Genç Öncüler- 108- Neyini Kaybettiğini Hatırla

Page 1

9 771307 007016

08 ISSN 1307-007X

MUHAMMED EMİN YILDIRIM İLE RÖPORTAJ

MUHAMMED ALİ

KADİR Mİ, KADER Mİ?

TESETTÜRÜM BENİM HER ŞEYİM!



EDİTÖR'DEN

Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu Mehmet Semih Özdemir Yayın Kurulu Furkan Gençoğlu Mehmet Semih Özdemir Ahmet Semih Şenlikoğlu Furkan Rıza Demirel Dücane Demirtaş M.Salih Demirtaş Osman Zinnur Aksu Sümeyye Akgül Zozan Demirci Ayşenur Özdemir Senanur Yaşaroğlu Gülsüm Cemile Damar Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Şeymanur Tan Fatma Büşra Çanak Asım Ebrar Yıldız Toleuzhan Galiyeva Osman Zinnur Aksu Vefa Güzel Furkan Gençoğlu Dücane Demirtaş Mücahid Keskinoğlu Ömer Ziya Cuma Ertaş Asım Bekir Beyzanur Yaşaroğlu Ahmet Semih Şenlikoğlu Fatma Betül Yıldız Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Sanatkar Ofset Son. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 4NF/4-5 Topkapı / İST. Tel: (212) 567 39 40-41

Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Sevgili Arkadaşlar izleri Ramazan’ın bereketi ile kuşatıp bayram sabahına ulaştıran rabbimize hamdolsun. Hayatı durduran ve çevreleyen niteliği ile idrak etmeye çalıştığımız bir Ramazan ayını daha geride bıraktık. Artık bayram ile sevinmenin vaktidir. İslam dünyasının her yanında acı feryatlar yükselse dahi bayramı hep beraber idrak edeceğiz. Çünkü bayramlar gülmenin ve güldürmenin membaı olan, rabbimizin bize hediye ettiği güzel günlerdir. Bu güzel günlere erişirken Genç Öncüler Dergisi yayın ekibi olarak Ramazan ayında da bir an olsun boş durmayarak tükettiğimiz kavramları bu ay manşete taşımayı uygun gördük. Özgürlüğü, takvayı, tesettürü,inşallahı, kardeşliği tartıştık. Muhammed Emin Yıldırım hocamız ile tüketilen kavramları konuştuk ve mesele hakkında gençlere yönelik tavsiyelerini dinledik. Şampiyonu hatırladık bu ay ve bir Muhammed Ali portresi hazırladık. Ve tabi ki rehberi Malcolm X unutulmadı. İstanbul’un köylerini gezmeye devam ettik. Abant gölüne doğru bir yolculuğa çıktık. Bozlakların efendisi Neşet Ertaş usta ile gönüllerimiz titredi. Başbağlar köyünde ciğerimiz yandı. Film, kitap tahlilleri ve daha bir çok zengin içerik ile siz sevgili Genç Öncüler Dergisi dostlarına güzel bir bayram hediyesi hazırladık. Genç Öncülerin genç yazarları olarak temel gayemiz, toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri,kötülükleri,kolaylıkları, sıkıntıları siz değerli okurlarımıza en anlaşılabilir şekilde aktarmaktır. Kadromuz adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak, bu bilinçle yazılarını kaleme almaktadır. Çünkü bu bize inandığımız rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Çıkarttığımız bütün sayıları bu görev bilinci ile çıkartıyoruz. Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun.

B

Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa/135

Temmuz’16 • 1


Temmuz 2016 • Sayı 108 • Yıl 13

16

Ali

TESETTÜRÜM BENİM HER ŞEYİM!

Furkan GENÇOĞLU

Toleuzhan GALİYEVA

23 54

Kadir mi, Kader mi? Fatma Betül YILDIZ

2 • Temmuz’16

Ye, Tüket, Sev! Osman Zinnur AKSU

31


Bozlakların Efendisi

Neşet Ertaş 44

Cuma ERTAŞ

Özgürlük / Şeymanur Tan............................................................................................. 4 Muttaki ve Takva / Fatma Büşra Çanak......................................................................... 8 Röportaj Muhammed Emin Yıldırım İle “Tüketilen Kavramlar” Üzerine / Röp.: A.Yıldız..... 10 Tesettürüm Benim Her Şeyim! / Toleuzhan Galiyeva......................................... 16 Hadi İnşallah mı?/ Osman Zinnur Aksu..................................................... 20 Kardeşlik / Vefa Güzel............................................................................ 22 Ali / Furkan Gençoğlu.............................................................................. 23 Sivas Madımak Olayları / Ahmet Semih Şenlikoğlu ................................... 28 Kadir mi, Kader mi? / Fatma Betül YILDIZ............................................................... 31 Age Of 2 ve Teolojik Kavgamız / Dücane Demirtaş....................................................... 32 Hafızalardan Silinmek İstenen Katliam: “Başbağlar” / Yavuz Selim Sancak...................... 36 Yazı Dizisi İstanbul’un Köyleri-2 / Ömer Ziya................................................................ 41 Bozlakların Efendisi Neşet Ertaş / Cuma Ertaş................................................................ 44 Abant Gölünün Gerçek Hikayesi / Asım Bekir.................................................................. 52 Film Kritiği Ye, Tüket, Sev! / Osman Zinnur Aksu......................................................... 54 Basından Yansıyanlar .................................................................................................. 56

İslam Coğrafyasından Haberler...................................................................................... 58 Kamuoyuna Duyuru..................................................................................................... 62 LGBT Sapkınlığına Karşı Bir Şey Yap!.............................................................................. 62 Objektifimden / Beyzanur Yaşaroğlu .......................................................................... 63 Etkinlik Genç Öncüler Aile İftarında Buluştuk!................................................................. 64

Temmuz’16 • 3


Karantina

ÖZGÜRLÜK “Sonsuzluk kervanı, istemem azat, Köleniz olmakmış gerçek hürriyet!” N.F.K. Şeymanur TAN

Kısacası, nedir bu özgürlük?

V

ikipedi; Özgürlük: Bağlı ve bağımlı olmama, dış etkilerden (etkenlerden) bağımsız olma, engellenmemiş ve zorlanmamış olma halini dile getirmektedir. Buna paralel baska bir gündelik tanımı, insanın kendi kararlarını kendi istemine ve düşüncelerine göre belirleyebilmesi, ve kendi seçimlerini kendi iradesiyle yapabilmesi olarak belirir. Çağlar boyunca yazarlar, düşünürler, filozoflar özgürlük üzerine kafa yormuş, tanımını bulmaya çalışmış ama sınırlarını tam olarak çizememişlerdir. Buna bakarak diyebiliriz ki özgürlük tamamen göreceli bir kavramdır. Kişi “ben özgürüm” dediğinde Türkiye’de farklı, bir Arap ülkesinde farklı, bir Uzakdoğu ülkesinde farklı, Amerika’da ise tamamen farklı bir şey anlaşılacaktır. Eğer bir coğrafyada herhangi bir konu üzerinden bir yasaklama mevcutsa o yasağı delen kişi kendini özgür kabul eder. Özetle özgürlük kavramı

4 • Temmuz’16

kişiden kişiye veya toplumdan topluma değişebilen, ama herkes açısından tartışılmaz bir gerekliliktir çağımızda. Üstünde bu kadar az uzlaşma sağlanmış, herkes için farklı bir şeyi ifade eden bir kavramı sahiplenip, kullanmadan önce biz müslümanlar açısından ne demek olduğunu ortaya koymak gerekir hiç süphesiz.

Gerekli mi Özgür Olmak? İsmet Özel, “taşları yemek yasak” kitabında batılıların kullandığı “liberty”, “freedom” kelimelerini hürriyet diye çevirir, kendisi ise batılı anlamdaki özgürlük anlamına gelen bu “hürriyet” kelimesi yerine “özgürlük” kelimesini kullanmayı tercih eder. Sebebi ise kendi dilinden şöyledir: “Özgürlük kelimesi bize “ÖZ”ün “GÜR”lüğünden söz ediyor. İnsanlar söz konusu olduğunda öz dediğimiz zaman, o insanın kendini, zatını anlarız. İnsanlardan gayri


Karantina nesneler için “asıl, esas” anlamına gelir “öz”. İnsanlar arasında en makbul karakteri “özü sözü bir olmak” sayarız. Bir şeyin gür olması demek, onun bollukla ve güçlü olarak çıkıp fışkırması demektir. Yani özgürlük insan olarak aslımızda, bizim halis cevherimizde, fıtratımızda bulunan şeyin fışkırması, serpilip hayat bulmasıdır... Kafirler “öz” kelimesinden yalnızca bir şeyi, “nefs” kelimesinin anlamını seçiyorlar, yani kafire göre özgürlük nefsin istediğini ona vermekle gerçekleşiyor. Nitekim onlar için bütün kurtuluş nefsin tatmininden fazlası olamıyor. Oysa bizim için özgür olmak, bize insanlığımızı temin eden iç özelliklerimizi, halis, katışıksız, arı vasıflarımızı baskıdan kurtarmak demektir. Ancak onların hangi baskılar olduğunu anlamak için önce neler olduklarını tanımamız gerekir. İşte Kuran ve Sünnet bize ne olduğumuzun bilgisini vermesi bakımından özgürlüğümüze engel değil, tam tersine özgürlüğümüzün mümkün olduğunu anlatan kaynaklardır. Batı medeniyeti insanın ne olduğunu, hangi vasıflarla donatılmış olduğunu, İlahi bilgilerin dışında ve onlara karşı duran bir anlayışla yeniden tanımladığı için özgürlüğe varan yolda ciddi bir engeldir. İşte bu tanımları geçersiz kılmak öz-gür olmanın ön şartı durumuna geliyor.”[1] Bu ifadelere göre, batı medeniyeti insanı ahiret bilincinden koparıp bu dünyaya hapsetmeye çalıştığı için ve bu sebeple insanın özünü “zevk alan” olarak tanımladığı için ancak onu gürleştirmeye çalışır. Yani onlar için, insanın daha çok zevk alması, daha çok özgür olması anlamına gelir. Bizim de yapmamız gereken ilk şey aslında, insanın özünün bu olmadığını, yani insanın dünyaya sınırsız bir şekilde zevk almak amacıyla gelmediğini anlamak ve anlatmak olmalıdır. İnsana dair

doğru bir öz tanımı yaparsak, aradığımız özgürlük doğru kapıya çıkacaktır ve o vakit “öz”ümüz “gür”leşip gerçek anlamda özgür olabileceğiz.

Nasıl Özgür Olmalı? Batılıların özgürlük kavramıyla, biz müslümanların kullandığı özgürlük kavramı birbirinden farklıdır. “Batılı düşüncenin anladığı hürriyet marjinal, müslümanın anladığı özgürlük ise merkezidir. Yani batılılar hürriyeti sınırları olan, sınırları genişleyip daralan bir yapıp etmeler bütünü olarak anlarlar. İnsanlar az hür veya çok hür olabilirler... Müslümanların anladığı özgürlük ise merkeze, insan oluşumuzun eksenine ilişkindir. Bizim özümüz Rabbimiz tarafından bize verilmiş bir cevherdir. Eğer biz onun değerini bilir ve korursak gürleşir. Özgür oluruz. Ama önce özümüzü tanımaz, tanıdıktan sonra da onun sağlığına elverişli tutumumuz olmazsa insan vasıflarımız zaafa uğrar, bundan kainat da zarar görür, biz de zararlı çıkarız. Halbuki kafirlerin hürriyet anlayışları böyle değildir. Eğer bir odada yaşamak zorunda iseler daha az hür, iki katlı müstakil bir evde daha fazla hür olduklarına inanırlar. Uçakla seyahat etmek onlar için at arabasıyla seyahat etmekten daha hür olmak demektir. Daha hür olabilmek için toprağın derinliklerine inmek gerektiğine, gökyüzünün ötesine geçmek gerektiğine inanırlar. Ne kadar alete hükümdar iseler o kadar hürdürler. Köpek büyüklüğünde at yetiştirmek veya taneleri ceviz büyüklüğünde olan üzüm salkımları elde etmek onların en çok hür olduklarının delilidir. Kısacası kafirlerin hürriyeti marjinal, sınıra ilişkin bir hürriyettir ama hangi sınırda durması gerektiği hakkında onların da bir bilgisi yoktur”.[2] Temmuz’16 • 5


Karantina Bilgileri olmadığı için de en çok tartışma bu alanda yaşanır. Yani bir insanın hürriyetinin sınırları nedir? Batılı zihniyetin buna verdiği cevap, başka birinin haklarını ihlal ettiği zaman durması gerektiği yönündedir. Oysa başkasının özgürlüğüne ihlal etmek ne zaman gerçekleşir kimse tam bir cevap veremez. Mesela gözümüzün önünde zina edip bu benim özgürlüğüm, senin haklarını gasp etmiyorum diyebilmekteler. İsmet Özel müslümanın özgürlük anlamını ise şöyle tarif eder: “Müslümanlar sınırları ne bir hürriyet, ne de bir özgürlük meselesi olarak anlarlar. Yani haram ve helal bize sadece azgınlığımızı zaptetmek amacıyla konulmamıştır. Gerçi helal içinde kalmak ve haramdan uzaklaşmak bizi yoldan çıkmaktan korur, bizi azgınlıktan kurtarır ama bu bizim elimizin erdiği alanın dışında bir sonuçtur. Biz, bize verilen sınırlar içinde kaldıkça bizim için sağlanan faydalara kavuşuruz. Helal ve haram sınırları biz yeryüzünde yaşadığımız hayatın anlamını kavrayalım diye, mevcudiyetimizin sebebine yaklaşalım diye vardır. Eğer bu sınırları kaybedersek kimliğimizi, kişiliğimizi, varoluşumuzun anlamını kaybederiz... Önce özgür olmalıyız, yani müslüman olduğumuz ve bizi müslüman kılan ayırıcı vasıflar hakkında kesinliklere ve açıklığa ulaşmalıyız. Bu bizim özümüzü gür, zihnimizi selim, bedenimizi küfrün tasallutundan bağımsız kılacaktır.”[3] 6 • Temmuz’16

“Özgür Olmak İstiyoruz” Anladık ki batılının özgürlük anlayışı bizim “öz”ü “gür”lük anlayışımızın tam zıddı. “Bir batılı için özgür olmak isteyen insan kendini Yaradan’ın verdiklerine değil de yaratılmış olandan eline ne geçirebilirse onlara bağlamıştır. “Öz”ünü “gür”leştirmek isteyen insan akıllıdır ve akletmeyi bilir, çünkü akletme gücü ona Yaradan’ın verdiği değerlerden biridir. Batılı anlamda özgürleşmek isteyen insan ise akılcı olmak zorundadır, yani içinde bulunulan şartların akılcı bir tarzda izah edilmiş şekline uygun bir davranış ve düşünme yolunu benimsemek zorundadır. Akılcı bir kişi, zenginlik deyince para, mal gibi ölçülebilir değerleri anlayacaktır. Sayıya, hesaba gelmeyen zenginlikleri anlamak akıllı adamın işidir. Sevginin, merhametin, ahlak bütünlüğünün, vefanın, adalet duygusunun, cesaret ve itikaddan fedakarlık etmemenin verdiği zenginlik, diğeriyle karşılaştırılamaz büyüklüktedir. Akılcı insan bunları ölçü içine almadığı için, hepten yok saymasa bile ihmal eder. Akıllı bir insan ise tam tersini yapar, yani maddi şeyleri hepten yok saymasa bile ölçüye gelmeyen hususların önceliğini vurgular, insanın anlam kazanması gibi... Bu zıtlık açısından akılcı ve akıllı insanın, yani batılı anlamda özgür ve müslümanca bir bakış açısıyla “öz”ü “gür insanın zengin kimdir sorusuna verdiği cevap farklı farklıdır.” [4] “Akılcılık bize dünya hayatının imkanlarından en fazlasını elde ederek hür olmamızın yollarını gösterir. Akıllılık ise çevremizi kuşatan şartların haklı olup olmadıklarını sorgulamaya götürür bizi. Özgürlüğümüzün ne olduğunu bilmeyecek olursak biz de herkes gibi ve özellikle kafirler gibi hürriyetimizin peşinde ömür tüketiriz.” [5]


Karantina Özgürlüğü Tanımak “Var olan her şey özgür yaratılmıştır. Gökyüzünün maviliği onun özgürlüğündendir. Dağların sabit, denizlerin dalgalı oluşlarında özgürlüklerinin işareti vardır... Doğuştan özgürlük bilgisine insan dışında bütün yaratılmışlar sahiptir. Ademoğlu ise özgürlük bilgisini doğuştan getirmez. Bu yüzden diğer yaratılmışlardan daha zayıf bir durumdadır. Ona bütün canlı ve cansız tabiat içinde yaşama imkanı veren, hatta onu diğer yaratılmışlardan şerefli kılan yalnızca vahiy ile kendisine ulaşmış olan bilgidir. Bu bilgiden mahrum kaldığı, onu inkar ettiği, onu unuttuğu nisbette insan kendinden aşağı yaratıkların vasıflarını edinir. Yani hayvanlaşır veya şeytanlaşır. Hayvanlaşmayı anlamak mümkün peki şeytanlaşmak ne demek? İblis ve bütün şeytanlar inkar, nisyan ve isyan içindedirler. İşte insan kendisine insan olabilmesi için verilmiş özgürlük bilgisini inkar eder, bu bilgiyi unutur, bu bilginin kaynağına isyan ederse şeytanlaşır. Şeytanlaşmanın büyük avantajları(!) vardır. İnsan şeytanlaştıkça batılı anlamda daha hür, daha başarılı, daha çok imkanı elinde tutan bir duruma gelebilir. Özgürlük bilgisini unuttuğu için dünya şartlarında kendini daha güvenli, sıkıntılardan ve tehlikelerden salim kabul eder. Kendisine gazab ulaşıncaya kadar tabi. Hayvanlaşmanın da büyük avanatajları vardır(!). Böylece insan daha sorumsuz, dünyadaki tatmin vasıtalarından daha çok lezzet alan, izzetsiz olmayı bir kayıp saymadığı için benzerleri arasında en çok rahat edebilen bir duruma gelir. Öyle ki mahvoluşunun bile tadına vararak yaşar. Halbuki bizim için özgür olmak sadece bizi insan kılan bilgiden nasibimizi almakla mümkün olabilir. Bizi insan kılan bilgi ise yalnızca vahiy yoluyla peygamberlere ulaşmış ve onlar vasıtasıyla bizim istifademize sunulmuş olan bilgidir. Yani biz vahyin temin ettiği bilgi ile aslımızı tanımak, insan olmamızın

şartlarını öğrenmek, insan kalmayı başarmak yoluna gireriz. Kurtuluşumuz, ne olduğumuzu hatırlamakla, görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmekle, kısaca haddimizi bilmekle mümkündür. Vahiy dışında hiç bir bilgi bize aslımızın ne olduğunu, ne yapmamız, neyi yapmamamız gerektiğini, hangi sınırlarda insan kalabileceğimizi söyleyemez. Bu yüzden Kuran ve Sünnet özgürlük bilgisidir. Aklederek ve akıllıca bir tutumla kendimizi tanıma yolunun muhkem ayetlerden ve Sünnet-i Seniyye’den geçtiği noktasına varabiliriz. Eğer akılcı davranırsak İslam kaynaklarının dünya hayatında bize nasıl (batılı anlamda) hürriyet temin edebileceğini araştırırız. Bu tutum da bizi yahudi ve hristiyanların durumuna düşürür”[6], zira onlar da dünya hayatına uyum sağlayabilmek, ondan daha çok zevk alabilmek için kitaplarını değiştirmişlerdir. Yani kitabına uyup özümüzü gürleştirip gerçekten özgür olmak yerine, kitabına uydurup, dünya hayatındaki hürriyetin kapılarını ararız. İşte modern müslümanın derdi tam olarak budur. Vahiy ve sünnet bilgisiyle özünün bilgisine ulaşıp bunu gürleştirmeye çalıştıkça özgürleşecektir, yalnız Allah’a kul olup diğer bütün tanrılaştırılmış şeylerden kurtulacaktır. Yoksa özgürlüğünü ararken en çetin köleliğe razı olacak, binlerce tanrının kulluğunnu yapacaktır. “İnsan, ‘kendi başına ve sorumsuz’ bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyame-36) “Ey insanlar! ALLAH’ın va’di gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve o aldatıcı (şeytân) da ALLAH hakkında sizi kandırmasın…” (Fâtır 35/5) Kaynaklar: 1. “Taşları Yemek Yasak”, İsmet Özel, Tiyo yy., syf 35, 36 2. a.g.e syf 37, 38 3. a.g.e syf 38, 39 4. a.g.e syf 40, 41 5. a.g.e syf 42 6. a.g.e syf 43-45

Temmuz’16 • 7


Karantina

Muttaki ve Takva Fatma Büşra ÇANAK

TAKVA

MUTTAKİ

ügatte; korunmak, sakınmak, korkmak, kuvvetli bir himayenin altına girmek gibi anlamlara gelmektedir. İslam terminolojisinde ise; Allah’ın emirlerine saygı göstermek ve bu emirleri titizlikle yerine getirmek; haramlardan şiddetle sakınmak; Allah’a karşı kulluk ve sorumluluk bilinciyle hareket etmektir. Diğer bir terminolojik tanımla takva; Allah’a ve iman esaslarına iman edip Allah’ın emir ve yasaklarına uyarak ona karşı gelmekten sakınmak; her şeyiyle Allah’a yönelip O’nun himayesine girmek, O’na saygı ve tazimde bulunmak; dünyada ve ahirette insana zarar verecek, ilahi azaba sebep olacak her türlü söz ve eylemden kaçınmaktır. Bu tanımlamalar çerçevesinde takva sadece manevi anlamda bir korkma ve sakınma değil aynı zamanda Allah rızası doğrultusunda eylemler içerisinde olmaktır. Takvayı salt zühd derecesinde yaşamak anlamında değerlendirmek oldukça basit ve vahyin oluşturmaya çalıştığı takva anlayışı ile kıyaslandığında kısır bir bakış açısıdır. Aynı zamanda bu yaklaşım tarzı aktif iyiler olması gereken Müslüman şahsiyetin inşa olma sürecinin önünde çok ciddi bir engeldir.

Takva sahibi mümine, muttaki denir. Aslında yukarıda tanımladığımız takvaya ait özellikleri taşıyan sorumluluk sahibi ve samimiyetle yalnızca Allah’a kul olma çabası ve kaygısı içerisinde olan bir şahsiyettir. Şimdi birbiriyle organik bir bağa sahip olan bu iki kavramı vahyin ışığında anlamaya çalışalım:

L

8 • Temmuz’16

KURANDA TAKVA KAVRAMI VE MUTTAKİLERİN ÖZELLİKLERİ Hayat rehberimiz Kuran’da takva ile alakalı temelde üç mertebeden söz edilir: 1. Ebedi olarak cehennem azabından korunmak için Allah’a ortak koşmaktan, küfür ve nifaktan korunarak kâmil bir imana sahip olmak; Fetih Suresi’nin 26.ayetindeki takva kelimesi bu anlamdadır; “Allah da Resulüne ve müminlere bir sükûnet ve güvenini indirdi Onları takva kelimesine bağladı”. Ayette geçen takva kelimesi; kelime-i şehadet ve kelime-i tevhiddir. Nitekim Allah Resulü de buradaki takva kelimesini, “ la ilahe illallah=Allah’tan başka ilah yoktur” diye tefsir etmiştir (Tirmizi, Tefsir, 48; Ahmedb. Hanbel, Müsned, 5/138).


Karantina 2. Kişinin iman sahibi olduktan sonra büyük günahları işlemekten, küçük günahlarda ısrar etmekten kendisini alıkoyarak emredilen farzları ve diğer dini vecibelerini yerine getirmesi, günahlardan/haramlardan ve diğer yasaklardan kaçınması: Bu hususla ilgili olarak A’raf Suresinin 96. Ayetinde: “ Kendilerine peygamberler gönderdiğimiz memleketlerin halkları iman etseler ve takva sahibi olsalardı elbette onların üstüne göklerden ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat onlar peygamberlerimizi ve ayetlerimizi yalanladılar. Biz de onları işledikleri günahlar sebebiyle cezalandırdık” buyruluyor. 3. İnsanın bütün benliği ile Allah’a yönelmesi, kişiyi Allah’tan alıkoyacak her şeyden uzak durması (mâsiva)dır. Takvanın en üst derecesi budur.Bu hususla ilgili olarak Âl-i İmrânSûresi’nin 102. âyetinde: “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır bir şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin” buyrulmaktadır. Takvanın bu üç mertebesi, MâideSûresi’nin 93. âyetinde bir arada zikredilmiştir: “İman eden ve salih amel işleyenlere, hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) iman ettikleri ve salih amel işledikleri, sonra yine hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) iman ettikleri, sonra da hakkıyla sakınıp (takva ile hareket edip) yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde, (haram kılınmadan önce) tattıklarından/yediklerinden dolayı günah yoktur. (Önemli olan inandıktan sonra iman ve iyi amelde sebattır). Allah iyi ve güzel yapanları sever.” Görüldüğü gibi bu ayette iman ve salih amel iki kere ve takva üç mertebe olarak zikredilmiştir. İnsanın iman edip şirkten korunması mahiyetinde olan ilk mertebe kişinin kendi nefsi ve vicdanı arasında olan bir takvadır. İkincisi, insanın kendisi ile diğer insanlar arasındaki hususlarla ilgili olan takvadır ve üçüncüsü de, insanın kendisi ile Allah arasındaki takvası ve imanıdır. Bu ayette takvanın bu üçüncü derecesi, ihsan olarak zikredilmiştir. Takva, insanın hem inanç yönünü hem de inancı gereği yapması gereken kulluk görev-

lerini ve ibadetlerini, salih amellerini, ahlakını, söz, fiil ve davranışlarını ifade eder. Takva, bir kalp eylemi olup insanın imanını olgunlaştırır, ahlakını güzelleştirir. Allah’a olan itaatini ve şükrünü artırır, her an Allah’ı zikrederek O’nu asla unutmamasını sağlar. Bu bağlamda takva, insanın hem dünyasına hem de ahiretine yön vererek dünyada ve ahirette huzurunu ve kurtuluşunu sağlar. Aynı zamanda takva, kalbin hak ve hakikat ölçüsünde akletmesi sonucu ortaya konan güzel eylemler bütünüdür. Hayatın merkezine Allah rızasını yerleştirmektir. Takva, insanın bütün işlerinde helale, meşruya, doğruya uygun hareket etmesi; haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmasıdır. Nitekim ilgili bir hadiste de şöyle buyrulmuştur: “Helal bellidir, haram da bellidir, aralarında ise, insanların çoğunun bilmediği şüpheli şeyler vardır. Kim şüpheli şeylerden sakınırsa, hem dinini, hem de ırzını temize çıkarmış olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse, harama düşmüş olur. Tıpkı sürüsünü yasak bölgenin etrafında otlatan çoban gibi ki, hayvanları her an oraya girebilir. Dikkat edin, her melikin bir yasak bölgesi vardır. Dikkat edin, Allah’ın yasak bölgesi de haramlarıdır.” (Buhârî, İman, 39, Büyû, 2; Müslim, Müsâkât, 107; Ebû Davud, Büyû, 3; Tirmizî, Büyû, 1; Nesâî, Büyû, 2; İbniMâce, Fiten, 14; İbniHanbel, 4/269, 271). Bu hadiste de görüldüğü gibi takvada aslolan, helaller ve haramlar konusunda hassas olmak; harama düşme endişesiyle şüpheli şeylerden uzak durmaktır ki, buna “verâ” diyoruz. Verâ, insanın Allah’a olan imanını artırıp O’na yaklaşmasını/yakınlaşmasını sağlar. Ahirette de hesabının kolay olup ebedî mükâfatı kazanmasına vesile olur. Yukarıda zikrettiğimiz ayetler ve hadisler ışığında bir okuma yaparsak takva; 1. Sağlam bir tevhidi itikad üzere iman etmek. 2. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın emirlerini yerine getirmede ve yasaklarından kaçınmada azami dikkat ve hassasiyeti gösterme. 3. Kâinatta olan her şeye tam bir sorumluluk duygusu içerisinde yaklaşarak salihat niteliğinde ameller ortaya koyma. 4. Tüm benliği ile Âlemlerin Rabbine yönelerek O’nun yolundan alıkoyacak her şeyden uzak durmak.(Bu takvanın en üst derecesidir.) Temmuz’16 • 9


Röportaj

Muhammed Emin Yıldırım ile “Tüketilen Kavramlar” Üzerine Konuştuk Röportaj: Asım Ebrar YILDIZ

G

ençler olarak hiçbir zaman unutmamanız gereken şey şu; saffet olmadan tevhid, tevhid olmadan vahdet, vahdet olmadan ümmet olmaz. Önce biz saffet haline varmamız lazım. Saffet nedir? Saflaşmak, durulaşmaktır. Ne ile durulaşırız biz? Elbette imanla. Gerçek manada iman ettiğimiz zaman saflaşmış ve durulaşmış oluruz. Zaten La ilahe demek; kir, eksiklik, şirk ne varsa izale etmek demektir. Önce biz bunu yaptığımız zaman tevhidi elde etmiş oluruz. Tevhid olursa eğer vahdet olacak.

