan tutup beni itiyor. Sırt üstü yere düşüyorum. Odunlar etrafıma saçılıyor. İdris, kornaya basarak havalı havalı yanımdan yürüyerek gidiyor. Bisiklet de yanında kara kara süzülüyor. Ardından ağlamaklı bakıyorum. Üstümdeki tozları silkeleyerek doğrulup odunları tekrar kucağıma doldurup eve giriyorum.

Canavar bulut beni görmüş müdür acaba? Odunları, annemin yaktığı ocağın önüne koyup tekrar pencereden gökyüzünü seyre koyuluyorum. Bir müddet oyalandıktan sonra odama girip somyanın altındaki sepeti çekip içindeki topu alıyorum ve oynamak için bahçeye çıkıyorum. O ara ablam okuldan geliyor. Beni görünce dil çıkarıp gülerek eve giriyor. Bana bulaşmazsa işi rast gitmez. Tespih tanelerini kolye yaptığını nineme söylemekle iyi ettim. Şimdi ninem onu bir güzel paylar. Ben de o zaman, ona dil çıkarıp azarlanmış haline gülerim. Oh canıma değsin diye elimi göğsüme sürerim.

Bu top da hiç zıplamıyor ki, havası inmiş. Bahçe kapısı açılınca babam içeri giriyor. “Baba, çok bahşiş topladın mı?” diye yanına koşarken heyecanla soruyorum.

“Yok oğlum, bu sefer az kişi para attı.” “Onları da çocuklar kapışmıştır zaten, de mi baba?” Babam yorgun adımlarla eve doğru ilerliyor. Ben de peşinden.

Dağlara yağmur yağıyor. Güneş geri dönmeyecekmişçesine çekip gitti. Babam yağmura kaldırıp bakışlarını “Rahmet berekettir.” diyor ümitsizce. Evimizin üzerindeki gökyüzü, bir kararıp bir açıyor. Babam tabakasına dizdiği saçaklı tütünden sardığı sigarasından alırken susuyor uzun uzun.

Dönüp anneme bakıyorum, ocakta bulgur pilavı pişiriyor. Ablam yufkaları sulayarak yumuşaması için kenara koyuyor. Ninem kararak bakıyor ablama. O ise hiç bu tarafa bakmıyor. Birazdan hep birlikte sofraya oturup yufkalarımızın arasına bulgur pilavını dürer yeriz.

“Tovılı her gece durmaz döverler Ta güneşler doğana dek dönerler.” “Nine, tovıl değil.” “Ya ne?” “Davul.” “Ha davul ha tovıl, ikisi de bir. Tovıllar bizim karın tokluğumuz. Kutsal sayılırlar.” Yemekten sonra yan gözle babama bakıyorum. Gaz lambasının ışığında çenesi uzayıp gidiyor sonra duvarda hüzünlenerek kalakalıyor. Bugün az kazanmış. Sadece karşı köydeki sünnet düğününe çağırmışlar. Onlar da garibanmış. Babam kıyıp da çok para isteyememiş. Ortaya atılan az bir parayı da köyün çocukları kapışmış. Zaten düğün çok sürmemiş, bitmiş hemen. O da tekrar köye dönmüş. Kasketi kafasında gün boyu kahvede oturmuş. Güneş yaktıkça yakmış. Davulun derisi sıcaktan gerildikçe gerilmiş. Sonra da rahmet düşmüş toprağa.

Babam elindeki bezi yağ dolu kaba batırıp fazlasını kabın kenarında sıyırıyor. Bezi, gerilen derinin üzerinde hafifçe gezdiriyor. Sanki annemin saçlarını okşar gibi parmakları. Önce bir yüzünü sonra diğer yüzünü yağlıyor. Sonra da başka bir bezle hafifçe silerek yağı geri alıyor. Aynı munislikle tokmağı da temizliyor. Şimdi kalksam yanına gitsem, davulun şişmiş derisine ellerimle bir vursam. Olmaz ki babam kızar. Bana asla elletmez. Evde tencerelere, tavalara tahta kaşıklarla vurarak geziyorum bazen ama babamın davulu gibi ses çıkartmıyor. Babam, davulu iyice temizleyip özenle duvardaki çiviye asıyor. Orası davulun değişmeyen yeri. Kimse oraya başka bir şey asmaz ve babamdan başka kimse de davula dokunmaz. Dokunamaz.

“Baba,” diyerek kedi gibi yanına yaklaşıyorum. “ Rüstem emminin oğlu evlenecek ya. Hani sen de oraya gideceksin davul çalmaya. Beni de götür olur mu?”

Babam çayından bir yudum alıp yüzüme bakıyor. Birden aslan kesiliyorum:

“Yere saçılan paraları diğer çocuklardan önce toplarım ben.”

“N’apacaksın bakalım o paralarla.” “Bisiklet alacam. Yeşil gövdesi, havalı kornası olan bisikletten. İdris’inkinden alacağım. Geçen yaz ablama saat aldınız. Bu sefer de bana bisiklet alalım baba.” Ablam kolundaki saate bakıyor gururla. Sarı kordonunu okşuyor. Babam hüzne bulanmış gözleriyle gülümsüyor.

“Biz tovılın kasnağını en sevdiğimiz ağaçtan yapardık. Senin babanın dedesi çok iyi tovıl yapardı. Dağlara çıkar, kurt sürülerinin günlerce izini sürerdi. İçlerinden en yahşi en cebbar olan kurdu bir vuruşta avlardı. Sonra kurdun derisini kapımızın önündeki toprağa gömer tavlanmasını beklerdi. Tavlanan deriyi tabaklar, işler en sonunda davula gererdi. Evimizde baban doğmadan önce davul vardı. Sen doğduktan sonra da o davul hep oradaydı.” diyen ninemin cılız sesi ocağın ateşiyle sönüp gidiyor. *** Karşı köydeki Rüstem emminin büyük oğlunun düğününde babam davula tokmakla vurdukça oyalı tülbentler havada bir o yana bir bu yana sallanıyor. Zurna davula eşlik ettikçe halay başı olan damadın kardeşi daha bir coşuyor. Onlar coştukça Rüstem emminin adamları, bir baş işaretiyle ortaya paraları saçıyor. Ben pusuda beklediğim yerden ok gibi fırlayıp toplayabildiklerimi pantolonumun cebine dolduruyorum. Köyün çocuklarına göz açtırmıyorum. İri gövdeli olan bir oğlan üzerime çullanacak gibi olunca da hemen babama doğru koşuyorum ama babam beni görmüyor bile. Elinde tokmağıyla durmadan davulunu dövüyor. Tokmak zurnayla bir olmuş, halay başı mendilinin oyalarında titreşiyorlar. Vakit ilerledikçe gözlerim uykudan kapanacak diye ödüm kopuyor. Topladığım paraları iç içe koyup özenle rulo yapıyor çorabımın içine sokuyorum. Ay tepede salındıkça misafirler gitmeye başlıyor ama damadın kardeşi bir türlü yerine oturmuyor. Arkadaşları da oturmuyor. Damadın sırtına vurarak eve sokuyorlar ama onlar halaya devam ediyorlar. Babam boncuk boncuk ter döküyor, zurnanın sesi hafifliyor.

“Yapma ağam, o benim ekmek teknem.” diye babamın yalvaran sesiyle gözlerimi açıyorum.

“Ağam kulun olayım, kırılır bu. Dede yadigârıdır.”

Damadın kardeşi bir yandan babama, davulu daha hızlı döv diye bağırıyor bir yandan da yerde diz çökmüş ölü kurdun derisini döven babamın, en sevilen ağaçtan yapılma kasnağına basıyordu. Havaya ağır bir anason kokusu yayılıyordu. Ninemin sesi bir sis perdesinin ardından kulağıma fısıldıyordu: “Tovılı her gece durmaz döverler Ta güneşler doğana dek dönerler.” Babam, davulunun etrafında vura vura döndükçe topuğuna basılmış bir çift siyah ayakkabının ağırlığı altında kasnak esniyordu. Göz kapaklarımı, ninemin kemikli kuru parmakları tutmuş aşağıya doğru çekiyor. Davulun sesine eşlik eden sesi rüzgâr gibi fısıldayarak aya doğru esiyor.

