Genç Öncüler- 107- Mazlum Coğrafyalar

Page 1

9 771307 007016

07 ISSN 1307-007X

BANGLADEŞ “MÜSLÜMANLAR DARACAĞINDA”

UZAKTAKİ ZULÜM ARAKAN

CAMİ JANDARMALARINA HAYIR!


EDİTÖR'DEN

Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu Mehmet Semih Özdemir Yayın Kurulu Furkan Gençoğlu Mehmet Semih Özdemir Ahmet Semih Şenlikoğlu Furkan Rıza Demirel Dücane Demirtaş M.Salih Demirtaş Osman Zinnur Aksu Sümeyye Akgül Zozan Demirci Ayşenur Özdemir Senanur Yaşaroğlu Gülsüm Cemile Damar Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Senanur Yaşaroğlu Ömer Faruk Çekmece Dücane Demirtaş Erhan İdiz M.Salih Demirtaş Sümeyye Çiftçi Vahap Yaman Ömer Ziya Zeynep Candaroğlu Furkan Rıza Demirel Vefa Güzel Beyzanur Yaşaroğlu Ali Tarık Parlakışık Furkan Gençoğlu Muhammed Emrullah Güven İsmail Çoktan Derya Demirel Rabia Aktaş Yusuf Talha Avcı Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com

Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur'an'ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz, şükretmeniz içindir. (Bakara Suresi 185)

Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Sanatkar Ofset Son. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 4NF/4-5 Topkapı / İST. Tel: (212) 567 39 40-41

Sevgili Arkadaşlar ecep ve Şaban ayını mübarek kılan ve bizleri Ramazan ayının bereketine ulaştıran rabbimize hamdolsun. Adeta sessiz bir devrim mahiyetinde hayatımızı kuşatan Ramazan ayı asli ibadetlerimiz ile hemhal olmamız dışında toplumsal dayanışmayı, eşitliği, gerçek hakim ve otoriteyi idrak etmemiz için muazzam fırsatlar sunuyor. Televizyonumuzun kumandasında bulunan kırmızı düğmeye basarak veya daha az internet kullanarak medya kanalıyla adeta hayatımızı esir alan güncel siyaset ve magazinsel olaylardan sıyrılmanın tam vaktidir Ramazan. Kardeşliği, umudu, rahmeti, yaşamayı, yardımlaşmayı hissetmenin tam vaktidir. Kulluğa erişmenin, hakikati pekiştirmenin, kitaba dönmenin, vakti kuşanmanın, merhametle kucaklaşmanın tam vaktidir. Rahmet ve bereket ayı olan Ramazan ayında bizler Genç Öncüler Dergisinin genç yazarları olarak bu ay emperyalistlerin iki yüz yılı aşkın işgal planları ve pratikleri altında her gün acıyla yüzleşen mazlum coğrafyaları hatırlamanın derdine düştük. Filistin’in, Bangladeş’in, Arakan’ın, Yemen’in izini sürdük. Sömürgeciliği ve postkolonyalizm meselesini irdeledik. Adem Özköse ağabeyimiz ile bir seyyahın gözünden ümmet coğrafyasını konuştuk. İstanbul’un köylerinde bir yolculuğa çıktık. İnsanın içine düştüğü en büyük çukur olan tekasür krizini hatırladık. Camilerimizden jandarmaları kovduk, aşkı ve felsefeyi konuştuk. Kitap tahlilleri, film tahlilleri, gündeme dair analizler ile sizlere dopdolu bir sayı hazırladık, keyifle okuyun diye. Genç Öncülerin genç yazarları olarak temel gayemiz, toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri,kötülükleri,kolaylıkları, sıkıntıları siz değerli okurlarımıza en anlaşılabilir şekilde aktarmaktır. Kadromuz adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak, bu bilinçle yazılarını kaleme almaktadır. Çünkü bu bize inandığımız rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Çıkarttığımız bütün sayıları bu görev bilinci ile çıkartıyoruz. Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun. Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. (Nisa/135)

R

Haziran’16 • 1


Bir seyyahın gözünden “Mazlum Coğrafyalar” Adem Özköse ile

Haziran 2015 • Sayı 107 • Yıl 13

19

Mazlum Coğrafyaları konuştuk

Filistin İşgal Tarihi / Senanur Yaşaroğlu........................................................................ 4

07

Bangladeş “Müslümanlar Daracağında” / Ömer Faruk Çekmece...................................... 7 Bangladeş Eşittir İdam Sehpası / Erhan İdiz................................................................... 11 Uzaktaki Zulüm Arakan / Dücane Demirtaş.................................................................. 15

Bangladeş “Müslümanlar Daracağında”

Uzaktaki Zulüm ARAKAN Dücane DEMİRTAŞ

Yemen: Suudi Arabistan ve İran Arasında Mezhep Soslu Nüfuz Mücadelesi / İsmail Çoktan.. 17 Röportaj Bir Seyyahın Gözünden “Mazlum Coğrafyalar” Adem Özköse İle Mazlum Coğrafyaları Konuştuk / Röp.: D. Demirtaş - F. Gençoğlu......... 19 Sömürgecilik, Yabancılaşma ve Kurtuluş / Muhammed Salih Demirtaş........................... 23 Cami Jandarmalarına Hayır! / Vahap Yaman................................................................ 26 Bu Bir Özeleştiridir / Vefa Güzel................................................................................... 31 Bu Devirde Köle mi Kaldı? / Rabia Aktaş....................................................................... 32

15

Ömer Faruk ÇEKMECE

Kulluk Merceği Ramazan / Yusuf Talha AVCI................................................................ 34 Yazı Dizisi-2 Aşkın Felsefeye İhtiyacı var mı? / Ali Tarık Parlakışık................................... 36 Osmanlıda Batılılaşma “Gerekli”leştirildi mi? / Zeynep Candanoğlu............................... 40

Cami Jandarmalarına Hayır!

50

Yazı Dizisi İstanbul’un Köyleri / Ömer Ziya.................................................................... 43 Çocuklara Kur’an-ı Kerim Eğitimi / Derya Demirel......................................................... 46 Haykırış / Furkan Rıza Demirel.................................................................................... 47 Bir Alıntı “Tekasür Krizi”.............................................................................................. 48 Ramazan’dan Müthiş Bir Bereket Elde Etmek İçin 10 Öneri................................................ 50

İnsansız Samimiyet / Muhammed Emrullah Güven....................................................... 53

Vahap YAMAN

Film Kritiği Filistin’e Veda / Sümeyye Çiftçi................................................................... 54 Midnight Express ve Ötesi / Furkan Rıza Demirel........................................................... 55 Basından Yansıyanlar................................................................................................... 56

Ramazan’dan Müthİş Bİr Bereket Elde Etmek İçİn 10 Önerİ

26 2 • Haziran’16

İslam Coğrafyasından Haberler...................................................................................... 58 Üniversitelerden Haberler............................................................................................. 60 Objektifimden Yansıyanlar / Beyzanur Yaşaroğlu.......................................................... 63 Etkinlik Kağıthane Anadolu İmam Hatip Lisesi Kısa Film Gösterimi..................................... 64 Etkinlik Barbaros Anadolu Lisesi Kısa Film Gösterimi........................................................ 64 Haziran’16 • 3


Karantina

Karantina

Filistin İşgal Tarihi Senanur YAŞAROĞLU

M

odern dünyanın en önemli ve dramatik olaylarından birisi de Filistin meselesidir. İşgalin kanlı yüzü dünyadan saklanmakta, söylenen yalanlar Müslümanların dahi kafasını kurcalamaktadır. Konuyu derinlemesine anlamak için yüzyıllar öncesine dayanan tarihi irdelemek gerekse de yakın tarihe bakarak da Filistin işgal süreci hakkında fikir edinmek mümkün. Tabi ki ilk olarak zulmün başaktörünü tanımakta fayda var. Siyon kelimesi, bir siyasal düşünce akımını simgeleyen bir deyim olarak modern anlamıyla bir Rus Yahudi’si olan Nathan Birnbaum (1864-1937) tarafından siyasal edebiyata sokulmuştur. Birnbaum, Kendi Kendine Kurtuluş isimli derginin 1 Nisan 1890 tarihli sayısında Siyonizm’i, Musevileri Filistin’e yerleştirmek amacı güden ve üyelerinin Yahudilerden oluştuğu bir siyasal partinin kurulması olarak dile getirdi. Bu dönemin iki önemli ismi Yahudah Alkalai ve Zwi Hirsch Kalischer’dir.Doğu Avrupa kökenli olan haham Alkalai (1789-1878) “Belgrat yakınlarındaki semlin köyünde dinsel görev yüklenmiş , kendi halinde bir insandı.her mutaassıp Yahudi 4 • Haziran’16

gibi Mesihçi geleneğe inanırdı.” 1845 yılında yayınladığı Yahuda’nın Teklifi isimli kitabında Mesih’i beklemek yerine daha pratik bir şeyler yapılmasını önerdi. Mesela Yahudilerin Filistin’e göçünün özendirilmesi gibi. “Böyle bir eylem kurtarıcı Mesih’in ortaya çıkması için bir başlangıç olacaktır” “Kalischer, 1836 gibi erken bir tarihte Rothschildlere zamanın Mısır ve Filistin valisi olan Kavalalı Mehmet Ali Paşadan Kudüs’ün satın alınması için bir girişimde bulunmalarını rica etmişti. Aynı isteği bir süre sonra Moses Montefiore’ye yeniledi. Kalischer’in bu çabaları somut bir sonuç vermedi ise de Evrensel İsrailoğulları Birliği (Aliance İsrailite Universelle) bu Musevi aydının fikirlerini değerlendirerek 1870 yılında Yafa’da İsrailin umudu isimli bir tarım okulu ve yerleşim merkezi kurmayı kabul etti. Bu hareketleri tek çatı altında birleştiren kişi Theodor Herlz dir. Herlz birçok siyon örgütünü bir kaç istisnası hariç bir çatı altında birleştirir. Bu örgütlenme ilk toplantısını 29-31 ağustos 1897 tarihinde İsviçre’nin Basel kentinde yapmışlardır. Bu I. Dünya Siyonist kongresidir.

arasında en fedakâr gruplardan birisi Mısır kökenli İhvan-ı Müslimin’dir. Daha sonra Arap milliyetçiliği ve sosyalizm karşısında gücü zayıflasa da İntifada hareketlerinde öne geçenler bu yapıdan gelen insanlar olmuştur. 1930’lara gelindiğinde Filistin arapları siyasi görüşler açışından şu gruplara ayrılıyordu; Filistin Arap Partisi: Hüseyni ailesinin partisi Milli Savunma Partisi: Hüseyni ailesi ile koyu bir rekabet içindeki Neşaşibi ailesinin partisi. Bu parti Hüseyniler gibi Siyonizm ve Yahudilere düşman olmakla beraber, şiddet metotlarına karşı idiler ve İngiliz yönetimine karşı da ılımlı bir tutumun taraftarı idiler. İstiklal Partisi/Hareketi: 1931 yılında Kudüs’te toplanan Pan-İslam kongresi kararlarına dayanarak, 1932 yılında kurulmuştur. Şehir aydınlarına dayanması, kırsal desteğe sahip olmaması sebebi ile iki yıl devam edebilmiştir. Bu dönemdeki liderlerden biri de İzzettin el – Kassam(r.a.) idi. El kassam Suriye’nin Lazkiye şehrinde doğup, Ezher Üniversitesinde eğitim aldıktan sonra Hayfa’ya yerleşip İslami çalışmalar içinde aktif görev almıştır. 1930’ların başında el Kaf el Esvad (Kara el) isimli gizli bir örgüt kurdu. Hasan el-Benna, kardeşi Abdurrahman el-Benna’yı İzzeddin Kasamla görüşmesi için 1935 yılında Filistin’e göndermişti. Faaliyetleri 1935 Kasımına kadar devam etti. 20 Kasım 1935 tarihinde Cenin MÜCADELE kentinin batısında Yabad köyü civarında girişilen Ocak 1919 tarihinde ilk Filistin Konferansı bir çatışmada üç arkadaşı ile birlikte şehid edildi. Kudüs’te toplanır. İkincisi yapılmayan Filistin Arkadaşları İhvan-ı Kassam isimli bir Konferansının üçüncüsü 13 Aralık 1920 örgüt kurdu. de Hayfa’da yapılır. Siyonist çalışmalar 1933 yılında Kudüs’te Araplar kınanır, protesto gösterileri yapılır. geniş katılımlı gösteriler yapmaDördüncü Konferans 1921 yılında ya başladılar ama asıl çatışmalar Londra’ya bir heyet gönderir ama ba1936 yılında yaşandı. Bu olaylar şarılı olamaz. 22 Ağustos 1922’de topbelgelere şöyle yansımıştır:“7 Malanan V.Filistin Konferansı Boykot kararı yıs 1936 tarihinde her kesimden alır. gelen 150 delegenin katıldığı bir 1921 yılında Bolşevik Siyonistler 1 konferans toplandı ve vergi ödemeMayıs bahanesi ile gösterilere başlame kararı verdiler. Hemen ardından yınca çatışmalar tekrar çıkar ve 3 gün genel greve gittiler ve Balfour deksürer.48 Müslüman ve 47 Muselarasyonunu tanımadıklarını ilan ettivi çatışmalarda hayatlarını ler. İngilizlerin tepkisi çok sert kaybederler. oldu. 18 Haziran 1936’da Bölgedeki tehlikenin Yafa kentinin büyük bölümü farkına varanlar da örgütİngilizlerce yıkıldı.6.000 inİzzettin el –Kassam(r.a.) lenmeye başlarlar. Bunlar san evsiz kaldı” Herzl ilk defa 19 Mayıs 1901 tarihinde II.Abdulhamid ile görüştü .Herzl ikisi padişah daveti olmak üzere tam beş kez İstanbul’a geldi. Temmuz 1908 ihtilalinden hemen sonra Siyonist liderleri İ.T.C. liderleri ile görüşmeye başladılar. İTC, Yahudilerin göç ve toprak satın alma yasağını kaldırdı. Bu Osmanlının durumunu sarstı. Şubat 1909’ da Karasso Osmanlı Göçmen kumpanyasını kurdu. İttihat ve Terakkinin ağır topları ülkeye Musevi göçünün yararlı olacağı kanısındaydılar. Dünya Savaşının en tehlikeli dönemlerinden birinde, 2 Kasım 1917 yılında Siyonist Hayım Weizman ile İngiltere başbakanı Loyd George ile dışişleri bakanı James Balfour bir araya gelirler ve İngiltere Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması gerektiğini diplomatik ama açık bir dille ilan eder. 1.Dünya Savaşından sonra toplanan Paris Barış konferansı tarafından Filistin’e ilişkin olarak atılan ilk adım, İttifak Muahedesinin 22. Maddesinde geçen ve ‘Evvelce Osmanlı devletine ait olan bazı bölgelerde geçici mandaların tesisini’ isteyen hüküm oldu. 1920 nisanında toplanan San Remo konferansına Amerika’nın da katılmamasından faydalanarak Suriye ve Lübnan Fransız; Irak, Ürdün ve Filistin İngiliz mandasına verildi. Siyonist hareket, İngiliz mandası altında her alanda örgütlenerek devlet içinde devlet haline geldi.

Haziran’16 • 5


Karantina

Karantina 1936 hadisesinin patlak vermesi üzerine, ayaklanma ve grevleri yönetmek üzere şehirlerde Milli Komiteler kuruldu. Bu komiteler 25 Nisan 1936 da bir araya gelerek Yüksek Arap komitesini kurdular. 1936 yılında patlak veren büyük ayaklanmayı incelemek için Bölgeye gönderilen Peel Komisyonu, Filistin’in Arap, Yahudi ve Kudüs’ü kapsayan uluslararası bölüm olmak üzere üçe bölünmesi yönünde görüş bildirdi. Bu olayları sona erdiren, Abdullah Azzam’ın deyişi ile ‘Filistin halkını oyuna getiren’ Arap ülkeleri olmuştur. Arap ülkeleri tarafından “ Mirac gecesinde şu bildiri yayınlandı ‘ Filistin’de devam etmekte olan durumdan dolayı son derece üzüntü duymaktayız. Biz, Arap kralları olan kardeşlerimizle ve Emir Abdullah’la ittifaken sizi, dostumuz olan İngiltere hükümetinin iyi niyetlerine güvenerek sakin olmaya ve kan akıtılmasını durdurmaya davet ediyoruz’ Kıdemli Siyonistlerden Vlademir Jabotinsky’nin 1923 yılında yazdığı Demir Duvar makalesinde geçen şu kısım dönemi onların ağzından dinlemek adına faydalıdır: “…Filistin’in bir Arap ülkesi olmaktan çıkarılıp Yahudi çoğunluğa ait bir ülke haline getirilmesi konusunda Filistinli Araplarla gönül rızasına dayalı bir anlaşma sağlamak kesinlikle olanaksızdır. Her biriniz sömürgecilik tarihi üzerine az çok bir şeyler biliyorsunuz. Bir ülkenin, o ülkenin yerlisi olan insanların rızası ile sömürgeleştirilebileceğini kanıtlayan tek bir örnek gösterebilir misiniz? Böyle bir şey hiçbir zaman olmamıştır...” Filistine Yahudi göçünden sorumlu Yahudi Ajansı Göçmen Dairesi başkanı J. Weitz 1940 yılında şunu diyordu “Şu noktada herbirimiz tarafından açıkca bilinmelidir ki, bu topraklar üzerinde iki ayrı halka yer yoktur. Eğer Araplar bu küçücük ülkede yaşayacaklarsa biz hedefimize hiçbir zaman varamayacağız demektir. Öyleyse ,Arapları buradan uzaklaştırıp komşu ülkelere sürmeliyiz hem de hepsini .Tek bir köy tek bir aşiret kalmamacasına” 6 • Haziran’16

9-11 Mayıs 1942 tarihleri arasında New Yorkta Baltimıore Otelinde yapılan Dünya Siyonist Teşkilatı olağanüstü toplantısında Baltimor Programı denilen bir program kabul edildi. Bu programa göre Filistin’de Yahudilerin çoğunluğuna dayanan bir Yahudi devletinin kurulması öngörülüyordu” 1947 Nisanında, İngiltere Filistin’deki kargaşanın B.M de çözülebileceğini ilan etti. 23 Nisan 1947 tarihinde B.M. de Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komisyonu kuruldu. Bu komisyon 16 haziran 24 temmuz tarihleri arasında bizzat Filistin’de çalışarak konuyla ilgili raporunu 31 Ağustos 1947 tarihinde hazır hale getirdi. Komisyon raporu oy birliği ile Filistin’in bağımsızlığını teklif etmiştir. Ancak bu konuda Komisyon raporunda iki görüş ortaya çıktı. İran, Hindistan ve Yugoslavya temsilcilerinin destekledikleri öneri bir Filistin-Yahudi federasyonu kurulmasını içerirken diğer öneri ise bağımsız bir Yahudi devleti kurulmasını içeriyordu. Takriben üç ay sonrada ABD ile SSCB ortak bir teklif vererek bir Yahudi devletinin kurulmasını istediler. ABD İsrailin kuruluşunu de Facto (Fiili durum) olarak tanırken,SSCB de Jure (Meşru ) olarak tanımıştır. Nihayet yapılan oylama ile Bağımsız İsrail devleti kağıt üzerinde kuruldu. Tarih 29 Kasım 1947 . Bu oylama yapıldığında Yahudiler İsrail topraklarının sadece % 5.6’sına sahipti. Çizilen harita da ise bu oran en verimli alanlar dahil olmak üzere % 56 ya çıkarılıyordu. Yahudilerin elinde bulunan arazide, Yahudilere İngiliz manda yönetimi tarafından ya sembolik bir ücretle veya bir karşılık alınmaksızın hediye olarak verilmişti. Yahudilere toprak satan aileler ise Filistin asıllı değil, Lübnanlı Hıristiyan ailelerdir. Ne yazık ki Filistin işgal tarihinde sayfalara sığmayacak katliamlar, saldırılar ve hukuksuzluklar gerçekleştirildi. Canımıza kıyıldı, topraklarımız elimizden alındı dünyanın süslü yalanlarının altında. Ama savaşımız bitmedi, mücadelemiz mübarek ola.

Bangladeş “Müslümanlar Daracağında” Ömer Faruk ÇEKMECE

B

angladeş, üç tarafı Hindistan ile ve bir kısmı da Burma (Myanmar) ile çevrili, Hint Okyanusu’na kıyısı olan bir Güney Asya ülkesidir. 160 milyonu aşkın nüfusuyla Dünya’nın en kalabalık yedinci ülkesi olan Bangladeş aynı zamanda Dünya’nın en yoksul ülkeleri arasındadır. Ülke nüfusunun %98’ini Bengalîler,geri kalanını da diğer etnik unsurlar oluşturmaktadır. Bangladeş ayrıca Dünya’nın en fazla Müslüman nüfusa sahip ikinci ülkesidir. Ülke nüfusunun %89,5’i Müslüman, %9,6’sı Hindu’dur. %0,9’u da diğer inançlara mensuptur. Müslüman tüccarların 10. Yüzyılda Güney Asya’ya ulaşmalarıyla birlikte bölge İslamlaştı. İngilizlerin Babür Şah Devletini yok ederek bölgeyi sömürgeleştirene kadar, bugün Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’in bulunduğu bölge tamamı ile Müslümanların idaresinde idi. Bölgedeki İngiliz sömürüsünün 1947 Ağustos’unda resmi olarak sona ermesiyle birlikte ortaya Hindistan ve Pakistan diye iki ayrı devlet ortaya çıktı. 1971 yılında Pakistan da kendi içinde, arada 1,600 km. Hindistan toprağı bulunan, iki bölgeye ayrıldı: Batı Pakistan (Pakistan) ve Doğu Pakistan (Bangladeş).

Pakistan’ın yönetim merkezi Batı’daydı. Buna karşılık nüfusun büyük bir kısmı Doğu’da yani bugünkü Bangladeş topraklarında bulunmaktaydı. 1948’de Pakistan yönetiminin Urducayı ülkenin tek resmi dili olarak kabul etmesi ve diğer dillerin konuşulmasını yasaklamasıyla birlikte ülkede Bengal milliyetçiliği yükselişe geçti. Yasaklanan diller içinde 150 milyon Bengali’nin kullandığı Bengalce de vardı ki bu dil, resmi dil olan Urducadan daha fazla kullanılıyordu. Yönetimin Batı Pakistan’da toplanması ve Doğu’nun açık bir şekilde ekonomik, siyasi ve sosyal projelerden mahrum bırakılması son olarak da Bengali dilinin yasaklanması ülkede protesto gösterilerini ateşledi. Protestoları yasaklayan hükümet, 21 Şubat 1952’de bu yasağa aldırmayan üniversite öğrencilerine ateş açtı. Dakka Üniversitesi öğrencilerinden bazılarının öldürüldüğü bu müdahale, Dünya kamuoyunda büyük bir tepkiyle karşılandı. Tepkileri hafifletmek için geri adım atan Pakistan hükümeti Bengalce’yi resmi ikinci anadil ilan etmek zorunda kaldı ve katliamın

Haziran’16 • 7


Karantina

Karantina Ghulam Azzam

gerçekleştiği 21 Şubat 1952 tarihli bu olay “Bengal Dil Hareketi” şeklinde kayıtlara geçti. Hareketin liderleri arasında, 2012 yılında Avami League Partisi tarafından “savaş suçu işlemekle” yargılanıp 92 yaşında cezaevinde yaşamını yitirecek olan Cemaati İslami Lideri Prof. Dr. Gulam Azam da vardı. 1970 yılında yapılan genel seçimlerde Doğu Pakistan’daki 169 sandalyenin 167’sini Mujibur Rahman’ın partisi Awami League (Avami Partisi) kazandı. Bu sayı aynı zamanda Pakistan parlamentosunun da çoğunluğunu teşkil etmekteydi ve hükümet kurmak için yeterli çoğunluğu sağlıyordu. Pakistanlı yöneticilerin ve generallerin bu durumu kabullenememeleri üzerine 3 Mart 1971’de Mujibur Rahman tarafından ulusal grev ilan edildi. 26 Mart’ta Pakistan ordusu “ayrılıkçı Bengalilere” karşı operasyon başlattı. Bu operasyonlarda siviller sistematik olarak hedef alındı. Pakistan Ordusu, isyanı örgütlemekle suçladığı 200 Bengalli aydını infaz etti. Hindistan, binlerce mültecinin kendisine sığınmasını gerekçe göstererek Pakistan’a karşı savaş ilan etti. Hindistan’ın askeri ve diplomatik yardımlarıyla desteklenen Bengallilerin 95.000 Pakistan askerini esir alması, savaşın bitmesi ve 8 • Haziran’16

Pakistan’ın kesin mağlubiyete uğraması anlamına gelmekteydi. Pakistan yönetimiyle birlikte geçirilen 25 yılın ardından, Aralık 1971’de başlayıp 9 ay süren kanlı çatışmalar sonucunda, Hindistan’ın da büyük yardımıyla, Bangladeş bağımsızlığını ilan etti. Geçici Cumhurbaşkanlığının ardından Başbakanlığa getirilen Mucibur Rahman, ülkeyi yeniden imar etmeye başlar. Kurulan bu yeni devletin yöneticileri bir yandan savaş suçluları ve muhaleflerle uğraşırken diğer yandan da devleti sekülerleştirme faaliyetlerine girişir. Mucibur Rahman ayaklanmadaki önderliği ve milliyetçi reflekslere cevap vermesi neticesinde doğal lider olmuştu. 1972’de kabul edilen yeni yasalarla birlikte İslami olan her şey yerini seküler olana bıraktı. Demokrasi, sosyalizm, sekülerizm ve milliyetçilik yeni yasaların temelini oluşturdu. Ülke 1974’de kıtlık sebebi ile 100.000’e yakın insanını kaybetti. Mucibur Rahman, devlet yönetiminde yetersiz görülmeye başlandı ve hakkında yolsuzluk iddiaları gündeme gelmeye başladı. Destekçileri bir hayli azalan Mucibur Rahman, Pakistan ile ilişkilerini düzeltmek için uluslararası İslami kuruluşlara üye olarak, savaş suçlularını affetti. ‘’Suçum Allah’tan başkasına kulluk etmemekti… Bize kulluk et dediler… Ben de asın dedim!’’ Abdulkadir Molla Avami Partisi’nin Cemaat-i İslami’yi Tasfiye Operasyonu: “Bağımsızlık Sürecinde Savaş Suçu İşleyenlerin Yargılanması” 1971 Ayrılma Savaşı boyunca gerek Bangladeş Cemaat-i İslami gerekse diğer Müslüman gruplar “Tek bir Pakistan” ilkesini benimseyerek ayrılmaya karşı çıkmıştı. Karşı çıkışları ise tamamen ideolojik bir yaklaşımdan ibaretti. Ayrışmaya karşı çıkanların tezlerine göre bölgede parçalanmış bir güç olarak Müslümanların etkisi ve gücü tek bir devletinkinden daha az olacak ve bu bölünme siyasal olarak bölgedeki Müslümanları olumsuz etkileyecekti. 1972’de bağımsızlığın ilanından sonra Bangladeş’te, ayrılık savaşına karşı çıkanları ve Pakistan ordusuyla ilişkileri bulunanları yargılamak

için özel mahkemeler kurulur ve birçok kişi tutuklanır. Ancak 1973 Kasımında (öldürme, tecavüz ve kundakçılık gibi ciddi suçlar hariç) genel af ilan edilerek tutuklananların ve suçlananların çoğu beraat etti. Bu tarihten itibaren hiçbir Cemaat üyesi savaş suçu ile suçlanmadı. 1975 yılında Mucib, bir grup genç subayın darbesi sonucunda, iki kızı dışında aile fertleriyle birlikte öldürüldü. Yönetim, askeri vesayete geçti. Bu gelişmeden itibaren Bangladeş de tıpkı Türkiye gibi darbelerle gündeme gelen bir ülke halini alır. Uzun bir süre ülkede istikrar ortamı sağlanamaz ve Avami Partisi’nin başını çektiği sekülerizmi savunan grupla Cemaat-i İslami’nin başını çektiği İslami çevre zamanla çatışır duruma gelmişti. 2009 yılındaki seçimlerde Şeyh Hasina Vecidi’nin liderliğini yaptığı Avami Partisi seçimleri kazandı. Bangladeş’in öldürülerek darbeyle görevinden uzaklaştırılan kurucu başkanı Mucibur Rahman’ın kızı olan Hasina Vecidi, seçim propagandasını 1972’deki Bangladeş Bağımsızlık Savaşı’nda Bangladeş’e ihanet eden savaş suçlularını yargılama üzerine bina etmişti. Hasina Vecidi, 2010’da BM Genel kurulunda yaptığı konuşma ile yargılamalara başlayacağını uluslararası camiaya duyurdu ve destek bekledi. Hasina’nın kast ettiği ve hain yakıştırması yaptığı topluluk şüphesiz ki Cemaat-i İslami idi. Oysa 2009’a kadar seçim çalışmalarında birlikte çalıştıkları, koalisyon kurdukları dönemler de olmuştu. Ancak Avami Partisi iktidarı ele geçirdiğinde hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Geriye dönüp bgakıldığında 9 ay süren ve Hindistan’ın müdahalesiyle sona eren iç savaşın ardından Bangladeş kesin bir şekilde Pakistan’dan ayrılmış ve Doğu Pakistan olarak adlandırılan yerin adı artık Bangladeş olmuştu. Ülke imar edilirken 1975’de tüm davalar sonuçlanmış ve genel af ilan edilerek tutukluların tamamı salıverilmişti. 2009 senesine gelindiğinde ise Bağımsızlık Savaşı’nda işlenen savaş suçları Mucibur Rahman’ın kızı Hasina Vecidi’nin genel başkanlığını yaptığı Avami Partisi tarafından yeniden raftan indirildi. 1972’de birçoğu öğrenci olan ve Cemaat-i İslami’ye üye dahi olmayan insanlar bugün savaş suçu işle-

Abdulkadir Molla

mekle suçlanarak hapsedildi ve birçoğu idam ile yargılandı/yargılanıyor. 1972’de Pakistan ile yaşanan savaşı sulh ile çözme taraftarı olan ve ayrılığın iki tarafı da zayıflatacağını düşünen Cemaat-i İslami ve ülke içerisindeki diğer pek çok cemaat birleşik bir Pakistan üzerinde karar kılmıştı. Avami Partisi’nden sonra Bangladeş’de örgütlü siyaset yapan Müslümanlara ait en güçlü parti Cemaati İslami’ye aitti. Cemaat, ülkede birçok noktada tebliğ faaliyetleri yürütüyor, gençlik organizasyonları oluşturarak bölgenin genç nüfusunu eğitiyor ve Bangladeş’in İslamlaşması için yoğun çaba sarf ediyordu. İktidarı 2009’da ele geçiren Avami Partisi, devletin tüm organlarını ele geçirmek üzere muhalefeti tasfiye etme sürecini başlattı. Cemaat-i İslami ise bu süreçten en fazla zarar gören parti olarak kayıtlara geçti. Yaşanan hukuksuz yargılamaları örtbas etmek için Hasina hükümeti basına da sansür uygulamayı ihmal etmedi. Gerek Bangladeş hükümeti gerekse hükümet partisinin taraftarları ülkede yaşanan yolsuzlukları ve yapılan zulümleri dış dünyaya aktarmaya ve kamuoyunda objektif bir bakış açısı oluşturmaya çalışan gazetecileri hedef tahtasına oturtmuş durumdadır. Ülkedeki gazeteciler görevlerini yaptıkları için tutuklanıyor, işkence görüyor, fiziksel şiddete maruz kalıyor, tehdit ediliyor veya öldürülüyorlar. Ayrıca Cemaat-i İslami’ye yakınlığıyla bilinen birçok TV ve radyo kanalı kapatılırken birçok dini- siyasi yayın da yasaklanmış durumdadır. Ülkedeki iletişim aygıtları da hükümetin yoğun baskısına ve takibine maruz kalıyor. Haziran’16 • 9


Karantina Bangladeş hükümeti, düşünceleriyle dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan Müslümanları etkileyen Cemaat-i İslami’nin kurucusu İslam âlimi Mevdudi’nin kitaplarını da “militanlığı ve terörizmi” desteklediği gerekçesiyle yasaklamıştır. 2011’de başlayan yargılamalar ile birlikte Cemaat-i İslami’nin lider kadrosu cezaevlerine konularak haklarında idam kararları verildi. Cemaat-i İslami’nin 92 yaşındaki lideri Gulam Azam da yargılananların arasındaydı ve cezaevinde hayatını kaybetti. Halbuki Bağımsızlık Savaşı’nda savaş suçu işlemekle suçlanan Azam, Pakistan’ın adaletsiz uygulamalarına karşı yürütülen Bangladeş Dil Hareketi’nin başında yer alan isimlerdendi. Gulam Azam, savaşın iki tarafa da yıkım getireceğini bu yüzden sulh ile anlaşmazlığın çözülmesini savunduğu için Bangladeş’e ihanet etmekle suçlanıyordu. Aralık 2013’de Cemaat-i İslami’nin Genel Sekreteri Abdülkadir Molla tam 41 sene önce gerçekleşen bir savaşta, bir şahidin “onun suç işlediğini gözlerimle gördüm” ifadesine dayanılarak idam edildi. Düzmece suçlamalarla, satın alınmış hakim, savcı ve avukatlar ile davaları oldu bittiye getiren Hasina Hükümeti, içinde bulunduğumuz 2015 senesinde Cemaat liderlerinden Muhammed Kamaruzzaman ve eski genel sekreter Ali İhsan Mücahidi’yi de idam ile katletti. Ülkede Avami Partisi dışında hiçbir siyasi yapının var olmasına izin vermeyen Hasina Hükümeti, Cemaat-i İslami’ye yönelik saldırılarını halâ devam ettiriyor. Son 6 yıldır, Ramazanda iftarlar vermek, yoksullara yardım paketleri dağıtmak, yetimlere din eğitimi vermek, dini sohbetler yapmak, başörtüsü takmak, Cemaat-i İslami üyesi olduğu bilinen isimlerin vaazlarını dinlemiş olmak, tutuklanmak ve cezaevinde işkence görmek için yeterli bir sebep. Şuan Avami Partisi’nin sadece Cemaat-i İslami mensubu olduğu için tutukladığı insan sayısı 5 binin üzerindedir. Hukuksuz yargılamalara itiraz edilecek bir mercii de ne yazık ki bulunmamaktadır. 2013’de Cemaat-i İslami üyelerine yönelik verilen idam kararlarını protesto etmek için sokağa inen Müslümanlara polis, asker ve Avami Ligi’nin Mısır’daki bal10 • Haziran’16

tacıları andıran taraftarları işbirliği içerisinde saldırmış ve çatışmalarda 500’ü aşkın insan hayatını kaybetmiştir. Ülkede Müslümanlara yönelik baskı ortamı giderek artmaktadır. Hindistan’ın şemsiyesi altında Müslüman çoğunluğa zulmeden Hasina hükümeti, ülkede yaşanan gelişmelerin dış Dünya’ya yansımaması için basına sansür uygulamaktadır. Ülkemizde de bu sebepten ötürü Bangladeşli Müslümanların çektiği acılar maalesef yeteri kadar bilinmemektedir. Günümüzde Cemaat-i İslami’nin yöneticilerinden Mevlana Abdus Subhan, Ezherul Islam, (Genel Başkan Vekili) Allame Delwar Hüseyin ve daha pek çok Cemaat-i İslami mensubu zindanlarda Gulam Azam’ın, Kamaruzzaman, Ali İhsan Mücahidi, Mir Kasım Ali, (Genel Başkan) Motiur Rahman Nizami ve Abdülkadir Molla’nın ardından sıranın kendilerine gelmesini beklemektedir. Bangladeşli Müslümanların özellikle Türkiyeli kardeşlerinden beklentisi, Hindistan’ın kuklası haline gelen Şeyh Hasina Vecidi’nin Müslümanlara yönelik saldırılarını Dünya kamuoyuna taşıyarak Bangladeşli Müslümanlara yardım edilmesi, idamların durdurulabilmesi için ses çıkarılmasıdır. Hindistan kuklası Hasina Vecidi ve onun baltacı taraftarlarına karşı Bangladeş’i İslamlaştırma gayesi güden Cemaat-i İslami’ye, onun gençlik yapılanması olan Çatra Şibir’e ve çalışmaları yasaklanan Hizb-ut Tahrir’e muvaffakiyet duasıyla, makalemi 2013’ün Aralık ayında idam edilen Abdülkadir Molla’nın eşi Peyori Hanıma şehadetinden önce yazdığı mektuptan bir bölüm ile noktalamak isterim: “… Yanlış hatırlamıyorsam 1966 yılında, Mısır’ın tiranı Albay Nasır, Seyyid Kutub, Dr. Abdulkadir Udeh ve birçok diğerlerini ölüme mahkûm etmişti. “İslami Hareket yolunda dava ve sıkıntılar” konulu birçok vaaz dinledim. Bu tip vaazları dinlerken, birçok kez Profesör Gulam Azam sol eliyle omzuma dokunur ve derdi ki, “Bir gün darağacından sarkan urgan bu omuzlara da düşebilir”. Ben de ellerimi omuzlarıma götürür ve bunu düşünürdüm. Eğer Allah gerçekten kararını yerine getirecek, İslami Hareketi ve beni, bu zalim rejimin düşüşü için ileriye taşıyacaksa, bunda kayıp nedir ki?”

Karantina

Bangladeş Eşittir İdam Sehpası Erhan İDİZ

B

angladeş, ümmetin hal-i pürmelalinin özeti, İslam’ın kimsesiz evladı... En çok korktukları şeydi başsız, sahipsiz kalmak. Sırf bu yüzden ellerinde ne varsa Kurtuluş Savaşı’nda halife için gönderdiler. Yiyecek ekmekten daha önemliydi bir sahiplerinin olması. Çünkü aradaki binlerce kilometreye rağmen halife giderse neler olacağını iyi biliyorlardı. Tarih onları haksız çıkarmadı. Halife gitti, Müslümanlar başsız kaldı ve zulüm kök saldı coğrafyaya. Şimdilerde bunun acısını en çok çeken milletlerden biri Bengaller. İHH’nın düzenlediği Yetim Dayanışma Günleri kapsamında Bangladeş’te bulunan yetim kardeşlerimize bir nebze olsun moral verebilmek için düştük yollara. 7 saatlik bir yolculuğun ardından vardık başkent Dakka’ya. Program nedeniyle birçok şehri gezmemiz gerekiyordu. Bu durumu iyi kullanarak daha fazla gözlem yapabilme fırsatı bulduğumu söyleyebilirim. Bir haftalık geziyle 170 milyonluk ülke hakkında yorum yapmanın zorluğunu göz önünde bulundurarak anlatmaya çalışacağım bu ‘garip’ ülkeyi.

1971 yılına kadar Pakistan’ın bir parçası olan Bangladeş’in yüzölçümü 147 bin metrekare. Yani Türkiye’nin 5’te biri kadar. Fakat buna rağmen Türkiye’nin iki katından fazla nüfusa sahip. Ülkenin yüzde 89’u Müslüman, geri kalanlar ise Hindu ve Budist. Müslümanlık ülkede kültürel bir hal almış, gerek giyim tarzı gerekse cami/cemaat sayısının az oluşu bunu kanıtlar nitelikte.

Kasırga, seller, yetersiz devlet politikaları ve hızla artan nüfus... Resmi dil Bengalce olan ülkede İngiliz sömürüsü nedeniyle İngilizce de konuşuluyor. 6 bölgeden oluşan Bangladeş dünyanın en fakir ve en kalabalık ülkelerinden. Kasırga, seller, yetersiz devlet politikaları ve hızla artan nüfus nedeniyle fakirlik ve kötü şartlar bitmek bilmiyor. Ilıman bir iklime sahip ülkede İstanbul’un ağustos ayı bile özlemle anılabilir. Nem bir insanı buharlaştırmaya yetecek kadar yüksek. Yolunuz düşerse abartmadığımı üzülerek öğreneceksiniz.

Haziran’16 • 11


Karantina

Karantina İnsanları çok cana yakın ve herkes elindekini paylaşmanın peşinde. Bu bazen bir meyve dilimi bile olabiliyor. Fotoğraf makinesiyle gittiğinizde çevrenizde bir anda onlarca kişi belirebiliyor ve herkes selfie çekmek için adeta sıraya giriyor. Tabi şunu da belirtmekte fayda var: Yakınlaşmaları asla bir eziklik içerisinde değil, sadece samimiyetten kaynaklı. Kendilerine ikram ettiğimiz Türk lokumu, bisküvi gibi şeyleri beğenmiyorlar, hatta Adana kebabını bile hatırımız kalmasın diye yiyenler oluyor. İnsanları kadar tabiatı da harika. 3 tarafı denizlerle çevrili ülkemizde sonsuz maviliklere bakmaya alıştık. Peki, sonsuz yeşillik içinde boğuldunuz mu hiç? Ya da yeşil ile mavinin gökyüzüne uzandığına şehitlik ettiniz mi? Özenle tek boyda biçilmiş gibi ufukla birleşen pirinç tarlaları aklımızı başımızdan alıyor. Nehirler, dev ağaçlar, gökyüzüne uzanan bambular ve her zamanki gibi sınırsız pirinç tarlaları… Henüz betona feda edilmeyen ülkede tabiatın tüm nimetlerinden yararlanabiliyorsunuz. Gittiğiniz her yerde saygıyla karşılanıyor ve bazen eve davet ediliyorsunuz. Bir su içmeye davet ediyorlar nedense, çay kültürü gelişmediğinden olsa gerek. Bir bilseler bizdeki çay sevdasını Seylan’ı işgal edecekler.

Kızların başlık parası ödediği ülke Erkeklerin başlık parası nedeniyle sıkıntı çektiği şehirlerin birinden, Van’dan geldiğim için bu cümleler çok dikkatimi çekti. Başlık parası diyordu rehberimiz, “Başlık parası nedeniyle evlendiremiyoruz kızlarımızı.” Öğrendik ki kızlar evleneceği erkeğe belli bir miktar para ödüyor. Drahomadan farklı olan bu uygulamada çiftlerden biri, statü olarak kendinden daha iyi olana para ödemek zorunda kalıyor. Genelde erkekler daha iyi bir kariyere sahip olduğu için kızlara da başlık parası ödemek düşüyor. Rehberimiz Sujon, “Bu, kariyer sahibinin

kendinden daha aşağıda biriyle evlenmesinin bedeli olarak alınıyor.” diyor. Sujon mühendis, o da bir öğrenciyle evlenmiş fakat para almamış eşinden. Neden, diye sorduğumuzda İslamiyet’te böyle bir şey olmadığını söyleyerek bizi kalbimizden vuruyor. Cana yakınlığı kadar çalışkanlığıyla da dikkat çekiyor Bengal halkı. Genç, yaşlı hemen herkes bir yerlerde çalışıyor. Günde 1-2 dolar bile olsa bir şeyler kazanmanın peşindeler. Yüzlerce kilo yük arabası çeken yaşlı insanlara sıkça rastlayabiliyorsunuz ya da günde 3 dolar kazanmak için rikşalarıyla gün boyu ter içinde pedal çeviren delikanlılara. 45 dereceyi bulan sıcaklıkta buz gibi bir suyun çok iyi gideceğini düşünüyorsanız boşa heveslenmeyin. Çünkü hiç kimse içmediği için soğuk su bulmanız imkansız. Soğuk suyu sağlıksız bulduklarından ılık su içmeyi tercih ediyorlar. Kapitalizmin amiral gemisi ürünler buzdolabında ‘soğuk içiniz’ talimatına uygun satılırken yöresel içecekler ve su açıkta sıcak bir şekilde satılıyor. Tabi dolaptaki soğuğun bizdeki ılığa eşit olması da ayrı bir ironi. Suç oranlarına dair istatistikleri bilmesem de 20. kattaki evin bile pencere ve balkonunda demir parmaklıklar olması bu konuda ipuçları veriyor. Fakat buna karşın İstanbul’dan daha az tehlikeli olduğu kanısındayım nedense. Belki de bu güzel insanlara kötülüğü yakıştıramadığımdan. Çokça sokak satıcısının olduğu ülkede özellikle okul önlerinde satılan çeşitli yiyecekler merdiven altı piyasasına rahmet okutacak cinsten. İç içe geçen elektrik ve internet kabloları o kadar fazla ki şehrin en büyük görüntü kirliliğini oluşturuyor.

Yiyecek ekmeği olmayanlara internet satmak... Teknolojinin henüz kirletemediği ülkede cep telefonu çılgınlığı bizdeki seviyeye ulaşmaya çok uzak. Fakat reklam tabelalarına bakınca kapitalizmin nasıl çalıştığı görülüyor. Her tarafta reklamları bulunan GSM operatörleri, yiyecek ekmeği olmayan insanlara gigabayt gigabayt internet satmanın peşinde. Hijyen anlayışları bizden farklı. Bu konuda önyargılı olmamam gerektiğini biliyorum. 12 • Haziran’16

Derslerden öğrenmiştim her kültürün kendi sistemi içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini. Fakat yine de bir acaba vardı kafamda, acaba diyordum… Bir taraftan da acaba Avrupalılar bizim için ne düşünüyor, onlar da bizi böyle yargılıyor mu diye düşündüm. Kafamdaki bu soru işareti ile Türkiye’ye döndüğümde metrobüs durağındaki çöp yığını ve bir yandan izmaritini yere atıp diğer yandan sümküren dayı kafamdaki tüm acabaları silip attı. Franz Boas’ın bile ikna edemediği beni tek bir hareketiyle bilimin şefkatli kollarına itti yeniden. Her Müslüman ülkede olduğu gibi Erdoğan hayranlığı var. Turkey deyince, tahayyül edebilen herkesin ikinci cümlesi “Ooo Erdogan” oluyor.

15 milyon çocuk sokakta yaşıyor Bangladeş fakir bir ülke. Bu insanların sorunu teknoloji/yazılım üretmek yerine pirinç üretmeyi tercih etmeleri. Fakirliklerinin temelinde tembellik yok, zira çalışkan bir millet. İnşaatlarda ve yol çalışmalarında kadınların da çalıştığını görüyoruz. Caddeleri süpüren kadınlar, tarlalarda çalışan yaşlı adamlar ve rikşalarıyla yolcu taşıyan gençler… Yani kadın-erkek, genç-yaşlı tüm insanlar çalışıyor. Lüks ya da birikim peşinde değiller, herkes karnını doyurmanın telaşında. Fakirliğin bir diğer boyutu da çocukları vuruyor. Bangladeş’te 51 milyon çocuktan (14 yaşı altı) 15 milyonu sokaklarda yaşıyor. Her türlü istismara açık bu hayattan 4 milyonun üstündeki yetim de nasibini alıyor. Devlet deHaziran’16 • 13


Karantina

Karantina

Uzaktaki Zulüm ARAKAN Dücane DEMİRTAŞ

2012 nen aygıt pek işe yaramadığı için birçok alanda olduğu gibi toplumsal sorunları çözmek insanların kendisine kalıyor.

İngiliz Uluslar Topluluğu’na üye Müslüman ülke İngiltere’ye 10 bin kilometre uzakta ve yüzde 89’u Müslüman bir ülkenin İngiliz Uluslar Topluluğu’na üye olduğunu öğrendiğimde garip gelmediği için ne fark eder deyip geçtim. Fakat İngiliz bayraklı tişörtler giyip İngilizce konuşan insanların, kriket gibi İngiliz oyunları oynadığını görünce meselenin özünü kavramaya başladım. Zenginlik dışında her şey İngilizleşiyor burada. İngiliz toplumunun bir parçası olmaya çalışan ülkede sadece İngiliz’in refah seviyesi eksikti. Akşam bir Türk restoranında alıyoruz soluğu. Anlatıyor Türk restoran sahibi müşterilerini, “Türk konsolosluğunda çalışan 12 kişi var onlar geliyor, ABD konsolosluğunda da yaklaşık bin kişi var onlar da geliyor.” diye. Son cümlesine takılıyor kafamız. Tekrar soruyoruz, “ABD konsolosluğunda bin kişi mi çalışıyor?” Adam sorumuzla varıyor ağzından çıkanın farkına. Belli ki garip gelmemiş bin kişinin çalışması. Bu sayı doğru mu bilmiyorum. Ama cevap evet ise üzerinde cidden düşünülmesi gerekiyor.

Bangladeş eşittir idam sehpası Bangladeş deyince aklımızda idam sehpasından başka bir şey belirmiyor son yıllarda. Ve birer birer şehadete yürüyen öncüler... Konuyla ilgili çok şey yazılıp çizildi. İşin bilinen kısımlarına girmeye gerek bile duymuyorum. 14 • Haziran’16

Ülkenin önemli aktivistlerinden biriyle yaptığımız sohbette söylemedikleri dikkatimi çekti. Belki de söyleyemedikleri. Yanımızdaki arkadaşın ısrarlı sorularına rağmen bildiğimiz hikayeleri yüzeysel bir şekilde anlatmayı tercih etti. Bir haftalık gezide alenen hiçbir eleştiri duymamamız özgürlüğün(!) en büyük kanıtı oldu bizim için. İngiltere ve ABD dışında Hindistan çok büyük bir etkiye sahip bu ülkede. Endonezya’dan sonra sayıca en kalabalık Müslüman nüfusa sahip olan Hindistan, sınırları içerisinde bulunan Bangladeş’i kontrol altında tutmaya çalışıyor. Zira Bangladeş’in Hindistan’daki Müslümanlar üzerinde etki kurmasından çekiniyor. Tüm bu parçaları birleştirdiğimizde Cemaat-i İslami liderlerinin idam sehpalarına çıkarılışı kendiliğinden canlanıyor gözlerimizin önünde.

’den bu yana ismini çok sık duyduğumuz fakat ne hikmetse bir diğer toplu katliam ya da faciaya kadar unutuverdiğimiz bir garip diyar Arakan. Budist çetelerin baskınlarıyla 180 kişinin öldürülüp 250.000 Arakanlı’nın topraklarından göç ettiği 2012 yılından bu yana büyük resim çok da değişmiş vaziyette değil. BM’ye göre dünyanın en fazla baskı gören azınlıklarından biri olan Rohingyalı Müslümanların kaderi zannettiğimiz gibi basit dinsel çekişmeler ya da etnik huzursuzluklardan öte bölgedeki böyük abilerin tepişmeleriyle şekilleniyor. Ülkede 2007 yılında gerçekleşen Safran Devrimi hareketiyle 60’lı yıllardan beri hüküm süren cunta yönetimi ilk kez tepkiyle karşı karşıya kalmış ve askerlerin protestoculara ateş açması infial uyandırmıştı. Çünkü hâlihazırda ülkedeki 400.000 Budist keşişin 350.000’ni askerdi, buysa cuntanın dayandığı en büyük temelin elinden kaymasına sebep olabilirdi. Bunun yerine asker 2011 yılında genel af ile

hapisten çıkarttığı Budist keşiş Aşin Virathu önderliğinde milliyetçi 969 hareketini kurarak cemaatler üzerindeki etkinliği güçlendirdi. Müslümanlara karşı şiddetin başını çeken bu hareket muhalif Budist cemaatlere göre devlet tarafından maddi ve teknik olarak muhalif kesimlere karşı bir baskı aracı olarak desteklenip bir nevi illegal bir devlet müdahalesi olarak kullanılıyor. 1942 yılından yana Arakan Müslümanları 5 ciddi soykırım girişimine maruz kaldı. Bunlardan ilki en az 150.000 Arakanlı’nın katledildiği Minbya kasabasına bağlı Çanbilli köyünde başlayan 1942 katliamıydı ve binlerce Arakanlı’nın Bangladeş sınırına göç etmelerine sebep oldu. 1948’de İngilizlerin bölgeden çekilmeleriyle Hindistan Bangladeş sınırına ikinci büyük göç dalgası başladı, geride kalan Rohingalılara karşıysa toplu katliam girişiminde bulunuldu. 1954 yılında hükümet “Muson Operasyonu” ile bölgede silahlanan Arakanlı Müslümanları bastırırken binlerce sivil direnişçilere yardım gerekçesiyle ya

Türkleri sevmiyorlar İlginç değildir ki Bangladeş yönetimi Türkleri sevmiyor. Nedeni ise hemen sınırlarında bulunan Arakan’daki Müslümanlara yardım etmeleri. Türk pasaportunu gördüklerinde anlıyorlar yardım için geldiğinizi ve bundan hoşlanmadıklarını belli ediyorlar. Gelen her Türk’e Arakan’a yardım getiriyor muamelesi yapıyorlar. Eee bu muamelenin de pek sevimli olduğunu söyleyemeyiz. Bunu fark ettiğimde bir kez daha gurur duydum ülkem insanıyla. Zira nefret edilmelerinin sebebi insanlıklarıydı. İşte Bangladeş’ten benim payıma düşenler bunlar. Gerçi daha edebi bir dille anlatılabilirdi ama amacım sanat değil, anlatmak. Sadece anlatmak. Haziran’16 • 15


Karantina

Karantina

katledildi ya da sürüldü. Direnişçilere karşı ikinci “Kral Dragon Operasyonu” ile yüzlerce kadın ve erkek Müslüman tutuklandı, çoğu işkenceler altında öldürülürken, kadınlara tecavüz edildi ve sayıları birkaç ay içinde 200.000 bulan yeni mülteci akını Bangladeş’e doğru akmaya başladı. 2012 yılındaki en son kıyımdaysa ülke içinde özellikle iç kesimlerde bulunan 140.000 Müslüman ülkenin Bangladeş sınırına doğru göçe zorlandı. Uluslararası Göç Raporuna göre şuan 200.000-500.000 Arakanlı Bangladeş, 200.000 Pakistan, 600.000 S. Arabistan, 55.000 Körfez ülkeleri, 100.000 Malezya, 3000-5000 Tayland, 2000 Endonezya ve 10.000 Hindistan’da göçmen konumunda. 1982 yılında çıkarılan yeni vatandaşlık kanuni ile Rohingyalılar ülkede etnik gruplar statüsünün dışında bırakılarak yabancı unsur olarak kabul edildiler. Müslümanlara karşı seyahat yasağı ve evlilik kısıtlamaları yasal olarak yürürlükte. İnsan hakları açısından bakıldığı zaman bugün hala bölgede kimlikleri ve sayılarına ulaşılamayan çok sayıda Müslüman hapsedilmiş ve işkence görmekte, kadınlara tecavüz edilmekte, cami, mescit, ev ve köyler yakılmakta, Müslümanlar devlettin hiçbir imkânından resmi olarak yararlanamamaktadırlar. Son yıllarda çok sık duyduğumuz deniz yoluyla Tayland ve onun üzerinden Malezya’ya geçmek isteyen mültecilerin haliyse daha vahim durumdadır. Çoğu kez ülkeler tarafından kabul edilmeyen bu mülteciler insan kaçakçılarının elinde yeni bir pazar rolü görmekte. Uluslararası raporlara göre kadınlar ve kız çocukları seks kölesi olarak kullanılırken, erkek çocuklar organ mafyasının eline düşüyor, ciddi ücretlerde rüşvet vermeyenlerse ölümle tehdit ediliyor. Taylan hükümeti geçtiğimiz yıl Malezya sınırında yüzlerce toplu ceset ve mezarlıklar bulunduğunu ve cesetlerin Rohingyalı göçmenlere ait olduğunu açıklamıştı. Peki, Müslümanları kuzey batı sınırına itmek ya da toplu göçe zorlamanın arkasındaki faktörler sa16 • Haziran’16

dece dinsel çekişme ya da etnik uyuşmazlık mı, kesinlikle değil. Myanmar, Güneydoğu Asya’daki ciddi petrol, doğalgaz ve maden rezervlerine sahip aynı zamanda önemli bir stratejik konuma sahip eski İngiliz kolonilerinden. Dünyanın en büyük on doğalgaz rezervinden birine sahip olan ülkenin tahmini petrol rezervi 3 milyar 200 milyon varil civarında ve ülkedeki iş gücü Çin’den beş kat daha ucuz. En önemli faktör ise Myanmar’ın Çin için koridor vazifesini görmesi. Araştırmalara göre dünyanın en büyük ekonomisi olan Çin’in petrole bağımlılığı 2020 yılında tahmini olarak yüzde 30’dan 70’lere çıkacak buysa Çin’i enerji kaynak ve yollarına alternatif üretmeye zorlayacaktır. Asıl sıkıntıysa ülkeye gelen yüzde 7080 arasındaki petrolün ABD filolarının kontrolündeki Malakka Boğazından geçmesidir, bununla birlikte petrol ithalatçısı olduğu bölgelerdeki istikrasızlık ve nakliye problemi uzun vadede belirsizlik yaratmakta. Bu minvalde Çin’in 2009 yılında Myanmar üzerinden yapımına başladığı petrol/doğal gaz boru hattı ve enerji aktarımı için Sittwe’de kurulacak yeni liman çalışmaları nihayete ermek üzere. Bu sayede Çin, enerji koridoru için bağımlılık kozunu olası düşmanlarının elinden alarak alternatif bir güzergâh üretmekte. İnşaat tamamlandığında petrol boru hattının yıllık 22 milyon ton, doğalgaz hattının ise 12 milyar metreküp taşıma kapasitesi olacak. Sittwe ise Rohingya eyaletinin başkenti ve Müslüman çoğunluğun olduğu bölge. Öyle görülüyor ki Myanmar hükümeti, Çin ile Malakka ’ya alternatif olarak görülen bu enerji koridorunun güvenliği ve istikrarı için Müslümanlardan gelecek olası tehditlere karşı zorla tehcir ve baskı politikasını illegal çeteler vasıtasıyla dinsel/etnik bir çatışma kisvesi altında uyguluyor.

YEMEN: Suudi Arabistan ve İran Arasında Mezhep Soslu Nüfuz Mücadelesi İsmail ÇOKTAN

S

uudi Arabistan ve İran arasında Fars Körfezi’ndeki petrol ticareti üzerinde öteden beri var olan gerilim, 2003 yılında ABD’nin Irak’ta iki ülke arasında tampon vazifesi gören Saddam Hüseyin rejimini yıkmasından sonra İran’ın Irak’taki nüfuzunu artırması ve ardından gelen Arap baharıyla zirveye çıktı. Ortadoğu’da Arap milliyetçiliği ve Sünni mezhepçiliğini araçsallaştırarak önemli bir nüfuz sahibi olan Suudi Arabistan’a karşı İran, Arap baharından önce gizli olan fakat Arap baharıyla daha bir belirginleşen Şii hilali projesiyle bölgedeki nüfuzunu artırmak istiyordu. Bu savaşta Suudi Arabistan’ın avantajı, İran’ın Şahlık dönemindeki Batıcı/Seküler yönetiminin bölgeye yönelik herhangi bir projesinin olmaması ve bölgede bulunan diktatörel yönetimlerin “Sünni-Arap” kimliğinden ileri geliyordu. Humeyni’nin 1979’da Şahı devirmesinden sonra İran’daki rejimin dini bir kimliğe bürünmesi ve devrim kadrolarının devrimi diğer Müslüman ülkelere yayma hayalleri İran’ın bölgede kendisine nüfuz sağlayacak müttefikler aramasını beraberinde getirdi. İran bu sorunu Filistin davasını çok iyi kullanarak aşmıştır. Suriye’deki Baas yönetimi üzerinden Lübnan ve Filistin’deki direnişe destek vererek bölgede ciddi bir sempati kazanan İran diğer yandan Lübnan’da Hizbullah aracılığıyla nüfuzunu artırmış Irak’ta da Saddam Hüseyin diktatörlüğüne karşıtı bütün grupları özellikle de Şii grupları desteklemiştir. Bunun yanına Emperyalizm karşıtlığını koyarak Türkiye gibi Sünni ülkeler ve Venezuella, Küba ve Çin gibi görünür-

de anti-empyalist olan blokla da ilişkilerini genişletmiştir. Rusya ile petrol ve doğalgaz ticaretiyle sağlam ilişkiler kuran İran bu sayede bölgede ciddi bir bölgesel güç olduğunu kanıtladı. Suudi Arabistan cephesinde ise işler eskisi gibi sürüp gitti, İran’ın etkili anti-emperyalist ve antisiyonist söylemine karşı etkili bir söylem geliştiremeyen Suudi Arabistan, durumu sözde kalan bir anti-siyonizm, petrol ve Arap-Sünni kimliği üzerinden idare etmeye devam etti. Bu arada 2003 yılında Saddam’ın yıkılması ve İran’ın Irak’taki nüfuzunu artırması hem IrakSuriye-Lübnan üçgenindeki Şii hilalini tamamlıyor hem de İran’ı Suudi Arabistan’a fiilen komşu ülke haline getirdi. Arap baharı öncesi bölgeye bakıldığında İran’ın Suudi Arabistan’dan çok daha etkili olduğu basit bir şekilde görülebilir. Arap baharı ise, İran’ın anti-emperyalist anti-siyonist söyleminin aslında bir aldatmacadan ibaret olduğunu ortaya koyunca İran için bölgedeki külfetsiz nüfuzunun kaybolma tehlikesini ortaya çıkardı. Arap baharı’nın İran’ı zor durumda bırakmasının sebebi İran’ın Suriye, Yemen ve Irak gibi bölgelerde takındığı tutumun İran’ı mezhepçi bir pozisyona düşürmesidir. Aslında İran mezhebi bağları sadece araçsallaştırmıştı fakat onun ilişki içinde olduğu tarafların Arap baharı sürecinde halk tabanından gelen dalganın karşıt kampına denk gelmesi İran’a bölgede tutunmak için mezhepçilikten başka bir seçenek bırakmadı. İran’da ülke siyasetini yönlendiren aktörlerin neredeyse tamamının mutaassıp Şii bir back-ground’a sahip olması bu mezhepçiliği daha fazla göze batırdı. Haziran’16 • 17


Karantina

Karantina Suudi Arabistan ise buna karşı akıllı bir politika izliyor. Bir yandan ABD ve batı ile olan ilişkilerinde batının bölgedeki en öne çıkan müttefiği olma özelliğini kullanmaya çalışırken-ki bu hamle batının akıllı bir şekilde İran ile gizli olan ilişkilerini aşikarlaştırarak Suudi Arabistan’a karşı İran’ı bir alternatif olarak öne sürmesine sebep olmuştur(İran batı için Suudi Arabistan’ın alternatifi olabilir mi sorusu başka bir yazının konusudur), diğer taraftan bölgede diktatörel rejimlere karşı direnen halkların öfkesini söz konusu diktatörlerin yanında İran’ın içine düştüğü mezhepçilik bataklığını iyi kullanarak İran’a çevirmeyi başardı. Ayrıca İslam ordusu, İslam işbirliği teşkilatı ve Arap Birliği gibi yapılar aracılığıyla bölgedeki Arap ve Sünni güçleri etrafında toparlamayı başardı. İran-Suudi Arabistan arasında bölge ölçeğinde çerçevesini çizmeye çalıştığım bu nüfuz çatışmasının en yoğun yaşandığı yerlerden biri Yemen’dir. Arap baharının Yemen’e ulaşması, Yemen’de Suudi Arabistan ve İran’ın rollerinin değişmesine sebep olmuştur. Yemen’de hakim olan 32 yıllık Ali Abdullah Salih rejimi ve Güney Yemen sorunun görece çözülmesi Suudi Arabistan’ın arka bahçesi olan bu ülkede Suudi Arabistan’ın nüfuzunu artırmıştır. Yemen’in stratejik konumu bu ülkeyi hem bölgesel güçler hem de küresel güçler için önemli bir konuma oturtuyor. Yemen petrol zengini Basra Körfezi ve Akdeniz’i dolayısıyla batıyı birbirine bağlayan Aden Körfezi ve Bab’ul Mendeb Boğazı dolayısıyla petrol ticaretinin kilit noktalarından biridir. Suudi Arabistan arka bahçesi olan Yemen’de bu kilidi elinde tutuyordu. Buna karşılık İran’ın, Arap baharı öncesi batı ambargosu yüzünden burada var olması neredeyse imkansızdı. İran’ın, Yemen’deki kozu Şii Husiler, hem Suudi Arabistan hem de batı tarafından baskı altına alınmıştı. 15 Şubat 2011 günü, Yemen’de Ali Abdullah Salih yönetimine karşı ilk protestolar başladığında Suudi Arabistan, açıkça Ali Abdullah Salih’in arkasında durdu fakat Yemen’de kendisine karşıt bir kamp oluşmasını engellemek için sorunu anlaşma yoluyla çözme yoluna gitti. Buraya kadar Suudi Arabistan halk direnişine karşı dururken Ali Abdullah Salih’in kontrolünden çıkması belki de İran tarafından ayartılması işleri tersine döndürdü. İran kontrolündeki Husiler 2014 sonlarında ordunun büyük kısmını kontrolünde tutan Ali Abdullah Salih ile ittifak kurarak 2015 Şubat’ında kar18 • Haziran’16

şı devrimle başkent Sana’yı ele geçirmesi, Suudi Arabistan’ı aslında başlangıçta karşısında durduğu Yemen halk hareketinin yanında konumlandırdı. Burada, yaşanan nüfuz çatışmasının temel argümanı mezhep gibi görülse de bunun salt bir mezhep çatışması olduğu düşünülmemeli. Zira Yemen’de Sünni olan Ali Abdullah Salih devrim öncesi savaştığı Şii Husilerle bir ittifaka gitmiş ve mezhep bağına rağmen Suudi Arabistan’ı karşısına almıştır. İran ise karşı devrimin başarı sağlamasında Husiler kadar önemli bir rol oynayan Ali Abdullah Salih ve onun kontrolündeki orduya destek olmakta tereddüt etmiyor. Husilerin Sana’yı ele geçirmesinden sonra İran cephesinden ilginç bir açıklama geldi. İran devrim rehberi Ali Hamaney’in danışmanlarından Ali Yunusi, yaptığı bir açıklamada, “İran, artık başkenti Bağdat olan bir Fars imparatorluğuna dönüştü” dedi. Bu söze çok büyük tepkiler geldi. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri İran’ın 4 Arap başkentini kontrol altına aldığı vurgusunu defalarca yaptılar ve nihayetinde bir koalisyon oluşturarak İran’a karşı Yemen’de savaş başlattılar. El-Cezire ve El-Arabiyya gibi Arapların ünlü televizyon kanallarında çıkan birçok analist o dönemde Suudi Arabistan ve körfez ülkelerinin Arap başkentlerini Fars işgalinden kurtarmak için Yemen’e operasyon başlattığını yüksek sesle söylüyordu. Nihayetinde Yemen’de Suudi Arabistan ve İran arasında ciddi bir nüfuz mücadelesi var. Bu mücadelenin sıcak bir savaşa dönüşmemesinin tek sebebinin Ortadoğu’nun içinde bulunduğu hassas durum olduğu kanaatindeyim. Her iki tarafın da hem mezhep hem de Arap-Fars vurgusunu yoğun olarak sembolleştirdiği bir ortamda İran ve Suudi Arabistan arasında Yemen’de başlayacak bir savaşın burada kalmayacağı ve tüm bölgeye yayılacağı muhakkak. İran ve Suudi Arabistan, Yemen’de salt bir mezhep savaşı değil mezhebin ve daha birçok şeyin araçsallaştırıldığı bir savaş veriyor. İran, savaşı bölgede mezhep bağıyla ilişki kurduğu gruplar ve bu gruplar vasıtasıyla bölgeye soktuğu askerler üzerinden verirken, Suudi Arabistan, bölgede İran’a karşı direnen yerel unsurlara yer yer mezhep yakınlığı yer yer Arap olmalarını araçsallaştırarak bu gruplara destek vererek sürdürüyor. Bu çatışmanın mezhep tonunun giderek koyulaştığı bir gerçek. Bunun sorumlusunun ise bütün argümanları boşa çıkınca mezhepçiliğe sarılan İran’ı yöneten mutaassıp Mollalar’ın politikaları olduğundan yana hiçbir şüphem yok.

Bir seyyahın gözünden “Mazlum Coğrafyalar” Adem Özköse ile Mazlum Coğrafyaları konuştuk. Röportaj: Dücane DEMİRTAŞ - Furkan GENÇOĞLU

A

dem Özköse hayatını İslam davası yoluna adamış, saçlarına aklar düşmüş olsa da ruhu halen genç olan ümmetin sürekli koşturan ağabeyi. Müslüman, eş, baba, gazeteci, seyyah... Türkiye zindanlarını da, Suriye zindanlarını da tecrübe etmiş başarılı bir dış haberler gazetecisi. 60 ve üzeri ülke gezmiş bir gezgin. Nice belgesel yapıma imza atmış bir TV programcısı. Söz direnişçilerde, seyyah, ümmet coğrafyası, cennete otostop ve son olarak rotamız alemi İslam kitaplarının yazarı. Gezmeye, görmeye, dertlenmeye nasıl başladınız? Benim gezmeye başlama hikayem okuduğum kitaplarla başladı.İslam dünyasına veya seyahata dair kitaplar beni henüz ufakken bambaşka diyarlara götürüyordu.Ve içinde bulunduğum –Çarşamba- şehrinin küçük bir hapishane olduğunu ve eğer gezip farklı diyarla-

ra gidersem o hapishaneden çıkabileceğimi ve ufkumun açılacağını yaşama dair hakikate dair gerçeklere daha fazla ulaşabileceğimi farkettim. İşte o dönemler kitap okurken masal dünyasında gibiydim, zamanla dertlerimiz, sorunlarımız şekillenmeye başladı. Ailemin önemi bu konuda büyüktür. Afganistan’ın, Çeçenistan’ın veya Bosna’nın konuşulduğu bir evde büyüdüm. Bosna savaşı sırasında 15-16 yaşındaydım. O zaman dünyaya bakışım değişti. Biz bir ümmetiz, bizim düşmanlarımız var ve bize zulmediyorlar düşüncesi kafamda şekillendi. Ve O zaman bir şeyler yapmam gerektiğini farkettim. Örneğin Bosna’ya savaşa gitmeye çalışıyordum o vakitler. İstanbul’da olan ağabeylerle bağlantılar kurmaya çalışıyordum. İstanbul’da okuyan ağabeyler Çarşamba’ya gelirlerdi ara ara. Onlara yalvarırdım beni Bosna’ya cihada götürün diye. Haziran’16 • 19


Karantina

Karantina 1-Ümmet arasında birlik yok. İstanbul’da bile bir cemaat yanındaki cemaat ile birleşemiyor. Sen eğer yanındaki cemaat ile bile birleşemiyorsan ‘Gazze’deki benim kardeşim’ diye bağırmak çok sloganik bir biçimde kalıyor. 2-Kim ne derse desin derin bir cehalet var İslam coğrafyasında. Mesela ben Afganistan’daydım. Okuma yazma bile halen problem oralarda. Siyasal anlamda da yıllardır batılılar bu bölgeleri yönetiyor. Yönetim anlamında da oldukça geriyiz.

Daha sonra arkadaşlarla bir tiyatro ekibi kurduk ‘Başak Tiyatrosu’ isminde. Bosna’da yaşananları anlatıyorduk tiyatromuzda. Karadenizde turneye çıktık ve kazancımızı Bosna cihadına yardım olarak gönderiyorduk. O yıllarda kurduğum hayallerim hep gezmek üzereydi. Ümmet coğrafyasının her köşesini gezip görmek istiyordum. Hayallerimde ısrarcı oldum ve peşine düştüm. Genelde insanlar belirli yaşlarda hayal kurar ve bir süre sonra bırakır ama ben hayallerimde ısrarcı bir adamım ve hayal kurduğum da gerçekleştirmek için elimden geleni yaparım. İnsanın kendini mensup hissettiği bir şey vardır, ben kendimi ümmete ait hissediyorum. Mensubiyet bir mesuliyet getirir netice itibariyle. Daha sonra İstanbul’a okumaya geldim. Gazetecilik bölümüne başladım ve gazetecilik hayatım böylelikle başladı. Dış haberler masasındaydım ve bu durum farklı diyarları gezmemde kolaylaştırıcı bir etkendi. Şimdiye kadar yaklaşık 60 ülke gezdim. ‘Ümmet Coğrafyası’ isimli kitabında çeşitli röportajlar var ve hep çeşitli mazlumiyet üzerine kurgulu. Ümmetin bu kadar mazlum ve mağdur duruma gelmesinin en önemli üç sebebi nedir? Yeni bir dünya savaşı yaşanıyor şu an. Adı konulmamış bir dünya savaşı. Biz de bu savaşa 20 • Haziran’16

şahitlik ediyoruz. Gazeteci olduğumdan dolayı görev yaptığım yerler hep kriz bölgeleriydi. Yani kitapta anlatılan bölgeler bir kriz durumu sonrası ulaştığım yerlere ait. Fakat ben ümmet coğrafyası denince sadece acının gözyaşının akla gelmesini doğru bulmuyorum. Biz ümmeti kan aktığı zaman hatırlıyoruz. Kısa bir süre rasyonel bir duyarlılık gelişiyor ve bir süre sonra tekrar pasif durumumuza tekrar dönüyoruz. Ümmeti sadece kanayınca hatırlamak uzun vadede bize hiçbir şey kazandırmaz. Mesela Mısır’da İhvanı örnek gösterelim. İhvan hangi dergiyi çıkarır, hangi gazeteyle uğraşır, tarihi nedir gibi özel bilgilere sahip olmamamız lazım.Şimdi Ümmet-i Muhammed 100 yıldır bir varolma savaşı veriyor. Osmanlının çöküş sürecinin başlamasının ardından İslam ümmeti dünyayı şekillendirme noktasında özne olma özelliğini kaybetti. Arap Baharı ile birlikte insanlar yüzyılların acısını büyük bir reaksiyon göstererek başlarında bulunan diktatörlerden çıkartmak istediler ve bir özgürleşme mücadelesine giriştiler. Batının şöyle bir dinamizmi var her türlü pozisyona göre siyasi hamle yapıyor. Batı yaşanan devrimleri sırasıyla çalmaya başladı. Mısır, Suriye ve belki Türkiye.. Bu duruma gelme nedenlerimiz çok fazla fakat ilk üç nedeni sıralamak gerekirse;

Yani İslam dünyasının bir yönetim modeli oluşturma noktasında sıkıntıları var diyorsunuz? Dünyanın en süper modelini de uygulasanız eğer uygulayanlar ahlaklı değilse o model çöker. Günümüzde süper bir İslam modeli var ama kötü yönetenler sayesinde berbat bir yönetim anlayışına dönüşüyor. Günümüzde müminlerin aklındaki ütopik İslam devleti tamamen Müslüman faşizminden ibaret. İnsanı geliştirmeye değil dayatmaya ve zorbalığa dayalı. Bu yüzden en temel nokta bence ahlak. Eğer ahlaklarımızı düzeltemezsek, dünyanın en süper teorik sistemini de getirsek sonunda çökeriz. Sadece konuşan insanlar değil nitelikli kaliteli müminler yetiştirmek, olmak zorundayız. Çünkü tarih boyunca hep yaşayanlar veya yazdıklarını yaşamlarıyla şahit kılanlar akılda kalmıştır. Onun için bu çok teorik tartışmalardan,yazılardan ziyade bizim ahlaka dönmemiz gerekiyor. İslam coğrafyası denilince akla hemen kan ve gözyaşının hâkim olduğu bölgeler geliyor. Peki, İslam coğrafyası sadece kan ve gözyaşından mı ibaret? Hayır. İslam dünyası sadece kan ve gözyaşı demek değil, zevkli bir dünya aslında. Batıda olmayan o farklılık, neşe, canlılık, insanilik bunlarda var. Mesela ben batıya gittiğimde bunalıyorum iki gün sonra ama Revalpin(?) dünyanın en kirli şehirlerinden birisidir belki ama ben acayip mutlu oluyorum. İşte o Raca pazarda milletin arasındaa o rikşalarla falan dolaşmak ya da milletin o kaos durumunu seyretmek. Dinamizm hala tüm renkliliği ile İslam dünyasında yaşıyor yani. Bir de çok farklı Müslü-

man topluluklar var. Eğer alemi islamın iyi bir takipçisiyseniz önce bazı şeyler parça parça gözüküyor. Önce kanı görürsünüz, sonra biraz daha ilerlediğiniz de kandan farklı şeyler görüyorsunuz. Bakıyorsunuz büyük bir İslam ülkesi var ve kan ise bu işin sadece bir parçası. Sizi eğlendirip, mutlu edecek ve vay be ben iyi ki bu ümmete aitmişim diyeceğiniz, size o duygu ve hissi bırakacak geniş bir hinterland var aslında. Mesele bunu keşfedebilmek. İnsan gibi aslında bizim İslam dünyası da. İnsan kendinde derinleştikçe çok farklı yönlerini keşfeder. İslam dünyası da böyle. Derinleştikçe çok farklı taraflarını görmeye başlıyorsunuz. Bir taraftan zaafları da var, bir taraftan çok olumlu yanları da var. Ama burada tavrımız da çok önemli. Ben teşhisimizi doğru yaptıktan sonra çok da olumsuzlukları konuşma taraftarı olan biri değilim. Şikayetten ziyade bu durumu nasıl düzeltebiliriz bunun derdinde olmamız lazım. Mesleğinizin gereğini yerine getirirken bir çok kez ciddi riskler aldığınıza, hayati tehlikeler atlattığınıza şahit oluyoruz. Bu bağlamda birebir içinde olup görerek yapılan gazetecilikle masa başı analizcilik bir midir? Duymak hiçbir zaman görmek gibi değildir arkadaşlar. Siz mesela Suriye alakalı elli küsür kitap, yüz küsür akademik makale okuyabilirsiniz ama Suriye’ye gittiğinizde okuduklarınızın çok da ötesinde farklı bir dünyayla karşılaşabilirsiniz. Ben aslında şunu yapmaya çalışıyorum. Mümin bir duyarlılıkla bir iş yapmaya çalışıyorum. Her ne kadar bunu tam anlamıyla yaptığımız söylenmezse de bunun çabası içerisindeyiz. Yoksa bu yaptıklarım gazetecilik için olsaydı şu an çok zengin bir adam filan olmam gerekirdi. Dedim ya bir şeye mensup olmak bir mesuliyet gerektirir. İnsanın nasıl vatanına ailesine karşı sorumlulukları varsa ümmetine karşı da sorumlulukları var. Beni asıl motive eden şey bu; “birilerinin sesi olabilir miyiz kaygısı”. Yazdığım kitaplarla çektiğim belgesellerle onun çabasını gütmeye çalışıyorum. Kudüs’e gittiniz mi? Kudüs’e benim gitmem yasak on yıl boyunca. Mavi Marmara’dan sonra bir yasak konulmuştu. Ama Gazze’ye ve Filistin’e gittim. Haziran’16 • 21


Karantina

Karantina Suriye kıyamını Filistin hassasiyeti üzerinden boğdurmaya çalışan bazı girişimler oldu bizim kesimde, bu konu hakkında görüşleriniz neler? Biz niçin bir ülkedeki insanların yanlarında oluruz? Mazlum oldukları için. Filistin’de öldürülenler de bizim çocuklarımız Suriye’de katledilenlerde bizim çocuklarımız. Bir coğrafyayı kutsayıp diğerleri bizi ilgilendirmez tavrı içine girmek Müslümanca değil. Bu insani bir durumdur. Mesela Roboski’de de insanlar katledilmişti. Eğer vicdanınız varsa bundan rahatsız olursunuz. Veya ben o Zaman gazetesi önünde yerlerde sürüklenen kadınları görünce ben rahatsız oldum. Arkadaşlar ben Müslümanlığın bir vicdan işi olduğuna inanıyorum. Ve Müslümanların dünyanın vicdanı olmaları gerektiğini düşünüyorum. Biz eğer aşırı ideolojik bir yüreğe sahip olup katılaşırsak yanlış yaparız. Sadece Müslümanların değil kim olursa olsun diğer insanlarında mağduriyetleri bizi rahatsız edip harekete geçirmeli. Böyle olursak ancak kazanırız. Filistin meselesinde tabi duyarlı olacağız. Kudüs bizim davamız, aşkımız, her şeyimiz ancak Suriye meselesinde ses çıkartmayıp Filistin Filistin diye bağırmakta bana samimiyetsiz geliyor açık söyleyeyim. Meselemiz insan arkadaşlar. Benim peygamberim “benim için bir insanın kanı Kabenin bütün taşlarından daha değerlidir” diyor ben böyle bir peygambere inanıyorum. Gençlerin Allah’a anlatacak hikayesi nasıl olmalı? Hayat bir hikaye ve biz öykülerimizi yazıyoruz.Önce çok temel şeylere gereken değeri vermeliyiz. Anne-baba, kardeşlerimizle,komşularımızla iyi ilişkilerimiz olmalı. Namazlarımızı düzenli ve özenli kılmalıyız. Gözlerimizi haramdan korumalıyız. İnsanlarla bağırarak çağırarak değil de güzel bir üslupla konuşmalıyız. İnsanlar bizi görünce iyiliği hatırlamalı, Allah’ı hatırlamalı. Böyle vitrindeki işlerden ziyade Allah’ın hoşuna gidecek işler yapmalıyız.Yani mesela insanlar genelde cenneti hep Gazze’de veya Filistinde sanıyor ama cennet bazen kendi annenin ayağının altındadır. İyi bir genç olmalıyız,kalbini,dilini,gözünü kirletmeyen... Bunları yaparsak bir şeyleri 22 • Haziran’16

başarabiliriz. Ondan sonra Gazze diyelim, Suriye diyelim tüm Ümmet-i Muhammed’i kurtaralım. Bazen bu kaçış olabiliyor adam sürekli ümmet ümmet diyor ama yakınındaki işcinin hakkını yiyor veya bir müslümanın yapmaması gereken ayak oyunlarını yapıyor, insanların kusurlarını araştırmaktan, açıklamaktan mutlu oluyor. Velhasıl önce ahlak ve maneviyat. Kendimizi düzeltmeden ümmeti düzeltemeyiz. Yanınızdan ayırmadığınız üç şey? Kuran, Kitaplarım, Harita Gezilerinizde özlediğiniz üç şey? • Çocuklarım • İstanbul • Akrabalarım ve ilgilendiğim gençler Gittiğiniz yerlerde pusulanız nedir? Öyle bariz bir pusulam yok. Genelde kafama göre takılırım. Kaç para ile yola çıkarsınız? Yoluna göre değişir. Fakat şunu ifade edeyim gezmek için öncelikli olan para değil aşktır. İlk zamanlarda gezilerimizi çok cüzi miktarlara gerçekleştirdim. Boşnakların dediği gibi “yol ile yolcu arasındaki en büyük engel kapının eşiğidir.” Defalarca esir düştünüz. Esaretin bedeli ne? Esaretin bedeli eğitimdir. Esaret insana çok şey öğretir. İyi ki gittiğim dediğiniz üç yer? • Gazze • Saraybosna • Afrika Gitmez olaydım dediğiniz üç yer? Batıya gittiğim zaman bunalıyorum açıkçası. Mutlaka gidin dediğiniz üç yer? • Filistin • Saraybosna ve Üsküp • Afrika

SÖMÜRGECİLİK, T YABANCILAŞMA VE KURTULUŞ Muhammed Salih DEMİRTAŞ

arihle ilgili bir genelleme yaparak yazıya başlamayı düşünüyordum; Tarih en genel manasıyla bir iktidar ilişkileri ağlarından oluşmaktadır, tarih hak ile batılın mücadelesinden oluşmaktadır veya tarih, sınıfların çatıştığı bir arenadır gibi. Fakat biraz çekindim. Aslında tarihin teorik olarak temellendirmesini güçlü bir şekilde yapamazsam da, tüm bunların iç içe girdiği karmaşık bir tecrübeler ağı gibi olduğunu belki söyleyebiliriz. Bu tecrübeler ağı bize, insanlığa dair kendi tecrübesi içerisinden bazı ilkeler çıkarmamızı sağlıyor. Vahiy geleneğinin bize öğretmek istediği şey aslında buydu. Biçimsel olarak olmasa da öz olarak sürekli tekrar eden olaylardan insana, topluma ve toplumsal ilişkilere dair problemlerin çözümünü değişkenlerle belirlemekle beraber, temel ilkelerini tarihin ve hayatın tecrübelerinden vahyin bize hatırlattığı biçimde ele almak gerekmektedir. İnsanlık tarihinin en kadim sorunlarından biri iktidar ilişkileri sorunudur. Mesele iktidarın kategorik olarak kendisi olmaktan ziyade, daha çok onunla kitleler üzerinde haksız bir tahakküm kurularak bir “sömürü” ve “zulüm” aracına dönüşmesidir. Kuran’da kendisine en çok yer ayrılan Musa (a.s) kıssasında anlatılan bölümlerde, firavunun bir çok yönden toplumu köleleştirmesi ve iktidarı toplumlar üzerinde bir tahakküm aracı olarak kullanması da bu çarpık iktidar ilişkilerini anlamamız için bize bazı ipuçları vermekHaziran’16 • 23


Karantina

Karantina

tedir. Bunun sonucu ise kişilerin emeklerinin, hizmetlerinin , kendilerine ait olanlarının ve umutlarının sömürülmesini doğurmuştur. “Sömürmek”, son 200 hatta 400 yıldır biraz da insanlığın tarihsel tecrübesinde güçlü bir şekilde somutlaşmış karşılığı olan bir kavramdır. Yalnız bu kavramı, sadece sınıfsal ilişkiler üzerinden değerlendirerek güya “Marksist” trend üzerinden ahkam kesmekten ziyade, “3. dünya” diye adlandırılan kaynakları ve halkları yıllarca sömürülen ülkeler üzerinden okuyarak anlamaya çalışmakta fayda var. Çünkü burada bir çok şey değişiyor. Burada altyapı ve üst yapı değişiyor. İlişkiler ağı sadece üretim araçlarının dağılımı olmaktan çıkıyor. Kavramların içerikleri değişiyor. Aslında Avrupa merkezli bakıştan çıkarak onun ürettiği bazı kavramlar kullanılsa da onlara farklı anlamlar yükleniyor. Kapitalizmin çıkarcı toplum yapısında kendini objeyle özdeşleştirmesi olan “yabancılaşma” (alinasyon), burada zihinleri ve algıları kendi toplumunun değerlerine “yabancılaşmış “ ve “efendisine” hayranlık duyan başka bir anlama da kavuşuyor. Bu beraberinde kişinin kendi toplumuna entelektüel yabancılaşmasını da getiriyor. Ne yazık ki, büyü o kadar sağlam ki, bu toplumların “elitlerinde” Batı’ya duyulan hayranlık alternatifsiz bir yaşam modeli ve dünya algısını tartışmasız kabul ediyor. Bu durum maalesef zamanla oluşan aşağılık komplekslerin ve “yabancılaşma” nın önce zihinsel 24 • Haziran’16

sonra fiziksel sömürünün (ya da tam tersi) yanında promosyon olarak sömürülen halkların kazanımlarıdır! Avrupa’da yetişen ama Avrupa merkezli düşünmeyen, sömürünün kendi halklarında psikolojik ve zihinsel olarak ne kadar derinlere işlediğini görebilen, kendi yerel kültürlerinden veya dinlerinden alternatif bir kurtuluş yolu çizmeye çalışan, Ali Şeriati’nin deyimiyle “Rûşen fikir”(aydınlar; onun entelektüel ve aydın ayrısında yapmış olduğu farka ithafen) olan insanlar bu sömürü karşısında gerek “şiddet” kullanarak, gerekse “fikir”leriyle mücadele etmişlerdir. F. Fanon bunlardan biriydi. Cezayir’de somut olarak vermiş olduğu mücadelede toplumun bazı geleneksel unsurlarının nasıl direnişin sembolü haline geldiğinden bahsetmektedir. O, J. P. Sartre’dan yazı yazmasından ziyade Cezayir’deki duruma dikkat bir eylem yapmasını istiyordu. Aynı şekilde Ali Şeriati, Batı’da hayatlarını ve varlıklarını zorbalık, çıkarcılık ve sınıflar arası ilişkiyle mücadeleye adadıklarını söyleyen büyük düşünürlerin bir çoğunun 19. yüzyıl Fransız işçilerinin direnişlerine, medenî Avrupa’nın pençesinde savunmasız bir şekilde kalan Asya ve Afrika milletlerinden daha fazla teveccüh göstermelerini çok sert bir dille eleştirerek samimi olmadıklarına dikkat çekiyordu. Yine F. Fanon “Yeryüzünün Lanetlileri” kitabında sömürgelerde alt yapının aynı zamanda üst yapı olduğunu, idareci kesimin “başka” bir diyardan gelen ve sömürge insanına benzemeyen veya onlardan gelse bile zihni ve değerleri onlardan olmayan insanlardan teşekkül ettiğini, Hıristiyan misyonerlerin zafer bildirilerinin sömürge insanı özündeki yabancılaşma nedenleri hakkında bilgi verdiğini, sömürüde bulunanın beyaz kilise olduğunu ve onun Tanrı’nın yoluna değil “beyaz efendinin” yoluna çağırdığını ifade ederek, dikkatleri çekmeye çalışıyordu. Aynı zamanda Fanon siyaset teorisinde, olguların yorumlanmasından, “ yabancılaşmayı” ortadan kaldırma olanaklarını ve şartlarını temin etmek zorunda olan özgürlük bahşedecek sert bir mücadele yapılmasının zaruretine ulaşır. Çünkü özgürlüğün “efendi” tarafından verilmesi de bir anlam ifade etmiyordu. “Efendi” tarafından bahşedi-

len “özgürlük” sadece üzerine maske giydirilmiş ve psikolojik alt yapısında hala “efendinin” üstünlüğünü kabul eden pasif bir kabullenişten başka ne olabilirdi ki? Toplumların sömürülere karşı direnişi kendi öz benliklerini ve değerlerini Avrupa insanının öğrettiği şekilde değil, kendi tanımladığı ve anlamlandırdığı yeni bir dünya algısında şekillenmeye başladı. Bu sadece siyaset arenasında karşılık bulan bir arayış ve uyanışla sınırlı değildi. “Sömürgecilik ve Yabancılaşma” kitabında Renat Zahat, özelde Afrikalıların Avrupa dillerini zamanla benimsediğini fakat bununla beraber kelimelerin geleneksel anlamlarının yeni anlamlar kazanmakta olduğuna değinirken, “zenci” şiiri ile “sürrealizm” arasındaki ilişkinin rastgele bir ilişki olmadığını ve onunla kişiden kişiye değişen (bununla ilgili kitabında örnekler bulabilirsiniz.) ideolojik yönden yüklü kavramların , eski anlamlarını kaybedip farklı bir kelimeler havuzu içinde tekrar oluşturulması aslında sömürgeci diliyle anlatım zaruretinin, nasıl bir erdemle neticelendiğini ifade etmektedir. Batı’nın yaşamış olduğu tarihsel tecrübede din, genel olarak daha çok statükonun müttefiki gibi kabul edilse de; gerek Latin Amerika’da, gerek Afrika’da ve gerekse İslam ülkelerinde bir kurtuluş teolojisi olarak tekrar canlanabiliyor. Geleneklerdeki motifler direnişlerin sembolü haline dönüşebiliyor. İşte tam burada bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz; kurtuluş teolojisinin kaynağı olan din ve başkaldırı için sem-

bolleşen gelenek, halkın iktidara gelmesinden sonra ne yapacak; yeni statükonun bir müttefiki olup, yerel sömürünün başladığı başka bir evreye mi geçecek yoksa dinamizmini koruyacak mı? Evet post-kolonyalizmde ve Batı merkezli olmamaya çalışan bakışlarda rasyonalizmin eksikliğine dair tenkit, sömürgeciliğin inkar ettiği maziye özlem ve ırkçı hor görmelere bir başkaldırı var fakat ya sonra ne olacak? Tabi bu soru günümüzde yaşanan resmî olmasa da fiilî sömürgeler için erken bir soru olabilir. Fakat “hani soğanımız, sarımsağımız” diye yakınmaya başlayan, gırtlağını ve çıkarlarını hürriyetinden daha fazla önemseyen Musa’nın kavmi gibi 40 yıl Sina’da gezinmeden önce bu probleme dair yeni bir şeyler üretmek, sömürgeden kurtulmuş devletlerin değil, halkların bir ödevi olsa gerek. Çünkü onlar benliklerinin tarihsel tecrübelerinin derinliklerinde ve iç güdülerinde, derin irfanî geleneği harekete geçirebilecek potansiyele her daim sahiptirler. Son olarak, amacım Batı üzerinden bir karşıtlık geliştirmek ve günah keçisi yaratmaktan ziyade Batı merkezli bakış dışında, toplumların kendilerini fark etmesi ve anlamaya çalışmasına vurgu yapmaktadır. Yani öznelerden ziyade öznelerin sömürgecilik üzerinden ilişkilerine dair bir dikkat çekmedir. Sömürgeciliğin başlıca hedefi ise umutları kırmak, umut oluşturabilecek herhangi bir hareketi etkisiz hale getirmek ve sonra “yabancılaştırmaktır”, gerisi zaten kendiliğinden gelir. Frantz Fanon

Haziran’16 • 25


Gündem

Gündem

Cami Jandarmalarına Hayır! Vahap YAMAN

O

kulların kapanmasıyla milyonlarca çocuk 3-4 aylık bir tatil dönemine girecektir. Yıl içerisinde yoğun bir eğitim ve öğretim çalışmasından geçen öğrenciler, aileleri tarafından kimi tatil bölgeleri diye adlandırılan yerlere, kimi köylerine, kimi sokaklara, kimi herhangi bir işte çalışmak üzere işyerlerine gönderilmektedir. Ben tatil kelimesini inceleyerek yazıma başlamak istiyorum. Tatil ne demek? Daha küçük yaşlarda çocukların kafalarına yılın belirli gün ve aylarını tatil yaparak, hiçbir iş yapmadan boşa geçirmek fikrini aşılamak ne kadar doğru? Çocuğa boş vakitlerinin olabileceği, hayatın bir bölümünün boş geçebileceği temasını işlemek ve öğretmek ne kadar isabetli? Daha çocuk yaşlarda zihnine kazınan boş zaman ve tatil kavramları ileriki yaşlarda da bazı zamanların çalışmadan boşa geçirilebileceğinin düşünülmesine sebep olmaktadır. Milyonlarca insanın sokaklarda amaçsız, hiçbir iş yapmadan, halk arasındaki tabirle bir baltaya sap olmadan sokaklarda dolaşmasını hep birlikte görmekteyiz. Dikkat edin çocuğa tatilde ne yapacaksın soruları sıkça sorulmaktadır. Çocuk da sinemaya gideceğim, gazeceğim, eğleneceğim. Bilgisayar ve tablet oynayacağım cevaplarını vermektedir. Elbette yıl içerisinde yoğun geçen bir okul ha-

26 • Haziran’16

yatı çocuklarımızı yormaktadır. Oyun onların en tabii hakları, tabiki oynayacaklar. Dinleneceklar. Ancak okul dışında çocuğu eğiten, öğreten, disipline eden, biçimlendiren, bilgi birikimi edinmesine yardımcı olan bir hayat var. Diyeceğim o ki, tatil kelimesi ile çocukların hayat derslerinden uzaklaşmasına, hayatı tanımadan büyümesine sebep olmayalım. Gelişiminin en uygun döneminde çocuklarımız, mahalleyi ve mahalleliyi, camiyi ve cemaati, çiçeği ve hayvanı, çevreyi ve tarihi mekanları, denizi ve ormanı, kuşu ve balığı, yaşlıların elinden tutmayı, fakir ve yoksula yardım etmeyi, hasta ve hastaneleri, dini ve milli kimliklerini unutarak büyümesinler. Tatilde de öğrenilebileceğini, hem gezip, hem de bilgilenebileceğini, hem oynayıp, hem de camilerde dini bilgilerini artırabileceğini kısaca okul dışı günlerini de bölümleyerek sürdürebileceğini öğrenmesi gerekir. Bırakın okulların kapatıldığı dönemi okulların açık olduğu dönemleri bile planlamak gerekir. Ben kendimden bir örnekle konuyu geliştirmek istiyorum. Torunlarımın –yaşları 5 ila 10 arasında- pazar günlerini onların istekleri doğrultusunda birlikte planlıyoruz. Pazar günleri bizim tiyatro günümüzdür. Camide cemaatle toplu ibadet günümüzdür.

Yine bir Pazar günü ilçemizdeki tiyatro sergilenen okula gittik. Birlikte abdest aldık. Öğle namazımızı kılıp, tiyatroya geçeceğiz. Oyunun başlama saatini beklerken öğle namazını kılmak için girdiğimiz camide bizim gibi tiyatroya gelen başka büyükler ve çocuklar da vardı. Çocuklar büyüklerle beraber namaz kılıyorlardı. Tabiki bir süre sonra namazı terk edip koşmaya, gülmeye, caminin içerisinde oyun oynamaya başladılar. Biz büyükler namazlarımızı eda ederken çocuklar da cami içerisinde koşuyor, sesli konuşuyor, gülüşüyorlardı. Çocuk sesleri arasında, cami içerisinde kaba bir ses çocuklara bağırıyordu. Koşmayın, oturun, yapmayın, inin türünden pek hoş olmayan, kızgın, itici bir ses tonuyla aklınca çocukları uyarıyordu. Çocuğun büyük olamayacağını, çocuk gibi davranacağını fark edemeyen bu kötü sesin sahibi, kendisi çocuklaşıyor, çirkin bir sesle o narin çocuk seslerini bastırmaya çalışıyordu. Çocuklar bir anlık sinmişlerdi. Hatta bazıları da korkmuştu. Bu ve buna benzer kendisini cami jandarması zanneden bazı sevimsiz ses sahipleri çocukları camilerden soğutmakta, namaz kılanların kızgın, öfkeli insanlar olduğu imajını vermektedir. Bu insanlar ALLAH’ın evini çocuklardan korumak iddiasındadırlar. Ne kadar komik bir savunma değil mi? Ey büyükler! Cami jandarması olmaktan kurtulun, camiye gelen miniklerin korkulu rüyası olmaktan çıkın. Allah’ın evlerini çocuklara yasaklamayın. Çocuklara bağırarak onları korkutmayın. Ceplerinizde şeker olsun, çikolata olsun, sakız olsun, balon olsun. Elleriniz, çocuk başı ve yanağı okşayan pamuk eller olsun. Dilleriniz ve sözleriniz yumuşak ve kuşatıcı olsun. Ayrıca Allah’ın huzuruna durduğunuzda dışarıdan gelen sesleri duymayın,

yüce yaratıcımızla bağlarınızı iyi kurun ki, kulluğunuzun güzelliği ortaya çıksın, yakarışlarınızın karşılığı iyi olsun. Camilerimizi daha çok çocuk sesleri ile, daha çok çocuk duaları ile çınlatabilmek için çabalamamız gerekirken onlara bağırmayalım. Camide namaz kılarken arka saflarda gülüşen, koşturan çocuk sesleri yoksa gelecek nesiller adına korkmamız gerektiğini unutmayalım.

SÖZ GÜÇTÜR, GÜZEL SÖZ DAHA GÜÇLÜDÜR! Güzel sözlü olmak ve güzel sözün gücünden hem cami, hem de cami dışındaki uyarılarımızda istifade edenlerin olacağını düşünmek birincil görevimiz olmalıdır. Sesimiz yumuşak bir ses olsun. Yumuşak sözü, sert ve kaba bir tazda söylemekle kazanacağımız herhangi bir şey yoktur. Hele hele çocuklara yapılan sert ve kaba uyarılar onların zihin dünyasında telafi edilemeyecek sıkıntılar doğurur. Halbuki uyarılar, ders çıkartmak, ibret almak, yapılan yanlışları bertaraf etmek, karşımızdakileri düzeltmek amaçlı yapılırsa daha anlamlı olur. Tam tersi kötülükler de güzel, cezbedici, yumuşak bir uslupla anlatılmamalıdır. Kötülüğü güzel sunmak çok tehlikeli bir anlatım şeklidir. Sözün yumuşaklığının cazibesi kötülüğün meşru olarak algılanması sonucunu doğurabilir.

Haziran’16 • 27


Gündem

Gündem Böyle bir yaklaşımdan kaçınmak gerekir. Kötülükler imrenme ve meyletme duygularını artıracak bir uslupla anlatılmamalıdır. Çocuklarımız, yaratılışı gereği, samimi, saygılı ve kendisini rahatsız etmeyen, alçak gönüllü bir üslupla söylenen söz ve uyarının etkisi altında kalır. Sevgi dolu, bir üslupla konuşmak, çocuklarımızda olumlu etki uyandırır. Allah’a camiye, cemaate, dine daha olumlu bakarlar. Bu yaklaşım tarzı iyiliklerin ve dostlukların çoğalmasına zemin oluşturur. Güzel sözün cazibesiyle, çocuklarımızla güzel dostluklar kurmak ve tebliğde güzel sözün başarısını yakalamak dururken jandarmalığa ne gerek var. Niye buradan konuya girdim. Okulların kapandığı yaz aylarında çocuklarımızın üç aylarını planlayalım. Okulda öğrendikleri bilgilerin üzerine hayat boyu lazım olacak dini bilgilerini alabileceği camilere ve yaz Kur’an kurslarına göderelim. Dini eğitimin, çocuklarınızın düzgün bir kimlik kazanmasını ve sürekli iyilik üzere doğru değişmesini sağlayan bir eğitim tarzı olduğu unutulmamalıdır. Dini ritüellerle beslenen çocuklarımız, aile ve toplum içerisinde doğru yolu iyi tarif edilmiş ve doğru yolda dosdoğru yürümeye alıştırılmış çocuklarımız, gelecek için birer teminattır. Kur’an; inanç kurallarını, tevhidin esaslarını, ibâdetleri, ahlâki prensipleri, aile ve sosyal hayatı inşa eden kuralları, varlıkların yaratılış sebeplerini, geçmiş milletlerin hayat hikayeleriyle insanın aydınlanmasını bildiren bir kitaptır. İyilik ve güzellikleri cennet tasvirleriyle süsleyerek cazip bir üslupla anlatan Kur’an bu anlatımlarla yeni bir kimlik, yeni bir insan inşa etmeyi teklif etmektedir. Yaz okullarında dini eğitim verenler, dini bilgilerin iyi ve düzgün kimlikli insanlar yetişmesindeki tavsiyesine uygun bir eğitimi hedeflemelidir. Çocukları korkutmadan, ürkütmeden, Allah’ı sevmeyi, cenneti güzel ve cezbedici üslupla anlatmaya özen göstermelidir. Henüz ergenlik ve sorumluluk dönemine girmeyen çocuklara cehennemi, cezayı, Allah’ın inanmayanları yakacağını anlatmaktan sakınıp, inananların cennetle ödüllendirileceği ve cennet hayatı anlatılmalıdır. Ayrıca anne babaların da, camilerde verilen eğitimle elde edilmek istenen iyi insanlar yetiştirilmesi hedefine ulaşmak için, katkıda bulunması 28 • Haziran’16

gerekmektedir. Çocukları düzenli olarak camilere ve dini bilgilerin verildiği mekanlara yönlendirmeli ve göndermeli ve götürmelidirler ki, çocukların değişiminde kendi katkılarının sağladığı başarının keyfini ve lezzetini yaşamanın mutluluğunu görebilsinler.

EBEVEYNLİK HAKLARINIZI YERİNDE VE İYİ KULLANIN! Yaz aylarındaki cami ve Kur’an öğreten merkezlerdeki çocuk sayısı ile okullardaki çocuk sayısını karşılaştırdığınızda çıkan durumu anne babalar iyi gözlemlemelidir. Çocukların okul eğitimlerini nasıl önemsiyorsak, onların dini eğitimlerini tamamlaması için yaz aylarında da camilerdeki Kur’an ve islami bilgiler derslerine de göndermeyi ihmal etmeyelim. Ayrıca evlerimizde, camilerdeki aldıkları eğitimlerini kontrol etmede ihmalkar davranmayalım. Çocuklar kendisine lazım olacak, okul derslerinin yanında, ömür boyu uygulaması gereken bilgileri içeren dini bilgileri de zamanında ve yerli yerince edinmeleri gerekir. Bu bilgiler, çocukların ruhlarının gıdalarıdır. Her aile çocuklarının bedeni gıdalarını düzenli verirken, ruhlarının gıdaları olan dini bilgilerini de yaşlarına uygun biçimde kazandırmalıdırlar. Sizlere bir hatırlatmam olacak. Her anne baba, çocuklarını okula göndermek için, sabahın erken saatlerinde büyük bir titizlikle onları okullarına hazırlansınlar diye uykularından kaldırmaktadır. Şimdi bir soru: Aynı anne baba okul zamanındaki hassasiyeti yaz okullarına ve camilere göndermede neden göstermez. Çocuklarını sabahları okul için kaldıran anne baba, acaba sabah namazı için neden kaldırmaz? Namaz saatinde, biraz daha uyusunlar dediğiniz çocuklarınıza, anne baba olarak en büyük kötülüğü yapıyorsunuzdur. Okula giderken uykudan kaldırdığın çocuğunu namaza kaldırmıyorsan kendini sorgula. Çocuğunu kendi suçuna ortak etme. ALLAH’ın en iyi şekilde koruman için sana emanet ettiği çocuğuna ve emanet eden yüce yaratıcımıza ihanet etme. Çocuğunu biçimlendirmek için de önüne yaz aylarında bir fırsat çıkmaktadır. Okulların kapanmasından sonra çocuğunun dini bilgilerin verildiği camilere ve farklı mekanlara gönder.

Eğer dinin çocuğunun hayatını inşa etmesini savsaklarsanız, daha zamanı var, acele etmeyelim derseniz çocuğunuzun ve sizin canınızın yanacağı günlerin sizi beklediğini unutmamanız gerekir. Sizin daha zamanı var diye bıraktığınız boşluktan, yalan ve güvensiz bilgilerin dolaştığı sosyal medya denilen bir canavar içeri girmektedir.

Çocuğunu sadece dinden haber olanlardan olsun diye yönlendirme. Dinden haberdar olmak başka, dindar olmanın başka olduğunu unutma! Çocuğuna, dindar olması ve dini yaşaması için dini öğret! Rotası belli olmayan geminin gideceği yer ve limanın neresi olabileceğini herkes bilir. Yaz aylarında çocuklarını rotasız bırakma. Din hayatın mimarıdır. Hayatı şekillendirmektedir. Dini, senin ve çocuğunun hayatını imar etmesine sürekli izin ver.

AH VAH DEMEMEK SENİN ELİNDE! Eğer dinin çocuğunun hayatını inşa etmesini savsaklarsanız, daha zamanı var, acele etmeyelim derseniz çocuğunuzun ve sizin canınızın yanacağı günlerin sizi beklediğini unutmamanız gerekir. Sizin daha zamanı var diye bıraktığınız boşluktan, yalan ve güvensiz bilgilerin dolaştığı sosyal medya denilen bir canavar içeri girmektedir. Sosyal ve sanal medya diye tarif edilen, modern köleleştirme araçları çocuklara, özgürlük adı altında, sorumluluktan uzak, istediğini istediği zaman yapan, hesap vermeyen, sosyal ilişkilerini ve arkadaş çevresini sadece kendisinin belirlediği ve hiçbir sınırı olmayan, hayatı sadece sanal ortam zanneden, anlık zevk ve eğlence düşkünü, başarıyı zahmetsiz elde etmek isteyen, sorunlu ama sorumsuz, geleceğini sadece para kazan-

mak olarak planlayanlardan olmalarını önermektedir. Bunda da maalesef başarılı olmaktadır. Sanal dünyanın kurbanları olan çocuklar, modern ve özgür bir hayat diye kendilerine sunulan, seküler hayat tarzı ile, aileden gelen dini kültür ve geleneklerin çatışmasını yaşamaktadırlar. Aşağıda belirtilen hususlar sanal dünyanın takipçilerinin sergilediği davranış şekilleridir. Çocuğunda var mı? Test et. duyarsız, bireysel ve tekil takılmayı seçmiş, hayatta hiçbir iddiası olmayan, kimseye yardım etmeyen, kimseden yardım da istemeyen, gücünün farkında olmayan, iradesini kiraya vermiş, şehrin sokak ve caddelerine karışmaktan korkan, suyun ve kuşun sesine, ezanın çağrısına kulağını tıkamış, tabiatın ve hayatın güzelliklerini göremeyen, kendisini uyaranı ya duymayan, ya da uyarıcıya direnen, hiddetlenen, doğru yanlış nedir diye aramayan, düğünde sevinmeyen, ölümde üzülmeyen, akrabalarını tanımayan, anne babayı para basma makinesi gören, duruşu ve çizgisi oluşmamış, kirli ve salaş bir tarzı benimsemişse Haziran’16 • 29


Gündem

Gündem

Bu Bir Özeleştiridir Vefa GÜZEL

B

bunları tamir etmek için dini hayatı öğretmek için camilere çocuğunu göndermeyi ihmal etme. Doğurduğumuz çocuklarımızın ruhlarının terbiye edilmesini kendimiz sağlayalım. Hayatı tarif ederken, doğru tarif edelim. Büyükleri tarafından yolu iyi tarif edilen çocuk her şartta kendisini yeniler. Yanlış yola yönelmişse bile zararın neresinden dönülürse kar olduğunu bilir. O halde hemen yaz aylarında yolu iyi tarif edecek yerlere göndererek iyi tarif edilmiş yolda nasıl davranılacağını öğrenmelerine yardımcı olalım. Çocukların İslami düşünce tarzına kavuşmalarına destek vermenin, onların İslami hayat tarzını yaşamalarına yardımcı olacağını unutmayalım. Hakkı, adaleti, iyiliği ve ibadet ölçülerini çocuklarımıza zamanında öğretmeli ve “hayırlı nesil” olabilmeleri ve çocuklarda mümin ahlakını inşa etmek için, eğitimlerine zaman ayırmalıyız. Çocuğun eğitimi, eğlencesi, sağlığı, oyunu, çocuk ve insan fıtratına uygun tarzda planlanmalı ve yürütülmelidir. Yaşına göre dini bir eğitim verilmelidir. Vahiyle ve sünnetle tarif edilen ve belirtilen insan inşası çalışmalarını savsaklanmamalıdır. Hareket noktamız kendi değerlerimizle çocuk eğitimini nasıl yapacağımıza kafa yormak ve çocuklarımızın iyi insanlar olmalarını sağlamak için çabalamak olmalıdır. 30 • Haziran’16

GELECEK, GÜNÜN İNŞA EDİLMESİYLE GÜZELLEŞİR! Kendi geleceğinin, çocuklarının geleceğinin, toplumun geleceğinin senin nezdinde bir yeri var ise; kendinin ve çocuklarının bu gününü ihmal etme! Bu günü unutma! Bu günün gereğini yap! Çocuklarını eğit, eğittir, terbiye et! Çirkinliklere karşı duyarlı olmalarını öğret! Güzel insanlarla arkadaşlık yapmalarını sağla! Cami ve cematle tanıştırmada geç kalma! Camide çocuklara bağırıp, çağırıp, kızanlara, çocukları camilerden kovanlara, onları azarlayanalara mani ol! Camilerin jandarmaya ihtiyacının olmadığını, dolayısı ile cami jandarmalığına soyunmamalarını hatırlat. Çocuklarını hiç ama hiç ihmal etme! Anne baba tarafından ihmal edilen çocuklara kural öğretenlerin başkaları olduğunu unutma! Eğitip ilgelenmediğin çocukların gelecekte senin çocuklarının olamayabileceğini daima hartırla! Kendini aldatarak çocuklarına dini bilgileri aktarmada geç kalma! En kötü şey insanın kendisini aldatmasıdır. ALDANMA!

ilim inkilaplarından sonra dünyada batıya yönelik hayranlık onun azgınlığını artırdı. Öyle ki boyutuna bakmaksızın din ile kendini yarıştırıp (haşa) kendini galip gösterme durumuna dahi itibar buldu. Zira fiziki ilimlerden verdiği somut yasalarla metafiziği alaşağı etmesi modern devrin akıl ve mantığına (!) gayet de uygundu. Oysaki bunu kanıksayan modern insan vahiyden arınmış aklın çok azının kullanılabileceğini tahmin bile edemiyordu. Modernin ve bilimin temsilcisi batının kirli yüzü salt felsefesiyle sınırlı kalmıyordu elbette. Bunun yansıması insanları ve onların zihinlerini köleleştirerek vuku buluyordu. Tarih boyu ve dünyanın farklı coğrafyalarında insanlara kimi zaman ‘demokrasi’, ‘özgürlük’ getirmek, kimi zaman güya yoksullukla mücadele etmek, kimi zaman kendini savunmak bahanesiyle, kimi zaman da ‘yavuz hırsız’ tavrıyla arsızca saldırarak işgal etmişti. Ve nedense dünyanın geri kalanında “batı yaptıysa doğrudur” algısıyla sessizlikle karşılanmıştı. Aynı batının süslü takma tırnağına bir zeval gelecek olsa

yaygara koparıp, kendine tonlarca yandaş çekip bununla da saldırganlığını körüklemişti. Bunlar devam ededursun, bir yandan da hem fiilen işgal ettiği topraklarda hem de fiilen giremediklerinde dahi; ırk ve dil asimilasyonu ve en önemlisi din/ahlak/maneviyat tahribatı yapmıştı. Bize ait olanların bize mesafesini her geçen gün artırarak uzaklaştırmıştı. Buraya kadar tamam. Hırsız (batı) suçludur elbette ama kapısına kilidi güzelce vurmadan yastığa başını koyan ev sahibi de sütten çıkmış ak kaşık sayılmaz. Şüpheliden kaçınma sünnetini icra edemeyen müslümanlar batının yasak meyvelerinin topraklarına girmesine mani olamadı. Şükür ki Medeniyetsiz bir uygarlığın kimseye faydası olmadığı, işgal edilen zihinlerin üretim yapamadan tükettiği görülünce anlaşıldı. Modernin karşılık bulamadığı, çözüm üretemediği, yetersiz kaldığı dönemlere geldik. Artık batının kendi söküğünü dikemediğini gören Müslüman gençlerin uyanış arzularının ihlasla pratize edildiği zaman prangalarımızı kıracağız inşallah.

Haziran’16 • 31


Gündem

Gündem

Bu Devirde Köle mi Kaldı? Rabia AKTAŞ

“Fakat o sarp yokuşu göğüsleyemedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bileceksin? O köle âzat etmektir.” Beled sûresi (90), 11-13 Âyet-i kerîmede geçen “akabe” kelimesi, engin bir vadiden yüksek bir dağa doğru çıkan sarp yokuş anlamına gelir. Hayır yapmak, özellikle bir insanın canını kurtarmak ve her türlü hürriyetten mahrum olan bir köleyi hürriyetine kavuşturmak hiç de kolay bir iş değildir. Onun için bu büyük hayrı başarmak, sarp bir yokuşu göğüsleyip onu aşmaya benzetilmiştir. İnsan olmanın aslı ve esası, insanca bir hürriyete sahip olmaktır. İslâm´ın en yüce gayelerinden biri, bütün insanları kula kul olmaktan kurtarıp Allah´a kul yapmaktır. İmam Nevevî´nin cihad bölümünün hemen peşinden bu bahsi getirmesi derin bir kavrayış ve anlayışın, bir incelik ve zerafetin eseridir. Çünkü insanın hürriyetini kaybettiği ve esir düştüğü alan daha çok harp meydanlarıdır. Hür olan ve insan onuruna yakışır bir hayat sürenler, kendi hemcinslerinin esir ve köle olarak yaşamasına rıza gösteremezler. Bu sebeple İslâm bir takım cezaların ve suçların keffâreti olarak köle âzat etmeyi şart koşmuştur. Riyazüs Salihin’de böyle bir açıklamanın ardından hadisler geliyor. 32 • Haziran’16

· Ebû Hüreyre radıyallahu anh´den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kim müslüman bir köleyi âzat ederse, Allah Teâlâ onun her uzvuna karşılık âzat edenin bir uzvunu cehennem ateşinden kurtarır. Hatta üreme uzvuna karşılık üreme uzvunu da ateşten âzat eder.” Buhârî, Keffârât 6 · Ebû Zer radıyallahu anh şöyle dedi: – Yâ Resûlallah! Yapılan işlerin hangisi daha faziletlidir? diye sordum, – “Allah´a iman ve Allah yolunda cihad etmek” buyurdu. – Hangi köleyi âzat etmek daha faziletlidir? dedim, – “Sahibi yanında en kıymetli ve fiatı en yüksek olanı” buyurdular. Buhârî, Itk 2 Ayetlerde ve hadislerde bu kadar övülen, sahabenin bu kadar önemsediği ve yapmakta yarışa girdiği bu ameli, bugünün Müslümanı nasıl yapabilir? Bugün kölelik yok ki? Nasıl bir köle bulayım da cennet hayalleri kurayım? Başka bir baskıda bu hadisin açıklaması şöyle veriliyor, hadislerde geçen rakabe tabiri, aslında boyun anlamına gelir. Böyle denilmesinin sebebi, kölenin mânen boynundan bağlanmış gibi olduğuna işaret etmek içindir. Bugün de

bağımlılık diyebileceğimiz hastalığa kapılmış kişilerin kurtarılarak bağımsızlığa kavuşturulması gerekir. Bugün insanların çeşit çeşit bağımlılıkları vardır. Bunlar açıklamada yoksulluğun tutsaklığı, büyük borç, siyasi tutuklu olma, Müslüman olması üzerine terörist sayılanlar vs. diye geçiyor. Ancak Fahreddin Razi bunu çok güzel bir biçimde “İnsanoğlunun tüm boyunduruklarından kurtarılması” olarak yorumluyor. Bu boyundurluk, bu tutsaklık, bu zincirler sosyal, ekonomik veya politik biçimlerin hepsini kaplıyor. Bu açıdan bakıldığında ümmetin bağımlılık zincirlerinden arındırılması gerekiyor. Ümmet tutsak! Neye mi? Korkuya, kaygıya, dünyaya, teknolojiye, düşmana…! Her birimizin farkında olduğu veya olmadığı onca bağımlılık, boyundurluk. İşte bunların hepsine yine bizim el atmamız lazım. Sadece madde bağımlılığı gibi bir bağımlılıktan bahsetmiyorum. Elbet onların da elinden tutmak gerekiyor. Ama ümmete bakıldığında, pek çok açıdan gruplara bölünüp bu tutsaklıklara el atmak gerekiyor. Bunu da yine kişinin eğitim aldığı dal veya ilgi duyduğu yön olarak ayrıştırabiliriz. Sürekli ben kimim ki, ne yapabilirim ki diyoruz. Ne yapabilirsiniz biliyor musunuz, önce siz bu zincirinizi bir kenara atabilirsiniz. Psikoloji mi okudun, o zaman korkularının tutsağı olmuşlara sarıl. Diyetisyen misin, o zaman midesinin esiri olmuşlara koş. Öğretmen misin, aman benden geçti diyenleri silk. Emekli misin, kahvede çürüyenlere nefes aldır. Yeter ki ayağa kalk.

Hani derdimiz bir hadisi hatırlayıp, bir sünneti yeniden ihya etmekti, işte büyük fırsat! Hala bir köleyi azat edebilirsin ve cehennemi kendinden uzaklaştırabilirsin. Hem de uzuv uzuv… Sarp yokuş kadar zor olacak! Hangi bağımlılık bir kere de alınır, hangi tutsaklık bir an da sıyrılınır? Ne yapacağım, nereden başlayayım demeyi bırak ve yanındaki çocuğun tabletine el at. Ne oynuyor, neler yönetiyor aklını, onun ellerini kurtar teknoloji düşmanından ve teknolojiyi esir etmeyi öğret ona. Yoksa ümmetin her bir beyin snapsı tek tek zincirlenecek, hepsi bağlanacak, bir bir tutsaklaşacağız. Zaten uyuyoruz ve uykumuz epey ağır. Öyle bir seslenişte kalkacak gibi değiliz. Ama sen bir köleyi azat ediyorsun efendi, o gözle yol al! Önce kendine bak ve bağımlılıklarını gözden geçir. Vazgeç! Vazgeçmeyi öğren önce, nasıl bir yol olduğunu öğren, tat. Ancak yıllarca önce kendim deme. İnan ümmetin sana ihtiyacı var. Şimdi, sen hangi boyundurluğu seçiyorsun? Emperyalizm mi? Kapitalizm mi? Televizyon mu düşmanın, yoksa alışveriş merkezleri mi operasyon alanın? Ey Müslüman, planın ne senin?

Haziran’16 • 33


Gündem

Gündem

Ramazan Kulluk Merceği

Yusuf Talha AVCI

R

ecep ve Şabanı mübarek tarif, “ancak uygun diyet listesiykılan ve bizi Ramazana le, ramazan kazasız belasız geçiBizlere düşen görev, ulaştıran Rabbimize hamd edirilebilir. Aman dikkat haa!” sogenç nesillerimize yoruz. Bu buluşmanın hamd nucunu doğurmaktadır. Mesela ramazanın anlamını edilecek bir sonuç olması şüpiftarda midemizi bozabilecek ulaştırmayı medyanın hesiz onun manasını idrak etyemek çeşitlerinden daha fazla popüler anlayışına meyi gerekli kılar. Özellikle de imanımızı bozacak tehlikelerden teslim etmemektir. yumuşak din anlayışının ürünü bahsetmek gerekir ramazanda. İftarlarımızda olarak sırf diyetlerle anılan bir Aksi, istikamet sapması olacaktır evimizin kapılarını ay olarak takdim edilen ramaki; yolcular hedefledikleri menzan anlayışı bu çabayı daha zile asla ulaşamayacaktır. komşularımıza, da önemli kılmaktadır. Hz. Oruç sayesinde yoksulların akrabalarımıza, Peygamber(as)’in “Oruç tutan halini daha iyi anlamak tabii ki dostlarımıza açarak öyle insanlar vardır ki, kârları mümkün olsa da manayı tek bu aslında onlara gönül sadece açlık ve susuzluk çekmaddeye indirgemek de doğru kapılarımızı açmaktır. mektir” buyurmuş olması da değildir. Nitekim bu haliyle oruç, Ramazan ayının ve de Oruç ibaevvela Müslümanların maddi dudetinin üzerinde daha fazla düşünrumları daha iyi olanlarına yönelmiş meyi gerektirir. bir ibadet halini alır. Ancak oruçtan tüm MüslüÖyle ki hangi yemekten kaç kaşık, hangi tat- manlar olarak çıkaracağımız dersler bulunuyor. lıdan kaç dilim yersek, ramazan ayından istifade Burada biz Müslümanların gözden kaçırmaması etmiş oluruz anlayışına dönüştürülen bir ibadet gereken husus, gidip parayla aldığımız yemekledeğildir oruç. Bu haliyle Hz. Peygamber(as)’in re, Allah’ın meşru kıldığı şekilde karı-koca olan “Oruç tut, Sıhhat bul” sözüyle çelişen bir rama- eşlere dair, bizim dışımızda bir otorite olarak zan ayı da tezahür etmiş olmaktadır. Çünkü bu Allah’ın özel ulaşılabilirlik şartları koyduğudur. 34 • Haziran’16

Öyle ya, kimsenin bizi dolabımızda olan yemeği yemekten, eşlerin birbirleriyle yakınlaşmasından men etmeye hakkı yokken, buna kalkışana “sana ne?” derken, Allah buna müdahil olmuştur ramazan ayında. Yani aslında “elimizdedir, bizimdir” dediğimiz nimetlerin asıl sahibinin Allah olduğunu hatırlarız ramazanda. Bu açıdan orun içerisindeki tevhid vurgusu şiddetle karşımıza çıkar. Ülkemizde 23 Nisan da Devlet erkanı koltuklarını belli süreliğine çocuklara devrederler. Yani bir günlük, temsili, sonradan kayboluveren bir makamdır bu. “On bir ayın sultanı” olan Ramazan ayının sultanlığı ise bu temsildeki gibi bir aya mahsus, diğer on bir ayda hükmü ortadan kalkan bir sultanlık değildir. Ramazanı, içerisinde Kur’an’ın indirilmeye başlanmasından dolayı “Kur’an Ayı” olarak da tanımlayabildiğimiz malumdur. Nasıl ki inen bu Kur’an mümin için asla belli bir saatlik-günlük değil de tüm bir ömür için geçerli olacak kaideler barındırıyorsa; ramazan ayı atmosferi dediğimiz ortam bir mümin için yılın geri kalanında da özlenen, hedeflenen bir ortamdır. Yani mümin tabiri caizse, ramazan ayı güneşli açık geçen, diğer ayları ise kara bulutlu yağışlı fırtınalı geçen insan olarak tanımlanamaz. Ramazan ayında dikkat ettiğimiz günah-sevap çizgileri, edinmeye çalıştığımız güzel hasletler ramazan sonrasında unutulup gitmemelidir. Bu ay, “otuz günü geçir kurtul” mantığına bürünmüş bir paket ibadet halini almamalı, ramazanda farklı bir hayat tarzı ramazandan sonra farklı bir hayat tarzı anlayışı meşrulaşmamalıdır. Burada eleştirdiğimiz asla ramazan ayında biz Müslümanların Rabbimize yönelişinde bir yoğunlaşma olması değildir. Rabbimiz günde beş defa vakit namazlarıyla, haftada bir defa Cuma

namazıyla, ömürde bir defa hac ile dağılan bizleri toplamaktaysa; yine Ramazan ayı ile de yılda bir defa safları seyrekleşen, dağılan bizleri toplamaktadır. Tıpkı bir mercek gibi. Güneşin altındaki mercek, kıvılcımı çakacak enerjiyi kendi bünyesinden üretmez. Bu enerjiyi ortaya çıkaran şey, merceğin dağınık olan ışınları bir noktaya odaklamasıdır. İşte ramazan ayı da bizim arası açılan, dağılan kulluğumuzu, ibadetlerimizi, bilincimizi toplamaktadır. Bizi hedefimize odaklamaktadır. Bize, bizi ve de Rabbimizi hatırlatmaktadır. Bizi toplaması gereken Ramazan ayında, bünyemizde bulunan saydığımız ve eklenebilecek farklı idrak kaymaları sebebiyle ne kadar toplanabildiğimizi,

odaklanabildiğimizi

düşünmeliyiz. Bu ramazanda üç genci bahane eden İsrail, Gazze’de nice kardeşlerimizi bombalamakta, Doğu Türkistan’da kardeşlerimizin oruç tutmaları Çin zulmüyle

yasaklanmaktadır.

Suriye, Mısır, Irak ve nice coğrafyada da kardeşlerimiz zulüm altında inlemektedir. Bu ümmetin alimleri, önderleri bu kanların ramazan ayında bari akmaması adına bir şey yapamayacak konumda mıdırlar? Bu kadar mı dağıldık? Bizlere düşen görev, genç nesillerimize ramazanın anlamını ulaştırmayı medyanın popüler anlayışına teslim etmemektir. İftarlarımızda evimizin kapılarını komşularımıza, akrabalarımıza, dostlarımıza açarak aslında onlara gönül kapılarımızı açmaktır. Bu ayı, kendisine büyük anlam katan Kur’an ile hemhal olarak geçirmektir. Yardım ellerimizi ve gönüllerimizi kardeşlerimize, ümmete açmaktır. Selametle… “Dağıldık, topla bizi ya Rabbi!” Haziran’16 • 35


Yazı Dizisi

Yazı Dizisi

Yazı Dizisi 2

Aşkın Felsefeye İhtiyacı Var mı? Ali Tarık PARLAKIŞIK

İ

bn Hazm, aşkın on yedi belirtisini kaydeder. Aşkın belirtileri tabi sıradan belirtiler, çocuk ağlaması gibi belirtiler değildir. Aşkın mücerret dünyası bu kadar hacimli olacak da aşkın belirtileri sıradan göstergeler olmayacak ya; zeyl olarak şunu da işaretleyelim ki, aşkın belirtilerinden basit görünüme malik olanlar ise görünümleri kadar basit değildir, çünkü aşkın belirtileri olarak vasıflandırılan belirtiler, aşkın vakıasına nispet içerisindedir, aşk belli bir plan, program tanımaz, zahiren basitliği batındaki basitliğini gerekli kılmaz… İlk üç belirtiyi, âşık olmadan önce gözlemlenebilecek belirtiler olarak tavsif eder İbn Hazm ve kendisinin işaretlediği aşkın belirtileri şunlardır; Sevgiliyi derin derin izleye kalmak, sevenin sadece sevgiliye söyleyebileceği şekilde anlatacağı şeylere malik olması, sevenin, vermeye elinin gitmediği mallarını bir anda başkalarına dağıtmaya başlaması, sevenin, sevgili ile geniş ve açık bir alanda değil dar bir yerde buluşmaktan sevinç duyması, sevgililerin her birinin, diğerinin elindeki nesneyi ele geçirme yollarını

36 • Haziran’16

araması, sevgiliye doğru sevgi ve şefkatle eğilmeye cehd etmek, sevenin, bir tek sevdiğinin anlayacağı şekilde sevdiğine gizlice göz işareti yapması, konuşma sırasında sevenin sevdiğinin eline dokunmaya cehd etmesi, sevgilinin artığını içmek, sevgililerin sevgileri ve aşkları büyüdükçe mühim olmayan, tabiri caizse fındık kabuğunu doldurmayan meselelerden dolayı birbirlerine sataşıp anlaşmazlığa düşerler, sevenin sevdiğini ismini sık sık ve kendi kendine tekrarlaması ve bundan hoşnut olması, sevenin yalnız başına, kimse olmadan kalmayı sevmesi, belki de buna dair içinden bir isteğin tekevvün etmesi, sıtma gibi insan hareketlerini engelleyen hastalıklardan birine düçar olmak, yürüyüşe çıkmak, meşhur tabirle manasız volta atmak, uykusuzluk, sevenin kendi ailesine ve yakınlarına gösterdiğinden daha fazla ilgi, alaka ve sevgiyi sevdiğinin akraba ve yakınlarına göstermesi, gözyaşı akması, sevgiliye olan ilginin sevgilinin bütün hal ve hareketlerinin gözden kaçırmayacak şekilde iyiden iyiye izlemesi ve hatırda tutması… Rahatlıkla müşahede

edebiliriz ki, aşkın bu belirtilerinin nefsi, şehevi dürtüler ile bir ilgisi yoktur, bilakis sevenin, sevdiğine duyduğu masumane ilginin ve alakanın birer göstergeleridirler. Bu belirtiler kimi zaman insanın duygusal-hissi dünyasının üst düzey hararetli olduğu, kimisi de duygusal-hissi dünyasının olağan halinde kendini gösterecek belirtilerdir. Ama esas dikkat edilmesi gereken nokta şudur; aşığın, aşık olduğuna dair belirtileri, aşık kimse, kendisi anlayamayabilir; umumiyetle aşık kimsenin muhitindeki dost, arkadaş ve yakınlarından birilerinin farkına varacağı belirtilerdir. Ve yine belirtmemiz gerekir ki, burada zikredilen ve burada zikredilmeyen belirtiler her zaman aşık kimsede farkına varabileceğimiz seviyede olmayabilirler de… Çünkü aşk dediğimiz vakıa olağan, tabii, kendi mecrasını bulacak bir su misali olduğu için belki de tasvir ve teorilerimize birebir uymak zorunda değildir. Bunlar sadece umumiyetle de bilinen ve de dışarıdan müşahede edilebilecek vakıa boyundaki hususlardır. Evet… Aşk, öyle bir vakıaya maliktir ki, aşıkların huylarını benzeştirir, bazı hususiyetlerini yaklaştırır, ortak hususiyetlere dikkat çektirir. Aşka verilen emeğin güzelliğini aramak, peşi sıra gitmek lazım gelir. İnsan ne kadar sevgi, saygı, emek isterse, aşk da ciddi bir şekilde özveri ister, üzerine titrenilmesini ister. İstemesinde de ziyade gereklilik arz eder! İnsanın karşı cinse olan ilgisinin en güzel, en saf, en arı formlarından biri olan aşk, bu manada gerçekten emek ister. Emeksiz bir aşk gerçekten tasavvur edilmesi güç bir aşktır. Emek vermek deyince akla hemen, aşkın insanı yoran, bitkin düşüren, acı veren bir şey mi olduğu, gibi sualler gelebilir. Mevzunun bu kutbu da başlı başına kafa yorulması gereken bir kutbudur. Aşk, acı çekmek midir... Acı çekilmeyen aşk, aşk mıdır... Bu ve benzeri suallerin, bazı zamanlar kimilerinin dillerinden döküldüğüne şahit oluruz. Yine aynı şekilde cinselliğin, aşk ile ilgili konumu veya evliliğin, aşk ile ilgili konumu veya kavuşmanın, aşk ile ilgili konumu gibi meselelerin müzakere edildiğine şahit oluruz. Aşk eğer insanın tabii görünümlerinden, en sezgisel ve ters orantılı bir düalist ilişki biçimine malik olan görünümlerinden biri ise bu

aşk ile ilintili diğer meseleler de pek tabii mühimdir. Aşkta acı çekmek esas değildir, aşk sevgiliyi kavuşma olsun veya olmasın özleme nasıl dâhil ediyorsa iyi ve mutlu hallere de dâhil etmesi de beklenir. Tabi buradaki beklenti mutlak bir beklenti değildir, kavuşma gibi haller aşkın getirilerinden olduğu takdirde müspette buudda bir beklenti olması ihtimalidir. Hiçbir sıkıntı verecek duruma düşmeyen aşıklar için her şey gül bahçesidir, aşktan ötürü acı ve sıkıntılarla karşılaşmayanlar için geçerlidir bu durum.… Ama peki ya kavuşamayanlar? Buluşamayanlar? Buluşup da mutluluğunu tatmin edecek kadar bir arada kalamayanlar? Tabii bir de konuşamayanlar var… Aşk samimiyet gerektiren bir duygudur. Samimiyetin mevcudiyeti yok ise aşkın varlığı ile ilgili derin derin tefekkür etmeli insan… Samimiyetin olduğu yerde ise insan hayatında yeri olan bir çok vakıa aşıkların, aşklarının tazelenmesi için birer vesiledirler. Böyle bir samimiyeti kuşanmış aşıkların aşklarında ise cinsellik gibi meseleler aşıkların aşklarının bir parçasıdır. Hal böyle iken yine parça-bütün ilişkisine gelmiş olduk ama bir de bütüne taalluk buudundan, ‘parça’ların parçalığına oranı da mühimdir. Cinselliğin, ne eksik ne fazla kabilinde; aşıkların, aşkları için güzellikten, pekiştirici bir vakıa olmaktan öteye veya beriye geçmez, bu değini cinselliğin, aşk veçhesinden yorumlanışı. Evliliğin ise aşkı öldürüp öldürmediği meselesi; yapmacık, kof, heva odaklı aşkların meselesidir normal şartlarda. Aşka saygısı olmayan bir neslin ise idrakinin kapandığı, idrak edemeyeceği bir meseledir bu. Daha çok kavuşma merkezli şiirlerde yer bulmuş bir mevzudur esasında; yine de diyebiliriz ki hakiki sevgiyi bir libas gibi üzerlerine çeken aşıklar için normal şartlarda, kavuşma gibi müspet ve aşıkların, hoşlarına gidecek durumlar, aşıkların, aşklarını perçinleyen durumlardır. Kavuşamamanın verdiği aşktan dolayı olan acıdan zevk alanlar ise tabii ki burada söz dışıdırlar. Aşıklara acı yaşatan aşkların ise emek verilmeyi daha çok hakketmeleri; aşıklara acı yaşatmayan aşkların emek verilmeye değmeyeceği manasını taşımaz. Haziran’16 • 37


Yazı Dizisi

Yazı Dizisi Eskilerden biri şöyle dedi: “Onu da sevgimle uğraştır, Rabb’im! Onunla uğraştırdığın gibi kalbimi, ki hafiflesin derdim.” Bir başkası da, Selma isimli sevdiği kimse ile ilgili olarak şöyle dedi: “Bölüştürmezsen aramızda Rabb’im, aşkı İki parçaya eşit, bari ayrılığına beni dirençli kıl Ve bir teselli ver onun ardından. Hamd ile öveyim seni, kalbimi al Selma’dan” Modern dünyada artık aşkı hissetmek de ayrı bir zorluk barındırıyor. Aşktan söz etmek bile zor iken, aşkı hissetmek de ne demek, değil mi? Öyle ya kapitalist kültürün içimizde yeşerttiği keşmekeş mekânda, bu kapitalist telakki aşkı ne yapsın, nasıl anlasın ve hatta neden anlasın? Nedendir, aşkın tek fonksiyonu kapitalist tüketime destek olması olabilir… Biz aşk dediğimizde; mücerret, ulvi, insanın birebir insanlığına ait olan bir vakıadan söz ediyoruz. İnsan bir bütündür, aşkın vakıası ise bu bütünden bir parçadır. Dolayısıyla, bu parça-bütün ilişkisi nazarımızda ve nazariyemizde bir ağırlığını hissettirmelidir. Seküler dünya görüşü, rasyonalist akıl, pozitivist bilim, kapitalist tüketim/ekonomi modeli, modernist hayat telakkisi; bizim anladığımız ve anlamlandırdığımız/ manalandırdığımız şekilde sevgiye ve aşka muhatap olamaz. Estetiği ve insanın idrakini öldürür. İslami aklın telakkisinden mahrumiyet bu manada aşkı da öldürür. İslamcı dava adamı! Evet, hüviyet ve hüviyetin işlerliği, tedaisi ve zemini tam olarak bu… İslamcı dava adamı, hayatının her alanını; âlemlerin Rabb’i Allah’a adar. İslamcı dava adamı, ideallerinden hayat zevki alır ve de ideolojik şuuru sayesinde, İslamcı dava adamı pervasızlaşır. Ve bir korkusu, bir endişesi, bir çekincesi yoktur. İslamcı dava adamının korkusu, endişesi, çekincesi , hissi bütünüyle davası ile ilgilidir… Davasının seyrindeki gidişat, İslamcı dava adamının neşesi veya hüznüdür. Esasında durum açıktır... Mevcut kültürel ve felsefi mekân, her mevzu ve meselede olduğu gibi aşkın da altını oymanın derdini taşıyarak temeliyle oynar, zeminini bozar, saflığını pörsütmeye demir atar. Aşkı yok etmek ister; lakin sadece ve sadece, İslami dünya görüşü gerçek aşk, sevgi ve gerçek aşk ve sevginin muhitinde38 • Haziran’16

ki hakiki telakkiyi sunabilir. İslamcı dava adamı pervasızdır; dedik ya... İşte sevgisinde de pervasızdır, İslamcı dava adamı. Çünkü Müslüman, Rabbi’nin, kendisine verdiği helal ve haram ölçülerden nazarını bilir, nazariyesini bunun üzerine kurar. İdeolojik şuuru, İslamcı dava adamını nasıl pervasız, rahat ve olgun kılıyorsa gönlü de o kadar pervasız, rahat ve olgundur. Çünkü İslamcı dava adamı, hudutlarını nerede, ne yapacağını ve yapmayacağını bilir. Kalbi laubalilik ve ihanet barındırmayan bir kalptir ve de kendi içinde Allah’ın çizdiği hudutlara uyduğu için (de) hesap verici de değildir. Sevgisinde, aşkında samimidir, kuvvetli bir şekilde his ve özgüven taşır. Kalbine ihanet etmesinin ne kadar büyük bir fecaat arz edeceğini bildiği için kendine ihanet etmekten de o kadar korkar… Hatta korku o derecede bir korkudur ki, zaten pervasızlığı da buradan membaını bulur. Tabii İslamcı dava adamını, kalbine ve (aşkın felsefesini yapan büyük adamların üzerinde durup ifade ettikleri kavram ile) sevgilisine olan iştiyakı; aşkın ve kavuşmanın önüne büyük büyük engeller koyan bir dünya anlamaz. Böyle bir dünya, böyle bir aşkı anlayamaz. Böyle bir aşkı saf ve derin bir havsala idrak edebilir. Velhasıl, İslamcı dava adamının aşkı bir başkadır, mertçe bir aşktır. İbn Hazm şu ifadeleri ne kadar da yerindedir; “Senin yüzünden, aşk nedir bilmeyen insanlar tarafından ayıplandım; ama ne önemi var benim için? İster beni ayıplasınlar, ister senin hakkında sussunlar. Her tür cinsel eğilimden vazgeçip, kendini dine verdiğini söylüyorlar. Bunun tam bir ikiyüzlülük olduğunu söyledim onlara; açıkça söyleyeyim, benim gibi bir insan ikiyüzlülerden nefret eder. Muhammed, aşkı ne zaman yasakladı? Kutsal kitabımız Kur’ân’da böyle bir yasak var mı? Eğer, Kıyamet Günü, şaşkın bir yüzle beni Allah’ın huzuruna çıkaracak haramlardan birini işlemedikten sonra, Aşk yüzünden beni ayıplasalar da hiç umurumda değil. İster arkamdan gizlice ayıplasınlar, ister yüzüme karşı…

İnsan ancak bilerek seçerek yaptığından sorumlu değil mi? Gönlünde saklı tuttuğu, susup söylemediği sözlerden dolayı bir insan kınanabilir mi?” Bu, iffeti kuşanan bir pervasız dava adamının kalbidir ancak. Sıradan bir hayat süremez zaten böyle bir adam... Onun kalp, fikir, ideal, akıl davasınındır. Aşkı, sevgisi, özlemi ise parça-bütün ilişkisi içerisindedir ve sevincini de, hüznünü de hakiki olarak yaşar. Haliyle tabii bir halde gerçek samimi, ciddi bir aşk ve sevgiyi de böyle bir dava adamı yaşayabilir. Çünkü hissi düzlemde her nevi müspet ve manevi form ve olgulara muhataplığı, olgun bir seviye arz eder. Dava adamı, Allah’tan, Dünya’da da, Ahiret’te de iyilik ve saadet ister. Dolayısıyla nefsinin şehevi arzularına kapılmadan, arı ve temiz bir nazar ile Dünya’ya nazar eder. Haliyle haram hudutlara bulaşmayacağı bir halde gerçek aşkı hisseder. Zaten böyle arı ve temiz bir kalp gerçek aşkın hakkını verebilir. Buradan mülhem, İslamcı dava adamı, korkmaz ve sevdiğini bilir ve bu sevgisini en ciddi, en gerçekçi ve hakiki, insan fıtratına yaraşır şekilde en hissi ve duygusal şekilde kuşanır. Sözün arkasına ve önüne başka sözler eklemez, gider ve gereğini, gerektiği şekilde yapar. Canıyla ve kanıyla yapar hem de; bunun tersini tefekkür bile edemez. Bundan gayrisini ihanet sayar. Mevzumuza dair devam sadedinde farklı buudlardan mevzuu ele alırcasına ilerlersek… Bir bedeviye soruldu: “Maşukunu ele geçirdiğinde ne yaparsın?” Bedevi dedi ki: “Gözümü yüzünden, kalbimi sohbetinden hazlandırırım. Onun, Allah’ın sevmediği ve sadece helalinin yanında açılmasına izin verdiği yerlerini kapatırım.” Dediğini her hali göz önüne alarak mı söylediği yoksa gelişi güzel bir şekilde mi söylediğini idrak etmek istercesine bedeviye tekrar soruldu: “Peki daha sonra onunla hiçbir zaman bir araya gelememekten korkarsan?” Bedevinin bu ikinci suale cevabı oldukça vakur bir üslubu andırır bir şekilde yerinde bir cevap: “Kalbimi onun sevgisine yaslarım ve bu çirkin fiili yaparak ona ahdimi bozmam.” Eskilerden mühim bir kıssa, yine hem aşkın iffetini hem de aşkın sadakatini ışıldatacak bir kıssadır. Abid bir genç Basralı bir kıza aşık olur

ve abid genç, kızı istemesi için birilerini gönderir. İlginçtir gencin aşık olduğu kız kabul etmez ama başka bir şey isterse yapacağını belirtir. Bu haber gence geldiğinde genç, der ki : “Subhanallah! Seni günah olmayan bir şeye çağırıyorum. Sen ise beni hoş olmayan bir şeye davet ediyorsun.” Bu cevabına karşılık kız der ki: “Sana, bende olanı söyledim. Artık istersen yaparsın, istemezsen yapmazsın.” Bunun üzerine hayalleri yıkılmış ama iffetinden de taviz vermeyen gencin ağzından şunlar dökülür: “Ben ondan helalini istiyorum, O ise kalbimi istemediğim harama çağırıyor Firavun hanedanını (Allah’a) davet eden (Musa) gibi Onlarsa onu günahlara çağırıyorlardı Gayretleri nedeniyle sonsuzluktaki nimetlere kavuştu Onlar ise Cehennem’e ateşle gittiler” Gencin zina ile arasına koyduğu mesafeye şahit olan kız haber gönderir: “Ben senin istediğin hal üzere sana teslim oluyorum.” Genç ise der ki: “Kendisini itaate çağırdığımız, kendisinin ise bizi günaha çağırdığı kimsenin bize bir gereği yok.” Ve: “Aşk halinde Rabbi’nin murakabe etmeyen İçindeki imanla O’ndan korkmayandan hayır yoktur Takva aşk yollarını engelledi Çünkü takva sahibi (Rabbi’yle) buluşma vaktinde Zelil olmaktan korkar” Eskilerden birinin şu şiirsel anlatımı hulasanın hulasası nispetinde aslında: “Aşkım beni bir kötülüğe davet edecek olsa Beni mutlaka hayam ve şerefim engeller Ne bir kötülüğe uzandı ellerim Ne de kötü bir yola gitti ayaklarım.” Ahmed b. Hanbel, iffeti kuşanan delikanlının portresini çizercesine der ki: “Asıl delikanlılık, arzuladıklarını (haramdan) korkundan dolayı terk etmendir.” Haziran’16 • 39


Tarih

Tarih yarasaydı 200 yıllık Batılılaşma çabası bir sonuç vermesi gerekirdi. Ahmet Hamdi Tanpınar ise bu konuda “Yıkmak, yapmak için olsa dahi daima zararlıdır ve hakiki yapıcılık ilave etmektir.”2demiştir. Batılılaşma kültür yıkımı yapmıştır, bundan dolayı gelişmişliğin esamesi dahi görülememiştir. Gelişim ancak toplumla yapıldığında sonuç verir.

BATILILAŞMA ADINA

OSMANLIDA BATILILAŞMA “GEREKLİ”LEŞTİRİLDİ Mİ? Zeynep CANDANOĞLU Kocaeli Ali Fuat Başgil Sosyal Bilimler Lisesi

“Batılılaşma” kavramı Fransız İhtilali ve Sanayi İnkilabı ile ortaya çıkmış bir akım olup, Batı’nın teknolojik ve ekonomik anlamda ki gelişmeleri buna bağlanmıştır. Batının Rönesans ve Reform ile birlikte gelen hızla gelişmesi tüm dünyayı kendine hayran bırakmıştır. Osmanlı Devleti’nde yükseliş döneminden sonra pozitif bilimlere olan ilginin ve yoğunlaşmanın azalması, devlet sistemindeki çatlaklar, güç ve toprak kaybetmesi devleti ekonomik anlamda büyük bunalıma itmiştir. Bu bunalımla süre gelen sorunlar, kaybedilen topraklar ve devlet kurtarma çabasıyla Osmanlı arayış içine girmiş ve kendini sorgulamaya başlamıştır. Bu sorgulama Batı’nın “muhteşem” çerçevesinde görülen resmi ile birleşince “Batılılaşma” fikri ortaya çıkmıştır. Bu fikir akımı sadece bizden kaynaklı değil, Avrupa baskısıyla da dayatılmış yüzyılların intikamı, “hasta adam”dan kültür sömürüsüylealınmıştır. Osmanlı bulunduğu zor durumdan kurtulmak için Avrupa medeniyetlerinin isteklerinin bir çoğuna boyun eğmek ve razı olmak durumunda 40 • Haziran’16

kalmıştır. İlacı düşmanlarımızın reçetelerinde arayarak büyük bir hataya düşmüştür. Özellikle Osmanlı-Rus savaşındaki mağlubiyetimiz bardağı taşıran son damla olmuştur. Acaba Osmanlılar, Japonların yaptığı gibi Batı’nın tekniğiyle yetinip kendi değerlerini saklı tutabilir miydiler? İslamcı şair Mehmet Akif, bu tezleri 1908’den sonra ortaya atan belirgin kişiler arasında yer alır. 1 Fakat Batı hayranı aydınlarımız batının gelişmişliğine ulaşabilmek için sadece teknolojisine değil tüm kültürüne bir hayranlık duymuştur. Türk halkına empoze edilmeye çalışılan asıl gelişmişlik değil, Batı’nın sosyo-kültürel yapısı olmuştur. Böylece Türk insanı Batılılaşma sürecine girmiş ve hala aynı çaba içerisindeyoğrulmaktadır. Halbuki refahın kültürle hiç bir bağlantısı olmadığını çözemeyen bu insanlar, bu durumu abartarak bin yıllık süre gelen gelenekleri, alışkanlıkları, örfleri bir kenara itmiş “kopyala-yapıştır” metoduyla gelişmişliği elde etmeye çalışmışlardır. Bu durum günümüzde hala devam etmekte işlevselliği olmadığı anlaşılamamaktadır. Halbuki bu yöntem işe

Bilindiği üzere batılılaşma süreci Tanzimat ile başlamıştır. Tanzimat (Gülhane Hatt-ı Şerif-i) 3 kasım 1839’da Hariciye Nazırı Koca Mustafa Reşit Paşa tarafından Abdülmecid zamanında okunmuştur. Tanzimatla devlet kurumlarında pek çok yeniliğe gidilmiştir. Sistemde pek çok değişikliklerin oluşması hem tabanda hem de uygulamada epeyce sorun yaratmıştır. Batılılaşma kurumlardan halka doğru indirgenmeye çalışılmıştır. Namık Kemal ise Tanzimatla ilgili şu değerlendirmeyi yapar; “Tanzimata şairane ve duygusal bir gözle bakanlar ülkemizde ikiyüz yıldan beri haksız yere dökülen kanları müsadere olunan malları ve ayaklar altına alınan namusları düşünür ve bir yeni düzenlemeleri göz önüne alır ise, Gülhane Hattı’nı beşeri hukukunu korumak için yapılan bir ‘adalet mucizesi ‘ olarak görür. Fakat olayları her türlü yönüyle görmeye çalışanlar ise Tanzimat’ı özü hukukla ilgili olmayan, sırf ‘siyasi’ bir eser olarak kabul eder”3 Reformlar bürokratik seçkinler tarafından devleti muhafaza için tetiklenmiş ve aynı zamanda “yukarıdan” dayatılmıstır. “Batılılaşma” olarak adlandırılan reform politikası Osmanlı toplumundan yükselen taleplerden ziyade imparatorluğa etki eden dış faktörlerden dolayı ülke gündemine girmistir.4 Böylelikle Tanzimat’ın aslında gösterilen amacı gütmediğini Tanzimat’ın yapılmadığını siyasi güçlerce yaptırıldığını anlıyoruz. Osmanlıyı uygar bir düzene götürme çabasındaki bu iyi niyetli kesim (batıcı), devleti ve toplumu Batılıların müdahelelerine açık bir duruma getirdiler. Kendi ülkelerindeki azınlıklara tanımadıkları hakları Osmanlı’dan isteme cüreti gösteren Batı tavizlere doymuyordu. 5 Tanzimatı takip eden ve Batılılaşma adına yapılan I. Meşrutiyet ve II. Meşrutiyet de benzer amaçlarla yapılmış ve benzer sonuçları doğurmuştur. Batının oluşturduğu muhteşem geliş-

mişliği isteyen her millet onların yaptıklarını yapmaya ve taklit etmeye itilmiştir. Bu durum dünya üzerinde de tek tip insan yetiştirmeye ve Batıyı kutsal sayıp her yaptığını doğru kabul eden zihniyetler ortaya çıkarmıştır. Onları onaylamayan veya uyum sağlamayan birey ve toplulukları ‘gerici’ damgasıyla damgalamıştır. Bu insanlar ‘çağdışı’ kabul edilmiştir ve ötekileştirilmiştir. Onların fikirleri üzerinden ilerlersek anlaşılan çağ artık Batı’nındır, tüm toplumlar ve etnik yapılar batının çağını yaşamak zorundadır; onun geleneğini, kültürünü, onun doğrularını yaşamalıdır.

OSMANLI’DA BATILILAŞMANIN SOSYO-KÜLTÜREL SONUÇLARI Batılılaşma sosyo-kültürel açıdan Osmanlı’da bir çok değişikliğe sebep olmuş yüzyıllarca süre gelen bir çok alışkanlıkları ortadan kaldırmıştır. Öncelikle Tanzimat ile Osmanlı’da var olan sosyal sınıflarda -tebaa(yöneten) ve reaya (yönetilen)değişiklikler meydana gelmiştir. Reaya tarımla geçinir, topraklar devlet mülkünde olduğundan gelir düzeyleri birbirlerine yakındır. Tebaa ise yüksek gelire sahip olup vergi ödemezdi. Tanzimatla gelen düzenlemeler doğrultusunda taşradaki reayanın tebaaya geçmesiyle artık Osmanlı toplum yapısına burjuvada eklenmiştir. Bu uygulamalarla sınıfsal fark her ne kadar azaltılmaya çalışılsa da ortaya keskin bir çizgi çıkmıştır. Modernistlergenelde halkın zengin kesimi veya aydınları olup toplumu ötekileşmeye çalıştılar. Hem Tanzimat döneminin hem de Abdülhamid devrinin edebiyatçıları ve siyasetçileri yabancı bir kültürü benimseyerek kendilerini halktan izole ettiler. Birinci Balkan Savaşı devam ederken yayınladığı Kendi Nokta-i Nazarımdan Hukuk-ı Düvel adlı kitabında uluslararası hukukun tek değil çift olduğunu ileri sürüyordu. İlki Avrupalılara, diğeri ise Osmanlı ve Müslüman Dünyasının içinde bulunduğu “öteki”lere uygulanıyordu.6 Bu zihniyet toplumu ciddi anlamda bölmüş, yöneten ve aydın kesim halkına düşman ya da ‘koyun’ olarak gören bireylerden oluşmuştur. Halkın iradesini, değerlerini, geleneklerini hiçe sayarak kendi halkını ‘cahil’ olarak adlandıran sapkın zihniyetler ortaya çıkarmıştır. Modernleşme ile iki tip aile yapısı oluşmuştur. İlki genelde ulema sınıfından olan şer’i hukuk çerçevesinde ailesini yöneten İslamiyet etkisinde ve daha çok geleneksel ailelerdir. Bu aileler zaten Haziran’16 • 41


Yazı Dizisi

Tarih Osmanlı’nın genel aile yapısıdır. İkincisi ise modern aile tipidir. Bu tip gelenekselciliğe karşı olan ve dini anlamda pek hassasiyetleri bulunmayan ve kadını toplumsal alanda gündelik hayatta yer almasını savunan yapıdadır. Batılılaşma sonucu ortaya çıkan bu aile yapısı zaten kendilerine önder olarak Batıyı benimsediğinden onlara benzeme çabasi azami düzeydedir. Bunların sonucu olarak Osmanlı kültüründen alışıla gelinmemiş kadınlı-erkekli organizasyonlar oluşmuştur. Halit Ziya Uşaklıgil 1880’lerde, İzmir’de buna benzer bir Batılılaşmaya karşı koyma olayını anlatıyor. O zamanlar yayımladığı bir dergide “Tuvalet Masası” adı altında bir seri çeviriye yer verdi. Bu yazılar, temizlik ve süslenmeye ilişkin bir takım öğütler veriyordu: Hangi süngeri tercih etmeli, hangi taraklar saçları daha sıhhatli tutar gibi. Bu seri bütün İzmir’de özellikle meslektaşları arasında, bir alay konusu oldu. Halit Ziya’ya göre “evde bir tuvalet masası değil, bir tarakla bir fırça bulundurulması görülmeyen bir zamanda” böyle bir karşı koyma beklenirdi. 7 Eğitim penceresinden bakıldığında ise önceden bir olan bilimler pozitif ve dini olarak ayrılmış ve okutulan medreseler ayrılmıştır. Batılılaşmanın bir sonucu olarak kişiler tercih yapmak zorunda bırakılmıştır. Kişi ya dini eğitim ya pozitif bilimlerin eğitimi alma arasında bırakılmıştır. Batı özentiliği ile özellikle kız çocukları yatılı Fransız okullarına gönderilmiştir. Eğitimini yabancılardan alan çocuklar ne kadar ülkelerine kültürlerine bağlı kalabilirler? Batılılaşmayla eğitimde köklü değişimler meydana gelmiş bu değişiklikler yıllar sonra din ve bilim ayrımını ortaya çıkarmıştır günümüzde dahi bir bireyin hem dindar hem de eğitimli olabilme fikri alışılmamıştır. Halk dindar ve cahildir onları yönetenler, sanatçılar, aydınlar modern ve kültürlüdür algısı empoze edilmeye çalışılmış ve böyle bir yargı oluşturulmuştur.

SONUÇ Osmanlı’da Batılılaşma amacını sapmıştır. Asıl yapılmak istenen devleti kurtarmak ve refaha erdirmekti. Fakat Batı’nın baskısı ve Batı hayranlarımız bu durumu tamamen yanlış anlamasıyla amaçlanan gelişme sağlanmadığı gibi bir çok kültürel ve dini değerlerimizi kaybetmeye yüz tuttuk ve hala Batılılaşma’dan bir sonuç alınamamasına rağmen dejenere olamaya devam ediyoruz. Bir çok araştırmacı Osmanlı İmparatorluğu’nun 42 • Haziran’16

gerilemesinin ardında yatan asıl sebebin ‘ekonomik’ çıkarlarda aranması gerektiğini düşünmektedir. Batı’nın giyim-kuşamını ya da kurumlarını almakla, Osmanlı Batılılaşmamış bilakis Batı’ya olan bağımlılığını gözler önüne sermiştir. Batı’nın uzun süren gelişimiyle ortaya çıkan ürünler Batılılaşma’nın sebebi sanılmıştır. Halbuki bu ürünler sonuçtur. 8 Türkiye’de dinin toplumsal alandaki yeri ve rolü günümüzde siyasi ve akademik tartısmalara konu olmaktadır. Halbuki kültür ve geleneğin dini ögelerden ayrışması ne anlamlı ne de mümkün gözükmektedir. Samuel Huntington’un 1992’de yayınladığı ve tüm dünyada ses getiren Medeniyetler Çatısması (clash of civilisations) makalesinde Türkiye için yaptığı tespit “halkı ve yönetimiyle ikiye bölünmüş ülke” benzetmesidir. Bu ikircikli durumun ülkenin demokratikleşme ve kalkınmasına vurduğu darbe güncel tartışmalara konu olmakta ve ülkenin geleceği de bu soruna verilecek cevapta düğümlenmektedir.9 Başkalarını taklitle daha ne kadar “ilerle”memeyi düşünüyoruz başkalarının ilaçları yaralarımıza merhem olmaz artık batının değil kendi çağımızı yaşarsak sonuç alabiliriz. Kültürünü yitiren milletler yok olmaya mahkumdur. Dipnotlar 1 Şerf Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 16 2 Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, s. 202 3 Mustafa Nuri Paşa, A. g. e, s. 283 4 Mustafa Gencer, Osmanlı-Türk Modernleşmesinde Kültür, Din, siyaset İlişkileri, s. 360 5 Murat Tazegül, Modernleşme Sürecinde Türkiye, s. 17 6 S. Tufan Buzpınar, “Celal Nuri’s concepts of Westernization and religion”, Middle Eastern Studies, Volume 43, Issue 2, March 2007, 247-258, 247-249. 7 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 48 8 Murat Tazegül, Modernleşme Sürecinde Türkiye, s. 81 9 Mustafa Gencer, Osmanlı-Türk Modernleşmesinde Kültür, Din, siyaset İlişkileri, s. 365 Kaynakça 1. İnalcık Halil, Seyitdanlıoğlu Mehmet, Tanzimat(Değişim Sürecinde Osmanlı), İstanbul, Türkiye İş Bankası –Kültür Yayınları, 2006 2. Tazegül Murat, Modernleşme Sürecinde Türkiye, İstanbul, Babil Yayınları, 2005 3. Eryılmaz Bilal, Tanzimant ve Yönetimde Modernleşme, İstanbul, İşaret Yayınları, 2006 4. Mardin Şerif, Türk Modernleşmesi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2011 5. Tanzimantın 150. Yıldönümü Sempozyumu, Ankara, 1994 6. Gencer Mustafa, Osmanlı-Türk modernleşmesinde Kültür, Din, Siyaset İlişkileri(makale) 7. Küçük M. Emir, Modernleşme, Oryantalizm ve Kendimizi Anlamak, Boğaziçi Üniversitesi(makale) 8. Tanpınar Ahmet Hamdi, Yaşadığım Gibi, İstanbul, Dergah Yayınları, 2013

Yazı Dizisi

İstanbul’un Köyleri Ömer ZİYA

İ

stanbul’un köylerinin bazısı ilk çağlardan veya Bizans döneminden beri vardı; bazısı da yeni kuruldu. Adını beylerden, azizlerden, padişahlardan alan da oldu; oraya yerleşen milletlerle anılan da. Aslında ortak noktaları, bir süre sonra eski isimlerinin Türkçeleştirilmesiydi. Ama sihirli bir değnek gelip geçmişi elbette silemiyordu. Oralardaki yaşanmışlık o semtlerin sokaklarında, yalılarında, kiliselerinde, meyve ağaçlarında duruyordu.

namını sürdürdü ve Fatih Sultan Mehmet’i fetihlerinde destekledi. Padişah da başarılarından ötürü onu şimdiki Alibeyköy semti sınırlarında bir çiftlikle ödüllendirdi. Bu semtin alâmetifarikası, sadece fetihleriyle ünlü beyleri değil bir de uçsuz bucaksız mısır tarlalarıydı. Ama günümüzde tarlalar yerini semtin göbeğindeki dev mısır heykellerine bıraktı.

Ataköy Alibeyköy Burası adını Karesi Beyliği Emirlerinden Gazi Evrenos Bey’in oğlu Ali Bey‘den aldı. Orhan Bey zamanında Osmanlı’ya bağlanan Karesi Beyliği, Rumeli’deki fetihlerde öncüydü. Gazi Evrenos Bey’in oğlu Ali Bey de ailesinin

Ataköy, Osmanlı’nın en genç semtlerindendi ve eski adı Baruthane’ydi. Bir zamanlar İstanbul’un epey dışında kaldığı için, II. Mahmut buraya baruthane yaptırmıştı. Ama 1950’lerden itibaren başlayan kentleşme ve göç hareketinden burası da nasibini alacaktı. 1955’te Emlak Kredi Bankası, BakırköyTopkapı arasındaki semte 50-60 bin nüfuslu

Haziran’16 • 43


Yazı Dizisi

Yazı Dizisi bir yerleşim yeri kurmayı planladı. Konutlar üç sene sonra göğe yükselmeye başlamıştı. O dönemde yapılan anketle de ismi Ataköy kabul edildi.

şındı ve Bahçeköy adını aldı. En sonunda ise Lozan Anlaşması ile 1924’teki nüfus mübadelesinde demografik yapısı değişti. Selanik sancağına bağlı Vodina Karacaova bölgesinden gelen Müslüman Türkler buraya yerleştirildi.

Türkiye’nin basın hayatına damgasını vurmuş sakinleri sayesinde aldı.

rivayete göre ise avcılar avladıkları büyük hayvanları çekerek köye getirdikleri için bu isim verilmişti.

Boyacıköy Arnavutköy Ortaköy ve Bebek arasında yer alan semtin İlk Çağ’da adı Hestai, Bizans döneminde ise Promotu ve Anaplus’tu. Burası uzun süre Vicus Michaelicus veya Scaleae (İskele) adıyla da anıldı. Fatih Sultan Mehmet , Arnavutluk’u Osmanlı topraklarına katınca, buraya Arnavut göçmenler yerleştirildi ve bölge bu ismi aldı. 16. yüzyılda, üzüm bağlarıyla ünlü bu yörede halkın avlanmasının yasaklanması istenmiş, bostancıbaşına gönderilen bir fermanda burası Arnavutköy olarak geçmişti.

Bakırköy Kentin sur dışında, Ataköy-Florya arasında yer alan bu semti Latinler “Yedinci” anlamına gelen Septimum, Bizanslılar da aynı anlama gelen Hebdomon adıyla andılar. Bu isim yörenin, Ayasofya’nın önündeki dünyanın merkezi, “0 Noktası” kabul edilen Milyon Taşı’na, Roma mili olarak uzaklığını simgeliyordu. Semte Bizans’ın son döneminde, uzun köy anlamına gelen Makri Khora / Makri Khori; Osmanlı’da ise Makri Köy denildi. Bu isim 1925’te yer isimleri Türkçeleştirilirken Bakırköy oldu.

Bugün Avrupa Yakası’nda Boğaz kıyısında, Emirgan ile Baltalimanı arasında yer alan, tarihi konaklarıyla ünlü bu semt adını III. Selim zamanında aldı. Sultan’ın Kırklareli’nden fes, şayak, aba ve çul benzeri kumaşları boyamak ve bu sanatı yaygınlaştırmak için getirttiği 40 kişilik Kafrariyofi (Kafkariyodi) Ailesi buraya yerleştirilince semtin adı Boyacıköy oldu. Bir taraftan boyacılık sanatının icra edildiği Boyacıköy, diğer taraftan sahil boyu sayfiye yeri olarak yazları kentin ileri gelenlerini ağırlıyordu.

Çengelköy İsmi konusunda rivayet muhtelif semtlerden biri Çengelköy. Semtin Bizans’taki adı, İmparator Jüstinyen’in karısı Sophia’ya ithafen Sophianea’ydı. 11. asırda burasının Singelköy diye anıldığı biliniyor. Bu adın patrikliğe aday olanlara verilen Singelos unvanından kaynaklandığı tahmin ediliyor. Osmanlı döneminde, bu semtte gemi çapaları imal edildiği için semte bu adın verildiği en yaygın inanıştı. Bir başka söylentiye göre ise Osmanlı döneminde kaptan-ı deryalığa kadar yükselen Çengeloğlu Tahir Paşa burada oturmuş ve semtin isim babası olmuştu.

Basınköy

Bahçeköy Kanuni Sultan Süleyman, 1521’de Belgrad Seferi dönüşünde getirdiği Sırp esirleri buraya yerleştirince, yöredeki köye Belgradköy, civarındaki ağaçlı bölgeye de Belgrad Ormanı adı verildi. 1800’lerin sonunda köylülerin su kaynaklarını kirletmesi üzerine köy şimdiki yerine ta44 • Haziran’16

Burası 1959’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin üyeleri tarafından kooperatif olarak kuruldu. Sakinleri arasından mühim gazeteciler, yazarlar eksik olmadı. Yaşar Kemal, Altan Erbulak,Çetin Altan, Hakkı Devrim, Mehmet Ali Birand burada oturdu. Ahmet Altan, Orhan Kemal‘in büyük oğlu Kemal, Umur Talu gibi isimler ise semtin futbol takımında top koşturdu. Eski otomobil pazarı ile ünlü, Florya ile Atatürk Ormanı arasındaki bu semt elbette adını

Çekmeköy

Demirciköy

Anadolu Yakası’nın Üsküdar’a bağlı en eski köylerinden Çekmeköy, geçmişte ormanları ile meşhurdu. Ahalisi, civardaki cami ve imarethanelerin odun ihtiyacını karşılamaları şartıyla buraya yerleştirilen köyün ismi konusunda birkaç rivayet var. İlk rivayete göre Çekmeköy, Fatih Sultan Mehmet zamanında yedi kardeş tarafından kurulmuştu. Bu yedi kardeşten altısı eşkıyalar tarafından öldürülünce yedincisi, “Çekme tetiği!” demişti ve köy adını böylece almıştı. Diğer

Osmanlı zamanında padişah ve paşaların avlanmaya gittiği bu yer mesire alanlarıyla ünlüydü. Hatta paşaların rağbeti yüzünden buraya “Paşalar Köyü” de deniliyordu. 17. yüzyılda köye gelen aileler demircilikle uğraştığı için bu ismi alan köy, Fransız Devrimi’nden kaçıp İstanbul’a gelen Alyon Ailesi sayesinde popüler hale gelmişti. Alyon Ailesi yaz aylarını burada geçirmeye başlayınca köy bir anda zenginlerin uğrak yerine dönüşmüştü. Haziran’16 • 45


Atölye

Atölye

ÇOCUKLARA KURAN-I KERİM EĞİTİMİ Derya DEMİREL

B

ilin ki, mallarınız ve çocuklarınız(size hem emanet hem de sizi günaha sürüklemek bakımınmdan) bir fitne (bir imtihan) dır. Ama (bunlarda islami ölçü ve görevlere uyulursa) büyük mükafatın Allah katında olduğunu da bilin. (Enfal/8) El-Emin olanın emanetine Muhammedül Emin sıfatıyla sahip çıkan Rasulullah bize Kur’an-ı Kerim’i okuyup fehmetmenin, okutturup açıklamanın metodunu göstermiş ve yolumuzu aydınlatmıştır. Elbette ki söz konusu çocuklar olunca atacağımız her adımın önemi daha da artmaktadır. Madem ki örneğimiz rasullullah, o halde ilk cevaplamamız gereken soru ‘’O’nun çocuklarla arası ya da çocuklarla O’nun arası nasıldı?’’ sorusu olmalıdır. Efendimizde müthiş bir çocuk sevgisi vardı. Hem kendi evlatlarına hem de sahabenin evlatlarına karşı. Bu sevgiyi cihattan döndüğü vakit kızı Fatıma’yı alnından öpmeden eve girmeyişinden ve camide secdedeyken omzuna herhangi bir çocuk çıktığında sırf o eğlensin diye secdeden kalmayışından anlamak mümkündür. Bizlere en büyük örnek olan rasullullah’ın çocuklara olan tutumu böyleyken camide çocukların azarlanması, gürültü yapmalarına(!) -ki o sesler hak

46 • Haziran’16

davayı sürdürecek olan mücahidlerin sesi- kızmaları çocukların camiden ve Kur’an-ı Kerim öğrenilen mekanlardan soğumalarına neden olur. Önemli olan diğer nokta ise rasulullahın çocuklara şeker, oyuncak gibi hediyeler vermenin yanında pek çok duada da bulunmasıdır. Çocuklara saygı göstererek onlara özgüven aşılar, dualarında onları yüreklendirerek güzel işler yapmaya yönlendirirdi. Belki de bunun en açık örneği Abdullah ibn Abbas (Allah ondan razı olsun)’tır. Babası doğar doğmaz efendimizin yanına götürmüş ve rasullulah da ona şöyle dua etmiştir ‘’Allah’ım! O’nu dininde fakih kıl. Kitabın açıklamasını ona öğret’’ yine gençliğinde de ‘’Allah’ım! Bütün ilim ve hikmeti bu başa ver, ona tefsiri öğret. İnsanoğluna verdiğin her ilmi ve hikmeti bunun göğsünde topla’’ diye dua etmiştir. Büyüyünce bu dualardan haberdar olan Abdullah ibn Abbas da yaşamını bu duaya göre yönlendirmeye çalışmıştır. Rasulullah bizlere sabrı tavsiye ettiği gibi kendisi de her daim sabırlı olmuştur. Yaz okullarının, Kur’an kurslarının açılacağı şu dönemde eğitimcilerin peygamber efendimizin sabrını fazlasıyla örnek almaları gerekmektedir. Kur’an-ı Kerim eğitiminin temeli çocukluk döneminde atıldığından bu döneme özel ihtimam gösterilmelidir. Çocukların gönüllerini kazanmak adına yapılacak farklı, eğlenceli faaliyetler bu dönemi çocukların zihin dünyalarında kıymetli kılacaktır. Küçük yaşta kazanılacak olan bu Kur’an sevgisi çocukların yaşamlarına yön verecektir. Biz eğitimciler, anne ve babaların bu dönemi verimli geçirmeleri gerekmektedir. Yüreğinde Kur’an sevgisini taşıyan çocuk elbette ki müslümanların umudu ve zaferi olacaktır.

A

nne Frank’ın günlüğünü başucundan ayırmayanlar, Yahudi soykırımına filmler yapan dizeler yazanlar, insanları sabun yapan Hitler’a söven, Inglorius Bastards filminde bir diktatöre karşı savaşan Yahudileri izlemekten zevk alıp, Empire Of The Sun filminde ailesini kaybeden bir çocuğun hikayesini izlerken gözyaşlarına hakim olamayanlar toplanın bir şey anlatacağım! ‘Dünyanın duymak istemediği gerçekleri onlar haykırdılar!’ 1963 yılında BAAS Partisi’nin gerçekleştirdiği askeri darbenin ardından olağanüstü hal ile yönetilmeye başlanan Suriye’de 1970’den bu yana Esed ailesi iktidarı hüküm sürmektedir. Darbenin ardından ülkenin tek söz sahibi olan Hafız Esed’e karşı Suriye, İhvan-ı Müslimin hareketinin başlattığı özgürlük mücadelesi dönemin en büyük muhalif hareketi haline gelmiştir. Muhaliflerin özgürlük taleplerine karşı çok sert tedbirler alan Hafız Esed, 1982’de hunharca bir yönteme başvurarak 648 saat içerisinde 50. 000 kişinin öldürüldüğü, 20. 000 kişinin de kayıp olarak raporlara geçtiği Hama Katliamı’nı gerçekleştirmiştir. Yine Tedmur başta olmak üzere diğer birçok bölgede çeşitli katliamlar gerçekleştirerek halkın özgürlük talepleri yıllarca bastırılmaya çalışılmıştır. Mart 2011’de Derra’da yaşları 9 ile 15 arasında değişen aynı aileden 15 çocuğun okul duvarına özgürlük sloganları yazdıkları için tutuklanarak alıkonulmaları ve bu süre zarfında çocuklara tırnakları sökülerek işkence edilmesi üzerine çocukların yakınlarının bu muameleyi protesto etmek amacıyla dökülmesiyle başlayan olaylar İdlib, Halep, Hama, Humus, Banyas

ve Lazkiye gibi farklı şehirlere yayılarak ülke çapında bir başkaldırıya dönüşmüştür. Sadece Cuma namazları sonrasında gösteriler yaparak barışcıl reform talep eden Suriye halkı, bu süre zarfında ne yönetimin devrilmesine ne de şiddet içerikli bir slogan atmıştır. Buna karşılık Beşar Esed’in ateşli silahlar kullanmasıyla, ölenler, sakat kalanlar, evlerini ve ailelerini kaybeden halk artık savunma amacıyla silahlanmış ve bir iç savaş başlamıştır. Beşar Esed’in gerçekleştirdiği katliamlarla Ocak 2015’teki verilere göre 300 binden fazla insan hayatını kaybetmiş 50 binden fazla insandan ise haber alınamamaktadır. Tecavüz bir savaş silahı olarak kadın ve çocuklara karşı kullanılmıştır. 6. yılına girerken iç savaşta katliamlar hiç durmadan devam etmektedir. Tülay Gökçimen ablanın Pınar Yayınlarından çıkan bu kitabında ise kendisinin aynı isimli belgeselinde yer alan roportajların devamını içeriyor. Kitapta insanın kanını donduran olaylar, olayların başkahramanları tarafından anlatılıyor. Okurken gerçek olmamasını dilediğiniz olayların gerçekliği sizi derinden sarsacak türden. Bayramda gelip mahallenin tüm gençlerinin rejim tarafından öldürülmesi, asitle eritilen Müslümanlar, kimyasal denek olarak kullanılan halk, her gün yerlerde yakınlarının bacak, kol parçaları toplayan insanların yaşadıklarını öğrenince üstünde yaşadığımız dünyanın ne kadar zalim olduğunu anlayacaksınız. ‘’Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez. ” YUSUF/67 Haziran’16 • 47


Alıntı

Alıntı

Bir Alıntı

“Tekasür Krizi” Mekkeye Giden Yol, s.401-403/ İnsan Yayınları

1926 yılının Eylül günlerinden biriydi; Elsa’yla birlikte Berlin metrosunda, birinci mevki kompartımanlardan birindeydik. Birden karşımda oturan adama takıldı gözlerim; görünüşe bakılırsa varlıklı, başarılı bir işadamına benziyordu; dizlerinin üzerinde pahalı cinsten güzel bir çanta, bir parmağında kocaman bir elmas yüzük vardı. Düzgün kılığı, göz dolduran görünüşüyle bu adamın, o günlerde Orta Avrupa’nın her yerinde göze çarpan refah havasını çok iyi yansıttığını düşünüyordum; ekonomik hayatı altüst eden ve halkın görünüşünde genel bir pejmürdeliğe yol açan o çetin enflasyon yıllarından sonra geldiği için hemen göze çarpan bir refah havası... Halk şimdi iyi giyiniyor, iyi besleniyordu ve karşımda oturan adam da bu bakımdan bir istisna değildi. Ama adamın yüzüne bakınca, onun hiç de mutlu bir adam olmadığını sezinledim. Yorgun görünüyordu; sadece yorgun değil, vahim denebilecek ölçüde mutsuz. Gözleri ilerde, belirsiz bir noktaya boş bakışlarla takılıp kalmış, dudakları

48 • Haziran’16

adeta ıstırap içinde kasılmıştı. Fakat bu ıstırap bedeni bir ıstırap gibi görünmüyordu şüphesiz. Sürekli adamı izleyerek kabalık etmiş olmamak için gözlerimi yana çevirdim ve onun yanındaki şık giyimli bayana çevirdim gözlerimi. Ağzı sert, çarpık ve eminim alışkanlık eseri, anlamsız bir tebessümle kasılıp kalmıştı bu bayanın. Ve o zaman gözlerimi kompartımanda dolaştırıp bütün öteki yüzlere, bu istisnasız hepsi iyi giyimli, iyi beslenmiş şehirli insanların yüzlerine baktım birer birer. Ve hepsinde, bu yüzlerin hepsinde aynı hüznün kalemiyle çizilmiş derin, gizli bir acı vardı; öylesine gizli ki, yüzlerin sahipleri bile farkında değildi bunun. Gerçekten garipti bu. Hiç bir zaman çevremde bu kadar çok mutsuz, bu kadar çok hüzünlü yüzü bir arada görmemiştim; ya da acısını sessiz çığlıklarla haykıran bu yüzlere daha önce hiç bu gözle bakmamıştım. Bu müşahede öylesine sarsıcıydı ki, Elsa’ya açmadan edemedim. Ve bir portre ressamının dikkatiyle, Elsa da çevresindeki yüzleri incelemeye koyuldu.

Sonra şaşkınlıkla dönüp “Haklısın.” dedi, “Bir cehennem azabı çekiyorlar sanki... Acaba kendileri bunun farkındalar mı?” Farkında olmadıklarını biliyordum, çünkü eğer farkında olsalardı, her gün daha fazla refah, daha yeni alet edevat ve belki birbirlerinin üzerinde daha fazla tahakküm gücü elde etmekten başka umutları, ‘hayat standartlarını’ yükseltmek arzusundan başka bir amaçları ve gerçeklerle örülmüş bir inançları olmadan, hayatlarının böylesine boş, böylesine müphem acılar içinde sürüp gitmesine göz yumamazlardı herhalde... Eve döndüğümüzde, masamın üzerinde açık duran Kur’an nüshasına gözüm ilişti. Mekanik olarak, kitabı kapatıp kaldırmak için elime aldım, fakat tam kapamak üzereydim ki, açık sayfadaki ayetlere gözüm takıldı; okumaya koyuldum: Daha çok, daha çok (şeye sahip) olmak hırsına tutuldunuz, Tâ ki, kabirler (iniz) i ziyaret edinceye, (oraya ininceye) kadar. Yo, öyle değil, ilerde bileceksiniz!. Hayır, hiç öyle değil, ilerde bileceksiniz! Hayır, bir bilseniz kesin (bir) bilgiyle, And olsun ki, cehennemi göreceksiniz. And olsun ki, günü gelince apaçık göreceksiniz onu: Sonra, and olsun ki, (size verilen) nimetten sorulacaksınız. Bir an öylece sessiz kaldım. Kitabın elimde titrediğini görüyordum. Sonra onu Elsa’ya uzattım. “Oku,” dedim “Bugün metroda gördüğümüz tablonun bir yankısı değil mi?” Bir yankıydı, evet, bir cevaptı: bütün şüpheleri bir hamlede gideren bir cevap. Şimdi artık, bütün şüphelerin ötesinde, biliyordum ki, elimde tuttuğum kitap Allah kelamıydı; insanoğluna onüç yüzyıl önce vahyedilmiş olmasına rağmen, açıklığından, vüs’atinden hiç bir şey kaybetmeden, ancak bugün, karmaşık, mekanize fezalarda cirit atan bir çağın ortasında tezahür eden bir gerçeği haber veriyordu açıkça. Bütün Çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır: ama tamah ve açgözlülük başka hiç bir çağda bugün olduğu kadar, eş-

yaya yönelmiş ölçüsüz, taşkın, başka her türlü duyguyu gölgede bırakırcasına ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa vurmamıştı. Daha çok şeye sahip olmak, daha çok şey yapmak, daha çok şey başarmak... Bugün dünden daha çok, yarın bugünden daha ilerde. İnsanların boyunlarına binmişti ifrit; kamçısını tam yüreklerinin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehliyordu onları; daha yanına varır varmaz çözülüp yok olan ve aşağılayıcı bir biçimde hiçleşen hedeflere... Her başarıyı yeni ve daha parlak hedefler izliyor ve her hedefin başında onları daha acı, daha tüketici bir hiçlik bekliyordu. Ve bu, dinmez bir susuzluk halinde insan ruhunu kemire kemire tâ mezara kadar böylece uzayıp gidiyordu; ama kimse bu amaçsız koşunun farkında değildi, görmüyorlar, bilmiyorlardı. Hayır, öyle değil, ilerde bileceksiniz! Hayır, bir bilseniz kesin (bir) bilgiyle, And olsun cehennemi göreceksiniz. Hayır, bu kelâm, uzak Arabistan’ın uzak geçmişinde sesini yükselten ölümlü bir insanın hikmetli sözleri olmaktan çok daha öte bir şeydi. Ne kadar hikmetli olursa olsun böyle bir insan, yirminci yüzyıla özgü bu acılı koşuyu kendiliğinden bilemez, böylesine hâkim bir perdeden, böylesine apaçık bir üslupla dile getiremezdi. Hayır, Kur’an’da konuşan, Muhammed’in (s.s.) sesinden daha güçlü, daha yüksek bir sesti ve bütün zamanları aşarak ulaşıyordu insan kulağına... Haziran’16 • 49


Gündem

Gündem sonra, iki rekât akşam namazının farzından sonra, iki rekât yatsı namazının farzından sonra ve iki rekât sabah namazının farzından önce olmak üzere on iki rekât sünnete devam ederse, cennette onun için bir ev yapılır.” (Tirmizî, hadis no: 379) Bu tam manasıyla Allah’la iletişime doymamak demektir. “Öyleyse Beni anın ki, Ben de sizi anayım; Bana şükredin ve Beni inkar etmeyin.” (Bakara, 2:152) 3.Camideki derslere katılmak

Ramazan’dan Müthİş Bİr Bereket Elde Etmek İçİn 10 Önerİ Allah’ın adıyla “Rabbim! Benim ilmimi arttır.” İşte size Ramazan’ın, yılın kalanının ve inşaAllah bütün hayatınızın bereketli geçmesi için birkaç öneri. Lütfen yazıyı dikkatlice okuyun ve Allah’ın izniyle bu amelleri olabildiğince uygulamaya çalışın. 1.Sabah namazından sonra oturmak ve güneş doğana kadar Allah’ı zikretmek

Allah’ın zikri; O’nu anmak, hatırlamak, düşünmek, tabiri caizse gündemde tutmak demektir. Ki Müslümanlar olarak bizim daha önemli bir gündemimiz olmamalıdır. “Sabah akşam Rabbinin ismini an.” (İnsan, 76:25) “ İman edenlerin kalpleri Allah’ın zikriyle huzura kavuşmuştur. Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın zikri ile yatışır ve huzur bulur.” (Rad, 13:28)

5.İftar vermek

“Kim bir Müslüman kardeşine iftar vakti yemek yedirirse, onun sevabı kadar da kendisine sevap yazılır. Yemek yedirdiği kimselerin sevabından da hiçbir şey eksilmez.” (Tirmizî, Savm: 82; İbni Mâce, Sıyam: 40) “İşte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar.” (Mü’minun, 23:61) 6.Kadir gecesinde dua etmek

“Kim bir hayrı öğrenmek veya bir hayır(iyilik) öğretmek için mescide giderse, ona tam bir hacının hac sevabı verilir.” (Taberani) 4.Hasta birini ziyaret etmek

“Kadir gecesi, bin aydan daha hayırlıdır.” (Kadir, 97:3)

2.Her gün 12 rekat nafile namaz kılmak

7.Alışverişte Allah’ı hatırlamak

“Kim sabah namazını cemaatle kılar, sonra güneş doğuncaya kadar oturup Allah’ı zikrederse ve sonra kalkıp iki rek’at namaz kılarsa eksiksiz edâ edilmiş bir hac ve umre sevabı alır.” (Tirmizî, Ebvâbu’b-Salât, 412 hadis no: 586) 50 • Haziran’16

“Her kim, dört rekât öğle namazının farzından önce, iki rekât öğle namazının farzından

“Hasta bir Müslümanı sabah ziyaret edene, akşama kadar; akşam ziyaret edene ise sabaha kadar yetmiş bin melek dua ve istiğfar eder. Cennette de kendisine bir bahçe verilir.” (Tirmizi) “Şüphesiz Allah, takva sahipleri ile ve iyilikte bulunanlarla beraberdir.” (Nahl, 16:128)

“Kim çarşıda veya pazarda ‘Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerîke leh, lehu’l-mülkü ve lehu’lhamdu yuhyî ve yumît ve huve alâ külli şey’in Haziran’16 • 51


Atölye

Gündem kadîr’ (Allah’tan başka ilah yoktur. O birdir, ortağı yoktur. Mülk O’nundur ve hamd O’na aittir. Dirilten ve öldüren O’dur. O her şeye güç yetirendir.) derse, Allah Teâlâ ona bir milyon iyilik yazdığı gibi onun bir milyon kötülüğünü de siler.” (Tirmizi) Allah’ı hatırlamak alışverişimizde aşırıya kaçmamızı da engeller. “… Kesinlikle Allah israf edenleri sevmez.” (Araf, 7:31) 8.Allah’tan kardeşlerimiz için af dilemek

“Her kim, mümin erkek ve kadınlar için mağfiret dilerse, her mümin ve mümineye karşı ona bir sevap yazılır.” (Buhari, et- Tarihu’l Kebir No: 2564) “Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin! Doğrusu Rabbim çok esirgeyen, çok sevendir.” (Hud Suresi, 11:9) 9.Hamd ve Tesbih

“O halde Rabbini hamd ile tesbih et. Ve secde edenlerden ol.” (Hicr Suresi, 15:98) “Rabbini hamd ile tesbih et, O’na istiğfar et, çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (Nasr Suresi, 110:3) Ebu Hureyre(r.a.) tarafından rivayet ediliyor: “Her kim günde yüz kere ‘Subhanallah ve bi-hamdihi’ (Allah’ı, O’na hamd ederek tesbih ederim) derse o kimsenin günahları deniz köpüğü kadar bile çok olsa dökülür.” (Buhari, 6042; Muslim 2691) 52 • Haziran’16

10.Subhanallah

İNSANSIZ SAMİMİYET Muhammed Emrullah GÜVEN

“O halde, haydi tesbih et Rabbinin yüce ismiyle.” (69:52) Kim 100 kere Subhanallah derse bin günahı silinir, bin sevap kazanır. (Muslim, 2073) –Ebu Umame(r.a)dan rivayetle Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Her farz namazdan sonra ayetel kürsiyi(Bakara Suresi’nin 255.ayeti) okuyan kimsenin cennete girmesi için ölümden başka engel yoktur.” (Tirmizi) -İbn-i Mesud’dan rivayetle Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Her kim bir gece içerisinde Bakara suresinin son iki âyetini (Amenerrrasûlü) okursa, artık o iki âyet ona kâfi gelir.” (Buhari, Fedailül-Kuran, 10, 27, 34) – “Her kim Kâfirun Suresini okursa, Kuran’ın dörtte birini okumuş gibi olur.” (Tirmizi, Fedailül-Kuran, 10) -Kehf Suresini, her kim cuma günü bir kere okursa, ertesi cuma gününe kadar bütün kazalardan, belâlardan hak teâlâ kendisini korur, âhir zaman fitnesinden, deccalden ve şerlerinden emin olur, sıhhat ve afiyet ihsan buyurur. -Kim cuma günü Kehf Suresini okursa, onun için ayağını bastığı yerden göğe kadar bir nur fışkırır. Bu nur kıyamet günü onun yolunu aydınlatır ve o kişinin iki cuma arasında işlemiş olduğu küçük günahlar bağışlanır. Bu önemli duaları ezberleyelim inşallah: -İftardan önce yapılabilecek orijinal bir dua: Susuzluk gitti, damarlar ıslandı ve inşaAllah mükâfat gerçekleşti. (Zehebez-zama’ vebtellet-il uruk ve sebet-el-ecr inşaAllahu Teâlâ) (Ebû Dâvûd, Sıyam 22) -Kadir gecesi arayışındayken yapılabilecek güzel bir dua: Allahım sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni affeyle. (Allahumme inneke afuvvün kerîmun tuhibbul afve fa’fu anni) (Tirmizi) theidealmuslimah.com’dan alınarak Mekteb-i Suffa ekibi tarafından Suffagah.com için çevrilmiştir

Ş

uan o kadar çok kırgın ve kızgınım ki anlatamam. Belki de anlatabilirim. Ama kime? Kim bu sesi duyar, duyarlı davranıp aa hakikaten doğru söylüyor olabilir diyip en azından dinlemeye değer bulur? Her geçen gün yeni şeyler görüyoruz, öğreniyoruz. Şu aralar samimiyetsiz insanları ve daha ilginç olanı insansız samimiyeti çokça görür oldum! İnsanlara, yaşadığı zamana faydası olmayan; inandığı, sahip olduğu değerleri ihya edip geleceği inşa edemeyen samimiyet! Kardeşim, kıymetli büyüğüm! Senin samimi olduğunu görüyorum ama nerede o samimiyet içindeki insanlık? Biz nerede unuttuk onu? Bize onu unutturan da nedir? Ne mi anlatıyorum? Tarih diyorum tarih! Sen ne büyük bir rehbermişsin aslında ama biz sadece okumayı öğrenmişiz. İdrakımız eksik kalmış hem de çok eksik! Biz öyle bir bünye haline gelmişiz ki bütünlemede de finaldekinin aynısını bekler olmuşuz. Ama öyle olmuyor işte. Geçmişte insanlar türlü türlü şeylerle imtihan edildiler. Bizler de bir şeyler ile imtihan oluyoruz, vademiz doluncaya kadar da olacağız. Üzüldün mü? Üzülme, durum o kadar da vahim değil! Eğer konuya hâkimsen benzerleri çıkacak. Sonucu da senin yazdıkların, reflekslerin belirleyecek. Samimiyet diyorduk genç kardeşim samimiyet! Hani ‘zincirler kırılsın Ayasofya açılsın’ diye haykırdığın gecenin sabahında camide değil de evde kıldığın sabah namazının secdesinde saklı olan samimiyet! Zincirler kırılmalı mıydı gerçekten, zamanı gelmiş miydi, biz bunu hak etmiş miydik? O değil de sigara kullanıyordun değil mi? Sigaranı içine çekerken o dumanla birlikte senden çok uzakta bir yerlerde ümmetin günahsız yavrucaklarının canına kıyıldığı, bizlere emanet kadınlarımızın namuslarına el uzatıldığı gerçeğinin acısını da ciğerlerinde hissedebiliyorsun değil mi? Ama sen ne yapabilirsin ki? Bugün şampiyonlar ligi finali vardı değil mi? Efsane maç olacak sigara eşliğinde! Samimiyet diyorduk geleceğin anne adayı hanım kardeşim samimiyet! Hani moda dergilerinde, tesettür(!) defilelerinde görüp aldığın rengârenk kıyafetler var ya, sana çok yakışmış! Onlarla özgür Kudüs yürüyüşüne katılmıştın hani. Yürü kardeşim ayağına Kudüs

gücü gelsin yazılı pankart taşıyordun. Instagramında görmüştüm! Yılma, yıkılma, aynen devam! Şu an ki yaşantımız gelecekte nasıl anne ve baba olacağımızı, nasıl bir nesile analık ve babalık edeceğimizi de gösteriyor aslında. Samimiyet diyorduk kıymetli büyüğüm samimiyet! Hani şu içinde ciddi bir eksiği olan samimiyet! İnsanlığı eksik olanından! Hani şu iffetini korumak için helale talip olan gencin önüne sunulan ‘okul-diploma-iş’ putlarını kıramadığın samimiyet! Diğerlerini Hz. İbrahim kırmıştı zaten. Üstelik Allah (cc) sana da onu kırmak için imkân vermişti(Nur, 32). Ama sen kıramadın kıymetli büyüğüm. Neyse ki çocuğunu karşılaşacağı o maddi zorluklardan korumayı başardın. İffet mi? Zaman kötü hocam sen ne yapabilirsin ki? Samimiyetin yeter! Biz tarihi sadece okuyoruz diyorduk ya. Öyle işte, sadece geçmişte yaşanmış hikâyeler olarak okuyup geçiyoruz. Nice şahsiyetlerin verdikleri mücadeleleri sadece okuyup geçiyoruz. Oysa içinde mücadelesi verilmiş nice samimiyetler var. Selahaddin Eyyubi, Hz. Usame, Fatih Sultan Mehmet ve daha niceleri... Oysa Selahaddin Eyyubi, Kudüs’ün fethi için maddi şartlar oluşmasına rağmen yeterince dolu olmayan mescitleri doldurmak için çalıştı ve fethi erteledi. Belki de asıl zamanını bekledi! Hz. Usame ise genç yaşta hatta şu zamanda bir çoğumuzun da çocuk olarak göreceği bir yaşta, 16 yaşında, ordu komutanı oldu. Ama aslında onun öncesinde Rasulullah (sav) efendimizin mescidinde eğitildi, vizyon kazandırıldı, hayata hazırlandı. Hatta efendimiz (sav) tarafından 15 yaşında evlendirildi. Velhasıl kardeşim, demem o ki biz adetleri dinleştirmeyi, dini de sloganlaştırmayı çok sevdik. Oysa Kur’an’ı ve Sünneti hayat rehberi olarak gören biz müslümanlar için durum böyle mi olmalıydı? Kardeşim! Şairin de dediği gibi, zaman hayatın ta kendisi. Zaman insanın aynası, insan da zamanının. Hani derler ya: ‘’İnsanlar, babalarından ziyade zamanlarına benzerler.’’ Aynen öyle! Sen iyi olursan zaman da iyi. Sen kötü olursan zaman da kötü. Haziran’16 • 53


Sinema

Sinema

Furkan Rıza DEMİREL

Film Kritiği Filistin’e Veda Sümeyye ÇİFTÇİ

G

eçtiğimiz günlerde Nekbe’nin 68.yıldönümü vesilesiyle Gazzeliler büyük bir yürüyüş düzenledi. İsrail’in bağımsızlığını ilan edip 15 Mayıs 1948’de Filistin topraklarını işgal etmesine verilen addır. İşgalin ardından yüzbinlerce Filistinlinin mülteci durumuna geldiği, savaşın ardından evlerine dönmelerine izin verilmeyip , evlerine ve mallarına İsrail tarafından el konulmuştur. Ve toplam 700.000 ‘e yakın Filistinli topraklarından olmuştur. Bu minvalde ülkelerinde katledilen ve göç etmeye mahkum bırakılan Filistin halkının yaşadığı bu zor süreci işleyen 1995 yılı, İran ve Suriye ortak yapımı olan filmin yönetmenliğini Seyfullah Dad üstlenmiştir. 1948 yılında işgalin ilk günlerini konu alan film,İngiliz sömürgeciliğinin yerini Siyonist Yahudi askerlerine bırakmasıyla başlar. Filistin’in Hayfa kentinde yaşayan doktor Said , eşi ve oğulları Ferhan’ın tren istasyonun-

54 • Haziran’16

da bombalama eylemine şahit olmaları ve bu eylemi Said’in çocukluk arkadaşı Şimon’u şikayet etmesi üzerine mücadele ve işgal sürecine birebir dahil olmuşlardır. Filistinlilerin Siyonist Yahudilere karşı mücadelesinde annesinin baskılarına rağmen halkını bırakmak istemeyen doktor Said ve eşi Siyonist kurşunlarıyla öldürülmüştür. Anne ve babasının ölümünden sonra yalnız kalan Ferhan’ın filistin topraklarına yerleştirilen Yahudi ailelerinden birine verilmesi ve babaannesinin onu almak için canı pahasına verdiği mücadele sonucunda yaptığı plandan dolayı Ferhan’la birlikte trenden atlamasıyla film son bulur. Film hakkındaki düşüncelerim ise geçişlerin çok fazla olması izlerken filmden kopmalara sebep oluyor. Ana konuyapek bağlı kalınmasada herkesin izlemesini düşündüğüm İran filmlerinden birisidir.

‘Tamamiyle gerçek olaylardan canlandırılan bir filme hazır olun,rezalet Türkçe aksanına sahip Türkler, tecavüz ve şiddetten büyük zevk alan gardiyanlar,gerçek kahramanının bile kabul etmeyip ‘’bu ben değilim’’ dediği bir film. Evet doğru bildiniz MIDNIGHT EXPRESS’ Düşünüyorum ki günümüzde eğer peygamberlerin silsilesi devam etmekte olsaydı, bugün risaletlerini medya ve sinemayı kullanarak yerine getirip, insanlarla iletişime geçerlerdi. Sinema İslam hakkındaki doğru düşünceyi dünyaya gösterebilecek medyanın, büyük bir parçasıdır. Ama bu gerçekten de zorlu bir yoldur demiş Mecid Mecidi çok da doğru söylemiş. Çünkü sinema ile kendi fikirlerinizi başka insanlara empoze edebilir haklıyı haksız, zalimi mazlum gösterebilirsiniz. Vietnam savaşının devam ettiği sıralarda milli duygularla yanıp tutuşan Oliver Stone öfkesini aktarabileceği bir uğraş ister ve şansına karşısına bir Amerikalı’nın bir Türk hapishanesinde geçirdiği zamanları yazdığı otobiyografik bir kitap olan ‘Midnight Express’ çıkar. Hemen hikayenin hakları satın alınır, Stone hikayenin taslağını Columbia Pictures’a götürür. Türkiye bir Arap ülkesi olmalıdır bu yüzden film Malta’da çekilir. Başrol için ‘Richard Gere’ düşünülür ama senaryoyu beğenmeyen Gere yerine, bir dönem ülkemizde de sağlam bir oyuncu kitlesi edinmiş ‘Roots (Kökler)’ dizisinden bir yan oyuncu Brad Davis seçilir, biraz John Hurt serpiştirilir birkaç sahneye, Ermeni kökenli Türkçe bilmeyen birkaç kişiye Türk gardiyan rolü verilir. Ve ortaya 2 milyon dolar bütçe ile çekilip 35 milyon dolar hasılat yapan bir film çıkar. Filmde Hollywood öğeleri çok dikkat çekiyor. Başrol yakışıklı karizmatik bir gencimiz, Türkler hep tek tip şişko, bıyıklı, esmer tenli, biseksüel ve işkence etmeye bayılıyorlar aksanları da bir o kadar kötü, namaz kılınan sahnede imamlık yapan

yok namaz hareketleri yanlış, he bi’ de filmde fes var. Evet,evet 1970li yıllarda bildiğimiz fes. Hatta John Hurt filmde oynamak için 53 gün banyo yapmıyor leş gibi kokup herkesi role sokuyor. Daha sonra kendisi ‘senaryoyu okumadan kabul ettiğim tek film’ diye itiraf ediyor. Film Türkiye’de yasaklanıyor, dünyada ses getiriyor Oscar ödüllerinde ‘En iyi Özgün Müzik ve En iyi Özgün Senaryo’ dallarında ödüller kazanıyor. 1978 yılında Cannes film festivalinde film gösteriliyor 43 gün sonra Amerika ve Türkiye mahkumların değişimi konusunda müzakereye giriyor. Ardından yıllar sonra 2004 yılında Türkiye’ye bir ziyarette bulunan Oliver Stone filmi fazla dramatize ettiğini kabul edip ülkemizden özür diliyor. Alinur Velidedeoğlu isimli bir reklamcı bir gün bir turistle tanışıyor, Türkçe’yi nereden öğrendiğini sorduğunda, turist beş yıl Türk hapishanelerinde yattığını söylüyor ve hikayesini anlatıyor. Velidedeoğlu ,turiste hikayesinin bir filmle çok benzediğini söyleyip turiste ismini soruyor. Turist kendisinin Billy Hayes olduğunu itiraf edince Velidedeoğlu hikayesini video kamera ile kaydetmeyi rica ediyor ve ortaya 15 dakikalık bir röportaj çıkıyor Velidedeoğlu hemen BBC’yi,CNN’yi ve ABC’yi arıyor ama kanallar hiç ilgilenmiyor. O da Youtube’a yüklüyor ve roportajı izleyince Billy Hayes’in ne kadar Türkiye sevdalısı bir insan olduğunu fark ediyoruz. Amerikan hapishanelerindense Türk hapishanelerinde yatmayı tercih ederim diyor roportajı bitirmeden önce,geçen yıllarda da Cumhuriyet Bayramında,New York Meydanında Türkiye Bayrağı açıyor. İşte bir döneme damgasını vurmuş filmin arkasındaki hikaye bu, filmden daha ilgi çekici değil mi? ‘ Eğer, dikkatli olmazsanız, gazeteler, mazlumlardan nefret etmenizi, zalimleri ise çok sevmenizi sağlar. ‘ (Malcolm X) Haziran’16 • 55


Medya

Medya

Basından Yansıyanlar Dürümlü’de HDP’ye oy veren ‘yerel işbirlikçiler’ Cengiz Alğan Serbesiyet - 21 Mayıs 2016 KK’nın yazılı açıklamasında da yüzlerce insanın ölümünü tesadüfen önlemiş olan köylülere kızgınlık var. 1 Kasım seçimlerinde köydeki geçerli 366 oyun 361’i HDP’ye verilmiş. İki oy (herhalde yanlışlıkla) Halkın Kurtuluş Partisi’ne, üç oy da AK Parti’ye çıkmış. Bu %98 desteğe rağmen PKK köylüleri ‘hain’ ve ‘yerel işbirlikçi’ ilan etti. Katliam olduğu gün Kanal A televizyonundan aradılar. Telefon bağlantısıyla yorum alacaklardı. Ben telefonun ucunda beklerken, o köyden bağlantı yapılan bir tanık konuşuyordu. Son birkaç dakikasını dinledim. Patlamadan epey sonra, henüz köylüler kayıp sanılırken, ailelerine telefonlar gelmiş. “Yakınlarınız filanca hastanede, gelip alabilirsiniz” demişler. Köylüler araçlarıyla konvoy oluşturup söylenen yere gitmeye hazırlanırken jandarma onları durdurmuş. Meğer ihbar alınmış. Yola çıkan köylüler de öldürülecekmiş.“15 ton mühimmatları boşa gitti diye bizi de cezalandıracaklardı” diyordu telefondaki köylü. Dondum kaldım. Amaçlarına ulaşsalardı şehirde çok daha fazlası ölecek Kürtlerin de, neredeyse hepsi kendilerini desteklemiş Dürümlü’nün Kürt köylülerinin de canı, güya Kürt hakları için mücadele eden PKK’ya göre, bir kamyon mühimmattan ve ‘stratejik eylem’den daha değersizdi. Köşeye sıkışıp tükenme noktası-

P

56 • Haziran’16

na gelen örgütün çıkarları Kürt kanından çok daha kutsaldı onlar için. PKK’nın ilk toplu Kürt katliamı değil bu, muhtemelen son da olmayacak. 80 ve 90’lı yıllar boyunca PKK çok sayıda katliam yapıp öldürdüğü insanları işbirlikçi ve hain ilan etti. Birkaçını hatırlatayım: 20 Haziran 1987: PKK, Mardin Ömerli’ye bağlı Pınarcık köyüne baskın düzenleyerek, 16’sı çocuk, 6’sı kadın 30 kişiyi öldürdü. 8 Temmuz 1987: Şırnak’ın İdil ilçesine bağlı Peçenek köyü basılarak, kadın ve çocukların da aralarında bulunduğu 16 kişi kurşuna dizildi. 18 Ağustos 1987: Eruh’a bağlı Milan mezrasında aralarında 3 ve 6 günlük bebeklerin de bulunduğu 25 sivili öldürdü. Örgüt, yayın organlarından öldürdüğü çocuklar için “çete üyesi” ifadesini kullandı. 21 Eylül 1987: Şırnak’ın Güneyce köyü, Çiftekavak mezrasını basan PKK’lılar, 2’si hamile 5’i kadın, 4’ü çocuk 11 kişiyi katletti. 28 Mart 1988: Şırnak’ın Yağızoymak köyüne saldıran PKK, 9 çobanı boğarak öldürdü. Örgüt, yaptığı açıklamada, çobanların köy korucusu olduğunu iddia etti. 10 Haziran 1990: Şırnak’ın Güçlükonak ilçesine bağlı Çevrimli köyündeki korucu evlerine saldıran PKK, 12’si çocuk, 7’si kadın ve 4’ü korucu 27 kişiyi katletti. 22 Temmuz 1991: Mardin’in Midyat ilçesinde PKK militanları, sivilleri taşıyan

araçlara saldırarak 19 vatandaşı katletti. 1 Ekim 1992: Bitlis’e bağlı Cevizdalı köyünü basarak, kadın ve çocukların da arlarında bulunduğu 30 kişiyi öldürdüler. 27 Haziran 1992: Silvan’ın Yolaç köyünde namaz saatinde cami basan PKK’lılar, 10 kişiyi öldürdü. 18 Temmuz 1993: Van’ın Bahçesaray ilçesinde bulunan Sündüz Yaylası’ndaki saldırıda 14’ü çocuk 24 kişi hayatını kaybetti. 1 Ocak 1994: Mardin’in Savur ilçesine bağlı Ormancık ve Akyürek köylerine saldıran PKK, 11’i çocuk 21 kişiyi katletti. Liste uzayıp gidiyor. Şimdi ve Burada isimli TV programında çalışan ve Dürümlü’ye gidip olayı yerinde araştıran Şehadet Çitil, PKK’nın katliamlarına dair daha kapsamlı bir araştırma hazırladığını söylüyor. Yayınlandığında bu kanlı örgütün Kürt katliamlarını topluca okuma fırsatımız olacak. Ancak sadece yukarıdaki mini liste ve bunun Dürümlü’ye kadar gelen sürekliliği bile, PKK’nın başka ülkeler hesabına çalışan, Kürtlerin tepesinde bir tür gladyo örgütüne dönüştüğünü göstermeye yeter.

‘İngiliz rüyası’ esmer başbakan Akif Emre Yeni Şafak- 14 Mayıs 2016 ünya ölçeğinde yayılan bir imparatorluğun sömürgelerini yönetme tecrübesi ile kendi içine çekilmiş bir İngiltere’nin mikro imparatorluk çeşitliliğini arz eden demografisini

D

yönetmesinde benzer tecrübenin izlerini görebiliriz. Görece daha farklılıklara yer veren ama stratejik hiçbir alanı kaptırmayan derin devlet tavrı. Yeni dönemde de aldatıcı bir algı yönetimi ile İngiliz burjuvazisinin kırılan gururunu avantaja çevirme çabaları. İngiltere’nin yabancılar, azınlıklar, eski sömürgeleri ve hâlâ efendisi oldukları imajını pompaladığı Batı dışı toplumlar için cazibe merkezi olduğu algısı... Bir tür küçük Amerikan rüyası imajı oluşturuluyor. Sadık Han’ın bir sonraki adımı Britanya Başbakanlığı neden olmasın? Sorunun cevabının evet ya da hayır olmasından çok, sorunun kendisi bir mesaj içeriyor. Stratejik ve ekonomik güç olarak küresel rekabette gerilere düşen Ada’nın imajı bunun tam tersi. Belediye başkanlığı sayesinde Ada’yı yeniden bir çekim alanı, kaçan Ortadoğu sermayesi ve yabancılar için yatırım cennetine çevirebilmek. Böylece Avrupa Birliği’nin kıyısında durarak, hep yakınlaştığı Atlantik ötesine benzer modellemeye uygun algı operasyonu kısa sürede devreye girdi. Esmer tenli bir Müslüman’ın başbakan olma ihtimalinin olduğu, bir zamanların küresel imparatorluk başkentinin İslamofobi, ırkçılık, ayrımcılık nedeniyle kaçan yabancı yatırım ve ucuz işgücü için fırsatlar sunduğu haberleri bundan böyle devam edecek. Ne var ki Britanya artık Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk imgesi üzerinden devşirdiği psikolojik etkiyi dünya siyasetine ve ekonomik bir avantaja dönüştürebilmeyi daha ne kadar sürdü-

rebilir? Yine İngilizlerin dünyaya gösterdikleri üzere reel karşılığı olmayan bir ulusal gücün sınırlarına varması, kendini, imajını tüketmesi kaçınılmazdır…

Öğüt alır mıyız? Abdullah Yıldız Yeni Akit- 10 Mayıs 2016 imdi Feridüddin Attar’ın şu öğütlerini dinleyelim: “Dört şeyi dört şeyden temizle: Dilini gıybetten, kalbini kıskançlıktan, mideni haram lokmadan, davranışlarını riyadan”. İbrahim suresinin 21-22. âyetinde Rabbimizin işaret buyurduğu üzere; insanlar, başkalarını, şeytanı ve müstekbirleri suçlamak yerine kendilerini suçlamalı ve kınamalılar; zira günahı kendileri istemiştir! Kuşeyri Risalesi’nde zikredildiği üzere; ‘Nefsin kendisinde güzel bir hal olduğunu sanması yahut kendinin bir kıymete sahip olduğunu düşünmesiGizli Şirk sayılmıştır’. Yani kendini beğenme ve kibir… “Kibir, bele bağlanmış taş gibidir. Onunla ne yüzülür ne de uçulur” diyor Hacı Bayram Veli. Buna karşılık tevazu sahibi olmalı; iman-amel tezadına düşmemelidir: Zira tevazu sahibi olmak ve mesela, “mütevazı giyinmek imandandır” (İbn Mâce, Zühd 22). O halde kibir taşından kurtulmak gerekir; Alexsander Soljenitsin’in dediği gibi: “İnsan mezardan dönemez ama hatadan dönebilir”. Ve “Günahtan tam dönen ve tövbe eden, o günahı hiç işlememiş gibidir.” (İbn Mace, Zühd 30) Peygamber Efendimiz (s.) şöyle buyuruyor: “Kişinin dünya ve ahiretine faydası olmayan

Ş

şeyleri terk etmesi, İslâm’ının güzelliğinden ileri gelir”(Tirmizi, Zühd 11). “Sağlıklı olduğun sırada hastalık halin için hazırlık yap. Hayatta iken de ölüm için hazırlık yap” (Buhârî, Rikak 2). Hz. Ömer (r.a) der ki: “Âhiret işlerinde zarar etmektense, dünyaya ait işlerde zarar ediniz. Böylesi sizin için daha hayırlıdır.” Öyleyse, dualarımız aşağıdaki dualar ve benzerleri gibi olmalıdır: “Rabbimiz! Bize katından rahmet ver ve işlerimizde bizi başarılı kıl!” (Kehf suresi, 10) “Allah’ım! (Haktan) ayrılmaktan, ikiyüzlülük ve kötü ahlâktan sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd, Vitr 32) Ancak, esas olan fiili duadır. Efendimiz buyurur ki: “Allah’a duayı size icabet edeceğinden emin olarak yapın. Bilin ki Allah gafletle oyalanan kalbin duasını kabul etmez.” (Tirmizi, Daavât 66) Yüce Rabbimiz, kutlu Rasûlü’nün (s.) şahsında bütün Müslümanlara şu talimatı verir. “İnkârcılara boyun eğme ve onlara karşı onunla (Kur’an’la) Büyük bir cihad ver.” (Furkan, 52) “Asla inkârcılara ve ikiyüzlülere uyma ve onların incitici sözlerine aldırma.”(Ahzab, 48) Rasûlüllah Efendimiz (s.) ise; “fiilî duâ” dediğimiz cihadı, cehdi ve eylemliliği şöyle teşvik eder: “İlim öğrenmek için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır.”(Tirmizi, İlim 2) “Allah yolunda koşturup hizmet etmenin tozu ile cehennem dumanı hiçbir zaman bir arada bulunmaz.” (Tirmizi, Zühd 9) “İnsanların en üstünü, canı ve malı ile Allah yolunda cihad edendir.” (İmam Ahmed) “Cihadı terk ettiğiniz zaman Allah size zilleti musallat eder.” (Ahmed b. Hanbel, 2/84) Haziran’16 • 57


İslam Dünyası

İslam Dünyası

İslam Coğrafyasından Haberler

askeri müdahalesi sonucu Taliban iktidarının sona ermesinin ardından, örgütün yönetici şura üyesi olan Mansur, son beş yıldır Taliban lideri Molla Ömer’in yardımcısı olarak görev yapmıştı ve örgütün icra işlerine bakıyordu. Örgütün lideri Molla Ömer’in ölmesinin ardından, Afganistan Talibanı, Temmuz 2015’te Mansur’u yeni liderleri olarak belirlemişti.

Esed’in Katliam Hapishaneleri: 5 Yılda 60 Bin Mahkûm Hayatını Kaybetti!

B İranlılar bu yıl hacca gidemeyecek

İ

ran’ın bu yıl vatandaşlarına hac izni vermeyeceği belirtiliyor. Tehrantimes’ta yer alan habere göre İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hüseyin Cabiri Ensari düzenlediği basın toplantısında İranlıların bu yıl hac farizasını yerine getiremeyebileceğini söyledi. Mina’da geçtiğimiz yıl meydana gelen izdihamda 400’ü İranlı olmak üzere 2 bin civarında hacı vefat etmişti. Ensari, Suudi Arabistan’an bazı tedbirler almalarını istediklerini ancak taleplerinin yerine getirilmediğini ve vize konusunda da ciddi sıkıntılar yaşandığını ifade etti. İslamî Şura Meclisi Milli Güvenlik Komisyonu üyesi Muhammed Hasan Aseferi de İran’dan bu yıl hacca gidilmeyeceğini söyledi. Aseferi, İran’ın hacı adaylarını kutsal topraklara göndermek istediğini, ancak Suudi Arabistan’ın bunu istemediğini gösteren bazı şartlar ileri sürdüğünü, üstelik vize konusunda ve İranlı hacıları taşıyacak uçaklar hakkında da bazı engeller çıkardığını savundu.

58 • Haziran’16

Taliban ABD’yi Yalanladı: Molla Mansur Hayatta

P

akistan İçişleri Bakanı Nisar Ali Han, ABD’nin düzenlediği insansız hava aracı (İHA) saldırısında öldürülen kişinin Afgan Talibanı lideri Molla Ahtar Mansur olup olmadığının anlaşılması için yetkililerin DNA testi yapıldığını ve test sonucu Molla Ahtar Mansur öldürüldüğünün doğruladığını açıkladı. Pakistanlı kaynakların haberine göre, geçtiğimiz günlerde Mansur’un akrabalarından birinin cesedi teslim almak için kendileriyle irtibata geçtiğini belirtmiş, bunun ancak DNA testinin yapılmasının ardından gerçekleştirilebileceğini bildirmişti. Taliban lideri Molla Ahtar Mansur, 21 Mayıs’ta Pakistan’ın Belucistan eyaletinde saat 03.45 civarında düzenlenen hava saldırısında öldürüldüğü bildirilmişti. ABD Savunma Bakanlığı, Afganistan-Pakistan sınır bölgesinde Taliban lideri Mansur’u hedef alan hava saldırısı düzenlediklerini açıklamıştı. Molla Mansur, Taliban yönetimi döneminde Afganistan’da Havacılık Bakanı olarak görev yapmıştı. ABD liderliğindeki NATO güçlerinin

eşşar Esed’in hapishanelerinde son 5 yılda 60 bin mahkûmun işkence veya kötü yaşam koşulları nedeniyle hayatını kaybettiği bildirildi. Londra merkezli Suriye İnsan hakları Gözlemevi (SOHR), cumartesi günü yayımladığı raporda Beşşar Esed’in hapishanelerinde son 5 yılda en az 60 bin mahkûmun işkenceler sonucu veya kötü yaşam koşulları nedeniyle hayatını kaybettiğini belirtti. Açıklanan verilerin rejim kaynaklarından alındığı kaydedilirken SOHR Yöneticisi Rami Abdu’r-Rahman, “Mart 2011’den bu yana 60 binden fazla kişi işkence veya özellikle ilaç ve gıda eksikliği nedeniyle ortaya çıkan korkunç yaşam koşulları nedeniyle hayatını kaybetti.”ifadelerini kullandı. Abdu’r-Rahman, en çok can kaybının, Esed rejimine ait hava kuvvetleri ve ülkenin “güvenlik”güçlerinin yönetiminde olan gözaltı merkezlerinde ve Saydnaya Hapishanesi’nde yaşandığını kaydetti. Yeni Şafak

Nahda Hareketi Sadece Siyasi Faaliyet Gösterecek

T

unus Nahda Hareketi, dini alandaki bütün faaliyetleri bırakarak sadece siyasi alanda faaliyet gösterme kararı aldı. Tunus Nahda Hareketi Lideri Raşid elGannuşi, siyasi partinin dini alanda vesayet kurmasında ve dini alanın da siyasetle ilişkili olmasında bir fayda bulunmadığını söyledi. Tunus’ta Nahda Hareketi’nin 10’uncu Genel Kongresi öncesi açıklama yapan Gannuşi, “Siyasi partinin dini alanda vesayet sağlamasının bir yararının olmayacağından bahsediyoruz. Dini alanın da siyasetle ilişkili olmasının bir faydası olmayacaktır. Çünkü siyasetin inişleri çıkışları değişimleri vardır. Bizler bir alanın diğer alana vesayet kurmasını istemiyoruz. İstediğimiz örgütsel, planlarıyla ve yöneten kişileriyle bağımsız gerçek bir bağımsız alanlar istiyoruz.” ifadesini kullandı. İslami hareketin totaliter devlet karşısında kapsamlı bir proje olarak başladığını ifade eden Gannuşi, şimdi bu gerekçenin ortadan kalktığını diktatörlük ve aşırı laiklikle karşılaşmak gibi bir durumun söz konusu olmadığını kaydetti. Gannuşi bu konuda şunları söyledi: “Bizler dini ilkelerden kopmuş bir siyaset istemiyoruz. Bilakis maksatlar, İslami değerler ve motiflerle birlikte bir siyaset istiyoruz. Biz bu konuda ‘ayırma’ değil ‘farklı özellik’, ‘temayüz’ ve ‘uzmanlık’ sözcüklerini kullanmayı tercih ediyoruz. Bizlerin kastı burada farklı özellik, temayüz ve uzmanlıktır.” Dünya Bülteni Haziran’16 • 59


Haber

Haber

Üniversitelerden Haberler Berlin’de 50 Yıllık Mescidin Kapatılması Protesto Edildi

Ü

niversitenin önünde toplanan 100’den fazla öğrenci, kapatılan mescidin yeniden açılmasını ve cuma namazları için spor salonun yeniden tahsis edilmesini istedi. Üniversitedeki 4 Müslüman dernekten biri olan Suriyeli Öğrenciler Derneğinin Sözcüsü Davut Ensari, AA muhabirine, mescidin ve cuma namazının kılındığı spor salonunun yaklaşık 2 ay önce kapatılmasının ardından üniversitenin bahçesinde namazı kılmaya başladıklarını söyledi. Ancak üniversite yönetiminin buna da karşı çıktığını belirten Ensari, “Yönetim geçen hafta öğrencileri tehdit etti. Öğrencilere, cemaatle namaz kılınması durumunda polis tarafından götürülebilecekleri söylendi. Bunu çoğulcu toplumda, açık ve tarafsız bir üniversitede kabul edemeyiz.” ifadelerini kullandı. Şimdiye kadar bu sorunun karşılıklı anlayış çerçevesinde çözüleceğini ümit ettiklerini anlatan Ensari, ancak bunun böyle olmayacağını gördüklerini ve bundan sonra nasıl adımlar atacaklarını değerlendirdiklerini ifade etti. Berlin Teknik Üniversitesinde binlerce Müslüman öğ-

rencinin öğrenim gördüğüne dikkati çeken Ensari, “Namaz kılınmaya devam edilecek. Ama nerede ve nasıl bilmiyoruz.” şeklinde konuştu. Öğrenci Weam Karmid de, mescidin kapatılmasının kendileri için ciddi bir kısıtlama anlamına geldiğini belirterek, “Vakit namazlarının üçü okulda olduğumuz zamana denk geliyor. Yasa dışı bir şey yapıyormuşum gibi iki dakikalık namaz kılmak için üniversitede gizlenmek için köşeler bulmaya çalışıyorum. Hoş karşılanmadığımı ve ayrımcılığa uğradığımı hissediyorum.” dedi. Geniş güvenlik önlemlerinin alındığı gösteri cuma namazının kılınmasının ardından olaysız sona erdi.

Haliç Üniversitesi’nin Yönetimi Geçici Olarak Devredilecek

Y

ükseköğretim Kurulunca (YÖK), denetimler sonucunda “kötü yönetim nedeniyle çeşitli risk faktörleri taşıdığı” belirlenen İstanbul’daki Haliç Üniversitesi’nin geçici tedbir olarak faaliyet izninin durdurulması kararlaştırıldı. AA muhabirinin YÖK’ten edindiği bilgilere göre, dün gerçekleştirilen Yükseköğretim Genel Kurulu toplantısında, YÖK Denetleme Kurulunun Haliç Üniversitesi’nde yaptığı 2014-2015 eğitim-öğretim yılı genel denetimlerindeki tespitleri incelendi. Tespitler sonunda, “kötü yönetim” nedeniyle çeşitli risk faktörleri taşıdığı tespit edilen üniversitenin, büyük oranda mali sorunlar içinde olduğu da ortaya çıktı. YÖK Denetleme Kurulu, bunun sonucunda “kötü yönetim sonucunda ortaya çıkacak risklerin bertaraf

60 • Haziran’16

edilmesi, öğrenci ve öğretim üyelerinin haklarının korunması, eğitim ve öğretimin devam edebilmesi ve faaliyetlerin sürdürülebilmesi için ilgili mevzuat hükümlerince, kamusal sorumluluk gereği geçici bir tedbir olarak üniversitenin faaliyet izninin durdurulması” önleminin uygulanması yönünde karar verdi. Yeni mütevelli heyeti belirlenecek Kararla, Haliç Üniversitesi’nin yönetimi, garantör üniversite konumundaki, Türkiye’nin köklü üniversi-

telerinden İstanbul Üniversitesi’ne geçici olarak devredilecek. Buna göre, Haliç Üniversitesi’nin yeni mütevelli heyeti belirleninceye kadar heyetin görevlerini, İstanbul Üniversitesi’nin yönetim kurulu yürütecek. YÖK yetkilileri, Haliç Üniversitesi’nin öğrencilerinin herhangi mağduriyet yaşamadan öğretim faaliyetlerine devam edebileceğini belirtti. AA

22 Aralık ODTÜ Mescid Saldırısı Hakkında ODTÜ MESCİD Topluluğundan İlk Açıklama 22 Aralık 2015 tarihinde ODTÜ’de (eski) Hazırlık Mescidinde ilk önce boş yer bulunamadığı için dışarıda namaz kılan öğrenciler taciz edilmiş ve daha sonrasında da Kütüphane Mescidine bir saldırı gerçekleştirilmişti. “22 Aralık ODTÜ Mescid Saldırısı” olarak hatırladığımız bu saldırıda eli sopalı çetelerce onlarca arkadaşımızın darp edildiği artık tüm ODTÜ kamuoyunun bilgisi dahilindedir ve bu olay yalnızca ODTÜ kamuoyu ile de sınırlı kalmayıp tüm Türkiye’de gündem olmuştur. Geride bıraktığımız yaklaşık 5 aylık süreçte konu ile ilgili şikayetler yapılmış, hukuki her yola başvurulmuş ve idari soruşturma sürecinin sağlıklı bir biçimde yürümesi için, saldırganların yeni açılan mescidi işgal etme teşebbüslerine rağmen, zaman zaman yine mescidlere gelip cemaat namazdayken panodaki duyuruları söküp mescide ait kitapları çalmalarına ve mescid âdâbına aykırı provokatif eylemlerde bulunmalarına rağmen sağ duyuyu hiçbir zaman kaybetmedik. Yine geride bıraktığımız bu süreçte Rektörlük, sınıflarda ve kampüsün her yerinde izinsiz asılan nefret içerikli afişlere ve düzenlenen etkinliklere ses çıkarmazken inançlı öğrencilerin güvenlik zaafı nedeniyle sadece mescidlerde doğal bir hak olarak yaptığı sohbetleri ve etkinlikleri engellemiş, mescidi en doğal şekilde kullanan öğrencilere gelişi güzel soruşturmalar açarak anlamsız cezalar vermiştir. Daha önce mescide saldıranlar hâlâ kampüste kol geziyorken Rektörlük tarafından görevlendirilen şahıslar mescidi kullanan hanım öğrencilerin çantalarını aramış, 24 saat açık kütüphanesi olmasına rağmen mescidlerin açık olduğu saatleri “sabah 8 akşam 5 mesaisi” şeklinde kısıtlayarak trajikomik bir uygulamaya girişmiş, mescidde bulunan bandrollü kitaplara bir gece vakti el koyup mescid kütüphanesini boşaltmıştır. İhtiyaç sahibi insanlara ulaştırılacak olan yardımlardan çocuklara verilmek üzere alınan şekerden balona kadar her şey Rektörlük tarafından hiçbir uyarı ve açıklama yapılmaksızın toplatılmıştır. Tüm bunlara rağmen sağ duyumuzu biz yine hiç kaybetmedik.

Bizler hukuki sürecin en sağlıklı biçimde yürümesine yardımcı olmak, kampüste tekrar aynı nahoş görüntülerin yaşanmaması ve olayların birileri için siyasi bir rant aracı olmaması için dişimizi sıkarken ODTÜ imajı ve saygınlığı hiçbir zaman umurlarında olmayan ve kendilerini ‘ODTÜ KOLEKTİF’ diye isimlendiren bir grup; onlarca saldırgandan sadece üçü uzaklaştırma cezası aldı diye kampüs çevresinde her zaman ki gibi ötekileştirici, nefret ve tehdit içerikli provokatif bildiriler asmaya devam etmiştir. Şunu belirtmek gerekir ki mescidi kullanan öğrencilerin 22 Aralık ODTÜ Mescid Saldırısı’nda mağdur edildiği ve daha sonrasında kendilerine reva görülen zulüm yetmezmiş gibi saldırganlardan sadece üç kişiye göstermelik yaptırım uygulanması sembolik bir ceza ve sahte bir adaletten başka bir şey değildir. Adaletin hakkıyla tesis edilmemesi ve verilen tavizlerle mütecâvizlerin adeta şımartılması, gelecekte yine aynı olayların yaşanmaması umudunu günden güne olumsuz etkilemektedir. Bu bağlamda bizler ODTÜ MESCİD TOPLULUĞU olarak İslam inancımızın bizi nasiblendirdiği çerçevede iz’anlı ve izzetli bir duruş sergilemeye sabırla devam edeceğiz. Bize reva görülen haksızlıklara asla boyun eğmeyecek ve haklarımızı kararlılıkla talep etmeye devam edeceğiz. Tüm kamuoyuna saygıyla bildirir ve hak yolun yolcularına selam ederiz! “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah’a inanırsınız” [Âli İmran – 110] Haziran’16 • 61


Kitap

Kitaplık

Fotoğraf

Yola Düşünce Demet Tezcan, Pınar Yayınları

Y

ola Düşünce, İslâm dünyasının hemen hiç durulmadığı yıllar boyunca, nice önemli olayın tanıklığını yapan Demet Tezcan’ın zengin birikiminden parçalar sunuyor. Yazar aynı zamanda bu kitabında seyahatname türüne farklı bir boyut kazandırıyor. Bu seyahatnamede, kültür, tarih, insanlar, edebiyat ve sanat; ülkelerin, şehirlerin içlerinde yaşadıkları şekliyle, dönemler arası farklılaşan zenginlik ve fakirlikleriyle anlatılıyor. Arabistan, Pakistan, Suriye, Lübnan, Cibuti başta olmak üzere İslâm dünyası bu kitabın mer-kezinde ama bunun yanında Avrupa’da yaşayan Müslümanların durumları da özellikle öne çıkıyor; hem de Avrupa’nın, siyasal işleyişinin tarihine vurgu yapılarak. Sonra Bosna ve Makedonya’ya uzanıyor seyyahın yolu. Kara kıtanın, kara kaderli parçaları da anlatılıyor. Ayrıca Mavi Marmara olayı vesilesiyle uluslararası sularda ve Filistin’de yaşananlara dikkat çekiliyor. Böylece tarihsel ve kültürel olan yanında siyasi olan gelişmeler de seyahatnamedeki yerini hemen alıyor. Kitabın sayfaları aralandığında bir taraftan hüzünlü, bir taraftan umutlu bir çağrı var; gidebilmeyi ve gidilen farklı yerlerde de kendinizle yüzleşmeye devam etmeyi içeren bir çağrı bu. Yola Düşünce, hepimiz için gerekli, yararlı: sayısız insan durumlarını görmek, onların hayatlarını anlamak, farklı durumlarda karşılaştıkları zorluklara nasıl cevap verdiklerini öğrenerek zenginleşmek için…

Beyzanur Yaşaroğlu

Haykırış Tülay Gökçimen, Pınar Yayınları

M

art 2011’de Deraa’da yaşları 9 ila 15 arasında değişen aynı aileden 15 çocuğun okul duvarına özgürlük sloganları yazdıkları için tutuklanarak alıkonulmaları ve bu süre zarfında çocuklara tırnakları sökülerek işkence edilmesi üzerine çocukların yakınlarının bu muameleyi protesto etmek için sokaklara dökülmesiyle başlayan olaylar İdlib, Halep, Hama, Humus, Banyas ve Lazkiye gibi farklı şehirlere yayılarak ülke çapında bir başkaldırıya dönüşmüştür. Sadece Cuma namazları sonrasında gösteriler yaparak barışçıl bir şekilde reform talep eden Suriye halkı, bu süre zarfında ne yönetimin devrilmesine yönelik ne de şiddet içerikli sloganlar atmıştır. Sadece daha özgür koşullarda yaşayabilmek için reformlar yapılması yönündeki taleplerini dile getirmişlerdir. Beşar Esed verdiği sözlerin hiçbirinde durmamış aksine gösterileri bastırmak için ateşli silahlar kullanarak yüzlerce insanın ölümüne, binlercesinin yaralanmasına ve sakat kalmasına sebep olmuştur. Yine pek çok insan tutuklanarak cezaevine konulmuştur. Beşar Esed’in gerçekleştirdiği katliamlarla Ocak 2015’deki verilere göre 300 binden fazla insan hayatını kaybetmiş 50 binden fazla kişiden ise haber alınamamaktadır. Tecavüz bir savaş silahı olarak kullanılmış binlerce Müsüman kadın Esed askerleri ve çetelerce kirletilmiştir. Elinizdeki kitap yapımcılığını İHH İnsani Yardım Vakfı’nın yaptığı 2013 yılının Mayıs ayında Türkiye Suriye sınırında Suriyeli kadınlarla yapılmış görüşmelerden oluşan Haykırış ve 2014 yılında yapılan Suriye Zindanlarında 24 Saat belgesellerinin yazıya aktarımıdır. Onlardan farklı olarak belgesellerde yayınlanmayan röportajların devamı da bulunmaktadır. AyrıcabukitaptaHaykırışBelgeseli’nde anlatıcı konumun-da olan Suriyeli aktivist İman Bedir’in de hayat hikâyesineyerverilmiştir.Bu kitaptaki insan hikâyeleri ile tek gayeleri inançlarını daha özgür bir ülkede yaşayabilmek olan bu insanlar verdikleri mücadele ile neler yaşadıklarını ve uzaktan izlediğimiz mültecilerin hissiyatına ortak olacaksınız.

Ümmet Coğrafyası Adem Özköse, Pınar Yayınları

Ü

mmet Coğrafyası kitabı, farklı ülkelere yapılan seyahatler esnasında gerçekleştirilen birbirinden önemli görüşmelerin bir araya getirilmesiyle oluştu. Kitapta Filistin’den Fas’a, Moro’dan Suriye’ye, Libya’dan Makedonya’ya, Kosova’dan Suud’a, Tunus’dan Yemen’e, İran’dan Patani’ye, Nepal’den Malezya’ya, Cezayir’den Pakistan’a, Latin Amerika’dan Arakan’a kadar uzanan güzergâhta nelerin olup bittiği, Müslümanların neler yaşadıkları, tecrübeleri, hangi imkân ve zaaflara sahip oldukları, Müslüman toplulukların umutları, beklentileri, gelecek perspektifleri, Türkiye’ye nasıl baktıkları konu ediliyor. Kitap bu yönüyle ümmetten haberler getiren bir çalışma olma özelliği taşıyor. Kitabın amaçlarından bir diğeri de Arap isyanlarıyla başlayan süreçle ilgili okuyucuya bizzat kaynağından, bu sürecin önemli aktörlerinden doğru bilgiler aktarmak. İslam dünyasının nerelerden geldiğini, hangi acıları çektiğini, hangi bedelleri ödediğini hatırlatarak içinden geçtiğimiz günlerin daha da iyi anlaşılmasını sağlamak. Hasan el Benna, Seyyid Kutup, Erbakan Hoca, Şeyh Ahmet Yasin, Malcom X, Rantisi, Abdulhamid Han, Ömer Muhtar, Ali Şeriati, Aliyaİzzetbegoviç ve Mevdudi’den arda kalan düşünsel ve mücadele mirasının izleri de kitabın bir başka konusu.

62 • Haziran’16

Haziran’16 • 63


Etkinlik

KAĞITHANE ANADOLU İMAM HATİP LİSESİ

KISA FİLM GÖSTERİMİ

G

enç Öncüler hareketi Sinefesto’nun katkılarıyla düzenlediği “evsizler” temalı kısa film yarışmasının ödül törenini nisan ayında gerçekleştirdi. İlk üçe girmeye hak kazanan filmler törende büyük bir ilgiyle izlendi. Kısa film yarışmasındaki ilk hedef toplumun kanayan yarası olan bu konu hakkında farkındalık oluşturmaktı. Hedefimizi gerçekleştirmek ve projenin devamlılığını sağlamak adına geçtiğimiz günlerde Kağıthane Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde gençlerimizle buluştuk. Ümmetin heyecanı olan gençlere bu konunun ehemmiyetinden ve projeyi neden gerçekleştirdiğimizden bahsettik. Ödüllü üç filmimiz olan Mazhar Yıldız’ın “Ölüler Parkı” filmi, İhsan Orçun Miroğlu’nun “Kesik” filmi ve Bünyamin Duranoğlu’nun “Deli Seyfullah Destanı” filmini izledikten sonra konu üzerinden hasbihal ettik.

Barbaros Anadolu Lisesi Kısa Film Gösterimi

G

enç Öncüler Gençlik Hareketinin Kısa Film yarışmasında ödül almış filmlerin gösterimi liselerde devam ediyor. “Evsizler” temalı filmlerimizi gençlerle buluşturuyoruz. Hareketin çalışmalarından bahsediyor gençliği, zamanının kıymetini bilip iyi işler yapması adına motive etmeye çalışıyoruz. 16 Mayıs günü Bağcılar Barbaros Anadolu lisesine misafir olduk. Bizleri ilgiyle dinleyen öğrencilerine, öğretmenlerine ve okul müdürü değerli hocamız Aziz Erdoğan’a teşekkür ediyoruz

64 • Haziran’16

Liseli gençlerin teveccühünü kazanan proje filmleri, sinemaya ilgisi olan kardeşlerimiz için de yeni ufuklar açtı. Misafiri olduğumuz Kağıthane Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde tanıştığımız arkadaşlarımıza, hareketimizi tanıtmak üzere Hanımlar Komisyonu başkanı Sümeyye Akgül bir konuşma yaptı. Konuşmada gençlik dönemimizi nasıl değerlendirmemiz gerektiğinden, kötülüklerin çoğaldığı dünyada gidişata dur diyebilecek gençlere olan ihtiyaçtan bahsedildi. “Gençliğini nerede harcadın“ diye sorulduğu gün yüzü kararanlardan olmamak adına Allah rızası için yaptığımız faaliyetlerimize kardeşlerimi davet ettik. Gençliğin belki de en verimli çağlarında olan liseli kardeşlerimizin bu programla potansiyellerinin farkına varmış olmalarını umuyoruz.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.