10 • Temmuz’16

Bildiğiniz üzere her şeyin hızla tüketilip değerinin kolayca yitildiği bir dönemde yaşıyoruz ve ne yazık ki aslında içi dolu dolu olan kavramlarımız da bu anlam kaybından etkileniyor. (hikmet, ihlas, takva, adalet, ehliyet, kurban, bayram, vatan, şehit, ezan, cemaat vb.) Müslümanlar kendi yağlarında kavruldukları kavramları ne zaman değersizleştirmeye başladı? Muhammed Emin Yıldırım: İsterseniz ben öncesinde kavramlarla ilgili bir iki bir şey izah edeyim. Kavramlar ya da kelimeler bir mesajın karşıdaki muhataba iletilmesindeki en önemli ve en mühim köprüsüdür. Neticede biz kelimelerle konuşuyoruz ve kelimeler içerisindeki


Röportaj bazı kavramlarla da mesajlarımızı ulaştırıyoruz. Cenabı Hak da ilk muhataplar olan sahabe neslini Kuran’a muhatap kıldığında aslında Allah Resulü o ayetleri iletirken o ayetler içerisinde geçen kavramlara da özel vurgularda bulunur ve o kavramların zihinlerinde sağlam bir yere oturtmaları için tabiri caizse onları bir tür eğitime tabi tutardı. Onun için biz Darul Erkam dediğimiz o peygamber mektebinde ya da sonraki süreçte Medine’deki Suffa mektebinde kavramların öğretilmesiyle alakalı peygamberin özel bir çaba içinde olduğunu görüyoruz. Çünkü kavramlara yanlış mana verdiğiniz zaman elde edeceğiniz sonuçta yanlış olacaktır. Kavramları şöyle anlamamız lazım mesela bir metre düşünün bir kumaş ölçüyorsunuz ya da bir terazi düşünün onunla bir şeyler tartıyorsunuz, terazinin ayarı bozuksa ya da o metredeki ölçünün ayarı tam değilse sizin ölçtüğünüz ve tarttığınız her şey eksik ve hatalı olacaktır. İşte kavramlarda böyledir. Onun için sokaktaki, caddedeki insanın kullandıkları kavramlarla Darul Erkam mektebinde yetişen sahabenin kullandığı kavramlar aynıydı fakat aynı anlamlar yüklü değildi. Mesela onlar kar, zarar, istikbal, mazi, kazanç, kayıp, gören, ama gibi kelimeleri kullandıkları zaman Darul Erkam’daki talebelerde kullanıyorlardı ve peygamberlikten evvel onlarda aynı anlamlarda kullanıyorlardı. Efendimiz onları eğitince mesela istikbal kavramına başka bir anlam yükledi, sokaktaki adam istikbal denince dünyevi anlamda kazanacağı şeyleri hesap ederken, Erkam’ın evindeki o talebeler istikbal denince ahirete ait bir şeyi anlamaya başladılar. Kazanç denildiği zaman onlar ceplerine giren parayı düşündüler ama Darul Erkam’daki talebe kazanç denince kar denince sevap adına Allah’ın rızası adına bazı şeyleri düşündü. Onun için bu kadar önemli kavram meselesi. Tüm yönleri ve işlevleriyle Müslüman bir toplumda cemaat kavramını nasıl tanımlayabiliriz? Cemaat kavramına gelince, cemaat kavramı Kurani bir kavramdır ve aynı zamanda peygamberinde birçok hadisinde geçen bir kav-

Gençler olarak hiçbir zaman unutmamanız gereken şey şu; saffet olmadan tevhid, tevhid olmadan vahdet, vahdet olmadan ümmet olmaz. Önce biz saffet haline varmamız lazım. Saffet nedir? Saflaşmak, durulaşmaktır. Ne ile durulaşırız biz? Elbette imanla. Gerçek manada iman ettiğimiz zaman saflaşmış ve durulaşmış oluruz. Zaten La ilahe demek; kir, eksiklik, şirk ne varsa izale etmek demektir. Önce biz bunu yaptığımız zaman tevhidi elde etmiş oluruz. Tevhid olursa eğer vahdet olacak.

ramdır. İslam dediğiniz bu aziz din kendisinin toplumunu da oluşturur. İşte İslam toplumu dediğimiz topluluğa biz cemaat, İslam cemaati diyoruz ve Efendimiz cemaatten ayrılanın kesinlikle İslam dairesinden ayrıldığına dair bize izahlarda bulunuyor. Dolayısıyla İslam cemaati dediğiniz zaman bugün İslam cemaati arasında olan fırkalar, hizipler, falanca filanca insanın etrafında toplanıp öbekleşen üç beş insanı kastetmiyoruz asla. Kuran o kelimeye kavrama mana yüklerken İslam cemiyet ve toplumunun tamamı olarak kullanıyor. Dolasıyla bakın toplum böylesine geniş kapsamlı bir anlamı olan bir kavramı aldı ve daralttı ve kendisinin üzerinden bir kavram haline dönüştürdü. Bu da netice itibariyle o kuşatıcı yönünü yok etti. Bir yönüyle aslında İslam toplumunun tamamını temsil etmesi gereken o kavram, İslam toplumu içerisinde küçücük bir toplumu, fırkayı temsil etmeye başladı. Dolayısıyla biz İslam cemaati derken Müslümanların tamamını kast etmemiz gerekirken ne yazık ki yanlış kullanım ve o kavrama yanlış anlam yüklenmesi fırkaların kendilerini İslam cemaati gibi hissetmesi yanlışına sevk etti. Böyle bir kavramı yeniden Temmuz’16 • 11


Röportaj Kuran ve sünnet çevresinde güncelleştirip tekrardan içini Allah ve Resulü nasıl doldurmuşsa öyle doldurup o şekilde anlamamız gerekir. Cemaat olmadan İslam’ı yaşamak mümkün değildir. Çünkü İslam cemaat dinidir, bakın biz Müslüman olurken bir şehadet kelimesi söylüyoruz. Eşhedü “ben şahitlik ederim” orda bir benlik var, şahsiyetinle benliğinle İslam’a dâhil olursun ama İslam’a dâhil olduğundan itibaren artık “ben” kaybolur. Buradan sonra “nahnu” yani biz varız, bakın Fatiha da biz yalnız sana ibadet eder ve biz yalnız senden yardım dileriz deriz orada benlik yok ki “ben” diye okusak Fatiha’yı doğru okumuş olmayız, namazımız da kabul olmaz. Biz ben diye geliriz İslam dairesine ama biz olma şuurunu öğrenmiş oluruz öğrenmek zorundayız o ailenin içerisine girince. İslam böyle bir önemi bizim üzerimize yüklüyor. Çünkü İslam dediğimiz ilahi sistem toplumsal olarak yaşanacak bir şeydir. Evet, bireysel başlar, aileye, sokağa caddeye müdahale eder ve yaşadığı bütün toplumu kuşatır dolayısıyla siz yalnız başınıza bu dini yaşamak gibi bir imkânı elde edemezsiniz. Bugün birbirinize deste olmak zorundasınız, birbirinize karşı sorumluklarınız var mesela İslam’ın farzlarından bir farzdır iyiliği öğütleyip kötülükten sakındırmak. Bu ne için lazım bize, cemaat olmak için lazım, birbirimize sorumlu olduğumuz için, İslam’ı beraberce yaşama mükellefiyeti içerisinde olduğumuz için kesinlikle cemaatleşmemiz lazım. İslam cemaati olarak bu cemaatleşme meselesini bir sorumluluk olarak anlamamız lazım. Biz bunu böyle anlamayıp, bugünkü bazı modern telkinlere kapılıp bireysel bir şeye dönüşürsek İslam’ın yaşanabilirliğini iptal etmiş oluruz. Bir diğer kavram ise vahdet. Vahdet kavramını aynı bağlamda nasıl değerlendirebiliriz? Hayatın içinde nasıl kendisine gerçeklik bulabilir? Şimdi vahdet farz mı? Farz. Çünkü vahdet olmadan ümmet olmaz. Ancak vahdeti sağlayabilmemiz için öncesinde bir şeye ihtiyacınız var. Gençler olarak hiçbir zaman unutmamanız gereken şey şu; saffet olmadan tevhid, tevhid 12 • Temmuz’16

olmadan vahdet, vahdet olmadan ümmet olmaz. Önce biz saffet haline varmamız lazım. Saffet nedir? Saflaşmak, durulaşmaktır. Ne ile durulaşırız biz? Elbette imanla. Gerçek manada iman ettiğimiz zaman saflaşmış ve durulaşmış oluruz. Zaten La ilahe demek; kir, eksiklik, şirk ne varsa izale etmek demektir. Önce biz bunu yaptığımız zaman tevhidi elde etmiş oluruz. Tevhid olursa eğer vahdet olacak. Zaten tevhid ile vahdet Arapçada da aynı kökten gelir. Tevhid ve vahdet arasında şöyle de bir bağ var; tevhid aslında inançta vahdetin adı, vahdet ise sosyal hayatta tevhidin adıdır. Eğer biz birlik olma adına bir şey düşünüyorsak bu tevhittir işte. Dolayısıyla biz Allah’ın yüce olan adının etrafında ancak vahdet edebiliriz. Bunu yapabilmemiz için önce saflaşmamız lazım. Durulaşmaya ihtiyacımız var. Kir adına, eksiklik adına, çirkinlik adına, fısk adına ne varsa bunların hepsini izale edip, tertemiz bir biçimde Allah’ın birliğini tasdik edip ondan sonra da o birliği tasdik eden insanların oluşturduğu cemaatle bir ümmet olma adına bir şey olmamız lazım. Bugün İslam ümmeti tevhidi kavramadan vahdeti konuşmaya çalışıyor. Onun için yüzyıllardır biz boşuna konuşuyoruz. Öncellikle bizim konuşmamız gereken tevhittir. Tevhid akidesini doğru anlamadığımız zaman, o akideyi zihinlerimize ve hayatlarımıza iyice yerleştirmediğimiz zaman Müslümanlar olarak bizim bir araya gelmemiz de mümkün olmayacaktır. Olmamasının en büyük sebebi de budur. Tevhitte birleşemediğimiz için mi bu hal böyle devam ediyor? Aynen öyle. Öncelikle birleşme tevhitte olmalı. Allah’ın yüce olan o isminin etrafında olmalı. Falanca filancanın grubunda olmaz. Zaten vahdet bu değildir. Dolayısıyla öncelikle bizim ümmetin vahdet potasını çok iyi anlamamız lazım ki o potanın adıdır tevhit. Biz o tevhitte birleştiğimiz zaman o zaman otomatik olarak sosyal hayattaki birleşmenin adı olan vahdet arkasından gelecektir. Vahdet ama “nasıl” diyoruz. Bir de belki dediğiniz gibi -teorikte başarsak da- tev-


Röportaj hitte birleşemediğinizden dolayı bunun pratik yansımaları oluyor. Örneğin Müslümanların farklı muhtelif grupları içerisinde katı kamplaşmalar görüyoruz. Kendini yegâne doğru atfetmeye başlıyorlar. Bu duruma karşı nasıl bir tavır almalıyız? Eğer biz gerçekten saflaşabilirsek, saffet haline gelebilirsek, şunu kavrayacağız; bizim bir yerlere ait olmamız tabii bir şey. Falanca cemaat, feşmekanca vakıf, filanca dernek, buralarda olmamızın bir mahsuru yok. Çünkü mecburen İslam’ı yaşayabilmemiz için etrafımızda insanlar olmalı. O insanların oluşturduğu şeyde İslam cemaatlerinden bir cemaat. Ancak biz eğer saffet haline gelmiş olursak, bulunduğu-

cemaatin içerisinde de İslam’ı yaşamaya çalışan kardeşlerim var. “ demelidir. Bir insanın kendi içinde bulunduğu yapıyı sevmesi, o yapıyı beğenmesi takdir etmesinde yadırganacak bir şey yok. Asıl önemli olan kendisini mutlak doğru kabul ederken, karşısındaki insanı karalaması, kendisine değer katma adına karşıdaki insanın değerini görmemezlikten gelmesi ya da değerinden düşürmesi; bu yanlış. Dolayısıyla biz cemaatli olabiliriz bunda bir mahsur yok ve bu vahdete engel de değil. Ama ne zamanki cemaatçi olursak, bulunduğumuz yapının taasupkârlığını yapmaya başlarsak vahdetin önünü kapatırız. Dolayısıyla burada artık İslam cemaatinin bir parçası olmaktan çıkmış, ken-

Öncelikle birleşme tevhitte olmalı. Allah’ın yüce olan o isminin etrafında olmalı. Falanca filancanın grubunda olmaz. Zaten vahdet bu değildir. Dolayısıyla öncelikle bizim ümmetin vahdet potasını çok iyi anlamamız lazım ki o potanın adıdır tevhit. Biz o tevhitte birleştiğimiz zaman o zaman otomatik olarak sosyal hayattaki birleşmenin adı olan vahdet arkasından gelecektir.

muz yapıyı mutlak manada İslam’ın merkezi ilan etmek gibi bir yanlıştan kendimizi koruruz. Vahdeti konuşmaya başladığımız zaman ise “gelin bana birleşelim” diye konuşmayız, “ben geliyorum, birleşelim.” diye konuşmaya başlarız. Şimdi bizim bugün yaptığımız yanlışlık bu; falanca cemaat diyelim, feşmekanca fırka kendisini İslam’ın en ideal halini yaşayan olarak ilan ediyor. Dışında kalan kardeşlerinin de hep yanlışlarını ve kusurlarını konuşuyor. Böyle bir mantıkta olan birisinin zaten vahdet için adım atması mümkün değil. Ama o ait olduğu yerde , “ben burada İslam’ı bu kardeşlerimle beraber yaşamaya çalışıyorum ama dışarılarda benden daha güzel kardeşlerimde var. Falanca

dimizi İslam’ın tamamı olarak ilan etmek gibi bir yanlışa kapı açmışız demektir. Bu durum da bizi ne yazık ki yanlışa sevk etmemize sebep olacak. Peki Müslümanların ortak sorunlarına karşı ortak hareket edip ihtilaflı konularını arka plana itme şansı var mı? Bu şuuru nasıl elde ederiz? İnsanın olduğu yerde sorun olur. Mesela sahabede yok muydu; vardı. Peygamber (a.s) hayattayken, sahabe dediğimiz o güzide cemaatin arasında da bazen birbirleriyle anlaşmazlıklar oluyor, hatta kavgalar oluyordu. Hatta peygamberimizden sonra sahabe birbirleriyle Temmuz’16 • 13


Röportaj Benim gençlere tavsiyem, nasihatim şu ki, bu ümmetin vahdeti hocaların eliyle değil, gençlerin eliyle olacak. Aşağıdan gelen gençler eğer gerçekten İslam’ı kendilerine çok derin bir biçimde bir sevda haline getirdikleri zaman davaları sadece ve sadece İslam olduğu zaman İslam’a ait olan değerleri çok iyi kavrayıp kavradıklarını yaşayarak hayatta temsil ettikleri zaman onların aşağıda oluşturdukları kenetlenme Kur’an bunu Saff suresinde “bir duvarın tuğlaları gibi kenetlenerek yürümek” diyor. İşte bunu ortaya koydukları zaman Allah’ın izniyle bu ümmetin kaderi değişecek ve bu ümmetin beklediği özlediği o günler gelmiş olacak. Bunu yapacak olan bir avuç gençtir.

savaşacak kadar kavgalar ortaya çıkardılar. Bu tabii ve normal bir şeydir. Mesela biz Kuran’da peygamber çocuklarının kavgalarını okuyoruz; ilk peygamber Hz Âdem’in oğlu Habil ile Kabil, daha koca dünyada beş altı insanken kavga ettiler. Hz Yusuf’la kardeşleri arasındaki kavgayı ayetlerden okuyoruz. Bunlar normal şeyler. Aslında burada Kuran, Hucurat suresinde bize ölçüyü veriyor; olur ki Müslüman gruplardan iki grup aralarında bir anlaşmazlık veya bir sorun olduğunda üçüncü bir kişi bu sorunu gidermek adına hakemlik görevi görür. Mesela iki kardeşin birbirleriyle problemi var, üçüncü şahıs o ikisinin arasını bulmaya çalışır; onları dinler, hakemlik eder ve durum tespiti yaptıktan sonra aralarını sulh etmeye çalışır. Olur ki taraflardan birisi sulha yaklaşmazsa, bu sefer toplu bir biçimde o insana karşı tecrit uygulanır. Çünkü bu bir terbiyedir. Eğer o insan yanlış yapmış olmasına rağmen, toplumda halen itibar görüyorsa o yanlışı devam ettirir. Dolayısıyla İslam cemaati dediğimiz o cemaat düzenli bir cemaattir. Başında son sözü söyleyecek bir imam veya merci vardır. O mercide bu manada aşağıya doğru bazı şeyleri söyler. Ama imam var dediğimiz zaman aklınıza astığım astık kestiğim kestik bir anlayış gelmesin. Bizde böyle bir şey yok. Bizdeki imam aynen camideki saf düzeni gibidir; arkada cemaat saf haline gelir, imam da bir adım önde durur. Bir adım önde olarak bu manada sorumluluklarını yerine getirir. 14 • Temmuz’16

Peki günümüzde bu ihtilaflardaki sorumluluk acaba önden yürüyenler, hocalarımızda mı; yoksa biz gençler, arkadan gelenlerin de sorumlulukları var mı? Hepimizde var. Bu tek taraflı bir şey değil. Toplumun bugün önünde olan insanlarda önde olmanın gereğini ve hakkını tam olarak yerine getiremediği için toplumda bazı arızalar çıkıyor. Tabanda da bu manada yukarıyı bazı şeylere zorlayan, bazı şeylere mecbur bırakan, varsa bir yanlışlık aynen sahabenin kendi başlarındaki imamı uyardıkları gibi “seni kılıçlarımızla düzeltiriz.” diyecek kadar özgüvene ve cesarete sahip insanların olmadığından dolayı arızalar var. Dolayısıyla bunu tek bir kesime sıkıştırmak doğru olmaz. Hem yukarıda, hem aşağıda bir problem var. Bizim bu manada şu Ramazan ayında fırsat bilip, topyekûn bir arınmaya ihtiyacımız var. Biz namazda saf haline geliyoruz. Niçin? Aslında mesela peygamberimizde(S.A.V.) ondan öğrendikleri için sahabenin de namazlardaki safa çok dikkat etmeleri bir adım önde olan insanı bile ellerindeki asa ile düzeltmeleri namazda ki saf düzeni oluşmadan namaza bile başlamamaları bir mesajı bize veriyor. Nedir o mesaj? Eğer biz orada saflaşmayı, saf tutmayı, düzeni, nizamı, öğrenirsek; hayatı da nizami hale getiririz. Çünkü namazın böyle bir etkisi var hayatımıza ve bugün bakın camimize namazımıza böyle bir saflaşma yok, durulaşma yok, safta yok. Yani maddi anlamda safın hakkını veremiyoruz. Bu olmadığı için hayatın içinde nizamda yok.


Röportaj Bu yüzden belki camilerimizde o saflar düzelince mi bazı şeyler değişecek? Tabii. Namazın hakkını verdiğimiz zaman aslında bir yönüyle toplumdaki bu düzeni de hayata hâkim kılmış olacağız inşallah. Maalesef yine kavramlar üzerinden birçok grubun birbirlerine tahammülsüzce saldırdığına şahit oluyoruz kendi mahallemiz içinde de. Peki, kardeşlerimize karşı eleştiri ahlakımız nasıl olmalı? Mesela ihtilafın bir ahlakı var, eleştirinin bir ahlakı var. Bunları Peygamber efendimiz(S.A.V.) bize çok güzel öğretiyor. Mesela önümüzde birisi abi dediğimiz, değer verdiğimiz bir insan. Bir hata yapmışsa öncelikle bizim o insana gıyabında çok çok dua etmemiz lazım. O dua etmemiz aslında o eleştiriyi yaparken nefsi değil, rıza-i İlahi için yaptığımızı gösterir. Eğer bir insan için gıyabında on gün dua edebiliyorsak orda nefis yoktur, orda gerçekten rıza-i İlahi vardır. Bunu yapabildik, yaptık ama baktık ki hala yanlış yapmaya devam ediyor. Toplum içinde o insanı rencide edip, onurunu ayaklar altına alıp o insanı yanlışa sevk etmektense gizli bir biçimde gidip o insanın yanına ‘abi şöyle bir şey görüyorum bu doğru mu? Yaptığın bu şey Kur’an’ın ahlakına peygamberin sünnetine uygun mu?’ deyip çok naif bir üslupla uyarmak gerekiyor. Bunu da yaptık, bu da bir eleştiri ahlakıdır. Ama yine düzelmedi baktınız yanlış yapılmaya devam ediliyor o zaman o adamın sözüne itibar ettiği iki-üç insanın yanında söylenir. ‘ben seni uyarmıştım, sen hala böyle devam ediyorsun.’ diyerek bir baskı unsuru oluşturulmak gerekir toplumsal alanda. Biz bunu yapmadan en son yapacağımızı en başta yaptığımızdan bazen faydadan çok zarar ortaya çıkıyor. Dolayısıyla burada yapmamız gereken eleştirinin ahlakını da bu mana da peygamberimizin(S.A.V.) o güzel hayatından öğrenip o ahlakı kendimize ahlak olarak edinerek gereğini yerine getirmemiz gerekir. Peki son olarak hem saf olma, tevhid de birleşme daha sonra da vahdeti sağlama, ayrılıklara deva olma konusunda biz gençlere ne gibi nasihatlerde bulunursunuz?

Benim gençlere tavsiyem, nasihatim şu ki, bu ümmetin vahdeti hocaların eliyle değil, gençlerin eliyle olacak. Aşağıdan gelen gençler eğer gerçekten İslam’ı kendilerine çok derin bir biçimde bir sevda haline getirdikleri zaman davaları sadece ve sadece İslam olduğu zaman İslam’a ait olan değerleri çok iyi kavrayıp kavradıklarını yaşayarak hayatta temsil ettikleri zaman onların aşağıda oluşturdukları kenetlenme Kur’an bunu Saff suresinde “bir duvarın tuğlaları gibi kenetlenerek yürümek” diyor. İşte bunu ortaya koydukları zaman Allah’ın izniyle bu ümmetin kaderi değişecek ve bu ümmetin beklediği özlediği o günler gelmiş olacak. Bunu yapacak olan bir avuç gençtir. Nasıl ki insanlığın kaderini ashabı Kehf gibi bir avuç genç değiştirdiyse, peygamberimizin etrafında yaşları 16-17 olan bir avuç genç Darul Erkam da Suffa mektebinde bedirde Uhud da peygamber efendimizin etrafında kenetlenip destan üstüne destan yazdıysalar eğer bu çağda da bu modern zamanlarda da bunu yapacak olan gençlerdir. Onun için ben gençlere âcizane tavsiyem bu saflaşma meselesini kendilerinin çok iyi bir biçimde anlaması, imana ait olan değerleri çok iyi kavrayıp gerçekten tevhidi içselleştirerek akide meselesinde peygamberimizin bize öğrettiği gibi saf ve duru biçimde İslam akidesini öğrenip gereğini yerine getirme adına bir ıstırap içerisinde olup, hiç bir şeye takılmadan Allah onlara nefes verdiği müddetçe bu ümmetin birliği için vahdeti için gayret etmeleri gerekir. Eğer tabanda gençler kendi aralarında bir ittifak oluştururlarsa a grubu b grubu falanca cemaat feşmekanca tarikat bunlara takılmadan bulundukları yerlerde bir cemaat ruhunu kendi üzerlerinde oluştururlarsa bu halleri yukarılarda zorlayacaktır ve toplumun önünde olan bazı insanları da vahdet meselesinde adım atmaya mecbur bırakacaktır. Dolayısıyla toplumdaki o vahdeti sağlayacak olan yukarısı değiş aşağıda olan gençlerdir. İnşallah gençler kendilerine düşen bu görevi yerine getirirler ve daha farklı bir zemine bizleri ulaştırmış olurlar. Temmuz’16 • 15


Karantina

TESETTÜRÜM BENİM HER ŞEYİM! Toleuzhan GALİYEVA

E

yvah, yandık, yaz geldi! Aslında yaz mevsimi, herkesin kafasında farklı algılanmaktadır. Kimilerine yaz mevsimi, kışlık elbiseleri çıkarıp yerine kısa yazlıkları ortaya çıkarmakken, kimilerine göre ise aynı elbiseleri bu kez ince kumaştan üretilenlerini giyinmektir. Aslında özellikle bu açık ya da kısa giyim tarzı bizim Müslüman hanım kardeşlerimizi de etkilemektedir. Bu zamana kadar asırlar geçti, lakin Kur’an – Kerim değişmedi. Peygamber efendimiz zamanında Yüce Allah’ın bize indirdiği kitap nasıl ise şimdi de aynıdır. Fakat her ne kadar Kuran aynıdır, hiç değişmemiştir desek bile, ne yazık ki insanlar bazı ayetleri kendilerine göre bu modern döneme uygun bir şekilde değiştirmekte ve onlara farklı anlamlar yüklemektedir. Şunu söyleyelim: “ Kur’an’ın yenisi veya eskisi diye bir şey yoktur!” Tabii Müslüman hanım kardeşlerimi iyi anlıyorum. Yaz geldi ve havalar gerçekten çok sıcak. Taktığımız başörtüler yüzümüze

16 • Temmuz’16

yapışıyor, rahatsız ediyor. Giydiğimiz ferace ve pardesüler terletiyor. Ama bu sitemi dillendiren bizler ahiretteki cehennem sıcağının daha yakıcı olduğunu unutmayalım. Biraz serinlemek ve rahat bir yaz geçirmek için örtünmeyi çirkin hale getirmeyelim. Müslüman hanım kardeşlerimizin Türkiye’de 28 Şubat öncesi ve sonrası yaşadıklarını, karşılaştıkları durumları, ablalarımızın başörtüleriyle üniversitede okuyamadıklarını, resmi kurumlarda, devlet dairelerinde başörtüleriyle çalışamadıklarını, kendi haklarını korumaya izin verilmediklerini asla ve asla u nutmamalıyız. Onların tesettür yolundaki gayretlerini boşa çıkarmamalıyız. Annelerimizin, ablalarımızın, kız kardeşlerimizin sözle anlatılmaz duygularını ve başörtüsü mücadelelerini modern hayatın tesettürlü kızlara sunduğu şimdiki bazı örtünme şekilleriyle etkisiz ve gereksiz hale getirmemeliyiz, ayetleri değiştirmemeliyiz.


Karantina “(Ey Muhammed) Mü’min kadınlara söyle; gözlerini şehvetli bakışlardan sakınsınlar, cinsel organlarını harama bulaştırmaktan korusunlar, (açmaksızın) görülmesi zaruri olanlar hariç süslerini göstermesinler, baş örtülerini yanlarına sarkıtsınlar. “Süslerini; (tabiî ve sun’i güzelliklerini) kocalarından babalarından veya kocalarının babalarından veya kendi oğullarından veya kocalarının oğullarından veya kendi kardeşlerinden veya kardeşlerinin oğullarından veya kadınlarından veya kız kardeşlerinin oğullarından veya sahip oldukları (cariyeleri)nden veya cinsî iktidarı olmayan hizmetçilerinden veya kadınların mahrem yerlerini henüz anlayacak çağda olmayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerini başkalarına bildirmek için ayaklarını da vurmasınlar. Ey Mü’minler! Hepiniz Allah’a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Nur Suresi, ayet:31)

Bununla birlikte Batılı ükelerin de bizim dinimize, yani müslüman ülkelerdeki inananlara yürüyüş tarzı olsun, giyim – kuşam tarzı konusunda olsun, moda, reklamlar, müzik ve eğlence festivalleriyle büyük bir etkisi vardır. Bizim bazı saf müslümanlar, batılıların modern hayat tarzlarını ve ahlaki değerlerini takip ve taklit ederek onlara hoş görünme yarışına başladılar. Sokakları pek hoş olmayan resimlerle dolduran, caddeleri açık saçık bayanları ve erkekleri reklamlarla meşhur ve meşru göstermeye çalışıyorlar. Batılılar, İslam ülkelerinde yaşayanların öncelikle kıyafetlerinden başlayarak, hayat tarzlarına müdahale etmektedirler. Böylece dinlerini unutturup onları kendilerine benzeyen bir millet yapma çabasındadırlar. Ne yazık ki bizden olan bazıları onların amaçlarına alet olmaktadır. Onların oyunlarına farketmeden uymaktadırlar ve dinimizin tarif ettiği tarza uygun olarak giyinmemekte ve yaşamamaktadırlar. Böylece hem tesettürlü gözükmek-

teler hem de kadına tarif edilen örtünmeye uygun olmayan, vücut hatlarını belli eden bir kıyafetle caddelerde dolaşmaktadırlar. Kızlarımız, ablalarımız böyle bir kıyafet giymekten kaçınmalıdırlar. Bu tip insanlar çoğu zaman kalbine değil nefisine uyumaktadırlar. Halbuki nefis insanın düşmanıdır. Nefse uymak kişinin kendisinin tehlikede olması demektir. Bunun yanı sıra dinimizin parçası olan ibadet ve insan davranışlarının zayıflaması sonucunu doğurmaktadır. Nefislerine uyanlar ibadetimizin bir parçası, Allah’ın emirlerinden biri olan tesettür konusunda batılıların kurduğu tuzağa düşmekteler. Bundan korunmak için takva üzere ayaklarımızı sabit tutmalıyız. Şimdiki zamanımızda abla – kardeşlerimizin dışarıya çıkmadan önce “ne giyeceğim?” ifadesi meşhurdur. Ve eteğin gömleğe uyması, başörtünün ayakkabıyla aynı renkte olması için saatlerini harcarlar. Giydiğimiz tesettür süslenmek için değil süsü örtmek Temmuz’16 • 17


Karantina içindir. Tesettür, pembeyi mora uydurmak değil takvayı bedene giydirmenin adıdır. Günümüzde, kadınların erkeklerle beraber iş yerlerinde çalışmaları, yine onlarla beraber oturup kalkmaları, birbirlerine “Kardeşciğim, Ağabeyciğim, hanımefendi, beyefendi” gibi hitaplarla seslenirlerken, ailelerde eşleri bu tarz senli-benli konuşmaları önemsememektedir. Bununla birlikte toplandığı ortamlarda kadın-erkek ayrı oturmayıp: “O benim kardeşimdir, kardeş değil miyiz, bunda ne var? Sonuçta bir şey yapmıyoruz” diyerek normal bir şeymiş gibi düşünenler de bulunmaktadır. Tesettürün bir kültür, gelenek ve göreneklerden, ata babalarımızdan kalan sıradan bir örtünme tarzı olduğu da düşünülmektedir. Bu kültürle yetişenler örtünmede Allah’ın bir hikmetinin var olduğundan habersizlerdirler. Bir şeftalinin ya da domatesin kabuksuz olduğunu hayal edelim. Yüzde yüz eminim ki bu kabuksuz meyveleri pazarda bedava verse bile almazlar. Çünkü kimse mikrop kaplı meyve sebze yiyerek sonra hasta olmak istemez. Ayrıca bu kabuksuzları şimdi yarım kabuk yapalım. Bir tarafı kapalı, bir tarafı ise açık. Soyulan taraftan başlamak üzere meyve, solmaya ve çürümeye başlar. Yine almazlar bu meyveyi. Durun, bununla bitmedi, şimdi bunların kabuğu var ama içindeki meyvesi görünecek bir şekilde ince soysalar ve bir rüzgar esse 18 • Temmuz’16

ya da yağmur yağsa eyvahlar bu meyveleri yine kimse almak istemez. Çünkü bu sıfatladığımız meyvelerin kabuksuz olsun yarım ya da ince kabuklu olsun insanoğlu tarafından hiç kabul edilmediğini belirtmekteyiz. Gördüğünüz gibi, taktığı başörtüden kulak - boyunlar gözüken, pantolon ve tunik giymekle yetinen ablalarımız böylece kendisini örtüyle sakınmayan, içindeki kaliteye sahip olmayan, tehlikelerden korumayan yani tesettürlü olmayan kardeşlerimizin durumu iyi değildir. Fakat bunların hepsini Allah biliyor ve bize Ahzab süresinin 59. ayetinde şöyle belirtiyor ve emrediyor: Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına söyle, (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman), bedenlerini örtecek elbiselerini giysinler. Bu, onların tanınıp incitilmemelerine de daha uygundur. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Ayette buyurduğu gibi Allah Müslüman kadınlara yönelik bir giyimin modelini bize göstermektedir ve giyim tarzını çizmektedir. Bunu faydalanarak kısaca örtünme ile ilgili biraz bilgiler verelim. Müslüman kadınlara örtünme emri, Hicrî 4. yılda (Miladî 624) Zilkâde ayında farz kılınıp kıyamet gününe kadar devam edecektir. Tesettür ile ilgili ayetler inince, Peygamber Efendimiz, bu emri sahabeye


Karantina bildirdi. Sonra sahabeler tesettür emrini evlerindeki annelerine, kardeşlerine, hanımlarına, kızlarına ilettiler. Ve Müslüman kadınlar evlerinde buldukları kumaş parçalarından örtü yaparak büründüler. Ayrıca mümin kadınların örtünme şeklini de aşağıdaki ayette belirtmektedir. “(Ey Muhammed) Mü’min kadınlara söyle; gözlerini şehvetli bakışlardan sakınsınlar, cinsel organlarını harama bulaştırmaktan korusunlar, (açmaksızın) görülmesi zaruri olanlar hariç süslerini göstermesinler, baş örtülerini yanlarına sarkıtsınlar. “Süslerini; (tabiî ve sun’i güzelliklerini) kocalarından babalarından veya kocalarının babalarından veya kendi oğullarından veya kocalarının oğullarından veya kendi kardeşlerinden veya kardeşlerinin oğullarından veya kadınlarından veya kız kardeşlerinin oğullarından veya sahip oldukları (cariyeleri)nden veya cinsî iktidarı olmayan hizmetçilerinden veya kadınların mahrem yerlerini henüz anlayacak çağda olmayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerini başkalarına bildirmek için ayaklarını da vurmasınlar. Ey Mü’minler! Hepiniz Allah’a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Nur Suresi, ayet:31) İşte bunun için Müslüman hanımlar Allah’ın emrini yerine getirmekteler. Allah’ın rızasını kazanmak için örtünürler. Yoksa, önceden böyle giyinmişler, bilmem annemden böyle gördüm ya da efendim, önceden kadınların saçları yemeğin içine dökülüyormuş da, yemeğin içine dökülmesin diye örtünmüşlermiş gibi düşünerek örtünmezler. Peygamber efendimiz (sav) şöyle buyurmaktadır. “Ebu Bekir (ra) kızı olan Esmâ (r.anha) üzerinde ince elbiseler bulunduğu halde, Rasûlullah’ın yanına geldi. Rasûlullah hemen yüzünü ondan başka bir yana çevirdi ve ‘Ya

Esma! Bir kadın hayız (görecek çağ)a ulaştığında, şundan ve şundan başka (bir yerinin) görülmesi iyi olmaz.” Buyurarak, yüzüne ve iki eline işaret etti.” (Ebu Davut, C.4 s. 62) Bu hadis buluğ çağına eren, küçük hanımların artık bayan olduklarını ve ayıp olan yerlerini örtmek ve vücut hatlarını belli olmayacak bir şekilde giyinmelerini gerekliliğini göstermektedir. Yani hadis tesettürlü olmanın sınırlarını belirtmiştir Tesettür - örtünmek, gizlenmek, bir şeyin arkasında saklanmak demektir. Başkalarının bakması haram olan avret yerini, yani ayıp olan yerini örtmektir. Avret yerini örtmek hem kendi kişisel hakkı hem de başkalarının hakkıdır. Tesettür olarak bildiğimiz örtü, bütün vücudu örtmelidir. Örtü, alttaki elbiseyi gösterecek kadar ince ve şeffaf olmamalıdır. Örtünün kendisi bir ziynet olmamalı ve cazib renkli kumaşlar kullanılmamalıdır. Örtü, vücut hatlarını belli edecek ve fitneye sebep olacak kadar dar veya kısa olmamalıdır. Örtüden dikkat çekici güzel koku, yani parfüm kokusu gelmemelidir. Kadın ne erkek elbisesi giymeli, ne de giydiği elbise erkek elbisesine benzemelidir. Ayrıca Gayri Müslim kadınların giydiği elbiseler gibi giymemelidir. Fakat güzel koku sürme dedi diye kokarcasına kötü kokmak ve süslenme dedi diye yırtık ve eski kıyafet giyin demiyoruz. Müslümana uygun ve yakışan Allah’ın belirttiği sınırları aşmadan bir kıyafet tercihi yapılmasını bildirmektir amacımız. Sonuç olarak söylemek istediğim şudur, hem erkek, hem kadın Müslüman isen Müslüman kimliğini taşı. Peygamber Ümmeti isen ona göre davran ve hareket et. Kitabım Kuran diyorsan eğer, ona göre yaşa ve hayatını ona göre düzenle. Tesettürlü isen gerektiği gibi örtün. Tesettür kadına dişiliğiyle değil, kişiliğiyle insan olduğunu gösteren bir giyim tarzıdır. Temmuz’16 • 19


Karantina

İnşallah Maşallah Osman Zinnur AKSU

N

e kadar bilinçli, ne kadar doğrudur bilinmez lakin bazı dini kelimeler var ki hayatımızın her alanına tümüyle aksetmiş durumda. Bunlardan en aşikarı “eyvallah” sözü kuşkusuz. Herhangi bir şey için eyvallah diyen bir nesil olarak büyüyoruz. Eyvallah kelimesini kimi z a m a n teşekkür etmek için, kimi zaman vedalaşmak için kimi zaman bir teklifi “kibarca” reddetmek için kullanıyoruz. “Eyvallah” kelimesi kuşkusuz dile getirildiğinde ruha bir ferahlık, diyaloğa bir içtenlik katıyor olmalı. Peki aslında bahsi geçen sözlerin anlamından uzaklaşarak bu denli sık -ve çoğu zaman yersiz- kullanılması, bu yüce lafza bir saygısızlık değil midir? “Bize ne irs-ı peder, ne servet ü ne cah kalmıştır, Şuûr-ı hikmete karşı bir eyvallah kalmıştır.”1

20 • Temmuz’16

Sultan Veled’in yukarıdaki dizeleri aslında eyvallah kelimesine hem tasavvuftan beslenen İslam geleneğinde verilen değeri/gösterilen saygıyı açıklıyor. Bu lafzın etimolojik manası kısaca şu şekilde açıklanabilir: Arapça “ey-(ya da iy-)” evet, tabi anlamlarını karşılaması; “vav” verilen cevabı kuvvetlendirmesi maksadıyla kullanılmış olsa gerektir. Kısaca “Eyvallah” lafzı temelde aslında tassavvufi bir yorumla “Hak’tandır.”, “Hakla kabul ettik.” manalarını ihtiva ettiğinden eyvallah, tasavvufta hemen hemen her alanda zikredilir. Celaleddin Rumi’ye göre “Hakikat kapısının anahtarı Eyvallah demekle olur. Eyvallah diyen öyle bir hakikate erer ki yaratılış gayesinin zirvesine çıkar.” işte böylesine büyülü ve böylesine tesirli bir sözü günlük hayatta veya internette her duruma yazmak, adeta her şeyin bir karşılığı olarak kullanmak bu lafza yapılan büyük bir ihanet değil midir?


Karantina Eyvallah sözünün yerli yersiz kullanıldığı ve bunun hatalılığı üzerinde şüphe kaldığını düşünmediğimizden, bir sonraki önemli kavramdan, “maşallah” kavramından bahsetmeye çalışacağız. Bu terkip, “şey” anlamına gelen “mâ”, “istedi, diledi” anlamına gelen “şâe” fiili ve Allah lafzının birleşmesiyle oluşur ve “Allah öyle istedi, Allah’ın istediği şey” anlamlarına gelir. Kabaca bu tabir; Allah’ın istediği şey olur, istemediği şey olmaz cümlesinin kısaltmılmışı yerine geçer. Bizim toplumumuzda günlük hayatta maşallah kavramının yaygın kullanımı “nazardan korunmak için”dir. Dilimizdeki bu kullanımı şüphesiz “(...)Biriniz kardeşinde beğendiği, hoşuna gittiği bir şey gördüğü zaman ona mübarek olması için dua etsin (Mâşallah, Bârekallah gibi sözler söylesin)”2 hadisinin yorumlanması ve yaygınlaşması ile halk nezdinde karşılık bulmuş ve yaygınlaşmıştır. Tıpkı eyvallah gibi, maşallah kavramı da tasavvuf geleneğinde sıkça göndermeler yapılan, kullanılan ve gereken saygı gösterilen lafızlardan biriyken halk nezdinde yeterince saygı göremeyen lafızlardan bir tanesidir. “Maşallah” başlı başına bir şaşkınlık ve hayranlık ifade eden bir kelime olduğundan tasavvufta “hayret makamı” adı verilen makamı ifade eder. Kabaca insanoğlunun yaradanın yarattıkları karşısında yaşadığı hayret ve hayranlık duygusunu ifade etmek için kullanılan bu lafza özellikle 21. yüzyılda ve yine özellikle gençler arasında gösteril(mey)en değer ve alelade kullanımının farkında olmak için kahin yahut medyum olmaya gerek yok şüphesiz. Bir başka (ve belki de en çok) olur olmaz kullanılan lafız ise inşallah lafzıdır. Lügatte inşallah, “Allah dilerse olur.” anlamına gelen ve tam bir teslimiyet bildiren (en azından bildirmesi gereken) muhteşem bir lafızdır. Bu lafzın da halk nezdinde bu anlamıyla kullanılmaya başlanması “Kişinin ‘İnşallah’ demesi imanın kemalindendir.”3 hadisinden ve “(...) Babacığım, sana emredilen ne ise, onu yap! İnşaallah beni sabredicilerden bulursun.”4 ayetinden do-

layıdır. İnşallah demekle, niyetlendiğimiz işi Allah’ın takdirine sunmuş, adeta tedbiri atlatıp tevekküle geçmiş olmakla yapılacak olan işin Allah’ın izniyle gerçekleşecek olduğunu ifade etmiş oluruz. Gideceğimiz yeri, katılacağımız aktiviteyi, yapacağımız işleri biz dünyevî anlamda istediğimiz kadar ayarlasak da Allah dilemedikçe o işin gerçekleşmeyeceği şuurunun bilincinde olmaktır. Peki “inşallah” gerçekten hâlâ bu anlamları ifade etmemiz niyetiyle mi bu kadar sık ve yerli yersiz kullanmaktayız yoksa “hayır” cevabı vermek istediğimiz ama “kibarlık”tan bunu yapamadığımız durumlarda mı söylüyoruz? Kültür yozlaşması her şeyden önce kavramlarla başlar. inşallah, maşallah ve eyvallah kavramlarını ve bunların doğru manalarını / kullanılması gerektiği şekliyle açıklamaya çalıştık. Bu yozlaşmaya artık dur demenin gerekliliğini biliyor ve bu konuda farkındalık oluşturmak istiyoruz. Manasını düşünmeden bu kavramları artık kullanmayarak ilk adımı sen at! Dipnotlar 1 “Bize babamızdan maddi bir miras, büyük bir servet ya da makam kalmadı. / Hikmete karşı bir eyvallah kaldı.” 2 2 İbni Mâce, Tıb:32, Müsned, 3:447. 3 Suyuti, Camiu’s-sağir, II/ 50 4 Saffat/102

Temmuz’16 • 21


Karantina

KARDEŞLİK Vefa GÜZEL

H

er şeyin bir bir ziyan edilmeye çalışıldığı, harcandığı dönemlerdeyiz. Öyle ve ne yazık ki kelime ve kavramlar da bunun içinde. Bir kelimeyi kullanırken karşımızdaki için ne ifade ettiğinden şüphe eder şekilde kullanır olduk. Bir kavramdan bahsederken acaba muhatabımızın zihin dünyasında nasıl bir yere oturacağını tam kestiremiyoruz. Bazen bahsettiğimiz bir kavramdan karşımızdakinin zıddını anladığına dahi şahit olabiliyoruz. Bunun yanı sıra müslümanlar için büyük öneme sahip birçok kelime ve kavramın da içini boşalttık. Duyduğumuzda içimizi ürpetecek, kalbimizi titretecek, zihnimizi kemirtecek pek çok ifade, nargile dumanları arasında havaya karışır oldu. Günümüzde yanlış anlayıp, yanlış yorumlayıp akabinde de yanlış icra ettiğimiz o kadar çok kavram var ki. Bunlara islami, fıkhi meseleler de dahil olunca sıkıntı ciddileşiyor. Temelde ‘dindarlık’ ifadesi dahi çok fazla kişiye ve gruba göre farklılık addedebiliyor. Bu ‘dindar’ insanların birbirleri arasındaki ‘kardeşlik’ bağının ve maalesef bu kavramın da harcandığına şahit olabiliyoruz. Kan kardeşimizden öte görmememiz gereken İslam kardeşlerimizle küçük bir meselede dahi farklılık gösterdiğimizde, o kardeşlik bağını zedele-

22 • Temmuz’16

yici davranmamız ve buna bağlı olarak farklı ve bizden olmayan kardeşler edinmemiz söz konusu. Hatta ki, farklılıklara hoşgörü şöyle dursun karşımızdaki İslam kardeşimizi tekfir dahi edecek cürete kapılabiliyoruz. Tabi ‘tekfir’ kavramını da müslümanlar birbirlerine harcadığında gerçek kafirler sinsice ‘kardeşimiz’ dost ve müttefikimiz olabiliyor. Bu noktada tükettiğimiz önemli iki kavramı tekrar yerine iade edilmesinde Kuranı Kerim de bahsedilen Efendimiz (s a v) in tavrı bize ışık tutacaktır, tutmalıdır: “Andolsun size, içinizden sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden, size pek düşkün, mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir.” (Tevbe-128) ve yine bir ayeti kerimede müminlere şefkat aynı zamanda kafirlere güçlü-onurlu olmak birlikte geçer: “Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu’, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir.”(Maide 54)


Gündem

Ali

Furkan GENÇOĞLU

“Ben Amerika’yım. Tanımadığınız yönüyüm onun. Alışın bana. Siyah, özgüvenli, kendinden emin. Benim adım bu, sizin değil. Benim dinim, sizin değil. Benim amaçlarım, sizin değil. Alışın bana.” Muhammed Ali

M

uhammed Ali’yi anlatmak biz genç nesil için gerçekten çok zor. Babalarımızdan dinlediğimiz hayat hikayesi, uykusuz gecelerde izlenen efsane maçları o günleri görememiş bizler için inanılması imkansız bir masal gibi. Muhammed Ali şöhretinin çok ötesinde yaşamış, sadece ringlerde değil hayatının her alanında mücadele etmiş muhteşem bir figür. Boksörlüğü kadar keskin zekası ve uğradığı ayrımcılığa karşı verdiği onurlu mücadele onu tarih boyunca unutulmaz bir isim olarak gelecek nesillere aktaracak.

Temmuz’16 • 23


Gündem

Yıl 1954. 12 yaşında genç bir delikanlı olan Cassius sevdiği ile imtihan oluyordu. Kırmızı bir bisiklet. Babasının Noel’de hediye ettiği kırmızı Schwinn marka bisikleti bir panayırda çalınınca deliler gibi polisi arıyordu. Amerika’da siyahilere yönelik ayrımcılığın had safhada olduğu yıllar olduğunu düşünürsek gözleri yaşlı bir siyahi çocuğu bir polisin ciddiye alacağını düşünmemiz biraz safdillik olur. Bir çadırın içinde heyecanla boks maçını takip eden polis gençliğine henüz yeni yeni adım atan Cassius ile ilgilenmedi. Cassius o çadırın içinden çıktığında yumruklarını sıkmıştı. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktı ve gün gelecek bisikletini çalanları ve gözyaşlarına vurdumduymaz tavırlarıyla aldırış etmeyen polisleri yere serecekti. Heyecanla girdiği spor salonunda ilk boks hocası Joe Elsby Martin’le tanıştı. Yeteneği, azmi ve sabrıyla kısa sürede diğer çocukların arasından sıyrılmayı başaran Cassius eyalet çapında kazandığı ödüllerle adından söz ettirmeyi başarıyordu. Yıl 1960. 18 yaşına geldiğinde Cassius’un ünü ülke sınırlarını aşmıştı. Öyle ki Roma olimpiyatlarına ülkesini temsilen katılacaktı. Katılacaktı fakat bir problem vardı. Ringlerde kelebek gibi uçan arı gibi soran Cassius uçaktan korkuyordu. ntrenörü Joe Martin’in uzun ısrarlarıyla ikna olan Ali uçağa ancak bir paraşüt alıp giyerek binebildi. Yolculuk boyunca paraşütü sırtından çıkarmayan Ali’nin kan ter içinde dualar ederek Roma’ya gitti. Ve Roma olimpiyatlarından altın madalya ile dönmeyi başardı. Yıl 1964. Cassius olimpiyat şampiyonu bir boksördü ve ünü her geçen gün artıyordu. 24 • Temmuz’16

Gözünü Dünya ağır siklet boks şampiyonluğu ünvanına dikti. Halihazırda şampiyon olan Sonny Liston ile karşılaştı ve onu adeta ringe gömdü. O tarihte Müslüman olmaya karar vererek Nation of İslam (İslam Milleti) örgütüne katıldı. Ve Malcolm X ile tanışıklığı başladı. Malcolm X, adeta Muhammed Ali’nin rehberi oldu. Malcolm X ve ailesi, yaz tatilini Muhammed Ali’nin Miami’deki evinde geçirecek kadar yakınlaştılar. Muhammed Ali’nin Sonny Liston ile karşılaştığı maçta Malcolm X, Miami Kapalı Salonu’nun 7 numaralı koltuğunda oturuyordu. Amerika’yı kitleyen bu maçta Muhammed Ali’nin en büyük destekçisiydi. İslam Milleti örgütü Amerika’da beyazların dini hristiyanlığa karşı siyahilerin dini olarak İslam’a sarılanların örgütüydü. Adem aleyhisselamdan beri varolan tevhid inancına aykırı bir tutum sergiliyor ve örgüt lideri Elijah Muhammed yarı peygamber olarak görülüyordu. Örgütün programı, Siyah Amerikalıların ayrı bir ulus ve Siyahların Allah’ın seçkin kulları olduğunu öngörüyordu. Malcolm X hacca gidip beyaz Müslümanlar ile siyahi Müslümanların bir kıbleye doğru bir Allah’ın huzurunda birlikte cem olduklarını gördüğünde beyazlara karşı kurguladığı ırkçı fikirlerinden uzaklaştı ve tevbe etti. Amerika’ya döndüğünde o artık, gerçek İslam’a ulaşmış olan “Malik El-Şahbaz”dı. “İslam Ulusu” örgütünden ayrılan Malcolm X, 1965’de bir konferans vermek üzereyken silahlı saldırıya uğrayarak şehit edildi. Malcom X, Alex Haley tarafından kaleme alınan otobiyografisinde ondan şu sözlerle bahseder: “Nerede bir konuşma yapacak olsam, yetişebileceğini aklı kesince, yüzde yüz hazır bulunmak istiyordu karşımda. Severdim kendisini. Herkesçe sevilen bir takım nitelikleri vardı, bu nedenle de evimde ağırladığım sayılı kişilerden birisiydi. Betty de çok severdi kendisini. Hele çocuklarımız, çılgına dönerlerdi onu görünce. Cassius sevimli, cana yakın, yakışıklı ve olumlu düşünebilen bir delikanlıydı.” Yıl 1967. Birleşik devletler fesadı yaymak için Vietnam’ı işgal etme girişiminde bulunu-


Gündem yor, Muhammed Ali askere alınmak isteniyordu. Muhammed Ali askere gitmeyi reddetti. Birleşik devletler onu lisansını iptal etmekle tehdit edince Muhammed Ali tarihe geçen şu efsane konuşmayı yaptı;“Louisville’de insanlar hâlâ ‘pis zenci’ diye çağırılıp köpek muamelesi görüyorken ve en basit haklarından bile mahrumken benden üzerime bir üniforma geçirip 10000 mil ötedeki bir ülkede bomba atıp kurşun sıkmamı nasıl beklerler? Hayır, 10000 mil öteye gidip beyaz köle efendilerinin beyaz olmayan başka bir millet üzerine baskı kurmalarına, onları öldürmelerine, evlerini yakmalarına yardımcı olmayacağım. Gün böyle kötü işlerin sona ermesinin günüdür. Böyle bir tavır içinde bulunmanın bana milyonlarca dolara mal olacağını söylediler. Daha önce de söyledim ve yine söylüyorum: Benim halkımın gerçek düşmanı burada, Amerika’da. Kendi özgürlüğü, kendi adaleti ve eşitlik için savaşan o insanları köleleştirmede kullanılan bir maşa olmayacağım. Dinimi, halkımı ve kendimi küçük düşüremem. Eğer bu savaşın benim 22 milyonluk halkıma özgürlük ve eşitlik getireceğini düşünseydim kendim gidip orduya katılırdım. Kendi inandığım değerler için direniyorum. Kaybedecek hiçbir şeyim yok. Beni hapse atacaklarmış, ne olmuş sanki? Zaten 400 yıldır hapisteyiz.” Muhammed Ali askere gitmeyi reddettiğinde en ağır şekilde cezalandırıldı: 5 yıl hapis cezası, 10.000

dolar para cezası, pasaportuna el konulması, lisansının iptal edilmesi, şampiyonluk ünvanının geri alınması. Muhammed Ali karara itiraz etti. Bu arada uyduruk bir trafik cezası kayıtlardan çıkartıldı ve Ali tutuklandı. 10 günlük hapis cezasını çekmek üzere Miami Dade İlçe Hapishanesi’ne gönderildi. Parmak izi alındı, hapis kıyafeti verildi ve hücreye konuldu. Bu, aklını başına alması için Muhammed Ali’ye verilmiş gözdağıydı. Kariyerinin zirvesindeyken 3 yıldan fazla süre sürgün hayatı yaşamak zorunda bırakılan Ali haklı bulununca, lisansı ve pasaportu iade edildi. Yeniden ringlere döndü. Muhammed Ali’nin bir Müslüman olarak ringin dışında daha “tehlikeli” bir rakip olduğu tecrübe edilmişti. Tarihler 8 Mayıs 1971’i gösterdiğinde ise ‘Asrın Dövüşü’ olarak adlandırılan maçta Muhammed Ali, Joe Frazier’a karşı ringe çıktı. Üç buçuk yıllık aranın ardından yalnızca iki rakibiyle karşılaştıktan sonra bu maça çıkan Ali, 15’inci raund sonunda maçtan yenilgi ile ayrıldı. Efsane boksör, böylelikle profesyonel kariyerinde ilk kez bir maçı kaybetti. Söylemleri ve duruşu ile Amerikan sistemi için rahatsız edici olan Ali’nin silinip gitmesini arzu edenler bir hayli

Temmuz’16 • 25


Gündem

sevinecektir. Hâlbuki Muhammed Ali düşmanlarının o gece görüp görecekleri bir seraptan fazlası değildir. Ali 1974’te Frazier’dan rövanşı alacaktır. Üçüncü ve son maçta da galip gelen yine Ali olacaktır. 1974 yılının 30 Ekim gecesi Afrika’nın orta yerinde, Zaire’nin başkenti Kinşasa’da 5 milyon dolarlık kıtalar üstü dev bir organizasyon sonucu Goerge Foreman ile Muhammed Ali karşı karşıya geldiklerinde dünya, savaşlar dâhil en büyük meselelere ara verip gözünü ringe dikmişti. Sanırız en az bir milyar kişinin gözü-kulağı ordaydı. Ali, hayatı boyunca karşılaşacağı en genç, en güçlü ve o tarihe dek en yüksek nakavt yüzdesine sahip rakibi karşısında kesinlikle favori gösterilmiyordu. Kariyerinin sonlarına yaklaşmıştı ve yenilgiler almıştı. Bahisler Amerika’da dörde bir, Avrupa’da üçe bir, çok popüler olduğu Tokyo’da bile üçe bir olmak üzere aleyhineydi. Gazeteler Ali’nin işinin zor olduğunu hatta hayatta kalmak için mucizeye ihtiyacı olacağını yazıyorlardı. Ali’nin meydan okuduğu, şampi-

26 • Temmuz’16

yonluk ünvanını elinde bulunduran George Foreman harbiden, öyle böyle bir boksör değildi! 1973 yılında Jamaika’da Ali’yi yenmiş olan Joe Frazier’i toplamda 6 defa yere indirerek 2. rauntta feci şekilde mağlup etmişti. Bir yıl sonra da Venezuela’da yine Ali’yi yenme başarısı göstermiş Ken Norton’u 2. rauntta perişan etmişti. Uzun boylu, dev cüsseli 24 yaşındaki bu adam Ali’nin karşısına çıkana dek “dosta güven, düşmana korku salan” bir kariyere sahipti: 37’si nakavtla sonuçlanan 40 galibiyet. Sıfır yenilgi. Son 8 maçını da 2. rauntlarda kazanmıştı. Hep acelesi olan bir gençti. Ortalama 3 raunttan öteye ringde kalma gereği duymadan rakiplerin işini bitirmekle ün yapmıştı. “Facing Ali” adlı belgeselinde boksör George Chuvalo, “Foreman’ın size vurması 60’la giden bir kamyonun çarpmasına benzer” der. Gerçekten de o dönem Foreman’ın, ringlerde “terör estiren” Mike Tyson’dan aşağı kalır yanı yoktu. Ali, “hayatta ne istediysem, rinde bu gece ya hepsini kazanacağım ya da hepsini kaybedeceğim” düşüncesine sahipti. Ne var ki büyük müsabaka öncesi tarzı olduğu üzere, hayli çılgın ve iddialı konuşmalarına ara vermeden devam ediyordu: “Ben tehlikeliyim, ağaçlar devirdim, bir timsahla boğuştum, balinalar tuttum, yıldırıma kelepçe taktım, gök gürlemesini hapse attım. Geçen hafta bir kayayı öldürdüm. Çok hızlıyım, çok. O kadar hızlıyım ki, dün gece yatak odamda ışığı kapadım ve daha ışık sönmeden yatağıma yattım!”1 Yıl 1976. Muhammed Ali dönemin Milli Selamet Partisi lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından Türkiye’ye davet edildi. 24 saat süren ziyaretinde Sultanahmet Camisinde kıldığı Cuma namazı sonrası onbinlere


Gündem hitap eder. Topkapı Sarayı ve boğaz gezisinin ardından ülkeden ayrılan Muhammed Ali ziyaretinin ardından şu sözleri kayıtlara geçirmişti; “benimle kucaklaşan ilk beyaz lider Sayın Erbakan’dır” 1978’de boksu Şampiyon olarak bıraktı. 1984 yılında Muhammed Ali, Parkinson hastalığına yakalandı fakat bunu kamuoyundan sakladı. Hastalığını gizli tutmasının nedeni, teklif edilen yüksek paraları geri çevirmeyerek dövüşlere devam etmesiydi. Larry Holmes’e, Trevor Berbick’e yenildi. Ali’nin bu hastalığı ilerleyen yıllarda duyuruldu. Berbick yenilgisiyle kariyerini noktalayan Muhammed Ali, 61 dövüşün 37’sini nakavt, 19’unu hakem kararıyla kazandı. Sadece beş kez yenildi. Ali’nin bu hayatı beyazperdeye de uyarlandı. 2001 yılında çekilen ‘Ali’ adlı filmde Muhammed Ali’yi Will Smith canlandırdı. Kariyeri boyunca birçok ödül alan Ali, son olarak 2012 Aralık’ta Dünya Boks Konseyi tarafından ‘Boksun Kralı’ ilân edildi. 1989 yılında Hakan Albayrak Çete dergisinde Muhammed Ali ringteyken hocası bunduni’nin kenardan ona seslenişini çevirmişti. “Dans et şampiyon, kimsesizler yurdundaki yalnız çocuklar için dans et. Çocuklar için salla yumruklarını. Kiralarını ödeyemeyen işsizler için dans et. Şu alçağın işini bitir! Meyhanedeki ayyaşlar için dans et şampiyon, kanserden ölen yoksul hastalar için, kefaletleri ödenmeyen sefil mahkumlar için, herkesin terkettiği eroinmanlar için, kocaları olmayan gencecik hamile kızlar için. Dans et şampiyon, savaş onlar için! Şu aşağılık herifin işini bitir, çenelerini dağıt hepsinin. Düşkünler yurdundaki zavallılar için, emeklilik maaşı alamayan yaşlılar için, pis bir sokakta müşteri bekleyen yaşlı ve yorgun fahişeler için… Meyhanelerde oturmuş demlenen bütün yalnız kalpler için, bilardo salonlarındaki yalnızlar için, sokak köşelerindeki yalnızlar için. Dans et şampiyon, savaş onlar için!

Temizlik işçileri için salla yumruklarını; hava limanlarında, otobüs duraklarında, benzin istasyonlarında yerleri süpüren küçük insanlar için. Savaş onlar için şampiyon. Otellerde yatakları yapıp tuvaletleri temizleyen küçük odacı kızlar için dersini ver şu aşağılık herifin! Seni kurtaranlar senatör değildi, vali değildi, başkan değildi. Sokaktaki insanlar kurtardı seni. Şimdi sokaklar adına savaş, hadi evlat, işini bitir şu aşağılık herifin! Bu ring ikinize fazla. Hadi bitir işini, suratını paramparça et. Yoksullar adına şampiyon, yoksullar adına! Hadi yavrum salla yumruklarını! Muhammet Ali’yi hiçkimse yenemez, hiçkimse. Sadece Cassius Clay yenebilir ama o da bu akşam aramızda değil. Dans et şampiyon, hadi oğlum dans et!2 Uzun süre tedavi gördüğü parkinson hastalığına bağlı solunum yetmezliğinden 3 Haziran 2016 tarihinde tedavi gördüğü hastanede rahmana kavuştu. Allah rahmet eylesin. Dipnotlar 1 https://mehmetalibasaran.com/2015/01/07/muhammed-alinin-portresi-1/ 2 http://www.afilifilintalar.com/dans-et-sampiyon

Temmuz’16 • 27


Tarih

SİVAS MADIMAK OLAYLARI Ahmet Semih ŞENLİKOĞLU

1993 yılında Sivas’ta ki Pir Sultan Abdal Şenlikleri için Sivas’a gelen bazı yazarlara saldırı düzenlenmiş, kaldıkları otelin camları kırılmış ve ateşe verilip yakılmıştır. İslamcıların üzerine leke gibi yapışmış, Türkiye’yi karıştırmak için ortalığa salınmış birkaç provokatörün saldırmasıyla bazı dengeleri değiştirmek, Türkiye’de büyük çoğunluğa sahip bir kesimin sindirmek ve bölgede kardeşçe yaşayan Alevi ve Sünniler arasında bir kavga çıkarmak hedeflenmiştir. Eğer biz, bu olayı doğru bir şekilde öğrenmek istiyorsak, sistematik yörüngede belli etkenleri göz önünde bulundurarak incelememiz daha uygun olur.

SİVAS Anadolu’nun yüzyıllardan beri süregelen muhafazakarlığı, birçok şehirde olduğu gibi Sivas’ta da vücut bulmaktadır. Müslümanlığın, Anadoluluk kimliğiyle buluşması, bölgede kendine has bir etnik yapının, sosyal kimliğin oluşmasını sağlamıştır. Bu kimlik, Sivas’ın sadece muhafazakar olmasını değil, konumu itibariyle de bazı konularda bazı şeylere karşı tepki koymasını doğal hale getiriyor. Dolayısıyla halkı, İslamı ilgilendiren bir konuda toplumsal eleştiri yapmaya çağırmak böyle bir bölgede pek zor değildir. 28 • Temmuz’16

1993 yılında Sivas’ta Refah Partili Belediye vardır. 1989 tarihinde Belediye Başkanı olarak seçilen Temel Karamollaoğlu, 1996 yılına kadar bu görevi yürütmüştür. Dönemin Sivas Valisi ise Ahmet Karabilgin’dir. 1992 yılında atanmıştır.

DÖNEM SİYASETİ Her ne kadar, o dönemde DYP (Doğru Yol Partisi) ve SHP (Sosyaldemokrat Halkçı Parti) koalisyon hükumeti olsa da siyasi arenada farklı bir çıkış vardı. Prof. Dr. Necmettin Erbakan liderliğinde 1983 yılında kurulan Refah Partisi, 1991 seçimlerinde büyük bir çıkış yakalamış ve yaklaşık %17’lik oy oranıyla mecliste yer almıştı. Refah Partisi’nin bu çıkışı için çeşitli teoriler ortaya atanlar var. Dönemin siyasi bozukluklarından kurtulmanın yolunun RP olduğunu düşünenler var. Türkiye’nin artık İslami düstura göre yönetilmesi gerektiğini düşünenler var. RP’nin sunduğu adil düzen projesinin Türkiye’nin kurtuluşu olduğunu düşünenler var. Ve tabii bir de bu hareketi dava olarak gören kesim kemikleşmiş bir şekilde her zaman var. Ne dersek diyelim, hangi teoriyi baz alırsak alalım Türkiye, ’91 seçimlerinde, bu zamana kadar hiç destek vermediği kadar (gerek


Tarih Kurdukları plan çok iyi işliyordu. Kusursuz bir şekilde hayata geçirilen planda hesap edemedikleri tek bir nokta vardı. Otelin arkasındaki BBP İl başkanlığı binasındaki BBP’liler, oteldeki yazarlara yardım etti ve tahliye edilmelerini sağladı. Bunu hesaba katmamışlardı. Hemen farklı bir plan uygulandı ve birileri, yangının öldüremediği yazarları gidip silahla öldürdü. Olaylarda 37 kişi yaşamını yitirdi.

MSP’ye gerek MNP’ye) Milli Görüş’e destek vermiş, Meclis’te sözü geçecek bir şekilde bulunmasını sağlamıştır.

DERİN SİYASET Türkiye’de her on yılda bir darbeye sebep olan, istediklerini getiren istemediklerini indiren bir yapı bulunmakta. Henüz tam olarak çözülememiş bu yapı, Türkiye’de ki dengeleri sarsma konusunda uzmanlaşmış. Madımak olayında da yine derinlerde bu yapının parmak izlerini bulabiliriz. Türkiye’de, iktidarda olan ve Anadolu’ya yönelen her siyasi parti, bu yapıdan ya ambargo yemiş, ya da belli bir süre sonra iktidardan indirilmiştir. ’91 seçimlerinde ise, iktidara gelme sinyalleri veren ve bu yapıya benzer yapılara karşı hiç açık kapı bırakmayan, tüm yollarını kesen söylemler, en önemlisi de benimsediği ideoloji, derin yapının RP’ye karşı duruşunu çoktan belirlemişti. Yapı için, RP’nin iktidara gelmesini engellemek de, artık en önemli görevlerinden biri sayılırdı. Bu engelleme, en kolay yoluyla RP’nin de belirlediği ideoloji de olan İslamın kirletilmeye çalışılması ve halkın nezdinde korkulacak bir kavram olmasını sağas olaylarını planladı. Her şey kusursuz işlemeliydi ki planları tutsun, Alevi-Sünni kavgası başlasın ve RP iktidara gelemesin.

Her şey ayarlandı. Valiliğe talimat verildi. Emniyet şehirden çekildi. Cuma namazının hemen bitiminde Cuma namazına bile gitmeyen provokatörler, caminin önünden geçerken rollerini oynadılar ve amaçlarına ulaşıp kalabalık bir kitleyle yazarların kaldığı Madımak oteline doğru sloganlarla yola çıktılar. Biraz daha slogandan sonra, provokatörler otelin camlarını kırıp, oteli ateşe verdiler. Tabii tüm bunlar olurken, valilik hiçbir şekilde olaylara müdahale etmedi. Emniyetin asli görevlerinden olan kamu düzenini sağlama görevini emniyet yerine getirmedi. Sanki bir yerlerden alınan emirle şehirdeki kolluk kuvvetleri, izne çıkmıştı. Sadece RP’li belediye ekipleri müdahale etti ancak onlarda yeterli olamadılar. Kurdukları plan çok iyi işliyordu. Kusursuz bir şekilde hayata geçirilen planda hesap edemedikleri tek bir nokta vardı. Otelin arkasındaki BBP İl başkanlığı binasındaki BBP’liler, oteldeki yazarlara yardım etti ve tahliye edilmelerini sağladı. Bunu hesaba katmamışlardı. Hemen farklı bir plan uygulandı ve birileri, yangının öldüremediği yazarları gidip silahla öldürdü. Olaylarda 37 kişi yaşamını yitirdi. Her ne kadar aksaklıklar olsa da, medya gücüyle bu olay İslamcıların üzerine yıkılmıştı bile. Amaçlarına ulaşmışlardı. Oraya gönderdikleri yazarları, yangın çıkartarak ya da silahla öldürmüşlerdi. Temmuz’16 • 29


Tarih Türkiye’de Alevi-Sünni kavgası çıkartılmak istenmiş, Sünni kesimin zalim, Alevilerin mağdur olduğu algısı zihinlere yerleştirilmek istenmiştir. Tabii bu roller bir süre sonra Başbağlar katliamında değişecek ve Alevilerin zalim, Sünnilerin mağdur olduğu algısı yerleştirilecekti. Yapılan tüm bu eylemlerde amaç Türkiye’de süregelen kardeşlik ortamını yıkmak ve Müslümanları kirletip birbirine düşürmektir. Umuyoruz ki, Türkiye bir daha hiçbir zaman böyle kirli ve karanlık günleri yaşamaz ve 28 Şubat gibi talihsiz süreçleri bir daha görmez.

Türkiye, bu olay sonrasında kaos ortamına itilmek istenmiş ve yine aynı yapının senaryosuyla Başbağlar katliamı düzenlenerek kendi eylemlerine yine kendileri misilleme yapmışlardır. Her ne kadar, RP’yi yıpratmak, ülkedeki İslamcıları sindirmek ve Alevi-Sünni kavgası çıkartmak için bu tür provokatif eylemlere girseler de, ’94 yerel seçimlerinde RP 9 puanlık oy artışıyla seçimlerin en büyük kazananı olmuştur. Bir yıl sonraki ’95 seçimlerinde ise en yüksek oy oranıyla birinci parti olmuş ve DYP ile koalisyon hükumeti kurmuştur. Yani yapı, yıpratmak istemiş ancak oy oranındaki artışı engelleyememiştir. Tabii yapının planları bu kadarla sınırlı değildi. İktidardan indirme planları devreye girmiştir ve 28 Şubat sürecini başlatarak, hukuksuz bir şekilde iktidarın devrilmesini sağlamıştır. Sivas-Madımak olayları, 28 Şubat sürecine giden en önemli virajlardan birisidir.

EMNİYET VE YARGILAMA Emniyet, olaylara yerinde müdahale etmediği gibi olaylar sonrasında ise olayların müsebbibi olarak suçsuz, sadece sloganlarla protesto etmiş Müslüman vatandaşları seçerek, onların yargılanmasını sağlamıştır. Tamamıyla danışıklı dövüş ve amir-memur ilişkisi gibi emir alıp uygulamıştır. 30 • Temmuz’16

Emniyet, hiçbir delil göstermeden vatandaşlara suç isnat etmiş, olayların bir parçası olduğunu açıkça belli etmiştir. Haksız yere birçok vatandaş bu ölümlerden sorumlu tutulmuş ve yargılamada haklarında idam cezası istenmiştir. Üstüne üstlük bazı vatandaşlar sorgulama esnasında biz suçsuz yere burada tutuluyoruz dedikleri halde, emniyet görevlileri, siz olaylar esnasında Sivas’ta olmasanız bile sizi tutuklardık denilerek emniyet, bir kez daha bu olaylar sırasında kimin için çalıştığını ifade etmiştir.

SONUÇ Türkiye, 28 Şubat’ı yaşamaya mahkum edilmişti. Ancak bunu sağlam zemine oturtmak gerekmiş ve bunun içinde Sivas olayları güçlü temel oluşturmuştur. Türkiye’de Alevi-Sünni kavgası çıkartılmak istenmiş, Sünni kesimin zalim, Alevilerin mağdur olduğu algısı zihinlere yerleştirilmek istenmiştir. Tabii bu roller bir süre sonra Başbağlar katliamında değişecek ve Alevilerin zalim, Sünnilerin mağdur olduğu algısı yerleştirilecekti. Yapılan tüm bu eylemlerde amaç Türkiye’de süregelen kardeşlik ortamını yıkmak ve Müslümanları kirletip birbirine düşürmektir. Umuyoruz ki, Türkiye bir daha hiçbir zaman böyle kirli ve karanlık günleri yaşamaz ve 28 Şubat gibi talihsiz süreçleri bir daha görmez.


Gündem

Kadir mi, Kader mi? Matlaından kim hilal-i rûze nûr-efşan olur Her sabah u şamî kadr ü îd-i ins ü can olur.1 “Biz o (Kur’ân’ı) Kadir gecesi indirdik. Kadir gecesi nedir, bilir misin sen? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Meleklerle Ruh o gece Rabblerinin izniyle her iş için iner de iner. Tam bir esenlik ve selâmettir o gece, tâ tan yeri ağarıncaya kadar.” 2 Kadir gecesi Ramazan’ın özüdür. Allahu teala nın insanları bağışladığı, lütuflandırdığı bir gecedir. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v) Şa’ban ayının son günü bir hutbe irâd ederek ashâbını Ramazan’a şöyle hazırlamıştır: “Ey müslümanlar! Büyük ve mübârek bir ayın gölgesi üzerinize düştü. Bu ay, içinde bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesinin bulunduğu bir aydır…” Kıymet, şeref ve üstünlük gecesi demek olan Leyle-i kadir aynı zamanda hüküm gecesidir. Kaderimizin belirlendiği gecedir. Kadir gecesinin Ramazanın son on gecesinde oluğuna dair rivayetler olmakla birlikte son on gecesinin tek günlerinde olduğuna dair rivayetler de bulunmaktadir. Yine bazı rivayetler 27. Gecesi olduğuna işaret etmektedir. Kadir gecesinin Ramazanın hangi gecesi olduğu tam bilinemediğinden kaderimizin belirlendiği, günahların bağışlandığı bu mübarek geceyi kaçırmamak için son on gününü değerlendirmek, mümkünse itikafa girmek İslam alimlerince tavsiye edilmektedir. Ki bu tavsiye günümüzde orta düzey din eğitimi alan herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Ancak bu gerçeği bilmemiz kadir gecesini hakkıyla değerlendirmemize yetmiyor.