“Tovılı her gece durmaz döverler…” Birden davulun sesi susuyor. Kasnağın çıtırdayarak kırılan sesi babamın fersiz feryadına karışıyor. Babamın kolları kırılmış serçe kanatları gibi cansız iki yanına düşüyor, olduğu yerde başını eğerek kalıyor. Bozkır susuyor. *** Babam, kırılan davulunu tamir etmek için günlerce uğraştı. Olmadı. Üzerini örtüyle örtüp bir kenara bıraktı. Duvardaki çivi yalnız kaldı. Damadın kardeşi, davul için vereceğini söylediği parayı getirmedi. Sarhoşken verilen sözler unutuldu. Ninem, oturduğu sedirde dudaklarını kıpırdatarak bir ileri bir geri sallanıp durdu. Babam işe gidemedi. Ben de bahçeden dışarı çıkmıyorum artık ve kara lastikli bisikletin lafını hiç etmiyorum.

Pencereden bulutları seyre koyuldum. Yine kararmış gelmişler damın üstüne. Yaz bitmeye yüz tutmuş çoktan. Annem, babamın önüne uçları bağlı bir mendil bıraktı. Babam, mendili açınca içinden, annemin kötü günler için sakladığı iki küçük altın, ninemin kehribar tespihi, ablamın sarı saplı kol saati ile rulo şeklinde sarılı paralar çıktı. Babam bir şey demeden mendili içindekilerle birlikte gözleri çakmak çakmak bakarak annemin avcuna bıraktı. Hızla ayağa kalktı ve üzeri örtülü davulu aldı. Başına kasketini takıp dışarı çıktı. Bahçe kapısını açtığında, İdris’in bisikleti ile meydana doğru yürüdüğünü gördüm.

Hava karardı ama babam gelmedi. Ertesi

gün de gelmedi. Biz endişeyle bekleşip durduk. Annem beni yanına alıp muhtara gitti. Telaşla olanları anlattı. Muhtar, başını sallayarak dinleyip annemle beni eve gönderdi. Köyde, davulcu Hasan kaybolmuş diye haber yayıldı. Bize gelen komşular, annemin yüzüne bakıp ondan bundan konuştular. Annem çay getirmeye gidince ardından fısıldaşıp vah vah dediler.

Böylece geçti günler… Ocakta bulgur pilavı pişiyor. Ablam yufkaları sulayarak yumuşaması için kenara koyuyor. Birazdan yufkaların arasına bulgur pilavını dürer yeriz. Babamsız kalan yetim yufkalar boğazımızda düğüm düğüm oluyor. O anda kapı çalınıyor. Ağır ağır gidiyorum kapıya doğru. Açtığımda olduğum yerde mıhlanmış gibi kalakalıyorum.

Kapkara tekerlekli, yeşil gövdeli pırıl pırıl bir bisiklet, yanında yenilenmiş haliyle ölü kurdun derisine çevrelenmiş en sevilen ağaç ve gerisinde babam. Bana bakıyor. Gülümsüyor. *** Damadın sarhoş kardeşine gitmiş. Hatırladın mı, demiş. Kapıdan kovmuşlar. Ertesi gün yine gitmiş. Sonra yine… Rüstem emmi açmış bir gün kapıyı. Babamı tanımış. Allah yukarda, demiş babam. Dedem demiş, avcıydı demiş, ölü kurdun derisini toprağa gömmüş yeniden, yeniden kesmiş en sevilen ağacı, bozkırın vicdanı tanıktır demiş kırılan davulun sesine. Emmi olanları başı önünde dinlemiş. En son birlikte çay içmişler. Babam doğruca kasabadaki davul tamircisine gitmiş. Oradan tuhafiyeye uğramış. Oyalar almış, tespih almış, kolye almış, kara tekerlekli, yeşil gövdeli bisiklet almış.

Yufkaların arasına bulgur pilavını dürüp yiyoruz. Yanına bir de soğan kırıyor babam. Ninem yalnızlığı sona ermiş çiviye doğru bakıyor:

“Tovılı her gece durmaz döverler…” Dudakları kıpır kıpır, gözbebeklerini kırışıklıklarının içine gömerek olduğu yerde uyukluyor.

This article is from: