Genç Öncüler- 106- Emanet Algısı

Page 1

9 771307 007016

06 ISSN 1307-007X

İSTANBUL’A SAPLANAN HANÇERLER

VAHDETTİN IŞIK İLE “İSLAMCI DERGİLER PROJESİ”

OSMANLININ MİNİK KÖŞKLERİ ‘KUŞ EVLERİ


EDİTÖR'DEN

Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu Mehmet Semih Özdemir Yayın Kurulu Furkan Gençoğlu Mehmet Semih Özdemir Ahmet Semih Şenlikoğlu Furkan Rıza Demirel Dücane Demirtaş M.Salih Demirtaş Osman Zinnur Aksu Sümeyye Akgül Zozan Demirci Ayşenur Özdemir Senanur Yaşaroğlu Gülsüm Cemile Damar Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar M.Salih Demirtaş Dücane Demirtaş Zozan Demirci Büşra Akgül Gülsüm Cemile Damar Ahmet Semih Şenlikoğlu Furkan Rıza Demirel İbrahim Enes Bulut Furkan Gençoğlu Enes Günaslan Rabia Aktaş Cafer Tayyar Soykök İsmail Yasin Avcı Ali Tarık Parlakışık M.Semih Özdemir Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Sanatkar Ofset Son. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 4NF/4-5 Topkapı / İST. Tel: (212) 567 39 40-41

Sevgili Arkadaşlar ünya hayatının geçici olduğu ve ebedi olan hayatın ahiret hayatı olduğunu iman etmiş her müslüman kişi kabul etmiş sayılır. Dünya geçici olduğu kadar aynı zamanda Allah’ın kullarına emanetidir. İnsanların Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmesinin önemi kadar birbirlerine karşı sorumluluklarını yerine getirmesinin de ahiret hayatındaki durumlarının belirleyiciliği noktasında hayatidir. Dünya hayatı ahiret hayatının tarlasıdır. Hesap gününde Allah’ın huzuruna kul hakkı ile gidenlerden olmamalı ve çevremize karşı “kulluk bilinci” ile hareket etmemiz gerekmektedir. Canlarımız ve mallarımız bizlere emanettir ve birer imtihan vesilesidir. Dolayısıyla içinde yaşadığımız dünya ve verilen nimetler de emanettir. Emanete sahip çıkma adına daha adil paylaşım, daha güzel yaşamı inşa etmeye çalışmamız, hem bu dünya hayatının hem ahiret hayatının sıhhati için önem arz etmektedir. Bu minvalde dergi yayın kurulumuz “çevre ve emanet bilincini” güçlendirme adına bu sayımızda gelecek nesillere daha güzel bir dünya bırakma çağrısı yapıyor. “Nasıl bulmak istiyorsan öyle bırak!” sloganının kapağa taşındığı sayımızda Furkan Gençoğlu “İstanbul’a saplanan hançerler” başlıklı yazısında İstanbul’da can acıtan imar politikalarını ve kamunun uğratıldığı zararlara değindi. M.Semih Özdemir “kadim medeniyetimize ihanet devam mı edecek?” başlıklı yazısında Süleymaniye’de kentsel dönüşüm projesinin son durumunu değerlendirdi. Zozan Demirci “toprak duası” başlıklı yazısında topraktan uzak yetişen nesillerin ahvalini yazdı. Asım Ebrar Yıldız “reklamsız bir şehir mümkün mü?” başlıklı yazısında açık hava reklamcılığının yasaklandığı bir şehrin yaşadığı değişimi inceledi. Röportaj bölümünde islamcı dergiler projesi koordinatörü Vahdettin Işık ile “islamcı dergiler projesinin bugünü ve yarını” konuşuldu. Sayıda ayrıca gündeme dair bir çok analiz, atölye çalışmaları, görsel çalışmalari kitap tahlilleri yer alıyor. Genç Öncülerin genç yazarları olarak temel gayemiz, toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri,kötülükleri,kolaylıkları, sıkıntıları siz değerli okurlarımıza en anlaşılabilir şekilde aktarmaktır. Kadromuz adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak, bu bilinçle yazılarını kaleme almaktadır. Çünkü bu bize inandığımız rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Çıkarttığımız bütün sayıları bu görev bilinci ile çıkartıyoruz. Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun. Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa/135

D

Mayıs’16 • 1


Mayıs 2016 • Sayı 106 • Yıl 12

08 KADİM MEDENİYETE İHANET DEVAM MI EDECEK?

REKLAMSIZ BİR ŞEHİR MÜMKÜN MÜ?

58 İstanbul’a Saplanan Hançerler / Furkan Gençoğlu........................................................... 4 Kadim Medeniyete İhanet Devam Edecek mi? / M. Semih Özdemir.................................... 8 Toprak Duası / Zozan Demirci...................................................................................... 12 Osmanlının Minik Köşkleri ‘Kuş Evleri’ / Büşra Akgül..................................................... 13

Asım Ebrar Yıldız

Fatih Sultan Mehmed ve İstanbul’un Fethi Üzerine / Gülsüm Cemile Damar..................... 14 Reklamsız Bir Şehir Mümkün mü? / Asım Ebrar Yıldız.................................................... 17

M.Semih ÖZDEMİR

Peynir ve Kurtlar Üzerine Bir Değerlendirme / Muhammed Salih Demirtaş................... 20 Vahdettin Işık İle “İslamcı Dergiler Projesi” Üzerine Konuştuk.

Röportaj : İbrahim Enes Bulut - Furkan Gençoğlu................................................ 23 Yeni Ortadoğunun Kaderi Üç Şehir: Halep, Rakka, Musul / Dücane Demirtaş.......... 30

17

Kardeş Olmak Cafer Tayyar SOYKÖK Sivas Davası Mahkumu

İslam İşbirliği Teşkilatı ve İstanbul İslam Zirvesi / Ahmet Semih Şenlikoğlu......... 33 Kardeş Olmak / Cafer Tayyar Soykök........................................................................ 36 Ölmedik Daha Grup Yürüyüş ve Gazze, Sadece Gazzelilerin Değildir! / Rabia Aktaş.............. 40

40

Ölmedik Daha - Grup Yürüyüş

Ve Gazze, Sadece Gazzelilerin Değildir! Rabia AKTAŞ

Laik Türkiye Kıskacında Tercih Bunalımı / Enes Günaslan............................................... 44 Bilimsel Tevil İle Yorulmanın Aymazlığı / Kocaeli Dinler Tarihi Atölyesi........................... 45 Ucuz Uçak Bileti Nasıl Alınır? / İsmail Yasin Avcı............................................................ 46 Aşkın, Felsefeye İhtiyacı Var Mı? -1 / Ali Tarık Parlakışık................................................ 48 Basından Yansıyanlar................................................................................................... 51

İslam Coğrafyasından Haberler...................................................................................... 54 Üniversitelerden Haberler............................................................................................. 56 Etkinlik Genç Öncüler Kısa Film Yarışması’nda Ödüller Sahiplerini Buldu............................ 60 Etkinlik Şehzadebaşı İftarı........................................................................................... 62 Etkinlik Dudayev İstanbul Sokaklarında............................................................ 63

İslam Dinine Göre Savaş Kuralları........................................................ 64

36 2 • Mayıs’16

Mayıs’16 • 3


Karantina

Karantina

İstanbul’a Saplanan Hançerler Furkan GENÇOĞLU

S

akin güneşli bir günde Eminönü’ne doğru ilerleyen bir şehir hatları vapurundayım. Sakin dediysem güne has bir sakinlik. Çünkü artık vapura binerken elinde G3 bulunan iki polis karşılıyor yolcuları. Terör olaylarına yönelik rutin bir önlemmiş. Her neyse vapurda televizyon açık. TRT kanalında Başbakan Ahmet Davutoğlu Mimar Sinan Türbesi Restorasyonu açılış töreninde konuşuyor. Diyor ki; “İstanbul’un bağrına saplanan hançerlere son vereceğiz. İstanbul’u korumaktan daha kutsal bir vazife olabilir mi?” Çok sakin sakin konuşuyor başbakan bende öyle gözümü dikmiş dinliyorum. Okkalı bir küfür bozdu bu sessizliği. Yaşlıca bir amca içinden ne geldiyse benim duyabileceğim biçimde saydırdı. Başbakan siyasal iktidarın tepesini temsil ettiği için bu küfrün sahibini hemen ideolojik bir kalıba oturtup yargılamak gerekiyor normalde. Baktım amca öyle ideolojik bir tip değil. Belli ki canı yanmış. Kimin canı yanmıyor ki?

4 • Mayıs’16

Bizim cenahın çok kötü bir huyu vardır. Hem icranın, hem musluğun başını tutar fakat kötü bir durum ortaya çıktığında herkesten çok şikayetçi olur. Bu durum yıllarca ülkenin en üst noktalarında görev yapan idarecilerimize kadar sirayet etmiştir. Tarım bakanı ekmek fiyatlarından şikayet eder. Başbakan İstanbul’a dikilen kuleleri kötü sözlerle anar. Hatırlarsanız Recep Tayyip Erdoğan Zeytinburnu kulelerinden şikayet ederken bizim cenahta muazzam bir silület hassasiyeti depreşmişti. Herkes gökdelenleri diken işadamına saydırıp duruyordu. Halbuki bu projeyi incelersek işadamının 5 kuruşluk suçu varsa şikayet edip sızlananların 50 kuruşluk suçu var. Adamın imar izni var ve inşaatı gayet yasal bir biçimde tamamlanmış. Daha doğrusu yasal hale getirilmiş. Hatta imar izni %150 artırılıp mevzubahis işadamının 69 milyon dolar ek gelir elde etmesi sağlanmış. İnşaat bitince herkes konuşuyor çünkü iş işten geçmiş oluyor. Konuşanlara sormak lazım

yahu kardeşim bu adama bu ruhsatı siz verdiniz. Eğer bir kanunsuzluk söz konusuysa hesap vermeniz gerekmez mi? Çoğunluk sormuyor, soranların sesi de cılız kalıyor. Peki nasıl sokuluyor bu hançerler güzelim İstanbul’un bağrına? Cevap çok basit “Siyaset.” Siyasetçiyi, belediyeyi yanına almadan bunu yapamazsın demiş CHP meclis üyesi Hüseyin Sağ. CHP deyince hemen yüzünüz ekşimesin okumaya devam edin lütfen. Kendisi partisi ile de imar konusunda sürekli karşı karşıya gelen bir isim. Öyle ya rant büyük olunca Ak Parti, CHP pek farketmiyor. Herkes daha fazla kazanmaya hevesli. Kimisi sadece biraz daha cüretkar. Hüseyin Sağ’a göre, son dönemlerdeki zenginleşmenin anahtarı arsa alıp imar değişikliği yapmak ve bina yükseltmek. Sağ’ın bakış açısı net: “5-6 katlı binaların olduğu bir yerde rezidans yükseliyorsa, otel, alışveriş merkezi varsa bu tamamen kişiye ve şirkete özel yapılmış plan değişikliğinin göstergesidir. Siyasetçiyi, belediyeyi yanına almadan bunu yapamazsın.” Hüseyin Sağ, sistemin nasıl işlediğini de şöyle anlatıyor: “Şirketlerin şehir plancıları yeni bir plan teklifi hazırlıyor. Bu teklifle Büyükşehir Planlama Müdürlüğü’ne başvuruyor. Planlama Müdürlüğü böyle bir teklifte kamu yararına bakar. Bu kurulda memurlar araştırma yapar, ilgili kurumlarla yazışırlar, ra-

por yazarlar. Kamu yararı yoksa Meclis’e onaya göndermez. Zaten göndermesi için Büyükşehir Belediye Başkanı’nın ya da onun görevlendirdiği birinin Meclis’e havale etmesi lazım. Bazı teklifler hiç gündeme alınmazken, işini bilen iş adamlarının kamu yararı içermeyen parsel bazındaki plan değişiklikleri havale edilir. Değişiklik teklifi önce Meclis’in, İmar ve Bayındırlık Komisyonu’na gelir. Planlama Müdürlüğü’nden gelen plan raporlarının kurum ve kuruluş görüşlerinde olumsuzluklar doludur. Çoğu zaman kamu yararı içermez, kişiye özel plan değişikliğidir. Planlama Müdürlüğü’nün görüşü genellikle yapılan plan değişikliği diğer çevre parsellere emsal teşkil edici diyerek olumsuz görüş yazısı ile biter. İmar ve Bayındırlık Komisyonu bu raporların hiçbirini dikkate almaz. Siyasi partilerin üyelerinin yer aldığı komisyonda benim olduğum dönemde hep AKP’liler çoğunlukta oldu. Muhalefet şerhi koyulur ancak yine de oylama yapılır, ‘komisyonumuzca uygun görülmüştür’ yazısıyla değişiklik teklifi parti gruplarına gönderilir. Burada parti grupları inceler tavır belirler. Mesela, burada grup kararı dışında oy kullanamazsın. Kullanırsan parti ile yolların ayrılır. İddia ediyorum, grup kararları olmasa birçok imar değişikliği teklifi o meclisten geçmez. Grup kararlarının ardından değişiklik meclise gelir ve oylanır. Zaten AKP’liler çoğunlukta, Mayıs’16 • 5


Karantina onlar ne derse o oluyor. Değişikliğin ardından karar İlçe Belediyelerine gönderilir. Burada söz konusu değişiklik ilçelerdeki planlara işlenir.1 Aslında hikaye az çok bundan ibaret. Belediyeler bariz burada hatalı davranıyor. Çevrenizde de az çok ufak tefek kentsel dönüşüm isyanlarına rastgelmişsinizdir. Vatandaşa 5 kat imar zar zor verilirken hemen aynı binanın karşısına 15 kat imar işadamına jet hızıyla çıkartılıyor. “İşadamına” özel bu tarifenin bir hizmet bedeli var mı? Bu konu hakkında bilgim olmadığı için yorum yapmam doğru olmaz. Fakat bu hizmet bedelsiz verilse dahi büyük bir haksızlığa ve ayrımcılığa sebep olduğu aşikar. Hele İstanbul gibi taşı toprağı banyosu salonu odası altın olan bir şehirde üretilen rantın büyüklüğünü düşünürseniz sinirden eliniz ayağınız titreyebilir. 2005 yılında İstanbul’u planlaması için göreve getirilen ve 2008’de bu görevden ayrılan Profesör Doktor Hüseyin Kaptan İstanbul’un nasıl zıvanadan çıktığını şu sözlerle anlatıyor; İstanbul 8500 yıllık mucize bir kent. Yarıştığı kentlerin Londra’nın, Paris’in, Barcelona’nın silüetleri yok, bunlar düz şehirlerdir. Dünyada silüeti olan şehir İstanbul’dur. Herkes bu silüeti görmeye gelir. Bu silüette dünyanın en yaşlı binası Ayasofya vardır. Bu silüeti korumak her türlü planlamanın gereğidir. Yüksek bina Bedrettin Dalan dönemi ile başladı, son 10 senede çıldırdı. Resmen çıl-

6 • Mayıs’16

Karantina dırdı. Bu devlet eliyle oldu. Bütün dünya metropollerinde stratejik plan şöyle der: Kent büyüyorsa kentte yeni alt bölgeler yaratacaksın. Bizim kentimiz kanunsuz büyüyor. Yukarıdan bakınca yağ lekesi gibidir. Otel, cami, adliye yapıyorlar, kapıları karayoluna açılıyor. Bu, planlamanın zıvanadan çıktığını gösterir. Türkiye’de müthiş bir enerji birikimi var; sanayi dönüşüyor, yüksek teknoloji geliyor. Kartal’da, Zeytinburnu’nda çimento fabrikaları vardı, bunlar gitti. Demode sanayi kentten gitti. Bu Avrupa’da da böyle oldu. Avrupa bu dönüşüm sonunda müthiş örnekler verdi. Demode sanayinin gitmesi, yerine hizmet sektörünün gelmesi, bunlar toplu bir plan perspektifinde yapıldı. Şimdi aynı enerji bizde de var, mesela demode sanayinin gittiği Büyükdere Caddesi’nde yüksek binalar yapılıyor. Hatta şu anda gökdelenlerin katıldığı bir yarışmanın jürisindeyim. Yüksek teknolojili binalar yapılmış ama ne bir meydan var, ne bulvar var, ne kültürel bir yapı var. Bizim yapamadığımız bu. Tasarım beyni lazım. Bahsettiğim yarışmada 300 tane proje var, bir tane kamusal alan projesi yok. Bir tane kentsel tasarım yok.2 Cenahımızın çeyrek asrı aşkın İstanbul yönetim tecrübesinde ürettiği şehirlere dönüp bakalım. Sultanbeyli, Sultangazi, Esenler, Bağcılar en yakışıklısı Başakşehir. Onunda ne kadar yakışıklı ve geleneksel şehir kodlarımızla ne kadar uyumlu olduğu halen tartışılıyor.

Öyle ki zenginlerimiz dahi buralarda oturmuyor büyük oranda. Hatta belediyelerin üst düzey yöneticilerinin dahi yönettikleri ilçelerde oturmadığı konuşuluyor. Çünkü büyük bir enkazdan ibaret bu şehirler. Hem maddi hem manevi yönden gittikçe büyüyen kontrol edilemez bir enkaz. Çarpık kentleşme, plansız yerleşme sadece beton yığını bir enkaz meydana getirmiş. Havadan başka bir şey görmeyen, mahremiyetin ayaklar altına alındığı, insanların yeşilin tonlarını duvar boyalarında görebildikleri kupkuruluk... Nasıl ifade edeyim bilmiyorum ki? Sokakları uyuşturucu esir almış, gençlerin eğitim durumunun parlak olmadığı, etnik-mezhebi gettolaşmaların odağı olmşu, çocuk işçiliğin sıradanlaştığı şehirler. Bu enkaz bizim enkazımız. Diyor ya İsmet Özel “Her şey biz yaşarken oldu bunu bilsin insanlar.” Sonra kalkıp bir de şaka gibi Sezai Karakoç, Necip Fazıl sempozyumları, öykü festivalleri, şiir günleri düzenlemezler mi? Kültürel iktidar olacağız ya bunlar hep o tarakların bezi. Her köşesi yağmalanmış bir şehirde kültürel iktidarın turşusunu kuracağız. Sezai Karakoç muhtemelen acıyarak bakıyordur bu manzaraya. Turgut Cansever anması yapan belediyeci abiler, ablalar eğer Cansever’in eserlerinin ilminden biraz faydalansa bu imar kararlarını onaylar mı? Yoksa karşısında dimdik dikilir ne pahasına olsun ilkelerini mi savunur? Bizim muhafazakar dindar yöneticiler tarafından yönetilen belediyelerimiz var. Buna hepimiz şahidiz. Ve bu şehir özellikle son yarım asırdır gün geçtikçe büyüyor ve devasalaşıyor. Peki bu şehri idare eden muhafazakarlar neyi muhafaza ediyor? Ecdad vurgulu bol şaşalı, mehterli, tamtamlı programları mı yoksa binlerce yıllık birikimlerle bugüne ulaşmış kültür ve medeniyet değerlerimizin üretimi olan şehir estetiğini mi? Bu şehrin kasırlarını, selatin camiileri ile bezenmiş yerleşim merkezlerini, korularını, dokusu tahrip edilmek istenen tarihi yapılarını korumak neden hep laik seküler zümrelere kalıyor. Yahu bu yapılar bizim

her seferinde sahip çıktığımızı iddaa ettiğimiz bir medeniyetin mirası. Silület bozulduğunda önce bizim çığlığı basmamız gerekiyor. Camii merkezli yerleşimler otel merkezli rant merkezlerine dönüştürülmeye çalışıldığında önce bizim öne atılıp şehri yönetenlerin yakasına yapışmamız gerekiyor. Tarihi yarımadadanın her sokağının, her caddesinin yüzlerce yıllık bir hikayesi olduğu unutmamamız gerekiyor. Biz’i yansıtan bir cadde isminin değiştirilmesine dahi tahammülümüz olmaması gerekiyor. Bizim görkemli bir ağrımız var. 100 km ötesinde varil bombaları altında anne karnından ceninlerin fırladığı beldelerde, Allah diyen rezidans dikmenin peşine koşan tekasür krizine girmiş insanoğlunun bağrımıza sapladığı sancılı bir ağrı. Bu ağrının dermanı ilaç ise tertemiz fıtratımızda yani inancımızda.. Bu şehri korumaya yönelik tüm titiz hassasiyetlere kulak vermemiz lazım. İdeolojik, etnik,mezhebi kalıplara sokmadan, ayrıştırmadan bu şehrin üstüne titreyen herkesin derdini paylaşmamız, çığlığına kulak kabartmamız lazım. Eğer burnumuzun dikine gidersek eksik kalıyoruz, kötüye gidiyoruz, hep beraber kaybediyoruz. Dipnotlar 1 İstanbul’un bağrına saplanan hançerler. Aljazeera- İrfan Bozan özel dosyası. Hüseyin Sağ mülakatı. http://appsaljazeera.com/ interactive/istanbulun_hancerleri/ 2 İstanbul’un bağrına saplanan hançerler. Aljazeera- İrfan Bozan özel dosyası. Hüseyin Kaptan Mülakatı. http://appsaljazeera. com/interactive/istanbulun_hancerleri/

Mayıs’16 • 7


Karantina

KADİM MEDENİYETE

İHANET

DEVAM EDECEK Mİ? M.Semih ÖZDEMİR

A

llah’ın rahmeti ve bereketi hepimizin üzerine olsun. Değerli okurlarımız birkaç sene evvel bahsetmiş olduğumuz Süleymaniye semtinin tekrardan ihya edilmesi meselesini hatırlatmanın gereğiyle tekrardan tespitlerimizi sizlere sunuyoruz. Bilindiği üzere Sultanahmet, Fatih ve Süleymaniye Osmanlı Devleti’nin medeniyet algısının temel yapı taşlarını teşkil eder. Fakat Cumhuriyet sonrası süreçte bu merkezlere en şiddetli şekilde ihanet edilmiştir. Fatih artık yaşanılabilir olmaktan çıkmış, Sultanahmet ise yaşam alanlarından arındırılmış ve sadece turistik bir mekan haline getirilmiştir. Ayrıca bu bölge barlar, içkili mekanlar bölgesi haline gelerek ihanet katmerlenmiştir. Ve artık sırada sonunu

8 • Mayıs’16

Karantina merakla beklediğimiz Süleymaniye var. Müslümanların iktidarda olduğu yıllar boyu kadim medeniyetin çeşitli unsurlarına devamlı ihanet edildiğinden Süleymaniye hususunda tedirgin olmaktayız. Bu bölgenin de Sultanahmet gibi sadece turistik bir mekan haline getirilmesi korkutucu bir ihtimal olarak durmakta. Süleymaniye bağlamında Müslümanlar olarak şehre karşı nasıl bir planlama yapmamız gerektiğini kısaca ifade etmeye çalıştık, inşallah bu dönemin Müslümanları ihanetlerini Süleymaniye ile birlikte affettirebilirler. Süleymaniye 16. Yüzyılda imar edilmiş bir yaşam alanı. İsmini Kanuni Sultan Süleyman’dan alıyor. Camileri, medreseleri, külliyeleriyle ve dükkanlarıyla bir Osmanlı semti. Özellikle 17. Yüzyıla kadar ulemaların semti olmuş Süleymaniye. 20. Yüzyıl itibariyle eski itibarını kaybeden Süleymaniye 1950 yıllarına kadar geleneksel mimari yapısını korusa da bu tarihten itibaren zamanla oluşan tahribat ve yangınlar sonucu eski mimariye ait birçok yapı yok olmuştur. Günümüzde Süleymaniye’nin tekrardan

tarihi ruhu içerisinde ayağa kalkması amacıyla bu bölge 24.05.2006 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 2006/10501 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yenileme alanı olarak ilan edilmiştir. Fatih belediyesinin projenin amacına dair açıklaması şu şekildedir: “İstanbul’un, 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi ile birlikte İstanbul’u ve Fatih İlçesi’ni, tarihi ve kültürel değerlere sahip çıkan, hizmet sektörlerinin, ticari, turistik ve kültürel aktivitelerin bir arada var olduğu bir kent olarak yeniden tanımlamak ve İstanbul’un ve Fatih’in ulusal ve uluslar arası ve ön önemlisi de yerel seviyede pozitif ve çekici bir kent etkisi yaratmasını sağlamak, her türlü afetlere ve risklere dayanıklı mimari dokunun korunması ve yaşatılmasını sağlayacak, güvenilir, sürdürülebilir ve yaşanabilir kentsel yerleşme dokusu oluşturmaktır.” Süleymaniye proje gereği bölgelere ayrılmış ve buralarda mülk sahipleriyle devlet arasında görüşmeler yapılmaya başlanmış ve hala da devam etmektedir. Kimisi kendisinin bunu yapamayacağını söyleyip mülkünü devlete satıyor ki burada karşılarında muhatap KİPTAŞ oluyor. Kimisi kendisi aslına uygun olarak

Mayıs’16 • 9


Karantina

yeniden tarihi yapıyı restore ediyor. Hiçbir şekilde anlaşma sağlanamayanların yerleri devlet tarafından istimlak ediliyor ve belirlenen meblağ mülk sahibine veriliyor. Fakat mülk sahibinin buna itiraz hakkı bulunuyor. Mahkemenin mülke daha yüksek bir değer biçmesi durumunda İBB bu karara uymak zorunda kalıyor. Mamafih bu merhalelerin yaşanması Süleymaniye’de hala bir çivinin çakılmamasının en önemli nedenidir. Şuan Süleymaniye’nin büyük bir kısmı yıkıntılarıyla adeta bir savaş bölgesi görüntüsünü yansıtmaktadır. Maalesef bu yıkıntıların içerisinde yaşayanlar son derece insanlık dışı hallerde yaşamlarını devam ettiriyorlar. Yanlış anlaşılmasın bunlar mülk sahipleri değil, boş kalan yerleri değerlendiren sokakta yaşayan insanlar. Her gün Fatih’te rastladığımız dilencilerin çoğu buralarda yaşamakta. Yine kağıt toplayıcılarının da yaşam alanı haline gelmiş Süleymaniye. Fatih’te Fevzi Paşa caddesinde yürüyüp Süleymaniye’nin içlerine doğru gittiğiniz zaman iki farklı dünyayı yaşamış oluyorsunuz adeta. Bir tarafta ayakta duran ve içi yaşam dolu binalar diğer tarafta yerle bir olmuş bir kısmının içi yaşam dolu binalar. Tekrar söylemek gerekirse sanki bir savaş alanı. Süleymaniye’nin sokaklarında gezdiğinizde son derece pis kokular burnunuzu es geçmiyor. Hatta gün ortasında dahi güvenliğiz açısından tehlikede olduğunuz hissini ya10 • Mayıs’16

Karantina şıyorsunuz. Şehrin merkezindesiniz ama bir o kadar da şehirden uzaksınız. Bölgede bahsettiğimiz yaşayanlar dışında ev ahalisi yok diyebiliriz. Ayakta olan ve yenilenmiş yerler vakıf, dernek, kafeterya, restoran olarak varlıklarını sürdürüyor. Özet olarak şuan Süleymaniye semtinin hali iç açıcı değil. Süleymaniye’nin yenilenmesi meselesine geri dönersek ifade ettiğimiz gibi Süleymaniye 5 bölgeye ayrılmış durumda. KİPTAŞ 10 hektarlık bir alanın projelendirmesini yapmış durumda ve burası şuan Süleymaniye’ye dair tek somut proje. Diğer bölgelerle alakalı projelendirme çalışmaları devam ediyormuş. KİPTAŞ’ın projesi 96 konut ve 189 araçlık bir otoparkı ihtiva ediyor. Konut ifadesini görünce biz de ilk anda yok artık dedik ama sonra bunların 3 katlı olduklarını gördük ve içimiz bir nebze olsun rahatladı. Projenin hazırlanmış görselleri göze hoş geliyor ve rahatsızlık vermiyor. Fakat KİPTAŞ’ın evvelden yaptığı projelerin fiyat aralığının yüksekliğini bildiğimiz için bu projenin sonucunda ortaya çıkacak olan evlerin çok yüksek rakamlara satılacağı aşikar bir vaziyette karşımızda duruyor. Hele ki bir de mülklerin şahıslardan alımı, istimlaklar için harcanan paraların karşılığının çıkarılacağı düşüncesi bu evlerin çok yüksek bedellere satılacağı öngörüsüne yönlendiriyor bizi. Projenin Süleymaniye’nin dokusunu bozmayacak bir mimariyle yapılacağı hususunda soru işareti yok aklımızda lakin şehirler, semtler, mahalleler ve bunlarla oluşan medeniyet sadece taş veya ahşap yapıların ideal mimariyle yapılmasıyla var olmaz. Bilakis en güzellerini en doğrularını yapsanız da oralarda yaşayacak insan unsuru asıl manayı katacaktır yaşam alanlarına. Süleymaniye ile ilgili aklımızda üç ihtimal oluşmuş durumda. Proje bittiğinde şüphesiz astronomik fiyatlar ile satışa çıkacak evler. Bu evleri ya zengin Müslüman kesimden kimseler alacak fakat maalesef bugüne kadar zengin Müslüman kesimin dünya görüşü ve medeniyet algısı onların rezidans dairelerine ilgi duymalarına sebep oldu ve muhtemeldir ki bu camiadan çok fazla kişi Süleymaniye’ye rağbet gös-

termeyecek. İkinci olarak buralardan zengin seküler kesim insanlarının yer alması ki bu da çok düşük bir ihtimal olarak gözükmekte çünkü Süleymaniye Camii ve külliyesi çevresinde hemen Fatih semtinin dibinde yaşamak onların kaldırabileceği bir durum değil. Belki de en kötüsü sonuncu ihtimal. Maalesef bugüne kadar yapılan icraatlar bu hususta kaygımızı arttırmakta. Bu sonuncu ihtimal Süleymaniye’nin yeni bir Sultanahmet olmasıdır. Bilindiği üzere Sultanahmet Camii ve çevresi tamamiyle mahalle ve aile hayatından soyutlanmış, kafeler, içkili-içkisiz restoranlar, eğlence yerleri, oteller ve pansiyonlarla İstanbul’un fethi sonrası vurulan İslam damgası ortadan kaldırılmıştır. Osmanlı’da Sultanahmet, Süleymaniye, Fatih semtleri o büyük medeniyetin ana damarlarıydı. Maalesef bugün o damarlardan Sultanahmet tamamen kesilmiş, Fatih yaralı vaziyette ve Süleymaniye ise başına gelecekleri beklemektedir. Büyük medeniyete ait olduklarını ifade edenler tarafından Sultanahmet ve Fatih’in uğradığı ihanet Süleymaniye için de, yapılanların bir sonucu olarak, gerçekleşecek gibi duruyor. 1)Yüksek fiyatlardan satışa çıkarılacak olan yerlerde kesinlikle “ev” dışı ruhsata izin verilmemelidir. İznin verilmesi halinde bugüne kadar bu büyük medeniyete vurulan darbenin en büyüklerinden biri daha bu medeniyete ait olduğunu ifade edenler tarafından gerçekleştirilmiş olacaktır. Bizler Süleymaniye’nin ait ol-

duğu medeniyetin karşılığı olarak mahalleleri ve aileleriyle tekrardan imar edilmesinin kesin bir şekilde gerektiğini düşünmekteyiz. 2)Bu hususta devletin Süleymaniye’ye özel bir iskan politikası uygulaması gerekmektedir. Öyle ki semtler, şehirler sağlam mahalle dokularının yanı sıra bu mahallelere hayat katacak, medeniyet algısı katacak insanlar ile var olur. Sultanahmet ve çevresi mimari açıdan ideali yansıtıyor olabilir ama orası yanlış politikaların karşılığı olarak ticari mekanlarla dolup taşmış durumda. Mahalleler fiziki olarak varlar belki ama mahalleyi oluşturacak aileler yok. Bu durumun bir sonucu olarak bölge kafeler, restoranlar, oteller, pansiyonlar bölgesi haline dönüştü. 3)Bu ahvalin canlı şahidi olan bizler Süleymaniye’nin bu kötü sonuçla karşı karşıya kalmamasını istiyoruz. Yeniden imar edilen Süleymaniye’nin hakkıyla, özüne bağlı bir yaşam alanı olarak ihya edilmesini istiyoruz. Şüphesiz bu ihya hareketi hakkıyla gerçekleştirilirse kültür ve medeniyetimize ardı ardına vurulan darbelerin arasında hayırlı bir icraat gerçekleştirilmiş olacaktır. Ve son olarak Süleymaniye projesi devletin bugüne kadar şehirciliğe ve medeniyet algısına vurduğu darbelerin karşılığı olarak boyunlarının bir borcu olarak hakkıyla gerçekleştirilmelidir.

Mayıs’16 • 11


Karantina

Karantina

TOPRAK DUASI Zozan DEMİRCİ

Toprak... Şehrin insanı için toprak neyi ifade eder? Şehrin insanı için diyorum çünkü toprağın kokusunu unutan, beton yığınları arasında çocukluğu, gençliği geçmiş insanlar ile topraktan bağını koparmamış, elleri toprak kokan insanlar için toprağın ifade ettiği şey aynı olamaz. İşte bu yüzden: “Bir kasabada yaşasak …” romantizminden öteye gitmeyen, gidemeyen şehrin insanına soruyorum; Toprak nedir? Beton yığınları arasında yetişen biri olarak cevap veriyor olmak, çok acı… Topraktan uzak fakat toprağa hasret biri olarak benim gördüğüm; birtakım şehrin insanı için toprak; hasrettir, memleket özlemidir. Kimisi için kalabalıktan kaçış. Kimisi için, sadece ölüm kokusudur. Sevdiklerini toprağa vermişler için can düşmanıdır. İnananlar için her kulun Sevgili ’ye kavuşmayı beklediği efsunlu bir duraktır. Hatırı sayılır çoğunlukta, taşrada ömür geçiren büyüklerim olmasa, ben de toprağı en çok ölümle ve soğukluğuyla ifade edecek güruhtan olacaktım. Hamdolsun ki etrafımda hala toprağa dokunanlar var. Benim ellerim toprağa karışmadı, belki hiç. Fakat toprağa alın teriyle diktiği fidandan gelecek rızkı, Yaradan’a nasırlı ellerini açarak bekleyen, toprak üzerine beton yığınlarını fütursuzca inşa etmeyi aklından hiç geçirmemiş insanların ellerini

12 • Mayıs’16

tuttum. Ömrüm boyunca yazamayacağım güzellikteki şiir gibiydiler… Umudun işareti olan bu yegane insanların nasırlı ellerinden tutup öptüm, hamd ile. Ve bize acıdım… Bahçelerimizin olmayışına. Toprakta boy veren tek bir fidanımızın olmayışına. Dikenlerinden canımızın yandığı bir gül ağacımızın olmayışına. Meyveyi dalından yemenin hazzını bilmeyişimize acıdım. Sonra, şehrin insanı olarak her yiyip içtiğimizde adını telaffuz edemediğimiz onlarca maddenin vücudumuza ne kadar zarar verdiğine kafa yoruyor olmamıza… Acıdım fakat “Yine de umut etmeli” dedim… Topraktan uzak yetişen bir neslin içinde umut etmek zor, çok zor. Fakat “Yine de umudu diri tutmak için, toprak için mücadele etmeliyiz.” dedim. Toprağa dokunabilir miyiz? Umudu ekip, sabırla bekleyebilir miyiz? Bir ömür toprağa dokunarak, nasır tutmuş ellerimizle, ellerimiz çatlarcasına sevebilir miyiz? Bilmiyorum… Fakat şayet toprak üzerinde yürüyebilen, toprağa dokunabilen insanlar olabilseydik dünya çok daha temiz bir yer olacaktı. Çünkü toprak insanı terbiye eder. İnsana umudu, sabrı, vefayı, alın terini; insan olmayı öğretir... Bizler ne yazık ki topraktan uzak büyüdük. Bundandır her şeyi hoyratça tüketiyor oluşumuz. Bundandır her yanımızın soğuk olması. Bundandır huzur bulmak için seher vakti gittiğimiz cami avlularının bile içimizi ısıtamayışı… Evet, umut etmek zor, çok zor. Fakat biz inananlar; dünyanın gidişatı ne olursa olsun, Hayy u Kayyum (hayatı veren ve onu devam ettiren) isimlerinin tecellisi ile Yaradan’ın varlığının en büyük ispatı olan topraktan, insandan vazgeçemeyiz! O vakit şevk ile; Allah bizi toprağa layık eylesin…

OSMANLININ MİNİK KÖŞKLERİ

‘KUŞ EVLERİ’ Büşra AKGÜL

O

smanlı medeniyetinin estetik ve merhametinin günümüze ulaşan şahitleri. Kuş evlerinin temel düşüncesini Efendimiz’in hayvanlara verdiği önem ve sevgisi oluşturdu. Daha çok serçe, saka, kırlangıç gibi küçük kuşlar için inşa edilmiş kuş evlerinin geçmişi çok eskilere uzanır. 13. asırdan itibaren 19. asrın sonlarına kadar hemen hemen Osmanlı Devleti’nin ömrü boyunca camiler, medreseler, sıbyan mektebleri, şifahaneler, kütüphaneler, darphaneler, iskeleler, köprüler gibi resmi binalarla, türbeler, hanlar, hamamlar ve evlerin duvarlarında geleneksel mimarinin sevimli bir ayrıntısı olarak yer almışlar. Boyalı, oymalı küçük tahta yuvalar biçiminde ağaç dallarına asılanları da yapılmış, ama kuş evlerinin ahşap numuneleri yangınlar, istimlâklar, yıkımlar yüzünden günümüze kadar ulaşamamıştır. Sivil mimarinin en güzel örnekleri içinde yer alan kuş evleri, hemen her yapının göz bebeğiydi. Bazıları binalara sonradan eklenirken, bazıları da yapıyla birlikte inşa edilirdi. Osmanlı sınırları içinde yer alan eserlerde görülen kuş evlerine İstanbul başta olmak üzere Edirne’den Doğu Beyazıt’a kadar birçok yerdeki yapılarda rastlanıyor. Cami ve medreselerde görülenlerin dışında 18 ve 19.yylarda bazı ev ve köşklerde kuş evleri görmek mümkün oluyor, bazı yapılara ise

restorasyon ve tamirat çalışmaları sırasında sonradan ilave oluyor. Günümüzde birçoğu yağışlar ve dış etkenlerinin meydana getirdiği etkisi ile tahrip olan kuş evleri, ilgisizlik, biriken gübrelerin temizlenmemesi ve bakımsızlık gibi nedenlerle su giderlerinin tıkanması sonucu çatlamalarla kırılma ve dökülmelerle karşı karşıya kalıyorlar. Tüm bunlara rağmen hala ayakta kalıp kuşlara aşiyan olanları da mevcut. Meselâ, “Yeni Camii, Nuru Osmaniye, Fatih, Süleymaniye, Eyüp, Bâlipaşa, Üsküdar’da Ayazma, Selimiye ve Cedid Valide Camiileri, Çarşıkapı’da Kara Mustafa Paşa, Saraçhane’de Amcazade Hüseyin Paşa, Vezneciler’de Sadrazam Seyyid Hasan Paşa, Fatih’te Feyzullah Efendi Medreseleri, Sadrazam Seyyid Hasan Paşa, Ragıp Paşa Sıbyan Mektebleri, Ayasofya’da Sultan Mahmud Han-ı Evvel Kütüphanesi, Lâleli’de 3. Mustafa ve 3. Selim türbeleri, Lâleli’de Çukur çeşme, Bayezid’de Hasan Paşa Hanları, Büyükçekmece’de Sokollu Mehmed Paşa Köprüsü, Sarayiçi’nde Darphane-i Âmire binası ile Balat’ta sivil taş mimari örneği olan evlerde, Haydarpaşa vapur İskelesi’nde, Taksim maksimi’nde kendine özgü bir mimarisi olan bu kuş evleri, köşkleri ve sarayları halâ görülebilir. Mayıs’16 • 13


Karantina

Karantina

Fatih Sultan Mehmed ve

İstanbul’un Fethi Üzerine Gülsüm Cemile DAMAR

S

ultan Mehmed, İstanbul’u 21 yaşında fetheden, Osmanlı İmparatorluğunun yedinci padişahı. Babası II. Murad ve annesi Hüma hatun. Kendisi diğer Osmanlı şehzadeleri gibi özel bir eğitimden geçmiştir. Küçük yaşta döneminin seçkin hocalarından eğitim görmeye başlamıştır. Kendisi de ilme ve öğrenmeye meraklı bir şehzadedir. Sultan Mehmed 1444’te henüz 13 yaşında iken babası Sultan Murad tarafından tahta geçirildi. Yaşının küçük olması ve devlet yönetiminde yetkinlik kazanmamış olması onun saltanatını tehdit eden unsurlardı. Zira 2 yıl sonra Macarlardan oluşan bir

14 • Mayıs’16

Haçlı ordusu, genç ve deneyimsiz Mehmed’in Osmanlıyı idare etmesini fırsat bilerek Osmanlı topraklarına saldırı düzenlemiş Varna’ya kadar ilerlemiştir. Bunun üzerine genç sultan, sadrazam Çandarlı Halil Paşanın da etkisiyle babası II. Murad’ı yardıma çağırmıştır. “Eğer padişah sen isen ordunun başına geç, eğer ben padişah isem emrediyorum ordumun başına geç” dediği meşhur sözünü bu hadise üzerine sarf etmiştir. Bu olaydan sonra II. Murad tekrar tahta geçmiş ve ülkeyi idareye devam etmiştir. Genç sultan Manisa’ya gönderilmiş ve Sultan II. Murad’ın vefatına kadar orada bulunmuştur. Manisa’da geçirdiği yıllarda eğitimine devam etmiş, yönetim ve idare üzerine yeni tecrübeler kazanmıştır. 18 Şubat 1451’de Sultan II. Murad’ın vefatından sonra Sultan Mehmed, 19 yaşında ikinci kez tahta çıktı. Saltanat için karşısında rakip olarak Orhan Çelebi bulunuyordu. Bizans’a sığınmış olan Orhan Çelebi Osmanlı tahtında hak iddia ediyordu. Öte yandan Çandarlı Halil Paşa da Sultan Mehmed’in başa geçmesi-

ne razı görünmüyordu. Hem içte hem de dışta ortaya çıkan tüm bu olumsuzluklara rağmen Sultan Mehmed idareyi elinde tutmayı başardı. Fakat saltanatını güçlendirmek için önemli bir askeri zafere ihtiyacı vardı. O dönem Sultanın yanında bulunan Zağanos ve Şehabettin Paşalar genç sultanın otoritesini güçlendirmek için İstanbul’un fethedilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Önceki tarihlerde İstanbul birçok defa kuşatma altına alınmış fakat tam manasıyla fetih gerçekleşmemiştir. Asla yıkılamayacağına inanılan güçlü surlarla çevrili olması ve Osmanlı’nın surları yıkabilecek bir teknolojiye sahip olmayışı, konumu itibariyle dışarıdan kolaylıkla askerî yardım sağlayabilmesi gibi nedenlerle kuşatmalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Tüm bu olumsuzluklara ve başarısız bir geçmişe rağmen Sultan Mehmed ve vezirleri İstanbul’u fethetmeye kararlıydılar. Sultan Mehmed’in İstanbul’u istemesindeki en büyük etkenlerden biri de Hz. Peygamber’in hadis-i şerifindeki övgüye nail olmaktı. “Konstantiniyye mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.” Sultan Mehmed ve beraberindeki askerler tüm kuşatma boyunca bu hadisin verdiği manevi güç ile savaşmışlardır. Zira İstanbul gibi önemli ve güçlü bir şehri fethemek o kadar kolay olmayacaktır. Ganimet ve yağma gibi maddi teşvikler bir noktadan sonra askerlere yeterli gelmiyordu. İstanbul’un fethini kutsî bir görev haline getirmek, savaştan yılmış ve umudu tükenmiş olan orduya moral sağlıyordu. Sultan Mehmed ve vezirleri her türlü hazırlığı yapmış, ihtimaller üzerine düşünmüş, en ufak ayrıntılar

bile gözden kaçırılmamıştır. Sultan I. Beyazid’ın yaptırdığı Anadolu Hisarının karşısına Rumeli Hisarı inşa ettirilmiş böylelikle Bizans’a boğazlardan gelebilecek yardımların önü kesilmiştir. Yıkılmaz denilen surları yıkmak için toplar döktürülmüştür. Takviye gemiler yapılarak Osmanlı donanması güçlendirilmiştir. Bunlara karşılık Bizans da önlemler almış, surları tamir etmiş, hendekler kazılmıştır, dışarıdan yardım talep edilmiştir. Osmanlı ve Bizans arasında uzun ve zor bir mücadele olmuş, son anlara kadar iki taraf da birbirlerine tam üstünlük sağlayamamıştır. Fatih Sultan Mehmed tüm imkanları seferber etmiş, bugün söylerken kulağa inanılmaz gelen o meşhur icraatı gerçekleştirmiştir. Gemileri Haliç’e indirebilmek için Tophane’den Kasımpaşa’ya bir yol inşa ettirmiştir. Öküzlerin çektiği, kızaklar üzerinde giden gemiler Haliç’e indirilmiştir. Sultan Mehmed İstanbul’u almak için kararlıdır ve buna engel olabilecek her ihtimali düşünmüş, çözüm için sınırları zorlamıştır. Kuşatma boyunca her iki taraftan ağır kayıplar verilmiş ve nihayetinde 29 Mayıs günü yapılan ağır top atışlarıyla surda bir gedik açılmış, Osmanlı askeri kente girmeyi başarmıştır. İmparator kaçarken yakalanıp öldürülmüş, Venedikliler esir alınmış böylelikle karadan ve denizden hakimiyet sağlanmıştır. 29 Mayıs 1453, İstanbul’un fethiyle birlikte Sultan Mehmed “Fatih” ünvanını almıştır. Bu büyük zaferden sonra Osmanlı diğer beyliklere karşı gücünü ve otoritesini sağlamlaştırmış, dünyaya ismini duyurmuştur. İstanbul’un fethiyle

Mayıs’16 • 15


Karantina

Karantina

REKLAMSIZ BİR ŞEHİR MÜMKÜN MÜ? Asım Ebrar Yıldız

Y

beraber Osmanlı, devlet olmaktan çıkmış ve imparatorluk halini almıştır diyebiliriz. Fatih Sultan Mehmed İstanbul’un içindeki her yapıya önem vermiş ve zarar görmesini istememiştir. Kuşatma boyunca Bizans imparatoruna teslim olması halinde şehri yağmalamayacağını, canını sağ bırakacağını teklif etmişse de teklifi kabul görmemiştir. Bilindiği üzere İslam hukukuna göre teslim olmayan şehrin yağma edilmesi serbesttir. Fatih Sultan Mehmed istemeyerek de olsa yağma için emir vermek mecburiyetinde kalmıştır. Şehrin yapılarına zarar verilmesini yasaklamış ve geri kalan herşey için askerlere 3 gün süreyle yağma izni verilmiştir. Fetihten sonra Sultan Mehmet, İstanbul’u “payitaht” ilan etmiştir ve hızla İstanbul üzerine inşa çalışmalarına başlamıştır. Zira İstanbul’da yapılacak olan tüm yenilikler, Fatih Sultan Mehmed’in tarihe bıraktığı bir imza olacaktır. O dönem böyle büyük ve önemli bir kenti eskisinden daha iyi bir duruma getirmek Osmanlı İmparatorluğunun gücü ve kudretini dünyaya ispat etmek demekti. Osmanlı geleneği olarak fethedilen şehrin en önemli ve en büyük dini 16 • Mayıs’16

yapısı camiye çevriliyordu. Bu minvalde, Fatih Sultan Mehmed ilk iş olarak Ayasofya’yı cami haline getirdi. İstanbul’un altyapı sorunlarını gidermek, nufüslandırmak ve orayı bir ticaret merkezi haline getirmek için çeşitli girişimlerde bulundu. Vezirlerine de kentte halkın faydalanacağı yapılar inşa etmelerini emretti. Bugün İstanbul’un birçok yerinde bu yapılar hâlâ ayaktadır. Fatih bu girişimlerle İstanbul’u yeniden canlandırmış, güçlü bir başkent haline getirmiştir. Son olarak, genç yaşında İstanbul’u hayal etmiş, İstanbul’u fethetmiş, İstanbul’u inşa etmiş ve İstanbul’a yeni bir kimlik kazandırmıştır Fatih Sultan Mehmed. Yukarıda okuduğunuz büyük bir çabanın ve mücadelenin kısa bir anlatımıdır. İçerisinde sayısız kahramanlar barındırır. Eğer bizim de olmazlara niyetimiz var ise Rabbim bu uğurda zorun zorluğuna galip eylesin. Büyüklerin fetih tarihi yaklaştıkça söylemeye başladığı ve söylerken bizlere de göz kırptığı o malum dizeyle bu yazıyı sonlandıralım “Yürü, hâlâ ne diye kendinle savaştasın, Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın”.

ıl 1631, Evliya Çelebi Üstat yazıyor: ‘’Yaya olarak Belde-i Tayyibe yani Konstantiniyye etrafında bulunan köy ve kasabaları, binlerce gül ve gülistanlı İrem bağlarını gezip görerek, gönlüme büyük seyahat arzuları doğmuştu.’’ Yıl 2016, naçizane, ben yazıyorum: ’Yaya olarak Belde-i Tayyibe yani Konstantiniyye etrafında bulunan köy ve kasabaları, binlerce billboard ve dev video ekranlı İrem bağlarını gezip görerek, gönlüme büyük tüketim ve mübayaa arzuları doğmuştu.’’ Açık hava reklamcılığı nereden çıkmıştır, ne zamandan beri vardır, kimler tarafından düşünülmüştür bilmem. Belediyelerin bu reklamlardan kaç para kazandıkları da umurumda değil. Umurumda olan, İstanbul’da yaşayan bir insan olarak kendim, birlikte yaşadığım insanlar ve de yaşamakta olduğumuz şehrin şartları.

Mayıs’16 • 17


Karantina

İstanbul, bugün uyanık bir reklamcının hazırladığı, insanlara pazarlamak istediği ürünü dikkat çeksin diye, sahip olduğu üründen başka hiçbir şeyi düşünmeyerek, büyük ve kalın puntolu bir yazı sitiliyle, kırmızı ve parlak sarının fütursuzca kullanıldığı, ürünle ilgisi olsun yada olmasın mutlaka yarı çıplak bir kadın fotoğrafının konduğu reklam afişlerinden farksız. Bir de bunun, şehrin tarihi dokusunun önünde gerçekleşmesiyle olağanüstü kötü bir durum oluşmuş durumda. Otomobil galerilerinin bulunduğu bir bölgede araba reklamlarını, bankaların bulunduğu bir sokakta kredi reklamlarını bir nebze anlayabiliyoruz fakat Sultanahmet Camii’ne yaklaşırken bir otomobil, çorap ya da kredi reklamı olan billboardlar da ne oluyor? Bunun gibi daha nice örneklere görüntü kirliliği denmez de ne denir? Bugün tıpkı hava kirliliği gibi görüntü kirliliği de hayatımızın büyük bir alanını işgal ediyor ve sanıyorum bu kirliliğin en başında açık hava reklamları geliyor. Hemen hemen her meydan, otobüs durağı, tramvay girişi ve daha birçok yerde bazen afişlerle bazen posterlerle bazense büyük video ekranlarıyla biz istemeden hayatımıza çeşitli görüntü ve bilgiler sokuluyor. Herhangi bir ahlak kaygısı gözetilmeden oluşturulan reklamlar 7’den 70’e herkesin hayatını ve bilhassa seçimlerini etkiliyor. Okumayı yeni öğrenen çocuklarımızın zihinleri ilk olarak reklamlarla doluyor. Eskiden çocuklar annelerine gördükleri ağaçların isimlerini sayarlarken bugün maruz bırakıldıkları reklamlarda bulunan markaların isimlerini sayıyorlar. Ayrıca reklamlar, zaman zaman görüntü kirliliğini de aşıp içerdikleri gayriahlaki materyallerle 18 • Mayıs’16

Karantina toplumun ahlakını bozmak uğrunda da büyük bir vazife ifa ediyorlar. Araba lastiği reklamında bir kadını sergileyen reklamcı bunu sözde fikir hürriyeti ve özgürlük altında yapıyor. Bundan rahatsız olan insanların şikayetleri ya da müdahaleleri ise insan hayatının sınırlandırılması veya özgürlüklerin kısıtlanması olarak görülüyor. Bir diğer vazifesi insanları tüketim çılgınlığına körüklemek olan reklamlar, AVM’lerin, küresel çapta kapitalist firmaların halkla iletişimini de sağlıyorlar. Bu iletişim, insanlara yarar getiriyor gibi gözükse de -örneğin indirimler, açılışlar vesaire- beraberinde bir iletişimsizliği de getiriyor. Evinin bir yan sokağında ya da yürüme mesafesinde yerel dükkanlar bulunduğu halde mahallemizin Hatice Teyzesinin ya da onun kızının şehrin öteki ucundaki AVM’ye gitmesi başka neyle açıklanabilir? Bu reklamlar yüzünden yerel dükkanlar iş yapamıyor. Ee ne yapalım yerel dükkanlarda reklam versin diyebilirsiniz ve fakat sermayenin büyük firmaların ellerinde bulunmasından ötürü reklam verecek imkanı olmayan dükkanlar yavaş yavaş satış gücünü yitiriyor ve toplum AVM’lere ve de marka firmalara mahkum ediliyor. Ayrıca -komplo teorisyenliği yapmak istememem ile birlikte-reklamların sürekli belirli ellerin kontrolünde olması, aynı markaların reklamlarının sonu gelmez şekilde devam etmesi de bana normal gelmiyor. Yerel bir firmanın reklamına çok nadir olarak rastlanabilirken malum firmaların markalarının reklamları boy boy gösteriliyor. Reklamların sağlayıcısı olan belediyeler ve ‘’sahipleri’’ de bu reklamlardan yararlanmıyor değiller tabii. Kazandıkları paralar bir yana dursun, bir belde de seçilmiş olan belediye başkanı kim ise onun hüküm sürdüğü dönem ve yeni seçim döneminde de o başkanın reklamları yapılıyor. Propaganda için seçim döneminde yayınladıkları reklamları belki anlayabiliriz ve fakat belediyenin yaptığı en küçük işte adeta bir komedi oyunu düzenlercesine hazırlanan reklamları anlayamıyoruz. Bir yerde bir camiyi restore eden belediye, caminin girişine dev bir afişle belediye başkanının ismi eşliğinde yaptığı restorasyonu anlatıyor. Afişin arkasında, cami kapısının üstünde, bizzat camiyi inşa eden Mimar Sinan ve dönemin Sultanının, caminin inşa edilişiyle ilgili yazdırılan kitabedeki tutumlarını -isimleri dahi

geçmiyor- görünce ise insan utanç duyuyor. Ya- dükkanların tabelalarına kısıtlama getirilmiş aykında bir belediyenin restore ettiği caminin ismi- rıca illegal reklamlara verilen cezalar da artırılni mevcut belediye başkanının ismiyle değiştirdi- mış. Dönemin belediye başkanı Gilberto Kassab ğini duyarsanız şaşırmayın. ilk başta yönettiği toplumda infial yaratan bu işle Belediyelerin açık hava reklamlarından ka- çok eleştirilse de daha sonraları haklılığı anlaşılzandıkları paralara gelince. Reklam verenlerin mış. yüksek mevlalarla bu reklamları satın aldıkları İşsizliğin, illegal reklamların ve ürün fiyatlarıdoğrudur. Buradan hareketle bu paraları belenın aşırı artacağı düşünülürken bunların hiçbiri diyelerin halk için harcadıklarını da düşünürsek olmamış. Aksine reklamların sınırlandırılması ile karlı bir iş gibi gözükebilir açık hava reklamları ve fakat şunu unutmamak gerekir ki bu rek- reklamcılıkta büyük bir gelişme görülmüş zira lamlar sayesinde belediyelere ve dolaylı olarak yasa öncesi reklamlar ne kadar bağırırsam o kahalka bir miktar para aksa da bu miktardan çok dar duyulurum fikri ile hazırlanırken yasa sonradaha fazlası yabancı markalara akmaktadır. Zira sı reklam alanlarının kısıtlanması ile firmalar inbahsettiğimiz üzere yayınlanan reklamlar halkın sanlara seslerini nasıl duyuracaklarını daha fazla sahip olduğu dükkanların, markaların reklamları düşünmeye başlamışlar ve uzman reklamcılıkta değiller ve bunun doğal neticesi olarak da rek- gelişme görülmüş. lam verenler kimler ise reklamı satın almak için Belediyenin reklamlardan kazandığı gelirin verdikleri paradan kat kat fazlası onlara parayı bitmesinin de bir sorun oluşturacağı düşünülürverdikleri yerden yani halktan geri dönmektedir. ken illegal reklamlara verilen cezalar belediyeSaydığımız hususlar göze alındığında ve bir ye kat kat daha fazla para kazandırmış. Yalnızca de bunların üzerine sosyal medya ve televizyon olumlu reklamlar dediğimiz kültür-sanat alanıngibi reklam alanları da dahil edildiğinde reklamdaki reklamlar belediye tarafından desları ‘’0’’a indirmenin imkansızlığıteklenmeye başlanmış. nı –yasama ya da mühendisi bir Yaklaşık 10 yıldır yollayöntem ile- anlıyoruz. Ama rına billboardlar, neon lamher şeye rağmen reklamsız balar, dev video ekranları, temiz şehirler de imkanReklamlar, sız değil ve bütün topposterler, otobüs reklamzaman zaman lumu değiştirmeden de ları ve reklam broşürleri görüntü kirliliğini yapılabileceğine dair güolmadan devam eden Sao de aşıp içerdikleri nümüzde örnekleri var. Paulo şehrinin insanlagayriahlaki İlk olması ve büyük rına şuan baktığımızmateryallerle ses getirmesi bakımında, çocuklarını açık toplumun ahlakını dan Sao Paulo şehri rekhava reklamları bozmak uğrunda lamsız temiz şehirlerin olmadan büyütda büyük bir vazife en önemlisi. 12 milyonu mekten, başlarıifa ediyorlar. Araba aşkın nüfusu ile dünyanı bir tarafa çelastiği reklamında nın en kalabalık altıncı virdiklerinde bir bir kadını sergileyen ve Brezilya’nın önemli reklamcı bunu sözde reklam başka bir eyaletlerinden birinin fikir hürriyeti ve tarafa çevirdikbaşkenti olan Sao Pauözgürlük altında lo şehrinde 2006 yılının lerinde başka bir yapıyor. Eylül ayında 1’e karşı reklam görme45 oyla çıkarılan ‘’Teden yaşamaktan miz Kent’’ yasasıyla şememnun gözühirdeki bütün açık hava küyorlar. reklamları yasaklanmış, Mayıs’16 • 19


Karantina

Karantina

PEYNİRLER VE KURTLAR ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME Muhammed Salih DEMİRTAŞ

“Tâbi sınıflar artık tarihçiler tarafından görmezden gelinmese de ‘sessiz’ kalmaya mahkum edilmişlerdir.” Büyük Olaylar ve değişimler bir bütünsellik içinde tarihin akışında şekil kazanarak insanlığın serüvenini oluştururlar. Savaşlar, reformlar, dinlerin ortay çıkışı ve yayılışı; her biri belli bir dinamizm içinde dünyayı şekillendirirler. Biz de geçmişe bakarak bu serüvenin kırılma noktalarını dönemin bütünselliği içinde okuyup bir anlam arama çabasına gireriz ve bu okumaları değerlendirerek günümüzde mevcut akışın içerisinde tecrübelerle, hem bugünümüzü hem de yarınımızı aydınlatmaya yönelik belli çıkarımlar yaparız. Aksi takdirde entelektüel hazdan öteye geçemeyiz. Tarihi olaylar ve olgulardaki dinamizmi yakalayarak bir şekilde bugün için aktif bir okumaya dönüşmesi, aynı zamanda tarihe olan bir vefa borcumuzdur. Mamafih tarihte gerçekleşen büyük dönüm noktaları ya da büyük olmayan dönüm noktalarında insanların hayatları bir şekilde devam etmekteydi. Dönemin değişimleri; mikro boyutta onların hayatına nasıl etkide bulunduğu, fikir dünyalarında nasıl yer edindiği, kendi yaşam tarzlarında öncelikleri içerisinde neyi ifade ettiği gibi konular biraz da kurgusallığın da yardımıyla en azından “sıradan bir insanın” zihin dünyasına inmemiz açısından önemlidir. Bu konu tarihçiler arasında, olayları indirgemeci bir yaklaşıma sokabileceği ve dönemin genel atmosferini tam anlamıyla yansıtamayacağını düşünüldüğü için temkinli yaklaşılan bir alan olmuştur. Lakin bu açıdan haklı bir eleştiri olsa da,

bu tarz okuma hayal dünyamızı da zorlayarak bize o dönemle ilgili ilginç ip uçları da verebilir. Kitabından da bahsedeceğimiz ve kendisi de bir mikro tarih okuması yapan Carlo Ginzburg, Peynir ve Kurtlar kitabının önsöz kısmında bu durumla ilgili yapılan eleştirileri de göz önünde bulundurarak şöyle bir açıklamada bulunmuştur: “... Bununla niyetim niceliksel araştırmaya karşı niteliksel araştırmadan yana bir yargıda bulunmak değil; basitçe, tâbi sınıfların tarihi söz konusu olduğunda, niteliksel araştırmanın kötü namlı izlenimciliği olmaksızın, niceliksel araştırmanın kesinlik kazanamayacağı vurgulanmalıdır. E. P. Thompson’ın ‘üzerinde uzlaşılmış bir şeyi bıktırırcasına tekrarlayan, bir yandan da programlanmadığı diğer her türlü kesin bilgiyi yok eden bir bilgisayarın tekrarlamaya dayanan izlenimciliği’ hakkındaki görüşü, bu bilgisayarın doğal olarak düşünmediği, yalnızca uyguladığı göz önüne alındığında, kelimesi kelimesine doğrudur. Öte yandan, yalnızca bir dizi özgül derinlemesine araştırma, bilgisayara uygulanabilecek uygun kodda bir programın geliştirilmesini sağlayabilir...” Bu kısa girizgâhtan sonra Carlo Ginzburg’un, 16.yyların ortasında ve sonlarına doğru İtalya’nın Friuli bölgesine bağlı Montreale kasabasında yaşayan, engizisyon mahkemesinde düşüncelerinden dolayı yargılanan ve hikayesini (ya da en azından fikir dünyasını) mahkeme tutanaklarından öğrenebildiğimiz gerçek ismi Domenico Scandella olan ama Menocchio olarak da bilinen bu heretik değirmenciyi özelden ele alan Peynir ve Kurtlar

adlı kitabına geçiş yapabiliriz. Öncelikle kitabın da ismini aldığı peynir ve kurtlar, Menocchio’nun kendi teşbihiyle sunduğu ilginç bir kozmogoniyi ifade eder. Meleklerin doğa tarafından dünyanın en mükemmel özünden ürediklerinden bahseder ve meleklerin tıpkı kurtların peynirden üremesi gibi ortaya çıktıklarında Tanrının onları kutsadığı ve onlara irade,akıl ve bellek verdiği şeklinde bir açıklama getirir. Bununla ilgili bir kaç teolojik mevzudan bahsetse de burada dikkat çekilmesi gereken şey, ki yazarın da kitabına bu ismi vermesinde de kanımca önemli olan ayrıntı, Menocchio’nun zihin dünyasında oluşturduğu anlamı, bir köylünün aşina olduğu kavramla bu örneklendirmeyi kullanmasıydı. O dönemde Luthercilik ve Anabaptizim gibi kilisenin tekeline karşı olan dini ‘saf İncil’e yönelerek onu anlamaya ve uygulamaya çalışan bir çok dini akım vardı. Menocchio’nun mahkemedeki düşünceleri onlara benzerlik gösterse de o grupların düşüncelerinden bağımsız, kendine özgü bir fikir dünyası vardı. Dinin özüne dönme, kilisenin debdebeli yaşam tarzına yönelttiği eleştiri, günah çıkarmayı yalnızca Tanrısıyla da yapabileceği, İsa’nın doğuştan gelen bir tanrısallığının olduğundan ziyade normal bir insan olduğu ve Tanrı tarafından daha sonra Kutsal ruhla desteklendiği, İsa’nın babası olduğu -Kendi yaptığı çıkarımında bakire bir insanın çocuk doğuramayacağı, öyleyse Meryem’in de Aziz Yusufla evlendiği (bunu da yanılmıyorsam gayri resmi bir incilde Yusuf’un İsa’ya oğlum diye hitap etmesinden çıkarıyor) ve İsa’nın babasının o olduğunu ifade ediyor.-, ruhun ölümlü olduğu, Tanrı’nın kutsal ruhu Yahudilere, Türklere (Müslüman), Hıristiyanlara ve hatta diğer toplumlara da farklı şekilde de olsa gönderdiği -ve bunu bilerek Hıristiyan doğduğu kendisini Hıristiyan olarak tanımladığı-, Tanrı’yı bütün insanlığın babası olduğu gibi kilise tarafından heretik olarak görülmesini sağ-

layacağı bir çok düşüncesi vardı. Bununla beraber kiliseye de bağlı olduğunu da söylemekteydi. Lakin bunların sadece bir çıkarım ve bazen şeytan tarafından bir ayartılma olduğunu da söyleyerek düşüncelerinin kesin bir hakikat olduğunu da iddia etmiyordu. Menocchio’nun, Luthercilerin ve Anabaptislerin söylediği gibi ‘saf incil’ ve ‘İncil’in hakikatin tek kaynağı olduğu’ söylemlerinden bağımsız bir şekilde yazarında ifade ettiği gibi köylülerin nesilden nesile geçen ‘temel, içgüdüsel maddeciği’ ile beraber toplumsal ahlakı ve adaleti önemseyen, farklı inançlara karşı hoşgörüyle beraber aynı kategori içerisinde onları da benimseyebilen fakat kendisinin söylediği gibi Hıristiyan bir ailede doğduğu için onunla kendini tanımlayan daha irfani bir anlayışa sahip fikir dünyası olduğunu söyleyebiliriz. O dönemde matbaanın yaygınlaşması, incilin Latinceden tercümesi ve farklı kitaplara da ulaşımının kolaylaşması, Menocchio’nun hissettiklerini ifade edecek sözcüklere ve kavramlara kavuşmasını sağlamış ve ona düşüncelerini açıklamasında büyük bir cesaret vermiş olduğunu düşünebiliriz. Menocchio’nun mahkemede yapmış olduğu tartışmalar zaman zaman beni de heyecanlandırıyordu. Söylemlerinin mutlak hakikat olup olmadığından ziyade tartışmanın kışkırtıcılığı, ve zihninin esnek bir şekilde özgürce kıvrak hamleler yapabilmesi okurken merakımı arttırıyordu. Öyle ki, ruhun ölümlü olduğundan bahsetmesi üzerine, mahkemenin kendisinin ruhun Tanrıya ulaştığını da söylediğini ifade etmesiyle içine düştüğü tezatlık üzerinden onu sıkıştırmaya çalışırken, ruh üzerinde tin(spritus) ve ruh (anime) diye iki ayrımdan söz ederek, tin’in Tanrıya ait olduğunu ve O’na döneceğini, animenin ise bedenle ilgili olduğunu; akıl, bellek, irade, inanç, iman ve umudun da ona ait olduğunu ve bedenle beraber

Carlo Ginzburg 20 • Mayıs’16

Mayıs’16 • 21


Karantina onların da öleceğini söyleyerek karşılık vermiştir. Bu kadim felsefede ruh üzerine yapılan tartışmalarla alakalı bir konudur aslında. Tabi Mennocchio tüm bu bilgileri kendi zihin dünyasında bir kalıba sokarak kendi sesiyle sunuyordu. Bir köylü içgüdüselliği ve irfanının bilgi aracılığıyla kavramlara özgürce dökülmesi, içinde yazarında ifade ettiği, hatta okurken benim de sürekli not düştüğüm çelişkili veya muğlak yerler olsa da, bilgi tekelinin kırılmasının ve bu kırılmayla beraber elde etmiş olduğu kavramlar ve kelimelerle - bazen şeytan tarafından düşüncede ayartıldığını söylese de- hayata dair bir pencere açmış ve o pencereden kendisine dayatılanı değil, ayartılsa da kendisinin tabiri caizse Adem’in Tanrı’dan almış olduğu kelimeler gibi elini uzatarak bir şeyler talep etmesinin heyecanını yüreğinde hissetmiş olduğunu bana düşündürmektedir. Çünkü mahkemede düşüncelerini ifade etmek için can attığını, içindeki kelimeleri paylaşma arzusunun yüksek olduğunu tutanaklardan anlayabiliyoruz. Yunan mitolojisinde Promethus’un Olympos’tan çaldığı ateşi insanlara ulaştırması gibi, bu dönemde de matbaanın yaygınlaşması, “efendiler” katından ‘kutsal bilgi ateşini çalarak halka inmesini sağlamış. Mennocchio ömür boyu hapse çarptırılıp daha sonra özür dilekçesi yazarak 3 sene yattıktan sonra affedilmesini sağlasa da, hapisten çıktıktan sonra yine rahat duramaz ve o bilgi ateşinin cezb ediciliğiyle, düşüncelerini insanlarla paylaşmaya devam eder ve tekrar mahkemeye çıkarıldıktan sonra ölümüne hükmedilir. Yazar, Mennocchio’nun evinde bulunan kitap listelerinden ve irtibat halinde olup etkilenmiş olabileceği kişilerden de bahsederek, kahramanın zihin haritasını çözmeye yönelik dikkatli bir takip yapmaya çalışmıştır. Ayriyeten kitabın sonlarına doğru başka bir bölgede değirmencilik yapan ve Lutherci olarak suçlanan Pighino’nun da farklı bölgelerde olsalar da Mennocchio ile yakın söylemleri ve eleştirileri dillendirdiğini, yine Lucca bölgesinden Scolio adlı başka bir köylünün de benzer söylemlere sahip olduğunu (bunlarda mahkemelerde yargılanan kişiler) öğreniyoruz. Scolio, Mennocchio’nun yaklaşımından farklı olarak ideal dindar bir toplumdan bahseder ve aslında Tevrattaki 10 emrin dinlerin temelini oluşturduğunu söyleyerek de Mennocchio’nun diğer dinlerle ilgili 22 • Mayıs’16

Röportaj hoşgörüsüne yakın bir yaklaşım geliştirir. Bu söylemlerin kaynağını teşkil eden unsurların, kısmen yazarın da ifade ettiği kitap listelerinde kutsal metinler -buna emin olunmamakla beraber Kuran’da dahil-, halk şiirleri ve dönemle ilgili çeşitli seyahatnameler ve vakayinameler olabileceğini düşünebiliriz . Tabi bir de görüşülen farklı kişilerden de bu bilgiler zenginleştirilmiş olabilir. Sclolio’ya dönecek olursak Settenario adlı bir şiir kitabında şöyle bir açıklama yapmaktadır: Birçok peygamber yolladım Birbirine benzemez, çünkü peygamberlerimi yolladıklarımda birbirine benzemezdi ve onlara farklı yasalar verdim Bulduğum töreler kadar çeşitli Tıpkı hekimin çeşitli reçeteler yazması gibi herkesin yapısına göre. İmparator 3 komutan yollar Biri Afrika’ya, Biri Asya’ya, Biri Avrupa’ya: Yahudilere, Türklere(müslüman) ve Hristiyanlara Her biri kanundan bir nüsha alır, Ve törelerinin çeşitliliğine ve garipliğine göre Her halka farklı ve uygun bir çeşidini verir: Ama her birine 10 emri iletir. Aynısını, ama ayrı ayrı yorumlarlar. Ama Tanrı birdir O’nun inancı da bir... Son olarak farkı şehirlerde de yaşasalar benzer söylem üretmeleri ve söylemlerinin genel olarak; hoşgörü, dinde basitlik ve maddi olana(hayata) yönelmeleri ortak özellik olarak görülebilir. Tabi burada 16.yy Avrupa’sına bir genelleme yapmaktan ziyade dönemin ruhunun, İtalya’da bir bölgedeki köylülerin zihin dünyalarına nasıl yansıdığı ile ilgili edindiğimiz ip uçlarıyla Mennocchio’nun özelinde nasıl bir etkisinin olduğunu görebiliriz. Dönemin ruhunun tesiri ana belirleyici etkenlerden biri olmakla beraber, insanların bilgi tekelini kırarak hissettiklerini ve ‘ayartılmış düşüncelerini’ ifade edebilecek -kitaplar sayesinde- önemli dilsel araç olan kavramlara ve kelimelere kavuşması da, bir değirmencinin cesurca ve isteklice düşüncelerini ifade etmesinde kilit bir etken olmuştur. Son olarak kitaptan alıntılayacağım, aslında yazarında Walter Benjamin’den alıntıladığı bir sözle noktalayalım: Hiçbir olay tarih için kaybolmuş sayılmaz.

Vahdettin Işık ile

“İslamcı Dergiler Projesi”

Üzerine Konuştuk. Röportaj İbrahim Enes BULUT - Furkan GENÇOĞLU

Öncelikle yapmış gerçekleştirmiş olduğunuz bu projenin hedefi neydi? İşin doğrusu bu projenin zihnimizde şekillenmesi uzun bir zamana dayanıyor. Ben devamlı olarak gençlerle çalışmaya gayret eden bir insanım. Gençlerle birlikte sürdürdüğümüz çalışmalarda kimi okumalar yaptık, misafirler çağırdık, yakın tarihimize dönük bir takım sorular sorduk. Bunun neticesinde çok açık bir şekilde fark ettik ki şahısların da cemaatlerin de özellikle yakın geçmişe dönük çalışmalarında bütünlüklü bir tarih algısı görülmüyor. Herkes kendi ekseninde kendi yaptıklarıyla bir tarih okuması yapmaya çalışıyor. “İlk defa bu düşünceyi biz dile getirdik, biz söyledik.” gibi sözlerle başlayan cümlelerle sık sık karşılaştık. Burada yaptığımız okumalar ve çalışmalar neticesinde gördük ki dile getirilen ifadeler aslında ilk değil. Kendi bulunduğu muhitte belki ilk fakat bu düşüncelerin daha önce dile getirildiğinden şahsın haberi yok. O düşünce daha önce metinlere girmiş, bir toplumsal pratiğe dönüşmüş. Benim öncelikli olarak mesele edindiğim şey bu tarihsel kopukluktu. Bu kopukluğu tamir etmek gerektiğini düşünüyordum.

İkinci olarak da yeni durumlarla, sorularla karşılaştık. Dolayısıyla her yeni dönemin bir rüzgarı vardı. Mesela 60’lı yıllar bizden bir önceki neslin gündeminde özellikle 68’lerde esen sol rüzgar var ve onlar bu durumdan etkileniyorlar. Özgürlük, eşitlik, mücadele gibi kavramlarla gelişen sol dil dönemin İslami söylemini etkiliyor. Bu etkiyle bir savunma refleksi geliştiriliyor. Zaten geçen yüzyıldan beri Avrupa modernleşmesi karşısında yaşanan yenilgilerimiz var. İster istemez bu sefer Avrupa’da esen rüzgarla şekil alan gündemleri ve kavramları kendi metinleriniz üzerinden aramaya başlıyorsunuz ve diyorsunuz ki ”Bu aslında bizde de var.” Bu “Bizde de var” anlayışı aslında bir savunmacı anlayıştı. Birileri bir şeyi gündeme getirdiğinde İslami camia bir cevap olarak onun bizde de olduğunu söyleyerek bir “uyum” çabasına girişmek ihtiyacı duyuyordu. Oysa islam tarihi uzun bir süreç. Sadece Efendimiz’den bugüne olan kısmı bile düşünsek 1400 yıllık bir tecrübe var. Kaldı ki Hz. Adem’le başlayan bir gelenek olarak baktığımızda insanlığın bütün tarihi tecrübelerinin aslında İslam tarihi üzerinden okunması gerekiyor. Dolayısıyla karşı karşıya bulunduğumuz meseleleri bu tarihi bütünlük içerisinde Mayıs’16 • 23


Röportaj değerlendirmemiz gerekiyordu. Oysa bu gelenekle Türkiye Müslümanları arasında bir mesafe oluşmuş görünüyor. Peki biz niye bu gelenekle kopuktuk? Bunun çeşitli sebepleri var tabii ki. Harf devrimi var mesela; Tevhid-i Tedrisat kanunu getirildi keza. Radikal devrimlerle gelenekle irtibat kuramaz hale getirildik. Dolayısıyla bizden önceki kuşakların oluşturduğu mirası tevarüs ettirmemiz mümkün olmadı. O zaman da el yordamıyla, tecrübeyle iyi niyetli ama ilmi temelleri zayıf, toplumsal sürekliliği olmayan bir iş yapabiliyorsunuz ancak. Bu durum bende iki şeyi beraber yapma konusunda bir hassasiyet oluşturdu. Bunlardan biri bizden önceki kuşakların oluşturduğu tecrübeyi miras olarak devralabilmenin kanallarını açmaktı. Bu yüzden de ben bir sempozyum dizisine başladım. İslami hareketin, İslamcılık düşüncesinin temsil kabiliyeti yüksek şahsiyetleri üzerinden dönem okumaları yapmaya başladım. Mesela Mehmet Akif ve Sezai Karakoç sempozyumu yaptım. Ayrıca bir kişi, konu veya yayın ekseninde dönem okumaları yaptım gençlerle. Örneğin bir yıl boyunca Ensar Vakfında Said Halim Paşa okumaları yaptık. Yine bir yıl boyunca orada hilafet tartışmaları üzerinden dönem okumaları yaptık. Bunların hepsi oluşmuş mirası tevarüs ettirmeye yönelik çalışmalardı. İkinci olarak benim için çok önemli olan bir başka şey de bu mirasın sonraki kuşaklara aktarılmasıydı. Çünkü yeni kuşak özellikle bu iletişim teknolojisinden sonra açıkçası daha önceki rutin sosyolojik süreçlerin dışında yeni ilgi kanalları, bilgi mecraları buldular ve bu durum yeni kopuşlara yol açtı diye düşünüyorum. Eski kuşakların tecrübesiyle yeni kuşakların tecrübesi arasında çok ciddi bir takım kopukluklar var. Mesela benim gibi 50’li yaşların kuşağını düşünüyorum: Bizim doğduğumuz, büyüdüğümüz Türkiye ile çocuklarımızın yaşadığı Türkiye bambaşka bir Türkiye. Bırakın 60, 71 ve 80 darbelerini, 28 Şubat tecrübesi bile artık üniversiteli gençler için uzak bir tarih gibi algılanıyor. Dolayısıyla kendi tecrübemizden, dolayısıyla bir anlamda da Türkiye’nin yakın tarihinden bahsettiğimiz zaman bu gençler masal anlatıyoruz 24 • Mayıs’16

Röportaj gibi algılıyor. Mesela biraz esprili olacak ama verdiğim bir derste “Şu gözlerle gördüm ki... “ dedim. Sonra bir daha aynı ifadeyi kullandım. Üçüncü seferde “Evet aynı gözlerle gördüm ki...” dedim. Karşımdaki arkadaşlar üniversite öğrencileri. Bense 50’li yaşlarda biriyim. Yaşadığımız bir olgudan mı yoksa bir esatirden mi bahsettiğimi karıştırmaya başlıyor arkadaşlar. Şimdiki gençler çok az şeye tanıklık ettiler. Üstelik, genellikle tanık oldukları olayların da sözünü ettiğim tarihi bütünlük içerisinde bir karşılığı yok zihinlerinde. Oysa önceki evliliklerinde, çocuklarıyla ilişkilerinde; bürokratik, siyasi ve entelektüel süreçlerde çok ciddi sıkıntılar kırılmalar oldu. Örneğin o dönemlerde okullarını bırakıp başka şeylerle uğraşmak zorunda kalan insanlar çoluk çocuğunu büyüttükten sonra yeniden üniversitede öğrencilik yapmaya başladı. Şu anda üniversitelere baktığınızda çok sayıda 35- 45 yaşlarında okuyan insan vardır. Çünkü bu insanlar darbeler vb. sebeplerle okulunu devam ettirememiş veya işten atılmış insanlardı. Bu insanlar tekrar memuriyete, tekrar üniversiteye döndüler. Bunlar insanların hayatta büyük imtihanlardan geçmelerine yol açtı. İşte bu ve benzeri mülahazalar bende geçmiş mirası bugünkü tecrübeye eklemek gerektiğine dair bir özel bir hassasiyet oluşturdu. Bu mirası temsil eden en önemli mecralarından biri dergilerdir. Dergiler hem mevcut düşünceyi kitleye taşıma konusunda, hem de yeni kuşağın o mecrada gittikçe o fikirleri öğrenmesi, yavaş yavaş kendini geliştirmesi ve topluma katması sürecinde özel bir rol üstleniyorlar. Dolayısıyla dergileri çalışırsak o mirası bugüne taşıma konusunda ciddi bir katkı sağlayabileceğimizi düşündük. Nitekim bunu çeşitli platformlarda arkadaşlarla paylaştık. En son projeyi yürüttüğümüz İLEM(İlmi Etütler Merkezi) başkanı Lütfi Sunar hoca da bize destek çıktı ve çok sahiplendi bu projeyi. Zaten bu proje bir kişinin altından kalkabileceği bir iş değildi. Yalnızca bir dergiyi taramayacaktık. Dedik ki hiç değilse İslamcı düşüncenin bir fikir hareketi olarak görünür hale gelmesi genellikle 1908’deki Sıratı Müstakim dergisinin çıkmasıyla başlatılıyor,

ki bence öncesi de var, biz de şimdilik oradan başlayalım. 1908’den 2008’e kadarki yüz yıllık bu altüst oluş sürecinin takip edilebilmesini imkan dahiline alabilelim. Bu şekilde başladık ve dergileri çalışmaya başlayınca bir ekip oluştu. O ekipte sürekli olarak üç dört kişi ilgilendi; bir kişi kesintisiz istihdam edildi. Niyetimiz şuydu: Dergileri tarayalım, herkes ulaşabilsin, artık hatırladığımız kadarıyla değil doğrudan kaynaklara girmiş literatürü insanların kullanımına açalım. Orda da bir tasnif yapmamız gerekiyordu. 1908’le 2008 arasını bir kerede çalışmak mümkün değildi, biz de üç bölüme ayırdık. İlkini 1960-1980’ le başlattık geçen sene. Onu öncelikli olarak çalıştık ve bu sene inşallah ikinci dilime başladık 1908 ve 1960 arasını çalışıyoruz. Nasipse seneye de 1980 ve sonrasını çalışacağız. Bu sürecin oluşmasını besleyen ön çalışmalar yapmıştım daha önce. bunlardan biri ben 1980’li yıllarda ilk gençliğini yaşamış kuşağa ilişkin “Kayıp Dosta Mektuplar” adıyla mektuplar yayınladım. Bir de “Tutanak” adıyla bir yıl süren radyo konuşmaları yaptım ve o konuşmaların bazılarının metinlerini “Tutanak” başlığıyla yayınlandım. Hatırladığım kadarıyla bir dönemi yeni kuşağa aktarmak istedim ve gerçekten çok ilgi gördü bu yazılar. İlginç bir şekilde en çok ilgi gören de mektuplar oldu. Şunu fark ettim: Demek ki insanlar bir hafızayı yeniden yakalama konusunda bir hassasiyet taşıyorlar ama veriye ihtiyaçları var. O zaman dedim ki bu mirası yapabildiğimiz kadarıyla bugüne taşımamız lazım. Bu taşıma sürecinde bizim için en önemli hedef kitle yeni kuşaklardı. Yeni kuşaklara mirası ulaştırmanın en uygun yollarından biri bu işi onlarla beraber yapmaktan geçiyordu. Böylece gençlerle beraber yapmayı tercih ettik. O dönemin dergilerini genç arkadaşlar alsınlar, temsil kabiliyeti yüksek sayıda dergiyi seçelim, genç akademisyen arkadaşlar bunları çalışsınlar ve sempozyumlarla kamuoyuna sunsunlar, o mirasla bizzat yüzleşsinler istedik. İşin doğrusu gençlerde çok büyük bir ilgi gördüm. Mesela sempozyumu çok ciddi sayıda genç takip etti. Elli yaş kuşağı ve üzerinde şöyle bir algı

vardır “Bu gençler çok değişti, çok ilgisiz...”. Bunun böyle olmadığına hep inanmışımdır. Nitekim o gün tanıklıklar oturumuna insanları çağırdık. Bu oturumda da şunu istedik; gençler bir okuma yaptılar ve kendi çıkarımlarını sempozyumda tebliğ olarak sunacaklar. Bu dergiyi çıkaran isanlar ne diyor acaba? Böylece hem o dergi hangi amaçla çıktı, şimdiki kuşak nasıl algılıyor bunu görecektik. Ve ilginç bir şey oldu: Tanıklıklar oturumunda- özellikle Selahattin Eş beyin konuşması sırasında- o dönemin şartları anlatılırken şöyle bir salona baktım, salonun en az üçte ikisi ağlıyordu. Oysa Selahaddin Bey duygusal bir konuşma yapmıyordu; dergiyi çıkardığı yılların Türkiye’sini anlatıyordu. Hani bu çocuklar bu işleri bilmiyorlar, ilgisizler, zayıflar denilen gençler çok ilginç bir şekilde o anda duygusal bir refleks gösterdiler büyük bir sükunet içerisinde. Böyle bir tablo oluştu. Çok şükür neticede çok güzel bir miras ortaya çıktı. 60-80 yılları arasını öncelememizin sebebi de şuydu: Bir kere şu an Türkiye’yi yöneten ana kadronun büyük bir kısmı o kuşak. Başbakan da o kuşaktan herhangi bir örgütün lideri de o kuşaktan. Dergileri çıkaran, cemaatleri- vakıfları yöneten, bürokraside ve siyasette görev üstlenen, sivil toplum kuruluşlarının başındaki insanlara bakın kahir ekseriyeti o kuşaktandır. O halde bugünkü Türkiye’de olup biteni doğru anlamak için bugünkü Türkiye’yi yöneten kadroların yetiştiği zemini anlamaya katkı sunalım istedik. Bir de bu aldığımız mirasın oluşturucuları büyük ölçüde hayattalar. Dolayısıyla bu insanlar da miraslarının nasıl algılandığı görMayıs’16 • 25


Röportaj

Röportaj

Projenin içeriğini oluşturmakta, belgeleri toplamakta ne gibi zorluklarla karşılaştınız? Dergileri aramaya başladık. Ben daha önce 1980-2000 arası dergileri taramıştım; ek olarak da Umran dergisinde yayınlamıştık. Çok ilginç bir şekilde hem ben hem başka insanlar fark ettik ki bazı şeylerin bu ülkede çok hızlı değiştiğini zannediyoruz fakat aslında pek çok şey o kadar da değişmemiş. Ana gündemler, ana kavramlar, tartışma noktaları, gerilim noktaları büyük ölçüde aynı. Hatta şunu rahatlıkla söyleyebilirim: 2. Meşrutiyet’in tartışmalarıyla

kaynak kullanma ihtiyacı duyduk. Bir kısmını kütüphanelerden bulduk, bir kısmını özel arşivlerden bulduk, bir kısmı kendimizde vardı. Bir kısmını da bizzat sahaflardan gidip almak durumunda kaldık ve birkaç kişinin yoğun takipleriyle oldu bu. Örneğin bir arkadaş duyuyor ki bir yerde bir derginin bir kısmı veya tamamı var. Onun izini sürüyor. Kısacası çoklu kaynak kullandık. Bir süre sonra şöyle güzel bir şey oldu ki bunun böyle olacağını da tahmin ediyordum: Bizim toplumuz gerek bir çalışmada gerek bir yardım faaliyetinde bu işin bir macera mı yoksa gerçekçi bir oluşum mu olduğunu anlamaya çalışır, ona göre arkasında durur. Maceracı bir toplum değiliz biz. Böylece gördük ki biz birini aradık, dedi ki bende yok fakat falanca da bu-

bugünün tartışmaları ana hatlarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Dolayısıyla buradan hareketle biz bu işi büyütmeliyiz kanaati yaygınlaştı. Ama dergileri toplamak gerçekten hiç kolay olmadı. Bir kere 60-80 arası dergileri çıkaranlar hemen hemen bizim yaşlarımızda abi kardeş dediğimiz insanlar. Ben bu sürecin baştan sona içinde olan biri olarak söyleyebilirim ki 1980 sonrası dergileri bile bulmak mesele oldu. İnanır mısınız ben kendimde olmayan dergileri bizzat çıkaranlara gittim onlarda da yok. Böyle bir tabloyla karşılaştık. Bunun neticesinde bu dergileri nasıl toplayacağımıza ilişkin çoklu

lunabilir. Bazı insanlar özel arşivlerini bizimle paylaşmaya başladılar. Gerçekten çok büyük fedakarlıklar gördük orada. Hatta babasından miras kalmış el yazması risale notlarını bize vermeyi teklif etti adam. Bunlar çok özel arşivlerdir, insan kolay paylaşamaz. Ben dahi kendi dergilerimi arşivimi çok güvenmediğim birine kolayca vermem. Dolayısıyla bu belgeler arttıkça duyulan ilgi de arttı. Bugün Allah’a çok şükür proje duyuluyor, web sitesi kamuya açıldı. Bari biz de verelim de bir işe yarasın diyenler olacaktır bence. Ama ilk iki sene çok yorulduk. Fakat gerçekten şükranla anmam lazım; itinay-

sünler, onlardan da istifade edelim, kendi gerçekliğimizle yüzleşmiş olalım.

26 • Mayıs’16

la o yirmi-otuz senedir sakladığı kaynakları insanlar getirdi önümüze koydu. Bu arada güzel şahsi dostluklar da kuruldu tabii ki. Projenin tamamlamış olduğunuz bu ilk aşaması sonucunda hangi verilere ulaştınız ve hangi konularda farkındalık oluştu? Mesela bu farkındalık yeni oluşmaya başladı. Projenin bittiğini kamuoyuyla paylaşınca bir hafta içerisinde çok fazla geri dönüşler oldu. Bu tanıtımdan önce tabii ki birçok çalışma yaptık fakat daha yeni yeni ilgi çekmeye başladı. O kadar çok kişi birbiriyle paylaşmış ki şaşırdım ben açıkçası. Demek ki bu bir ihtiyaç. Bir şeyin kabul görmesinin olmazsa olmaz iki şartı olduğunu düşünüyorum. Bir ihtiyaç olması lazım hakikaten, iki yaptığınız işin doğru bir usulde yapıldığına insanların inanması lazım. Evet bu iş olmalı ve böyle olmalıydı demeli insanlar. O kadar güzel şeyler çıktı ki ortaya... Örneğin hazırladığımız sitede bir kelimeyi aradığınızda, hangi derginin hangi sayısında hangi makalenin içinde geçmiş hepsini görebiliyorsunuz. Aylarca emekle elde edilemeyecek kaynaklar çok kısa sürede elde edilebilir hale geldi böylece. Mesela ben deseydim ki bu 1960-1980 arası islamcı söylemin büyük ölçüde Türkiye’nin NATO konseptiyle irtibatı var, denirdi ki kardeşim bu sana göre böyle. Başkası derdi ki zaten bunun kafası bulanmış bilmem ne. Hazırladığımız yıllara göre en çok atanan anahtar kelimeler grafiğinde görüyoruz ki Hz. Peygamberin isminden daha fazla Ecevit’in ismi kullanılmış. Ya da en çok kullanılan kelime İslam, ikincisi komünizm... CHP kelimesi Kuran kelimesinden kat kat fazla geçiyor islamcı dergilerde. Bu neyi ifade eder? Demek ki siz orada antikomünist bir kampta konuşlanmışsınız. Buradaki diğer kelimelerin oranına bakınca da rahatlıkla bu sonuç görülebiliyor. Bunları görmek gerçekten çok şaşırtıcıydı ve ben eminim ki bundan sonra İslamcılık üzerine yakın tarih üzerine yayınlanan makalelerin pek çoğu, eserlerin pek çoğu gözden geçirilecek. Çünkü örneğin diyor ki ilk defa Seyyid Kutup şurada yayınlandı. Bu kadar basit gibi görünen teknik şeylerin bile doğru olup olma-

dığını hemen açıp öğrenebileceksiniz. Zihinsel değişimleri, farklı kırılmaları, farklı eğilimlerin birbiriyle kesiştiği noktaları veya kopuş süreçlerini... kısacası çok yönlü bir okumaya imkan sağlıyor. Mesela 1980 sonrası dergilerde de onu görmüştüm: Hiç abartmıyorum adım adım Ak Parti’nin doğuşunu görebiliyorsun. Görüyorsun buradan bir şey doğacak belli. Sıralamaya bakıp bir kronolojik okuma yapınca tartışmalardan bu ortaya çıkıyor. Değişimi çok iyi takip edebiliyorsunuz ve kavramlar üzerinden baktığımızda İslamcıların doğrudan İslam’ın kendisine ilişkin kavramları gündemlerine göre olduğu kadar, dönemin gerilimi ve çatışma ortamında farklı yerlere göre konuşlandığını fark ediyorsunuz. Ben bu duruma komplocular gibi bakmıyorum; sizin dönemsel gündemlerinizle birilerinin öncelikleri arasında bir uyum olabilir veya birileri sizin eğilimlerinizi yönetebilir; bu tabii bir şeydir. Geçmişi yargılamanın ahlakı olmalı. Diyorlar ki 60’lerde sol rüzgar vardı İslamcılar dediler ki bizde de sosyal adalet var. 70’lerde şu vardı şunu dediler. Peki dedim sizce biz bugün bu dönemin genel rüzgarından bağımsız düşünebiliyor muyuz acaba? Bir de bugüne bakalım. Liberal psikolojiyi aşan bir dil mi var sanki islami kesimde? Düne ilişkin kolay konuşabiliyoruz. Marifet o dünkü yaşadığımız zaaflar her neyse onları görüp bugün benzer bir durumla karşı karşıya olunca onları aşmakta. Bence bu mirasın bize sağlayacağı en önemli şey bu olması lazım. Yoksa dünü anlarız ama onun bize bugün ne söylediği önemli. Bugün icra edilen İslami dergicilik faaliyetleri ile 60-80 arası gerçekleşen İslami dergicilik faaliyetleri arasında farklılıklar veya benzerlikler var mı? Türkiye 60-80 arası demek 3 önemli darbe demek. Bugün halka karşı devleti kutsayan tüm ana kurumlar 60 veya 80 ihtilalinin ortaya koyduğu anayasalar ile oluşmuşlardır. Anayasa mahkemesi, DGM’ler, BDDK, RTÜK vb. Bunların hepsi halkın devlete ileteceği taleplerin kanallarını açan değil aksine tıkayan kurumlardır. Toplumu zapturap altına almak için kurulmuş Mayıs’16 • 27


Röportaj kurumlardır. Yani bu dönemlerde ağzınızdan çıkan tek kelime sizi hapishaneye göndermeleri için yeterli olabilirdi. Nitekim şu an ki Cumhurbaşkanı okuduğu bir şiir yüzünden hapsedilmişti. 163. madde diye bir madde vardı. Siz dini içerikli ne söylerseniz devlet sizi bu maddeyi kullanarak hapise atabiliyordu. Örneğin Necip Fazıl demek hapishaneler serüveni demektir. Bizim kuşak ve bizden önceki kuşaktan bu işlerle uğraşıp hapishanelerde sürünmemiş adam azdır. Oysa şiddete bulaşmamışsınız, uluslararası örgütlerin ağına düşmemişsiniz, insan kaçakçılığı yapmamışsınız. Neden hapise giriyorsunuz? Sadece düşüncelerinizi ifade ettiğiniz için. Tabi dönem dönem çalışmanın tarzı da, dili de, alanı da değişime uğradı. 1960’lı yıllarla beraber NATO konseptinin getirdiği hava ile Türkiye dış dünyaya açılmaya başladı. Sovyet tehlikesi karşısında Türkiye NATO yörüngesi ve güvenlik çemberine girince haliyle NATO’nun Türkiye’den belli istekleri oldu. Çok Partili hayata geçiş, halkın yönetime katılım kanallarının açık tutulması vb. Türkiye dünya piyasaları için bir pazar haline getirildi. Liberal ekonomik sistemin bir paydaşı oldu. Bunun getirdiği özgürlük ortamı tek parti dönemi baskısından çıkan Müslümanların dünyayı tanımalarına ve söz söyleyebilme hürriyetine erişmelerine vesile oldu. Türkiye dışı noktalarla irtibat sağlanmaya başladı. Çeviriler yapılmaya, kitapevleri, yayınevleri kurulmaya başlandı. Dergi sayısında ciddi bir artış meydana geldi. İslami çalışmalar yayıncılık çerçevesinde genişledi. 1970’lere gelindiğinde ise format biraz değişti ve teşkilatlanmalar üzerinden yayıncılık faaliyetleri yürütülmeye başlandı. Yeniden Milli Mücadele, MTTB, Akıncılar vb. Örgütlü yapılar etrafında çalışmalar şekillendi. 1980 darbesinin olmasıyla birlikte bu örgütler dağıtılınca örgütsüzlük ortamında bireysel veya ufak topluluklar halinde dergiler, yayınevleri kurulmaya başlandı. Bu sefer insanlar yayınevlerinde, dergilerde, kitap fuarlarında birbirlerini bulmaya başladılar. Bu noktada bir yere dikkat çekmek istiyorum. Sol İslami hareketlerin darbeyle irtibatları noktasında bir takım tezviratlar üretti ve bizim ca28 • Mayıs’16

Röportaj mia da bunu yuttu. Diyorlar ki 12 Eylül darbesi sol hareketi tasviye etti, İslamcı hareketin önünü açtı. Halbuki 1980 darbesi toplumda herkesi zapturapt altına almak için yapıldı. Fakat İslamcıların şöyle bir avantajı vardı. Darbeciler solun örgüt yapısını, finansal ağını çökerttiğinde ve yöneticilerini içeriye aldığında hareket tıkanıyor. Çünkü hiyerarşik bir ilişkiye göre şekil almış bu yapılar. Ama İslamcılar için durum böyle olmadı. MTTB, Akıncılar vb. örgütlü yapılar tasfiye edilmiş. Bu çok önemli bir şey değil. İnsanlar tek başlarına da çalışma yürütebildiler. Çünkü müslümanlar toplumun tabii unsurlarıydılar. İslamcılar bu toplumun tarihi ve gelenekleri ile çatışan bir yapıdan gelmiyordular. İnsanları hırsızlığa, banka soymaya, şiddete çağırmıyorlardı. Namaza, kitap okumaya, dayanışmaya, ahlaklı olmaya çağırıyorlardı. Dolayısıyla toplumda informal olarak alan açabildiler. Örneğin benim evime gelenin gidenin haddi hesabı yoktu. Babamla mahallenin çocuklarını okuturduk. Çünkü onlar bizi bilir biz onları bilirdik. İnformal olarak bu tür topluma nüfuz edebilen çalışmaların yapılması imkanına hep devam etti. Bazen teşkilatlar, bazen dergiler üzerinden, bazen ev merkezli çalışmalarla da olsa İslamcı gelenek çok farklı formlarda kendisine alan açmayı becerdi. Fakat o dönemde yeni bir şey daha doğdu. Milli Nizam Partisi ile İslamcılar kendilerinin ürettikleri bir form üzerinden iş yapmaya başladılar. Gençlik ve kadın teşkilatlarını oluşturdular. Bence 1960- 1980 arasının en önemli farkı ister örgütlü olsun ister örgütsüz olsun, parti olsun, tarikat olsun başka bir şey olsun genelde yayınla irtibatlı işler yaptılar. Mesela camiayı düşünün. Pınar grubu diyoruz. Nedir Pınar bir dergi ismidir. Milli mücadeleciler diyoruz. Nedir Milli Mücadele güçlü bir teşkilattır fakat bir dergi ile sembolleşmiştir. Hakeza MTTB, Akıncılar ve diğer örgütlenmeler hep bir yayın organı ile özdeşleşmiştirler. Fakat İslamcılar teşkilat da kursa, yayın faaliyeti de yapsa, ev sohbeti de yapsa şiddet asla İslamcı camianın asli bir dili olmadı. Arizi olarak bulaşmış olanlar olabilir. Başka bir ülke ile iş tutmak İslamcıların bir dili olmadı. El-

bette başka ülkelerde yaşayan Müslümanlarla belli irtibatlar kuruldu ama bu irtibat devletlerle iş yapmak şeklinde değil de İslami şahsiyet ve hareketlerle paylaşımlar şeklinde oldu. Son derece yerli bir duruşu vardı İslamcılığın. Sonuç olarak İslamcılar bu ülkenin asli unsurları olduklarının farkındaydı. Dolayısıyla gelen tüm bela ve felaketlerin gelip geçici olduğuna inandılar. Bu duruşu besleyen şeyi ben şu şekilde formüle ediyorum; “. İslam’a ihanet edilerek Türkiye’ye hizmet edilemez, Türkiye’ye ihanet edilerek de İslam’a hizmet edilemez.” Ama aynı şeyi ben İran’da olsam da söylerdim. “İslam’a ihanet edilerek İran’a hizmet edilemez, İran’a ihanet edilerek İslam’a hizmet edilemez.” Bu yerel imkanlarla İslam’ın arasında kuracağınız ilişkinin mahiyetini tespit etme açısından önemli. İslam bulunduğunuz yere yabancılaşmanızı istemiyor, bilakis orayı “ıslah” etmeyi istiyor. İslam bulunduğunuz yerdeki sorunları çözmenizi istiyor. Günümüzde dergicilik faaliyeti yapan genç arkadaşlara neler söylemek istersiniz? Bizim eskiden beri bir sıkıntımız var ve bugünde kendini gösteriyor bu sıkıntı. İnsana değen, hayatın içinden, insanların sorunlarına çözüm arayan insanlar maalesef ilimle irtibatı zayıf olan insanlardı. İlimle, entelektüel faaliyetle ilişkisi güçlü insanların da hayatla irtibatları zayıf. Hayatı kuşatan, nasıl bir tarihi serüven içinden geçtiğimizi anlamlandıran, dolayısıyla bugün yapacağımız işleri de buna göre planlayan insanlar çok değil. Akademide ruh yok ve hayata dokunmuyor bu zeminler. Akademide ki insanların nasıl bir kuşatma içinde olduklarını ancak ayağınızın biri dışarıdaysa görebiliyorsunuz. Elbette biz bugün yaşıyoruz, fakat biz yüzlerce yıllık bir İslam tecrübesine sahibiz. Bu tecrübeyle irtibat sağlamadan bugünü anlayamayacağımızı öngören bir ilim yaptığımızın idrakiyle iş yapan bir bilincimiz olmalı. İçimizden birilerinin ciddi anlamda ilime emek vermesi lazım, diğerlerinin de bu ilimle irtibatlı olmaları lazım. Aliya diyor

ki; “Kur’an’ı bir metin olarak okursanız kendi içinde tutarsızlıklar görürsünüz. Ama Kur’an’ı peygamberin siretinden takip ederseniz son derece tutarlı bir kitap ile karşılaşırsınız. Çünkü Kur’an’ın yegane tefsiri hayat olabilir.” Hayatı ne kadar tanıyorsanız, hayatın sorunlarıyla ne kadar yüzleştiyseniz, çözüm mekanizmalarını ne ölçüde kullandıysanız hayatı o kadar tanıyorsunuzdur. Kur’an’la ilişkiniz bu tanışıklığınız ölçüsünde irtibatlandırıldığında hem Kur’an’ı daha derinlikli anlayabiliyorsunuz hem bugün ortaya çıkan sorunlara çözüm önerileri sunma imkanı oluşturuyorsunuz. Bu yüzden yaptığımız işlerde ilim ile irtibatlı olmak zorundayız. İkincisi hayat ile yüzleşmemiz var. Düşünün etrafımızda yoksulluk sorunu var, mülteciler var. Gençlerin istikamet sorunu var. İslam ümmeti kritik bir mezhepçilik iğvasıyla karşı karşıya. Hepimiz Batılı bilginin tahakkümü altında bir okuma serüveni içerisindeyiz; Batının bu entelektüel hegomanyasını kırmamız gerekiyor. Aksi halde “biz” kavramı zeminsizleşir. Bunun için bir miras devraldığımızı bilmemiz lazım. 1400 yıllık İslam geleneği ile irtibat kanallarını açık tutmamız, hayata dair söyleyecek sözümüz olması, nasıl bir tarihi süreç içerisinden geçtiğimizi kavramamız lazım. Bunu hepsini bir kişi, bir cemaat, bir dergi yapmayacak. Bu işleri önceleyen insanların birbirleriyle paylaşım imkanlarını ve zeminlerini güçlendirmesi lazım. Nihai olarak, Müslümanların ahlaklı olması ve hiç değilse bildiği ile amel edecek bir tutarlılık göstermesi lazım. Bildiğimiz ile amel edersek dahi, iş yapma standardımız bir anda bir kaç merhale yükselecektir. Mayıs’16 • 29


İslam Dünyası

İslam Dünyası

YENİ ORTADOĞUNUN KADERİ

ÜÇ ŞEHİR: HALEP, RAKKA, MUSUL Dücane DEMİRTAŞ

S

uriye savaşının 5.yılında dilimizde klasikleşmiş “Sykes picot” ile “Kutul Amare” arasında gidip gelen mücadelenin kırılma noktaları gittikçe daha da belirginleşiyor. Özellikle Ortadoğu’nun belki de gelecek elli yılını şekillendirecek üç şehir ekonomik, politik, kültürel ve etnik dengeleriyle operasyon altında. Halep, Rakka ve Musul’dan bahsediyorum. Rus destekli Hizbullah, İran ve rejim güçleri Halep operasyonu hazırlığı içerisindeyken, ABD Savunma Bakanlığı sözcüsü geçen ay yaptığı açıklama da Rakka’nın

30 • Mayıs’16

Kürtler tarafından alınmasını tercih edeceklerini söyledi, bununla birlikte Merkezi Şii yönetimin Musul’a yapacağı operasyonda hala gündemde. Her ne olursa olsun bu üç şehrin kolay kolay düşmeyeceği ve uzun vadede sürgit bir satranç tahtası rolünde olacağı kuşkusuz. Her üç şehirde Sykes Picot’un tam ortasında büyük taşların arasına sıkışmış vaziyette. Mesele basit şekilde dini ya da etnik bir çatışmadan çok ötede ciddi ekonomik ve siyasal beklentiler barındırıyor. ABD, Ortadoğu’da karakol ülke stratejisini

tampon örgütlere çeviriyor. Kuzey Irak’taki PKK unsurlarının neredeyse tamamı ABD tarafından güvenliği himaye edilen ve Blackwater’ın 15 bin PKK militanını eğittiği Kuzey Suriye’ye aktarılmış vaziyette. Geçen hafta yapılan açıklamada ABD’nin Kuzey Suriye’de kuracağı iki üssün konumları dikkate alındığında Cezire-Kobani-Afrin kantonları boyunca ilan edilen federasyonun ABD tarafından fiilen meşruiyet kazandığı söylenebilir. Diğer yandan Rusya’nın da Kamışlı’da kurmayı planladığı hava üssünü hatırlarsak Cemil Bayık’ın BBC’ye bu ay verdiği röportajın içeriği daha iyi anlaşılabilir. Bayık röportajda “ABD’de dâhil koalisyon güçleriyle doğrudan iletişimimiz” var diyerek PKK/PYD’nin uzun vadede bölgede taşeron örgütlük rolünü kabul ettiğini ifade etmiş oldu. Bununla beraber Tişrin’den Afrin’e uzanacak kanton için Azez’in kısa vadede muhalif-IŞİD çatışmasına bırakılıp güneyden ilerleyen PYD projeksiyonları da internet ortamına düşmüş vaziyette. Bunlara karşın Halep’i Musul ve Rakka’dan bağımsız değerlendirmek çok da makul sonuçlar vermeyebilir. Coğrafi olarak Halep vilayeti Doğu Akdeniz enerji koridorunun en önemli dinamiklerinden biri olmakla birlikte birden fazla denklemin tam ortasında bulunmakta. Bir tarafta Şii hilalinin kuzeybatı kapısını oluştururken diğer taraftan Körfez/İran gaz ve petrolünün Türkiye’ye alternatif ulaşımda kilit aktarım rolünde. Bunun yanında el-Ariş ve Akabe’den aktarılmaya başlayacak Arap petrolünün Türkiye’den önceki son durağı. Doğu Akdeniz’deki doğalgaz rezervlerinin İsrail eliyle aktarılacağı rotada Lazkiye kırsalına alternatif vaziyette. Halep aynı zamanda birbirlerine karşı alternatif hat üretmeye çalışan iki gücün projelerinin bir diğer coğrafi keşişim noktası. Buna göre Basra Körfezindeki İran ağırlığına karşı ABD fonlu Katar doğalgaz ve petrol rotalarından biri doğrudan

Suudi Arabistan, Ürdün üzerinden Halep’e değin uzanırken Kerkük-Yumurtalık boru hattına alternatif oluşturacak Rus fonlu İran, Irak ve nihayetinde Halep üzerinden Doğu Akdeniz’e ulaşacak bir diğer rota da söz konusu. Suriye’nin en büyük ikinci kenti kuşkusuz savaşın kaderinin de dönüm noktası. Geçen ay PYD’ li bir yetkilinin yaptığı açıklamaya göre ABD, PKK unsurlarının Kuzey Suriye’de kendilerinin de destek vereceği IŞİD karşıtı operasyon için Türkiye’den çekilmelerini ve Musul operasyonuna dâhil olmalarını istemiş. 18 Nisan’da hatırlanacağı üzere ABD Rakka ve Musul’u kurtarma operasyonları için çoğu askeri danışman olan 216 asker ve 8 apaçi helikopteri göndermişti, hâlihazırda ABD’nin Irak’taki askeri personelin varlığı 3 bin civarında. ABD koalisyonunun sözcüsü Steve Warren ise, ABD’nin Rakka’yı Suriye rejimindense Kürtlerin dâhil olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin almasını tercih edeceklerini söylemişti. 2011 yılında ismini Academi olarak değiştiren Blackwater’ın da PKK/PYD militanlarının eğitim ve teçhizatı noktasında ciddi bir desteği var. Hedefteki Rakka, Suriye’nin Deyrez Zor ve Haseke’den sonra en fazla petrol yataklarına sahip, aynı zamanda Suriye’nin en merkezi doğu-batı arası geçiş konumuna sahip. Ocak 2014’te IŞİD bölgeyi ele geçirmiş ve diğer gruplar bölgeden tamamen çekilmişti. Şimdiyse bölgenin hangi unsurlar Mayıs’16 • 31


İslam Dünyası

İslam Dünyası

İSLAM İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI ve

İSTANBUL İSLAM ZİRVESİ Ahmet Semih ŞENLİKOĞLU

Genel Görünüm ve kuruluş tarafından kime karşı koz olarak kullanılmak amacıyla ele geçirileceği masaya oturulmuş vaziyette. Bir diğer düğüm noktası da Musul. Bölge 2014 Haziran’ından bu yana IŞİD’ ın elinde. Hatırlanacağı üzere ABD-İran destekli Irak Merkezi yönetiminin ülkede Sünnilere uyguladığı zulüm politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmış IŞİD Musul’u işgal ettiğinde Dünya Sünni Âlimler Birliği bu olayı “Sünni devrim” olarak nitelenmişti. Diğer yandan Barzani geçen sene yaptığı açıklamada eğer Musul Kürt güçleri tarafından ele geçirilirse Merkezi yönetime devredilmeyeceğini açıklamıştı. ABD önceliğinde koalisyon güçleri Kürt ve Irak Merkezi yönetimin etkin olduğu unsurlarla bölgeyi ele geçirmek için yakın zamanda operasyon başlatmış fakat 3 hafta önce bu operasyon durdurulmuştu. Peki, bölgeyi değerli kılan şey ne? Türkiye için Musul’un en önemli kıymeti Kuzey Irak Yönetimi nezdinde gücünü etkin kılacak bir psikolojik aynı zamanda politik bir unsur olması. Zira Musul-Erbil-Kerkük üzerindeki etkisini kaybetmiş bir Türkiye’nin Kürt yönetimine PKK/PYD koridoruna karşı alternatif bir rol olacak gücü kalmayacaktır. Türkiye’nin 32 • Mayıs’16

Başika dâhil olmak üzere Musul’un dibinde sayılacak üç askeri kampı bulunmakta. Musul, Irak petrollerinin yüzde 20’sine sahip durumda ve de ülkenin en büyük petrol rafinerilerinden birine sahip. Kısacası, bölgenin kaderi birden fazla unsurların üç şehir üzerine kurdukları planlarla çizilmekte. Ortadoğu’daki ekonomik ve politik portreyi baştan aşağı yeniden dizayn edecek belki bir yüz yıl daha başımıza bela olacak yahut belki yüzyıllık başımıza bela olmuş mevzuları kapatıp yeni bir sayfanın açılacağı bir dönüm noktası. Büyük biraderlerin bölgedeki karakol devletleri artık yerlerini taşeron ama profesyonelleştirilen örgütlere bırakırken, askeri unsurların caydırıcılığından öte finansal ve toplumsal mühendisliği daha büyük bir tehdit haline getiriliyor. Şunu kısaca özetlemek gerekirse bölgede ekonomi, sosyoloji ve enerji ilişkileri alt yapıyı oluştururken dini, etnik ve mezhepsel ayrılıklar üstyapıyı oluşturuyor. Romantizmden uzak bir şekilde bakıldığında idealleştirilecek hiçbir temiz unsur olmamakla beraber, bölgenin denge ve dinamiklerini gözeterek ahlaki bir politika gütmekte hala mümkün, bu da umarız ki Türkiye’nin yolu olur.

T

arih boyunca Müslümanlar için önemli mekanlardan biri olan, hatta Müslümanların ilk kıblesi sayılan Mescid-i Aksa, radikal bir Hıristiyan olduğu belirtilen Denis Michael Rohan tarafından kundaklanmaya çalışıldıktan sonra, İslam ülkeleri başkanlarının tasarrufu altında İslam konferansı teşkilatı kurulmuştur. Dünya üzerinde bütün İslam ülkelerinin toplandığı en büyük çatı olan bu teşkilat, ilk olarak Fas’ın başkenti Rabat’ta 1969 yılında toplanmıştır. Şu anda 57 üyeye sahip olan teşkilat, uluslararası hukuk tüzel kişiliğini haiz bir uluslararası teşkilattır. Organizasyon olarak her üç yılda bir yapılan İslam zirvesine tüm üye devletlerin başkanları ve hükümet yetkilileri katılır, yine her yıl bu zirvelerde alınan kararların işleyişini incelemek üzere üye ülkelerin dışişleri bakanları toplanırlar. Teşkilatın yönetim organı genel sekreterliktir ve merkezi Cidde’dedir. 2014 yılından beri genel sekreteri Suudi İyad bin Emin Madani’dir. Teşkilat, 38. Dışişleri bakanları toplantısında alınan karar sonrası İslam İşbirliği Teşkilatı olarak adlandırılmaya başlanmıştır. İİT, Suudi Arabistan kralı Faysal’ın ciddi destekleriyle kurulmuştur.

Kral Faysal O dönemde Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde sayılan Riyad’da 1906 yılında Suudi Arabistan Krallığının kurucusu ibn Suud’un 3. Oğlu olarak dünyaya gelmiştir. İbn Suud’un ölümünden sonra kral olan ağabeyi, (Taha Kılınç’ın müsrif ve sefih diye bahsettiği) Suud bin Abdülaziz tahta geçer. Ancak yönetimde çok muktedir olamayan ve aile içindeki karışıklıkları önleyemeyen Suud bin Abdülaziz, 1964 yılında ulemanın ve aile meclisinin kararıyla görevinden azledilir. Ve yeni kral Faysal bin Abdülaziz olur. Kral Faysal, hem aldığı eğitimden hem de dindarlığından dolayı İslam dünyası üzerindeki karmaşıklıklarla pek alakadar olur. Umre ve Hac ziyaretleri için Arabistan’a gelen fikrî açıdan belli ekolleri olan kişilerle sohbet etme imkanı bulunmasından dolayı da kendini geliştirmiş bir şahsiyettir. 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarında, İsrail’e destek olan güçlerin, Arap dünyasına destek olmaması Kral Faysal’ın ABD ve batılı güçlere karşı bilenmesine sebep olmuştur. Ve bu, Kral Faysal’ın şahsi kararıyla ABD’ye karşı uygulanan petrol ambargosunun en büyük Mayıs’16 • 33


İslam Dünyası

İslam Dünyası

sebeplerinden birisidir. Yıl 1973. Bu ambargo ABD başta olmak üzere birçok batılı ülkede ekonomik sarsılmalara ve krizlere neden olmuştur. 1 yıl sonra bu ambargo kaldırılmıştır. Ambargonun kaldırılmasından kısa süre sonra ise Kral Faysal, kendi sarayında yeğeni tarafından vurularak öldürülmüştür. Tarih 25 mart 1975. Kral Faysal, batılı güçlere karşı izlediği siyasetle birilerinin dikkatini çekmiş olmalıydı, çünkü Ondan sonra gelen tüm krallar, Kral Faysal’ın aksine ABD ve İsrail’le daha ılımlı, hatta tıpkı müttefikmiş gibi bir siyaset izlemişlerdi. Tüm bu olaylar yalnızca Arap dünyasını değil, Kral Faysal’ın büyük desteğiyle kurulan İİT’yi de etkilemiş, faaliyetlerinde ve atacakları adımlarda yavaşlamaya neden olmuştur.

Kral Faysal ve İİT Her ne kadar Müslümanlar arasında bir konferans fikri, ilk defa Nijerya Başbakanı Ahmed Bello tarafından 1965 yılında Mekke’deki Rabıta toplantısında ortaya atılmış olsa da, iktidara geldiği günden beri İslam Birliği fikrini savunan Kral Faysal, Müslüman ülke liderlerinin Rabat’ta toplanması çağrısında bulunmuştur. Ve böylece İslam konferansı Örgütü toplanmıştır. Tabii burada yine İslam Birliği tezini savunan Fas Kralı II. Hasan’ın etkisini de göz ardı etmemek gerekir. Kral Faysal maddi ve manevi her türlü desteği verdiği İKÖ’nün etkin çalışmasını ve dünya üzerinde Müslümanların sesinin daha gür çıkmasını amaçlamıştır. İKÖ, Kral Faysal’ın ölümünden sonra işlevsiz bir örgüt halini almıştır. Bunda sadece Kral Faysal’ın 34 • Mayıs’16

desteğinden yoksun kalınması değil, neden ve nasıl öldüğü de etkilidir. Biraz daha açık söylemek gerekirse ABD, Müslüman ülke liderlerini epey korkutmuştur.

İslam zirveleri Bugüne kadar, sonuncusu İstanbul’da olmak üzere 13 kere olağan, 5 kerede olağanüstü İslam Zirvesi yapılmıştır. Bu toplantılarda İslam dünyası için birçok önemli karar alınmıştır. İİT’nın kuruluşundaki asıl amaç, Filistin’de devam eden işgalin son bulması ve İslam devletlerinin dünya üzerinde daha etkin rol almasını sağlamaktı. Ancak İİT’nin çalışma programı, hiçbir zaman düzgün bir şekilde ilerleyememiştir. Uzun yıllar tabiri caizse fetret dönemine girilmiş ve zirvelerde İslam dünyasında büyük değişimler öngörmeyen kararlara imza atılmıştır. İİT’ye üye olan devlet başkanlarından herhangi birisinin aktif bir şekilde bu sorunlarla ilgilenmesi, teşkilat çalışmalarının hızlandırılması için sebep olmuştur. Son dönemde de Türkiye bu liderliği üstlenmiş ve teşkilatın aktif çalışmasına önderlik etmiştir.

İstanbul Zirvesi 10-15 Nisan 2016 tarihinde İstanbul’da gerçekleşen 13. İslam zirvesiyle birlikte, Türkiye iki yıllığına İİT dönem başkanlığını devraldı. Türkiye’nin ev sahipliğinde düzenlenen zirvede önemli konular konuşuldu ve önemli kararlara imza atıldı. Filistin sorunu ve Kudüs yine her zirvede olduğu gibi konuşuldu. Zirvedeki önemli mesajlardan birisi de, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘‘benim dinim Sünnilikte değildir, Şiilikte. Benim dinim İslam’dır.’’ mesajıydı sanırım. Çünkü bu mesaj, hem İran’a hem de Suudi Arabistan’a verilmiş bir mesaj. Artık farklılıklarımızla uzaklaşacağımıza, benzerliklerimizle kaynaşalım demekti. İslam dünyasının bir arada birlikte hareket etmesinin gerektiğinin, yalnızca gönülde değil, artık dilde de olması ve hayata geçirilmeye başlanmasının istenmesiydi bu

mesaj. Dileğimiz odur ki artık bunlar bir şekilde uygulansın ve Ortadoğu’dan dünyaya tek ve güçlü bir ses çıksın. Bir diğer önemli mesajda, ‘‘İslam ülkelerinde yaşanan terör olaylarına karşı dış müdahale beklememeliyiz, müdahaleyi kendimiz yapmalıyız’’ mesajıydı. Bu açıklamanın insani değer açısından önemi büyük. Çünkü bizim topraklarımızda, bizim denizlerimizde batılı devletler tarafından yapılan her operasyon, benliğimizden koparılan bir parçadır. Sadece egemenliğimize müdahale değil, insanlığımıza yapılan saygısızlıktır. Bizde artık kendi göbeğimizi kendimiz kesmeliyiz. Lübnan’da faaliyet gösteren Hizbullah kınandı. Batılı ülkelerce İslamcı terör örgütü olarak gösterilen ama tarafımca ne Allah’ın indirdiği ayetlere uyan ne de Rasulullah’ın gösterdiği yolda ilerleyen DAEŞ örgütüne karşı ortak bir kınama kararı çıktı. Tabii İslam ülkelerinin bu kararı, batılı güçlerin fikrini değiştireceği zannetmesem de en azından yalnız olduğumuz bu dünyada batılıların verecekleri direktiflere

uygun değil de kendi kararlarını veren bu teşkilat,

samimiye-

tini benim gözümde ortaya koymuştur. İnşallah en kısa vakitte topraklarımızdaki bu kangren bir an önce kesilir. DAEŞ’in

kontrol

ettiği Felluce’de ki durumdan duyulan derin üzüntü ifade edilirken, Irak hükümetine Felluce ilçesi başta olmak üzere Enbar ilindeki ciddi insani durum için gerekli tedbirleri alması ve ablukadaki halk için güvenli koridorlar sağlaması çağrısında bulunuldu. Suriye konusunda hala endişe duyuluyor! İİT, artık endişe duymaktan öteye gidip iç savaşında ötesine geçmiş olan Suriye’ye derhal müdahalede bulunmalı! Çünkü yıllardır süren bu savaş, sadece Suriye’yi değil ister istemez bölgeyi de büyük ölçülerde etkiliyor. Genel olarak baktığımızda İstanbul’da gerçekleşen İslam zirvesinde gündeme dair birçok önemli konu konuşuldu. Temennimiz o dur ki, bu kararlar sadece lafta kalmasın uygulamada da hayata geçirilsin. Mayıs’16 • 35


Atölye

Atölye

Kardeş Olmak Cafer Tayyar SOYKÖK Sivas Davası Mahkumu

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla; Bizleri doğru yola eriştiren Allah’a hamdolsun. Eğer Allah bize doğru yolu göstermese (hidayet etmese) biz (kendiliğimizden) doğru yolu bulamazdık. 1 Hamd; müminlerin kalplerini kaynaştıran, birbirlerine ısındıran2, birbirlerine kardeşler kılan, 3 gösterdiği yolda yürüyen, o yolda mücadele edenlere yollarını açan4, yollarını kolaylaştıran, o yolda ayaklarını sabit tutup kaydırmayan5, alemlerin yegane Rabbi Allah’adır6. Salat ve selam, küfrün, şirkin, zulmün tüm baskı ve entrikalarına rağmen Rabbi’nin mesajını hayatları ve canları pahasına yılmadan, yorulmadan, eğilip bükülmeden tebliğ eden, ortaya koyan, insanların bu mesajla tanışabil36 • Mayıs’16

meleri, ona iman edip, onunla hayat bulmaları, kurtuluşa erebilmeleri7 için her türlü fedakarlıkta bulunan, insanları tağuta kulluktan kurtarıp Allah’a kul olabilmeleri 8 için onları sözlerin en güzeline çağıran9 çağrısına – davetine iman edip gönül verenlere örnek –model kılınan10 hayatlarını Allah (cc)’ a adayan O’nun için feda eden11, feda edebilmek için fırsat kollayan fedaya hazır olan12 tüm Resullere ve risalet önderlerine ve onların açtığı yolda azim ve kararlılıkla yürüyen bütün inananlara, muvahhidlere selam olsun! Rabbimiz: ‘Müminler ancak kardeştirler.’ buyurarak, imanımızın inandığımız ortak de-

ğerlerimizin bizleri kardeşler yaptığını, bu kardeşliğimizin beşer olma, Adem’in çocukları olma, insan türünden olma anlamındaki kardeşlikten çok ötede bir kardeşlik. Bu kardeşlik; Türkçedeki –dilimizdeki- bir karnı paylaşmayı , aynı rahmi paylaşmayı, aynı anadan doğmayı ifade eden karındaşlıktan –kardeşlikten- de ötede bir kardeşlik. Bu kardeşlik; Allah(cc)’ın bize bahşettiği nimet sayesinde – iman nimeti sayesinde gerçekleşen, Allah(cc)’ın kalplerimizi birbirine ısındırması – kaynaştırması sayesinde gerçekleşen bir kardeşliktir. Bu kardeşlik; farklı coğrafyalarda dünyaya gelmiş, dilleri, renkleri farklı bile olsa, ayrı ayrı kabilelere mensupta olsa tüm mensubiyetleri aşan bunlarında üzerinde evrensel anlamda iman toplumunun, Müslüman ümmetinin birer ferdi, birer neferi olma anlamında tek bir ümmeti oluşturma, iman temelinde, Allah(cc)’a kulluk esası üzerine bir araya gelmiş olanların kardeşliğidir. Bu kardeşlik; iman temeli üzerine kurulmuş ümmet binasının birbirine dayanan, birbirlerini destekleyen tuğlaları , çimentosu, kumu vs. gibi olmaktan diğerinin eksik kalacağı, zamanla yıkılacağı bir kardeşliktir. Bu kardeşlik, aynı bünyeyi, aynı vücudu meydana getiren her biri vücudun farklı bir organını oluşturan, acıyı, sıkıntıyı, hüznü, sevinci hep birlikte fark ede, birlikte yaşayan bir kardeşliktir. Bu kardeşlik Arakan, Myanmar’da, Filistin’de, Çeçenistan’da zulme uğratılan, evleri yakılıp, yıkılan hak ve hürriyetleri ellerinden alınan, namusları kirletilen kardeşlerinin acısını duyma, sıkıntısını paylaşma, problemlerini çözme sorumluluğunu beraberinde getiren bir kardeşliktir. Bu kardeşlik; Filistin’de, Irak’ta, Suriye’de, Keşmir’de, Afganistan’da tonlarca bombalarla evleri yıkılan, öldürülen, sakat bırakılan, aç susuz perişan bir vaziyette evlerinden uzakta çadırlarda, hatta sokaklarda kalmak zorunda olan kardeşlerinin acısını dindirme, acılarını paylaşarak hafifletme çabası içerisinde olan, ekmeğini evini paylaşan sorumluluk bilincinde olanların kardeşliğidir. Bu kardeşliği farklı kılan velayet

hukukunun13) beraberinde getirdiği ilişkileri yerine getirenlerin kardeşliğidir. Rabbimiz:’Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı, kardeşlerinizi bile veli edinmeyin. İçinizden kim onları veli edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.’14 buyurarak imanı değil de küfrü tercih edenlerle yakınlık-kardeşlik bağını zedeleyen velayet bağlarını koparacak şekilde nefsine zulmedecekleri uyarısını dikkate alarak zalimlerden olmamak, küfrün safında yer almamak, imanın safında olabilmek çabası içerisinde olarak velayet bağının beraberinde getirdiği dostluk, yardımlaşma, dayanışma, sevme, sırdaşı olma, birbirlerini yönetebilme hakkını kazanabilme ilişkisinin beraberinde oluşan bir velayet kardeşliğidir. Bu kardeşlik ; Rabbim Allah’tır diyerek dosdoğru bir istikamet tutan, dosdoğru oldukları 15 , sahte Rablere, çağın Firavunlarına, diktatörlerine boyun eğmedikleri, sadece Alemlerin Rabbi olan Allah(cc)’a kul olmaya çalıştıkları hayatlarını Allah(cc)a kul olmaya çalıştıkları, hayatlarını Allah’a adayarak, O’nun için canlarını feda etmeye çalıştıkları 16 için zulme uğratılan17 işkence edilen, evlerinden, yurtlarından edilen hicret etmek zorunda kalan muhacir kardeşlerine gönüllerini, evlerini açan elindekini, imkanlarını paylaşan, sırf Allah(cc) için onları seven , onlarla da yarışma18 içerisinde olanların kardeşliğidir. Bu kardeşlik ; muhacir, mazlum kardeşlerinin yeryüzünün farklı coğrafyalarında sığınabilecekleri kardeşlerinin var olduğunu, yalnız olmadıklarını hissettirerek acılarını hafifletme kardeşliğidir. Bu kardeşlik; Peygamberimiz (sav) in bizlere öğrettiği ‘Müminler, şefkat ve merhamette-acımada aynı vücudun organları gibidirler.’ hadisinde olduğu gibi dünyanın dört bir yanında işkence, zulüm içerisinde olan, hakları gasp edilen, evleri başlarına yıkılan, iffetleri-namusları kirletilen, yurtlarından sürgün edilen kardeşlerinin acısını yüreğinde hisseden, onların feryatlarına kulak veren, onların yanında yer alıp, onlarla Mayıs’16 • 37


Atölye dayanışma içerisine girenlerin kardeşliğidir. Bu kardeşlik ülke sınırlarını aşan, tüm insanlığa yönelik insan kardeşlerinin-mazlumların, mustaz’afların dahi yardımlarına koşacak kadar bizleri sorumlu, erdemli kılan19 bir kardeşliktir. Bu kardeşlik; tüm insanlığın dertleşme merhem olma, yaralarını sarma, onlara adaleti götürme, onların asıl iman kardeşliğine ulaşabilmelerini sağlayabilmek için yollarındaki engelleri kaldırmaya20 kadar uzanan önemli sorumlulukları olan bir kardeşliktir. Kardeş olmak;ilişkilerimizi Müslüman’ca kurmak demektir. Sorumluluk duymak, sorumluluğumuzun21 bilinciyle hareket etmek demektir. Kardeş olmak; birbirimize karşı merhametli, affedici olmak, öfkelenmemek22 nefsimize yönelik kusurunu görmezden gelmek23 kötülüğü iyilikle savuşturmak24 yumuşak davranmak 25 demektir. Kardeş olmak; zulme uğrayan, hakları gasp edilen kardeşlerinin hakkını birlikte hareket ederek almak26 demektir. Kardeş olmak, gıybet etmemek27 yokluğunda kardeşinin haklarını korumak, hakkında kötü söz söylememek, kötü zanda bulunmamaktır28, çekişip birbiriyle tartışmamaktır, birliklerini bozacak, güçlerini zayıflatacak, 29 şeytanın aralarını bozacağı söz ve davranışlardan uzak durmaktır30. Kardeş olmak bozulan yanlarımızı hep birlikte tamir etmek, aramızı düzeltmek31, ortak faaliyetlerimizi istişare ederek32 planlamaktır. Kardeş olmak; birbirimize hakkı, hayrı, sabrı, merhameti tavsiye etmek, 33 birbirimizin hayrını istemek, birbirimiz için duacı olmaktır34. Kardeş olmak; kuyuya attıklarımızı, cahiliyenin karanlığına terk ettiklerimizi, kıyıda kenarda kendi hallerine terk ettiklerimizi, komplekslerimize, kaprislerimize kurban ettiklerimizi, devre dışı bıraktıklarımızı, yitirdiklerimizi, bizden kopardıklarımızı, dışladıklarımızı Yakup(as)ın aşkıyla yeniden aramıza katabilmek, biz olabilmek aşk ve heyecanıyla35 harekete geçmektir. Kardeş olmak;İsa(as)ın, Allah(cc) yolunda havarileri36 gibi birbirimize havari olabilmektir. İnancın kabul görmediği, iman edenlerin 38 • Mayıs’16

Atölye horlanıp dışlandığı, zulme uğratıldığı, küfrün itibar görüp kafirlerin etkili olduğu ortamlarda Allah yolunda mücadele eden kardeşlerinin yanında Allah yolunun şahitleri ve yardımcıları olabilmek, kardeşlerinin yanında saf tutarak birbirlerine havari olabilmektir. Kardeş olmak;Musa(as)ya, Harun(as) gibi olabilmektir. Firavunların, müstekbir zalim zorbaların, yeryüzünde azgınlaşıp toplumu parçalara ayırmaya çalışanların karşısında, toplumu ezip sömürmeye çalışanların karşısında hakkı ortaya koyabilmek, zalimleri zulümlerinden vazgeçirtip yola getirebilmek, mazlumları, ezilip sömürülenleri içerisinde bulundukları zilletten kurtarıp izzete kavuşturabilmek, yeryüzünün varisleri haline getirebilmek37 için mücadele veren, korkmadan yiğitçe hakkı ortaya koyan Musa’lara destek olmak, yanlarında yer alıp, güç vermek, kardeş olmanın gereğini yapmaktır. Musa’nın yokluğunda ise onun yardımcısı olarak sorumluluğu yüklenebilmek, yeni oluşturulan toplumun en azından durumunu muhafaza edebilmesi, bozulup yoldan sapmaması için Musa’nın yokluğunu hissettirmemek, gözünü arkada bırakmayacak kadar bu güveni sağlamış olmaktır. Ayrıca yapılan-yaptığı yanlışlardan hatasından dolayı sorgulanmaya, hesaba çekilmeye hazır ve tahammül olmak38 kardeş olmak demektir. Rabbimizin Kur’an’da tanımladığı kardeşlik ve bunun gereği sorumluluklar özü itibariyle yukarıda ifade etmeye çalıştığım iman ve sevgi temeline dayanan velayet ilişkilerdir bunlar. Peygamberimiz (Sav)de bu ilişkileri şöyle özetlemiştir:’Birbirinize haset etmeyiniz, birbirinizi aldatmayınız, birbirinize küsüp darılmayınız, birbirinizden yüz çevirip-ihmal etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz. Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. ona zulmetmez onu yardımsız bırakmaz, ona hor bakmaz’ buyurduktan sonra üç defa göğsüne vurarak-işaret ederek ‘Takva işte buradadır. Bir kimsenin kötü olması için Müslüman kardeşini hor görmesi yeterlidir. Müslüman’ın

Müslüman’a kanı, malı, ırzı haramdır.’demiştir. Ey Müslümanlar, ey kardeşlerim;o halde hep birlikte kardeş olalım, var olan ilişkilerimizi yeniden gözden geçirelim, hayatımızdaki bu ilişkilerimizin sorumluluklarımız çerçevesinde yeniden sağlanmasını sağlayalım. Kardeşçe birlikte düşünmeye, birlikte anlamaya, birlikte ağlayıp birlikte gülmeye çalışalım. Acılarımızı paylaşarak azaltmaya, sevincimizi paylaşarak çoğaltmaya çalışalım. Haksızlığa uğratılan, hakları ellerinden alınan kardeşlerimizin haklarını birlik olarak almaya çalışalım. Kardeşlerimize yönelik sorumluluklarımızı kuşanarak, kardeşler topluluğunu oluşturalım, eğer böyle bir topluluk varsa orada yerimizi alarak kardeşlerimizin gücünü arttıralım. Hep birlikte vahyin yeryüzündeki şahitleri olalım ki bizi öldürmeye gelenler bizde dirilsin, hayat bulsunlar ve kardeşleriniz olsunlar. İşte kardeş olmanın yolu! Rabbimiz:’Kim kendisine doğru yolu apaçık belli olduktan sonra peygambere karşı çıkar-muhalefet eder- müminlerin yolundan başka yola uyarsa, onu yöneldiği o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü varış yeridir39 buyurmuştur. Ayetlerle mevzumuzu tamamlamaya çalışalım.’Allah sözün en güzelini;ayetleri birbirine benzeyen, tekrarla-

nan bir kitap olarak indirmiştir. Rablerinden korkup-sakınanların derileri ondan dolayı gerginleşir. Sonra derileri de kalpleri de Allah’ın vahyine karşı yumuşar. İşte bu Kur’an Allah’ın hidayet rehberidir. Dileyeni onunla doğru yola iletir. Artık kimde saparsa onun için bir yol gösterici yoktur. 40 ‘’Tağuta kulluk etmekten kaçınıp, Allah’a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın doğru yola ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de işte bunlardır.’’ Zümer 23 Dipnotlar 1 A’raf 43 2 Enfal 63 3 Hucurat 10 4 Ankebut 69 5 Muhammed 7 6 Fatiha 2 7 Enfal 24 8 Nahl -36 9 Zümer 23 10 Ahzap 21 11 En’am -162 12 Ahzap -23 13 Tevbe 7 / Enfal 72 14 Tevbe 23 15 Fussilet 30 16 En’am 162 17 Ali İmran 195 18 Haşr 9 19 Nisa 75 20 Tevbe 4-5

21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40

Enfal 73 / Tevbe 71 Ali İmran 134 Nur 22 Fussilet 34 Ali İmran 159 Şura 41 Hucurat 12 Hucurat 11-13 Enfal 46 İsra 53 Hucurat 10 Ali İmran 159 Beled 17-18 / Asr 3 Haşr 10 Yusuf 87 Ali İmran 52-53 / Saf 14 Kasas 4-6 Ta-Ha 92-94 Nisa 115 Zümer 23

Mayıs’16 • 39


Atölye

Atölye

Ölmedik Daha - Grup Yürüyüş

Ve Gazze, Sadece Gazzelilerin Değildir! Rabia AKTAŞ

S

ene 2014, Ağustos ayı, Ramazan. Yeni öğrenmişim Mavi Marmara’yı. Oruç tutuyorum, ezber yapıyorum ve bir de Kır Zincirlerini okuyorum. Her satır gözyaşı dolu. Ben ilk kez bir kitap bitmesin diye bu kadar uğraşıyorum. Tek tek şehitlerden bahsediliyor. Sanki ben hepsini tanıyormuşum, hepsiyle ahbapmışım, hepsiyle bir şeyler yapmışım. İçimi etkiliyor, sarsılıyorum dualarına, duruşlarına ve zaferlerine karşı. İçim içime sığmıyor, böyle acıklı bir heyecan, bir telaş. Bir de Malcolm X ile tanışmışım. Aman Allahım, sanki bana tevhid yüklemesi, ümmet derdi aktarılıyor. Sürekli ağlıyorum. Sürekli düşünüyorum. Geç kalmışlı-

40 • Mayıs’16

ğıma yanıyorum. Sonradanlığıma... Düşünüyorum, Mavi Marmara’yı niye hiç duymamıştım, o zamanlar ne yapıyordum? Sistemin erittiği bir lise talebesi olmaktan öte değildim. Ama bugün Rabbim yolumuzu değiştirmişti. Sistemin karşısına geçirmişti ya bizi, elhamdülillah. Bu da bize yeterdi, harekete geçirmek için yetmeliydi. Zira hayıflanmak sonuç getirmiyordu. Ramazan ilk kez bu kadar ağır, ilk kez bu kadar yorucu, ilk kez bu kadar derin geçiyordu sanki. İşte tam bu sıralarda ambargo yeniden başladı, sertleşti, küstahlaştı. Ve bir haber, Mavi Marmara tekrar mı yola çıkacak? O kadar iyi hatırlıyorum ki, o haberi gördüğüm

ilk andaki halimi. Sanki Rabbim beni bir şeye hazırlamış gibi hissetmiştim. Zaten sürekli ağlıyordum. Öyle garip ve karmaşık duygular içindeydim ki, hemen başvurmak istedim. Bu haberi paylaşan hocama bir mesaj attım. Haber doğru muydu, tekrar mı o kutlu yolculuk? Aldığım cevap beni biraz kendime getirmeye yetti. “O gemide olmak herkesin harcı değil, orada olabilmek için çok dua etmek lazım!” Doğruydu, alelade bir seçim olmayacaktı, ne batıni olarak, ne de zahiri… Bense dualarıma katmıştım bile ümmet gemisini. Ancak fiili dualarıma da başlamam gerekiyordu. Her şey bir mektupla başladı. Bu içimdeki neydi, nasıldı anlamam ve anlatmam gerekiyordu her şeyden evvel. Bir mektup yazmıştım Bülent hocama, ağlaya ağlaya, ulaşacağından bile emin olmadığım bir mektup. Şimdi yeniden okudum, söze şöyle başlamışım, “ … Hocam ben savaş gören bir çocuk değilim, bomba nasıl düşer, silah kapıya nasıl dayanır bilmem. Yaş itibariyle Türkiye’deki darbelere de rastlamış değilim, sonuçlarını yaşıyor olsak da görmedim, bilmem. Hele şu bir iki yıla kadar Müslüman dünyasında ne olmuş ne bitmiş diye sorsanız, haberim bile olmamıştır. Mavi Marmara’yı bile şuan okuyorum ve kendime kızıyorum. Geç kalmışlığıma.” İçimi dökmüşüm adeta, bu mektubu ulaştırmak için pek çok girişimim oldu, sonrasında da, ama ulaşmadı. Bülent hocamın eline geçmedi, okuyamadı belki ama bende pek çok yere ulaştı. Çok da isabetli ulaştı. Ara ara açıp okurum hep. Çünkü o benim ümmete olan sözümdü, heyecanlanıp mı yazmıştım, bir anlık heves miydi yani, nasıl bir heves ki şunları dedirtiyordu bana, “Hocam uyuyamıyorum, gülemiyorum, yiyemiyorum. Subiti olarak evet ama içim artık eskisi gibi değil, olmaz, olamaz da… Olursa yuh olsun bana.” İçim hep aynı mı kaldı o günden beri, değiştiren neydi peki? Zulüm mü durdu ki, yüreğimin alevi küllendi? Ümmet rahatta mı ki, cennete mi gittik topluca ki, artık içim sızlamıyor? İşte tüm bunlar bana korktuğum bir soruyu sorduruyor. Derdin gemi miydi? İçinde olmak ile kendini ve nefsini

mi rahatlatacaktın? Hayatın boyunca nefsini oyalayacak bir iş mi istedin? Bu iş ile nereye varılır ki? Orada olsan bile bu zillet niyetle sana şehitlik gelir miydi? Madem derdin gemi değildi, şimdi niye kurudu kalbin? Niye susuyor dilin, kalemin kesilmiş? Halep yanmıyor mu, Suriye’de Suriye kaldı mı, Mısır kaçıncı yılını devirdi zulümle, ümmet rahatta mı? Gemi bir simge, sen geminin hangi güvertesindesin, onu belirle! O günler sadece mektup yazmamıştım. Öyle doluca yaşıyordum ki heyecanımı, bilinçaltı mı üstü mü bilmiyorum. Zorlama rüya görülür mü, onu da bilmem. Ya da Rabbimin küçük hediyeleri miydi yıllarca unutamayacağım, haberim yok. Öyle güzel rüyalar görüyordum ki… Kendimi, düşüncelerimi toparlamaya çalışıyordum. Haydi, kim bizimle, dediklerinde, önümde engel olmaması adına, koşabilmek adına tüm adımları atmalıydım. Toparlıyordum ki her şeyi, daha önce bunlara dair bir fikri olmayan aileme derdimi anlatabileyim. Ben bu ateşlerde yanarken, haberleri görünce patlamalar yaşıyordum. Onların tepkisi hep aynıydı, “Sen tek başına ne yapabilirsin ki?” Erbakan hoca diyor ya, “Bir çiçek ile bahar gelmez, ama bahar bir çiçek ile başlar!” İşte kafamda tüm bunlar dolanırken bir rüya bahşedildi. Gücüme güç katan bir rüya. Ben kolay rüya hatırlamam ve zihnimde tutamam. Belki de tüm ayrıntılarını hatırladığım ve daha dün görmüş gibi zihnime kazıdığım tek rüya buydu. Ve bir sonraki olacaktı. Bir deniz var, ummasız, masmavi, kocaman… Denize kilit vurulur mu, vurulmuş! Önünde onu toplayan bir kapı var. Sağında jandarma, solunda yeşillik koru gibi bir yol. Jandarmada babam, gençlik yılları. Denizin kapısı kilitli, kapı ile deniz arasında küçük bir sahil, küçücük. Deniz dedimse, okyanus gibi ama karşıya iyice bakınca bizim buradaki büyük camiyi görüyorum. Ben o kapının kilidini açmaya doğru gidiyorum, babamın içinde olduğu jandarma arabası beni durduruyor. İzin vermiyorlar. Ben babama gülümsüyorum ve kapıya doğru gidiyorum, açıyorum içeri giriyorum, denize doğru gidiyorum, tam denize Mayıs’16 • 41


Atölye dalacağım, geri dönüyorum. Kapıdan çıkıyorum, sanırım bir de kilidi tekrar kapatıyorum. Hemen soldaki etrafı müthiş yeşillik ile çevrili yola giriyorum. Sanırım evimize gidiyor o yol, yine o yolun sonunda da, denizin sonundaki cami var ama görünmüyor, biraz uzak. Mutsuz değilim, denizi bıraktım diye üzgün de değilim. Yürürken o güzelliği kirleten bir görüntü görüyorum. Bir amca çuvalı yere düşmüş, yolda at mı ölmüş ne, baya bi kirlilik, çöp gibi bir şeyler var, orayı temizliyor. Niye böyle yaptığını soruyorum ona, yolda mı kalsaydı diyor. Biraz bakındıktan sonra devam ediyorum yoluma. Uyandım, mutluyum, heyecanlıyım. Hiçbir şeyden bahsetmediğim anneme gittim, rüyamı anlattım. Dedi ki, “Sen güzel bir yere gideceksin ama baban engel olacak.” Bunu duydum ya, kilit noktam “Sen güzel bir yere gideceksin” kısmı oldu. Sanki annemden izni almıştım. Oysa ben onu en sona bırakmıştım, ana yüreği, dayanamaz ya, babam izin verirse ve gemi gerçekten kayıt alırsa izin isteyecektim ondan. Zira asıl mesele babamdı. Ben babamla çok şey konuşurum. Hatta hemen hemen her şey hakkında. Ama o çok dinlemez ya da görüşlerimiz farklı olduğunda bana söz hakkı tanımaz. Biraz eski babalardandır, sıkı ve sert. Ben de ona şimdiye kadar derdimi pek çok yolla anlatmışımdır. Ancak bu sefer başkaydı, denenen yollar işe yaramazdı. Bu nedenle farklı bir şey seçmeliydim. Ben bunları düşünürken, bir gün babamla gündüz vakti oturuyorduk. Bir şeyden konuşurken konu buraya geldi. Ben de madem yeri geldi dedim, başladım anlatmaya. Yüz yüze değildik, babam öyle çok bakmazdı, başka şeyle ilgilenir ama dinlerdi. Çok uzun sürmediği sürece tabii… İlkleri yaşıyorduk ve ben dedim ki, “Baba, sana bir şey söylemek istiyorum. Mavi Marmara var ya, hani şöyle bir gemi… Bu olaylar üzerine yeniden gitme ihtimali varmış. Böyle söylentiler duydum. Baba, itiraz etmeden önce dinle. Zira sana bu kez ısrar etmeyeceğim, sadece beni anlamanı istiyorum. Artık biliyorum ki senin rızan, sizin rızanız çok mühim. Sizin rızanız, Allah’ın rızası. Ben seni çiğneyemem. Sen ne dersen o olacak! 42 • Mayıs’16

Atölye Gitme dersen, gitmeyeceğim, bütün hevesimi, hislerimi içime atıp susacağım. Ama dinle, beni anlamanı istiyorum. Bak baba bu yaşananlar bizim vaktimizde oluyor. Bunlardan biz sorumluyuz. Dedeme bunları sormayacaklar, onun vaktinde olanları soracaklar. Sen hep biz o başörtülü kızlara nasıl destek olmadık, bizi nasıl korkutmuşlar, diyorsun ya, işte ben bunu demek istemiyorum. Korkmuyorum baba, korkuyorum ama onlardan değil. Yarın hesabı sorulurken verilecek bir cevabım olmamasından korkuyorum. Dualarımız yetmiyor baba, otururken yaptığımız dualar sahih olmuyor. Bir kişi bir şey yapabilir mi, yapar, direnir, bak bu gemi böyle insanlarla dolmuş, dolacak. Belki zor, belki uzak duruyor ama yakınlaştırabiliriz. Baba ben bu evlatlığımla cenneti kazanabileceğimi düşünmüyorum, çünkü sizi sürekli üzüyorum. Kul olarak da yetmez gücüm. Belki gider ölürüm. Ha benim ki şehitlik olur mu bilmiyorum ama belki ölümüm bu meseleyi bizim gündemimize taşır. Bugün ‘5 lira ile ne olur ki’ diyen çevremiz, haberleri daha yakından takip eder, dualarına katar belki, en azından cennette sizin verecek bir cevabınız olur. Bedenim bir işe yarar. Çünkü böyle kurtulamayız. Ha baba, ne diyorsun, giderse gideyim mi?” kısmen böyle bir konuşma yaptım. Babam ilk kez beni uzun uzun dinledi ve hiç bölmedi. “Annen biliyor mu?” dedi. Ben de, “Eğer belli olursa söyleyecektim ona, senin fikrini sorayım dedim, ne de olsa onun için daha zor.” dedim ve rüyamı anlattım. Sadece gülümsedi ve “Annen doğru söylemiş, ben sana engel olurum.” dedi. Ben de gülümsedim. Çünkü beni dinlemesi bile yeterdi. SubhanAllah. Bereket ne de çabuk geliyordu. Babam birkaç gün sonra geldi ve “Ne zaman gidiyorsun?” dedi, o kadar ümitsizim ki, “Nereye?” dedim. Meğer arkadaşlarıyla istişare etmiş, düşünmüş. Demişler ki, “Bırak gitsin abi, bize nasip olsa da biz de gitsek. Böyle bir şansı varsa gitsin.” Bu nasıl nimet ya Rabb. Şükürler, hamdler… Elhamdülillah ki bu geminin çıkmasına gerek kalmadı. Abluka hafifledi. Benim yanıma ise 2 güzel rüya, babamın güzelliği, ailemin ni-

meti ve ümmete bir sözüm kaldı. Evet 2 rüya. İlk anlattığımı şimdi kendimce yorumlayabiliyorum. İkinci rüyamı ister kendimi zorlayarak, ister düşünüp durduğum için görmüş olayım, hiç fark etmez. Bana bir ayeti hatırlatıyor, “ Müminlerden öyle erler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirdiler; kimi adağını ödedi (canını verdi), kimi de beklemektedir; (verdikleri sözü) hiçbir şekilde değiştirmediler.” Ahzab, 23. Bu benim Mavi Marmara yolculuğumun bir kısmı idi. Kıymetliydi, zira o gün başlayan ateş, birçok nimeti getirdi ardından. Hepimizin böyle anları vardır. Yaklaşık 3 ay sonra, mektubumun üzerinden tam 2 yıl geçmiş olacak. Benim hesabım şimdi o mektupla, ben bu 2 yılda ne yaptım sözümü tutmak için, bu yolda yürümek için, ikinci rüyayı hak etmek için ne yaptım, yapıyorum? Ümmet sözümü hissetti, melekler ise şahidim oldu. Öyleyse durmak yok. Belki yürüdüğüm yeşil yolun pislikle kirlenmiş yerine geldim, belki bu yolu sürekli yürüyorum ve sürekli öyle bir dönemden geçiyorum, ama mühim olan nasıl geçiyorum, nasıl geçiyoruz? Bunun muhasebesini tutmalıyız. Bu yolculuğumda yanı başımda hep o şehitler vardı. Hisleri, hayatları, duruşları, vasiyetleri, duaları, arkasında bıraktıkları… Hepsinin ortak bir duası beni çok etkilemişti, “Bizi boş ölümden koru Allah’ım!” SubhanAllah. Böyle

bir dua duymamıştım daha önce, ölüm böyle mi istenirdi? Ben de böyle dua etmeye başladım. Zira onlar öyle duaları kabul olunanlardı ki, işaret ettikleri yerlerden şehit edilmişlerdi. İbrahim Bilgen – Siirt, Ali Haydar Bengi – Diyarbakır, Cevdet Kılıçlar – İstanbul, Çetin Topçuoğlu – Adana, Necdet Yıldırım – Malatya, Fahri Yaldız – Adıyaman, Cengiz Songür – İzmir, Cengiz Akyüz – İskenderun, Furkan Doğan – Kayseri! Ve bir genç olarak Furkan Doğan, onu anlamak, anlatmak ve hissetmek zorundayız. İzinden gitmeliyiz, götürmeliyiz, Furkan gibilerini yetiştirmeliyiz. Ve son olarak mektubumda şöyle demişim, “Çıkalım yola, kardeşlerimizle ve bize destek olacak on binlerin duasıyla çıkalım şu yola. Geçerken Tokluman ailesini de yoldan alalım ve “Biz yüreğimizi cesaret cebimize anca koyabildik.” diyelim.” “ Müminlerden öyle erler vardır ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirdiler; kimi adağını ödedi (canını verdi), kimi de beklemektedir; (verdikleri sözü) hiçbir şekilde değiştirmediler.” Ahzab, 23. Mavi Marmara Anısına… Mayıs’16 • 43


Atölye

Atölye

LAİK TÜRKİYE KISKACINDA TERCİH BUNALIMI Enes GÜNASLAN “Toplumsal ve tarihi sorumlulukları üstlenmekten vazgeçen bir İslam algısı olabilir mi?” sorusuna bu günün cevap verme olanaklarıyla verebileceğimiz cevaplara göre, tarihe ve kamuoyuna müdahale yeteneğimizi kaybediyoruz. Modern/seküler ve liberal talepleri meşru kabul edip, bunların meşruiyet kaynaklarını sorgulayamıyoruz. Devleti her şeyin üzerinde tutan seküler bir değerler hiyerarşisi, İslami meşruiyeti ve bağlılıkları görmezden geliyor. Ülkenin gündemine girerek, yer yer sistem içerisindeki pozisyonunu tahkim eden laiklik, nur topu gibi yepyeni argümanlarıyla Yeni ve Sivil Anayasa tartışmalarında baş köşede kendisine yer beğeniyor. Büyük Türkiye Modeli, laik paradigmanın şekillendirebileceği bir manevra alanı oluşmasına yönelik hamleler yapıyor. Laiklik bahsinde, konunun mahiyeti/kapsamı ve gidişatı bir çok kalem ve kelam sahibi tarafından yeterince arz edilmiştir. Kavramsal ve tarihsel çerçevesi çizilmiş, etki ve tepki alanları tespit edilmiş bir mevzuyu yeniden ısıtıp sunma kaygımız yoktur. Müslüman camialar öncesinde bu tartışmaların neresindeydi, şimdi neresinde, sonra neresinde olacak gibi sorular nitelikli cevaplar bulabileceği bir zemin bekliyor. Koşullara göre, koşullar için uygun tercihler yapmak, Müslümanlar olarak ahlaki zaaflarımızdan kaynaklanmaktadır. İlkesel konumlanış/tercih meselesi siyasi içeriğinden arındırılmış ferdi bir deneyim olarak kabul edilebilir hale gelmiştir. Oysa tüm peygamberlerin ve

44 • Mayıs’16

sembol şahsiyetlerin müşterek sünneti ilkeli olmak ve bu hale hayatiyet vermektir. Seküler ideolojiler, inançların bireyselleşmesi, kandil geceleri, ramazan temaşaları ve hayır-hasenat gibi ibadetlerle sınırlı bir gündem bulabilen din algısı, İslami bilincin ölümüne işaret ediyor. Müslüman camialar, vakıf ya da dernek sitelerinden veya sosyal medyadan geçtikleri bir iki yazı haricinde bu laiklik tartışmaları gündemiyle ilgili olarak siyasal bir iradesizlik ve sessizlik içerisinde bulunuyorlar. Modern mitlerin ve yapıların baskılarıyla bağımsızlaşamadığımız içindir ki, yeteri kadar açık olmayan, edilgen ve bulanık bir dini söyleme yaslanıyoruz. İslam’ı yalnızca kalp/gönül ilgisine indirgeyen bu bulanık söylemlerle tevhidi sınırlara kayıtsız kalıyoruz. “Devlet dindar olmaz, birey dindar olur.” çözümü, dini olanı uhrevi olanla sınırlandırmak anlamına geliyor. Bu utanç verici sessizliğimizden kurtulmak zorundayız. İslam’a ve ümmete yabancılaşma pahasına İslami cemaatler, içerisinde yaşadığımız küresel koşulları mazeret olarak değerlendirmek suretiyle, ölçüsüz bir irade-i maslahatçılığı bir yöntem olarak tercih edebiliyorlar. Müslümanlar olarak, meselelerimizi derinleştirmek ve tarihin sorunlarına nüfuz edebilme yeteneğini yeniden kazanabilmeliyiz. Bunu için de tercihlerimizi ilkesel bir zemine çekmek zorundayız.

BİLİMSEL TEVİL İLE YORULMANIN AYMAZLIĞI Kocaeli Dinler Tarihi Atölyesi

K

ur’an ı Kerim de Allah kendisini, kozmik uyumun tek kurucu/koruyucu/sürdürücüsü olarak tanıtır. Bu uyumun içinde hiçbir şey O’nun izni ve kozmik programının dışında bir davranış biçimi sergileyemez. Kozmolojik bu uyuma Sünnetullah denir. Aynı kavram yeryüzü sosyolojisi içinde geçerli bir kuraldır. Bir uygarlığın doğuşu ve yıkılışına kadar ki tüm süreç bu kurallar bütününe uygun gelişir. Bu uyumun yeryüzündeki tek istisnası insandır. İnsan bu uyuma “ister uy, ister uyma” bağlamında bir seçimle karşı karşıya bırakılmış ve bir imtihan unsuru olarak var edilmiştir. İnsanın uyumsuz davranma özgürlüğü, Allah’ın yarattığı tüm uyumun içindedir ve bu kurgu mükemmeldir. Çünkü bir Uyum ancak içinde tüm olasılıkları barındırdığında kusursuzdur. Allah tüm insanlığı bu uyuma dahil olmaya davet etmek için iradesine hitap eden Vahyi göndermiş, onları elçiler yoluyla gerek korkutmuş gerekse müjdelemiştir. Kozmik uyuma aykırı davrananlar bundan korkmalıyken doğru yolda olanlar nihai sonun getirdiklerine razı olduklarından kendilerini güvende ve umutlu hissetmişlerdir. Ahiret bu beklentinin ve mutluluğun adıdır. Allah Kur’an ı Kerim de onca ayette Güneş, Ay, Yıldızlar, Gece- Gündüz, Yağmurun yağması, bitkilerin yeşermesi, denizlerin ve hayvanların var edilmesi ile bütün bunların insan istifadesine sunulması gibi olağanüstü uyum örneklerine dikkat çeker. Öylesine nokta atışı örneklerdir ki üzerinde saatlerce günlerce yıllarca konuşmak insanı yormaz. Ancak bu uyumdaki kusursuz sistematiğe, bunlar arasındaki mükemmel kusursuzluğa bakarak Allah’ın “Hadi bakalım beni takdir edin”,

“bakın ben ne muhteşemim”, “alkış yok mu alkış”, “Bakın ben neler başarabiliyorum!” demek için söz konusu ettiğini düşünmemek gerekir. Allah bütün bunları güç ve kudretini ispat etmek için değil, bizim aklımızı başımıza almamız için söz konusu eder. Allah kendisini tüm bu kozmik uyumun tek sahibi olarak deklare etmekle zaten sistemin kusursuzluğunu ve insanın acizliğini de vurgulamış olmaktadır. Bu nedenle Kur’an ayetlerinin ve Kuran’ın mucize oluşuna delil getirmek için tevilde bulunmanın hiç bir gereği yoktur. Tüm ayetler zaten İnsanın bu uyuma davetini içeren bir niteliktedir. Kitabı davet niteliğinden uzaklaştırıp onu Allah’ın varlık kanıtına ispat aracına dönüştürdüğümüzde İnsanın acizliğinden kaynaklanan birçok kusur, kitaba ve dolayısı ile Allah’a nispet edilir. Ateizmin palazlanması tam da böylesi bir zorlamanın ürünüdür. Bu mücadelede Allah’ın nesnel kanıtlarını ispatlamak yerine, Allah’ın tarafında olanların yapması gereken şey; İnsanın yeryüzünde ki sorumluluk alanlarını canlı tutmak olmalıdır. Kitap kendi içinde insanın dikkatini çekecek yeterince örnek vermiştir. Zira Allah’ın nesnel kanıtları insanı soyut düşünmeye zorlar ve soyut düşünce insanın yeryüzündeki ontolojisinde bir anlam kazanmaz. İnsan sınanan bir varlıktır ki onun sınav soruları içinde “Allah’ın nesnel gerçekliği” yoktur. Çünkü bu çap bu gerçekliği kaldırmaz. Haddimizi bilip işimize bakalım. Haydi açları doyurmaya, çıplakları giydirmeye mazluma arka çıkmaya. Haydi Adaleti, Barışı, Özgürlüğü, Merhameti kısacası Salat’ı yeryüzünde kaim kılmaya. Haydi Bismilllah Mayıs’16 • 45


Atölye

Atölye

UCUZ UÇAK BİLETİ NASIL ALINIR? İsmail Yasin AVCI

M

eramımı anlatmaya başlamadan evvela geçen ay İstanbul’dan Paris’e 8 liraya uçtuğumu ve bir arkadaşımın da İstanbul’dan Atina’ya 71 kuruşa uçtuğunu belirtmek isterim. Hasılı, dikkat buyurunuz… “Dünya artık bir köy” lafını çokça duymuşsunuzdur. Köy tabirinden kastımız elbette ulaşımın kolaylığına dikkat çekmek istememizden. Şöyle daha anlaşılır olacaktır: 2016 yılında dünyanın her şehrine maksimum 48 saatte ulaşılabildiğinin farkında mısınız? Sizi bilmem ama bu gerçek beni hayli heyecanlandırıyor. 20 yaşında 14 ülke görmüş bir genç olarak söyleyebilirim ki, Türkiye olarak bu ulaşım çağına ayak uydurabilmiş bulunmaktayız. Raylı sistem ulaşımında gelişmiş ülke standartlarını henüz yakalayamadığımız gerçeği bir yana, havayolu ulaşımında gelişmiş ülke standartlarını yakaladığımızı, karayolu ulaşımında ise gelişmiş ülke standartlarını dahi aştığımızı rahatlıkla söyleyebilirim. 2002 yılında 11,4 milyon yolcu ağırlayan İstanbul Atatürk Havalimanı, 2015 yılında 61,3 milyon yolcu ağırlayarak Avrupa’nın en çok yolcu ağırlayan 3. havalimanı oldu. Halihazırda inşaatı devam eden 3. havalimanımız tamamlandığında ise 150 milyon yolcu kapasitesiyle dünyanın en büyük havalimanına sahip olacağız. Nihayetinde milli değerimiz Türk Hava Yolları’nın namını sağır sultanın duyduğundan haberdarsınızdır. Hal böyle olunca, Türkiye’de hizmet veren havayolu şirket sayısının da hızla artması akabinde,

46 • Mayıs’16

otobüs biletinden dahi daha ucuza uçak bileti alabildiğimiz günlere hamdolsun ulaştık. Aşağıdaki tavsiyeleri dikkate almanız halinde, öğrenci bütçelerinize rağmen dünyayı yaşayarak tanımanız mümkün olacaktır. Yolunuz açık olsun: -En önemli kural: Plansız seyyah olmalısınız. Bir ay sonrasına dahi olsa ucuz bir bilet bulursanız kaçırmayın. Merak etmeyin, elbet her işiniz yoluna girecektir. Aksi takdirde o ince planlarınız asla seyahatlerinize fırsat vermeyecektir. -Skyscanner uygulaması sizin en iyi yardımcınız olacaktır. Oldukça detaylı karşılaştırma seçenekleriyle en ucuz bileti burada bulabilirsiniz. Uygulama aynı zamanda fiyat alarmı kurmanıza da olanak sağlıyor. -Sık sık promosyon bilet kampanyası yapan Aerobilet uygulamasını yükleyerek ve kısa sürede tükenen biletler sebebiyle bildirim iznini de açarak İstanbul’dan Paris’e 8 liraya uçabilirsiniz. -Detaylı fiyat/gün karşılaştırması ve uçtukça kazandıran puan sistemiyle yeni ve başarılı bir internet sitesi olan Turna.com’u tercih edebilirsiniz. -Bavul.com-Turkcell işbirliğiyle, Turkcell Platinum kullanıcılarından ayda bir kere alabileceğiniz kuponlarla yurtdışına 100 lira daha ucuza uçabilirsiniz. -Ziraat Gençkart sahibi bir üniversite öğrencisiyseniz AnadoluJet Jetgenç kampanyalarıyla yurtiçinde uygun fiyatlarla uçabilirsiniz. -Ucakbileti.com üzerinden yurtiçi uçuşlarda piyasanın en ucuz şirketlerinden Borajet biletlerinizi satın alabilirsiniz.

-Afrika ve Uzakdoğu seyahatlerinizde Mısır aktarmalı biletlerle Türkiye’den alacağınız direkt biletin yarı fiyatına kadar daha ucuza uçabilirsiniz. -Avrupa seyahatlerinizde Ryanair ile bazı Avrupa şehirleri arasında 5-10 euro ücretle uçabilirsiniz.

kanların en güzel şehirlerinden Ohri’yi; Türkçe konuşulan sokaklarıyla Osmanlı şehri Prizren’i hala görmediyseniz hakikaten çok şey kaçırıyorsunuz. -Gittiğiniz şehirlerde Türkiye merkezli veya yerel sivil toplum kuruluşlarıyla iletişime geçerek konaklama ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz.

-Wizzair ile İstanbul’dan Budapeşte’ye 30 euro ücretle uçarak Avrupa seyahatinizi Macaristan’dan başlatabilirsiniz. -Yukarıda saymış olduğum şirketlerin ve havayolu şirketlerinin mail sistemlerine mutlaka abone olmalısınız. Böylece sınırlı sayıda satılan promosyon biletlerden ve kampanyalardan anında haberdar olabileceksiniz. -Salı ve Çarşamba günleri alacağınız biletler muhtemelen daha ucuz olacaktır. Anadolu irfanının tecellisi “3 ay önce alacaksın abi” tespiti bir yana, yurtdışı uçuşlarda birkaç saat kala dahi ucuz bilet bulabilirsiniz. -Havayolu şirketlerinin mil kampanyalarını takip ederek uçuşlarınızda kazandığınız milleri daha sonraki uçuşlarınızda kullanabilirsiniz. Örneğin, Türk Hava Yolları ile yapacağınız gidiş-dönüş yurtdışı uçuşunuz akabinde Miles and Smiles özel yolcu programıyla bir yurtiçi bileti kazanabilirsiniz. -Interrail Türkiye başta olmak üzere Facebook seyahat sayfalarını takip ederek hem kampanyalardan anında haberdar olabilir hem de yeni şehirler keşfedebilirsiniz.

Zira Türkiye, bilhassa Müslümanlar nazarında, Osmanlı’dan miras kalan ağabey pozisyonunu hala koruyor. Hakeza yabancı dil sorunu yaşıyorsanız o şehri yanınızda bir Türk olmadan tanımanız hayli zor olacaktır. Bununla birlikte Couchsurfing uygulamasıyla ücretsiz konaklayacak evler, Hostelworld uygulamasıyla ucuz hosteller, Airbnb uygulamasıyla günlük kiralık evler bulabilirsiniz. -Şehirlerarası karayolu ulaşımı için Avrupa’da GoEuro otobüs uygulamasını ve BlaBlaCar’ı kullanabilirsiniz. -Çevrimdışı harita uygulaması CityMaps2Go ile internet imkanınız olmadığında dahi kaybolmadan rahatlıkla dolaşabilirsiniz. -Free Wi-Fi Finder uygulamasıyla ücretsiz ve şifresiz wifilere kolaylıkla bağlanabilirsiniz. -Tripadvisor ve Swarm uygulamalarıyla damak tadınıza ve İslami usullere uygun restoranları bulabilirsiniz. Naçizane bir tavsiye: Evinizi seyyahlara, arabalarınızı otostopçulara açın. Dünyayı yaşayarak tanımak, seyyahların tecrübelerinden yararlanmak ve dünyanın her şehrinde bir kapınızın olması o kadar değerli ki. Küresel siyasete hala yön verebilen mason localarının bu yüzden olsa gerek, dünyanın her şehrinde evleri bulunuyor. Böylece mason gençler erken yaşlarda dünyayı tanıyarak büyüyorlar. Dünyanın her şehrine yayılan, 1,5 milyar Müslüman olarak neden benzer bir sisteme sahip değiliz, akıl alır gibi değil… Vesselam.

“Bileti aldık, ya sonra?” -Yeşil pasaportu olmayan arkadaşların aklına “hepsi iyi, hoş da nereye gideceğiz?” sorusu geliyordur. Türkiye’den vizesiz gidilebilen 102 ülke olmakla beraber, elcevap Balkanlar. Simgeler savaşının yaşandığı Mostar’ı; eşsiz doğasıyla Bal-

Mayıs’16 • 47


Dizi

Dizi

AŞKIN, FELSEFEYE İHTİYACI VAR MI? -1 Ali Tarık PARLAKIŞIK

“Güzellik ve parlaklıktan değil aşk, Ruhun kapıldığı bir şeydir o”

İ

nsanın tabii görünümlerinden, en sezgisel ve ters orantılı bir düalist ilişki biçimine malik olan görünümlerinden biridir aşk… İnsan, nasıl geldiği ve nasıl punduna getirdiği bilinemeyen birçok vakıanın farkındalığını taşır üzerinde. Aşkın vakıası da bir manada böyledir; farkına varılamayan ve nasıl vuku bulduğu çoğu zaman kestirilemeyen bir vakıa… Aşkın, bir duygu olarak insanın tabii görünümlerinden biri olduğu aşikâr… Peki, insan; baştan sona bir fırtına anaforu halinde olmasına rağmen, adına aşk dediğimiz bu vakıayı, insanın tabii görünümlerinden biri olarak nasıl tanımlayacağız, nasıl bir mana yükleyeceğiz? Tek bir kısa cümlede cevap bulabilir miyiz bu suale? Ya da sözü evirip, çevirip, eşeleyip uzatmanın bir manası var mı? Esasında üzerinde bulunduğumuz mevzu, anlaşılabilirliği buudundan kolay, kolay olmakla beraber zor bir mevzudur... Heyhat! Aşk dediğimiz vakıa bir mesele değil bilakis bir mevzuudur! Hem de ince bir tefekküre ihtiyaç bırakmayacak ölçüde net görünüm arz eden bir mevzudur… Lakin! Bu incelik, üzerinde kafa yorulmayacak kadar basit bir mevzu olduğunu da göstermez… Aşk bir yerde herkesin bildiği sır mesabesindedir… Çünkü dile getiremeyişin mücerret acısına hayatiyet katanlar bir tarafa; içinden çığlıkların, zılgıtların birbirini kovalamasını bir fırsat bilenler bir tarafa; hissettiği acıyı gayri ihtiyari içine bastırıp dışarıya kanatanlar bir tarafa… Evet, bu aşk vakıasına muhatap olan herkes bu vakıayı -birbirinden farklı üsluplarla da olsa- anlayabilir. İbn Hazm der ki: “İbn Abbas’dan bize ulaşan bir fetva, fazladan bir açıklamayı gerektirmeksizin, bu konuyu yeterince açıklığa kavuşturmaktadır: “Aşkın öldürdüğü bir kimseye kefaret ve kısas gerekmez.”” İbn Hazm’ın, sahabeden İbn Abbas’a dayandırdığı bu sözün farklı, tedaileri ilginç bir manası olsa gerektir -tabi bunun ilmi bir

48 • Mayıs’16

yorum olmadığı kaydını düşelim-; kefaret yemin bozma gibi durumlarda devreye giren bir mevzudur, kısas ise katl gibi durumlarda olayda parmağı olan bir kimseye karşı yapılan bir uygulamadır, “Aşkın öldürdüğü bir kimseye kefaret ve kısas gerekmez.” ise herhangi bir sebep veya vasıta ile aşkından dolayı ölen, aşkın öldürdüğü bir kimseye kefaretin ve kısasın gerekmediğini belirtiyor. Yani; aşkından dolayı ölen bir kimsenin ölümünde, zaten normal şartlarda ikinci bir kimsenin eli mevzubahis değil. Yani… Aşkının öldürdüğü kimse için hukuki bir işlem gerekmez... Ölecek kadar aşkına müspet bir karşılık bulamayanın katlinde kendisi dışında “aşk” dediğimiz hissin-duygunun parmağı vardır… Peki… Aşkın, aşk olmayanlardan farkı nedir? Aşkın, aşk olmayan vakıalardan tefriki hangi ölçüte göre olur? İbn Hazm der ki: “Bil ki, aşk şakayla başlar, ciddi durumlarla biter.” Ve İbn Hazm yerinde bir ifadeyle şu doğru tespiti yaparak devam eder: “Aşkın çeşitleri tanımı yapılamayacak ölçüde inceliklerle doludur. Onlar ancak âşık olunca anlaşılabilir. Aşk ne din tarafından inkâr edilir, ne de yasalarca yasaklanabilir. Çünkü kalpler Allah’ın elindedir.” Evet, aşk öyle bir şeydir ki, din onu inkâr etmez, yasalar da yasaklayamazlar, insanın duygularına gem vurulmaz. Ve dinin reddedip, inkâr etmediği, yasaların da yasaklayamadığı aşkı, ancak âşık olanlar anlayıp, manasını ifade edebilirler. Aşkın tarifi, aşkın vakıasına yakalanmayanlarca ancak ‘kuru entelektüel’ ifadeler ile ifadelendirilebilir… İşin doğrusu, İbn Hazm’ın haklılık payı yok değil… Burada aşk, sevgi gibi kavramların manalarına eğilmemiz gerekiyor… Lügatte aşk şöyledir: Sevgi, şiddetli sevgi, gönül verme, candan sevme, iptila, tutkunluk. Tabiatın ve insanın bünyesindeki cinsi karışıklıkların çekimiyle birlikte yüksek ve ulvi duyguların, manevi zevklerin her nevi de aşk kelimesiyle ifade edilir. Lügatte âşık şöyledir: Bir ferde veya bir şeye karşı şiddetli sevgi

duyan, seven fert; tutkun vurgun müptela. Lügatte sevgi şöyledir: Sevme hissi, aşk, muhabbet. Ve yine lügatte sevgili şöyledir: Sevilen fert veya şey, mahbub. Sevgi kelimesi için lügatte kısa bir açıklama yapılırken, o kısa açıklamanın muhtevasında geçen aşk kelimesi için daha uzun bir açıklama yapılıyor. Sevgi kelimesine yapılan açıklama sanki sükûn halindeki bir duygu anımsatıyor. Aşk kelimesine yapılan açıklama ise sükûn halinden bir şekilde sıyrılmış, farklı bir boyuta yükselmiş, alevler içindeki bir fanusun ortasında, kelebeklerin yanan ateşlin muhitinde dönüp dönüp en son ateşin içine dalıp sanki bilerek ve isteyerek ölmelerini betimliyor. Açıklaması kısa olan sevgi kelimesi de aşk kelimesine verilen açıklamanın muhtevasında barınıyor. Aşk dediğimiz anda; aşk duygusunu iliklerine kadar hisseden fert, artık bu sevgiden aşk yoluna geçiş yaptığı sırada hariçten manalandırılmasa da artık sevgiyi farklı bir şekilde hayatında diri tutuyordur. Âşık, birden bire âşık makamına gelmiştir artık... Âşık artık geri dönülemez bir yola girdiğini çok geç fark eder. Bu noktada âşık için için yanmaktadır. Öyle bir yanmadır ki, bir çırpıda aşkından vazgeçemez ama bir çırpıda âşık olmuştu ve bunu fark etmemişti bile, bu noktadan sonra âşık kimsenin kafası âşık olmadan öncekine göre farklı işler artık, eskisi gibi değildir artık… Âşık, kalabalık içinde ama kendisinin haricinde bir başka kimsenin olmadığı bir dünyada yaşıyordur artık... Âşık, adeta cüzamlı gibi dolaşır kalabalıkların ortasında. Acil bir şekilde teşhis koyulup, müdahale edilmesi gereken bir yaranın maliki durumundadır artık. İçinde taşıdığı yara hangi arada ve nasıl tekevvün etti; âşık orasını bilemez. Ne kadar derin bir yaradır; âşık orasını da bilemez. Aman ne bir yaradır o! Heyhat! İçten içe kemiren, dıştan dışa solduran bir yara… Kimi âşıklar, bu yaradan zevk de alırlar. Evet, böyle bir durumun içinde olanlar da vardır. Aşkından dolayı yaşamakta olduğu acı ve keder, âşıkta artık bir tutkuya dönmüştür. Sevgiliye duyulan tutku; bir zaman soran sevgiliye duyulan özlemin verdiği acı ve kedere de duyulur. Burada duyulan acıya ve kedere olan tutku, sevgiliye olan özlemin tutkusudur. Sevgiliye duyulan özlem artık bir acı ve sebep haline gelmiştir. Ve âşık ilginç, enteresan bir noktadadır. İbn Hazm, böyle bir durum için yazdığı bir şiirde şöyle diyor: “Bana verdiğin acıdan zevk alıyorum ey ümit kapım, hayır hayır senden asla yüz çeviremem. Şayet bana “Onun aşkını unutacaksın” deselerdi, cevabım lam ve elif olurdu”

Bu, durumun başlı başına bir tekevvün süreciydi… Farklı olan bir halde âşık, sevgiliye duyduğu özlemin menba teşkil ettiği acıdan ve kederden dolayı artık bir makara haline gelmiştir. İpin, makaranın üzerinde makaradan ayrılmadan dönmesi sonucunda aldığı şekil misali, âşık, kıvrana kıvrana döner durur. Artık aşık kimseden tek başına söz edemeyiz burada… O aşık ki, acısından kuruyup sevgiliye vuslatın ufuklarında Ay ışığını seyre dalmak ister ama yüreğindeki yara bir türlü kabuk bağlamaz. Yosun misali sevdiğinde yapışmak istedikçe, hayalinden, uyanır da uyanır... Görür ki seraptan daha beter bir hayal imiş… Tam bu noktada aşığın neye ihtiyacı vardır? Belki de meseleler boyu gizli gizli yakan tarifsiz bir keder ve o tarifsiz kederin verdiği gizli kalmış duyguların saklandığı magma gibi alev alev yanan ve erimiş bir halde yanarken ve erirken de aynı zamanda akıp giden bir gönlün istiaresi ve işaret fişeğidir… Çünkü ivedi bir şekilde bir tespit, bir kopuş, bir silkinme, bir uyum, bir araç hissederek uygulamaya geçirmek gerekiyor. Çünkü orada mevcut fikir ve iştiyak gönlünle su serpmedir, sadece ve sadece bir damla su… O bir damla su gözden akacak bir damla yaşı geri çekecektir, yumuşak dokunuşun diğer adını teşkil edecektir; evet, gönle serpilecek bir damla sudur bulduğu … Çünkü o noktada aşık kendisine lazım olan esas şeyden uzaktır… İbn Hazm’ın şiirsel ifadesi ne kadar da güzel ve derinden ince bir acı çekmenin ifadesidir: “Mektubunuzu yırtıp atmak benim için öyle zor ki bugün, fakat aşkımızı hiçbir şey yırtamaz, bunu biliyorum. Sevgimiz kalsın istedim, mürekkep silinsin istedim; çünkü ayrıntılar asıl öze tabi olur. Nice mektuplar ölümlerine neden oldu yazanların; hiç ölüm akıllarının ucundan bile geçmezdi o satırları yazarken.” Bahsini ettiğimiz şekildeki âşıkların, edebiyatın bedii imkânlarında kendilerini boğulmaya bıraktıkları da aşikâr olarak karşımızda duruyor. En azından görünen vakıa budur. Hususiyetle de şiirin bedii hazinesine insanların bu manada adeta kaçtıklarına şahit oluyoruz. Esasında yaraya merhem kabilinde değil; belki yaraya tuz basma mesabesinde, belki yaraya su serpme mesabesinde, belki yarayı daha fazla kaşıma mesabesinde bir oyalanış ile… Bu da tabi ayrıca eşeleyip, incelenme hakkına malik bir konudur. Esasında ilginç bir konu, esasında gündelik hayatta muhatap olduğumuz birçok iş, tekevvün, eylemden farklı bir vakıaya malik bir konu. Bu konu da bir misal vermek gerekirse Ahmet Haşim’in “Karanfil” isimli şiirine nazar edebiliriz: Mayıs’16 • 49


Atölye “Yârin dudağından getirilmiş Bir katre alevdir bu karanfil Rûhum acısından bunu bildi. Düştükçe vurulmuş gibi yer yer Kızgın kokusundan kelebekler, Gönlüm ona pervane kesildi.” “Karanfil” şiiri; Ahmet Haşim’in poetikasını, şiir telakkisini, bedii idrak zevkini gösteren, şairinin Fecr-i Ati zümresine bağlılığını ışıldatan ve de kısa bir şiir olmasına rağmen Fransız Sembolizmi’nin etkilerini gösteren bir şiirdir. “Karanfil” şiirinin teması aşktır ve Ahmet Haşim öyle bir diyalektik ile (aşk) acısını ifade eder ki, okuyanın Ahmet Haşim’e hak verme ihtimali yüksektir. “Bu” işaret sıfatıyla “karanfil”e işaret edilir ve “bu karanfil”, “bir katre alevdir” ve de “yârin dudağından getirilmiştir”. Ahmet Haşim bir çiçek olan, kırmızı renkli karanfil çiçeğini, yârin, kırmızı dudağından getirilmiş (kırmızı renkli) ateş olarak sunar. Ve öyle bir sunuştur ki bu, üç farklı varlığın rengindeki ortaklıktan yola çıkarak şair, içindeki aşkı, üçlü bir düzlemle bize sunar. Vakıa şudur; bir yar vardır. Bu yârin dudağı vardır. Bu yârin dudağından getirilmiş bir karanfil vardır ve şairi aşktan yakıp kül eden, işte bu karanfildir. Ve de bütün bu acıklı atmosferi bu şekilde bilir, şair. Şairin, ruhunun acısı, aşkın acısını bu şekilde bildirir. Şair, o haldedir ki; kendisindeki hali, kelebekle özdeşleştirir. Ve şairin, kelebekle özdeşlemiş aşk acısından yanmış bu hali, yer yer ve zaman zaman ve anbean adeta vurulmuş gibi per-u perişan olup ölen bir kelebektir… Ve bu anlatımdaki o kelebek misali şairin, gönlü yârin etrafında döner de döner… Adeta pervane gibidir artık ve elde tek bir şey vardır artık; o da sadece bir karanfildir… Yârin dudağından getirilen bir katre alevdir, elde tek kalan karanfil. Şair, burada artık bir ölüdür, hülasa, yâre duyulan aşk, bir ölüm fermanıdır… Vakıa o ki; şiirin de gücü, meydan okuyuşu budur. Gizemli, bir silahtır artık şiir ve şiirde bütün gerçekler çıplak bir halde bulunur. Vakıa o ki… Şiire hayatiyet katabilen adam, kalbine ve kalbindeki aşka da hayatiyet katabilir… Görünür manası ile aşkı anlatan ve aşkın felsefesini yapan aşk adamlarının üslubu ile onların üzerinde durdukları manzara ile belirtirsek... Sevgiliye kavuşmayı tadamasa da bir adam… Ve kalbindeki o aşkın hayatiyetini muhafaza edebiliyorsa bir adam… Üst seviye değer biçilebilecek adamlardandır, o adam… Birbirlerini seven iki kimse, aşklarını diri tuttukları müddetçe temiz sevgilerini yok etmeleri için gereken bir sürü neden daha aşklarının filizlendiği günden itibaren peşleri sıra takip eder onları... Aşı50 • Mayıs’16

Medya ğın kimi zaman iyi destekçi dosta ihtiyacı olur böyle zamanlarda, kimi zaman iyi komşulara ihtiyacı olur… Ama ne olursa olsun iki aşığın birbirlerine olan sevgilerinin/aşklarının hakiki manada bir vefaya ihtiyaçlarının olduğu kaçınılmazdır. Zaten salt tefekkür edersek sevginin, vefayı beraberinde getirmesi lazım gelir. Vefa, herkese karşı hissedilmesi gereken bir histir; bu manada vefa, içtimai ilişkilerde saygının minnetin bir gerçeğidir. Lakin birbirlerine büyük bir iştiyak ile bağlı iki aşığın birbirlerine olan vefaları, sevgilerinin yani aşklarının bir gereğidir. İki aşığın arasındaki vefayı doğuracak, tahkim edecek, devamlılığını sağlayacak ender unsur sevgileri yani aralarındaki aşk bağıdır. Bu aşk bağı, iki aşığın arasındaki, aşkları dışındaki insani ilişki biçimlerinin çoğunu arka düzleme atacak etkiye malik bir bağdır. Hissi düzlemde ontolojik bir farklılık mevcuttur bu noktada. Hatta buradaki nüans aşkın tüm süfli hallere nazaran ulviliği ile de paralel bir durumdur. Birbirlerine hakiki bir tutku ile bağlı olan iki sevgilinin gelecek planları veya hayata ilişkin fikirleri ve planları onların aşkları üzerinde tomurcuklanmasına nispetle birbirlerine uzak veya yakın mesafeleri mesken tutmuş olmalarının herhangi bir ehemmiyeti yoktur… Birbirlerine duydukları özlem, onları birçok fikir, plan, program ve hadiseden mühim olan hülyalarında hep diri tutar ve hep bir yanyanalık arz eder. Mesafeler aşıklar için yok hükmündedir, onların hülyalarında seven ve sevilen diye düalist bir ilişki yoktur; bu ilişkiyi yok sayar bir halde ‘biz’ ilişkisi vardır. Öngörüleri hep ‘biz’ üzerine tesis edilir. Aralarındaki aşk bağı, iki sevgiliyi müselsel bir konuma getirmiş ve adeta aşklarından ötürü alakalı veya alakasız her hadise, aşklarını sulamak için bir fırsattır. Aşkın ileri seviyelerinde bulunan aşıkların bir noktadan sonra ağızlarından çıkan sözleri yanlış anlayıp aralarında huzursuzluk sebebi olması da bundandır. Çünkü aşıkların her biri aşık oldukları sevgilinin kendine has tefekkürünü bilemezler, çünkü sevgileri birbirlerinin aynadaki bir aksi gibidirler. Aşkı korumak başlı başına bir dava ve başlı başına bir sinerji gerektiren bir mevzu ise, bu yolda harcanan çaba da aşka layık olmalı ya! Doğru veya ters orantılı ilişkiler ağının tedai ilişkileri de hep bu aşk için işte! İki sevgili arasındaki karşılıklı yakınmalar veya sevgiliye kavuşma anında aniden ortaya çıkabilecek herhangi bir engeli veya herhangi handikabı sevgililer birlikte aşacaklardır. En azından anlayışları, telakkileri bu şekilde olmalıdır. Meselenin lübbü, özü mezkûr ‘biz’ sırrındadır… Erkeğin hanımına veya hanımın erkeğine olabilecek kıskançlık duygularının sırrı da burada…

Basından Yansıyanlar lah onlara “ölü” dememizi yasaklıyor. Onlar dirilerdir... Peki onlar diriyse, ölüler kimler? Yoksa asıl biz öldük de haberimiz mi yok...

Bilal Yaldızcı’yı hatırlayan var mı içinizde?

Sibel Eraslan Star- 24 Nisan 2016 Şubat davası göz göre göre buharlaştırılırken de aynı şeyler saplanıyor ruhuma. Sanki hiç olmamış gibi... Ergenekon, darbeler geçidi Türkiye için cuntalara suçüstü yapabilme imkanıydı, diğer sivil cunta belası PDY tarafından bu imkan heba edildi. Yokmuş meğer darbe tehdidi. Dün Abant Platformlarının baş davetçisi olanlar, yıldızlarını oralarda parlatanlar, bugünün baş FETÖ karşıtı sesleri oldular. Değişim ve nedamet benim çok değer verdiğim iki haldir, dinlemeye anlamaya sabır ve izan ister. Lakin bizim şu anda maruz kaldığımız nedamet, değişim veya muhasebe değil. Zihinlerimize spin attıran bir unutma/ unutturma mikserinden geçiyoruz... Ne kadar çok yalan ve ne kadar çok düzenbazlık var. Ve korkaklık, demirden bir heykel gibi Lut Gölünün dibine doğru ağır ağır çekerken bizleri... Bilal Yaldızcı, güzel şehit, bir ses ver, bir koku yolla, bir işaret çak madem diriysen... Bilal Yaldızcı’nın şehadetinin hatırası, bu yüzden önemlidir. Al-

28

Sizin favori cemaat operasyonunuz hangisi? Yıldıray Oğur Türkiye- 26 Nisan 2016 ani herkesin favori bir cemaat operasyonu oldu. Bizim favori cemaat davamız Ergenekon ve Balyoz’du. Bu davalara karşı çıkan Kemalistler ve solcular ise cemaatin son ve en büyük operasyonu olan 17/25 Aralık ve MİT tırlarının durdurulmasını çok beğendiler ve alkışladılar. Milliyetçilerin favori cemaat operasyonu KCK davaları iken KCK davalarının mağduru olmuşların favori cemaat davası-daha sonra Kayseri’de cemaat hakkında açılan bir soruşturmadaki rolü yüzünden seçilmiş olduğu anlaşılan-Cemal Temizöz davası oldu. Galatasaraylıların, Trabzonsporlular Şike Davası’nı sevdiler, cemaatçiler ve onlar ne derse inananlar ise birbirinden ayrılamayacak evlatları gibi tamamını bağırlarına bastılar. Aslında bu davaların hepsi aynı aklın eseriydi, hepsinde aynı

Y

hukuki yöntemler kullanılmış, aynı yanlışlar yapılmıştı. Ama herkes sıra kendine geldiğinde ahlaki bir pozisyon almaktansa pragmatik bir pozisyon alıp Nasrettin Hoca gibi demeyi tercih etti; “Ver o kepçeyi de biraz da biz ölelim!..” Telafi edilmeyecek mağduriyetler yaşandı, muhakkak bunların hesabı sorulacak, verilecek. Ama bugün bu davaların başladığı noktaya dönmemiz mümkün değil. Macun tüpten çıktı. Davalar sonunda bütün sanıklar aklandı ama bu derin devletin aklanması, darbeciliğin yargılanmasının ıskalanması anlamına da gelmedi. Tamamen anayasal olan ve güç ilişkilerine dayanan askerî vesayet sistemi bu davaların oluşturduğu bir atmosfer ve basınçla geriye püskürtüldü. Bu davaların da teşvik ettiği tartışmalarla davalara karşı çıkan CHP bile değişti. Davalar bittiğinde ve bu davaların sanıkları dışarı çıktığında artık bambaşka bir Türkiye vardı. Davaların en büyük kaybedeni günün sonunda şüphesiz cemaat oldu. İkinci sırada ise ordu geliyor. Üçüncü sırayı yargıya mı medyaya mı vermeli diye düşünüyor insan. Savcılar ve yargıçların bu kötü şöhreti silebilmeleri epey zor olacak. Gazetecilerin ise hakikatle aralarında en büyük engel olan siyasi aktivizmle gazetecilik arasında bir karar vermeleri gerekiyor ama o karar anı da pek yakın gözükmüyor. Mayıs’16 • 51


Medya Kaybedenler listesine mutlaka derin devlet, kontrgerilla üzerindeki külliyatı da eklemek gerek. Ergenekon davası o külliyatın platosunun altından çıkmıştı. Ama her şeyi planlayan büyük bir kötülük kaynağı var ve geri kalan herkes masum kolaycılığı hâlâ direnenler olsa da açıklayıcılığını ve ikna ediciliğini kaybediyor artık. Türkiye’nin karanlık tarihi belki bu ön yargı perdesi gözümüzden kalkınca aydınlanmaya başlayacak. Günün sonunda bu davaların en büyük mağduru olmaktan son anda kurtulan AK Parti iktidarının durumu ise biraz İkinci Mahmud’unkine benziyor. İkinci Mahmud önce ayanların desteğiyle Yeniçerileri ortadan kaldırmış, sonra güçlenen ayanların üzerine yürümüş onlardan da kurtulmuştu. Bunu planlamadıkları açık. Destek verip, önünü açtıkları savcı ve polislerin en büyük ve son operasyonlarını yıllardır onlar için hazırladıklarını bildiklerini iddia etmiş oluruz yoksa. Eğer Ergenekon ve benzer davalara karşı çıkanlar aynı kadroların yaptığı son operasyonun üzerine atlamayıp ortaya ahlaki bir duruş koyabilseydi, AK Parti kazananlar listesinde yalnız kalmazdı. Ahlaken herkesin kaybettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Planlanamayacak kadar grotesk bir durumla karşı karşıyayız. En çok plan yaptığını zannedenin günün sonunda en büyük kaybeden olduğu bir durum... Dan Brown’un romanını yazmayacağı kadar da saçma sapan, gerçeküstü ve epey aptalca...

52 • Mayıs’16

Medya

Türkiye’nin anlam ve önemi

İbrahim Tenekeci Yeni Şafak- 9 Nisan 2016 orumuzu sormanın vakti geldi: İslâm âleminde acının dinmesi, kanın durması, oyunların boşa çıkması için ne yapılabilir? Hiç kuşku yok ki, sorumuzun birden fazla cevabı var. Aklımıza geleni değil de yatanı yazalım: Osmanlı yıkılmadı, dağıldı. İp koptu, tâneler birbirinden ayrıldı. İmame hâlâ burasıdır. Bu öz milletimizde vardır. Tâneleri toplayıp bir araya getirecek inanç, azim ve tecrübe bizdedir. Hep birlikte çekilen bu yalnızlığı, acizliği ortadan kaldıracak kararlılık. Bunu geciktirebilir, lâkin engelleyemezler. Türkiye’nin yeniden ve sahiden ayağa kalkması, lider ülke olması, coğrafyamıza denge getirecektir. Kuvvetli ve adaletli olursanız, uzak duran da yakınlaşır. Teşkilatlar, kâğıtların değil de toprakların üzerine kurulur. Ayağa kalkıp aslımıza yakışan adımlar atmamız, ancak yerli ve millî kadroyla / düşünceyle mümkündür. Yerli, sabit anlamına gelir. Kökü sağlam ve burada, yani yurdunda, toprağında olan. Millî ise aynı zamanda dinî demektir. Dinî değerlerle sorunları bulunan bir kimseye ‘millî’ diyemeyiz. *** Yıkılan ağaca balta vuran çok olur. İslâm âleminin hali, özetle, budur.

S

Çürüme Siyasette mi Toplumda mı?

İbrahim Kiras Karar- 21 Nisan 2016 oplumun yozlaşması deyince de İslam uygarlığının yetiştirdiği en büyük toplum bilimci İbn Haldun’un bu alandaki tespitleri akla geliyor ilkin. Toplum bilimci dedim ama eserinin temel amacı tarihin yasalarını ortaya çıkarmak olduğunu göz önünde tutarak en büyük tarih filozofumuz diye de anabileceğimiz bir bilgin Mukaddime yazarı… Bildiğiniz gibi, devletlerin (veya siyasi kurumların veya sistemlerin) ömrünü döngüsel bir şema içinde izah eder İbn Haldun. İlk başta kuruluş devri. Taze bir enerjiye sahip, yani dinamik bir toplum ortaya çıkar ve çürümüş, yozlaşmış olan eski yapıyı ortadan kaldırıp yerine geçer… (Bu süreçte düşünürümüzün “asabiyet” diye adlandırdığı bir tür toplumsal aidiyete dayalı dayanışma duygusu önemli rol oynar.) Ardından rakipler ve diğer tehdit unsurları tasfiye edilir, iktidar sağlama alınır... Bundan sonra en verimli devir gelir; o kültürün en parlak ürünleri ortaya çıkar. Ama bu parlak dönem ilelebet devam edemez. Yavaş yavaş çürüme başlar; sorunlar ortaya çıkar. Ne kadar gayret edilirse edilsin bu sorunların çözülmesi mümkün olmaz. Derken filozofumuzun “be-

T

devi” (yani medeni olmayan, yani mevcut sistemin parçası olmayan) diye tanımladığı yeni bir dinamik topluluk çıkagelir ve mevcut yerleşik yapıyı ortadan kaldırarak yeni bir yapı kurar ve “hadari” (medeni, yerleşik) hale gelir. Bu aşamada söz konusu yapının kurucuları arasındaki doğal dayanışma (asabiyet) yerine de başka türlü ve daha ziyade hiyerarşik tarzda ilişki biçimleri teşekkül eder. Bilahare bu yeni toplumsal yapı da aynı döngüyü yaşamaya başlar. Çünkü her organizma doğar, büyür, hastalanır ve ölür. Tabiatın kanunu her yerde benzer biçimde işler. *** İbn Haldun’un ilk bakışta son derece basit gibi görünen bu tespitleri toplumsal gelişmenin kurallarını veya tarihin yasalarını anlamamız için olduğu kadar kurumların ve sistemlerin karşılaştığı sorunları teşhis edebilmemiz için de son derece işe yarar bir anahtar sunuyor. Ne var ki kendimizi doktor yerine koyup hastalıklarımızı teşhis etmekte veya reçete yazmakta acele etmemek de lazım. Çünkü toplumsal ve siyasal yapılar kutu içinde kutu gibi iç içe faaliyet gösteren sistemler. Sözgelimi bir toplumun içinde hastalıklı bünyeler olabilir ama bu bünyelerin hastalığını içinde bulundukları toplumun kendi yapısal arızalarıyla karıştırmak yanlış olur. Bunları ayırabilmek gerekir. Dolayısıyla dışarıdan bakarak bir kurumun ömrünü tamamlamak üzere olup olmadığını anlamak kolay değil. Ama elbette hastalık belirtilerini daima ciddiye almak zorundayız.

letleri -ve İsrail- bu gelişmelere elbette seyirci kalmayacak, devrim sürecini durdurmak ve tersine döndürmek için ellerinden geleni yapacaklar. Zaman zaman mevziler de kazanacaklar. Belki

İttihadı İslam Yolunda

öyle çok mevzi kazanacaklar ki

Hakan Albayrak Karar- 15 Nisan 2016 aşbakan Erdoğan’ın Türkiye’deki diktatörlükle hesaplaşırken İslam dünyasındaki diğer diktatörlükleri de hedef göstermesini, Davos’taki “one minute” çıkışını, Batı ülkelerine çektiği restleri, bölge ülkelerine yaptığı ‘Safları sıklaştıralım’ çağrısını, bütün bunları Zengi’nin o mektuplarına benzetiyorum. Bunlar İslam dünyasında müthiş makes buluyor, diriliş rüzgârı estiriyor. Erdoğan liderliğindeki Türkiye bir hürriyet, adalet ve bölgesel birlik perspektifi sunarak bölge halklarının siyasi istinatgâhı haline geldi. Arap devrimlerinde, birçok şeyin yanı sıra, bu olgunun da etkili olduğunu düşünüyorum.

belimizin kırıldığı hissine kapılır

B

Devrimlerle gelen veya gelmesinden korkulan İslami yönetimlerin maruz kaldığı darbeler de doğrudan doğruya hürriyet, adalet ve İttihad-ı İslam perspektifiyle ilgili. Diktatörlüklerin yıkılması, hürriyet ve adaletin yeşermesi, halklarla devletlerin kaynaşması ve serbest seçim-

gibi olacağız. Kapılır gibi olsak da kapılmayalım. Şeytanın vesvesesi olan o histen Allah’a sığınalım. Şartlar ne olursa olsun asla yeise düşmemeli, asla davadan dönmemeliyiz. Hürriyet, adalet ve İttihad-ı İslam

yolundaki

mücadelemiz

her hâlükârda devam etmeli. Bugün kaybettiğimiz yerde yarın kazanırız. Yeter ki umudumuzu, iyimserliğimizi ve azmimizi koruyalım. *** İslam dünyasını konuşurken, en büyük yenilgilerden en büyük zaferleri ve en büyük kardeş kavgalarından en büyük birlik projelerini çıkarıp hayata geçiren, bunu hep yapan, tekrar tekrar küllerinden dirilen mübarek bir dünyayı konuşuyoruz. Kim derdi ki bir Zengi gelecek, Bilad-ı Şam’ı birleştirecek? Kim derdi ki anlı şanlı Türk devletlerinin savaş alanına dönen Anadolu, hiç hesapta olmayan Osmanoğulları tarafından derlenip topar-

lerle gelen İslamî yönetimler

lanacak ve Yemen’den Belgrad’a

sayesinde İttihad-ı İslam tema-

kadar uzanan devasa bir impara-

yülünün sergilenmesi, emperya-

torluğun kalbine dönüşecek?

listlerin İslam dünyasındaki ma-

İçinden geçtiğimiz şu fetret

nevra alanını daraltma istidadı

devri de biter elbet. Allahu ekber

gösteren gelişmelerdir. Batı dev-

ve lillahi’l hamd. Mayıs’16 • 53


İslam Dünyası

İslam Dünyası

İslam Coğrafyasından Haberler

Ahraru’ş-Şam: Bu Nasıl Bir Ateşkes?

S

uriye’de şer cephesine karşı savaşan Ahraru’ş Şam’ın iki numaralı yöneticisi Ebu Ammar, Rusya ve İran’ın Beşşar Esed rejimine olan desteğini artarak sürdürdüğünü söyledi. Ahraru’ş Şam’ın Genel Komutan Yardımcısı Ebu Ammar, Birleşmiş Milletler(BM) gözetimindeki “ateşkes”, Cenevre’deki dolaylı görüşmeler, ABD ileRusya’nın rolü ve Suriye’nin parçalanma olasılığıyla ilgili AA muhabirine değerlendirmelerde bulundu. “Kaybettiğimiz Bazı Noktaları Geri Almaya Başladık” Rusya’nın Suriye’ye müdahalesindeki amacına ulaşmasını engellediklerini belirten Ammar, “Hatırlarsanız bizlerin eline geçen toprakları üç ayda rejime geri kazandıracaklarını söylemişti. Buna izin vermedik. Kaybettiğimiz bazı noktaları geri almaya başladık. İlerleyen günlerde ise yeni operasyonlar olacak.” diye konuştu. “Suriye’nin Bölünmesine Karşıyız”

Suriye’nin bölünme olasılığı ve federal yapıyla yönetilmesine ilişkin Ammar, “Bu bölünme sözlerine veya devlet içinden devlet çıkarma girişimlerine tamamen karşıyız. Yeniden tüm Suriye’yi 54 • Mayıs’16

yönetecek âdil bir hükûmet için mücadele ediyoruz ve edeceğiz.” dedi. Esed rejimi, IŞİD ve PKK’nın Suriye uzantısı PYD’nin birlikte hareket ettiğini söyleyen Ammar, “PYD’nin tavrı Suriye’ye ne getirdi? Özellikle Halep’in kuzeyinde PYD, IŞİD ve rejimle birlikte hareket ediyor. Bu Suriye halkına oynanan oyunun büyüklüğünü gösteriyor. Biz Suriye halkıyla birlikte bölünmeye karşı çalışacağız. Bölünmeye karşı askerî ve stratejik planlarımız var.”. ifadelerini kullandı. AA

gören 54 kişiden 5’inin durumu ağır. Soruşturma başlatan polis, tatlıyı satan fırına baskın düzenledi. Fırında dört poşet böcek ilacı bulundu. Fırının ortağı iki kişi ile bir çalışan tutuklandı. Tatlıya böcek ilacının karıştığından kuşkulanıyor.

İ S

P

Pakistan’da Tatlı Faciası: 23 Kişi Ölü

akistan’da, oğlu olan babanın dağıttığı tatlıdan yiyen 23 kişi zehirlenerek hayatını kaybetti, ölenler arasında baba da var. Pencap eyaletinde yaşayan Sajjad Hussain, oğlunun doğumunu kutlamak için yöreye özgü ‘ladoo’ adı verilen tatlıdan 4.5 kilo aldı. Baba olmanın sevincini yaşayan Hussain, tatlıyı kendisini tebrik etmek için evine gelenlere ikram etti. Tatlıdan yiyenler birkaç saat sonra kusma ve baş dönmesi şikayetiyle hastaneye koştu. Zehirlendiği tespit edilen 77 kişiden 23’ü öldü. Yaşamını yitirenler arasında tatlıyı alan Sajjad Hussain var. Hastanede tedavi

kan Obama’nın yasanın kongreden geçmemesi için lobi faaliyetlerinde bulunduğu iddia ediliyor. HÜRRİYET

Suudi Arabistan ABD’yi Tehdit Etti!

uudi Arabistan ABD’yi kongreden Suudi Arabistan’ın 11 Eylül olaylarında rolü olduğunu vurgulayan ve ülkeye ABD’de yargılanma yolu açabilecek olan yasa tasarısı geçerse dünyada dolar fiyatlarını düşürmekle tehdit etti. New York Times’ın haberine göre Kral Selman’ın dolar tehdidini içeren mesajını geçen ay Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adel El-Zübeyir bizzat ABD yönetimine iletti. Suudi Arabistan eğer kongre yasayı geçirirse elindeki 750 milyar dolar değerindeki FED tahvilleri ve bonoları satmakla Amerika Birleşik Devletleri’ni tehdit ediyor. Ekonomistler ise Suudi Arabistan’ın bu yolu izlemesinin zor olduğunu ifade ediyor. Öte yandan Suudilerin bu hamleyi yapmadan önce ABD’nin ülkedeki Suudi Arabistan varlıklarını durdurması da gündemde. Baş-

Kerrubi: Herkes Devrim Değerlerinden Dönenlerin Asıl Kim Olduğunu Görecek!

ranlı muhalif lider Mehdi Kerrubi’ye ait internet sitesi Sahamnews’den yayımlanan Hasan Ruhani’ye hitaben yazılan mektupta, “Sizden, ev hapsini sona erdirmenizi istemiyorum. Bunun sizin elinizde olmadığını biliyorum. Sâdece, anayasanın 168’inci maddesi ve halkın size vermiş olduğu yetkiyi kullanarak, aleni mahkemede yargılanmamı ‘rejim’den talep etmenizi istiyorum.” ifadelerine yer verildi. Seçimlerde yapılan hileleri kamuoyuna duyurmak istediğini belirten Kerrubi mektubunda şunları söyledi: “İsterse bu mahkeme, ülkede gücü elinde tutanların dilediği şekilde dizayn edilsin önemli değil. Allah’ın izni ve avukatlarımın yardımıyla, mahkemede, 2005 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yapılan hileleri, 2009 yılı seçimlerinin nasıl planlandığını, gençlerimizin hukukî ve hukuksuz nasıl hapse atıldıklarını kamuoyuna duyurmak istiyorum. Mahkeme sonucunda herkes 2009 seçimlerinde devrim değerlerinden dönenlerin asıl kim olduğunu görecektir. Mahkemenin hakkımda vereceği karar ne olursa olsun kabul edeceğim, temyize başvurmayacağım.”.

Mehdi Kerrubi Kimdir? İran Meclisi’nde 4 dönem milletvekilliği yapan Kerrubi (78), 3’üncü ve 6’ıncı dönemlerde İran Meclis Başkanlığı görevinde bulundu. İran devletinin çeşitli kademelerinde görev yapan Kerrubi, reformistlerin talebi üzerine 2005 ve 2009 yıllarında cumhurbaşkanlığı seçimlerine aday oldu. Mahmud Ahmedinejad’ın kazandığı ilan edilen 2009 seçimlerinde hile yapıldığı gerekçesiyle başlayan sokak gösterileri ve çıkan olaylardan sorumlu olduğu iddia edilen Kerrubi, diğer muhalif lider Mir Hüseyin Musevi ve Zehra Rahneverd’le eş zamanlı olarak 18 Şubat 2011 yılından itibaren mahkemeye çıkarılmadan ev hapsinde tutuluyor.AA

Havan mermileri Mustafa Ağa, Aksu ve İmam Ahmet mahallelerinde sivil Türkmen vatandaşların evlerine isabet etti ve yaralananlar oldu. İlçede bulunan Kürdistan İslam Cemaati parti binasından Şiilere açılan ateş sonucu Şiiler arasında yaralananlar oldu. Bunun üzerine Şiiler, parti binasını kuşatarak ele geçirdiler. Resmi olmayan bilgilere göre Şii gruplar tarafından 5 kişi öldü ve 62 kişi yaralandı.

Lübnan’da Bombalı Saldırı: El Fetih Lideri Zeydan Hayatını Kaybetti

L I

Tuzhurmatu’da Ateşkese Rağmen Çatışmalar Devam Ediyor

rak’ın Selahattin iline Bağlı Tuzhurmatu ilçesinde geçtiğimiz 23 Nisan günü başlayan Peşmerge güçleri ile Şii gruplar arasında çatışmalar devam ediyor. Kürdistan Yurtseverler Birliği KYB’nin medya organ PUK Media’ya göre çatışmalarda 3’ü Peşmerge komutanı olmak üzere Kürt tarafından 12 kişi öldü. 24 Nisan günü ilçeye KYB’li Kerkük valisi Necmettin Kerim ve Bedir Tugayları komutanı Hadi Elamiri’nin gelmesi üzerine ateşkes ilan edilse de çatışmalar durmadı. Dün gündüz saatlerinde Peşmerge güçleri Türkmen semtlerini havan topuna tuttu.

übnan’ın güneyindeki Liman kenti Sidon’da, bombalı araçla saldırı düzenlendi, saldırıda El Fetih lideri Zeydan hayatını kaybetti. Lübnan’ın güneyindeki liman kenti Sayda’da bombalı araçla düzenlenen saldırıda, ülkedeki el Fetih liderlerinden Fethi Zeydan hayatını kaybetti. Filistin mülteci kampın yakınlarında meydana gelen patlama ile ilgili yayınlanan bir fotoğrafta, yanan bir araç yanında yerde yatan bir erkek gösterildi. Resmi açıklamada bombanın aracın altına yerleştirildiği açıklandı. 5 binden fazla Filistinlinin yaşadığı Mieh Mieh kampı, Sayda şehrinin hemen doğusunda bulunuyor. Mayıs’16 • 55


Haber

Haber

Üniversitelerden Haberler Ü

İstanbul Üniversitesi’nde Solcu Çetelerin Hakaret Afişlerine İzin Verilmedi

S

alı günü İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde sol gruplardan olduğu bilinen Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) gündemdeki “laiklik” tartışması nedeniyle “Şeriat karanlıktır, hurafedir, sömürüdür, tutsaklıktır, padişahlıktır’’ yazılı afişler astı. Bunun üzerine Müslüman Öğrenciler, asılan afişleri indirdi. Bugün de EHP’nin hakaret içerikli afişleri Müslüman öğrenciler tarafından indirildi. İslam’ın değerlerine saldırmaya cüret eden solcu gruplara Müslüman öğrenciler sloganlarla karşılık verdi. “Yaşasın Şeriat!”, “Şeriat Bizim Onurumuzdur!”, “Üniversitede Şebbiha İstemiyoruz!”… sloganları atan öğrenciler sık sık tekbir getirdi. *** Dün yaşanan olayla ilgili de Müslüman Öğrenciler tarafından şu bildiri yayınlanmıştı:

R

Bismillahirrahmanirrahim Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma. (Casiye, 18) Hamd peygamberleriyle bütün âlemlere kurallar manzumesi olan şeriatı gönderen Allah’a mahsustur. Salat ve selam şeriatı tatbik eden mücahidlerin imamı Rasulullah (s.a.v) ve O’nun yolunu takip eden mü’minlerin üzerine olsun. İstanbul Üniversitesi’nde kirli ve yalan siyasetiyle meşhur gruplardan FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu) TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın sözlerini çarpıtarak Müslümanların değeri olan ‘‘ŞERİAT’’ olgusuna ‘’Şeriat karanlıktır, hurafedir, sömürüdür, tutsaklıktır, padişahlıktır.’’ sözlerine afişlerinde yer vererek hakaret etmiştir. Bizler İstanbul Üniversitesi Müslüman Öğrencileri olarak Hukuk

İşe Alımlarda Üniversite Ayrımı Yasaklandı

esmi Gazete’de yayımlanan 6701 sayılı kanuna göre işe alımda uzmanlık ve yetkinlik tercihi yapılabilirken, artık “Boğaziçi, İTÜ, ODTÜ mezunu başvurabilir” denemeyecek. Habertürk Gazetesi’nin haberine göre, Türkiye İnsan Hakları Kurulu’nun yerini almak üzere Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurulu oluşturulmasını öngören 6701 sayılı kanun önceki gün Resmi Gazete’de yayımlandı. Kanunda, çalışma yaşamına ilişkin ayrımcılık hususlarında önemli düzenlemelere yer verildi. Kanunun 6’ncı maddesine göre, işverenler işe eleman alırken, özellikler ve yetkinliğe göre bölüm ayrımı yapabilecek ancak üniversite ayrımı yapamayacak. Örneğin bir pozisyona mühendis alırken, işveren hangi mühendislik bölümlerinin tercih edildiği belirtilebilecek fakat “Sadece İTÜ, ODTÜ, Boğaziçi mezunları başvurabilir” diyemeyecek. Kanunun “İstihdam ve serbest meslek” başlıklı 6. maddesi, “işverenlerin, iş ya da staj başvurusunda bulunanlar arasında işe başvuru, seçim kriterleri, işe alım şartları ile çalışma ve çalışmanın sona ermesi süreçlerinde” ayrımcılık yapamayacaklarını öngörüyor.

56 • Mayıs’16

Fakültesi’ne asılan bu hakaret dolu afişe kendi öz gücümüzle ve inisiyatifimizle hiçbir gücün arkasına sığınmadan müdahale etmiş bulunuyoruz. Şeriat bizim onurumuzdur. Şeriata yapılan herhangi bir hakaret içeren afişleme ve bunun aleyhine atılacak herhangi bir sloganda karşılarında Müslüman Öğrencileri bulacaklardır. Bizler İslam Şeriatı için yaşarız ve bu uğurda ölmeye hazırız. Alanlarımızdayız. Değerlerimize saldırılmasına hiçbir şekilde izin vermeyeceğiz. Bedeller ödedik, bedeller ödetmeye hazırız. YAŞASIN ŞERİAT! ŞERİAT BİZİM ONURUMUZDUR! MÜSLÜMAN ÖĞRENCİLER

AGD Beyazıt’tan Salavat Yürüyüşü

A

Lisansüstü Eğitime Yeni Düzenleme

nadolu Gençlik Derneği İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü Teşkilatı Kutlu

Doğum Haftası sebebiyle Merkez Kampüsten Edebiyat Fakültesine salavat yürüyüşü gerçekleştirdi. Beyazıt merkez kampüs tarihi kapı önünden başlayan yürüyüş hukuk fakültesi havuzlu bahçede duaların ve tekbirlerin okunmasının ardından salavatlarla Edebiyat Fakültesi havuzlu bahçede son buldu. Yürüyüş boyunca öğrenciler peygamberimizi öven dizelerden yaptırdıkları afişleri taşıdılar.

niversitelerde yürütülen yüksek lisans, doktora ve sanatta yeterlik programlarından oluşan lisansüstü eğitim yönetmeliği yeniden düzenlendi. Resmi Gazete’de yayımlanan Lisansüstü Eğitim ve Öğretim Yönetmeliği’ne göre, tezli ve tezsiz olmak üzere iki şekilde yürütülecek yüksek lisans programlarının hangi enstitü, ana bilim ve ana sanat dallarında, nasıl yürütüleceği ile yükseköğretim kurumlarının yetkisinde olan tezli ve tezsiz yüksek lisans programları arasında geçişe izin veren hususlar, senatolar tarafından çıkarılan yönetmelikle belirlenecek. YÖK kararı üzerine yükseköğretim kurumlarında, öğretim elemanı ve öğrencilerin aynı mekanda bulunma zorunluluğu olmaksızın, bilgi ve iletişim teknolojilerine dayalı olarak öğretim faaliyetlerinin planlandığı ve yürütüldüğü lisansüstü uzaktan öğretim programları açılabilecek. Başvuru esasları senato tarafından belirlenecek Yüksek lisans programına başvurabilmek için adayların, lisans diplomasına ve başvurduğu puan türünde senato tarafından belirlenecek 55 puandan az olmamak üzere ALES puanına sahip olmaları gerekecek. Tezsiz yüksek lisans programlarına öğrenci kabulünde, yükseköğretim kurumları ALES puanı aramayabilecek ve istenildiği takdirde sınavın taban puanını senatolar belirleyecek. Adayların başvurusuna ilişkin esaslar, ALES puanının yüzde 50’den az olmamak koşuluyla ne kadar ağırlıkla değerlendirmeye alınacağı ve lisansüstü eğitim öğretime öğrenci kabulüne dair diğer hususlar da senato tarafından belirlenecek. Yüksek lisans en çok 6 yarı yılda bitirilecek Tezli yüksek lisans programının süresi, bilimsel hazırlıkta geçen süre hariç, kayıt olduğu programa ilişkin derslerin verildiği dönemden başlamak üzere, her dönem için kayıt yaptırıp yaptırmadığına bakılmaksızın 4 yarı yıl olacak ve program en çok 6 yarı yılda tamamlanacak. İntihal yazılım programı raporu Yüksek lisans tezinin savunmasından önce ve düzeltme verilen tezlerde ise düzeltme ile birlikte öğrenci tezini tamamlayarak danışmanına sunacak. Danışman tezin savunulabilir olduğuna ilişkin görüşü ile birlikte tezi enstitüye teslim edecek. Enstitü, söz konusu teze ilişkin intihal yazılım programı raporunu alarak danışmana ve jüri üyelerine gönderecek. Rapordaki verilerde gerçek bir intihalin tespiti halinde, ge-

rekçesi ile karar verilmek üzere tez, enstitü yönetim kuruluna gönderilecek. Tez sınavı, öğretim elemanları, lisansüstü öğrenciler ve alanın uzmanlarından oluşan dinleyicilerin katılımına açık ortamlarda gerçekleştirilecek. Tezsiz yüksek lisans programları Tezsiz yüksek lisans programını tamamlama süresi, bilimsel hazırlıkta geçen süre hariç, kayıt olduğu programa ilişkin derslerin verildiği dönemden başlamak üzere, her dönem için kayıt yaptırıp yaptırmadığına bakılmaksızın en az 2 yarı yıl, en çok 3 yarı yıl olacak. Doktora sürelerine ilişkin düzenlemeler Doktora programları ikinci öğretim olarak açılamayacak. Doktora programına başvurabilmek için adayların, tezli yüksek lisans diplomasına sahip olmaları ve ALES’ten başvurduğu programın puan türünde 55 puandan az olmamak koşuluyla ilgili senato kararı ile belirlenecek sınav puanına sahip olmaları gerekecek. Doktora programına öğrenci kabulünde, merkezi yabancı dil sınavlarından en az 55 puan alınması zorunlu olacak. Doktora programı, bilimsel hazırlıkta geçen süre hariç, tezli yüksek lisans derecesi ile kabul edilenler için kayıt olduğu programa ilişkin derslerin verildiği dönemden başlamak üzere, her dönem için kayıt yaptırıp yaptırmadığına bakılmaksızın 8 yarı yıl olacak ve azami tamamlama süresi 12 yarı yıl olacak. Lisans derecesi ile kabul edilenlerin 10 yarı yılda tamamlayacağı programın azami tamamlanma süresi ise 14 yarı yıl olarak belirlendi. Öğretim üyelerinde en az bir yüksek lisans tezi yönetme şartı Doktora programlarında öğretim üyelerinin tez yönetebilmesi için, başarıyla tamamlanmış en az bir yüksek lisans tezi yönetmiş olması gerekecek. Özel öğrencilere ilişkin yeni hükümler Yönetmelikle lisansüstü derslere kabul edilen özel öğrencilere ilişkin de yeni hüküm getirildi. Buna göre, özel öğrencilik, ilgili programda doğrudan derece elde etmeye yönelik bir eğitim olmayacak ve süresi 2 yarı yılı geçemeyecek. Lisansüstü programa kabul edilen öğrencilerin özel öğrenci olarak aldığı ve başarılı olduğu derslerin muafiyet işlemlerinde, muafiyet verilen dersler, ilgili lisansüstü eğitiminde verilen derslerin yüzde 50’sini geçemeyecek.

Mayıs’16 • 57


Kitaplık

Kitap

Türkiye’de Siyasal Güven İslam Can

G

üven duygusu, toplumsal ilişkilerin temelinde bulunan önemli bir rezervdir. Gündelik yaşamımızda, hayatımızın büyük dönemeçlerinde, zor zamanlarda ve daha birçok olağan ve olağanüstü durumlarda güven, sosyal ilişkileri düzenleyen temel belirleyici bir güç haline gelebilmektedir. Bugünün dünyası ise, güvene en fazla ihtiyacın olduğu bir dönemden geçmektedir. Güven teorisyenlerinden Russel Hardin’in “güvensizlik çağı” (age of distrust) olarak adlandırdığı modern dönem, “sözün senet yerine geçtiği” çağları çoktan geride bırakmıştır. Siyasi tarihte, siyasal iktidarın meşruiyetinin dayandığı kaynağın değişmesi, siyasal sistemlerin demokrasi temelli yeni yönetim anlayışlarını benimsemelerine zemin hazırlamıştır. Siyasal meşruiyetin kaynağı olan “demos”, güven duydukları siyasetçilere ya da liderlere, kendini yönetmesi için belirli dönemlerle sınırlı haklar tevdi etmiştir. Elinizdeki kitap, Türkiye sosyolojisi için yeni sayılabilecek bir kavram olan siyasal güveni (political trust); siyasi liderler, kurumlar ve siyasal süreçler bağlamında tanımlamaya, tasvir etmeye ve konumlandırmaya çalışmaktır. Türkiye’ye uyarlanmış siyasal güven faktörleri olan; siyasi lider, siyasi kurumlar ve süreçlerin, Türkiye’nin siyasal kültüründeki karşılığı, Cumhuriyetten bu yana şekillenen siyasal güven kodlarının analizi, bugünün siyasi lider, kurum ve süreçlerine (demokratikleşme, ekonomik gelişim) yönelik siyasal güvenin düzeyi ve son dönemde yaşanan önemli siyasi olayların (çözüm süreci, terör, derin/paralel devlet meselesi, korkular) siyasal güven perspektifinden çözümlemesi yer almaktadır. Lider, kurum ve süreçlere yönelik kapsamlı bir saha çalışmasının da yer aldığı bu kitap, Türkiye’de siyasal güven alanında yapılmış ilk müstakil çalışma olması bakımından da dikkat çekmektedir

Elli Müslüman Düşünür Ed. Mustafa Tekin Başlangıcından günümüze İslâm düşüncesi üzerine kapsamlı bir kılavuz. • Kuruluş devri, kelam, tefsir, felsefe, fıkıh ve tasavvuf disiplinle-rinde yaşanan tartışmalar, karşılaşmalar, İslâm dünyasının sö-mürgeciliğin etkisine girilen yıllar, modern zamanlardaki krize karşı geliştirilen cevaplar ve arayışlar... • Emevilerden Abbasilere, Selçuklulardan Osmanlıya, Hindis-tan’dan Endülüs’e... Hasan Basri, Ebu Hanife, İmam Şafii, Matu-rudi, Eşari, Farabi, İbn Sina, Kindi, İbn Rüşd, İbn Arabi, Gazzâlî, İbn Teymiyye, İbn Haldun, Kuşeyri, Kadı Abdulcabbar, İmam Rabbani, Seyyid Kutup, Aliya İzzetbegoviç, Mevdudi, Ali Şeri-ati, Mehmed Âkif, Fazlurrahman, Said Halim Paşa, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Muhammed İkbal, Said Nursi, Şah Veliyyullah Dıhlevi, Şâtıbî, Malik Bin Nebi, Cemil Meriç ve diğerleri... • Tevhid, nübüvvet, irade, kader, mezhep, insan, içtihat, cihat, ta-savvuf, fikri yenilenme, sömürgecilik, felsefe, hilafet sonrası yeni tecrübe, mirasımız, buhranlarımıza çözüm arayışları... • Siyasal mücadeleler, çatışan akıllar, devletler, mihne uygulaması, saltanat ve hilafet, şeri siyaset, eğitim, hikmet, aşk, vecd, şuur, doğu, batı, ideolojiler, kavramlar, tecdit hareketi, kapitalizm, “Kalkınma Sorunu”... • Günlük hayat, medrese, tekke, modernizm, yapısalcılık, ilahiyat, hümanizm, ütopyalar, medeniyet, sanat… Mustafa Tekin’in hazırladığı derlemeye Ümit Aktaş, Eşref Altaş, H. Yunus Apaydın, Mustakim Arıcı, Kürşad Atalar, Kemal Ataman, Ah-met Aydın, Mustafa Aydın, Sedat Baran, Kadir Canatan, Osman De-mir, Kamil Güneş, Cağfer Karadaş, Agil Şirinov, Hüseyin Karaman, Ferhat Koca, Osman Nuri Küçük, Metin Önal Mengüşoğlu, Fatih Okumuş, Muhammet Özdemir, Ahmet Özel, Abbas Pirimoğlu, Fatih M. Şeker, Abdulaziz Tantik, Halil Taşpınar, Hülya Terzioğlu, Zehra Türkmen, Mehmet Ulukütük, Celalettin Vatandaş ve Ahmet Yaman yazılarıyla katkıda bulundu. 58 • Mayıs’16

Kitap

On Tez Kürşad Atalar

İ

slâmcılar arasında, bugün dünyada en çok tartışılan konular arasında Kur’an’ın anlaşılması, hadislere nasıl yaklaşılması gerektiği, adalet, özgürlük, marifet, musibet, kader, günah, adalet, modernlik ve postmodernlik gibi konular yer almaktadır. Kürşad Atalar, On Tez adını taşıyan bu kitabında düşünce-den eyleme anlayışıyla, çok geniş bir yelpazede tartışılan bu konuları analitik bir şekilde ele alıyor. Doğru bilgilenen bireyin, bilgi edinmenin nesnel prensiplerine sadık kalmak kaydıyla, yine nesnel bir sonuç olarak doğru eylemi ortaya koyabileceği tezi, kitabın ana tezidir denebilir. Bu çerçevede İslâmî kavramların teknik irdelenmesi yanında, modern zamanlara ait kavramlarında irdelendiğini görüyoruz. Sistematik düşün-meyi fikri sorunların aşılmasında reçete olarak öneren yazar, tabii olarak da makalelerinde sistematik bir yöntemi takip ediyor. Kur’an’ın yorumlanması konusundaki değerlendirmeleri; adalet, özgürlük, marifet, musibet gibi konulara yaklaşımı; postmodernlik ve mistiklik arasında kurduğu münasebet ve İslâmî uyanışın geleceğine dair öngörüleri kitabın öne çıkan birkaç boyutu. Ayrıca, her makalede klasik ve çağdaş İslâm düşünürleriyle Batı düşüncesinin bazı isimleri de ele alınarak bir tür düşünce haritası çıkarılıyor. İslâmî uyanış sürecindeki konuların, katkıların ve eleştirilerin derli toplu sunulduğu, On Tez, İslâmcılığın fikri müktesebatını derli toplu bir şekilde değerlendirme imkânı veriyor.

Neoliberal İslamcılık 1980-2015 İslamcıların Dünya Sistemine Entegrasyonu

Ercan Yıldırım Türkiye’de İslâmcılık, 1980 sonrasında çok önemli kırılmalara, dünya sistemiyle bütünleşmeye varan dönüşümlere sahne oldu. 1980 öncesinde Müslümanlar kendilerini başkalarından ayırıp, İslâmî bir gündelik hayatın nasıl inşa edileceğinin mücadelesini veriyordu. Doksanlı yıllardan itibaren İslâmî dönüşüm iddialarını gündemlerinden büyük ölçüde çıkardılar. Zira söz konusu yıllar, tarihin sonu tezinin de etkisiyle bireycilik, bir arada yaşama, hoşgörü, çokkültürcülük gibi sorunlu kavramsallaştırmalarla heba edildi ki bunlar neoliberal doktrinden bağımsız değildi. Neoliberalizm, 1970’li yıllarda Keynesçiliğin, sosyal devlet modelinin revize edilerek şirket kültürü etrafında kârın maksimize edilmesini hedefleyen yeni bir doktrin sundu. Dünya sisteminin klasik merkez-çevre modeli tadil edildi; hantallaşan merkeze öykünen çevre yavaş yavaş külfet kadar nimetlerden de nemalandırılır oldu. Ne yazık ki bu süreçte İslâmcılık, kapitalizmin neoliberal yorumunun güçlü tesiri sayesinde kariyerizm, konformizm ve entegrasyon eşliğinde yeniden yorumlandı. Türkiye’deki İslâmî oluşumların önemli bir kısmının desteklenerek merkeze yürümeleri, İslâmî bankacılık modeliyle Müslümanların faiz, sigorta yoluyla kapitalist ilişki biçimini içselleştirmeleri de bu süreçten bağımsız değildi. Uyumcu yorumların gündeme getirdiği, İslâmcı düşüncenin, entelektüel ve siyasî kökleriyle ilgili büyük dönüşümler doğurmaya aday tartışmalar, Ercan Yıldırım’ın Neoliberal İslâmcılık kitabındaki yazılarının çıkış noktası. Hiç şüphesiz dünya sisteminin icra tarzının yaşadığı kırılma ve dönüşüm, İslâmcıları da bir yol ayrımına getirdi.Artık İslâmcılar, ya neoliberal sistemin öngördüğü süreçlere hevesle katılarak onu iyiden iyiye kabullenecekler ya da kendilerine hayat veren fikrî temellerine yaslanarak öncelikle bir hayat tarzı olarak kendi imkân ve çıkış yollarını arayacaklar. Kitaptaki yazıların ortak meselesi, İslâmcıların neoliberal doktrinle düşünce/hayat düzleminde kurdukları ilişkinin tezahür şekillerinin eleştirisi. Ercan Yıldırım, kitabında İslâmcı düşüncesinin en büyük kırılmayı yaşadığı bu dönemin açmazlarını analiz ediyor, buna meydan okuyor ve İslâmcıları ahlâkın ve ideallerin diline geri çağırıyor. Mayıs’16 • 59


Etkinlik

Etkinlik

Genç Öncüler Kısa Film Yarışması’nda Ödüller Sahiplerini Buldu

G

enç Öncüler Gençlik Hareketi tarafından bu sene ilk defa düzenlenen ve Türkiye’nin sinema rehberi sinefesto.com tarafından desteklenen “evsizler” temalı kısa film yarışmasında ödüller muhteşem bir organizasyonla sahiplerini buldu. Fatih Ali Emiri Kültür Merkezinde düzenlenen geceye çok sayıda davetli katıldı. Program Abdulkadir Akargöl’ün güzel kıraati ile sözlerin en güzeli Kur’an’ı Kerim tilaveti ile başladı. Akabinde Umran Kültür ve Medeniyet Hareketi tarafından hazırlanan “Küreselleşen dünyada gelir adaletsizliği” sinevizyon gösterimi salonda duygu dolu anların yaşanmasına sebep oldu. Sinevizyon gösteriminin ardından Genç Öncüler Hareketi adına selamlama konuşmalarını yapmak üzere

60 • Mayıs’16

sahneye çıkan Genç Öncüler Hareketi Genel Başkanı şu sözleri kaydetti; “Evsizlik problemi Avrupa’da adeta kangrene dönüşmüş durumdadır. Türkiye’de ise yavaş yavaş bu yönde olumsuz bir gidişatın gözlemlendiği kronik bir problemimiz olarak önümüzde duruyor. Bu meseleye akademimiz çok fazla eğilmemiş maalesef. En son 5 sene önce yapılan araştırmalara göre İstanbul’da yaklaşık 10 bin Türkiye genelinde ise yaklaşık 70 bin evsizimiz bulunmaktadır. Öncelikle bu problemin farkına varmak durumundayız. Her çözümün ilk aşaması problemin farkına varma aşamasıdır. Daha sonra resmi ve sivil organizasyonlar ile problemin üstüne gitmeli ve bu sorun kangrene dönüşmeden çözüm üretmemiz gerekmek-

tedir. Biz gerçekleştirdiğimiz bu yarışma ile problemin farkına varılması yolunda bir adım attığımızı düşünüyoruz. Geleceğimiz adına problem olarak gördüğümüz birçok meseleyi, gündeme taşıdık ve taşımaya çalışıyoruz. Sosyal, kültürel ve sportif etkinliklerimizle zamanın ruhunu okuyarak, gençlerimizi eğitmek ve şuurlu bir nesil yetiştirmek, öncelikli hedeflerimiz arasındadır. Ayrıca inandığımız değerleri yansıtan sinema filmlerine, bilgisayar oyunlarına, reklamlara ihtiyacımız var. Bu yarışma sonucunda ortaya çıkan eserlerin bu ihtiyaca cevap olarak ortaya çıkmış güzel eserler olarak gördüğümü ifade etmek istiyorum.” Törende konuşan Sinefesto imtiyaz sahibi Muhammed Uyar ise her zaman bu tip projelerin içerisinde yer aldıklarını, ilk kez düzenlenmesine rağmen yarışmaya 50 filmin başvurmasının, organizasyon için başarı olduğunu söyledi. Yarışmanın önümüzdeki yıl daha çok kişiye ulaşacağına inandığını dile getiren Uyar, “Toplumumuz bu tip konulara duyarlı. Evsizlerden esirgediğimiz şeylerin en başına ise ‘selam’ geliyor. Bir kez ‘nasılsın?’ demiyoruz. Evsizlerle ne kadar ilgilenirsek, bu sorun o kadar hızlı ortadan kalkacaktır” ifadelerini kullandı. Törende söz alan Ak Parti İstanbul Milletvekili Hasan Turan duygu yüklü bir konuşma gerçekleştirdi. Turan şu sözleri kaydetti; “Gençliğimizin Genç Öncüler’i olan abilerimize ve onları takip eden günümüzün Genç Öncüler’ine toplumsal sosyal farkındalık oluşturan bir temada yarışma tertipledikleri için teşekkür ediyorum. Sokakta yaşayan çocuklarımızın, vatandaşlarımızın kendi istek ve arzularıyla yaşama uygun olmayan mekanlarda yaşamayı tercih ettiklerini düşünmüyorum. Onların bu duruma sürüklenmelerinde toplumun da ciddi bir payı olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden sokaklarda yaşayan her insanın mağduriyetinde bizlerinde vebali var. Bu insanlarımıza sahip çıkacak olan uygulamaları geliştirmek zorundayız. Benim en yakın arkadaşlarımdan birinin oğlu bonzai isimli maddeye alıştı ve sokaklarda yaşamaya

başladı. Gözlerimizin önünde, yanıbaşımızda yaşanıyor bu olaylar. Hepimizin kendini sorumlu hissetmesi gerekiyor.” Konuşmaların ardından ödül alan filmlerin gösterimlerine geçildi. Genç Öncüler Özel Ödülü “Misafir” filmi ile Ahmet Bikiç’in, 3.lük ödülü “Ölüler Parkı” filmi ile Mazhar Yıldız’ın, 2.lik ödülü “Kesik” filmi ile İhsan Orçun Miroğlu’nun, 1.lik ödülü ise “Deli Seyfullah Destanı” isimli filmi ile Bünyamin Duranoğlu’nun oldu. Gecenin yıldızı ise “Kesik” filminin başrol oyuncusu küçük Emircan oldu. Emircan gösterdiği performans ile salondan büyük alkış alarak sahneye çağrıldı. Finale kalan ‘Mama’, ‘Yağmurlu Bir Gece’, ‘Bir Varmış Bir Yokmuş’, ‘Adem’in Hikayesi’, ‘Ev’ filmleri ise mansiyon ödülü aldı. Yarışmada birinciye 7 bin, ikinciye 4 bin, üçüncüye 2 bin lira ödül verilirken, Jüri Özel Ödülü ve Genç Öncüler Ödülü’nü kazanan yapımların sahipleri de biner lira ile ödüllendirildi. Ödül gecesine Kağıthane Belediye Başkanı Fazlı Kılıç, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Mimar Kadir Topbaş, Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş bir metin göndererek yarışmada ödül alan yarışmacıları tebrik edip, misafirleri selamladılar. Ödül gecesi yarışmada emeği bulunan tüm isimlerin sahnede toplu fotoğraf çektirmesi ile son buldu. Mayıs’16 • 61


Etkinlik

Etkinlik

Dudayev İstanbul Sokaklarında

İ

ŞEHZADEBAŞI İFTARI “Ey Allah’ım Recep ve Şaban’ı bize müba-

Ve beklenen ezan sesiyle ilk lokmalarımızı bes-

rek kıl ve bizi Ramazan’a kavuştur.”(Ahmed

melelerle aldık. Ezan sesiyle, kimimiz okuldan

b. Hanbel, Müsned, c. l, s. 259)

kimimiz işten geliyor olmasına rağmen günün

Genç Öncüler hanımlar üniversite komis-

yorgunluğunu ruhumuzdan uzaklaştırdık. Biz

yonu olarak geçtiğimiz günlerde, içinde bu-

soframıza tevazu, kardeşlik ve Salih niyetleri-

lunduğumuz mübarek üç ayların faziletine nail

mizi taşımaya çalıştık, Rabbimiz de bereketini

olmak adına oruçlarımızı tutmaya niyetlendik.

verdi.

Hz. Peygamberin sünneti olduğu üzere Per-

Açılan oruçların ardından namazlarımızı

şembe günü tuttuğumuz oruçlarımızı, Şehza-

eda ettik. Saat çok ilerlemeden hasırlarımızı

debaşı Camii’nin yemyeşil çimenlerinde hasır-

kaldırmaya, toparlanmaya başladık. Her cu-

larımızın üstünde açtık. İftar öncesi bize eşlik

martesi sabahı yaptığımız derslerimizde bu-

eden ablalarımızın sohbetleriyle uhuvvetimizi

luştuğumuz arkadaşlarla, kardeşlik bağlarımızı

pekiştirdik elhamdulillah. Cami bahçesindeki

güçlendirdiğimiz iftarımızla unutamayacağı-

minik misafirlerimizle oyunlar oynadık, cami

mız bir anı ekleyerek belleklerimize, helallikle-

gölgesinde dinlendik ve ezanı beklemeye ko-

rimizi alıp birer birer ayrıldık camiden.

yulduk. Ezan beklerken Rabbimizden üç ayla-

“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a)

rın bereketini umarak zor imtihanlardan geçen

sımsıkı sarılın, parçalanıp bölünmeyin.

ümmet için ve Ramazan’a da kavuşmak umu-

Allah’ın size olan nimetini hatırlayın”

duyla ettiğimiz dualara hep birlikte âmin dedik.

(3/103)

62 • Mayıs’16

stanbul’da bir grup genç 1996 yılında Rusya tarafından şehit edilen 20. Yüzyılın en önemli komutanlarından Cohar Dudayev’in anısına sokaklarda bir çalışma yaptı. Çalışma sonrası bildiri yayınlayan gençler kamuoyunu kafkasyayı gündemine almaya çağırdı. Genç Öncüler olarak komutan Dudayev’i rahmetle anıyor, çalışmayı yapan genç arkadaşları tebrik ediyoruz. Kafkasyalı gençlerin Cohar Dudayev bildirisi: Biz Kafkasya’nın gündemine dikkat çekmek, en azından hak ettiği teveccühün gösterilmesini sağlamak isteyen bir grup Kafkasyalı genciz. Bunun yanında mazlum halkların bir çığlığı olarak yükselmiş olan, görüşleriyle, yaptıklarıyla aslında sadece Kafkasya’ya değil tüm İslam Coğrafyası’na, hatta tüm dünyaya örnek teşkil eden bir lider olarak gördüğümüz Cohar Dudayev’in özellikle hatırlanması gerektiğini düşünüyoruz. Fakat Türkiye’nin siyasi gündeminin kendi içindeki yoğunluğu ve değişkenliği sonucunda, halkın, Cohar’a dair; hatırlandığında gözleri dolduran anılarının maalesef artık çok tozlanmış hatta yok olmak üzere olduğunu görmekteyiz. Bu

sebepten biz de 21 Nisan tarihinin, Dudayev’in hain bir pusuyla şehid edilişinin sene-i devriyesi olması hasebiyle unutanlara tekrar hatırlatmak, yaşları dolayısıyla belki hiç duymamış olanların da dikkatini çekmek için İstanbul’un muhtelif yerlerinde duvarlara Dudayev’in; fötr şapkasıyla, karizmatik bıyıklarıyla akıllara kazınan meşhur fotoğrafını ve imzasını resmettik. Üsküdar, Kadıköy, Fatih gibi pek çok semtte bu çalışmayı sürdürdük. Zira amacımız bu hatırlatmayı belli bir kitleye değil tüm İstanbul halkına yapmaktı. Boyama işlemi sırasında tarihi eser, ibadethane, okul gibi yapıları kullanmamaya dikkat ettiğimizi belirtmekte fayda var. Amacımıza ulaştık mı diye soracak olursanız hedeflediğimiz gibi birbirinden çok farklı görüşlerde insanların yollardaki Dudayev resimlerini fotoğraflayarak sosyal medyada paylaştıklarını ve yine gerek sosyal medyadan gerekse kendi çevrelerimizden görenlerin çok olumlu tepkiler verdiğini görmekteyiz. Bir nebze de olsa hedeflediğimiz gibi insanların bu büyük lideri yad ettiğini görmenin bizim için yeterli olduğunu söyleyebiliriz. Fakat sadece bu eylemle yetinmeyip çalışmalarımıza çoğalarak devam edeceğiz. Mayıs’16 • 63


Etkinlik

İSLAM DİNİNE GÖRE

SAVAŞ KURALLARI

1 2 3 4 5 6

64 • Mayıs’16

Sivilleri öldürmemek Müsle yapmamak (intikam maksadıyla düşmanın kulak, burun ve tenasül uzuvlarını kesmemek)

Düşman esirlerini öldürmemek. Düşman kadınlarına tecavüz etmemek

İşkence yapmamak Elçileri öldürmemek

7 8 9 10 11 12

Ağaçları, binaları, tapınakları, kutsal yerleri yıkıp dökmemek

Kaçanları, din adamlarını, hastaları, çocukları öldürmemek

Çiftçi, tacir, esnaf, işadamı gibi sivil halka zarar vermemek

Ganimet çalmamak

Antlaşma bozmamak İslama zorlamamak



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.