Fatma Betül YILDIZ Her türlü sorgulama ve geleneğe itirazlardan mübarek gün ve geceler de nasibini fazlasıyla aldığından mıdır bilinmez, insanımıza mübarek bir geceyi ihya etmek çok cazip gelmiyor. Zira Allah’a olan bağlılığımız 5 vakit namaz kılarak, Ramazan’da oruç tutarak, Kuran okuyarak yeterince sınandığından bunun üstünde bir gayrete lüzum görmüyoruz. Zikredilen ibadetlerin dışındaki zamanlarda herkes gibi hayatımız normale dönüyor.Yaptığımız ibadetler; bizi bu ibadetleri yapmayanlardan ayıracak manevi bir ortama, ahlaki örnekliğe götürmüyor. Namazımızı kılalım, orucumuzu tutalım, hayatımız olağan seyrinde devam etsin istiyoruz. 10 gece boyunca ‘belki bu gecedir’ ümidiyle ibadet ederek Allahu teala nın lutfuna, affına mazhar olmak yerine sosyal hayatımıza devam etmeyi, iftar davetlerini, seminerleri, aylardır görüşemediğimiz arkadaşımızla bir fincan kahve içmeyi tercih ediyoruz ne yazık ki... Bu ramazan kadir gecesini değerlendirmek için bayram temizliğini , iftar buluşmalarını, tez çalışmalarını hatta bütünleme sınavlarını, dil sınavı hazırlıklarını bir kenara bırakıp kadir gecesini değerlendirmeye çalışalım. Bakalım kaderimizin belirlendiği kadir gecesinde dünyalık işleri bırakıp ahirete yönelmeye ne kadar muktedir olacağız? Sözlerimi Kâmî nin beyti ile bitirmek istiyorum: Bilelim kadrini savmın gece kâim olalım Olmaya göz göre kadri gözümüzden pinhân Dipnotlar 1 Şair Nazım Ramazaniyye 2 el -Kadir 1-5

Temmuz’16 • 31


Gündem

Age Of 2 ve Teolojik Kavgamız Dücane DEMİRTAŞ

İ

slam dünyasının ve özelde Türkiye’nin nasıl bir durumda olduğuna dair bir özete ihtiyacımız yok, zaten hepimiz akşam yemeğini yerken Halep’teki bebelerin nasıl katledildiğini, Gazze’nin nasıl yerle bir edildiğini, Mısır’daki kardeşlerimizin nasıl sırayla her gün idama mahkûm edildiklerini, Irak’taki mezhepçiliğin canlı bombalarla her gün kaç can aldığını, Türkistan’daki

32 • Temmuz’16

gençlerin cezaevlerinde her gün nasıl en ağır işkencelere maruz kaldığını, Afganistan’daki sonu gelmez savaşın ne menem sonuçları olduğunu, Arakan’da, Somali’de, Nijerya’da, Patani’de Müslümanların nasıl bıçak sırtında korku içinde bir yaşam sürdüklerini izliyoruz. Sonra sunucu “hepinize iyi akşamlar diliyoruz sayın seyirciler” demeden araya kadın vücudu-


Gündem nun baştan aşağıya teşhir edildiği bir soda ya da yoğurt reklamı giriyor, sonrasındaysa ülkedeki durumunun ne kadar kaotik ve çıkmazda olduğuna dair analizlerin gece yarılarına kadar yapıldığı programların karşısına çerezlerimizle birlikte geçiyoruz. Haber spotları televizyonun altından hızlıca geçiyor, “Halep’e ağır bombardıman 57 ölü, Can Dündar MİT tırları davasından tahliye edildi, Irak Merkezi Yönetim İran ve ABD ile birlikte büyük Musul operasyonuna hazırlanıyor, Şırnak’ta PKK saldırısı 2 asker şehit, ABD sözcüsü: Rakka’yı Kürtlerin almasını tercih ederiz, Bursa Ulu Cami’ye canlı bomba saldırısı, IŞİD yine Kilis’e roket attı:2 ölü, Zabıtalardan kaçarken Metrobüsün çarptığı seyyar satıcı Hasan Kaya hayatını kaybetti, Taksim’de LGBT yürüyüşü: Alışın biz her yerdeyiz, Mehdi Eker: Dünyada 800 milyon obez, 500 milyon aç var, Cumhurbaşkanı: Paralel yapı, Asala, PKK ele ele, Rus uçakları İdlib kırsalındaki mülteci kampını bombaladı: 28 ölü, Ergenekon sanıkları tahliye oldu, 5 ilde paralel yapı operasyonu: 42 gözaltı, Başbakan 22 Mayıs’ta kongreyi toplayacak: aday olmayacağım, Bosna savaşında yıkılan cami restore edildi…” Deyü devam ediyor, neyse zaten çerezinizde bitmiş vaziyette. Bütün bu boş ve anlamsız gündemleri unutmak ve daha önemli mevzulara kafa yormak için hemen kanepenin yanı başında duran dergiyi alıyor ve okumaya başlıyorsunuz “Hz. İsa gelecek mi, Mehdi inecek mi?”. Sonra bir televizyon kanalında Doğu Perinçek-Ertuğrul Kürkçü modunda kavga eden iki grup karşınıza çıkıyor, konuysa “Kabir azabı” ya da pardon “Kader” veya “Şefaat”. “Ben Kuran’dan başka kaynak kabul etmem”, “Sen hadisleri inkar mı ediyorsun!”, “darabenin otuz ikinci manası ayırmak anlamına…”, “Ben demiyorum, Kuran diyor!”, “Efenim hadislere göre kişi ölünce…”, “Ya bırak Allah aşkına hocam bana Kuran’dan delil göster, bak Allah Araf suresinde ne diyor…” benzeri diyalogları işitiyorsunuz. Şimdi neden Allah’ın üzerimizdeki pisliği kaldırmayacağına dair değerlendirmeye geçmeden önce

kafamızda ciddi bir arka plan oluşmuştur sanırım. Öncelikle kafamızda dinin ne olduğuna dair taşları dökelim. Din hakikatten, yeryüzünde Allah’ın kurguladığı, ölçüp biçip kurumsallaştırdığı, içerisinde bolca teolojik dokümanın tartışmaya açılmayı beklediği, “kaz anam kaz” mantığıyla her gün yeni manaların içinde bittiği, bizlere atomun bileşimlerinden tutunda Big Bang patlamasına değin ya da -şimdilerde at pazarı kavram literatüründe bi’ hayli kullanılan- insanın varoluşuna dair bir şeyler mi söyler? Eğer böyleyse doğal olarak gündemi de at pazarı gündemi olmalı. Yoksa dine dair başka bir yorum yapabilir miyiz? Onun Allah için değil insan için olduğunu, bütünüyle insanın sosyolojiyle ilgilendiğini, her türlü kurumsallaştırmadan uzak, teolojik kavgaların gürültüsünü içinde barındırmayan, basit, sade ve kavgasının da net bir şekilde görülebilir olduğunu söylesek yanlış mı ederiz? Peki halihazırda tartışmalarından muhteşem bir haz kotarılan bu teolojik kavgalar değilse Allah’ın gündemi nedir? Ne gariptir ki bu sorunun cevabı uğruna inen koca bir kitap maskara haline getirilmiştir. Bize göre Allah’ın gündemi en başından sonuna kadar yeryüzünde akan mazlum kanı, çığlığı ve feryadıdır, bunun yanında en aşağıdan en tepeye değin adaleti hissedilebilir kılmak, toplumun sorunlarıyla hemhal olmak, insanları birbirlerinin hukukuna geçmeksizin yaşamaya sevk etmek, en basitinden Temmuz’16 • 33


Gündem

merhametli bir baba, anlayışlı bir eş, çocuklarına ahlakı ve erdemi öğreten birer ebeveyn, mahallesini başıboş bırakmayan bir ağabey, en ötesiyse halkına doğru yolda rehberlik eden bir yönetici, mazlumun hakkını savunan, garibin yanında mütevazi zalimin yanında kibirli bir lider olmaktır. 1400 yıldır bitmemiş ve kıyamete kadarda neticelenmeyecek gereksiz ve sonuçsuz hiçbir tartışmaya girmemek bize göre kaderi savunmak yahut savunmamaktan bizi daha fazla Müslüman yapar. Allah’ın nezdinde beş para etmez mevzuları temcit pilavı gibi insanların ayrılık noktası haline getirmek İslam dünyasının başındaki e büyük fitnedir. Allah rızası için, içinizde tutamayıp illa da salmak istediğiniz bir tekfir duygusu varsa lütfen Musa’ya inen on emir üzerine hizipleşelim. İslam beldelerinin özellikle Mısır ve Hindistan eksenli sömürgeciliğe ve yenilgiye karşı bir tepki olarak doğurduğu hareketler bugün rayından çıkmış ve basbayağı İslami Protestanlık modunda, bir taraflara cici ve uslu bir rol model olarak sunulmaktadır. İslam’ın aslında öyle değil de böyle olduğunu, aslında Kuran’ın içinde 1400 yıl sonrasına hitap eden ne kadar da bilimsel mucizeler taşıdığını, aslında onun hep 34 • Temmuz’16

birileri tarafından yanlış yorumlandığı, gerçek İslam’ın aslında tam da bazılarının istediği gibi olduğunu “Müslümanlar 1400 yıldır sapkınlık içindeydi ta ki ben keşfedinceye dek” kafasında aktarmak sadece bir kompleksin ürünüdür. Dinin gayesinin ateizmle savaşmak olduğunu zanneden bu kesim doğal olarak dinlerinin bilimsel verilerle örtüştüğünü ispat gayretinde, sonuç olarak da siz karşınızda “hop bi dakka nolcak garibin gurabanın hakkı, yeryüzünde şerefsiz yapıp kan dökmeyin, zalimlerin alayını cayır cayır cehennemde yakacağız!” timsali inmiş bir kitabı aslında güneş sistemine dair şifrelerin içinde barındığı, biyolojik olarak insan türünün nasıl var olduğunu modern normlarla izah eden yahut matematiksel kuramların Allah tarafından “bi zeki çıksın da keşfetsin” diye içine yerleştirilmiş bir kitap buluyorsunuz. Ve işte o zeki çıkarak gerçek İslam(!)’ı tanımadığı için ateist olan ümmetin kayıp çocuklarını(!) yeniden sevgi, barış ve müsamaha dolu, içinde insanın varoluşsal bilincine(!) vardığı İslam’a kavuşturuyor. Doğal olarak bu kafaya “neden IŞİD var?” sorusu sorulduğunda ABD ve İran destekli merkezi Şii yönetiminin Sünnilerin yıllardır canına nasıl okuduğunu hiç bilmeksizin


Gündem şak diye cevabı yapıştırıyor : “Çünkü mezhep kitapları var”. Bu kadar pespaye bu kadar kepaze bir din anlayışı olabilir mi? Kendi milletinin ve ümmetinin sorunlarından fersah fersah uzak olan böyle bir dindarlık anlayışı başımızdaki en büyük belalardandır. Peygamberin sümüğüyle idrarıyla din devşiren güruh ne kadar tehlikeliyse doğruluğu yahut yanlışı İslam için beş para etmez teolojik mevzuları tartışmaktan bitmez tükenmez bir haz alan güruhta o kadar tehlikelidir. Bu ümmetin her ramazan geldiğinde imsak vaktini imanın şartı gibi tartışacak ilahiyatçılara değil orucun çiş tutar gibi akşama kadar aç kalmak değil yemediğin öğününü fakir fukarayla paylaşmak olduğunu anlatacak ilahiyatçılara ihtiyacı var. Ramazan Kayan’ın dediği gibi yemişim kabir azabının var olup olmadığını Müslümanlar bu dünya da zaten kabir azabını yaşıyor. Hz. Adem’ in babasını bulmak, Hz. İsa’nın inmeyeceğine, Mehdi’nin gelmeyeceğine inanmak bizi daha fazla Müslüman yapmaz ve dahi iddia edilenin aksine Müslümanların geri kalmışlığının sebebi bu ve buna benzer hiçbir bilimsel ilerleme tezlerine aykırı mevzulara kulak vermemelerinden değildir. Zira bilimin dinle ilişkisi yoktur, bilimsel olmanın dindar olmakla olmadığı gibi. Müslümanlar Puvatya’ya ki Paris’in 100 km yakınındadır yahut Viyana’ya dayandıklarında da mehdi/Mesih yahut bugünkü mevzular hakkında farklı düşünmüyorlardı. Dünyanın düz olduğuna inanmakla yahut dünyanın öküzün boynunda olduğuna inanmak onları ne daha az ne de daha fazla Müslüman yaptı. Tüm bu yorumlar bize göre asıl probleme eğilmemek için sadece bir kaçamaktır. Gelin hep birlikte dünyanın düz yahut öküzün boynuzunun üstünde olduğuna inanalım ama problemin kaynağına inip dinin “bu konuyu gündem yapın” dediği şeyi yani mağlubiyetimizin sebebi olan pişkinliğimizin ve sorumsuzluğumuzun yarattığı yıkımın nasıl ortadan kaldırılabileceğini konuşalım. Artık Kuran’ın ne dediği değil aslında ne demek istediğini, Allah’ın yeryüzündeki rü-

yasının ne olduğunu düşünüp, Müslümanların siyasal kaderleri üzerinde kafa yorup, kendi toplumumuzun sosyolojisi üzerinde çalışalım. Musa’ya inen on emir dışında aramızda ayrılık noktası çıkartıp kendimiz fırka-i naciye ilan etmek yerine yahut “yaa demek sen Hz.Adem’i ilk insan zannediyorsun” (ukalaca bıyık altı sırıtıp) “o konu öyle değil, ayette şöyle diyor” mantalitesinde İslam dünyasının çözümsüz problemlerini bi’ iki kelamla “mission completed”a bağlamış Luthercilik oynamak yerine Allah’ın “birbirinizin ağzını burnunu kıracaksanız bunun için kırın” dediği değerleri ayrılık noktamız haline getirelim. İslam’ın yeryüzündeki kavgasını anladığımız vakit, karşımızda bizi birbirimize düşürün, her grubun içindeki ayetlerden delil getirerek diğerini tekfir ettiği bir Kuran yerine karşımızda bizi “bünyan-ı mersus” kılacak, ihtilafa değil ittifaka, hizbe değil vahdete çağıracak bir Kuran çıkacak. İşte o Kuran, birilerinin “gerçek İslam bu değil” diyerek daha cici ve uslu gösterdiği şeye karşı yine onların deyimiyle “siyasal bir simge ”ye dönüşüp Müslümanlara Patani’den Fas’a vaat edilmiş topraklarını gösterecek. Hala bu konuları din diye konuşan arkadaş ve hocalara önerim gelin bi iki el age of ya da counter kasalım, bilen varsa middle earth’da oynayabiliriz, küçük kardeşim İsa’nın yanına bi bot koymaktan iyidir, ilk yarım saat saldırmak yok zaten, herkes kendi madenlerini kullanacak ticaret arabalarına saldırmak yok, ha bi’ de hemen sur çekip kale kurmak yok ha dibimize… Temmuz’16 • 35


Tarih

Hafızalardan Silinmek İstenen Katliam:

“Basbaglar” Yavuz Selim SANCAK

Erzincan’dan haber geldi. Dediler: “kanlı borasar!” Gariplere oldu mezar, Vay yiğidim, vay mazlumum vay!

E

n karanlık yıldı 1993. Bitmek bilmedi adeta. Şüpheli ölümler, suikastler, katliamlar, faili meçhullerin gerçekleştiği 1993 yılı tüm çarpıklığı ile gizemini halen koruyor.Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcunun bombalı bir araçta öldürülmesi, eski Maliye Bakanı Adnan Kahveci’nin şüpheli bir trafik kazasında ailesi ile birlikte hayatını kaybetmesi, jandarma genel komutanı Eşref Bitlis’in şüpheli helikopter kazasında vefatı, merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın zehirlenerek öldürüldüğü iddaaları, Sivas Madımak otelinde dumandan zehirlenerek öldürülen yazarlar, Jitem grup komutanı binbaşı Ahmet Cem Erseverin ölümü gibi hadiseler 1993 yılını en uzun ve en karanlık yıl olarak tarihe geçti. Bu karanlığın en can yakıcı sahnelerinden biri de 5 Temmuz 1993 tarihinde akşam namazı vakti Erzincan’ın Kemaliye ilçesinin Başbağlar köyünde sahnelenmişti. Cumhurbaşkanlığı makamında Süleyman Demirel, Başbakanlık makamında Sosyal Demokrat Halkçı Parti lideri Erdal İnönü bulunuyordu.

36 • Temmuz’16

PKK terörü ile mücadele hız kesmeden sürüyor, bir yandan da kontrol edilemeyen kontgerilla yapıların cinayetleri hız kesiyordu. Üç gün önce Madımak otelinde Pir Sultan Abdal şenlikleri vesilesiyle biraraya gelmiş sosyalist yazar ve müzisyenlerin Aziz Nesin’in tahriklerine kapılan halk tarafından öldürülmesi ülkede gerilimi iyice artırmıştı. Türkiye laik- antilaik, sünni-alevi ve Türk-Kürt olarak kutuplaştırılmış durumdaydı.

Katliam nasıl gerçekleşti? 5 temmuz 1993 akşamı, Başbağlar köyüne gelen 60’a yakın Pkk’lı terörist, köyü üç koldan kuşattılar. Saat 20:00 civarında köyün erkekleri akşam namazı için camiye gitme hazırlıkları yapıyordu. O sırada 20 kişilik ilk terörist grubu köyün girişini tuttu ve yardımı engellemek için telefon kablolarını kesti. 3’ü kadın 40 kişilik bir terörist grubu ise köyün içine girdi. Caminin hocası akşam ezanına yeni başlamıştı ki, iki kadın saldırganın silahlarını ensesinde hissetti ve ezanın devamını getiremeden dışarı çıkarıldı. Teröristler köyün içine doğru dağıldı ve köyün bütün erkeklerini köyün üst kısmındaki tepede topladılar. Köyün kadınlarını ise köyün aşağısındaki derede topladılar. “Sadece


Tarih “Hadise mahallinde 565 kovan toplanmış, demek üzerimize en az 20 Kaleşnikof şarjörü boşaltmışlar. 5 köylümüz de evlerinde yanarak şehit oldular. Sabah komşu köylerden geliyorlar, beni iptidai bir sedyeyle taşımışlar. Köye itfaiye hiç gelmemiş, ben 2 ay sonra döndüm enkaz için için yanıyordu hala. İnanır mısınız buraya bir sene kuş gelmedi, kedi köpek kalmadı ortalıkta.”

konuşma yapacağız” diyerek muhtemel bir direnişi önleyen teröristlerin bir kısmı, ellerinde yanıcı madde ve fitillerle köyün içinde bekliyordu. Bu grubun görevi katliamın ardından köyü ateşe verip evleri ve camiyi yakmaktı. Köyün erkekleri tepe önünde tek tek sıraya dizildi. Teröristler önce onlara örgüt yanlısı bir konuşma yaptı, ardından ellerindeki uzun namlulu silahlarla üzerlerine kurşun yağdırdılar. 28 kişi orada hunharca katledildi. Ardından köyün içindeki saldırganlar evleri ateşe verdiler. 5 kişi de yakılan evlerde alevlerle can verdi. Köydeki 69 ev, cami ve 4 araba yakıldı. PKK’lılar tarafından köyün aşağı tarafında toplanan kadınlar, köyün erkeklerini ve eşlerini kurtarmak için ziynet eşyalarını toplayıp teröristlere verdiler fakat katliama engel olamadılar. Faşist katiller katliamı gerçekleştirdikleri yere “Sivas’ın intikamı alındı” yazılı bildiriler bırakarak köyü terk ettiler. Dışarıyla iletişimleri tamamen kesilen köy halkı, katliamı ancak ertesi gün haber verebildi. Olay sırasında kurşunlanan ve öldü diye bırakılan Muhtar Ali Akarpınar, Türkiye Gazetesi’nden İrfan Özfatura’ya o gün yaşadıklarını şöyle anlatmıştır:

“Böylesi bir temmuz günüydü. Başbağlar sabah mutlu uyanmıştı. Gurbetteki hemşerilerimiz gelmişlerdi, kucaklaşmışlardı. Hatta Almanya’dan bir minibüs yollamışlar, nihayet köyümüzün bir arabası da olacaktı. O zamanlar Başbağlar kıpır kıpırdı. Hayvancılık hızlıydı, ekinler boylanmıştı. Akşam namazı camideydik. Eli silahlı militanlar geldi, çok gençtiler, bizi köyün yukarısına çıkardılar. Doğrusu itmediler, kakmadılar, zorlamadılar. Kadınları da kuru bir dere yatağına toplamışlar. Takriben yarım saat, belki üç çeyrek örgüt propagandası yaptılar. Meğer bizi oyalıyorlarmış, aşağıda evleri talan ediyor, yağma yapıyorlarmış o anda. Ne zamanki kesif bir duman yükseldi köyün yakıldığını anladık. Zaten evlerimiz ahşap ve bitişik ni-

Muhtar Ali Akarpınar Temmuz’16 • 37


Tarih

zam. Üstü ot, altı ahır, Nasıl berbat bir koku anlatamam. Bak, hayvanların çığlıkları hala kulaklarımda.” “Zor, zira ağaç diplerinde gölgeler vardı. Biz 40 kadar militan saydık ama istihbarata sorarsan 100 kişi civarındalar. Birden ateş emri verildi, ilk kursunu göğsümden aldım, koltuk altımdan çıktı. Düşmüş bayılmışım herhalde beni öldü sandılar. Bir ara gözümü açtım köy alev duman. Yanımda Kamil Akpınar yatıyor yaralı. İçim yanıyor diye sızlandı, kıpırdayamıyorum ki su bulsam ona. Rahmetli çıkamadı sabaha. Başpınar nahiyesi 30 km kadar uzakta. Orada karakol var. Yukarı Mutlu köyü çok yakın yetkililer aramış olmalılar. Hadise mahallinde 565 kovan toplanmış, demek üzerimize en az 20 Kaleşnikof şarjörü boşaltmışlar. 5 köylümüz de evlerinde yanarak şehit oldular. Sabah komşu köylerden geliyorlar, beni iptidai bir sedyeyle taşımışlar. Köye itfaiye hiç gelmemiş, ben 2 ay sonra döndüm enkaz için için yanıyordu hala. İnanır mısınız buraya bir sene kuş gelmedi, kedi köpek kalmadı ortalıkta.”1

Kim gerçekleştirdi? Katliamı PKK terör örgütü saldırıdan sonra üstlendi. Fakat katliamın PKK içinde yansımaları oldukça şiddetli oldu. Katliamı gerçekleştiren grubun başındaki PKK sözde Dersim eyalet komutanı Dr. Baran kod adlı Müslüm Durgun “Öcalan’a muhalefet etmek, 38 • Temmuz’16

örgüt talimatlarına uymamak” gerekçesiyle PKK lideri Öcalan’ın emriyle boğdurularak öldürüldü. PKK ise kendi içinde hadiseyi intihar olarak lanse etti. Katliam sonrası örgüt içinde de bir alevi-sünni gerginliğinin yaşandığını CHP Tunceli Milletvekili amansız İslam düşmanı Hüseyin Aygün makalesinde şöyle anlatıyor; “Dersim ‘Dersim’ olmaktan çıktı, Baran gelmişti, savaşmıştı, ölmüş-öldürmüştü, ama Botan’ı, Zagros’u, Zeli’yi, oranın havasını, dilini, kültürünü getirmişti Dersim’e, Baran Dersimliydi, ailesinin tümü burada yaşıyordu, ama onun yaşamını adadığı örgütünün konuştuğu dil Kırmancki-Kırdaşki değildi, PKK’nin milli tarihinde iki yüzyıl evvelin Ubeydullah’ı, ‘Hıristiyan öldürmeyi zevk edinmiş’ Botan Beyleri, bir yüzyıl evvel ‘Kızılbaş kanı dökmekten bitap düşmüş’ bazı Hamidiye Alayları komutanları, her siyasi İslamcının idolü Said-i Nursi -adı değiştirilerek ‘Said-i Kürdi’ olarak- vardı, ama Hamidiyenin katlettiği Varto ve Hınıs’ın Hormekanlıları, Varto’daki Çê Serêler, Koçgirinin Alişan beyi, Rayver’in vahşice kıydığı Zarife Hatun ve Alişer efendi, Kayseri’ye sürgüne gidip dayanamayıp ‘memleket hasretinden’ bir gece yarısı gizlice geri dönen ve Aliboğazı’nda bir pusuda kızlarıyla birlikte katledilen Qopo Hüseyin, bir yıldızsız geceyarısı Buğday Meydanı’nda ipte sallanan Cıvrail Ağa, Fındıq, Seyit Rıza, Uşene Seyid yoktu, ‘Dersim’in ruhu’ Sey Gaji örgütün dilinde, Davur Sulari’nin adı tamburunda geçmiyordu, PKK bunları tanımıyordu, Baran’ın gelişinden sonra geçen bir-iki yılda Dersimliler PKK içinde ve politikasında var olan bu ‘yabancılığı’ hemen anladı, örgüte destek hızla düştü, Baran da durumu anladı: Askerlere ve halka dönük örgüt politikasını değiştirmeye çalıştı, eylemler azaldı, ‘makbuzlar’ kesildi, devlet de dahil her kesime daha farklı bir tutum aldı, bu arada devletin ordusunun en üstteki komutanı Çillioğlu makamında başından vuruldu, resmi açık-


Tarih lama ‘intihar’ oldu, çocukları hiç inanmadı, ‘Yeşil’in işlediği bir cinayet’ olduğu araştırılıyor bir kaç yıldır, PKK Güney’den ve durmadan ‘daha fazla eylem’ talimatı gönderiyor, ancak Baran sessizce ve pratik olarak ‘az eylem’ karşılığı veriyordu, Baran’ın halkın sesine kulak veren tavrına rağmen PKK’ye tepki çok büyüktü, örgüt başarısızdı, ‘Dersimli bir komutan’ var olsa da PKK Dersim’e fersah fersah uzaktı, bu apaçık siyasi bir yenilgiydi, Baran’ı ‘güneyden’ Dersim’e gönderenlerin projesi iflas etmişti, olan oldu: Fatura yine bir Dersimliye, Baran’a çıktı, nasıl oldu hala sırdır: Aliboğazında kaldığı örgütün en sıkı korunan sığınağı olan bir mağarada belindeki el bombası birden patladı, Baran hemen öldü, örgüt ‘intihar etti’ dedi, ailesi de, halkı da, hatta çok sayıda PKK’li de inanmadı, cesedi hala orada bir yerde, belki de Qopo Hüseyin’in yanıbaşında bir rüzgarlı vadide gömülüdür, eşi ve yakınları almak ister, yıllardır verilmez, ne bir savcı gider oraya, ne de orada dolaşıp duran PKK’liler kazıp çıkarıp verirler gözü daha yaşlı olan aileye, 1994’ten geldik bugüne, neredeyse yirmi yılı devirmişiz.”2 Murat Karayılan “Kürdistan’da bir savaşın anatomisi” isimli kitabında katliamın örgüt tarafından gerçekleştirildiği ırkçı sözlerle ifade ediyor; “Yer yer hedeflerin doğru tespit edilememesi sonucu sivil kayıplar yaşandı. Özellikle Dersim eyaletinde Madımak Oteli katliamına “misilleme” olsun

diye Erzincan’a bağlı Türk kökenli faşist bir köyün vurulması olayı yalanmıştı. Ardından aynı yörede başka bazı sivil hedeflerin de vurulması bize zarar vermişti. Erzincan Tercan alanlarındaki tüm Türk köyleri silahlandırıldı.” (Karayılan’ın bahsettiği “sivil faşist” köy Başbağlar. 5 Temmuz 1993 günü basılan köyde 33 kişi öldürülmüş, köy ateşe verilmişti)”3

Yargılama süreci Gerek yargılama sürecinde, gerekse daha sonraki anma yıldönümlerinde 2 Temmuz Sivas olaylarının gördüğü ilginin çok azı bile Başbağlar katliamı ve mağdurlar için gösterilmedi. Köylülerin yakılan evlerinin onarılmasından başka devletin Başbağlar’a yönelik hiçbir ilgisi olmadı. Ne medya, ne sivil toplum kuruluşları Başbağlar’a yönelik gözle görülür ve kitlesel çapta bir ilgi gösterdi. Başbağlar’da gerçekleştirilen, 33 kişinin öldürülmesine ilişkin dava Erzincan Devlet Güvenlik Mahkemesi’nden İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne nakledilirken, mağdurlar ve avukatları bunun bir “sürgün” olduğunu söylediler. Katliamın yaşandığı Erzincan’da DGM varken, dava ne 363 kilometre mesafedeki Malatya’ya, ne de 440 kilometre mesafedeki Kayseri DGM’ye alınmayıp, 1263 kilometre uzaktaki İzmir DGM’ye havale edilmiş, mağdurlar tam Temmuz’16 • 39


Tarih anlamıyla işkenceye maruz kaldı. Dava avukatı Cüneyt Toraman katliam davasını şu şekilde anlatıyor; “Başbağlar katliamının mağdurlarının bu ısrarlı takibinden rahatsız olanlar, davanın naklini gerektirecek hiçbir sebep olmadığı halde, Erzincan Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki davayı, İzmir’e nakletmişlerdir. İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi, bu olayın mağdurlarına, gizlemeye bile gerek görmeden hasmane bir tutum sergilemiş, mağdurları azarlamış, duruşma salonundan çıkarmıştır. Dava devam ederken, ‘pişmanlık yasası’ çıkması, ortadan kaybolan faillerin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Başka mahkemelerde, başka suçlardan tutuklu bazı sanıklar, yasadaki indirimden yararlanmak için, mahkemelere müracaat ederek ‘Başbağlar katliamına katıldıklarını’ itiraf etmişler, olayları, başından sonuna kadar ayrıntılı olarak anlatmışlar, katliama kimlerin katıldığını isim isim belirtmişlerdir. İtirafçı sanıkların itiraflarının birbiriyle örtüşmesi, hazırlık soruşturması sırasında serbest bırakılan sanıkların ifadeleriyle de tamamen örtüşmesi, ‘bu itirafların gerçek olduğunu’ ortaya çıkarmıştır. Sanıkların bu itirafları karşısında, mağdurlar, büyük bir sevinç yaşamışlardır. Müdahil vekilleri olarak bizim de mahkemeye müracaat ederek, ‘katliamı gerçekleştirdiklerini itiraf eden bu sanıkların davaya dahil edilmeleri’ talebimiz, mahkemece, ‘talebimizin davayla ilgisi olmadığı’ gerekçesiyle reddedilmiştir. Mağdur avukatlarının topluca istifasından sonra, mahkeme, ‘sözde bir yargılama’ sonunda, 20 sanıklı davada, 18 sanığın beraatine, 2 sanığın mahkumiyetine karar vermiş, dosyayı kapatmıştır. Başbağlar köyünde gerçekleştirilen katliamla ilgili olarak, göstermelik bir yargılama yapılmış, gerçekte, bu olayın yargılaması hiç yapılmamıştır. Dava dosyası, büyük bir katliamın nasıl örtbas edildiğinin delilidir. Esasen, bu olayın tetikçileri de, te40 • Temmuz’16

tikçilerin arkasındaki güç de bellidir. Sivas olaylarını kışkırtmakla görevlendirilenler, Başbağlar’a doğru yola çıkmışlar ve bu katliamı organize etmişlerdir. Bu elemanları görevlendirenler, olaydan kısa bir süre sonra, tetikçiler yakalandıktan sonra tetikçileri serbest bıraktıranlar, mağdurların davayı takip edememesi, davanın peşini bırakması için İzmir’e nakledenler, bu olayın failleri itirafta bulunduğu halde, bu tetikçileri davaya dahil etmeyenler, yargılama komedisini Yargıtay’da onaylayanlar, hepsi bu çemberin içindedir. Bunların üstüne gidilirse, bu olayın kimlerin projesi ve eseri olduğu da ortaya çıkacaktır. Başbağlar köylüleri, tam 20 yıldır, bu olayı organize edenlerin, tetikçilerin ortaya çıkarılmasını ve cezalandırılmasını istiyor. Bunun için, her yıl anma toplantıları düzenliyor ve bu isteklerini tekrarlıyorlar. Tetikçilerin bile yargılanmadığı bir davaya ‘yargılama’ denilebilir mi? O dönem Devlet Güvenlik Mahkemesi’ndeki dava ve yargılama ‘tamamen geçersiz sayılmalı’, bu dava yeni baştan görülmeli, bu olayı tertipleyenler, soruşturmaya ve davaya müdahale edenler de hesap vermeli, yargılanmalıdır.””4 Tüm yönleriyle ırkçı, mezhepçi bir katliam olan Başbağlar katliamı bugün çok kısıtlı bir kitle tarafından hatırlanıyor. Çünkü kimse bu katliamın anılmasına ve hatırlanmasına katkı sunmuyor. Hiç olmamış gibi davranılarak Madımak katliamı öne çıkartılıyor ve topluma sünni-islamcı nefreti pompalanmaya devam ediliyor. Allah rahmet eylesin. Dipnotlar 1 www.basbaglar.org 2 h t t p s : / / w w w. f a c e b o o k . c o m / h u s e y i n a y g u n 6 2 / posts/656586811036930 3 Bir savaşın anatomisi: Kürdistan’da askeri çizgi Mezopotamya Yayınları, 2013 4 http://www.haksozhaber.net/basbaglar-katliamininyaralari-sarilmadi-30746h.htm


Yazı Dizisi

Yazı Dizisi

İstanbul’un Köyleri-2 Ömer ZİYA

Erenköy

Feriköy

ir zamanlar üzüm bağlarıyla ünlü bu köyün geçmişi, Orhan Gazi döneminde bölgeye yerleşen akıncılara ve savaşçı dervişlere uzanıyor. Burada oturan ve halk tarafından çok sevilen Eren Baba; çevresindekilere bilgeliğini, semte ise adını bahşetti. 1800’lerin sonunda Haydarpaşa-İzmit demiryolu Bostancı’ya uzatıldığında ise istasyona göre içeride kalan asıl Erenköy, İçerenköy adını aldı.

Buranın adı hakkında da rivayetler muhtelif. Ermenicedeki “veri”, yani “yukarı” kelimesinden Yukarıköy anlamına geldiği söylenirken, bir başka hikâyede İstanbul’un ünlü Levantenlerinden Mösyö Ferry karşımıza çıkıyordu. Burada bir köşk yaptıran Mösyö Ferry, civarda avlanırken attan düşüp ayağını kıran Sultan III. Ahmet’in yardımına koşunca bölge bu ismi almıştı. Bir diğer söylentiye göre de, Abdülmecit tarafından, bugün semtin bulunduğu yer Madam Feri’ye bağışlanmıştı ve semtin ismi buradan geliyordu.

B

Temmuz’16 • 41


Yazı Dizisi

Hadımköy

Kadıköy

Semt adını, bir rivayete göre Fatih Sultan Mehmet’in emriyle Hadım Baba ismindeki bir hadımağasına bağışlanan topraklara kurulmasından; bir diğer rivayete göre ise “hizmet eden” anlamına gelen hâdim kelimesinden alıyor. Bu sefer karşımızda Hâdim Baba vardı ve o bir hadımağası değildi. Kendi adını taşıyan caminin avlusundaki türbesinde yatan bu zatın kim olduğu ise hâlâ bilinmiyor.

Semtin tarihi epey eski. M.Ö. 1000 civarında Fenikeliler, Fikirtepe civarına Harhadon isminde bir ticaret kolonisi kurdu. Daha sonra Moda civarında “Bakır Ülkesi” anlamına gelen Halkedon (Kalkedon) tarih sahnesindeydi. M.Ö. 658’de Sarayburnu’na yerleşen Bizanslılar Kadıköy’ü Khalkedon (körler ülkesi) diye nitelendirdiler. Bugünkü Tarihi Yarımada bırakılıp da karşıya yerleşilir miydi hiç? Fatih Sultan Mehmet, Nasrettin Hoca‘nın kızının torunu olan ilk İstanbul Kadısı Celalzade Hızır Bey‘i buraya yerleştirince semte önceleri Kadıköyü, sonra ise Kadıköy denildi.

Hasköy Haliç kıyısındaki Hasköy de ismiyle ilgili muhtelif rivayetlerin döndüğü yerlerden biri. Kimine göre Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kuşattığı zaman otağını buraya kurmuş ve bu yüzden buraya “hükümdara özgü olan manasında” has denilmişti. Böylece Hasköy adını almıştı. II. Selim döneminde yaptırılan has bahçelerden geliyor, ikinci bir rivayete göre buranın adı. Son rivayet ise Aya Paraskevi Kilisesi’nden ötürü uzun yıllar semte “Parasköy” denilmiş olması; bu isim zamanla Hasköy’e dönmüştü.

42 • Temmuz’16

Karaköy Burasının eski adı Karayköy’dü ve bölgenin ilk ahalisi Fatih Sultan Mehmet zamanında semte yerleştirilen Karai Musevileriydi. Kırım’dan gelen ve Tatar Türkçesi konuşan Karailer, Yahudi din yasalarının temeli Talmud’u ve Tevrat tefsirlerini mukaddes metin saymıyorlardı. Sadece Tevrat’ı kabul ediyorlardı. Bu yüzden İbranice “kitapçı” “okumacı” anlamına gelen Karâî ismini almışlardı. Tahmin edileceği gibi Karayköy zaman içinde Karaköy’e döndü.


Yazı Dizisi

Mecidiyeköy Çok değil, bundan 50-60 yıl önce bile dutluklarıyla meşhur Mecidiyeköy, muhacirlere toprak vererek semti yerleşime açan Abdülmecid’den alıyor adını. Çünkü Abdülmecid’in saltanatı sırasında, 1839-1861 yıllarında Osmanlı’nın sınırlarındaki yerleşimlerden göçenler İstanbul’a sığınmıştı. Onlara yer göstermek için de bu bölge seçilmişti.

Merdivenköy Göztepe civarındaki Merdivenköy’ün eski adı Bizans döneminde Kutsal Anneler Ülkesi anlamına gelen Aya Mamanos’tu. Semt, Fatih Sultan Mehmet zamanında sarayın süt, peynir, yoğurt ihtiyacını karşıladığı için Mandıra diye de anıldı. Bugünkü ismi ise halkının çoğunun AleviBektaşi olmasından ötürü “imanına güvenilir” anlamına gelen “merdi iman”dan geliyor.

Ortaköy Antik çağda Arkheon (Argion) diye anılan semt, yeni ismini Bizans’ta I. Basileios döneminde yaptırılan Ayios Fokas Manastırı’ndan aldı ve balıkçı köyü oldu. Osmanlı döneminde, Kanuni Sultan Süleyman zamanda yerleşimin başladığı köye, dere vadisinin ortasında olmasından kaynaklı Ortaköy adı verildi. Bir zamanlar köyün göbeğinden geçip denize dökülen dere ise Dereboyu Caddesi’ne dönüştü.

Polonezköy Polonezköy, 1830 Polonya Ayaklanması’nda hükümet başkanı, sonra da Polonyalı sürgünlerin lideri Prens Adam Czartoryski tarafından 1842’de kuruldu. Kurucusundan ötürü önce Adampol adını aldı. Başta, Saint Benoit Fransız Lisesi’ni yöneten Lazarist rahipler tarafından çiftlik olarak düzenlendi. İlk zamanlarında 12 kişinin oturduğu bu Polak köyü zamanla kalabalıklaştı. Şimdilerde ise ünlü kahvaltıcıları ve yemyeşil doğasıyla kentin arka bahçesine dönüştü. Temmuz’16 • 43


Atölye

Bozlakların Efendisi

Neşet Ertaş Cuma ERTAŞ İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı

44 • Temmuz’16


Atölye Bin dokuz yüz otuz sekiz cihana Kırşehir’in Kırtıllar Köyü’nde geldin dediler Babama Muharrem anama Döne Dediysen atayı bildin dediler Babasına sordu. Yoksulluğu, derdi, çileyi bilen bir edayla sordu. Biz kimiz baba ? Biz garibiz oğlum dedi Muharrem Usta. İşte garip Neşet Ertaş’ın hikayesi bir ayrılık bir yoksulluk birde ölüm. Horasan’dan göçen bir kabilede abdallar sülalesinin mensubu olan Muharrem Ertaş’ın oğlu Neşet Ertaş hayata böyle başladı. Mısralarında da dile getirdiği gibi babasından öğrendi saz çalıp söylemeyi. Daha küçük yaşlarda ise anayı kaybetmenin derdini çocukça bir üslupla dizimdeki sızı diye niteledi. Dizimde sızıydı anamın derdi Tokacı saz yaptı elime verdi Daha yeni bitirdiydim üç ile dördü Sende baban gibi sazcı oldun dediler Babasından öğrendiği saz ona kader yokuşunda kimi zaman yük kimi zaman ise sırtından itekleyen bir el bir kuvvet oldu. Düğünlerde babasıyla birlikte hem çalıp hem söyledi. Yoksulluk Neşet Ertaş’ın hikayesini oluşturur dedik ya hani işte bu kez de o yoksulluk Neşet Ertaş’ı meydanlarda köçek gibi oynatmaya mecbur kıldı. Zalim kader devranını dönderdi Tuttu bizi İbikli Köyü’ne gönderdi Parmağıma ziller taktı dönderdi Oynadım meydanda köçek dediler Türkülerin kederli iniltisinde, babasının yaslı gölgesinde gün geçtikçe büyüyen bir gencin bir an evvel kalbinde aşkın yeşermesi en olağan bir durumdur zannımca. Bir kızı sever lakin garibe bu da zor bu da çilelidir. Yârin aşkı ile arttı hep derdim Babamı bir yâre dünür gönderdim Başlığı çok istemişler haberin aldım İstemiyor seni yârin dediler Sevdiğini de alamayan Neşet Ertaş anasını kaybettiği günden beri çekmeye başladığı gam yükünü bu kez ıslatılmış bir kumaş gibi daha yüklü daha ağır hale getirir oldu kendi içinde. Babasından ayrı kendi başına düğünden düğü-

ne dolaşmaya, artık kendi türküleri ile kendi sanatını yaratma gayreti içinde olmaya başladı. Düğünlerde toplu halde bulunmayan, oda oda bölünen halk olmasın ötürü, tek tek dolaşıp da söylemek bir sanatçı için oldukça zor olsa gerek. Böylesi bir vaziyet Neşet Ertaş’ı belki de ilk defa kendi türküsünü irticalen söylemeye mecbur bıraktı. Odadan birine çağrılan Neşet karşısında hasta bir çocuk ve başucunda ağlayan bir anneyi görünce ben burada düğün havası nasıl çalarım dedi ama parayla söylemek bir nevi kula kulluk yapmaktı karşı çıkamadan oturduğu gibi başladı ilk türküsünü söylemeye o yatakta yatan gencin diliyle. Anam ağlar başucumda oturur Derdim elli iken yüze yetirir Bu dert beni yiye yiye bitirir El çek tabip el çek benim yaramdan Ölürüm kurtulmam ben bu yaradan Olmadık anda birden söylenen bu türkü bir bakıma Neşet Ertaş’ın bu ellerden gidip kaderini yeniden çizebileceği, alnının teriyle parasını kazanan bir sanatçı olabileceği düşüncesini uyandırmıştı adeta zihninde. Evet artık bu gövde bu gömleğe dar geliyordu. Gitmeliydi bir an evvel evde zaten artık Neşet Ertaş’a yabancılaşmaya başlamıştı. İlk olarak Ankara, varır varmaz da bir şekilde İstanbul’a gitmek ilk plandı şimdilik. Kırşehir’de yedi sene kalınca Düğün düzgün hepsi bize gelince Ne yapsın arkadaşlar yer daralınca Ankara’ya gider yolun dediler Garip omzuna sazını attıktan sonra tuttu Ankara’nı yolunu ilerde kendisini bekleyen bir sürü olaylardan habersiz sus pus öylece ayrılTemmuz’16 • 45


Atölye

dı baba yurdundan ana vatanından. Ankara’ya gelir gelmez otogara attı kendini usta, şimdi asıl mesele cebinde beş kuruş para olmadan nasıl İstanbul’a gidiceğiydi. Bir muavinle konuştu saz çalarım param yok İstanbul’a götür beni gardaş dedi. Muavin yolculuk boyunca saz çalıp söylemesi karşılığında garibi götürmeye karar verdi. Sabaha kadar çalıp söyledikten sonra İstanbul’a vardı Neşet usta. Günlerce aç susuz sokaklarda dolaştı ve en son artık çareyi Unkapanı plakçılarına gitmekte buldu. Girdiği ilk dükkana selam verip ben türkü çalar söylerim ekmek param yok deyince Şençalar Plakçılık’ın sahibi Kadri Şençalar hemen otur söyle dedi. Babasının bozlağı olan neden garip garip ötersin bülbülü söyleyince Kadri Bey ağlayarak kardeşi Hüsnü Şençalar’ın yanına koştu ve hemen ona da dinletti bu bozlağı. Kadri Bey garibe bir gazinoda iş buldu. Hemen bir yaşlı teyzenin yanına da kiracı olarak verdi Neşet’i. Usta bu gazinoda her akşam çalıp söyleyecek güzelde bir para alacaktı ve bu onun gibi alçak gönüllü bir insan için nimetlerin en büyüğüydü. Gazinoda çok geçmeden orada sahne alan bir kız sanatçı ile tanışmıştı. Adı Leyla ah neden bu sonraki Leylalar Mecnun’dan da beter eder aşıklarını. Neşet Ertaş Leyla’m demişti bir kere ona, dönüşü yoktu elbet hemen babasına haber edip bir kız var gel gör evlenmek istiyorum diyerek İstanbul’a çağırdı. Muharrem Ertaş Leyla’yı görmüş, Neşet oğlum bu ne sana eş ne de bize gelin olur gel babanın sözünü dinle alma bu kızı deyince bir ruhun iki ayrı bedeni46 • Temmuz’16

yiz dediği babasının ilk defa sözüne karşı gelerek evlenmeye karar verdi. Bir zaman sonra Leyla İle Neşet evlendiler ve çocukları olmaya başladı. Üç çocukları olmuştu bile daha evliliklerinin altıncı yılında. Leyla sahne almaya devam ediyordu gazinoda bu durum ise Leyla’yı halk arasında tanınır hale getirmişti. Güzel bir hanımda olması onu dinlemeye gelenlerin göz koymasına çoktan yetiyordu. Bir mendil vardı Leyla’nın Neşet’e ördüğü birbirlerini bir yere çağırdıklarında bu mendili gönderiyorlardı birbirilerine. Tabi şunu da hatırlatmak gerekir ki Neşet Ertaş artık Türkiye’de fırtına gibi esiyor TRT radyolarında sesini milyonlara duyuruyordu. Onun türküleri işsiz, dertli ve aşkını içinde saklayan milyonların bir bakıma tercümanı oluyordu. İşte Neşet Ertaş’ın radyolardan düğünlere oradan da gazinolara koşturduğu bir dönemde mendili kaybolmuş lakin bununda farkına varamamışlardı. Leyla’ya göz koyanlar mendili çalmış ve artık Leyla’yı kaçırmanın planlarını yapıyorlardı. Ustanın evine giden kötü adamlar kapıyı açan Leyla’ya mendili uzatıp Neşet ustamız seni bekliyor deyince Leyla’da hemen çıkıp adamların arabasına bindi olacaklardan zerrece haberi olmadan. Yolda giden araba birden yön değiştirdi ve artık Leyla başına geleceklerden Neşet’e neler edeceğinden az çok haberi olmuştu. Tenha bir yerde duran arabadan çığlıklar içinde zorla ite kalka çıkarılan Leyla iki kişi tarafından vahşice hiçbir insan vicdanın kaldırmayacağı şekilde tecavüz edildi. Ah ah bu nasıl bir acı bu nasıl bir kader diyemeden geçemiyor insan. Leyla yangınlar, tarifsiz kederler, tutunacak bir dalı bile kalmamış tükenmiş umutlar içinde geldi Neşet’in yanına söyledikleri söz desen değil ateş desen ateşler bu kadar da yakamaz ki insanı kar, buz, su desen onlarda bir baharı bir cemre yemiş toprağı bu kadar kış içinde bırakamaz ki. Neşet’im beni kirlettiler, namusuna el sürdüler gayrı benden sana yar olmaz hakkını helal et çocuklarım sana emanet ben gitmek zorundayım. İşte bunlar döküldü Leyla’nın dudaklarından bir çırpıda. Varsa lügatinizde bu sözlerin bir aşıkta bıraktığı yarımlığı, yanmışlığı anla-


Atölye tan kelimeler siz söyleyin. Neşet yine de gitme, etme dediyse de nafile gidecekti Leyla. Doyulur mu doyulur mu Canana da kıyılır mı Cananına kıyanlar Hakkın kulu sayılır mı Böyle dedi Leyla’nın gidişi üzerine Neşet Usta. Türküsündeki canan kelimesi birçok kişinin anladığı gibi sevgili anlamında değil en küçük kızları olan Canan içindi. Bana kıyıyorsun beni öylece bırakıp gidiyorsun hiç değilse Canan için kal demenin bir başka yoluydu ama Leyla gitmişti çoktan. Ve aşağı yukarı herkesi bildiği o meşhur türkü Leyla’nın bu gidişine yazılacaktı. Yazımı kışa çevirdin Karlar yağdı başa Leylam Viran oldu evim yurdum Ne söylesem boşa Leylam

den sonra tekrar sazı çalmaya başlaması onu tekrar vatanına dönme şöhretine kaldığı yerden devam etme fırsatı sunabilirdi ama Neşet Ertaş çoktan unutulmuşumdur hem çocuklar burada okusun diyerek gitmekten vazgeçti. Otuz beş yıl boyunca plaklar doldurduğu gibi düğünler için ülkeleri gezmeye devam etti. Bir gün iki sanatçı arkadaşı ile Yugoslavya’ya düğüne gitti ama iki arkadaşı kavga edince şoförlük bilmeyen Neşet Ertaş tek başına arabayı sürmek zorunda kaldı ve çok geçmeden kaza yapınca ehliyetsiz araba kullanmaktan polisler garibi hapse attı. Üç ay boyunca konsolosluklara yazı göndermesine rağmen kimseden bir geri dönüş alamadı. Sadece Yahya Kemal kitabını gönderip girişine Merhaba Bozkırın Teze-

Her an gözümde perdesin Nere baksam sen ordasın Mevla’m ayrılık vermesin Gökte uçan kuşa Leylam Yardan ayrı kalmak ölüm Söyle ne olacak halım Böyle kader böyle zulüm Gelir garip başa Leylam Artık bambaşka bir hayat başlıyordu Neşet Ertaş için Leyla’sı gitmiş biçare kala kalmıştı ortada. Sabahları bir bardak sek rakı içmeden uyanamıyordum dediği bir döneme giren garip aslında bir nevi gem vuramadığı duygularının esiri sarhoşu haline geliyordu. Yine gazinoda çok içtiği bir akşam çalıp söylerken birden sazın perdelerine basan sol eline felç girdi. Türküyü yarıda kesen Neşet usta tekrar sazı eline almaya çalıştı ama yapamadı. Apar topar hastaneye kaldırıldı ama ikinci bir darbeyi de felç yüzünden yedi. Doktor bu şartlarda bağlama çalamayacağını söyledi. Neşet bu durumda hemen Almanya’daki abisini aradı ve orda tedavi olmak için yanına geleceğini söyledi. Ve otuz beş yıl sonra döneceği vatanından ayrılmak zorunda kaldı. Almanya’da iki yıl tedavi-

nesi diye not ekledi. Bu süreç boyunca Neşet Ertaş “Hapishanelere Güneş Doğmuyor, Hapishanelere Attım Postumu, Neredesin Sen” gibi birbirinden değerli türkülerini yazdı. Özellikle Neredesin Sen türküsünü kalemi bittiği için kibritin ucundaki barutu diliyle ıslatarak kağıda yazdı. Tatlı dillim güler yüzlüm ey ceylan gözlüm/ Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen diyerek Leyla’yı öylesine delice özlüyordu. Hayatı boyunca siyasi çekişmeler ve kavgalarda bulunmayan usta sanatını bir defalığa mahsus asılan Başbakan Adnan Menderes için öyle acıklı öyle içten konuşturmuştur ki türküsünde adeta asılan bir insanın can yakan feryatlarını duyarsınız. Temmuz’16 • 47


Atölye Toplanmış hakimler dediler idam Üç ağaç içinde yetiyor vadem Beni kurtarmaya da yokmuş adam Asıyorlar kara gözlüm gel ağla Senin kaderinde benim tecellim Hapis damlarında yetmiş ecelim Sehpaya da çıkmaya yoktur mecalim Asıyorlar kara gözlüm gel ağla Aslında bu sözler bir siyasi bir düşünceden ziyade günahsız bir insana karşı duyduğu derin bir üzüntünün göstergesidir. O, gönülden anlayan halden bilen bir sanatçı, onun bir yarada kan ve etten fazlasını görmesi onun acıyla hem hal oluşundan geliyor galiba. Yıllar sonra ise henüz Leyla’nın acısı tam anlamıyla geçmemişken Antalya’da Leyla’nın fuhuş çetesinin başında yakalandığı haberini alınca Leyla’nın bu haline mi yoksa Babasının sözünü çiğnediğine mi yanacağını bilemez oldu Neşet Usta. O acıyla türküsünde Leyla’ya bir kez daha seslendi. Niye çattın kaşlarını Bilmiyorum yar suçlarımı Ölürsem ben saçlarını Yolma gayrı yolma leyli leyli Ben yandım aşkın narına Meyletmem dünya malına Ölürsem ben mezarıma Gelme gayrı gelme leyli leyli

Bir garibim düştüm dile Gerçeklerde olmaz hile Zalimler elinden bile Alma beni alma leyli leyli Çekilen o acının tarifini biraz olsun bu dizeler anlatır gibi oluyor ister istemez. Gitme! Kurbanın olayım gitme! Bu sözlerle sevdiğine yalvaran bir insanın şimdi ise mezarıma bile gelme diyerek sitemler etmesi, soruyorum sizlere hangi duyguların dile gelişidir. Aşık olan bir babanın da bu olay üzerine oğluna sözleri türküyle söylemesi icap eder. Temiz ruhlu saf kalplisin şöhretsin Hakkın vardır evlenmeye evladım Mevla’m sana yapanları kahretsin Aslı bozuk alma dedim evladım Dokunsalar nazik tene kir gelir Bizden önce ceddimize ar gelir Köle olmak şanımıza zor gelir Sen aklını yitirmişsin evladım Küsmedim Neşet’im kahrettim sana Baban değil miydim sormadın bana Olan olmuş yavrum ne deyim sana Aslı bozuk alma dedim evladım Bu türkü üzerine bir evladın mahcup ve pişman olmaması elde değildir lakin Aşık olan evladın da bir çift sözü vardır elbet. Aşkı kimden aldın sevgiyi kimden Aslı bozuk deme gel şu insana Soracak olursan eğer ki benden Aslı bozuk deme gel şu insana ya dost Yazımızı felek yazdı Mevla’dan değil Senin dediklerin evladan değil Her hata suç bende Leyla’dan değil Aslı bozuk deme gel şu insana ya dost Ulu arıyorsan analar ulu Sevmişiz gönülden olmuşuz kulu Analar insandır biz insanoğlu Aslı bozuk deme gel şu insana ya dost

48 • Temmuz’16


Atölye

Allah’ım bu nasıl bir aşk bu nasıl bitmeyen bir sevgi bu nasıl bir saygı. Kal demesine rağmen bir başına koyup giden bir insana bu neyin hoşgörüsüdür. Adı kirli bir çetenin başında anılmasına, alem içinde boynunun bükük bırakılmasına rağmen her hata suç bende Leyla’dan değil demek hangi yaralı gönlün altından kalkacağı bir iştir sorarım sizlere. Ve türkünün son kıtasında Neşet Ertaş’ın altını çizdiği yer kadınlık ve kadına saygı konusunda çok önemlidir. Analar insandır biz insanoğlu diyerek aslında itham edilenin eski karısı olmasından ziyade bir kadın bir ana olduğunun üzerinde kararlılıkla durması takdire şayan bir harekettir benim kabulümce. İşte Neşet Ertaş olmak budur. Yazımın başından beri anlatmaya çalıştığım mesele bir derdin insanı nasılda güzelleştirdiği, bir acının insanın el değmemiş yanlarını nasılda yoğurduğudur. Bekleyişin üzümü şarap yapan bir edayla nasılda bir insanın sözlerini damaklarda hoş bir tat bırakan hale getirmesidir. Çok geçmeden içi kırgınlıklarla dolu babasını toprağa vermek usta için vahim bir durum olmuştu. Bir ruhun iki ayrı insanıyız dediği babasının böyle gidişi bir evladı nasıl perişan eylemez.

Garibin dünyada yüzü gülemez Her zaman işleri zordur garibin Sever sever sevdiğini alamaz Bülbül gibi işi zordur garibin İniler arı gibi kendinden geçer Her çiçek bağrına bir yara açar Bir bina yapsa da çabucak uçar Böyle kara bahtı vardır garibin Garibin yüzüne gülen bulunmaz Gül olsa pazarda alan bulunmaz Garibin derdinden bilen bulunmaz Dünyası başına dardır garibin Artık bunca acıdan çilelerden sonra tek bir iş kalmıştır geriye oda türküler yazıp sanatına yeni değerler katmaktır. Öyle de olur zaten ilerleyen yaşın getirdiği bir dünya görüşü ve acılarla bezenip bu hallere gelmek yeni türkülerinde muhteva açısından bariz bir şekilde kendini gösterir. Dünya’ya, insanlığa, kardeşliğe, birliğe ve bütünlüğe öyle anlamlı öyle cana yakın mesajlar verir ki Neşet Usta, türküleriyle kötülüğe savaşlar açar adeta.

Temmuz’16 • 49


Atölye Bir anadan dünyaya gelen yolcu Görünce dünyaya gönül verdin mi? Kimi büyük kim böcek kimi kul Bunlar neden nedenini sordun mu? İnsan ölür ama ruhu ölmez Bunca mahlukat var hiç biri gülmez Cehennem azabı zordur çekilmez Azap çeken hayvanları gördün mü? Garip bülbül gibi feryat ederiz Cehalet(cahiller) elinde küskün kederiz Hep yolcuyuz böyle geldik böyle gideriz Dünya senin vatanin mi yurdun mu? TRT radyoları garibi çoktan öldürmüştü bile. Onun türkülerini çalmadan evvel rahmetli Neşet Ertaş diye söze başlıyorlardı. Kendi ülkesinde ölmeden öldürülmek tekrar vatanına dönme hevesini kursağında bırakmaktan başka bir şey değildi garip için. Ama ikna edilmeli vatanına tekrar getirilmeliydi. Arz-ı endam etmeliydi türküleriyle milyonların gözü önünde ve son bir defa ben daha ölmedim demeliydi var gücüyle. Birileri için artık bu durum can sıkmış ve Neşet’i ikna etmek için Almanya’ya seferler başlamıştı. Bayram Bilge Tokel’in büyük çabaları sonucunda usta ikna edildi. Hasan Saltık ise türkülerinin telif hakkı için var gücüyle çalıştıktan sonra olması gerektiği gibi türküler asıl sahibine verildi. Artık her şey hazırdı ama usta beni çoktan unutmuşlardır diyerek endişeliydi bu dönüşten. Harbiye’de binlerce kişinin katılacağı bir konser hazırlığı çoktan başlatılmıştı. Neşet Ertaş dönmüştü öz yurduna ve ertesi günü konsere çıkacaktı. Evine gelenler konser ücretini uzattıklarında bizim Abdalların parası yoktur içeri giremezler bu parayı onların bilet parası diye sayarsınız dedi. Neşet Ertaş dünya malının dünyada kalacağını asıl olanın insanlık olduğunu yine öyle güzel anlatmıştı ki verdiği bu ders50 • Temmuz’16

le parmak ısırmamak mümkün değildi. Konser gerçekleşmiş dolu dolu bir program olmuşta fakat asıl önemli olan garibin bunca zaman sonra bu kadar içten gülmesiydi. O unutulmamıştı. Devrin Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’in kendisine devlet sanatçısı unvanını vermeyi teklif ettiğinde ben halkımın sanatçısıyım kabul edemem demesi aslında onun halkına nasıl bir sevgi ile bağlı olduğunu gösteriyordu. Böylesi bir gururu yaşamak yerine o halkın gönlünde yer edinme gayesiyle çabalıyordu. Konserler, televizyon programları artık hayatının geri kalanında onun için en keyifli durum haline gelmişti. Yıllar ilerliyor artık gittikçe yaşlanıyordu usta. Eskisi gibi artık sık sık konserler verememeye başladı. Televizyon programları ise artık onun için yorucu hale geliyordu ister istemez. 2012 yılının Ağustos sonlarına doğru konulan kanser teşhisi üzerine hastaneye yatırılan usta artık az çok


Atölye sezmişti ölümün kapıyı çaldığını. Yeni şeyler söylemek lazımdır her vakit ölüm gelip kapıya dayansada. Garip alır eline kalemi derme çatma bir yazıyla sözlerini yazar türkünün, sazını çalamayacağını adı gibi biliyordur. VEDA Tükendi ömrümün çoğu gidiyor Cahil ömrüm geldi geçti yel gibi Sevdiğim uzaktan seyir ediyor Beni görüp bakınıyor el gibi Geçti günler, yıllar, ömürse doldu Giden gitti bilmem geri ne kaldı Ömrümün baharı sarardı soldu Yandı kaldı garip bağrım çöl gibi Veren, geri almak için gözlüyor Her an her saniye beni izliyor Garip bağrım için için sızlıyor Sazımda inleyen sırma tel gibi Uzun yoldan gelmiş gibi yorgunum Ne kimseye küskün ne de dargınım Bir ahu gözlüye candan vurgunum Garip gönlüm kapısında kul gibi 12 Eylül 2012. Ölüm ne garip bir şey giden öyle bir gidiyor ki sessiz, soğuk kış gecelerinde yürüdüğü karda bırakarak izini ama ardına bile bakamadan usul usul gidiyor. Peki ya kalan nasıl kalıyor geride asıl zor olan mesele bu değil mi? Gidenler özlüyor mu? Yerinden memnun mu bilmem ama kalanın ne özlemi bitiyor ne de gideni mum ışığıyla araması. Neşet’im eylülünün ortasında giden bir yaz gibi sıcağı, samimiyeti ve acıyla karışık gülüşü aldı gitti bizden. Dediği gibi yorulmuştu garip öyle küskünlük, dargınlık taşıyacak bir yüreğide yoktu ki ama hala vurgun hala sevdalıydı vefasız sevdiğine son nefesinde bile. Toprağa verilirken mezarıma bile gelme dediği Leyla ordaydı. Allah gani gani rahmet eylesin. Makamı âli mekanı cennet olsun. Günümüzde pek çok televizyon programlarında ve söyleşilerinde Neşet Ertaş’ı mahalli bir sanatçıdan öte görmemeleri başta garip

olarak biz sevenlerini ziyadesiyle üzmektedir. Bu tip söylemler muhatabının başta kişiliğine, emeğine ve kültürümüze katkıda bulunan bir sanatına büyük bir saygısızlıktır. Söylediklerim mahalli sanatçıları küçümseme niyetinde asla değildir ama eğer ortada bir mahalli sanatçılıktan çok kültüre, sanata ve maneviyata yönelik eylemler varsa biz sevenleri olarak Neşet Ertaş’a hak ettiği değerin verilmesi için bu gibi söylemlerde ve savunmalarda bulunmak zorundayız. Dadaloğlu gibi halk şairi ve aşığı ile aynı kabileye mensup bir insanı düğün çalgıcısı gibi görmek kimin haddidir. Zamanın getirdiği koşullar yüzünden Neşet Ertaş’ın daha önceki aşıklar ile bağdaşmayan eylemlerde bulunduğu için onlardan soyutlar hale getirmek bu kültürün dönen çarkına çomak sokmaktır. Her ne olursa olsun ekmek parasından başka hiçbir gaye gütmeden televizyonlarda, gazinolarda ve düğünlerde türküler söylemek ötekileştirilecek bir durum değildir. Bu cümleleri yazarken de aklıma köyümdeki onu yakından gören ve tanıyan Ferhat amcamın dedikleri hatırıma geliyor birden. Neşet Ertaş’ı bilmeyenler türkü söyler sanır yeğenim demişti bana. Çok güzel özetliyor durumu bu cümleler, evet her denilenler onu bilmemekten kaynaklanıyor. Onda Anadolu insanının hayatının her bölümünde yaşadığı ve yaşayabileceği dertler var, o garip, mahzun, mahcup ve en çokta bizden birisi. Yer sofrasında bölünen bir ekmeği yiyen, köydeki, şehirdeki garip Ahmet Emmi, Mehmet Emmi gibi uzun Samsun sigarası içen, üç kuruşu Allah’tan gelen bir rızık diye kabul edip mutluluğun parada olmadığını bilen birisi Neşet Ustam. Gönüller yapan, kalplerin arasında gizli bir yol olduğunu savunan ve hayatı boyunca bu yolu arayan, ayaklarınızın turabı gönüllerinizin hizmetçisiyim diyen bir gönül ehli. Dost elinden gel olmazsa varılmaz Rızasız bahçenin gülü derilmez Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez Gönülden gönüle giden yol gizli gizli. Temmuz’16 • 51


Hikaye

Abant Gölünün Gerçek Hikayesi Asım BEKİR

B

olu’nun ulu dağları ve o dağların doruklarında özgürlüğün mükemmel senfonisi doğayla bütünleşmiş bir şekilde sanki bir çiçekte sembol bulmuş gibiydi. Tek başına özgürlüğün ve arınmanın doruklarında köklerini dağların derinliklerine salmış bir çiçek... Bu nasıl bir koku böyle; aşkın kokusu onda gibiydi, ah çöllerin kokusu; arayışın ve arzuların kumlandığı o çöller, içinde ne zorluklar barındırıyor, ölüm ne ki? Ondan daha büyük ve soylu zorluklar, ölmek için yaşama zorluğu, hayatı sadece ölümü hak eden biri gibi yaşamak. Çöllerdeki kumlar kayanın güneşin sıcaklığındaki feryatlarının parçalanışı gibidir. O devasal kayaların güneşin sıcaklığı ve ay’ın eşliğindeki gecenin soğukluğuyla yürekleri parçalanır. Güneşin aşkı sıcaklığıyla kayanın yüreğine gerilimi sokar, onun yüreğini tüm sıcaklığıyla doldurur. Onun her parıltısı kayanın yüreğinde hapsolan ateşin yani özünün -magmasının- tekrar kaynamasına sebep olur. Bu nasıl bir kaynama böyle ki, onunla baş edilebilecek gibi değil. Çünkü onun güneşe duydu-

52 • Temmuz’16

ğu sevgi , ona özündeki gerçeği göstermeye başlar fakat ne o ateşe ulaşabilmekte, ne de güneşe. Zavallı kaya çölün ortasında yapayalnız tüm gerilimleriyle; derken güneş gökyüzünde kaybolur, kaya ondan aldığı sevgiyi tekrar tekrar kaybeder. Güneş ondan bakışını esirgediğinde onu karanlıkla baş başa bırakır. Ve derken kaya gökyüzünde tüm ihtişamı ve çekiciliğiyle ay’ı görür, onu güneşe benzetir ve tekrar güneşi hatırlamaya başlar. Fakat güneşin olmayışından kaynaklanan soğukluk ay’ın o bakışlarıyla birleştiğinde içindeki aşkın sıcaklığı ve umutsuzluğun soğukluyla olan bu zıtlık bir an onun paramparça olmasını sağlar ve o uçsuz bucaksız çöllerde parçalar halinde diğer kumlara karışan bir kum kümes olur. Derken bir rüzgar... Gelir ve alır onu ve denize teslim eder. Deniz; sonsuzluğun ufkunun bir serabı olan deniz, onu daha fazla tutamayıp başka bir karaya bırakır. Ve sahile vurmuş bu kum tanelerini rüzgar alır, bu sefer dağların doruklarına çıkartır. Çıkmasına çıkar fakat bu


Hikaye

serüvende tek bir kum parçası olarak hayatta kalabilmeyi başarır sadece ve tek başına kalan kum tanesi dağın tepesine yerleşir. Aradan belli bir süre geçer ; doğa elbisesini çıkartır ve doğa elbisesini giyer, tekrar güzellik uykusundan kalkar ve bir gün üzerine düşen bir tohumla kum tanesi o tohumun köklerine yerleşir. Bunu duyan deniz, onu belli bir zamanda umudun serabında taşıyan deniz, mutluluktan kabarmaya başlar, onun bu kabarışını gören güneş de neşelenir ve ondan aldığı su tanelerini bulutlarla paylaşır. Bulutlar rüzgarında eşlik etmesiyle o yüksek dağların doruklarına gelirler ve tohumun olduğu yerde bir zamanlar kayanın yaşadığı o hüzünlü hikayeyi kuşlardan işitirler. Bu hikayeyi dinleyen bulutlar dayanamazlar ve ağlamaya başlarlar, onlardan toprağa akan her damla tohumun canlanmasını sağlar ve canlanan tohumun içindeki kum tohumla birleşir ve onun toprağı olur, onun bir parçası olur ve onunla açar, açarken bir de ne görsün, bir zamanlar içini boşluk bırakmadan dolduran aşk sıcaklığından ve karamsarlık soğukluğundan kendisinin parçalanmasına sebep olan güneş ona gülümser ve ona ışığını cömertçe gönderir. Fakat bu ışık çok farklıydı, sanki çiçek için özeldi ve sanki o çiçek özgürlüğün kokusunu, dağların

doruklarında güneşten aldığı sevgiyle yüreğini harekete geçiren yeniden dirilişin vermiş olduğu ilahi hediye olan kokusunu, cömertçe rüzgarla paylaşır. Ve rüzgar onun kokusunu dünyanın dört bir yanına yayar ki herkes şunu anlasın; sevgi umutsuzluğu yendi ve çöllerdeki sert kayayı dağların doruklarındaki güzel kokulu bir çiçeğe çevirdi. Ve çiçek ölmek üzereyken , güneş bunun olmaması için ona daha çok sevgisini göndermeye çalıştı, fakat her gönderişinde yeryüzü biraz daha ısınıyordu. Lakin nafile çiçek ölecekti, onun solan yaprakları bunun bir göstergesiydi. Bundan dolayı güneş öyle bir acı çekti ki, onun çektiği acının sıcaklığı yeryüzünü o kadar ısıttı ki, denizler sularını kaybederek çıplak kaldılar, göller kurudu, bulutlar güneşin bu acısından dolayı gözyaşıyla doldular. Ve dağların eteğinde başladılar hüngür hüngür ağlamaya, o kadar çok gözyaşı döktüler ki, dağların eteğindeki çukurda bulutların gözyaşları birikmeye başladı ve bir göl gibi dağın eteğini kapladı. Çiçek ölmüştü fakat dağın eteğinde oluşan gölde yeni bir hayatın başlamasına sebep olmuştu. İşte Abant gölünün gerçek hikayesi. Bu hikayeyi bu zamana kadar kimseden duymamışsınızdır. Çünkü ben bu hikayeyi dağın tepesindeki rüzgarlardan öğrendim. Bir sır gibi kulağıma fısıldadılar.

Temmuz’16 • 53


Sinema

Ye, Tüket, Sev! Osman Zinnur AKSU

T

hey Live (Yaşıyorlar), ünlü yönetmen John Carpenter’ın 1988 yılında çektiği, başyapıtı denemeyecek olsa da sistem eleştirisi olması yönüyle en “dikkat çekici” filmi sayılabilecek film. Filmin senaryosu, Ray Nelson’ın 1963’te yazdığı “Eight O’clock in the Morning” (Sabah Saat Sekizde) adlı kısa hikayeden alıntılanmıştır ve büyük ölçüde paralellik gösterir. Filmin konusu kısaca şöyle; Güreşçi Roddy Popper’ın can verdiği karakter John Nada; Los Angeles’ta yaşayan işsiz, vasıfsız, evsiz barksız, meteliksiz bir insandır. Uzun arayışlar sonunda kendine bir şantiyede iş bulur. 80’lerin Amerika’sı -şimdiki TOKİ mantığıyla her boş bulduğu arsaya “İnşaat ya Resulallah” demişçesine büyük binalar ve betonarme siteler döşeyen Türkiye gibi- toplu bir şantiyeler lobisidir. Her köşesinde bir inşaat, bir şantiye görülebilir Los Angeles’ın. Tabi ki büyük resimde bu gökdelenlerin, ihtişamlı yapıların ardında kendine yer bulmaya çalışan küçük derme çatma gecekondular ve favelaları andıran fakir mahalleleri de görülebilir, Carpenter da filmde bunlara dokunma-

54 • Temmuz’16

dan edemez elbet, Nada şantiyeden tanıştığı arkadaşı Frank aracılığıyla evsiz ve işsizlerin yaşadığı “Shantytown”da (Türkçesiyle gecekondu mahallesi) kendine kalacak bir ev bulur. Bu mahallede işçiler bir televizyon izlemektedir ve televizyonda sürekli dönen konut projeleri, mutlu ve zengin insan portreleri, ihtiyaçtan(!) doğan harcama yönlendirmeleri temalı reklamların arasında birinin “Sizi kandırıyorlar, buna inanmayın, otoriteye başkaldırın.” temalı gidip gelen ve mütemadiyen karıncalanan konuşmalarını görür. Ayrıca yaşadığı yerde bir kilisede tuhaf şeyler yaşandığını da hisseder. Derken bir gün söz konusu kilise polis tarafından basılır ve tarumar edilir, devlet faşizminin en çirkin şekilde sergilendiği bu sahnede polisler sistem karşıtı yaşlı bir dayı ve kilisenin papazını marazlamaktan da imtina etmezler. Nada bu kilisenin enkazı arasında dolaşırken bir güneş gözlüğü görür. Bu güneş gözlüğünü takarak şehre indiğinde Nada’nın adeta kalp gözü açılmıştır artık. Meşhur sahnede Nada gözlüğünü takmadan önce normal reklamları gördüğü billboardlarda gözlüğü taktığı anda


Sinema

OBEY (itaat et), CONSUME (tüket), WATCH TV (televizyon izle), WORK 8 HOURS SLEEP 8 HOURS PLAY 8 HOURS (8 saat uyu 8 saat oyna 8 saat çalış), BUY(satın al), MARRY AND REPRODUCE (evlen ve çoğal), NO THOUGHT (düşünce yok) gibi sloganlar yazdığını görür. Şehrin her yanındaki reklamlar adeta insanları boğarak alttan alta bu mesajları vermektedir aslında. Bu sloganların en çarpıcı olanıysa elbette paraya bakınca gördüğü THIS IS YOUR GOD (Bu sizin Tanrı’nız) ifadesi olsa gerektir. Gözlüğün etkisinde insanlara baktığında bazı zenginlere baktığında kurukafa görür Nada ve bunlardan birkaçıyla tartışır, buradan sonra film basit bir Amerikan bilimkurgusuna ve uzaylı istilasının Amerikan bir başkahramanca yenilmesiyle Dünya’nın kurtulmasına bağlansa da buraya kadar yapılan sistem eleştirilerini tahlil etmek için ayrı bir paragraf açmak elzemdir. Filmin marksist anlayışla patron-işçi çatışmasından ve işçilerin sömürülmesiyle düzenin sürdürülmesinden bahsettiği söylenebilir. İşçilerin lümpen ve alaycı bir tavırla onları ilk uyarmaya çalışan papazı dikkate almamaları da Marks’ın işçi cehaleti konusundaki fikirleriy-

le bağdaşlaşsa da film, tek kadın karakterin her fırsatta Nada’yı sırtından bıçaklaması ve adeta bir şeytan gibi temsil edilmesiyle çoğunluğu marksist olan 2. Dalga Feministleri tarafından yoğun eleştirilere maruz kalmıştır. Carpenter film hakkındaki

görüşlerini

o

yıllarda verdiği bir röportajda şöyle anlatacaktı: “Tekrar televizyon seyretmeye

başladım.

Ve hemen gördüğümüz her şeyin bize bir şey satmak için dizayn edildiğini farkettim. Bütün istedikleri bizim bir şey satın almamızdı. Tek istedikleri şey paramızı almaktı. Bunlar bir çeşit Alien’dı ve bütün insanlığı hipnotize etmişlerdi.”1 Film, her ne kadar 18 yıl önce çekilmişse de bugünlere bir ışık niteliğinde olabilecek ve doğru okunduğu takdirde sistemin ana alterlerini net bir şekilde ortaya koyarak izlenmeyi hak eden bir film olma niteliği taşımaktadır. Dipnotlar 1

http://www.odasanat.org/index.php/2009/02/theylive-onlari-yasatanlar-biziz/

Temmuz’16 • 55


Medya

Basından Yansıyanlar Radiohead şeriata karşı mı? İsmail Kılıçarslan Yeni Şafak - 19 Haziran 2016 özgelimi Türkiye şeriatla yönetilen bir ülke olsa Ramazan ayında ya da bir başka ayda sokakta açıkça içki içen ya da zina eden birilerini gördüğünüzde onlara fiziki müdahalede bulunma hakkınız, modern hukukun bireye verdiği haktan daha fazlası değildir. Yapmanız gereken şey, bu durumu ilgili makama bildirerek tedbir alınmasını, ilgili hukuka göre faillerin cezalandırılmasını sağlamaktır. Türkiye şeriatla yönetilmediğine, siz de şeriat polisi olmadığınıza göre buğz etmekten, yanlış bulduğunuz bu fiili dilinizle telin etmekten gayrısını yapamazsınız. Gelelim ilgili örnekte olduğu gibi ilgili fiilin kapalı bir mekanda yapıldığı durumlara. İslam’ın hassasiyetle üzerinde durduğu husus ‘tecessüs’tür. Bir evde ne yapıldığı, neler olup bittiği ile ilgilenmek haramdır. Evin mahremiyeti vardır. İçinde ne olup bittiğini merak etmek kimsenin haddine değildir. Sadece ‘ağır şüphe’ durumlarında hukuk makamlarının yetkisi söz konusudur. Siz ‘zanla’ hareket edemezsiniz. Zira zanla amel etmek de haramdır. Örneği netleştirelim. İçinde zina edildiğini düşündüğünüz bir evin duvarlarını dinleyemez, o evi gözetleyemezsiniz. Böyle yaptığınızı anladığı an şeriat mahkemesi sizi cezalandırır. Dahası da vardır. Mesela kendisine zina isnat ettiğiniz birinin bu suçunu sabit kılmak üzere kendinizden başka 3 şahit daha getiremezseniz yine cezayı alan taraf siz olursunuz. ‘Bütün bunların Radiohead konseriyle ne alakası var?’ diye sormayın

S

56 • Temmuz’16

lütfen. Zira çok alakası var. Bir grup insan oruç tutmamayı, Ramazan gün içki içmeyi tercih edebilir ve siz bunun için hiçbir şey, evet, hiçbir şey yapamazsınız. Yaptığınız her şey İslam hukukuna aykırı olur. Bence o mekanı basan insanlar bir provokasyonun tarafıdırlar. Değillerse, meselenin İslam’la bağını bilmeyen, dinin böyle meselelere nasıl yaklaştığından habersiz bir kitledirler.

Gençler neyi nasıl okumalı? Faruk Beşer Yeni Şafak - 17 Haziran 2016 ençlerin okumalarındaki temel prensip şu olmalı: Dinin sabitelerini, olmazsa olmazlarını; yani Resulüllah’ı ve Kuranı kerimin temel konularını, imanın ve İslam’ın şartlarını tam öğrenmeden, bu konularda istikrar bulmadan tartışma alanına giren felsefi kitaplar, hatta tasavvufi kitaplar okumamalı. Elbette felsefe de tasavvuf da gerekli, ama denize ancak yüzmeyi öğrendiğimiz zaman açılmalıyız. Yoksa boğulma tehlikesi yüksek.

G

Bazıları buna, felsefe ve tasavvuf neden gerekli diye itiraz etmişler. Onu başka bir vesile ile cevaplamaya çalışırız. Ama bendeniz bu görüşümde ısrarlı ve kararlıyım. Müslümanın sabit doğruları vardır. O her şeyi yeniden keşfetmez. Dinlerin felsefeden farkı da budur. Dinler hep birbirini tamamlayarak, felsefe ise bir öncekini yıkarak gelmiştir. Bu sebeple eğer bizim gayemiz iyi bir müslüman olmaksa kesinlikle önce sabitelerimizi öğrenip, imanımızı ve amelimizi sağlama almalıyız. Bilginin kötüsü olur mu, öğren de ne öğrenirsen öğren diye düşünmek çok şeytani bir de-

sisedir. Kişiliği iman belirler. İman bizim için tartışılmayan doğrulardır. Tartışılamaz olması, uzun tartışmalardan sonra değiştirilememiş olmasındandır. Yani tartışsanız da yine aynı noktaya gelmiş olacaksınız. Eğer İslam diye bir yolun doğruluğuna inanmışsanız ilk, orta, hatta üniversite seviyesindeki öğrencilere İslam’ı felsefe ile Mesnevi ile Mektubat ile Fusûs’la, Risalelerle anlatamazsınız. Anlatırsanız ümmeti bölersiniz. Böyle deyince her iki uçtan hücuma uğruyoruz Felsefe putuna kötü söylediğimiz ve ‘bizim kitabın’ saltanatına söz ettiğimiz için. Mozart’ın beğendiğim bir sözü vardır: “Bekâr insan benim nazarımda yarımdır. Bu konuda çok düşündüm, fakat inancımı değiştiremedim” der. Ben de bizi bu konuda hesaba çekmeleri üzerine çok düşündüm, ama bu kanaatimi değiştiremedim. Tefekkürü bizden bir ibadet olarak isteyen bir dinin saliki olarak felsefe olmasın diyecek kadar düşünemiyor değilim, Gazalî’nin felasifeyi tekfir ederken bile bunu yine felsefeyle yaptığını da biliyorum. Ama burada iki önemli nokta var. Birincisi, felsefe ile tefekkür aynı şeyler değildir. İkincisi, müslüman bir öğrenci, müslüman olarak varoluşunu tamamlamak için,tefekkürün temel meseleleri hariç, lisans sonuna kadar sadece doğruluğu kanıtlanmış bilgilerle yetişmelidir. Bunu tamamladıktan sonra ancak felsefi okumalar yapabilir.

İEL’yi kim teslim aldı? Mehmet Fatih Kacır Star- Açık Görüş - 18 Haziran 2016 slında gözlemim ve düşüncem o ki, İEL öğrenci ve mezunlarının da büyük kısmı bu kadar tektipçi, ja-

A


Medya koben değiller. Fakat her nasılsa, bir şekilde teslim oluyor okulların iklimi bu bağnazlığa. “Die Welle/Dalga” diye bir kitap okumuştuk ortaokulda. Bir okul örneğinden hareketle tektipçiliğin nasıl hızla hakim kültür haline geldiğini anlatıyordu. Hep o gelir, bu konuyu düşününce aklıma. Her halde diyorum, öyle bir dönem geldi geçti memlekette. Baskıcı, totaliter bir dönem... Birkaç da askeri darbe... Sindi, kaldı buralarda ağır baskıcı havası o dönemlerin. Ama artık herkesin farketmesi lazım bazı şeyleri. Bu bağnazlığın İEL ve benzeri okulların toplumdaki itibarını yerle bir ettiğini, marjinalleştirdiğini görmesi lazım herkesin. Ülkede kendi mecrasında muhalefet yapmayı beceremeyenlerin, hemen okulun adını nasıl da siyasal amaçları için kullandıklarını, anamuhalefetin başındaki biçare şahsın hemen tweet’e neden sarıldığını, marjinal, uç bilimum siyasal akımın hemen nasıl da buradan taban tutturmaya çalıştığını ve bütün bunların neticesinde zarar görenin ve görecek olanın İstanbul Erkek olduğunu görmesi lazım herkesin. Sadece İstanbul Erkek’te değil, başkaca okullarda da birilerinin okulların logolarının basılı olduğu kağıtlarla bildiriler yazınca okulların sahibi olduklarını zannettiklerini, bir okula sahip çıkmakla o okulun tek sahibi olduğunu zannetmek arasında önemli bir fark olduğunu görmeli artık herkes. Okulların mezunlar derneklerinin yöneticileri de asli vazifelerinin siyaset yapmak değil, tüzüklerinde yazdığı gibi okullar ve mezunlar lehine gerçek çalışmalar yapmak olduğunu, öğrencilere destek olmanın yolunun ise onları siyasi bir taraf haline getirip kışkırtmaktan değil, akademik ve sosyal alanlarda desteklemekten geçtiğini, mezunlarının arasında her

görüşten insanın varlığının doğal, kıymetli ve saygıdeğer olduğunu hep akıllarında tutmalılar. Kendilerinden olmayan fakat halkın teveccüh gösterdiği her güçlü lidere sivil diktatör iftirası atanlar ve memlekette bir çoğunluk tahakkümü olduğu yaygarası koparanlar ise liselerde, üniversitelerde sözde çağdaşlık adına kurulmak istenen mahalle baskısını iyi okumalılar. Yıllarca ileri demokrasi sevdalısı zannedilen liberaller ve sosyalistlerin pek çoğunun tek önceliği mevcut iktidardan ve Sayın Erdoğan’dan demokratik olmayan yollarla da olsa kurtulmak haline geldi. Bundandır göremiyor oluşları hakikatleri. Sekiz senem geçti İstanbul Erkek’te. Sirkeci yokuşundan çıkarken kafamı her yukarı kaldırıp baktığımda, 11 yaşımda babamla birlikte kayıt yaptırmaya giderken okulu ilk gördüğüm an gelir aklıma. Nice güzel insan yetiştirdi bugüne kadar İstanbul Erkek, daha nice güzel insan da yetiştirecek. Okul üzerinde tahakküm kurmaya çalışan bu bağnazlara rağmen.

Her ağacın kurdu özünden olur Yıldıray Oğur Türkiye - 27 Mayıs 2016 2014 yılında tümüyle kendisini ve ailesini hedef alan iki büyük badireyi halk mitingleri ve yerel seçimlerle bertaraf ettikten sonra Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olan Erdoğan, kendisi için yapılan Dombra şarkısını bile uzun bir süre kabul etmediğini partinin seçim kampanyalarını yürüten Erol Olçak şöyle anlatmıştı: “Sonra Sayın Erdoğan beni yanına çağırdı. Özel olarak kulağıma bu şarkının çok kişisel olduğunu isminin çok geçtiğini ve bu şarkıyı kullanmanın doğru olmayacağını söyledi. Hatta biraz itikadi problemlerden de

bahsetti. Ve ‘bu şarkıyı kullanmak için acele etmeyelim ben iki gün düşünmeliyim’ dedi” AK Partililer “dava” derken neyi kastediyor, tam bir tarifi yapılmadığı için bilmiyoruz. Ama bugüne kadar AK Parti kadrolarını oylarıyla Ankara’da iktidar yapan büyük kalabalıklar için davanın kısa hikâyesi böyle. Pek çok hatayı, ayıbı görmezden gelip 14 yıldır bu ‘dava’nın üzerinde titremelerinin sebebi de bu. Hamaset değil sahiden “yerli ve millî” demokrasi ve hürriyet mirasını omuzlarında taşıyan dünyadaki başka hareketlere örnek olmuş böyle bir tecrübenin bu kadar büyük badire atlatıldıktan, bunca kazanım elde edildikten sonra geriye sarıyormuş hissi verecek olaylarla ve görüntülerle anılması da en çok bu partinin Türkiye’nin yarısı demek olan seçmenlerini endişelendirir. Hazreti Ömer’e adaletten saparsan seni kılıcımla düzeltirim diyen sahabi kıssalarıyla, Emr-i bil ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker kültürü içinde yetişmiş insanları, her eleştirilerinde ihanet kılıcıyla tehdit edemezsiniz. Hele bir kitle partisinin medyasında yazdığını unutup minik sol gruplardaki tasfiyeci politbüro şefleri gibi hain üretme makinesine dönenlerin kendi davaları dışında herhangi bir davaya hizmet ettiklerini herhâlde kimse düşünmüyordur. “Endişeli AKP’liler” diye dostlardan düşman üretmeyi teşhis sanıp, zengin evin mirasyedisi gibi herkese kapı göstererek, baba parasıyla hovardalık yapma hakkını maalesef siyasette kullananlar sadece tarihte kendilerini bir tarafında Aliya’nın bütün haşmetiyle durduğu bir hikâyede gülünç duruma düşürmüş olurlar. Çünkü her ağacın kurdu özünden olur. Temmuz’16 • 57


İslam Dünyası

İslam Coğrafyasından Haberler

Fetih Ordusu’ndan Halep’te Esed’e ve İran’ın Şebbihalarına Darbe!

S

uriye’nin Halep şehrinde, muhalif grupların çatı oluşumu Fetih Ordusu ile İran/Rusya destekli Esed rejimi arasında yaşanan çatışmalarda rejim saflarında çok sayıda İranlı militanın öldüğü aktarıldı. Suriye’nin Halep kentinin güney kesimlerinde bulunan Halasa,Karasi,Bernah ve Zeytan köyünü ele geçiren Fetih Ordusu’na bağlı birliklerin rejim güçlerine ağır darbe vurdukları bildirildi. Muhaliflerin yayınladıkları video görüntülerinde, rejim güçleri saflarında savaşan İran destekli mezhepçi militanlardan ve Afgan Fatimuyyum komutanlarının da arasında bulunduğu çok sayıda kişi çatışmalarda öldürüldü. Öte yandan rejim güçleri öldürülen militanlarının cesetlerini alamadan bölgeden kaçarken bazıları da Fetih Ordusu tarafından esir alındığı ifade edildi.

58 • Temmuz’16

El-Kaide Lideri Zevahiri’den Taliban’a Bağlılık Sözü

E

l- Kaide örgütünün lideri Zevahiri’nin yeni Taliban lideri Akunzade’ye bağlılık sözü verdiği bir ses kaydı yayınlandı. El-Kaide lideri Zevahiri yayınladığı bir ses kaydında yeni Taliban lideri Haybatullah Akunzade’ye bağlılık yemini etti. 14 dakikalık ses kaydında Zevahiri, “ Cihadımız için ben El- Kaide örgütünün lideri olarak Usame’nin İslam Emirliği’ni desteklemek için tüm Müslüman ulusu davet ediyorum ve bir kez daha bağlılık sözü veriyorum” dedi. Ses kaydının orjinal olup olmadığı henüz doğrulanmadı. Geçtiğimiz ay, ABD’nin Pakistan’da insansız hava aracıyla düzenlediği saldırıda öldürülen Afganistan İslam Emirliği (Taliban) lideri Molla Ahtar Mansur’un yerine Molla Haybatullah Akundzade’nin geçmişti. El-Kaide lideri Usama Bin Ladin’in öldürülmesinin ardından yeni lider seçilen Eymen el-Zevahiri’nin Pakistan-Afganistan sınırında saklandığı iddia ediliyor.

Gazze’de Fabrikaların %80’i Kapılarına Kilit Vurdu

K

uşatmaya Karşı Halk Direnişi Komitesi Başkanı Cemal ElHudari, Gazze’deki inşaat, gıda, maden, dikiş, giyim, mobilya ve diğer sektörlerin ham madde kıtlığı ve üretilen malların ihraç edilememesi yüzünden büyük bir durgunluk yaşadıklarını söyledi. Konuyla ilgili bugün (28 Mayıs Cumartesi) açıklama yapan bağımsız milletvekili El-Hudari, kuşatma, kapıların kapatılması, ihracat ve ithalatın engellenmesi ve işgal rejiminin on yıl içinde üç kez savaş açması yüzünden sanayinin ciddi manada zarar gördüğünü belirterek, fabrikaların %80’inin kapılarına kilit vurduğunu ifade etti. El-Hudari yaptığı açıklamada ayrıca, on yıldır devam eden kuşatma sürecinde bölgeye karşı sürdürülen düşmanca politikalarla açılan savaşların Gazze’de fakirlikle işsizliğin artmasına neden olduğunu hatırlattı. Gazze’de kişi başına düşen günlük gelirin iki dolar olduğunu ve bunun oldukça düşük bir rakam olduğuna dikkat çeken El-Hudari, bir milyondan fazla insanın UNRWA ve diğer kuru-


İslam Dünyası luşların yardımlarıyla geçindiklerini kaydetti. El-Hudari, kuşatma nedeniyle Gazze’de durumun felaket boyutuna ulaştığını, çözümün ise ekonominin nefes alması, sanayi ve inşaatın harekete geçmesi için kuşatmayı tamamen kaldırmada olduğunu söyledi. FİEM

‘Esed’e Daha Saldırgan Bir Yaklaşımı Destekliyoruz’

R

esmi temaslarda bulunmak üzere yardımcı Veliaht Prens Muhammed Bin Salman ile birlikte Washington’ı ziyaret eden Cübeyr düzenlediği basın toplantısında ülkesinin Beşar Esed’e karşı daha saldırgan bir yaklaşımı desteklediğini söyledi. Muhaliflere karadan havaya füze verilmesi ve uçuşa yasak bölge ilan edilmesi gibi adımlara destek vereceklerini kaydeden Cübeyr, “Eğer Beşar rejimi bu çıkmazın böyle devam edeceğini ve sonunda kazanacağını düşünüyorsa, bu Suriye’de bir geçiş dönemini hayata geçirmek için gerekli adımları atmaya niyetleri olmadığını gösterir” dedi. Kaynak: Al Jazeera

Baskılar Sonuç Verdi, İran Kapatılan Sünni Camiyi Açmak Zorunda Kaldı

E

sediye Camisinin kapatılmasından sonra caminin dışarısında teravih ve cemaat namazı kıldıran cami imamı “Bu kıyafetler bizim kefenimizdir,

kimse bizi ölümden korkutmasın” demiş baskılara sert tepki göstermişti. bu konuşmadan sonra halk barışçıl bir şekilde cami kapatan Şii yönetimi protesto etmişti. Protestoların sonuç verdiği ve caminin tekrar açıldığı belirtiliyor. Bölge halkı olayın yatışmasından sonra İstihbarat ve güvenlik güçlerinin protestoya katılanları Vahabi suçlamasıyla cezalandırmaya hazırlandığı belirtiyor. İran genellikle Sünni halkının protestolarını Vahabilik ve bölücülük suçlamasıyla bastırıyor. Şii din adamları tarafından yönetilen İran bundan önce defalarca Beluçistan, Horasan, Türkmensahra ve Tahran’da Sünni Müslümanlara ait cami ve mescitleri dozerlerle yok etmişti. Horasan Sünni Müslümanlarının merkezi haline gelen Feyiz Camisi yıkılan camilerden biri. İranlı Sünniler tarafından Şehit Cami adı verilen caminin İran’ın dini lideri Hamaney’nin emriyle yok edilip onun yerine park inşa edildiği belirtilmişti. İran Sünni Müslümanların çoğunluk olarak yaşadığı Kürt, Türkmen, Beluç, Fars ve Arapların bulunduğu bölgelerde cami işine pek karışmasa da azınlık ve bir kitle olarak yaşadıkları bölgelerde onların cami yapmasına izin vermiyor. Nüfusu bir milyon üzerinde olduğu tahmin edilen Başkent Tahran Sünnileri ise cami izni

alamadıkları için evleri kiralayıp mescit olarak kullanıyorlar. Devlet ise böyle mescitleri anında kapatıyor.

Almanya’dan Sisi Cuntasına 112 Milyon Euroluk Destek

M

ısır’da Sisi Cuntasının Uluslararası İşbirliği Bakanı Seher Nasr, yaptığı açıklamada, Almanya ile 47 milyon avro değerinde kredi anlaşması, 65 milyon avro değerinde de hibe anlaşması imzaladıklarını belirtti. Nasr, imzalanan anlaşmalarla tüm sektörlerde gençlerin yeteneklerini geliştirme, Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmelere (KOBİ) destek verilerek bir çok önemli projenin finansmanını sağlama, kenar mahallerdeki çarpık kentleşme sorunlarına çözüm bulma ve kamu hizmetlerinin iyileştirilmesinin hedeflendiğini ifade etti. Almanya’nın Kahire Büyükelçisi Julius Georg Luy da “iki ülke arasındaki ilişkileri güçlendirmek amaçlı imzalanan anlaşmaların, Kahire ile Berlin arasındaki mevcut stratejinin boyutunu da ortaya koyduğunu” kaydetti. Ülkesinin Mısır turizmine destek verdiğini belirten Luy, Rus yolcu uçağının düşmesinin ardından birçok ülkenin aksine turistik bölgelerden Şarm eşŞeyh’e seyahat yasağı koymadıklarını hatırlattı. AA

Temmuz’16 • 59


Kitap

Kitaplık Algı Yönetimi ve Manipülasyon, Mücahit Gültekin, Pınar Yayınları

İ

çinde yaşadığımız modern şehir hayatında, bir yandan görevler ve zorunlu ilişkiler içinde boğulurken, diğer yandan algı yöneticilerinin manipülasyona dayalı kandırma teknikleriyle baş etmeye çalışıyoruz. Zira gerçekle aramıza giren manipülatörler; gördüklerimizi, duyduklarımızı ve hatta dokunduklarımızı nasıl yorumlayacağımızı belirlemek için profesyonel bir çaba gösteriyor. Neticede algı yöneticileri kolaylıkla verebildiğimiz “hayır” deme ve itiraz etme tepkisini ortadan kaldırarak insanları edilgen hale dönüştüren uzman­lık kodlarından yararlanmakta son derece mahirdirler. Oysa bu teslimiyetçi durum aile, siyaset ve bilim ilişkileri başta olmak üzere toplumsal alanın farklı katmanlarında bizi türlü yalanların kurbanı haline getirebilir. Peki, algı yöneticilerinin manipülasyonları karşısında “hayır” demek hepimize neden bu kadar zor gelir? Usta yalancıların yönettiği bir dünyada yaşadığımızın farkında mıyız? Onay­lamadığımız düşünceleri onaylar görünmek pahasına, bizi başkalarına uyum sağlamaya iten nedir? Dahası kandırmanın başarılı olmasında “niçin?” sorusunu sormayışımızın etkisi ne düzeydedir? Kampanyalar ve sürekli tekrar bizi nasıl yönlendirir? Manipülasyonları başarılı kılan unutkanlık, duy­gusallık ve düşüncesizlik zaaflarından kurtularak algı yöneti­cilerine karşı direnmeyi nasıl başarabiliriz? Mücahit Gültekin, Algı Yönetimi ve Manipülasyon’da kanmanın ve kandırmanın psikolojisinin nasıl işlediğini çeşitli örneklerle gözler önüne seriyor. Örnekler sağlık, eğitim, bilim, siyaset, sinema, ticaret ve İslam tarihi gibi farklı alanlardan seçilmiştir. Elinizdeki kitap manipülatörlerin tekrara dayalı kandırma süreçlerini sekteye uğratmak için her daim eleştirel düşün­menin gerekli olduğunun altını çiziyor. Gerçeğin peşinden sabırla yürüyerek yalanı, yalancıyı ve yalana maruz kalanı inceleyen yazar, algı yöneticilerinin operasyonlarına karşı direnememenin sebep olduğu sıkıntılardan kurtulmayı vaat ediyor.

Ortadoğu; Hz. İbrahim’in Ayak İzlerinde, Altan Tan, Çıra Yayınları

D

ini, dili, mezhebi ne olursa olsun, Ortadoğu’da yaşayan Arap, Pers, Azeri, Kürt, Türk, Ermeni, Maruni, Kıpti, Süryani, Ezidi, Sünni, Şii, Alevi.. herkes yeni bir Ortadoğu için el ele vermelidir. Tıpkı Avrupa Birliği gibi bir üst ‘Ümmet’ projesine ihtiyaç var. Nasıl ki Avrupa Birliği kendi içinde aynı kültüre sahip onlarca inanç, dil ve mezhebi barındıran Judeo-Grek-Hristiyan bir ‘Ümmet’ projesi ise Ortadoğu’da yaşayan Arap, Pers, Azeri, Kürt, Türk, Ermeni, Maruni, Kıpti, Süryani, Ezidi, Sünni, Şii, Alevi... Herkesi içine alan; Ortadoğu’nun kendi tarihi ve medeniyetine dayanan yeni bir ‘Ümmet’ projesi. Çatısı hukuk olacak bir proje. Sözün özü; Ortadoğu’ya ya barış ve kardeşlik egemen olacak veya Allah göstermesin kıyamete kadar kan akmaya devam edecektir. Amerikalı Thomas Freidman’ın ‘Ortadoğu’yu tartışmaya başlayınca insanlar geçici bir süre için delirirler’ sözü müthiş! Cenab-ı Allah akıllarımıza mukayyet olsun! Allah dostu İbrahim Halil’in Çocukları’nın; onun bereketli sofrası etrafında; en kısa bir zamanda kardeşçe toplanmaları dileğiyle...

60 • Temmuz’16


Kitap Satranç, Stefan Zweig, Can Yayınları

N

ew York’tan Buenos Aires’e giden bir yolcu gemisinde yolcular arasında bulunan bir milyoner, dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic’e, ücreti karşılığında, bir parti satranç oynamayı teklif eder. İkisinin oyununu izleyen Avusturyalı bir göçmen, Dr. B., oyun sırasında kendini tutamayıp onlara karışınca şampiyonla karşılaşması önerilir kendisine. Gestapo tarafından bir otel odasına kapatılan ve uzunca bir süreyi bu odada, tek başına ve oyalanacak hiçbir şeyi olmadan geçiren, yalnızca sorgulama için odadan çıkarılan Dr. B., bir gün rastlantıyla eline geçirdiği bir satranç kitabı sayesinde bu oyunun inceliklerini öğrenmiştir. Satranç tahtası ve taşları olmamasına rağmen, önce ekmekten yaptığı satranç taşlarıyla sonra da tümüyle zihninden oynayarak kuramsal bir satranç ustası olup çıkar. Ancak bu tutkusu yüzünden sinir krizine, beyin ateşine yakalanır. Tedavi olur, arkasından da serbest bırakılır. Yirmi yıldır eline satranç taşı almamış olsa da, Dr. B., gemide satranç şampiyonuyla oynadığı oyunu inanılmaz bir biçimde kazanır. Kendini olayın heyecanına kaptırarak maçın rövanşını oynamayı isteyince şaşırtıcı bir son bekler onu. Stefan Zweig’ın büyük bir ustalıkla kaleme aldığı kısa, ama yoğun romanı Satranç, gerilimli kurgusu, kahramanının ruhsal gelgitlerinin incelikle işlendiği dokusuyla bir solukta okunuyor.

Medeniyetler ve Şehirler, Ahmet Davutoğlu, Küre Yayınları

Ş

ehirlerin kaderi, tarihî akış içinde ait oldukları medeniyetlerin kaderi ile özdeştir. Bu bağlamda medeniyetler ile şehirler arasındaki ilişkiyi ele alan elinizdeki kitabın temel kavramı eksen şehirlerdir. Medeniyetlerin yükseliş ve düşüş tarihlerinin mihenk taşlarını oluşturan bu şehirler, bazen mimari formda veya musikinin ritminde, bazen entelektüel geleneğin sürekliliğinde ya da ticaret yolları üzerindeki bereketli bir pazarda ve bazen de politik düzenin merkezinde durarak medeniyet parametrelerinin tarihî gerçeklik içinde zaman ve mekâna yansımasını sağlarlar. Bu bakımdan eksen şehirler diğer tasniflerin tamamına yol gösterir: “Medeniyete Öncü Kurucu Şehirler”, “Medeniyet Tarafından Kurulan Şehirler”, “Aktarılan Şehirler”, “Hayalet Şehirler”, “Tasfiye Edilen Şehirler”, “Etkileşim Şehirleri”, “Dönüşen/Dönüştüren Şehirler”. Medeniyetler ve Şehirler’in ilk bölümü, ilerleyen bölümlerindeki teorik tahlillerin arkaplanını oluşturan, daha önce gidip gördüğüm ve bizzat tecrübe ederek hissettiğim şehirlerin bendeki izlerini yansıtmaktadır. İkinci bölümde, Weber’in kavramsallaştırmaları çerçevesinde dünya şehir tarihi yazımının kritik bir değerlendirmesi yapılmaktadır. Üçüncü bölümde aynı zamanda kitabın da adını taşıyan “medeniyetler ve şehirler” arasındaki ilişki yukarıdaki tasnif çerçevesinde dokuz başlık altında incelenmektedir. Her kitabın kendine has bir zihnî serüveni vardır. Gözlem ya da tahayyül ile başlayan, sorularla açılan, analizlerle parçalara ayrılarak derinleşen ve açıklayıcı kavramsal/teorik çerçevelerle bütünleşerek ete kemiğe bürünen ya da kelama/yazıya dökülen bir zihnî serüven. Medeniyetler ve Şehirler, böylesi bütüncül bir zihnî serüvenin parçası olarak görüldüğünde gerçek anlamına kavuşacaktır. Temmuz’16 • 61


Duyuru

KAMUOYUNA DUYURU LGBT Sapkınlığına Karşı BİR ŞEY YAP! AB

fon destekli LGBT’li örgütler 20-26 Haziran arasında İstanbul’un çeşitli yerlerinde 6 gün sürecek toplamda 57 etkinliğin programını geçtiğimiz günlerde açıkladılar. Sırtlarını kimlere dayadıkları gayet ayan beyan ortada olan bu ifsatcı örgütlerin yürüyüşlerine Müslüman Anadolu Gençliği müsaade etmeyeceğini açıklamış ve hemen ardından da medya ve birçok sivil toplum kuruluşu tarafından hedef haline getirilmiştir. Bu durum bize artık şunu gösteriyor ki, Türkiye, üniversite salonlarında PKK kutlamaları, kürsülerinde terör örgütü seviciliği yapılabilen, inançlı insanların kolayca hedef haline getirilip kötü çocuk ilan edildiği, ahlaki yozlaşmaya karşı durmanın cezasının itibarsızlaşmayla ödendiği fakat fesat ve ahlaksızlığın birileri tarafından el üstünde tutulup göz yumulduğu bir ülke haline gelmiştir. Her yıl milyonlarca dolarla sadece Türkiye içerisindeki etkinlik sahalarını genişletmeleri için AB tarafından desteklenen hukuken legal fakat ahlaken illegal olan bu örgütlere maalesef sürekli olarak bazı kesimlere mahcup olmamak ya da bazı çıkar dengelerini gözetmek pahasına göz yumulmakta. Özellikle son dönemlerde “eşcinsel hakları” diye fasulyeden bitme, uydurulmuş bir kavramın etrafında bazı malum belediyelerin, Türkiye’de bu konu üzerine yoğunlaşması için yabancı fonlar-

62 • Temmuz’16

dan beslenen STK’lar ile sıkı fıkı bir ilişkide olduğu da herkesin malumu. Öncelikle, eşcinsellik tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Fakat öyle gözüküyor ki, hem toplum sağlığı hem de biyolojik olarak insan sağlığı için bir tehdit olan bu hastalık son günlerde kasıtlı olarak bu millete bulaştırılmak istenmekte. Maalesef Türkiye’de “eşcinsellik” etrafında ahlaki yozlaşmanın ve genel ahlaksızlığın merkezini oluşturan çevreler, fütursuzca bu toplumun değerlerinin üstüne pislemelerine rağmen kasıtlı olarak her fırsatta “mazlum” ve “cici çocuk” olarak resmedilirken kendilerine karşı her türlü ses linç edilmekte. Denilebilir ki, biz kesinlikle Avrupa medeniyetinin bir parçası değiliz. Biz, Genç Öncüler Gençlik Hareketi olarak, değil AB uyum yasaları çerçevesinde eşcinsel evliliğin yasallaşması veya batıya uslu çocuk gözükmek için eşcinsel belediye başkanı seçilmesini hoş görmek; billboardlar, reklamlar ya da medya araçları yoluyla dahi toplum binamızı ayakta tutan ahlaki değerlerimizi “eşcinsellik” söylemleriyle dinamitleyen bu tür girişimlerin hepsinin karşısındayız. Eşcinsellik hak değil hastalıktır ve birtakım çevreler tarafından bilinçli bir şekilde salgına dönüştürülmeden önce bunu önleyecek politikalar her şeyden önce beklentimizdir. Genç Öncüler Gençlik Hareketi


Fotoğraf

Beyzanur Yaşaroğlu

Temmuz’16 • 63


Etkinlik

Genç Öncüler Aile İftarında Buluştuk!

1437 ramazanını idrak ediyoruz. Bütün günahların affedileceği, pisliklerin temizleneceği şu zamanlarda oruç tutarak Allah için aç kalmış olmanın tokluğunu yaşamaya çalışıyoruz, kardeşlerimiz ile sofralarımızı paylaşıp Allah’ın rızasını görmeyi umuyoruz. Genç Öncüler ailesi olarak bu halis niyetimizle geleneksel aile iftarımızı gerçekleştirdik. İftarı vesile kılarak uzun zamandır görüşemediğimiz kardeşlerimizle hasbihal etmek ve aynı sofrayı paylaşmanın mutluluğunu bir kez de beraber yaşamak için 14 haziran Salı günü 500 kardeşimizle bir araya geldik. Kur’an-ı Keri tilaveti ile başlayan programımız yaptığımız çalışmaların tanıtım slaytı ve duanın ardından Fatih Razi ağabeyimizin yaptığı konuşma ile Peygamber efendimizin müslümanlar arasında kurduğu kardeşlik emanetini, ensar muhacir olma bilincini, geçip giden zamanda kendimizi, neslimizi, yakıtı insan olan cehennem azabından korumak için çokça çaba harcamamız gerektiğini bir kez daha hatırlamış olduk. Nice Ramazanlar ’da beraber olabilmek duası ile ayrıldık. 64 • Temmuz’16



“Bir hayatımız var, yakında geçmiste kalacak; yalnızca Allah için yaptıklarımız sonsuza dek kalacak...”

Ali muhammed


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.