8 minute read

Armağan / Emel Beyaz

“Sevgiyi derinden hissedebildiğin ve sevilmeye müsaade ettiğin bir yıl olması dileğiyle...”

Advertisement

Bu cümle; bir sene önce soğuk bir günde, armağan edilen küçük boş bir defterin ilk sayfasına yazılı olan cümleydi ve eline aldığı kalemle o cümlenin altına şunları yazmıştı:

“Kelebek? Sevmek için kendime karşı kendimle ettiğim savaşın özverili çabalarımın öyküsü olsun. Sıradan ancak ‘sevgi dolu’ bitsin. İnsanlara ve dünyaya karşı öfkemin, küskünlüğümün ve kırgınlığımın yerini yeniden içimdeki çocuğun inatçı sevgisi alsın... Umudu kalmasa da...”

Bulutların arasında saklambaç oynayan güneşi izleyen gözleri dalgın ve düşünceliydi. Tıpkı güneşin bulutların ardına saklandığı gibi, yüzünde gülümseyişinin ardına sakladığı hüzünlü bir ifade vardı. Elinde ise artık boş olmayan o küçük defteri vardı. Bir şeyleri anlamış ve görmüş olmanın hüznüne güçlü bir erinç kondurmuştu. Yaşamı, sevgiyi kavramak böyle bir şeydi; içinde tek bir duyguyu barındıracak kadar sığ değillerdi. Kişinin anladıkça ve kavradıkça öfkesi diniyordu. Alev alev yanan göğsü, bir süre sonra kor kor yanıyordu. Yine yanıyordu, için için yanıyordu. Ancak yandığı için öfke duymuyordu. İçindeki o ateşle yanmadan ve yakmadan yaşamayı öğreniyordu.

Göğe odaklanan bakışlarını önce penceresinin tam karşısındaki yapraklarının çoğunluğu dökülmüş olan ağaca, sonra yerde sürüklenen yapraklarına yöneltti... Bir döngünün daha tamamlanmak üzere olduğunu düşündü... Bir yıl daha geçmişti... İnsanlar yasını siyah ile tutuyordu, doğa ise henüz yağmamış olan bembeyaz kar ile. Beyaz örtü her şeyin üstünü örtüyor gibi görünse de, doğa belki de en çıplak en yalın haline bürünüyordu. İşte döngü burada sonlanıyor ve tam da burada başlıyordu... Doğa görebilen ve duyabilen için başlı başına en büyük öğretmendi. Kişi önünde apaçık serili inceliklere dönüp bir baksaydı... Şeytan ayrıntıda gizlidir diyenler, ayrıntıda ya da derinde sadece sorun ve kötülük olmadığını bilmiyordu. Ne yazık! İnci tanesi de okyanusun derinliklerinde oluşmaz mıydı? Denizin dalgası, yüzeyi güzel de derini güzel değil miydi? Kişi, bir çiçeğin inceliğinden bile nerelere savrulurdu? Güzeli ve iyiyi var eden; bakılan yer değil, bakan gözdü. Bakmak, öylece bakmak değildi kuşkusuz. Bir çocuğa bakar gibi; kişi yaşamını besleyip, büyütüp, yetiştirmeliydi. Ancak bataklıkta çiçek açmayacağını bilir, bataklık görünce gücü kurutmaya yetmeyecekse uzak dururdu. Yalın doğadan karmaşa biçen gözler bile yenik düşüp; yalın ve çıplak olana teslim olurdu. Olaylara değer biçip anlamlandıran kişinin kendisi ise; kişi kendine her koşulda önünde sonunda payına bir mutluluk biçebilirdi. Mutluluğu elde edilecek bir nesne olarak görüp sığlaştırmazdı, mutlu olurdu... İçindeki fırtınayı, yine içinde barınan dinginlikle boğardı. Esenlik, kişinin baktığında değil; bakışındaydı... Çölde susuz kalmak zor, su varken susuzluğu giderememek ise çaresiz bir acı... Kişinin, çölünü de, susuzluğunu da aşması gerekti... Sıradan anları, her gün yaşanılanı farklı kılacak olan insanın kendi gönlü değil miydi? Evet, insan varlığı hep aynı döngünün içindeydi, ancak döngünün içindeki insanlar aynı değildi. Her gün aynı güneş doğsa da her gün başka yaşanılabilirdi... Yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan bir sürü insan var; ancak her “kişi” eğer kendisini yaşama yürekliliğini gösterirse başkaydı.

İnsanlardan çok doğayla konuşurdu. Kuşlarla şarkı söyler, rüzgârla dans eder, yağmurla ağlar, göğe sarılır ona sığınırdı. Islak bakışları kimsesiz kaldığında, göğe baktığında gök onu alıp bağrına basıyormuş gibi hissederdi. Göğe sıkı sıkı sarılırdı. Tek sıkı sıkı sarıldığı gök değildi kuşkusuz. Anneciği, onun biriciğiydi. Güçsüz düşmedikçe, anneciğine acıyla sarılmazdı. Annesine ancak ve ancak sevgiyle sarılırdı. Annesi de tüm sıcaklığı ve şefkatiyle bir anda kızının gizli yaralarını iyileştirirdi. Kızı usulca yatardı dizlerine. Annesi saçlarını okşardı... Islak bakışlarını defterine yöneltti ve defterinin sayfalarını çevirdi... Göğe bakarken duyumsadığı o güçlü sevgiyi doğuran kaynağı buldu...

“Zamanı sevgiyle ölçmeyi öğrendiysem; annemin, filizlendireceğim sevgi tohumlarını özenle, şefkatle gönlüme ekmesi sayesindedir. Büyüdüm, onlarla büyüdüm, onları büyüttüm. Yangınlar çıktı. Yeni tohumlar ekmesini öğrendim. Gönlümde kocaman bir ormanımız var...”

Zamanı, akrep ve yelkovanın durmaksızın birbirini kovalayışı ile ölçmezdi. Zamanı, kimi zaman bir ağacın gövdesiyle, kimi zaman yere düşen yapraklarla, kimi zaman bir çift gözün eteklerinde neşe ya da üzüntüyle birikmiş çizgilerle; kimi zaman el ele yürüyen yaşlı bir çiftin ağır adımlarıyla, kimi zaman bir dedenin ya da ninenin torununun elinden tutuşuyla ölçerdi... Ona göre akan zaman değildi, zamanın içinde akan insandı... İnsan yaşarsa zaman akardı... Oysa şimdi zamanı dondurmak, durdurmak istiyorlardı. İnsan eskimez, eğer gerçekten insan ise yaşar, yaşlanır, olgunlaşır ve en sonunda kendi anlamını ve değerini kurmuş olurdu. Görünüşler dünyasının tozlu sayfalarına ancak o zaman karışmazdı. Ancak o zaman akrep ve yelkovan onu öğütüp un ufak edemezdi. Gözlerinde ışıldayan henüz baharı gelmemiş körpe umutlarıyla, başını kaldırıp sonbaharla örselenmiş ağaca yeniden baktı...

“Acılar birikiyor eteklerinde, çırılçıplak kalıyorsun karşılarında. Her bir acı, bir bir köklerine karışıyor, derinlerine işliyor. Sen bir başına dimdik ayakta kalıyorsun. Niye hâlâ kuru dallarını, baharda yeşeren dallarını değil de gövdeni görsünler diye bekliyorsun? Dağ gibi olsun gönlün. Dağ gibi dayansın. Dağ gibi yüce olsun. Yüce gönüllü ol kimsenin gönlünü ezme, dayanıklı ol kimseye gönlünü ezdirme. Bahar gelecek kuşkusuz, yaprakların yeşerecek. O yeşeren yapraklarına bakanlar, kaç sonbahar geçirdiğini bilmeyecek belki ancak gövdeni görenler... Sonbaharlarını da ilkbaharlarını da görecek... Biraz acı, biraz mutluluk. Bütünüyle hayat. Mutluluk biçmek öyle kolay değil... Bağrı yanık günlerin ucundan yeni günlerin düşlerini tutuşturuvermezsek, başka türlü bu yaşamda üşümemek güç. Sevgi olmasaydı, bu dünya çok soğuk olurdu! Sevgi çağıldağında, gözyaşları unutulur! Sevgi, bu dünyada elimize verilen biricik ve güçlü bir sihirli değnek gibi! Dokunduğunu güzelleştiriyor ve iyileştiriyor... Bu yaşamı yaşanılır kılacak biricik sonsuz kaynak ve bu yaşamda bu sihrin en kutlu koruyucuları: çocuklar. En başta kendi içimdeki çocuğu gördüm. Sonra diğerlerini... İnsan en başta kendi yüreğinin elinden tuttu mu bir kez; sonrası hep sevgi işte.

Saydam görünen yağmur taneleri değil mi gökkuşağını içinde barındırıp da bir güneşle açığa çıkaran... Kişinin içinde, kuytu köşesinde kalmış belki hiç farkında bile olmadığı o gökkuşağı da ışığını bulunca çıkar kuşkusuz... Işığına göre değişir görünen... Kimisine hiç görünmez. Kimisine meltem, kimisine fırtına... İçimdeki çocuk küstüğünde, onu bu yaşam koşullarında tüketmektense; o çocuğun peşinden gittim. O çocuğun elini bırakmadım...

Sevmek, umut etmektir. Adı üstünde umut. Gerçekten beslenmez, gerçekleşme olasılığından da. İnsanın gönlünden beslenir. Umut, güneşin ne zaman doğacağını bilmeden ve hatta belki de doğmayacağını bilerek de güneşi unutmamak, ona inanmak ve onu beklemektir. Seversen umudun tükenmez. Bilmek ya da biliş yaşamak için zorunlu bir yetenek değil. Ancak sevmek, sezmek, duyumsamak yaşam için kaçınılmaz bir gereklilik. Bisiklet binmeyi seviyorsan, önceliğin bisikletle nereye gideceğin olmaz, bisikleti sürebilmek olur. Yaşam da böyledir; yaşamı sevdiğinde ne yaşarsan yaşa devam edersin. Yaşamı sev. Kendini sev. Yaşamı yaşa, kendini yaşat. Şimdi derin bir soluk al. Göğe bak. Ne kadar da engin... Kim bilir kaç umut saklı göğün bağrında. Kim bilir ne güçlü bir yürek var göğsünde... Durmaksızın, her şeye karşın yine de sevecek, yine de umut edecek...”

Akşam olmak üzereydi... Gün batımının o tatlı, sevimli ama hüzünlü turuncusu; göğün bağrından derdiği güller gibiydi... Gök, ufkun yollarına güller döküyordu... Anneannesinin balkonunda her akşam bıkmadan güneşin batışını izlemeyi özlemişti. Her akşam, gün batımı göğün yüzünde farklı parmak izleri bırakırdı... Titredi. Bir rüzgâr esiyor, belki de esmiyordu. Yalnızca o üşüyordu. Bazen öylesine yoğun duygular içerisindeki oluyordu ki insan; sıcak esen bir meltem bile onu üşütecekken, fırtınaya yakalanırdı. Doğanın güzelliklerinden yoksun, güneşin doğuşunu batışını görmeden; sabah oluyor, akşam oluyor, günler geçiyordu... Yaşamak bu değildi... İnsanın kendisini gerekliliklerden ve zorunluluklardan ibaret bir yaşama bırakması; yaşamak değil tutsaklık olmaz mıydı? Tüm çirkinliklere ve kötülüklere karşın yine de güzel yalıtılmış bir yaşam alanı kurmuştu kendine. Başka türlü dayanması güçtü. Bir gün güzelin ve iyinin egemen olduğu kendini yalıtmak durumunda

kalmadığı bir toplumun bireyi olma hazzını yaşamayı umsa da bunun güzel bir düş olduğunu biliyordu. Haklı çıkmanın kavgası için ömrün kısa olduğunu, kavga ettikçe de yolundan olduğunu düşünüyordu... Sevgi en büyük zayıflık olabildiği gibi, en büyük güç de olabilirdi... Ancak sev(e)memek her koşulda zayıflık değil miydi? Sevdi. Yazgısını sevdi. ‘Kaderini sev.’ Bu cümleyi ilk okuduğunda razı oluş sanmıştı. Oysa şimdi... Bu cümleyi gerçekten anladığında, tam olarak anlatılamayacağını biliyordu. “Fırtına çıktığında onun yönünü değiştirmek için savaşmaya kalkacağım yerde, fırtınanın beni götürdüğü yerde savaşmış olmalıydım.” cümlesinin altını bunun için kalınca çizmişti... Hiçbir seçim bir sonraki seçimi ya da hiçbir ayrılık bir sonraki ayrılığı kolaylaştırmıyor, aksine zorlaştırıyordu. Her şeyin bir süreci vardı ve beklemek belki de durmaksızın inatla çabalamaktan çok daha fazla güçlü olmayı gerektiriyordu. Bir sene önce boş olarak armağan edilen, sayfaları kimi zaman gözyaşından buruşmuş, kimi zaman mutluluğu konuk etmiş o küçük görünümlü büyük defterini eline aldı. Bu sene uzun süre sonra satırlar dışında da yaşadığını duyumsadı ve yazdı:

“İnsan yoluna devam ediyor da şu ‘anlaşılmak’ neden ölüm kalım meselesi olmaktan çıkmıyor, anlamıyorsun değil mi? Hep en zayıf yanındı. İnsanlar seni anlar bakışlarla bakınca hemen kanardın, hemen güvenirdin. Ah be küçük kız! Hâlâ büyüyemedin. Kitaplarla hayatı yaşadığını sandın, yaşadığın kitaplardı. Bir zamanlar gönlünle yaşardın. Kırıldı, un ufak oldu. Yerine aklını koydun. Sonra aklın dedi ki: “Bu yaşam yalnız ben(akıl) ile anlamlı olmaz.” Aklınla okuduklarını, gönlünle okumayı sökmeye karar verdin... Sanki iki türlü biliş vardı. Kitap okurken 2+2=4 diyorsun, yaşarken o ikileri buluyorsun, topluyorsun tam dört ettim derken bir eksiliyorsun, biri iki etmeyi öğreniyorsun, 2+2=4’ü yaşıyorsun, 4’ü bilmekle kalmıyorsun onun varoluşunu kavrıyorsun... Bilmek başka, yaşamak başka. Biliş olmadan yaşam eksik kalır, yaşam olmadan da biliş yavan kalır. Yoruluyorsun, göğün bağrına uzanıveriyorsun... Gökle tutuşuveriyorsun, gökle kararıveriyorsun... Sonra gökle yıldızları topluyorsun bağrında... Ve “ay” doğuyor... Ay’ın hep aynı yüzünü görebildiğimizi ve hiç görmediğimiz bir yüzü olduğunu anımsıyorsun. Bazı derinliklere herkesin soluğu yetmiyor. Görmüyorlar. Nasıl da çırpınıyordun. Normal olmak için, içini ve derinlerinde büyüttüklerini göstermek için. Anladın ki; kör olanı görmüyor diye suçlayamazsın, ona sitem edemezsin. Şarkı sözünün dediği gibi:

‘Daha güçlü, daha sakin Daha mutlu, daha suskun Daha olgun, daha kırgın Daha yalnız, daha yorgun’ Sonra bir gün, sevdin. Çok sevdin. Çok özledin. Güneş göğün bağrına sığınırken, ufukta ona kavuşmak için geçecek tüm gün batımlarının kızıllığını gözlerinde biriktirdin. Gelmedi. Yol, kimini kavuşturur, kimini de uzaklaştırırdı. Hayat da yol gibi değil miydi? Ne anlam yüklersen o anlamı, ruhunla hangi biçimi verirsen o biçimi alıyor. Özgün durumuna dokunulmadığında, onu kavramak kişi için olanaksız; kavramak için ona dokunduğunda -yani onu yaşadığında- ise onu görmek istediğin gibi görmek kaçınılmaz... Gün batımının yalın ancak engin kızıllığı nasıl da gönlünü kavuruyordu... Çıplak gerçekler yalın ancak ne kadar da ağır ve derin... Kişi hep kolaylaştırmak için, kendi algılarıyla anlayabilmek için; çıplak olanı giydirir, derin olanı sığlaştırırdı... Kişi okyanusa açılmıyorsa elinde bir bardak suyu olur, bir bardak okyanusu olmaz. Koca okyanusta boğulmaya korkan insan gider bir kaşık suda da boğulurdu. Kimi sevgilerinde yenik düştün. Ancak kimileri öncekinden de güçlü. Hele biri var ki; o sana ömrünün en güzel armağanı. Gerçekleşen en güzel rüyan. Korkma! Yine ve yeniden doğ. Korkma! Beckett’in dediği gibi “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil.” Her gün, umutla ve sevgiyle yeniden doğ... Eğer istersen, bir umut, bin korkuyu yenebilir. İyi ki varsın... Bunu yaşa(t)! Sev... Sevil…

Sanıyor musun ki bana nefes aldıran bir tek benim kalbimdir?”

Armağan edilen o küçük defter artık boş değildi. Küçük de değildi. Kişiye armağan edilen yaşam da, görünüşte küçük olan o boş defter gibiydi... Anlamlı kılmak kişiye kalmıştı...

This article is from: