9 771307 007016
ISSN 1307-007X
11
EDİTÖR'DEN
Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu Mehmet Semih Özdemir Yayın Kurulu Furkan Gençoğlu Ahmet Semih Şenlikoğlu Furkan Rıza Demirel Dücane Demirtaş M.Salih Demirtaş Osman Zinnur Aksu Sümeyye Akgül Zozan Demirci Ayşenur Özdemir Senanur Yaşaroğlu Gülsüm Cemile Damar Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Ayşe Can Zeynep Rabia Genç Merve Mahitoğlu Ayşe Ekiz Meryem Sena Öztürk Dücane Demirtaş Mustafa Fatih Yavuz Furkan Gençoğlu Tunahan Elmas Asım Bekir Ali Tarık Parlakışık Rabia Türk Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr
Baskı Sanatkar Ofset San. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 4NF/4-5 Topkapı / İST. Tel: (212) 567 39 40-41
Sevgili Arkadaşlar eni bir dönem daha başlıyor. Her başlayan yeni dönem hayatımızda bembeyaz bir sayfa açmak için fırsattır. Geçmişte yaptığımız hatalar, işlediğimiz günahlar için tevbe edip, tevbeyi bir milat olarak değerlendirip, yeniden istikamet üzere yürümenin başlangıç noktasıdır. Türkiye ve İslam Coğrafyasında yaşayan milyonlarca genç bir yol tutturma noktasında oldukça şanslılar. Çünkü bir rol modele ve rehber niteliğinde bir hayat kitabına sahipler. Fakat rehberimizi ne kadar tanıyoruz veya rol modelimizin uygulamalarını ne kadar biliyoruz diye sorguladığımızda, tembelliğimizi ve uyuşukluğumuzu farkediyoruz. İslam coğrafyasında yaşanan bunca haksızlık, zulüm ve barbarlığın sebebini de daha iyi kavrayabiliyoruz. Bu ay ölçülerimizi tekrar hatırlamak ve netleştirmek için, Kur’an ve Sünnet eksenli bir yaşamın paydaşı olabilmek adına arkadaşlarımızla bir çalışma hazırladık. Bu minvalde Ayşe Can Kur’an’ın evrenselliğini değerlendirdi. Zeynep Rabia Genç kalbin fıtratına dönmeye çağırdı. Ayşe Ekiz hafız olmayı anlattı. Merve Mahitapoğlu ehliyet liyakat meselesini irdeledi. Abdullah Yıldız ve Şemsettin Özdemir hocalarımız ile Kur’an ve sünnet bütünlüğünü ele alan iki ayrı mülakat gerçekleştirildi. Ayrıca gündemde tartışılan bayrak bizim neyimiz olur meselesini Ali Tarık Parlakışık ele aldı. Fırat Kalkanı operasyonunu Carablus’ta bulunan gazeteci arkadaşımız Mustafa Fatih Yavuz aktardı. Daha bir çok deneme, şiir, gezi yazısı Eylül sayımızın sayfalarını süslüyor. Genç Öncülerin genç yazarları olarak temel gayemiz, toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri,kötülükleri,kolaylıkları, sıkıntıları siz değerli okurlarımıza en anlaşılabilir şekilde aktarmaktır. Kadromuz adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak, bu bilinçle yazılarını kaleme almaktadır. Çünkü bu bize inandığımız rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Çıkarttığımız bütün sayıları bu görev bilinci ile çıkartıyoruz. Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun. Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa/135
Y
Ekim’16 • 1
DOĞU’NUN SAZLARI 1: YÜREK ZARINDAN YÜREK SIZLATAN BİR SAZ; Ekim 2016 • Sayı 111 • Yıl 13
17
“TAR”
60
Ozan DİLEK
Kur’an ve Sünnetle Yol Arkadaşlığımız! / Vahap Yaman Kuran Evrenselliği / Ayşe Can......................................................................................... 8 Kalbin Fıtratı / Zeyneb Rabia Genç................................................................... 11 Asrın İdraki’ne Söyletmeliyiz İslamı / Meryem Sena Öztürk........................ 14 Ya İşin Ehli Olalım Yahut İşi Ehline Bırakalım / Merve Mahitapoğlu......... 17
Fırat Kalkanı Operasyonu
‘’Garabls Oskar’’
Ya İşin Ehli Olalım Yahut İşi Ehline Bırakalım...
Mustafa Fatih YAVUZ
32
Merve MAHİTAPOĞLU
“Hafız” Olmak / Ayşenur Ekiz............................................................. 19 Abdullah Yıldız Hoca ile Röportaj / Furkan Gençoğlu............................. 20 Şemsettİn Özdemİr Hoca ile Röportaj / Dücane Demirtaş......................... 24 Kurban Nedir Bilir Misin? .......................................................................... 31 Fırat Kalkanı Operasyonu ‘’Garabls Oskar’’ / Mustafa Fatih Yavuz............................ 32 Terörle Mücadelede Stratejİ ve Sabır / Furkan Gençoğlu................................................. 36 Türksolu’nun Darbeyle İmtihanı / Tunahan Elmas .......................................................... 40
TÜRKSOLU’NUN DARBEYLE İMTİHANI Tunahan ELMAS
56
TALUT VE SAMUEL’İN ANISINA Asım BEKİR
Bosna Sen Benim Annemsin / Dücane Demirtaş.............................................................. 45 Algılar Arasında Bayrak... / Ali Tarık Parlakışık.............................................................. 48
İslam Coğrafyasından Haberler...................................................................................... 53 Talut ve Samuel’in Anısına / Asım Bekir......................................................................... 56 Evde Abur Cubur Yapımı .............................................................................................. 58 Doğu Sazları 1 / Ozan Dilek......................................................................................... 60 Geleneksel Bayramlaşmamız................................................................................. 61 Lapseki Kızlar Kampı............................................................................................ 62 Genç Öncüler Erkek Lise Kampındaydık!.................................................................. 64
40 2 • Ekim’16
Ekim’16 • 3
Karantina
Karantina
KUR’AN VE SÜNNETLE YOL ARKADAŞLIĞIMIZ!
lun kurallarını ve yaşayış şekillerini tarif etmekle görevlendirilmişlerdir. Peygamberler ilahi mesajın yaşayan ve yürüyen önderleridir. Gönderildikleri toplumlarda insanlar tarafından örnek alınmışlardır. Her peygamberin, kendisinin bir sünneti vardır.
Yol Arkadaşlarımızı Nasıl Anlayalım Vahap YAMAN
H
z. Adem’le başlayan insanlık tarihinin hiçbir anı ve hiçbir dönemi, Rabb’imiz tarafından doğru yolu tarif etmeden geçmiş olsun. Böyle bir durum asla gösterilemez. Adem’le başlayan insanlık, ilahi mesaja muhatap olan seçkin ve seçilmiş öncüler olan peygamberler vasıtası ile sürekli bilgilendirilmiş, aydınlanmış, insana RABB’in istediğine uygun olan hayat tarzı tarif edilmiştir. Hz. Adem’le başlayan ve Hz. Muhammed’le sona eren ilahi mesajın temel unsurları hep aynı kalmıştır. Bu, temeli vahdet olan Allah’tan başka yaratıcı kabul temeyen, her şeyin sahibi, maliki olan RABB’den başka ilah tanımamaktır.
4 • Ekim’16
Bu ilah, güç ve ototritesini kimseyle paylaşmayan, hiç bir varlığa ihtiyaç duymayan, iradesine kesin boyun eğilmesi gereken, insanlık için tarif ettiği dosdoğru yoldan sapılmamasını isteyen, kendisine kesin ve mutlak bir teslimiyet ve itaat emreden yaratıcıdır. Alemlerin Rabb’inin kuralları ve şeriatları her toplumda farklılaşmakla beraber ana mesaj asla farklı değildir. Hepsinin temeli kelimei tevhid dediğimiz dediğimiz َل اِلَهَ ا َِّل الل ْهه “Allah’tan başka ilah yoktur” meydan okuyuşunu içermektedir. Yaratıcı tarafından belirlenen ilahi yolu, insanlara ulaştıran peygamberlerdir. Bu yo-
İlahi mesaj peygamberlerin aktarımı ve sünneti ile toplumlara intikal eder. Önderlik eder. Toplumlar Rabb’in mesajını sünnetle öğrenir ve tatbik eder. Dolayısı ile vahiy ile sünnetin ilişkisi bu çerçevede görmek gerekir. Bu tarz ilişki, Allah’ın insanlara vahyini ulaştırmada seçmiş olduğu bir yoldur. Bu pencereden bakıldığında, bu ilişkiye belirlenen tarzın dışında başkaca bir anlam yüklenemez. Dolayısı ile kitap ve sünnet bu çerçecede birbirinden asla ayrı düşünülemez. Kitapla mesaj vaz edilir. Sünnetle yaşanır hale gelir. İlahi mesaj, özü itibariyle insanlığa yol açar, yolu gösterir, peygamberler bu yolu tarif eder. İnsan vahiyle ve sünnetle aydınlanır yolunu bulur. Dolayısı ile vahyin ışığı ve sünnetin tarifi olmadan doğru yolun bulunmasına imkan yoktur. Kur’an vahiydir, Rabbimizin sözleridir. Bu sözlerin doğruluğu, konusunda hiçbir şüphe yoktur. Kur’an, İslam dininin temelidir. İslam dininin tüm meseleleri ona havale edilir. Yani Kur’an ilkeler manzumesidir. Sünnet ise bu ilkelerin hayat bulmuş şeklidir.
Peygamberimizin sünnetine Kur’an penceresinden bakılmalıdır. Sünnet yukarıda izah edildiği gibi, Kur’an’dan bağımsız değildir, sünnet Kur’an’ın yorumu, açıklanması ve pratiğe dünüştürülmesinin adıdır. Sünnet, yaşayan Kur’an’dır. Kuran’da, Hz. Peygambere itaat, Allah’a itaat ile birlikte değerlendirilmektedir. Bu da gösteriyor ki İslamın iki ana kaynağındaki bilgiler, öncelikli olarak Kur’an, ikincil olarak sünnete bakılarak elde edilmelidir. Resul size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun...” (Haşr Suresi, 7) Kur’an’ın yaşanabilir olduğunu, ütopya olmadığını, bize sünnet gösterir. Kur’an’ın mesajlarını gösterecek ve öğretecek rol modele ihtiyaç vardır. Bu rol model ise peygamber olmuştur. Peygamberin rol modelliği de onun sünneti ile gösterilmiştir. Peygamberin rol modelliğini de aşağıdaki ayette belirtildiği şekilde anlamak gerekir. Andolsun Allah’ın elçisinde sizin için Allah’a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için, uyulacak en güzel bir örnek vardır. Ahzap 33/21 Kur’an ile peygamberi birbirinden ayrı düşünmek asla mümkün değildir. Kur’an’ı anlamak Peygamberin örnekliği ile mümkündür. Size Kur’an ve sünnet bağlamında örneklik teşkil etmesi bakımından Hz. Peygamberin Muaz bin Cebel’ le aralarında geçen bir konuşmayı aktarayım. Ekim’16 • 5
Karantina Peygamberimiz Muaz bin Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken ona şöyle sorar. · Sana hakkında hüküm vermen gereken bir bir konu geldiğinde nasıl hüküm verirsin? · Allah’ın kitabına göre hüküm veririm. · Şayet Allah’ın kitabında bulamazsan? · Rasulullah’ın sünnetiyle hüküm veririm. · Ne Allah’ın kitabında ne de Rasulullah’ın sünnetinde bulamazsan? · Kendi reyimle ictihat ederim. Bunun üzerine Hz.Peygamber şöyle buyurdu. Rasulullah’ın elçisini muvaffak kılan Allah’a hamd ederim. ( Ebu Davut Akdiyye 11, Tirmizi, Ahkam 3) Sünnet, Kur’an’ın insanlara aktarımı, açıklanması ve Hz. Peygamberin şahsında hayat tarzına dönüştürülmesinin adıdır. Bu açıdan sünnet, yürüyen, yaşayan Kur’an’dır. Nitekim içinizden size bir peygamber gönderdik. O size âyetlerimizi okuyor, sizi temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor. Size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor. (Bakara151) Sünnetten bahsederken, Kur’an’dan bağımsız ele alınmaması gerektiğini bilmek gerekir. Kur’an ile belirlenen ilahi vahyin, sünnet ile hayat bulduğunu ve vahyin yaşanacak şeklinin sünnetle tarif edildiğini anlamak gerekir.
6 • Ekim’16
Karantina Kur’an’ın Yaratılanlar Tarafından Tamamlanmaya
İhtiyacı Yoktur
Sünnet Kur’an’ın tamamlayıcısı değildir. Tam tersine, yaratıcının kurallarının Hz. Peygamberin sünnetiyle şekillendiğini, örneklik teşkil ettiğini, hayat bulduğunu iyi görmek gerekir. Sünnet haşa Kur’an’da eksik bırakılan bir şeyin tamamlanması değildir. Rabb’imiz Kur’anda tamamlanması başkalarına bırakılmış bir alan, kısım, emir bırakmamıştır. Dolayısı ile Kur’an’ın peygamber de olsa yaratılmışlar tarafından tamamlanacak eksik bir kısmı yoktur. Peygamberin sünneti böyle algılanmamalıdır. Ayrıca sünnetin, Kur’anın temel yaklaşımlarına muhalif olabileceğini düşünmek yanlış bir yaklaşım şeklidir. Sünnet halik olan RABB’imizin insanlar için belirlediği kuralların Hz. Peygamber tarafından aktarılmasının örneklendirilmesi olarak anlamak gerekir. Sünnet 1. Hz. Peygamber’in (s.a.) sözleri, 2. Fiilleri, 3. Tasvipleri (ikrar, onay) şeklinde özetlenebilir. Bu çereçevede sünnet alimlerin ittifak ettiği şekilde sözleri, yaptıkları ve onay verdikleridir.
Peygamber Sadece Nakleden Değil, Tarif Edendir, Nasıl Yaşanacağını Öğretendir Peygamber, insanların Allah’ın istediği tarzda bilgilendirilmesi, eğitilmesi, dosdoğru yolun tarifi ve Allah’ın rızasına uygun yaşayacak toplumların inşa görevini almıştır. Sorumluluğu da bu görevi yapmaktır. Bu sorumluluğu yerine getirirken takip ettiği yol ve davranışların tümünün adı da sünnettir. Rabb’imiz, insanların doğru yolu bulması ve aydınlanması için seçip görevlendirdiği peygamberlerine toplumları eğitme görevi vermiştir. Yani peygamberler olağanüstü varlıklar değildir. Onlar toplumun içerisinde hayatını devam ettiren insanlardır. Ancak sıradan insanlar değildirler. Çünkü ilahi mesajı insanlara aktarmakla, örneklik etmekle ve Rabb’in rızasına uygun bir insan ve toplum inşa etmekle görevlendirilmişlerdir. Bunun için seçilmiş özel insanlardır. Bu özel insanların sünnet dediğimiz hayat tarzları ile insanlar doğru yolu seçmek durumunda olmuşlardır. Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size kitabı ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik. Bakara/151
Kur’an bildirilen ilahi vahyin kavranabilmesi için, İslamın önderi Hz. Peygamberin hayatını, yaşam şeklini, davranışlarını, ahlakını, örnekliğini, mücadelesini ve dini yaymadaki kararlılığını, kavramaya ve hayatımızı onun yaşantısına uydurmaya çalışmamız gerekir. Hz.Peygamberi, hayatın içerisinde yaşayan bir örnek olarak tüm insanların iyi anlaması ve içimizde yaşayan bir örneklik olarak görmek zorunluluğumuz vardır. Sünnet, müslümanların İslam kimliğini korumalarını, bu kimliğin kurallarına uygun yaşamalarını ve bu kimliğe başkalarının da sahip olmalarını, onların da İslami kimlikle anılmalarını ve bu kimliğe uygun yaşamalarına destek için algılanmalıdır. “Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.” (Ahzab Suresi, 36) “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne icabet edin. Ve bilin ki muhakkak Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz gerçekten O’na götürülüp toplanacaksınız.” (Enfal Suresi, 24) Ekim’16 • 7
Karantina
Karantina
Kuran Evrenselliği Ayşe CAN
Evrensellik, anlayış düzleminde; hem bilgi hem de siyasal alanlarda genel-geçer ilkelerin var olduğunu öne süren ve bu ilkelerin her yerde mutlak geçerliliğini savunan anlayış biçimidir. Evrenselliğe bu şekilde yaklaştığımızda gerçekliğin bir bütün olduğunu bu bütünün her zaman var olması gerektiği anlamı çıkar. Bu da tüm insanlar tarafından kabul edilegelmiş bir şeydir. Mesela topun kaleye girmesiyle gol olur. Bu futbol kuralları gereği herkes tarafından kabul gördüğü için evrenseldir. Etik alanda evrensellik, bütün insanların kesin olarak benimsediği ya da benimsemek zorunda olduğu ilkeleri şart koşar. Moderniteyle birlikte, tüm bilginin ve toplumsal gelişmenin dayanaklarından ya da ilkelerinden birisi de bu evrensellik düşüncesi olmuştur. Yani evrensellik bir anlayış biçimidir. Ve şimdi biz de, herkesi ve tüm zaman dilimlerini kapsaması adına Kelamullah’ı inceleyelim. Yaptığımız evrensellik tanımında istisnasız her insanın kabulüne ve her zaman diliminde geçerli olmasına vurgu yaptık. İşte 610 yılı Hira mağarasında Rasulü’ne hitap etmeye başlayan Allah-u Teala, Efendimiz aleyhisselam’a yakınlarından ve akrabalarından başlayarak, risaletini herkese ulaştırmasını emrediyor. Bunun üzerine Efendimiz aleyhisselam yıllarca süren tebliğ çalışmasında artık güçlenen ve devlet haline gelen İslam’ı kendisinden epey uzak diyarlara yaymaya, oradaki devlet başkanlarına ulaştırma çalışmalarına başlıyor. Örneğin; İran, Bizans, Etiyopya, Afrika, Habeşistan’a kadar birçok devletin imparatorlarına, krallarına davet mektupları gönderiyor. Davet mektuplarında yalnızca İslam’ı teklif edip Evrensellik Nedir? bırakmıyor; bunu kendi ülkelerine kendi halklaÖncelikle ispat etmeye çalıştığımız evrensel- rına iletmemesi halinde çok büyük vebal altında lik teorisinin ne demek olduğunu inceleyelim. kalacaklarını ifade ediyor. Buradan anlıyoruz ki Bismillahirrahmanirrahim on zamanlarda Kur’an-ı Kerim’e yöneltilen tarihsellik iddiası günümüz meselelerin en önemlilerinden biri olmuştur. Nitekim bu iddianın sonucunda önü alınamayan fitnelerle karşılaşılmış, ta ki Kelamullah’ın mesajlarına dil uzatılmıştır. Konuya giriş yaparken bu iddianın çıkış sürecini ele alalım. Tarihsellik iddiası zannedildiği gibi asırlarca süren bir tartışma değil, modern çağ ile beraber ortaya çıkan bir meseledir. Nitekim bu konuda araştırma yapan alimlerimiz ne Sahabenin ne de sonraki nesillerin öne çıkmış ulemasından Kuran’ın bağlayıcılığını kısıtlama, belli bir topluma entegre etme adına bir görüş sadır olmadığını ifade ederler. Ta ki onlar Kuran’ın evrensel olduğunu söylemeye gerek bile duymamıştır. Dolayısıyla amacı Kuran’ı ve İslam’ı itibarsızlaştırmak olan bu fitne günümüzde ortaya çıkmış bir meseledir. Gerekçe gösterilen hususa gelirsek; Kuran içerisindeki günümüzde anlaşılması zor görünen bir takım ayetleri delil göstererek, Kelamullah’ın kendi indiği zaman dilimindeki insanları kapsadığı belirtiliyor. Nitekim Kuran’ın hepsinin değil sadece bir takım ayetlerin; aynı gerekçeyle; değişmesi veya yok sayılması gerektiğini iddia edenler de var. İşte bizde ehl-i sünnet inancı gereği; selefi salihıyn’in izinde olan hocalarımızın da ifade ettiği gibi bu görüşün tamamen sapkın, batıl olduğu dolayısıyla Kuran’ın indirildiği günden kıyamete kadar tüm zaman dilimlerine ve tüm insanlığa aynı mesajı verdiğini; “evrensel olduğunu” açıklamaya gayret edeceğiz.
S
8 • Ekim’16
Kuran-ı Kerim, bazılarının iddia ettiği gibi belli bir kesimi ( Arapları) hitap alan bir kitap değil; tüm dünya ülkelerine hitap eden, mesajının da onlara ulaştırılması gereken, buna uymadıkları takdirde de Allah’ın hezimete uğrayacaklarını ifade ettiği bir kitaptır. Gelelim Kuran’ı Kerim’in her zaman dilimini kapsaması durumuna. Dile getirilen iddialarından bir tanesi de zaman konusudur. Denilir ki ya Kuran’ın tarih üstü bir kitap olup yeryüzünde gelmiş geçmiş tüm beşeri durumları kapsamış olması gerekir ya da tarihsel bir kitap olup dönemin meselelerini içeren onların ihtiyaçlarına cevap veren mahiyette bir kitap olması gerekir. Ve Kuran’a bakıldığında tüm beşeri durumlara cevap verilmediği iddia ediliyor. Biz de diyoruz ki Kuran bu ikisi de değil dir. Kelamullah hem o tarih içerisindeki meselelere cevap verir, o durumlara hüküm ve ilkeler koyar böylece kıyamete kadar yaşanan her yeni durum ve mesele bu koyulan ilkelerle cevabını bulmuş olur. Buna içkinin haram kılınmasını örnek verebiliriz. İçki sarhoş edici illetinden ötürü haram kılınmıştır. Böylece sarhoş illetine sahip her türlü madde haram kılınmıştır İşte Kuran’ı Kerim’e mucize kitap denilmesinin sebebi budur. Ellerimizin arasındaki bu mukaddes kitap bir beşerin kelamı değil ki ya bu şekilde olur ya da bu şekilde diye sayılara indirgeyelim. Bu kitap tüm evreni yaratan, yaşatan, yöneten, her şeyi en ayrıntısına kadar tek ve en iyi bilen yegane ilah olan Allah-u Teala’nın kelamıdır. Kendisi bu kitabı tüm zaman dilimlerine mesaj olarak indirmiştir. İşte evrensellik budur.
A) Kuran’ın Evrenselliğini “alemler” Sözü ile Ortaya Koyan Ayetler قال رب السموات و اإلرض و ما قال فرعون و ما رب العالمين بينهما إن كنتم موقنين 1) “ Firavun Musa’ya Rabbu’l Alemiyn nedir diye sordu. Musa “ O göklerin ve yerin ve her ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbidir. Eğer gerçekten inanırsanız bu böyledir.” Şuara 23-24 ذكر للعامين ُ إن هو إال 2) “ Bu Kuran tüm insanlık için bir öğüt ve hatırlatmadan başka bir şey değildir” Tekvir 27 تبارك الذي نزل الفرقان على عبده ليكون للعالمين نذيرا 3) “Alemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren Allah’ın şanı yücedir” Furkan 1 Allah-u Teala 3 farklı yerde indirdiği bu ayetlerde ortak kelime olarak alemleri kullanmıştır. Peki alemler kelimesi ne demek? Burada tam kastedilen şey nedir? Kuran-ı Kerim’de 73 yerde alemin kelimesi geçmektedir. Bunlardan yedisinde Kuran ve Hz. Muhammed aleyhisselamın alemlere yönelik uyarıcı, rahmet veya şeref olduğunu ifade etmek için kullanılmıştır. Taberi ile beraber bir takım müfessirler bu kelimeye insanlar ve cinler olarak mana vermiştir. Bunun dışında bir takım müfessirler ise alemin kelimesinin bütün insanlar, milletler şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu yaklaşıma göre Kuran hem insan hem cin alemine gönderilmiş olup, insanın öne çıkarılması maksadıyla böyle bir ifadeye yer verilmiştir.
Evrensellik Kanıtlarımız abataslak ele alK dığımız evrenselliğin şimdi de Kuran Kerim üzerinden delilerini inceleyelim. Bu hususta inceleyeceğimiz ayetleri; iki ayrı grupta ele alalım:
Ekim’16 • 9
Karantina
Karantina
Aynı zamanda Kuran’ın tüm alemleri kuşatıcı olduğunu bildiren ayetlerin hepsinin Mekki olması dikkat çekicidir. Bu ayetler Allah’ın son dininin, Mekke sınırlarını aşıp Arabistan’a oradan da tüm dünyaya ulaşacağının işaretini taşır. Nitekim bu da onun i’caz yönlerinden birisidir.
B) Kuran’ın Evrenselliğini “ Bütün İnsanlığa Hitap Ettiğini” Bildiren ayetler Burada evrenselliği hitap yönüyle ele alan iki ayet üzerinde duracağız. و ما أرسلناك إال كافة للناس بشيرا و نذيرا و لكن أكثر الناس ال يعملون 1) “ Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler” Sebe 28 Mekke döneminin ortalarında indiği düşünülen Sebe suresi’nin en çok evrenselliğe delil gösterilen ayeti budur. Ayette geçen “kaaften” ifadesi, istisnasız tüm insanlar manasına gelir. Bu da bize gösteriyor ki Kuran’ın belirli bir millet, dil ve coğrafya ile sınırlı olmayıp bütün zamanlar ve mekanlar için geçerli olduğunu açıkça göster قل يا أيها الناس إني رسول هللا إليكم جميعا الذي له ملك السموات و األرض ال إله إال هو يحيي و يميت فآمنوا باهلل و رسوله النبي األمي باهلل و كلماته و اتبعوه لعلكم تهتدون الذي يؤمن 2) De ki : “ Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O diriltir ve öldürür. O halde Allah’a ve O’nun sözlerine inanan Rasul’üne o ümmi peygambere iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.” Araf 158 Müfessirlere göre Araf suresi’nde zikredilen daha önceki peygamberlerden farklı olarak bütün insanlığa gönderildiğini göstermektedir. Ayetin bağlamını göz önüne alan alimler şöyle söylüyorlar: ayette geçen cemian/ herkese ifadesi Hz. Muhammed aleyhisselam’a tabi olmayı meneden Yahudileri susturma, azarlama; Hz. Muhammed’in aleyhisselam İsrailoğulları dışındaki milletlere geldiğini iddia eden Yahudi fırka10 • Ekim’16
sına karşı insanları uyarma amacına yöneliktir. Evrensellik hususunda bizi aydınlatan pek çok
KALBİN FITRATI
ayetin yanında sahih hadisler de bulunmaktadır. Bunların birkaçını örnek verelim. • “Ben insanların tamamına gönderildim, be-
Zeyneb Rabia GENÇ
nimle peygamberler silsilesi sona erdirildi.” (Müslim – mesacid) • “Varlığımı elinde tutan Allah’a ant olsun ki, bu ümmetten Yahudi veya Hristiyan bir kimse beni işitir, sonra da benimle gönderilene iman etmeden ölürse, o kesinlikle ateşe girenlerden olur.” • Daha önce örnek verdiğimiz gibi Efendimiz aleyhisselam Arap olmayan milletlerin devlet başkanlarına davet mektupları göndermiştir.
Evrenselliğin Önemi ve Sonucu Delillerimizi verip, savunmamızı yaptıktan sonra evrenselliğin neden bu kadar önemli olduğu sorusu çıkabilir karşımıza. Öncelikle Kuran’ı Kerim bizim kitabımızdır. Onu en iyi şekilde anlamak, anlamaya uğraşmak her müminin en önemli vazifesidir. Dolayısıyla Allah-u Teala birçok yerde zikrettiği ifadeleri doğru bir şekilde anlayıp, buradan evrenselliğin varlığının farkına varmalıyız. Peki varmadığımız takdirde neler olur? Hem bize indirileni hem bunu bize indireni anlayamamış, tanıyamamış oluruz. Yanlışa düşüldüğünde en tehlike doğuracak şey kafalarımızın içindeki Allah tasavvurudur. Bir kutsal kitap düşünün, buna ve bunu indirene iman ediliyor. O’nun yaratan, yaşatan, yöneten olduğunu O’ndan başka ilah olmadığını, iki dünyanın da sahibinin O olduğu, yaptıklarımızdan bizi hesaba çekecek olanın O olduğu kabul ediliyor; ama indirdiği mesajın içerisinde, Zaman kısıtlaması veya belli ırklara indirme tabiri caizse herkesi kapsamayan, bağlamayan, ilgilendirmeyen ayetler olduğu savunuluyor... Mantık dersi alanlar tezat ilişkisini çok iyi bilirler. İşte bu tam da öyle bir şey. Allah-u Teala bizi şaşırmış kullarından eylemesin her daim hakkı tavsiye edenlerden olalım inşaAllah. Selam ve dua ile...
بسم هللا الرحمن الرحيم َ ّ الَّذِينَ آ َمنُواْ َوت َْط َمئِ ُّن قُلُوبُ ُهم ِب ِذ ْك ِر ّ اللِ أالَ ِب ِذ ْك ِر ِالل ﴾٨٢﴿ وب ُ ُت َْط َمئِ ُّن ْالقُل
B
unlar, iman edenler ve gönülleri Allah’ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı zikretmekle huzur bulur. (Râd Sure-i Şerifi /28.Ayeti Kerimesi) Şüphesiz ki insan olmak her türlü ahvale hatta ümitsizliğe dahi bürünmeyi beraberinde getirir. Kulun vasfıdır acziyet ve kul olmanın gerekliliğidir içinde bulunduğumuz sıkıntılar. Yeni tabirle modern dünyada - Müslüman diliyle ahir zamanda –yaşamak; birçok psikolojik savaş ve imtihanla baş başa kalmak demektir. Değişen ve gelişen dünyaya ayak uydurma çabası büyük şehirlerin kendisinden büyük dertleriyle uğraşırken içinde kaybolmamaya çalışmak ve hayatta kalabilmek bundan daha zoruysa dinini yaşamaya çalışmaktır... Öyle bir zamandayız ki insanların fetva almak için sorduğu sorulara cevap verirken artık “nereye bu gidiş? “ endişesini de beraberinde taşıyoruz. Dertlerimiz bile zamana ayak uyduruyor sıkıntılarımız on yıl öncesine yabancı şimdi. Neyse ki çağlara, nesillere hatta geçmiş ve gelecek olan kuşağın tüm dertlerine ışık tutan ve türlü derdin derma-
nının yazılı olduğu tek kaynak hala bizimle ve kıyamete dek bizimle kalacak... Kelamullah dünümüze ve geleceğimize tuttuğu gibi bu günümüze de ışık tutuyor. Peki, biz ne yapıyoruz? Kendimize en ince süzgeçlerden geçirerek sormamız gereken yegane soru budur : “ Biz ne yapıyoruz? “. Benim nezdimde Kuran-ı Kerim’e duyulan saygı halkımız arasında takdire şayandır. Zira bizler Kuran-ı Kerim’i başına taç etmiş bir toplumuz O’nu açıp bir Ayeti Kerime dahi okumamış insanların evinde bile en üst köşede muhakkak bir Mushaf-ı şerif bulunur. Fakat maalesef ki başımıza taç ettiğimizi kalplerimizi mutmain etme vesilesi yapamıyoruz. Bu ahval ne kadar acıdır ki evlerimiz bir kere olsun hatmedilememiş Mushaf-ı şeriflerle dolu... Allah u Teala Kuran’a karşı “edeb” algımızdan razı olsun. Fakat biz edebin ne olduğunu çokça unutur olduk. Abdestsiz dokunmadığımız en kıymetlimizi okunurken dinlemez, hatta elimize alıp okumaz olduk. Ve akabinde söylenmeye, dert yanmaya başladık ki biz neden huzursuzuz. Neden her hasta olduğumuzda gittiğimiz doktor bize :”Durumunuz psikolojik, stresten uzak durun!” diyor. Cevap çok basit; paramızı ve zamanımızı oluk oluk akıttığımız o terapi seanslarının hepsi bir araya gelse bir Ayet-i Ekim’16 • 11
Karantina
Kerime’nin kalbimize verdiği tesirin yarısını veremez bize. Çünkü Allah yalan söylemez! Kalbimizin O’nun zikriyle mutmain olacağını söylüyorsa ki bunun içine en başta Kuran-ı Kerim’ i okumak girer; o halde amenna ki öyledir. Çözüm arayışına girip her seferinde çözümsüz kalışımız hep bu yüzdendir. Kuran-ı Kerim’e en çok muhtaç olduğumuz bu baskın ve kalp ağrısı fazla olan ahir zamanda kendimizi bu nimetten beri tutarak kendimize yapabileceğimiz en büyük kötülüğü yapıyoruz. Neden içimiz bunaldığında eğlenmek için telefona giden ellerimiz huzur bulmak için Mushaf-ı şerife gitmiyor? Neden unuttu bu ümmet inşirah ferahlığını? Oysa kim olursanız olun mahiyetini hissettiğiniz bir Ayeti Kerime’nin gözünüzü ve gönlünüzü doldurmaması mümkün değildir. Çünkü Allah u Teala bunu fıtratımıza yerleştirdi ve kalplerimizi böyle yarattı. İnsan kalbinin yaradılışında bu mevcut iken Allah muhafaza onu inkar etseniz bile ayeti kerimelerin kalbe verdiği hissi kesinlikle yalanlayamazsınız. Nitekim birçok sosyal deneyde bu defalarca kanıtlanmıştır. İnsanı Kuranı Kerim’e bağlayan güç insandan bağımsız bir güçtür. Sadece onu dinlediğinizde dahi bulduğunuz hu12 • Ekim’16
Karantina
zur ve ayeti kerimelerin ahengine kendinizi kaptırmanız tamamen bundan kaynaklıdır. Yaradılışımıza işlenmiş bir mucizedir adeta Allah u teala’nın eşsiz kelamı yol gösterip emrettiğinin yanında kalbe, ruha ve tüm bedene şifadır... Hatta o kadar güçlü bir şifadır ki insanın canı yandığında ruhunda dönen sorulara bir bir cevap teşkil eder. Misalen; ümitsizliğe kapılan bir kulun kalbinde beliren “ benim ahvalim ne olacak?” Sorusunun belki de cevabını Rabbimiz Zümer Sure-i Şerifi 53. Ayet-i Kerimesinde şöyle buyuruyor: “ Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin!” Bu o kadar açık ve net bir ifade ki bir insanı kendine getirmeye tam anlamıyla kafi geliyor... Aynı kul, içinde bulunduğu ahvalde ardı arkası kesilmeyen dertlerini düşünüp “çok zor durumdayım” dediği vakit yine Allah u teala İnşirah Sure-i Şerifi 6. Ayet-i Kerimesinde ona/bize buyuruyor ki : “ Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır!” Ve O kul artık takati tükenip belki de kendi derdinde son raddeye ulaşınca Rabbimiz Bakara Sure-i Şerifi 153. Ayet-i Kerimesinde yine buyuruyor ki O’na : “ Allah sabredenlerle beraberdir.”
Ve o kul duyumsadığı rahmet ve merhametin, varlığından asla ümit kesmediği Rabbinin, zorluktan sonra yollayacağına iman ettiği kolaylığı, Rabbinin onun yanında olduğunu hissede hissede beklemeye koyuluyor ve şüphe yok ki bir dizi mükafatında eşlik ettiği kolaylığına kavuşuyor... Toplumun asıl psikologları yine modern tabirle din insanları, bizim bildiğimiz tabirle “İslam alimleridir” demişti bir hocamız Allah ondan razı olsun. Çünkü insanı en iyi Kuran-ı Kerim anlatır ve insana yine en iyi Kuran-ı Kerim şifa olur. Bu yaratılanlar olarak hepimizin fıtratında var. İster insan psikolojisi yönünden ister fizyolojik yönden bakın ihlasla sığınılan Ayet-i Kerimeler kadar insana hiçbir beşeri müdahale fayda veremez çünkü Allah u teala’nın kelamı sizin kalbinize bir beşerin dokunamayacağı şekilde dokunur. Kuran-ı Kerim ve insanla olan bağa dair daha evvel yapılan birçok deney duymuşsunuzdur elbette fakat samimiyetine çok güvendiğim birinin bir anısını nakletmek istiyorum bu noktada zira nakli delillerimizi akli delillerle desteklememiz lazım geliyor. Şöyle anlatıyor:” Birçok kalp hastasının kaldığı bir hastane biriminde kalbindeki bir rahatsızlık nedeniyle ameliyat olacak olan çocuğumun başında hafif sesli bir şekilde kuran okumaya başladım. Bir müddet sonra benden ses çıktığını fark eden hemşire yanıma geldi ve bana nasıl bir şarkı söylediğimi sordu çünkü odada kalan herkesin kalp ritmi bir anda düzelmiş ve okumaya devam ettiğim sürece stabil bir şekilde seyretmişti. Ona bunun Allah u teala’nın kelamı olduğunu anlattım...” Bunlar bu tür faziletleri hiç yaşamamış kimselere çok ilginç hatta yalan gelebilir ama ihlasla bir kere ellerine Mushaf-ı şerifi alsalar kendilerini mahrum ettikleri bu nimetten uzak geçirdikleri her vakit için içleri fazlasıyla yanacak elbette... Son zamanlarda Topka-
pı Sarayı’nı ziyaret ettiniz mi? Şayet etmediyseniz gitmenizi şiddetle tavsiye ederim geçtiğimiz günlerde bir hayli değiştiğini duydum mesela mutfağı tamamen yenilemişler ve oradaki bir detay kalbime öyle kazındı ki ecdadımın hayatlarına Kelamullahı işleyiş biçimine bir kez daha hayran kaldım... Şöyle bir detay göreceksiniz mutfakta eski bir hap yapma kalıbı. Şifalı şeylerin karıştırıldığı harcı donması için hap kalıplarına döküyorlar ve bildiğimiz hap üretiyorlarmış günümüzden farkı içine konmayan kimyasaldan çok daha ötede… Kalıpların üzerinde şifa ayetleri yazıyor ve her bir hapa bu ayetler kalıpla işleniyormuş. Şimdi buna hayran olmamak veya bunun vereceği şifaya bu kadar inanmış kimseleri anlamaya çabalamamak ne mümkün? Bu bilgiyi öğrendiğimden beri istemsizce içtiğim ilaçlara bakıyorum üzerlerinde yabancı firmaların isimleri haricinde yazılmış hiçbir şey yok. Kalbim şifa ayetlerini istiyor bedenimin onca kimyasala olan muhtaçlığının peşine düşmüşümde kalbimin istediği ayetler nerede? Hatta onları bir bir unutmakta belki de beynim. O kadar yazık ki bize aslında böyle böyle fıtratımıza yabancılaşmaktayız. Bu ahvalden yine Rabbimize sığınıyoruz. O halde bir duayla bitirelim bir çağrı olsun başta nefsimize sonra da bu naciz yazının ulaştığı kardeşlerimize : “Allah’ım sen bizlere kelamınla huzura ulaşmış mutmain bir kalp ile sana kavuşmayı nasib eyle ve bizi yaşadığımız müddetçe Kuran’ı Kerime sıkıca tutunan ve her derdinin dermanını onda arayan Kuran’ın muhafızları eyle... Amin!
Ekim’16 • 13
Karantina
Karantina
ASRIN İDRAKİ’NE SÖYLETMELİYİZ İSLAMI Meryem Sena ÖZTÜRK
A
llah (cc)’ın alemlere rahmet olarak gönderdiği Rasulü’nün kıymetli kelamına, Ehli beyti’ne, Gökteki yıldızlar misali sahabelerine, Ömrünü Allah Rasulü’nün mirasına adamış Hadis ravilerine, İmam Buhari’ye ve İmam Müslim’e Diğer tüm hadis kitaplarının değerli müelliflerine, Ve ilim talebelerine ithafen… Bu yazı, Allah Rasulü’nün mirasına sahip çıkma gayesinin bir yansıması niteliğindedir. Her ne kadar konjonktür, sünnete ittiba noktasında kafalarda soru işaretleri bıraksa da, yüce kitabımız Kuran-ı Kerim, Allah Rasulü’ne itaatin kıyamete kadar devam etmesi gerektiğini bildirmiştir. İtaat sorumluluğunun bilincinde ve kaynaklar ışığında sünnetin müslümanın hayatındaki yerini sağlamlaştırmak adına bu yazıyı kaleme alma cüretinde bulundum. Şüphesiz İslam, teslim olmaktır. Rabbine tam anlamıyla teslim olmamış kul, büyük bir kayboluş çilesinin içinde düşmüş demektir. Sinede bu kayboluş çilesinin yükünü taşımak istemeyen kul, Kuran’a
ve Rasul’ün sünnetine tam itaat etmeli, kalbinde zerre şüpheye yer vermemelidir. Bu minvalde, Nisa Suresi 59. Ayet-i kerime yerinde bir örnek olacaktır: ‘’ ّ ْيَا أَيُّ َها الَّذِينَ آ َمنُواْ أ َ ِطيعُوا سو َل َوأ ُ ْو ِلي األ َ ْم ِر ُ الر َّ ْاللَ َوأ َ ِطيعُوا ّ ش ْيءٍ فَ ُردُّوهُ إِلَى سو ِل إِن ُكنت ُ ْم َ ِمن ُك ْم فَإِن تَنَازَ ْعت ُ ْم فِي ُ الر َّ اللِ َو َ ً سنُ ت َأ ْ ِويال َ ّ ِتُؤْ ِمنُونَ ب ِ اللِ َو ْاليَ ْو ِم َ ْاآلخ ِر ذلِكَ َخي ٌْر َوأح “Ey iman edenler! Allah’a itaat ediniz. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat ediniz. Herhangi bir şeyde çekişirseniz eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onu Allah’a ve Rasulüne havale ediniz. Bu daha hayırlı ve sonuç itibariyle daha güzeldir”. Ayet-i Kerim’e bizlere öğretide ve pratikte, Allah ve Rasulü’ne tam itaatin sınırlarını çizmiştir. Yine Rabbimiz Ahzap suresi 21. Ayet-i Kerime bizlere şu çarpıcı hatırlatmayı yapmaktadır: َّ سو ِل َسنَةٌ ِلّ َمن َكان ُ لَقَ ْد َكانَ لَ ُك ْم فِي َر َ اللِ أُس َْوة ٌ َح َّ اللَ َو ْاليَ ْو َم ْال ِخ َر َوذَك ََر َّ يَ ْر ُجو يرا ً ِاللَ َكث ’Andolsun, Allah’ı ve ahireti uman ve Allah’ı çokça zikreden sizler için, Allah’ın Rasulü’nde en güzel örnek vardır.’ Kuranı Kerim’in vücut bulmuş hali Allah Rasulü iken ve Rabbimiz ‘’işte örneğiniz’ demişken
haşa sünneti bir kenara koymak biz aciz kulların haddine midir? Yalnızca Kuran’ı Kerim’i kabul edip sünneti yok saymakla neyi elde edeceğimizi sanıyoruz hem de kaybımız bu kadar büyükken… Bu noktada yalnızca Kuran’ı Kerim’i referans olarak alan zihniyete sormak lazım gelir ki, şayet Allah Rasulü olmaksızın Kuran’ı Kerim gökten yalnızca bir kitap olarak inseydi bu din yaşanılabilir miydi? Bu soruya cevaben Ebu Hanife:”Eğer sünnet olmasaydı hiçbirimiz Kuran’ı anlayamazdık.’’ demiştir. Bu zihniyet, söylemlerine uyarak yalnızca Kuran’ı referans almak suretiyle tüm ayetleri gereği gibi yaşasaydı, Allah’ın Rasulüne tam itaat emrini asla görmezden gelemez ve sünnete ittiba noktasında sıkıntıya düşmezdi. Eğer yalnız Kuran’a tabi olmamız istenmiş olsaydı, sizin örneğiniz Kuran denilirdi. Bu ikilemler bir kenara, ayetler doğrultusunda Allah Rasulü’nün yüce kitabımız Kuran’ı Kerim’deki tüm renklerle boyanmış olduğunu ve bizlere dini yaşama hususunda örnek teşkil etmesi için Allah tarafından gönderildiğini bir kez daha vurgulamak icap ediyor. Efendimizin söylemleri hususunda necm suresi 3. Ve 4. ayette şöyle buyrulur: ي يُو َحى ِ ََو َما ي َ نط ُق ٌ ْع ِن ْال َه َوى إِ ْن ه َُو إِ َّل َوح ‘’ O hevadan konuşmaz, o kendisine vahyolunan vahiyden başka bir şey değildir”.
14 • Ekim’16
Bu ayetler çerçevesinde müfessirlerin görüşü efendimizin Kuranı Kerim’i açıklarken ve dini tebliğ ederken söylediği sözlerin rabbimizin kontrolünde olduğu yönündedir. Yani, Allah Rasulü’nden bize gelmiş sahih rivayetler vahiy kaynaklıdır. Burada ise rivayetlerin bize ulaşmasındaki güvenilirliği konusu gündeme geliyor. Hadis usülünün güvenilirliğini anlamak için cerh ve tadil ulemasındaki hassasiyeti anlamak gerekir. Cerh; terim olarak günahkarlık, karıştırıcılık, yalancılık vs. gibi sebeplerle bir ravinin(hadis rivayet eden kişi), hadis mütehassısları tarafından rivayete ehil bulunmaması, rivayetlerinin reddedilmesi demektir. Ta’dil ise bunun aksine bir ravinin rivayetini kabul etmek gerektiğini ortaya koyan vasıflarla onu tanıtmak ve tezkiye etmektir. Bu ilim, sahabe devrinden itibaren hicri 4. Asra kadar süregelmiş olup hadis metinlerinin kitaplarda tesbit ve tasnifine kadar hemen hemen her ravi cerh ve ta’dile tabi tutulmuştur. Cerh müessesindeki amaç müslümanların günahlarını aşikar etmek değil bilakis İslamın ve müslümanların sıhhati için dinimizce ikincil kaynak olarak kabul edilen sünnet müessesesinin güvenilirliğini sağlamaktır. Hadis mütehassısları gerektiğinde kendi ailelerini dahi cerhetmekten geri durmamış ve dini şahısların üzerinde tutarak sünnete dair hassasiyetlerini ortaya koymuşlardır. Konuya ait titizliğin kanıtı olarak şu kadarına işaret edelim hadis öğretimi Ekim’16 • 15
Karantina ve rivayeti karşılığında ücret alanların, hadis öğrenir veya öğretirken uyuklayan, asıl metin ile karşılaştırılmamış bir metni rivayette kullanmak gibi işi önemsemediğini gösteren davranışlarda bulunanların bu halleri rivayetlerinin kabul edilmemesine sebep sayılmıştır. Örneğin meşhur münekkit Yahya b. Said el kattan’a: - Sen cerhettiğin zevatın kıyamet gününde hasım olarak karşına çıkmalarından endişe etmiyor musun? diye sorulduğu zaman o şöyle demiştir - Bunların düşmanlığıyla karşılaşmam hadisini savunmadığımdan dolayı Nebi (s.a.v.)’nin bana düşman olması yanında pek hafif kalır!’’ Kısaca hadis ravilerinin hayatlarının tabiri caizse didik didik araştırıldığı bu müesseseye duyulan güven, ulemanın göstermiş olduğu hassasiyetle doğru orantılı olmalıdır. Ve bu kadar hassas hareket eden ulemanın sahih dediğini kabul etmek de hepimizin üzerine vazifedir. Peki biz bu geminin neresindeyiz? İlahi kitabımız Allah Rasulü’ne tabi olmayı bu denli önemsemişken biz bu emri ne kadar tatbik ediyoruz? Sünnetin yerini yüce rabbimiz kitabında şiddetle vurgulamışken biz onu nasıl layık olduğu yerinden oynatırız? Kanaatimiz odur ki bu mesele günümüz islam algısında en ciddi sorunlardan biridir. Bu kadar ciddi olmasının sebebi sünneti hafife almanın kişide itikadi ve ameli bir zayıflığa yol açmasıdır. Allah Rasulü bu hususta şöyle buyurmuştur: ‘’ Kim benim sünnetimi 16 • Ekim’16
Karantina terkederse o benim yolum üzere değildir.’’ Velhasılı, Rasulun sünnetini küçümsemek veyahut terketmek kişiyi ümmetin dışına ittiği gibi dini yaşamını da çıkmaza sokar. Akıl sahibi bir mümine düşen ise kabul edeceği veya reddedeceği şeyi evvela araştırmaktır. Şayet bu hususta objektif ve kapsayıcı bir araştırmaya gidilirse hadislerin güvenilirliği ve dindeki yerine dair zihinlerde en ufak bir soru işareti kalmayacaktır. İslam geleneği 1400 senedir sünnetin bağlayıcılığını tartışmazken son devrin içi boş zihniyetleri yalnızca Kuran’ Kerim’i referans almak ve sünneti devre dışı bırakmak gibi bir çabaya girmiştir. Nacizane bu çabanın iyi niyetli olmadığını düşünüyorum. Burada belirtmeliyim ki Allah’a ve Rasulüne iman etmiş bir mümin Kuran ve Sünnetten bir nefes dahi olsa ayrılmamalıdır. Efendimizin de buyurduğu gibi “Sözlerin en güzeli Allah’ın kelamı, yolların en doğrusu Muhammed’in yoludur.” Amellerimizin yetersiz imanımızın güçsüz olduğu bizler için tek kurtuluş Allah’a ve Rasulüne tam manasıyla sarılmaktır. O(s.a.v) bize hayatımızın her alanında en güzel örnektir. Bedüzaman Said Nursi merhumunda dediği gibi “Bahtiyar o kimsedir ki sünnete ittibada hissesi ziyade olan” Rabbimizden niyazımız odur ki dinini hakkıyla anlayıp, yaşama gayretini bizlere nasip etsin. Allah teala bizleri Kuran’ı Kerim’in ve Rasulünün yolundan ayırmasın. DAVAMIZIN SONU ALLAH’A HAMDETMEKTİR…
Ya İşin Ehli Olalım Yahut İşi Ehline Bırakalım... Merve MAHİTAPOĞLU
قُ ْل ه َْل يَ ْست َ ِوي الَّذِينَ يَ ْعلَ ُمونَ َوالَّذِينَ َل يَ ْعلَ ُمو
“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? “ (Zümer / 9 ) İslamın iki nişanı olan Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde ilim ve alimin kıymetine dair birçok açık ifade bulunmaktadır. Nitekim islamın ilk emri de “ oku “ emridir. Allah Teala’nın sıfatlarından biri olan “ Alim “ sıfatının ufak bir tecellisidir Alimler bizler için. Ve alemin tümü ilimle ayaktadır. İslamın ilme verdiği bu değer zamanla onun taliplerini de çıkarmıştır. Mirasını, Rasullah’ın kendi eğitiminden geçmiş mektebe-i Suffa’dan alan alimler, ilmi herşeyden üstün tutmuşlardır. Bu yolda nice alimler azla kanaat etmiş, bazısı evlenmemiş, bazısı bu uğurda birçok maddi ve manevi bedel ödemiştir. Hayatlarının merkezine ilmi koymuş ölüm döşeğinde bile ilimle meşgul olmuşlardır. Zamanlarının bir anını bile ilimden uzak kalma korkusu ile geçiren alimlerimiz davetlere bile yanlarında kitaplarla gitmişler, yolda yürüken ellerindeki eserleri mütaala etmişler, gezintiye çıktıklarında bile müzakere
ve mütalaa etmişler, yatıp uzanırken tefekkür etmişler, rastladıkları kıymetli bilgileri hemen kaydetmişler, yemek yedikleri vaktin bile boşa gitmesini istememişlerdir. Alimlerimiz zihinlerinin dinlenmiş olduğu vakitleri en önemli işlere ayırmış ilerdeki günlerde yaparım deyip işlerini ertelememişler, ihlasla gayret edene Allah Teala’nın ikramda bulunacağına inanmışlar ve zorluk çekildiği ölçüde temenni edilen şeye ulaşılacağını söylemişlerdir. İlme olan hırsları o kadar çoktu ki İmam Şafii’ye sorulan bir soruya verdiği cevapta bunu çok güzel bir şekilde izah ettiğini görebiliriz; ‘’ İlme karşı isteğin nasıldır? ‘’ diye sorulunca, buna şöyle cevap ver-
Ekim’16 • 17
Karantina miştir ‘’Bir tek çocuğu olan kadının yavrusunu kaybettiğinde onu bulmaya olan isteği kadar. ’’ İşte alimlerimiz bu aşk ve iştiyakla ilmin zirvesine çıkmışlar ve bize önder olmuşlardır. Buna binaen şunu diyebiliriz ki günümüze nazaran mutekaddim ulemalarımızın ilme vermiş oldukları kıymet ve değer ortaya koydukları eserlerle de aşikardır. Onlar zamanı sermaye bilmiş ve öyle de tasarruf etmişlerdir. Nitekim eserlerine baktığımızda bir hayli şaşılacak ve bir insan ömrüne nasıl sığacağını idrak edemeyeceğimiz eserler bırakmışlardır. Mesela Taberi’nin eserlerini kendi ömrüne bölünce güne 28 sayfa düşmektedir. İbni Cerir’in tüm eserleri 718000 sayfa etmektedir. Büyük alimlerden İbnu’l Cevzi’nin eserlerinin 519’a ulaştığı nakledilmektedir. Bunların bir kısmı büyük kitaplar olup her biri 10 ciltten fazladır, bir kısmı da birkaç sayfadır. Yine Hafız Ebu’l Kasım ibn Asakir edDımaşki’nin de çok sayıda eseri olduğu öyle ki eserlerinin bir kısmının basılamadığını biliyoruz. Ve yine bir misal olarak İmam Gazali’nin eserlerinin sayfa sayısını ömrüne bölünce güne 16 sayfa düştüğünü biliyoruz. Zikrettiğimiz bu alimler gibi nice büyük alimlerin ömürlerini hibe ederek bu ümmete miras bıraktığı nice eserler bulunmaktadır. Bu Allah’ın ilme gerçek anlamıyla kıymet verenlere bir lutfudur. Günümüzde bir timsaline dahi raslayamadığımız bunca alimlerimize karşı tutumumuz sizce nasıl olmalıdır? Hayatlarında bunca zorluklarla bize ilimlerini miras bırakmış alimlerimize ve ilimlerine özellikle yaşamış olduğumuz bu modern çağda gerekli hürmet ve kıymet verilmemektir. 18 • Ekim’16
Karantina Özellikle gelenekle olan bağlarımızda ciddi zayıflamalar olmuş ve bu koca mirası küçümseyen ve değersiz gören bir düşünce akımı ortaya çıkmıştır. Kendi akıllarını üst akıl görmeye başlıyan bir zümre ortaya çıkmaya başlamış ömürlerinin her saniyesini ilme adayıp mütevazi bir ömür sürmüş birçok alime, Kur’an ve sünnet eksenli değil de kendi bakış açılarına göre reddiyeler vermiş, toplumunda zihnine girerek itibarsızlaştırma çabasına girmişlerdir. Nitekim bu durumu, Sahih-i Buhari’de geçen bir hadiste Allah Rasulü şöyle ifade etmiştir ; “ Allah-u Teala ilmi size ihsan buyurduktan sonra zorla çekip almaz. Lakin alimleri, ilimleri ile beraber cemiyet içinden alır, ruhlarını kabzeder. Artık kara cahil bir zümre kalır. Halk bunlardan dini ihtiyaçlarını sorarlar, onlar da kendi düşünce ve arzularına göre fetva verip, hem kendileri saparlar hemde başkalarını saptırırlar. “ Allah Rasulü’nün bizlere işaret ettiği bu duruma karşı müslümanca bir duruş nasıl olmalıdır peki? Öncelikle şunu belirtelim ki bir işin üstünde fikir beyan etmek evvela o işin ehli olmayı gerektirir. Ve en önemli olan hasletlerden biri de usul erkan bilmektir. Tüm bunlara sahip olmak da büyük bir özveriyi gerektirir. Bizlere düşen öncelikle bu özveriyi gösterip işin ehli olmaya çabalamaktır. İkinci olarak da bizlere kalan bu miraslara sahip çıkmak, kurda kuşa yem etmemek ve bununla beraber ilmin taşıyıcısı alimlerimize sahip çıkmaktır. Zira insanlar ilme, ilim de onu insanlığa açacak olan alime muhtaçtır. Allah Ümmet-i Muhammedi ilimsiz ve alimsiz bırakmasın...
“Hafız” Olmak Ayşenur EKİZ
Kur’anımız var bizim, Sabah gözümüzün ilk nurlandığı, Günün ilk yudum suyundan önce içtiğimiz, İlk lokmadan evvel bedenimizi dinçleştiren, Beş-on dakikalık yemek-abdest aralarından sonra büyük bir iştiyakla tekrar tekrar okuduğumuz, hıfzettiğimiz Kur’anımız var. Zahmetsiz ilim olmazı birbirimize en çok söylediğimiz günlerimiz, Gözyaşlarımızla ıslanan sahifelerimiz, Ailemizden çok vakit geçirdiğimiz cankardeşlerimiz, muhterem hocalarımız var bizim. Hıfzederken Kelamullah’ı Hz. İbrahim aleyhisselam’ın Halıkını bulma serüvenindeki heyecanını, Hz. Yakup aleyhisselam’ın gözyaşlarını, Hz. Meryem aleyhesselam’ın sukunetini, Hz. Yusuf aleyhisselam’ın merhametini paylaşmışlığımız var. Dünyadaki en güzel lezzeti tattığımız, Ab-ı Hayat şerbetlerinden içtiğimiz, Rahmani ve peygamberi kokularla nefeslendiğimiz, Kendisiyle demlendiğimiz Kur’anımız var bizim. Elhamdülillah… Nimetlerin en güzeline bizi muhafız eyleyen Rabbimize hamdolsun. Kelamına layık hafızlardan eylesin ve bütün bu güzellikleri hissedebilmeyi nasip eylesin. Öyle bir nimet ki hafızlık, hafız olabilmek yazmaya ne kalem ne de kelam yeter. Nasıl bir arzudur, istektir, özlemdir Kur’an-ı Kerim’i hıfzeylemek…Hıfzettikçe bir sonraki sayfa için ziyadeleşir, ziyadeleştikçe biiznillah nihayete erdirir. Elhamdülillah… İşte bütün bu güzelliklerden geçe geçe vuslata ermiş, Hafız diye anılmaya başlamışssanız; “Nasıl hafız olunur, hafızlık için ne gerekir, ben de hafız olabilir
miyim?” gibi soruların muhatabı olursunuz. İlk cevap kuşkusuz ‘istek’ tir. Kelamullah’ı ezberlemeyi istemek. İstemek yetmez sevmek de gerekir, kal ile değil hal ile sevmek lazım gelir. Peki her hafız sevmiş midir hıfzı, her hafız isteyerek mi yapmıştır hafızlığını? Bu soruya yüzde yüz bir evet cevabımız yok maalesef. Bazen aile zoruyla, bazen köy yerlerinde bağ-bahçe işlerinden uzaklaşmak için, bazense “Aaa bir de hafızlık yapayım” gibi tecrübe etmek için hafızlık yapılmakta, yaptırılmaktadır. Tabi kim ne kadar istifade eder bilinmez. Kim sadece hafız diye anılır, kim Kur’an-ı Kerim’i aklına, kalbine, ruhuna hepsine birden hıfzettirir o da bilinmez. Lakin, neslimizde namazda, oruçta, tesettürde, tebliğde, Kur’an-ı Kerim eğitiminde olduğu gibi hafızlıkta ki bilinçsizlik de göze çarpmaktadır. Üstelik bu bilinçsizlik halini sadece çocuklarda, gençlerde değil ebeveynlerde de görmekteyiz. Ben neden örtünüyorum? Neden namaz kılıyorum? Neden Kur’an-ı Kerim öğrenmeliyim? Acaba neden hafızlık yapılıyor? Gibi soruları sormadan, cevabını almadan, merak etmeden, öğrenmeden belki de anlamak gereği duymamaktan mı ileri gelmektedir yoksa her şeyin gereğini layıkıyla öğrenip nefse aldanmaktan mıdır bu halimiz? Velhasıl hafızlık müessesesi de hıfzın, hafızlığın, hafızlık talebesinin ve hocasının dinimizde ne kadar ehemmiyetli, Allah-u Teala’nın lütfundan ikram edilmiş bir nimet olduğunu unutmuş veyahut yoksaymış hafızlık öğrencileri ve öğreticileriyle dolmuştur, dolmaktadır. Eskiden derdi büyüklerimiz, eskiden hafız geldiği zaman ayağa kalkılır, ona abdestsiz dokunulmazdı derlerdi. Ya şimdi! O hafızların dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’e ve onu hıfzedene gereken ihtiram ve hürmetin hakikaten eskiden kelimesiyle başlayan cümlelere karıştığını bilfiil yaşıyoruz. Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’i layıkıyla idrak edebilmeyi, hıfzına, hafız adına layık olabilmeyi nasip eylesin. Amin. Ekim’16 • 19
Röportaj
Röportaj
Abdullah Yıldız Hoca ile “Kur’an ve Sünnet Bütünlüğünü” Konuştuk. Röportaj: Furkan GENÇOĞLU
G
enç Öncüler: Hayatı Kur’ân ve Sünnet’e göre nasıl yaşamalıyız?
Abdullah Yıldız: Kur’ân-ı Kerîm hayat kitabıdır. Hayatın bütün alanlarını düzenlemek için Rabbimiz tarafından indirilmiş bir kılavuz kitaptır. Ezeli ve ebedi bir kitaptır, kıyamete kadar geçerlidir. Enfal suresinin 24.ayetine baktığımızda “Ey iman edenler! Allah ve Rasulü” (bakın sadece Allah değil), “sizi hayat verecek ilkelere çağırdığı zaman koşun” der. Devamında da “Allah kişiyle kalbinin arasına girer” der; dolayısıyla Allah gönle, zihne, kalbe yani insanın hayatına yön veren odak noktasına hitap eder. Kalp bütün manevi hayatımızın merkezidir. Akletme, fikretme, iman etme, sevme, nefret etme vb. hayatımızı şekillendiren merkezdir. Bu manada Kur’ân da hayatın kalbidir, Kur’ân’a ve sünnete sarılalım ki hayat bulalım. Burada “Allah’a ve Resulüne itaat edin!” mealindeki ayetleri hatırlatalım. Bu âyetlerde itaat ediniz fiilinin iki defa tekrarlanması da çok enteresandır; yani “Allah’a itaat edin ve Rasul’e itaat edin”. 20 • Ekim’16
Burada bazılarınca dillendirilen Allah’a Rasul’ünü eş koşma suçlamaları saçmadır ve modern bir tepkidir. 1450 senedir ümmet-i Muhammed, “Allah ve Rasulü” terkibini kullanırken hiçbir zaman Rasulüllah’ı Allah’a eş görmedi, sözlerini de Allah’ın sözleri gibi algılamadı. Peki nasıl anladılar? Vahiy Allah’ın sözleri olup ana ilkelerdir, Rasulüllah efendimizin sözleri, uygulamaları ve takrirleri yani yapılan bir uygulamayı onaylaması da -ki sünneti seniye diyoruz bunların hepsine birden-, Kur’ân-ı Kerim’in pratik hayata aktarımından, tefsirinden ibarettir. Hasılı Kur’ân’da bu ifadeler geçer ve biz hayatımızı Allah ve Rasulünün talimatlarına göre düzenleriz. Genç Öncüler: Peki hocam “Kur’an bize yeter” ifadesi tefrikaya sebep olmaz mı? Abdullah Yıldız: Bu ifade çok cazip bir ifade. Tabi ki Kur’ân bize yeter, kıyamete kadar yeter; bütün insanlığın problemlerini çözmeye yeter. Kur’an’da “Yaş ve kuru her şey Kitap’tadır” (Enam/59) âyeti var. Ama bu
haşa “Rasul’e gerek yoktur” manasına gelmiyor. İşte bu ifadeden bu çıkarımı yapan zihin sorunlu bir zihindir. Elbette Kur’an bize yeter; Kur’an bu dünya ve ahiret saadetini sağlayacak tüm ilke ve prensiplere sahiptir. Peki ama, Allah neden Hz. Peygamber’i (s) gönderdi? Hâşâ onu postacı olarak gönderip, “Al bu Kitab’ı, aktar, başka hiçbir şeye karışma” mı dedi? Rasulüllah efendimizin ve diğer peygamberlerin görevlerinin ne olduğunu yine Kur’an’dan öğrenelim: Mesela Bakara/151.ayette “Daha önce gönderdiğimiz gibi size de içinizden bir Rasûl gönderdik ki, o size ayetlerimizi tilavet eder” buyurulur. Tilavet’in manası sadece okumak değil; uygulamak, hayata aktarmak, peşine düşmek, takip etmek gibi manaları da var. Dolayısıyla hem okur, pratik hayata aktarır ve hem de örnekleyerek sizin uygulamanızı sağlar demektir bu. Peygamberimiz sadece “ben okudum, ne haliniz varsa görün” demez; âyetin devamında ifade edildiği üzere “sizi arındırır”; Kur’ân ile nasıl arınmamız gerektiğinin yol ve yöntemlerini bize öğretir, rol model olarak bize örnekler ve ‘böyle yapın’ der. “Kitabı ve hikmeti öğretir”. Hikmeti âlimlerin önemli bir çoğunluğu sünnet olarak anlamışlardır. Kitab’ın Hz. Rasûl’ün (s) hayatında ete kemiğe bürünmüş olan şeklidir sünnet. Zaten O, “yaşayan Kur’ân” değil midir? Hz. Aişe (r.a) annemize, Efendimizin hayatı sorulur; o “Siz Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlâkı Kur’an’dır” der. Rasûlüllah’ın temel ahlâki özelliklerini Kur’an’da bulursunuz, Sünnet de bu ilkelerin tatbikatıdır. Efendimiz buyuruyor ki: “Rabbim beni edeplendirdi ve ne güzel edeplendirdi”. Ben sadece Kur’an’a bakarım, onun şekillendirdiği rol modele bakmam, gibi bir sonuca varmak sapmadır. Birileri karşılıklı bir kavga içerisinde “siz hadisleri, peygamberi yok sayıyorsunuz” diyor, karşı taraf da kendini savunmaya çalışıyor; derken bu arada Kur’an ve sünnetin birlikteliği konusunda zihnilerde var olan sabiteler zedelenmeye başlıyor.
Bu tartışmalarda zaman zaman ifrata ve tefrite gidiliyor; bir taraf Rasulüllah efendimizin sünnet-i seniyesini koruma adına, onun idrarına ya da afedersiniz sümüğüne şifa diyebilecek kadar uç ve uçuk hatta kutsallaştırıcı ve putlaştırıcı noktaya gelirken, öbür taraf da Peygamberimizi tümden devreden çıkarıcı bir başka uç ve uçuk noktaya savruluyor... Genç öncüler: Zaten uçuk yorumlar medyatikleşmeye meyyal, televizyonlarda gördüğümüz din hakkında konuşan insanlar da bu gibi uçuk mevzularda konuşuyorlar, bir nevi şov dini. Abdullah Yıldız: Medya insanları Allah ile Kur’ân ile buluşturmaktan ziyade, reyting üretmeye, dikkat çekmeye, insanları ilginç şeylerle meşgul etmeye çalışıyor. Peki, hocalar bunlara niye alet oluyorlar? Konumuza dönersek; meseleye ifrat ve tefritlerden uzak, dengeli ve doğru yaklaşım nedir? Kur’ân-ı Kerim’de, Peygamberimize, “Ben de sizin gibi bir beşerim” demesi emrediliyor (Kehf/110; Fussilet/6). O da buyuruyor ki: “Ben Kureyşli kuru et yiyen bir annenin çocuğuyum”. Bir beşer olarak ashabıyla istişare ediyor, bazı konularda. Mesela Bedir savaşında orduyu yerleştirme konusunda askeri/ teknik açıdan bir sıkıntı görüyor bir sahabe. O sahabe biliyor ki, bu tür teknik konularda eğer Hz. Peygamber’e (s) bir vahiy gelmediyse isabet etmeyebilir. Nitekim Rabbimiz de Rasûl’ünü düzeltmiştir. Ama sahabe Allah Rasulü’nden istişare terbiyesini öğrenmiştir. Hubab bin Munzir (r.a) der ki: “Ey Allah’ın Rasulü, bu konuda bir vahiy mi geldi yoksa siz kendi savaş tecrübenize göre mi bu orduyu dizayn ettiniz?” O da “Hayır, kendi savaş tecrübeme göre” deyince, sahabe; “yâ Rasulallah, bu dizayn benim tecrübeme göre isabetli değil” der edeplice. Hatırladığım kadarı ile şöyle devam eder: “Ya Rasulallah, düşmanın sayısı bizden daha fazla; eğer su kuyularını Ekim’16 • 21
Röportaj ele geçirirlerse üstünlüğü ele alırlar. Biz önce kırbalarımızı, tulumlarımızı dolduralım ve sonra da bu kuyuları kapatalım. Arkadaki su kuyusu bize yeter; onu güvenceye alalım. Ve ordumuzu da şuraya çekelim… Şöyle yapalım, böyle yapalım…” Efendimiz (s.) bu sahabenin kanaatini uygun görür ve orduyu onun teklifine göre düzenler. İşte dengeli yaklaşım budur. Burada Efendimizin insani özelliklerini dile getirirken, onu sıradanlaştırmaya, hâşâ onu yok saymaya kalkışmıyoruz; ‘O bir ayet hakkında şöyle demişse ben de böyle söylüyorum” demiyoruz; “o şöyle bir hüküm vermiş, ben de böyle bir hüküm veriyorum” demiyoruz. Onu bir postacıya indirgemiyoruz. Kısaca, bu konularda ifrat ve tefritten uzak durmamız gerekiyor. Dahası, ekranlarda, sosyal medyada yapılan konuşmaların, tartışmaların toplumda nasıl bir karşılık bulduğuna, algılandığına bakmalıyız... Genç öncüler: Peygamberimizin içtihatlarının değişen hayat şartlarına göre farklı yorumlanması, Kuran-sünnet bütünü etrafından nasıl değerlendirilebilir? Abdullah Yıldız: O günden bugüne nelerin sabit kalıp, nelerin değişebileceğini konuşmak öyle basit bir mesele değil. O günün hayat şartları içerisinde kullanılan bazı araçlar bugün kullanılmayabiliyor, ama ana ilkeler ve talimatlar değişmez. Mesela abdest alırken, o gün ibrik kullanırken de bugün musluk kullanırken de esas olan arınmaktır, suyu israf etmemektir ve abdesti Hz. peygamber nasıl alıyorsa onun gibi almaktır. Burada esas olan, ana ilkeleri kaçırmamak, sabiteleri yerinden oynatmamaktır; makasıdu’ş-şeriadan (Şeriatın maksadından) uzaklaşmamaktır. Bir misal daha vermek gerekirse, Kur’an-ı Kerim’de namaz şöyle kılınır diye bir tarif yoktur. Taha suresinin 14.ayetinde, Hz. Musa’ya, tevhid mücadelesinin ibadet planındaki ilk adımı olarak “namazını dosdoğru kıl” buyurur Rabbimiz. 22 • Ekim’16
Röportaj Kur’ân “namazı kılınız” der, rükû ve secdeden bahseder ama “nasıl kılacağız?” sorunun cevabı, kaç rekât ve kaç vakit kılınacağının cevabı verilmez; secdelerin iki kere yapılması gerektiği söylenmez. Biz bütün bunları Peygamberimizin örnekliğinden öğreniriz. O, “Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın” buyurur, biz de onun gibi namaz kılarız. Bugün uç noktaya savrulanların dediği gibi, kalkıp “salat yardımlaşmadan ibarettir” demeyiz ya da “salat duadır, ben birtakım dualar okurum ve salatı ikame etmiş olurum” diyemeyiz. Bu tür söylemler, Hz. Peygamberin varlığını, uygulamasını yok saymaktır. Bunun tersi, Efendimizi kâinatta tasarruf sahibi görüp ona bazı ilahlık özellikleri atfetmek de tefrittir. Yeri gelmişken, Müslümanların işi-gücü bırakıp özellikle de medya önünde bütün enerjilerini ve imkânlarını birbirlerini hırpalamaya harcamaları ve insanlara İslâm’ı doğru şekilde anlatmak yerine, birilerine laf yetiştirmeye hatta onları tekfire kalkışmaları anlaşılır şey değildir. Müslüman öncülerin ve fikir adamlarının birbirlerini törpülemelerine yönelik bir oyun oynanmakta ve 15 temmuz öncesi fay hatları yeniden harekete geçirilmek istenmektedir. Maalesef bizimkiler de bu oyuna gelmektedir. Özellikle 15 Temmuz gibi olumlu bir süreçte İslâmî konularda insanlara öncülük edecek kişilerin bütün enerjilerini kendi içlerinde tüketmeleri gerçekten çok üzücüdür. İslam bu topraklarda yeniden ayağa kalkma fırsatı yakalamışken, bizim iç çekişmelerle geçirecek vaktimiz olmamalıdır. Genç öncüler: Örneğin CNN Türk’te yapılan bir programda darbenin sadece teolojik kökenli olduğu ve sanki darbeye dini cemaatlerin sebep olduğu gibi bir iddia ortaya atıldı hocalarımız tarafından. Abdullah Yıldız: Maalesef, medyada İslam adına konuşan hocalarımız zaman zaman çok ciddi yanlışlar yapıyorlar. İslam’ı modern dün-
yaya ve insanlığa sunarken, bazen anlaşılmaz bir komplekse giriyorlar; İslâmî esasları batılı normları merkeze alarak, onların düşünce ve fikir kodlarına sığınarak sunma gayretkeşliğine kapılıyor ve bir de bakıyorsunuz, anlattıkları İslâm değil, Batı’nın “evrensel değerler” diye yutturduğu modern, seküler değer yargıları; bazen liberalizmden, bazen de sosyalizmden ödünç kavramlar devşirerek muhataplarına İslâm’ı anlattıklarını sanıyorlar. Genelde savunmacı bir yaklaşım içinde İslâm’ı sunayım derken, bir de bakıyorsunuz, İslâmî sabiteleri kalmamış. Öbür taraftardan da, gırtlağına kadar yanılgılar ve hurafelerle örülü, insanlara “böyle din olmaz” dedirtecek uç ve uçuk bir din anlayışı. Aziz İslâm’ı, Allah’ın ve Rasûlü’nün ortaya koyduğu tarzda, itidalli, dengeli ve özgün bir şekilde apaçık insanımıza anlatmak varken, neden ifratlara ve tefritlere sapılır, neden indi yorumlar ve meşrepler “Din” diye takdim edilir? Neden toptancı yaklaşımlarla bazı İslâmî yorumlar reddedilir ve yok sayılır? Böyle bir ortamda insanlar da dengelerini kaybediyorlar. Mesela, birisi Kur’an vurgusu yaptı diye onu hemen “Kur’an Müslümanı”, “oryantalist”, “modern sapık” diye suçlamak veya tam tersi, tasavvuf ve tarikattan bahsedince de onu “hurafecilik”le veya “şirk”le itham etmek, çok kolay başvurulan yollar ve söylemler olabiliyor; ya ifrat veya tefrit... Burada dengeli yaklaşım içinde olmak gerekiyor. Şu an, gerçekten hakkını vermek lazımsa, bu dengeli yaklaşımı, Diyanet İşleri Başkanımız Sayın Mehmet Görmez’in beyanlarında bulabiliyoruz. Biz de Namaz Gönüllüleri Platformu ve Eyüp Buluşmaları Platformu gibi ortak çatılar altında bir araya gelen hocalar olarak, farklı çizgilerde olsak da ifrat ve tefritten uzak bir itidal noktası yakalamaya çalışıyoruz. Farklı gruplardaki hocalarımız, ümmetin ve Türkiye Müslümanlarının sorunları hakkında Kuran ve sünnet perspektifli ortak akıl merkezli çözümler üretmek için çabalıyorlar. İşte insanımızın beklediği budur. İnsanımızın en çok şikâyet ettiği konu ise şudur: “Ho-
cam, Allah aşkına şu televizyon programlarına çıkıp da birbirlerine sataşan hocalarımıza bir şeyler söyleyin”; “biz gençlere İslam’ı anlatmaya çalışırken bu tartışmalar hep bizim önümüzü tıkıyor; birileri çıkıyor ‘ama hocam geçen şu tv’de, şu konu hakkında falan hoca şöyle, öbürü de böyle dedi, siz ne diyorsunuz’ diyor ve biz bir türlü esas konularımıza gelemiyoruz.” Özetle; bizim temel meselemiz,” Kur’an ve sünneti kendi hayatımıza ve toplum hayatına nasıl hakim kılmalıyız?” olmalıdır. Bizim asıl endişemiz bu olmalıdır. Allah, bizi bu dünyada mutlu kılacak ana ilkeleri Kitab’ında vaz’ etmiştir. Fakat bunların pratik hayata geçmesinde örnekliğe ihtiyaç vardır. O da Ahzab suresinin 21.ayetinde “Allah Rasulünde sizin için güzel bir örneklik vardır” buyurulduğu üzere, Efendimizdir. Allah Rasûlü’nün örnekliği dikkate alınmadan İslam yaşanamaz. Ayrıca Kalem suresinin 4.âyetinde ifade buyurulduğu üzere, Efendimiz “huluku’l-azim” (yüce ve kuşatıcı ahlâk) üzere yaratıldı ve terbiye edildi. Ve dahası o, “âlemlere rahmet” olarak gönderildi. Hayatımızın her bir alanı, her bir kompartımanı ayrı bir âlemdir. Kuran hayatın bütün alanlarına hükmedecek bir hayat kitabıdır. Peygamberimizin âlemlere rahmet olması da; mesela eğitim âlemi, ticaret âlemi, aile vb. gibi hayatın bütün alanlarında ve âlemlerinde Efendimizin hayatı, uygulamaları ve örnekliği gerçek manada bir rahmettir. Efendimiz, bizim için her alanda rol modeldir. Özet cümlemiz şudur: Kur’an bizim için “hayat kitabı”dır, temel ilkeler bütünüdür ama bu ilke ve talimatların pratiğe aktarımında “nasıl” sorusunun cevabı Rasulullah’ın uygulamalarıdır. Bu ikisini birbirinden koparmazsınız. Bu ikisiyledir ki, İslamiyet yeniden ete kemiğe bürünür. Rabbim, Kitabını Peygamberimizin okuyup anladığı tarzda anlamayı bugünün dünyasında yaşamayı bize nasip etsin. Genç Öncüler: Amin. Ekim’16 • 23
Röportaj
Röportaj
Şemsettİn Özdemİr Hocamız İle “Kur’an ve Sünnet İlİşkİsİ” Meselesİnİ Konuştuk. Röportaj: Dücane DEMİRTAŞ Bugün ihtilaflı grupların Kuran ve sünnet anlayışları dışında ilk Müslümanlar ve sahabeler Kuran ve sünneti nasıl anlamışlardı? Bu bağlamda Kuran ve sünnet onlar için birbirlerinden farklı bir şey olarak mı addediliyordu? Hiç şüphe yok ki ilk nesil için Kuran vahyedilen, Hz. peygamber aracılığıyla o günkü insanlara aktarılan ve kaynağı Allah olan bir kitaptır. Bu konuda bir tereddüt yok. Ancak bu kitabın ilk muhatabı Hz. peygamber ve o kitabı gereği gibi ilk hayata uygulayan da o. Diyelim ki, adil ol dediği zaman; adil olmakla ilgili, emanetin ehline verilmesi ile ilgili onlarca ayet vardır. Onu kim uyguladı ilk önce? Hz Peygamber. Sonra ilk nesil Müslümanlar, Hz. peygamberin o kitabı uygulama tarzı, muhtevası, şekli ve ruhuna baktılar; aslında sünnet dediğimiz şeyler tam da budur. Teorik olarak bugün elimizde olan ve ilk andan itibaren muhtevası asla değişmeyen bu kitap geldi ve o gün tatbik edildi. O bakımdan ilk nesillerin Kur’an’ın Allah’tan geldiğine (müminleri kast ediyorum) yönelik tartışmaları yoktu. 24 • Ekim’16
İlk gördükleri de, o kitabı kendilerine anlatanın o kitabı yaşadığıdır. Onu anlatan peygamber anlattığını yaşıyordu. Kendilerine de o kitaba göre muamele ediyordu. Zaman zaman Hz. Peygamberin elinde olmadan ve bilmeyerek yaptığı küçük sürçmeleri varsa, onunla ilgili olarak aynı kitap onu ikaz ediyordu. Yanlışa düşme riski karşısında uyarıyor. Dolayısıyla böyle bir kitabın muhatabı olan Hz. peygamber ve ona tabi olan binlerce Müslüman bu kitabı böyle kabul etmiştir. Bu kitap Resulullah‘ın pratiğiyle hayata aktarılmıştır. Yani bir insan inşası başlamış. Siyasal, toplumsal yönleriyle o günün şartları ne kadar imkân veriyorsa Mekke ve Medine şehri çevresinde o toplumun algısına hitap eden tarzda ilkeleri hayata aktarmışlardır. Bir hayat kitabı olarak ilk nesiller uygulamışlar, hayata tatbik etmişlerdir. O bakımdan sünnet nedir dediğin zaman, öncelikle benim inandığım ve anlatmaya çalıştığım şudur: Sünnet, Kuranı Kerim’in Hz peygamber tarafından öncelikle hayata tatbik tarzıdır, ruhudur, özüdür. Çünkü o, onu uygulamıştır. Vahiy ona demiştir ki “sen insanlara şahit ol.” Resulullah nasıl şahit olacak insanlara? Yaşantılarıyla, uygulamasıyla. İnsanlar da onu almışlardır. İlk nesil gelen kitabı öğrenmiş, itikadını tashih etmiş (ki ciddi
bir sapkınlık vardı cahiliye devrinde) sonra pratik olarak onun ilkelerini uygun bir Müslümanlığı hayat tarzı haline getirip, hayata hakim kılmak istemiştir. Allah Resulü’nün de çabası bu olmuştur. Dolayısıyla bu uygulamayı anlayarak uyguladıkları kanaatini taşıyorum. Yani bu yönüyle polemik konusu ötesinde sünnet dediğimizde bu gelen, gelmeye ve inmeye devam eden vahyin, her alınan mesajının anlayıp özümsedikten sonra sözlü olarak aktarmak ve uygulama olarak tatbik etmektir. Bizim örnek almak için çaba göstermemiz gereken Allah Resul’ünün örnekliğinin tam da bu olduğunun kanaatini taşıyorum. Hocam şöyle diyebilir miyiz? O zaman bizim hâlihazırda bugünkü polemiğin dışında, Müslümanların özellikle ilk dönem Müslümanların yani sahabenin KuranSünnet ayrımı diye bir problemi yoktu. Böyle iki ayrı kategori diye bir şey olamaz. Doğal olarak vahiy ilk Cebrail aracılığıyla Resulullah’a gelmiştir. O aldı, özümsedi ve kavradı sonra insanlara tebliğ etti. Tebliğ bazen sözlüdür ama aynı zamanda uygulamadır. Adil ol der, dürüst ol der, hile yapma der, yalan söyleme der, iftira atma der. Bütün bunlar uygulamaya geçtiği zaman ne hale geliyor? Hayatlaşıyor. Vahyin hayatlaşması uygulamadır. Uygulamayı beşer yapar ve o vahye uygun ise İslamidir. O bakımdan Kur’an ayrı, sünnet ayrı diye bir şey yok. Kur’an zaten esas olandır. Hiçbir şey ona eşit olmaz. Bu mesaj insanlara geldi. Bunu alın, buna göre inanın, buna göre yaşayın ve uygulayarak aktarın. Buna uygun bir sistemi de inşa edin. Bütün o ilkeler Kur’an’ı Kerim’in bütünün içerisinde vardır. Dolayısıyla ilk Müslümanlar bütün çabalarıyla, “Allah bize ne emretti?”, “Biz bunu Hz. peygamberin örnekliğinde gerçekten hayata aktarabiliyor muyuz sorusunun cevabına yöneldi. Yoksa ayrı bir kategorize etmek dinde olmadı. Çok meşhur Hz. Aişe’nin peygamberin ahlakıyla ilgili aktardığı bir sözü vardır. Evet. Ona, “ey Aişe validemiz, bize Hz. peygamberin ahlakını anlat” denince, şaşırmış bir
şekilde “Siz Kuranı okumuyor musunuz?” der. Evet, okuyoruz denilince “O zaman ne arıyorsunuz. Siz Kuranı kerimi uygulayın, işte onun ahlakı odur.” Peygamber gücü yettiği kadar bu Kuran’ı uygulayandır. Peygamberin ahlakının kaynağını oradan oku. Okuduğunuz zaman ikinci bir “Ahlakı nedir?” diye sormazsınız. Çünkü peygamber, Kur’an’a muhalif bir ahlakı uygulamaz. Ama biz bugün bunu Müslümanlar için diyebiliriz. Yani vahyin ortaya koyduğu ahlak bu ama Müslümanların ahlakının çoğu buna uygun değil. Bu nübüvvet açısından olmaz. Vahyin hayatlaşmasına sünnet diyebiliriz veya risalet örnekliği. O gün Resul’ün örnekliği neydi? İnen vahyin hayatlaşmasıydı. Bir sistem haline gelmesi, bir toplumsal hayat tarzına gelmesidir. Bugün esas itibariyle zaman zaman insanlar, peygamberin hadisi veya peygamberin sünneti diye o kadar detaylı şeylerde kılı kırk yararak kıyamet kopartıyorlar ki ama çok önemli ve asli konuları konuşmuyorlar, değil mi? Son dönemlerde bu ayrımı daha da netleşti. Haklı olsun haksız olsun bir çok konuda taraf olan iki grup çıktı. Birincileri kendilerini tamamen Kuran fedaisi, Kuranın kahramanı olarak görüyor. Sünneti reddeden, peygamberi bir postacı olarak gören, peygamberin örnekliğini hiçe sayan, görmezden gelen bir grupken, diğeri de kendisini sünnet ve hadis fedaisi, koruyucusu olarak gören ve bunlardan rant devşiren başka bir grup. Her iki eğilim arasında Türkiye’nin ve Müslümanların sosyal, siyasi ve ekonomik bütün gündemlerinden uzak bir şekilde çok çetin bir tartışma sürdürülmektedir.Bu tartışmaya dışarıdan baktığımız zaman, İslamî diyebilir miyiz ya da hakikaten Kuran ve sünnet ayrımındaki bu tartışmada şu doğrudur diyebileceğimiz taraf var mıdır? Aslında bu tartışmalar tarihin eski evrelerinde de zaman zaman olagelmiş. Birbirini tekfire varan ve birbirlerini anlamamak için bu tartışma olagelmiş ve zaman zaman farklı coğEkim’16 • 25
Röportaj rafyalarda tavan bulmuştu. Yeni bir olay değil. Bizim burada yeni bir olaymış gibi nüksediyor. Evet, bir taraftan insanlar Kur’an diyor ama öyle bir Kur’an demeye kalkıyor ki vardığı sonuç, bu Kuranı alıp aktaranı yok sayarak hareket etmeye çalışıyor. Kur’an Ona indi, o onu insanlara tebliğ etti ve o aynı zamanda onu uyguladı. Bu gerçeği neden yok saymak için çaba gösteriyor bu insanlar? Yani gökten bir kitap indi ortaya, “ey Müslümanlar alın işte size kitab gelmiş”, böyle gelmedi. Allah, Hz peygambere bunu insanlara öğret dedi; anlat, açıkla, izah et. Bunlar ayetlerin içinde var. Nasıl olur bir zihin kendi Kur’an ve hayat hakkında bir sürü laf ettiği halde bu konuşma hakkını peygambere vermez. Nasıl onun adına konuşma ve yaşamayı yok sayar! Bu hal çok düşüncesizce, hissi ve sığ bir yaklaşımdır. Kendinin 1400 sene sonra konuşma hakkı olacak, Hz. peygamber hiç bir şey konuşmamış ve yaşamamış olacak, mümkün mü? Hz peygamber o topluma 23 senede inen kitabı aktardı, anlattı, öğretti, onları onunla insanları eğitti. Sordu; “ya Resulullah bu nedir, şu nedir?” Diye. Bu kitaba uygun bir savaş stratejisi uygulandı. Önce saldırılara cevap verildi vs. Bütün bunları uygulayan Hz. peygamberin başkanlığında bir toplum. Tüm bunları yok sayarak nasıl böyle bir sonuç çıkartırsınız!? Allah, Hendek ve Uhud savaşlarına atıfta bulunuyor. Bunu anlamak için siz ister, istemez siyerdeki bilgiye bakıyorsunuz. Kim diyebilir ki bakmayalım. Çünkü atıf o olaylara atıf, yaşayan ve bilen bir topluma konuşuyor orada. O toplum bu tecrübeyi yaşamış Kuranı aktarırken, yeni toplum Kuranı okurken bu bilgiye bakmaya mecburdur. Öğrenecek bunu; acaba atıf nereye diye. Şimdi bu çok sığ bir anlayış; efendim Kuran var, Hz. peygamber postacıdır. Eğer öyle olsaydı bu yazılan metin, Allah tarafından bir celsede inerdi; “ey insanlar buyurun bu kitap sizin, bundan sonra benden bir şey yok” derdi. Bu tutum, aşağılık kompleksi taşıyan, bence derin düşünmekten yoksun bir zihnin ürünüdür ve böyle düşünenlere dünyada bir şey kazandırmaz, ahirette onları riske sokar. 26 • Ekim’16
Röportaj Geldik ikinci taifeye: Hadiscilik konusunu abartıp öne çıkartan, nerdeyse sünnet ve hadis diyerek bunu Kuran’a eşit tutan, hadis kitapları olmazsa din nerdeyse olmayacak diyerek aşırıya giden başka bir yorum söz konusu. Böyle düşünen insanlar için Ebu Hanife çok makbul bir adam değildi. Çünkü Ebu Hanife yöntem olarak peygambere değil hadislere kuşkuyla baktığı için delil olarak çoğunu kullanmadı. Bu hadislerin kitaplaşması 150 sene sonradır. Bu kitaplar, Resulullah zamanında veya ondan sonra yazılmadı. Dinde eksiklik mi kaldı o zaman? Arkadaş orada muhkem ve tartışmasız bir kitap var. Önce on defa, yirmi defa o kitabı oku. Sonra o kitap adına konuşan peygambere mal edilen sözlere ve uygulamaya bak. O zaman neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu daha iyi görürsün. Ama bakıyorsun bir çok sözde hadis savunan, “hadisçi” geçinen arkadaş hayatında ciddi bir şekilde okuyup anlamak va hayatlaştırmak için Kur’an’ı Kerimi inceleyerek- düşünerek ciddi bir şekilde okuyup üzerinde kafa yormamıştır. Hadis konuşuyor ama aslında bilgisi yok o konuda. Hoca taifesinin çoğu da böyle. Böyle bir insan oturup ciddi olarak okuyup araştırsaydı, sorsaydı “ey iman edenler, size fasığın biri haber getirdiği zaman, onu etraflıca araştırın yoksa bilmeden bir topluma haksızlık edersiniz.” Hucurat suresindeki ayette olduğu gibi (ki o yanlış haberi getiren sahabeden biriydi. Zekât toplamakla ilgili bir olaydı.) hadisleri de nakledenler insanlardır ve onlarda haber getirmişlerdir. O yüzden bunun gibi insanlar önce gelen habere bakacaklardır. 1400 senedir bu haber böyle nakledilmiş ve gelmiş olabilir. Senin yeniden Allah için, doğruyu bulmak için, bu haberin kaynağı gerçekten doğru mudur diye bakıp sorgulaman gerekmez mi? Eğer böyle yapılmış olsa, Kuranı Kerim’i merkeze alanların karşısına neredeyse rakip olarak bir Hadisçilik çıkartılmazdı. Bu iki tarafgir görüşün bugün sanki birbirine rakip gibi kavga etmek yerine her ikisine düşen şey şudur: Öncelikle Allah’ın kitabını ve onun muhtevasını devamlı okuyarak kavramları daha iyi
oturtmak; iki, bu metni, bu mesajı Hz. Peygam- tır. Düşmanlık değildir. Sen Arabistan için şu ber nasıl uygulamış ve ondan gelen bilgiler model daha uygundur derken ben Türkiye’de gerçekten Resulullah’dan mı geldi ona bakarak daha farklı bir model önerebilirim. Allah hayaklaşmak ve eğer bir kuşku varsa onu belirte- yırlarda yarışın diyor, hayırlarda çatışın demiyor. Birbirinizi öldürün demiyor. Mutlak haram rek aktarmak. Her söz için şöyle dememeli: “Resulullah olanın dine mal ederek yapmak kadar kötülük böyle buyurdu”. Kesin konuşuyorsunuz. Bu olmaz. Maalesef henüz ciddi bir şekilde ümmetin bir arızadır, tarihte olmuştur. Ama Müslümanlar bu durumdan er veya geç kesinlikle çıka- çoğunluğunun Kur’an’la irtibatı zandan öteye caktır. Bakın Kur’an’ı Kerim itikattan amele geçmemektedir. Birçoğunun Kur’an’ı Kerim kadar ihtilafları, düşmanlıkları ve çatışmaları hakkında bilgisi sığıdır, duyduklarıdır. Çok fazortadan kaldırmaya geldi. Çatışmaları de- la okuduklarını söyleyenler, lafzını okumaktadırlar. Muhtevası islami rinleştirmek için gelmedi. cemaatlerin, vakıfların, Sözde Kur’an’a tabi örgütlerin, teşkilatların ve olduğunu, sözde peykurumların eğitim metni gambere tabi olduğunu Bir müminin aslı hededeğildir. söyleyen insanlar dün ve fi ne olması lazım? Bir: Zaten öyle olsaybugün, fikren ve eylemsel dı, İslam dünyasında ve Kuranı Kerimi gereği gibi olarak çatışıyorlarsa bu Türkiye’de dini merkeKur’an’ı Kerime yapılmış okuyup anlamak her müze aldığını iddia eden bir en büyük iftiradır. O zaminin görevidir. İki: Kugrup, bu alçakça kalkışman insanlar laik ve seranı Kerimin ifade bumayı ve çatışmayı yaküler kesimin dediği gibi pamazdı. İnsanları bu şöyle der: geçin ümmet yurduğu gibi itikadi bir kadar rahat öldüremezkardeşliğini, Kur’an birbilince ve eylemsel bir lerdi. Belli ki referans, leştirmiyor sizi, çatışıyorhayata sahip olmalıdır. lafta Kur’an, amelde sunuz. Demek ki, biz böyÜç: Bu vahyi bütün inkendi heva ve hevesidir. le yaparsak onları haklı O bakımdan tarihte ve çıkartırız. sanlığa tebliğ etmek için bugün bu tartışmalar, Kuran gereği gibi okuçaba göstermektir. dünyada Müslümanlara nursa, tedriciliği ve muhangi mesajı götürüyor? hatabı dikkate alan özelHaram aylarda çatışıliğini ve değişim sürecini yorsun, Ramazan ayında çadikkate alan bütüncül bir şekilde okursak ihtitışıyorsun, Bayram günü bombalarsın. Sizin bir lafları ortadan kaldırır ve çatışmayı sonlandırırız. Tabii Müslümanlar arasındaki çatışmayı an bile olsa birbirinize saygı gösterecek gününüz de mi yok? Hadi Müslüman’ın Müslüman’la kast ediyorum. Müminler arasında esasda farklı itikadi fır- savaşması haram ama bu bayramda daha kalar olmaması gerekir. Hele hele bu tarz söz- da haram olması lazım. Bayramın hatırı için, Ramazan’ın hatırı için haram ayların hatırı için de farklı itikadı farklılıkları çatiştıramazlar. Eylemsel farklılıkları ise hayırlarda ya- ateşkes yapın. Bu din size bunları emretmiyor mu? O barış olarak kullanır. Yorum farkı vardır. Ben kımdan genç kardeşlerimizin bütün bu gerçekArabistan’da düşünüyorumdur, sen Rusya’da düşünüyorsun, diğeri Türkiye’de düşünüyor. Bu lerden hareket ederek yeni bir geleceği inşa üç coğrafyanın şartları farklı olduğu için farklı ederken, bu bakış tarzını daha iyi kavrayıp yorumlar yapabiliriz. Ama bu hayırlarda yarış- özümsemesi gerekir. Yarının İslam dünyasını Ekim’16 • 27
Röportaj bugünün gençleri temsil edecekler. Bir müellifin çok güzel bir sözü var. Müfredat ne kadar güzel olursa olsun, eğer onu uygulayan bir kadro yoksa sonuç yoktur. Kur’an gibi değil mi hocam? Evet. Kuran dünyanın en iyi müfredatıdır. Ama Müslümanların son bir kaç yüzyıllık sefaletinden dolayı haşa yerlerde sürünüyor. Peki baktığımızda Türkiye’de ve dünyadaki Müslümanlar arasında bu ve buna benzer ihtilaflı grupların çatışması, hakikaten ilmi ve masumane mi yoksa bu grupların toplum üzerinde ya da devlet üzerinde din adına rant devşirme, din adına söz sahibi olma, “din bizden sorulur” hesabı olarak nitelenebilir mi? Büyük oranda zaten çatışma sebebi budur. Allah Kuran’da farklı yerlerde buyuruyor ki: “Sizden kendilerine kitap verilenler, kendilerine hak geldikten sonra aralarında çekememezlik, haddi aşma yüzünden çatıştılar.” der. Müslümanlar niye çatışır? Sen mi daha üstünsün ben mi der; enaniyet, seni kıskanma veya başka bir şey. Bu çatışmalar hayra alamet çatışmalar değil. Samimi olsalar insanlar derler ki, farklılıklarımızı gelin adam gibi konuşalım, tartışalım. Anlaştıklarımızla yola devam edelim. Anlaşamadıklarımızda yeniden konuşalım. Niye birbirimizle kavga ediyoruz? Bir müminin itikadı olarak iki tarafı olmaz. Bakmayın geleneğimizde var o. Olur mu öyle şey, itikat tektir. Küçük yorum farklılıkları olabilir ama özü itibariyle tektir. Allah’a imanın, peygambere imanın, meleğe imanın, ahirete imanın, kitaplara imanın veya kurumsal olarak bu vahye imanın iki şekli mi olur yani? Birinin doğru bu dediğine diğeri hayırmı diyecek? İnançta doğru tektir. Pratikte çözüm teklifleri farklı olabilir.Önceden ifade ettiğim gibi bölgelere, şartlara, siyasal durumlara göre farklı metotlar olabilir. Adamın birine demişler ki: “ne istiyorsan söyle onu sana vereceğiz”. Heyecanlanmış. Ama demişler sana vereceğimizin iki katını da komşuna vereceğiz ona göre söyle. Adamda 28 • Ekim’16
Röportaj komşusunu çok kıskanıyormuş. Düşünmüş ve tek gözünün kör edilmesini istemiş. O zamanda komşusunun iki gözü kör edilecek. Haset öyle bir felakettir ki, bazen hak üzere olduğunu iddia eden insanlar tamamen çekememezlik ve kıskançlık yüzünden birbirlerini yok ederler. Bu kavgalar bir; yabancı istihbaratların tahrikleriyle, iki; Müslümanların sığ yaklaşımlarından dolayı, üç; bedevi anlayıştan dolayı oluyor. Önce arkadaş olalım. Müslümanlar insanlığa bir şey kazandırsın. Niye kavga edeceğiz ki? Tarihimizdeki çatışmaların büyük çoğunluğu haksız işler yapmışlardır ve bize kötü miras bırakmışlardır. Bugün de böyle. Bunlar insan arızasıdır. Daha doğrusu yetişmemiş nesiller problemi var. Bu vahyin izzetine, onuruna, özelliğine uygun kaliteli bir insan yetiştiremedik henüz. Fakat dünden daha iyiyiz. Eğer bu kadro belli oranda kendilerini yetiştirirse bu arıza kaybolur. O zaman hak gelir, gerçekten batıl kaybolur. Hak, bu kadroların şahsında bir model olarak etkin hale gelirse, bu art niyetli kötü insanların etkisi toplum nezdinde saygı görmez. Onun için çabalarımızı rahmetli Seyyid Kutub’un demeye çalıştığı gibi Kur’an neslini, o beklenen kadroyu yetiştirerek ortaya koymamız lazım. Dünya’ya örnek olacak, bu bunalımdan Türkiye’yi ve Müslümanları çıkartacak dört başı mamur, vahyi çok iyi bilen, resulullahın vahyin örnekliğinden bugüne hangi çıkarımları yapabilirizi bilecek ve dünyanın yedi milyar insanına bu dini onların anlayacağı bir üslupla, onları tanıyarak anlatacak bir kadro ile oralara götürebiliriz. “Biz şu an dünyayla savaşıyoruz” Daha doğrusu onlar bizimle savaşmaktadırlar.. Gündemimizi oluşturacak ekonomik, politik çok fazla sorun varken, İslami STK’larımız bunları gündem edinmek yerine daha farklı gündemler üzerinden kısır döngülü tartışmalarla meşguller. Bizi bu tartışmalardan uzak tutacak, islami gündemimiz doğru zemine oturtacak ve bizim bu savaştaki konumumuzu doğru oturta-
cak Kur’an ve sünnet anlayışına ihtiyacımız var. Peki, bu anlayışı nasıl ve hangi ne şekilde zihnimizde oturtmamız gerekir? İkisine hak ettiği değeri iyi vermek lazım. Bir müminin asli hedefi ne olması lazım? Bir: Kur’an’ı Kerimi gereği gibi okuyup anlamak her müminin görevidir. İki: Kuranı Kerimin ifade buyurduğu gibi itikadi bir bilince ve eylemsel bir hayata sahip olmalıdır. Üç: Bu vahyi bütün insanlığa tebliğ etmek için çaba göstermektir. Çünkü yedi milyar insan bu vahyin muhattabıdır. Dört: Bu vahyin ortaya koyduğu hayat tarzını Hz. peygamberin ortaya koyduğu uygulamaları da dikkate alarak bu çağda yeniden modelleştirmelidir. Bu bakımdan Kuran bir hayat kitabıysa, o kitabın ifadesiyle bizler ibadet için yaratılmışsak, halife olarak yaratılmışsak insanlığa huzurunu sağlamak üzere, dünyada adaletli bir yönetimi inşa etmeyi bir görev olarak bilmeliyiz. Dolayısıyla Kuran bize büyük bir sorumluluk yükler. Bu sorumluluk şuuru, önce bulunduğun coğrafyada adaleti hâkim kıl, zulmü ortadan kaldır. Öyle bir sistem inşa et ki vahyin ilkelerine uygun olsun. Burada Müslüman şuna bakacak: “Kuran ana esastır. Bizler beşeri bir model oluşturacağız. Bu model vahye uygun olmalı ama onu biz müminler oluşturacağız.“ Bu modelin Türkiye’de Müslümanlar için rahmet olduğu kadar Müslüman olmayanlar içinde rahmet olması gerekir. Hz peygamberin bir vasfı vardır; Allah’ın buyurduğu üzere âlemlere rahmet olarak gönderildi. Allah’ın verdiği bu vasfı Resulullah uygulamaya çalıştı. Öyleyse her mümin de şöyle bakmalı: “ben Hz. peygamberin Kuranın hayata tatbik olma tarzı olan rahmet olma vasfını kuşanmalıyım.” Yani biz öyle bir model ortaya koymalıyız ki, o modelde her insan Müslüman olsun veya olmasın dürüst olmak kaydıyla huzurlu olsun. Geçmiş İslam kentlerinde Endülüs’ten İstanbul’a, Bağdat’tan Tahran’a her türlü insan gelip özgürce yaşamıştır. İkinci olarak Allah, Kur’an’da Hz. peygambere insanlara şahit ol buyurmuştur. O
size şahit, siz de insanlara olun diyor bazı ayetlerde. Hakkın, adaletin, daha doğrusu vahyin teorik ve pratik olarak hayatta ortaya konması şahitliktir. Size bakarlar ve sizi örnek alırlar. Bu açıdan Kur’an huluk-ul azimde(muhteşem bir ahlak), şahit olmada, rahmet olmada, usvetul hasene(en güzel bir örneklikte) olma konularında Hz. peygambere verdiği özellikleri peygamber hayatta uygulamıştır. Müslümanların günümüzde bahsettiğimiz resulullahın şahit olma vasfının, hulukil azim olma vasfının, rahmet olma vasfının, usvetul hasene olma vasfının yaşayan şahitleri olmaları için çabalamaları gerekir. Biz bu dini yeniden bütün kurum ve kuruluşlarıyla bir modele ancak böyle dönüştürebiliriz. İşte Kuran bizden peygamberi bu şekilde örnek almamızı istiyor. Ivır zıvır konularda, detayın detayının detayı konusunda kılı kırk yararak basit şeyleri sünnet diye ortaya çıkartıp birbirini tekfire giden insanlara soruyorum: Hz peygamberin uyguladığı çok önemli sünnetler var. Bunları uygulamıyorsun, niye uygulamıyorsun? Niye en güzel model olmuyorsun? Niye birbirilerinizi tekfir ediyorsunuz, suçluyorsunuz? Siz bunu nereden öğrendiniz? Kur’an öğretti mi, haşa! Sünnette bu var mı; yok. O zaman nereden öğreniyorsunuz? Hz peygamber Uhud savaşında kendi kesin emrine rağmen cepheyi terk eden okçularla ilgili tavrı Allah’ın onayladığı şu hareket tarzıdır: “Allah’tan bir rahmet olarak onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın onlar senin etrafından dağılırlardı.”(3/159). Hz peygamber bu okçuların samimi olduklarına inandığı için onlara küsmedi, dışlamadı, hakaret etmedi, tekfir etmedi. Peygamberin bu uygulamasını Allah onayladı. Bu Muazzam bir af mekanizmasıdır. Bunun gibi bir çok hata yapan Müslümanlara karşı Hz. peygamber nasıl bir sünnet, nasıl bir uygulama, Kuranın ruhuna uygun nasıl bir model çıkardı? Bugün olsa bazı Müslümanlar 30 yıllık hataları şimdi bile konuşuyorlar. Peygamber böyle yapmadı. Kuran’da da bahsedilen ifk olayında Hz. peygamberin hanımı Hz. Aişe’ye zina etti iftirası atılır. Ne acıdır ki bu çok can sıkıcı bir Ekim’16 • 29
Röportaj süreçtir. Sürecin sonucunda konuyla ilgili ayetler gelir ve olay anlaşılır. Zaten bu konuda Hz. peygamberin bir tereddüdü asla yoktur. Ama bazı Müslümanlar sessiz kalmışlardır. Rivayete göre Hz. peygamber bu başlatan kişiye had cezası uygular. Fakat sonra peygamberin bunu taşıyıp aktaranlara karşı herhangi bir aşağılama ve tahkire izin vermediğini, Kuran’daki tenkiti yeterli gördüğünü (ki zaten o ayetler okundukça olayın muhatapları hataları işleyenler kendilerini devamlı suçluyor ve bu onlara ceza olarak yetiyor) biliyoruz. Bakın uygulama bu, sünnet bu: büyük hata yapılmış ama Resulullah onlara kin duymamış ve affetmiş onları. Bunun gibi birçok örnek vardır. Hz peygamber bu konularda yumuşak bir üslup takınmış, affetmeyi benimsemiş. Bu çok önemli bir konu. Eğer Müslümanlar bu örneklikleri anlasa ve uygulasa basit kavgalar çıkmaz. Bakın Allah uyarıyor bazen sert uyarıyor. Ama Hz. peygamber bu insanları kazanmak için hareket ediyor. Yumuşak bir tavır. İşte sünnet bu, Hz. peygamberi örnek almakta bu. O bakımdan komşularımızdan, arkadaşlarımızdan, farklı hiziplerden, farklı kuruluşlardan meydana gelecek yanlışlara, kötülüğe iyilikle karşılık verin uygulaması risaletin, Kuran’ın hayata tatbik tarzıdır. Bunların hepsi başlı başına her başlık bir ders konusu olacak şekilde geniştir. Kuranı Kerim Tevbe suresinde kimi münafıklara ve kimi Müslümanlara sefere gitme konusundaki zaaflarından dolayı çok ağır bir eleştiri yapar. İlkesel olarak onları sertçe uyarır. Ama Hz. peygamber bu ayetlerden yola çıkarak bir hafiye örgütü kurmaz. Hz peygamber bu uyarıların anlayana yeterli olduğunu ve asıl insanların bu uyarılarla dönüşebileceğini ve değişebileceğini kabul eder ve bahsettiğimizi yapmaz. Gerçekten bu kişilerin belki de bir çoğu ileri şuurlu Müslümanlar olmuştur. Yani sünnet, işte tam da budur. Hz peygamberin gücü ve kuvveti var. Toplumun hem siyasi lideri hem de bir resul. Kendi şahsına olmak kaydıyla da yanlışlık yapan insanlara karşı risaletin hassaten şahsıyla ve siyasi konumuyla onları susturmaya kalkmıyor. Eğer böyle yapsaydı, onu örnek alanlarda hâkim olunca kimsenin ağzını açtırmazdı. Gerçi bu güzel örnekliğine rağmen onu örnek 30 • Ekim’16
Karantina aldığını söyleyenlerin bazıları da kimsenin ağzını açtırmıyorlar. Eğer örnek alıyorsanız, adam gibi örnek alın; sünneti orada görün. Peygamber kimseyi susturmuyor. Bu çok önemli bir konu. Toplumu yöneten kadroları, liderleri, yarın ülkeyi yönetecek olan genç insanlar peygamberin bu tarz örnekliklerini çok iyi kavramaları gerekir. Peygamberin bu örnekliğini uygulamayanlar ise gücünü, kuvvetini, yetkisini, polis ve asker gücünü terörize ederek ağzını açanı susturmak için konuşursanız, insanları korkutur ve susturursunuz ama münafıkları çoğaltırsınız. Maksat münafık çoğaltmak olmamalı, o bakımdan örnekliğin pratiğe yansıması gerekir. Gerçekten eften püften konuları sünnet etrafında birbirleriye uğraşan insanlar gelsinler de Hz. peygamberin Kuranı Kerimi hayata tatbik konusundaki bu tutum ve tavırlara (ki bununla ilgili onlarca örnekler var.) bakarak hareket etsinler. Bakın ben Genç Öncüler adına yaptığınız bu röportajdaki tek arzum şu: Genç kardeşlerimizin bu örnekleri ahlak haline getirip, kızdıkları zaman affetmeyi becermeleri, kötü yapılan bir yanlışa iyilikle muamele etmeleri, hem Kuran Kerim’in bize emrettiği hem de Hz. peygamberin yaşayıp bize model bıraktığını uygulama örnekleridir. Sünnet istiyorsanız burada, vahiy istiyorsanız burada. O bizi çatıştırmıyor, birleştiriyor. O bize, Allah’ın ipine sarılın vahiyde buluşun diyor. Hiçbir Müslümanın Kur’an’a bu kötülüğü yapma hakkı yok. Kur’an çatışmayın, ayrışmayın, Allah’ın ipine sımsıkı sarılın diyor. Herkese Allah’ın ipine sımsıkı yapışın denirken, Müslümanlar birbirini Kuran adına öldürüyorsa, Kur’an’ı Kerim’e yapılmış en büyük kötülük tam da budur. Gavurlar bile böyle kötülük yapamaz. İnandığını söyleyenler malzeme birikimlerini bahane ederek adı Kur’an ama kendi yorumları üzerinden çatışma ortaya koyarak, dünyadaki milyarlarca insana bu İslam, bu din Müslümanları birleştirmiyor ki bizi birleştirsin; bu dinde bir şey olsaydı Müslümanlar birbirlerini öldürmezdi, dolayısıyla bu din iyi bir şey değil dedirtebilecek hataları yapanlar nasıl hesap verecekler, otursunlar düşünsünler.
“Ey “Hakk’a teslim olan” “Allah’ın kulu”! ‘Kurban nedir bilir misin?
Senin İsmail’in kimdir? Veya nedir? Makamın mı? Onurun mu? Mevkin mi? Statün mü? Mesleğin mi? Paran mı? Evin mi?Bağın mı? Otomobilin mi? Ma’şukun mu? Ailen mi? İlmin mi? Rütben mi? Sanat ve maharetin mi? Ruhaniyetin mi? Alimliğin mi? Elbisen mi? Adın mı? Namın mı? Şöhretin mi? Canın mı? Ruhun mu? Gençliğin mi? Güzelliğin mi? Ben nereden bileyim? Bunu sen kendin bilirsin. Her ne ve kim ise onu sen kendin minaya getirmeli ve Kurban için seçmelisin. Ben sadece onun alametlerini sana söyleyebilirim. Seni iman yolunda zayıflatan, “gitmek”te olan seni “kalma”ya çağıran, Seni “sorumluluk” yolunda şüpheye düşüren, seni kendine bağlayan ve alıkoyan, gönül bağlılığı,mesaj işitmene, ha-
kikati itiraf etmene izin vermeyen, seni firara çağıran, seni maslahatçı izah ve yorumlara sürükleyen ve aşkı,seni kör eden her şey… İbrahimsin! Ve İsmaili zaafın seni İblis’in oyuncağı haline getirebilir. Hayatında şeref, saygınlık, iftihar ve faziletin doruklarında bir tek şey vardır ki onu elde etmek için zirveden inebilir onu kaybetmemek için bütün İbrahimi kazanımlarını yitirebilirsin: O İsmailindir. İsmailinin bir şahıs veya başka bir şey olması mümkündür; bir durum bir konum, bir zaaf noktası olması imkan dahilindedir. Ey “Hakk’a teslim olan”, “Allah’ın kulu”! Hakikatin senden istediği şey, işte budur. Budur “imanın daveti”, “risaletin mesajı”. Bu senin sorumluluğundur, ey “sorumlu insan”! Ey “İsmail’in babası”! “İsmail’ini öldür”! “Kendi ellerinle kurban et!” Ali Şeriati Ekim’16 • 31
Gündem
Gündem
Fırat Kalkanı Operasyonu
‘’Garabls Oskar’’ Mustafa Fatih YAVUZ
24
Ağustos 2016 saat tam 04.00 başlayan operasyon belki de Cumhuriyet tarihinin Kıbrıs Barış Harekatı ve angajman kuralları çerçevesinde Kuzey Irak’ta terör örgütü PKK’nın merkezlerini vurmasının dışında yapılan en kapsamlı sınır ötesi operasyon olarak tarihe geçti. Bende bu tarihi ana tanıklık eden gazetecilerin belki de en genci olarak bölgedeydim. 23 Ağustos günü Cerablus’un Türkiye’ye bakan kısmında bulunan Gaziantep’in Karkamış köyünde DAEŞ mevziler tarafından atılan topları ve son du-
32 • Ekim’16
rumu takip etmek üzere bölgeye intikal ettik. Sınırdaki son durum operasyonun yapılacağını bize haber veriyordu. Köy adeta hayalet şehre dönmüş, yapılan karşılıklı top atışları insanları oldukça tedirgin etmişti. Köyde bulunan yerel yöneticiler halka dışarı çıkmamalarını ve evlerinin alt katlarında oturmalarını tavsiye eden anonslar yapıyorlardı. Sınırdan belki de 2 km uzaklıkta görülebilen müstakil pembe bir binanın DAEŞ militanlarınca ele geçirildiğini daha sonra DAEŞ’in Cerablus’tan çekilmeye başladıktan sonra boşaltıldığını öğrendik. Görevimizi
tamamladıktan sonra Cerablus operasyonuna katılan gruplardan birinin komutanı ile mülakat yapmak üzere kendisi ile buluştuk. Ancak mülakat akşam vakitlerine doğru sarkınca ertesi güne ertelemeyi kararlaştırdık. Ancak akşam vaktinde kendisi yarın ‘’çalışmalara başlanacağını’’ bu sebeple mülakatı ertelememiz gerekiyor deyince bizde Karkamış’a doğru yola çıkıp operasyon saatinin gelmesini bekledik. Bu arada Karkamış yolu üzerindeki Oğuzeli köyünde konuşlanan tankların olduğu bölgeye gece 06 plakalı siyah araçların intikal ettiğini görünce operasyon öncesi son kontrollerin yapıldığını anladık. Sahadan bilgileri almanın yanı sıra yürüyen diplomasiyi takip etmek operasyonun anlamını tamamlamak için çok önemliydi. Suriye iç savaşı devam ederken farklı farklı cepheler oluşmuş, cepheleri destekleyen ve karşı duran ülkelerin iç siyasetindeki farklı gelişmeler Suriye’yi doğrudan etkilemeye başlamış ve Türkiye için Suriye’nin önemi Kuzey’i olmak üzere anlam değişikliğine uğramıştı. Öncelikle operasyon Suriye’nin Kuzey’inde herhangi bir terör yapılanmasına izin vermeyeceğini kararlı bir şekilde ortaya koyan Türkiye’nin kendi öz savunma hakkı çerçevesinde değerlendirildi. Operasyonun önceliği DAEŞ olsa da operasyona verilen adın asıl hedefin PKK/PYD unsurlarının temizlenmesi olduğunu gösteriyordu. Türkiye PKK’nın Suriye kolu PYD’nin ABD desteği ile birlikte Kürt koridoru kurmasını maalesef izlemiş kırmızı çizgisini de Fırat’ın batısı olarak göstermişti. Cerablus’ta tam Fırat’ın batısında bulunduğu için operasyonun devamında PYD unsurları ile mücadele edileceğini gösterdi. Muhalifler, DAEŞ’in Menbic’in PYD tarafından alınması ve Türkiye’nin yapacağı operasyonun ayak seslerine binaen bölgedeki güçlerini Al-bab’a doğru kaydırmaya başladığından çok fazla zorlanmadan bölgeyi DAEŞ unsurlarından temizlediler. Operasyon, Fırtına OBÜS füzeleri, Türk tanklarının atışı ve muhaliflerin Türk tankları ile birlikte bölgeye yürüyüşü şeklinde devam ediyordu. Muhalif komutanlardan biriyle yaptığım görüşmede amaçlarının Azez ile Cerablus’u
birleştirmek olduğunu, Menbic’e dokunmadan etrafından Güney’e doğru ilerleme kaydedim bölgeyi DAEŞ’ten temizlemek olduğunu öğrendim. Son gelişmeler ışığında da yapılan operasyonun seyri komutanın ifadelerini doğruluyor. Anlaşılan o ki, ABD’nin PYD’ye desteği ve PKK’nın Batı saflarındaki güçlü konumu PYD’nin bölgedeki varlığının temizlenme hususunda Türkiye için 2. bir cephe olmak yerine DAEŞ unsurlarının temizlenmesinden sonra hesaplanacak bir dinamik. Ancak soru DAEŞ unsurları temizlenebilir mi? Bunu bölgedeki değişen dinamikler ve Türkiye’nin kararlığı belirleyecek. Görüştüğümüz muhalif komutan Türkiye Kuzey hattını temizleme konusunda çok kararlı şeklinde bir ifade kullandı. Görünen o ki Türkiye bölgedeki varlığını bir üst seviyeye çıkardı ve çıkarma potansiyeli de gösteriyor. Operasyon şimdilik az sayıda kayıpla devam ediyor. DAEŞ çıktığı bölgeye mayın yerleştirip sivil halk dahil kayıp verdirmeye devam etmek istiyor. Operasyonun ilk günü ÖSO saflarındaki tek kayıp mayın vakasından kaynaklandı. Türkiye ise kayıplarını DAEŞ’in tanklara yaptığı saldırılar sonrasında verdi.
Ekim’16 • 33
Gündem
Gündem Operasyonun Anlamı, Öğrettikleri ve 15 Temmuz Darbe Girişimi
Fırat Kalkanı Operasyonu Türk kamuoyuna, karar alıcılarına, ordusuna ve uluslararası karar alıcılara farklı anlamlarda farklı şeyler öğretti. Teröre karşı kararlılık, sınır ötesi operasyon pratiği, sahadaki varlığın masadaki varlıktan daha önemli olduğu ve masayı direk etkilediği, silahlı grupları farklı ajandaları olan farklı ülkelerin desteklediği ve dolayısı ile bu grupların kendi ajandalarının ne derece önemli olduğu ya da olmadığı şeklinde sıralayabileceğimiz farklı boyutlar içeren farklı dersler... Her şeyden evvel sınır ötesi operasyon pratiği ve sınırın anlamı açısından Suriye ve Fırat Kalkanı operasyonu, artık Türkiye’nin tehdit algılamalarına binaen uygulanabilir bir gerçeklik olarak Türk kamuoyu tarafından kabul edildi. Tabi bunun operasyonun uluslararası kamuoyunda operasyon yapılması meşru DAEŞ’e karşı yürütülmesi de büyük etken. Bu iddiayı Afrin, Tel Abyad, Kamışlı gibi PYD’nin kontrol ettiği bölgelere yapılacak operasyonlar sırasında tekrar gözden geçirmek gerekecek. Çok basit bir şekilde ifade edersek, sahada var olmak masada var olmak sahada güçlü olmak masada güçlü ve söz sahibi olmak demek. Türkiye belki Cerablus operasyonu ile birlikte sahada desteklediği grupların yanında kendisi de var olan ülke olarak masada olacaksa
34 • Ekim’16
da sahada var olarak sahadaki gruplara umut oldu. Ancak sahadaki grupların farklı yapıları ve ideolojik yaklaşımları Türkiye’nin planlarına eşlik etmekten önce kendi ajandaları ile hareket etme eğilimlerini de unutmamak gerekir. 16 Eylül günü Suriye’nin Kuzeyinde bulunan Çobanbey’den ABD askerlerinin kovulması olayının perde arkasındaki iddialar ABD-Türkiye ve muhalif grupların bir kısmı arasındaki anlaşmazlıkları da ortaya koydu. İddia ÖSO gruplarına bağlı Ahrar Şarkiyye grubunun ABD’nin sahadaki varlığını kabul etmedikleri için operasyondan çekildikleri yönünde. Bu da yukarıda bahsettiğimiz gibi farklı grupların farklı ajandaları, farklı ilişkileri ve ideolojik yaklaşımlarının sahadaki koordinasyonu ne derece etkilediğine dair yakinen takip edip aldığımız bir ders oldu. Operasyonun zamanlaması 15 Temmuz darbe girişiminin neredeyse 1 buçuk ay sonrasına denk gelmesi darbeci askerlerin ve operasyon ile ilgili soru işaretlerini de gündeme getirdi. Görüştüğümüz komutan bize operasyona 1 senedir hazırlanıyoruz şeklinde bir ifade kullanmıştı. Bu dönemde bu operasyondan darbeci FETO mensubu askerlerin haberdar olmaması düşünülemez. Darbenin yapılma şekli ve son-
rasında yapılan analizler Türkiye’nin darbenin başarılı olması halinde Suriye benzeri bir iç savaşa sürükleneceğini, terör gruplarının Türkiye’nin içerisinde çok daha etkin olacaklarını ve Türkiye’nin parçalanma sürecine gireceği yönündeydi. Muhtemel senaryo, Türkiye’nin güneyinde DAEŞ’in etkin bir şekilde operasyon yapacağı, buna karşılık PKK/PYD’nin Suriye’de olduğu gibi DAEŞ’i Türkiye’den temizleyeceği ve Suriye’deki planın Türkiye’ye taşınıp haritanın değişeceği şeklinde yapılan analizler, Türkiye’nin darbeyi atlatıp Fırat Kalkanı Operasyonunu yapması ile birlikte bir nebze daha doğruluk kazandı. Çünkü Türkiye bu operasyon ile birlikte, Güneyindeki tehdit ile daha kararlı bir şekilde mücadele edip sınır hattının ötesinde kendi güvenlik alanını başlatıp, savaş sonrası Suriye için insani konularda söz sahibi olduğunu gösterdi. Darbe süreci sonrasında ise tam tersi bir senaryo yazılmıştı.
Suriye’de 4 saat Cerablus tamamen kontrol altına alındıktan sonra Türk Kızılay’ı bölgeye temel yardımı göndermeye başladı. Bizde Gaziantep vali yardımcısı ile Cerablus’a girdik. İlk izlenimler DAEŞ tehdidinin yakınlığını içselleştirmek olmuştu. Bisiklet ile sınırdan yola çıkıldığında 10 dakikada gidilebilecek bir uzaklıktaydı DAEŞ. Duvarlara yapılan resimler, harap olmuş binalar, en temel ihtiyaçlarından mahrum kalmış insanlar, yaşadıkları tramvalar ve savaş ile aynı yaşta olan çocuklar... Cerablus’un yerlileri DAEŞ mezalimini meydanlarda kafaları kesilen insanlardan, sakallarını doğru uzatmadıkları için cezalandırılanlardan, aç bırakılmalarından bahsederek ifade ediyorlar. Bölgede kurdukları hapishaneler, 2 metrelik alana insanları hapsetmeleri, ölüm cezalarının gelişi güzelliğinden sonra Türkiye’nin bölgeye operasyonu insanları rahatlatmış ancak hala daha güvende hissetmeyip ‘’DAEŞ var konuşmak istemiyorum’’ diyen insanlar için güven duygusu tesis etmek uzun bir süreç gibi duruyor.
Bölgenin yerel halkının ileri gelenleri temizlenen yerlerde idareyi sağlamak amacı ile yerel meclis kurmuşlar. Türkiye elektrik ve temel altyapı hizmetleri ile bölgeyi kalkındırmaya çalışıyor. Ancak DAEŞ’in uyuyan hücrelerinin temizlenen bölgelerde var olduğu söyleniyor. Cerablus’ta Suriye’nin farklı kesimlerinden farklı gruplara mensup mücahitlerle konuşma fırsatım oldu. Hepsi çok umutlulardı. Türkmendağından gelen Türkçesi gayet iyi olan bir mücahid’e El Kaide(Nusra)’nin varlığını sordum. Bana, ‘’El Kaide(Nusra)’den rahatsızız. Bize Şeriat’ı öğretmeye kalkıyorlar. Biz Şeriat’ın ne demek olduğunu biliriz. Geldikleri yerlerde bizi de hedef yapıyorlar’’ dedi. Farklı gruplar ve ajandaları meseleleri burada da karşıma çıktı. Ancak Hatay’da görüştüğüm Suriye’ye sık sık girip çıkan bir STK temsilcisi Türkmen dağının düştüğü haberlerinin yayıldığı dönemlerde ElKaide (Nusra)’nin Türkmendağı’na gelip yardım edip çıktığını söylemişti. Devam eden Fırat Kalkanı Operasyonu için öngörüler ise El-Bab’a yöneleceği şeklinde. Pazarlıklar ise Rakka’ya kiminle nasıl girileceği şeklinde devam ediyor. Rusya-İran-Esad Rejimi ve PYD-Amerika-AB ülkeleri arasında devam eden güç mücadelesinin tam ortasında kalan masum insanlar ise çoğunluğu Türkiye’de olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde, adi hesapların yapıldığı masum topraklarından uzak bir yaşam sürme ve hayatlarını devam ettirme derdinler. Ekim’16 • 35
Gündem
Gündem
Terörle Mücadelede Stratejİ ve Sabır Furkan GENÇOĞLU
M
ücadele strateji, azim ve kararlılık gerektiren bir süreçtir. Bir karar alırsın, strateji belirlersin, dozajını ayarlarsın ve sabırla kararının uygulama safhasını sürdürürsün. Türkiye’de siyaset ve bürokraside kararları uygulama noktasında ciddi bir istikrarsızlık ve cesaret yoksunluğu mevcut. Devlet idarecileri halkın 15 Temmuz direnişinden cesaret devşirmeleri gerekirsen halka berat dağıtma yarışına giriyorlar. Komik... Örneğin Türkiye’de terörle mücadele politikasında bir istikrar yok. Sürekli PKK vahşetinden, karanlığından, katliamından dem vuruluyor. 35 yıllık masalları dinleyip duruyoruz. Replay tuşu bozuldu fakat devletlülerin nutukların dozajı değişmedi. Her zaman diyorum suçun bedeli ödetilmezse, suç meşrulaşır. PKK sivil-asker ayırmaksızın saldırılarını her geçen gün artırıyor ve artıracak. 15 Temmuz sonrası NATO ile yaşanan gerginlik tırmandıkça küresel emperyalist odakların Türkiye’yi PKK yordamıyla cezalandırma stratejisi hız
36 • Ekim’16
kazacanak. 15 Temmuz darbe girişimi sosyolojik savaş safhasından iç savaş konseptine geçiş için merhaleydi. Ülkeyi tamamen kontrol etmekten ziyade ülkeyi bir iç savaş ortamına kendi ordu kaynakları kullanılarak sürükleme operasyonuydu. Meselenin bundan sonra müzakere yoluyla meselenin çözülemeyeceği noktasında yaygın bir toplumsal mutabakat söz konusu. Müzakere seçeneğini bu yüzden yok sayıyorum. Çünkü emri dışarıdan alıyorlar ve tamamen taşeron pozisyonunda bir işlevleri var. Bunu saklama gereği falan da duymuyorlar zaten. Tel Abyad PKK mevzilerine bakarsanız 53. Eyalete çekilmiş Amerikan bayraklarını görebilirsiniz. Ne yapıyor peki devletimiz? 40 sene önce Paris’te asalacı kafası kopartan Türkiye Cumhuriyetinin bugün, PKK terörünün ülke sathında artık sokakta insan avlayacak pozisyona evrilmesi karşısında ürettiği strateji nedir? Terörle sadece dağda mı mücadele edilir? Adamlar şimdi kandili terketti artık otonom bölge-
leri var. Bölgeleri bombalayamıyorsun Rusya ve ABD koruma kalkanı var. Kamışlı,Kobani, Haseke ve bugün Mınbıç. Tüm sınır hattın PKK terör örgütü tarafından kontrol altına alınıyor. ABD muhaliflerin elinden alıyor, IŞİD’e terkediyor. Operasyon meşruiyeti sağlanıyor ve IŞİD’in elinden alınıyor PKK terör örgütü denetimine bırakılıyor. Senaryo epeydir aynı ve işlerliği yüksek. MepaNews verilerine göre PYD safların ölenlerin %49’u Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Topyekun şehir savaşları safhasında örgüt kendi kadrolarını büyük oranda korudu daha çok Suriye’nin kuzeyinde eğittiği ypg savaşçılarını ve yerel gençlik örgütlenmelerini sahaya sürdü. PKK terörünün her geçen gün toprak ve insan gücü kazandığı aşikar. Bugün artık atılacak adımlar planlanırken “batı ne der, ABD ne der, BM ne der, AB ne der” bunları bir kenara koyacağız. Hepsi 15 Temmuz gecesi “darbe” dedi. Karşında seni yok etmeyi kafasına koymuş bir blok var. Çünkü bir takım sebeplerle bölgede rahatsızlık yaratıyorsun. 15 Temmuz’a gelinen süreçte müdahaleye uluslararası meşruiyet ilmek ilmek işlenmiş. Lobiler, düşünce kuruluşları, akademi dünyası, medya dünyası bu sürece çeşitli ataklar ile katkı sunmuş. O masum zannettiğiniz medya kuruluşları, insan hakları örgütleri, bildiriler, basın açıklamaları. Hedef alınan kişi ve hedefe yönelik yöneltilen argümanlara baktığımızda tamamen operasyonel olduğu ortaya çıkıyor. İktisadi ağ ve fon desteklerinin gayrımilli olması meselesine hiç girmiyorum. O tarafları biraz deşerseniz niyet okuyuculuğu yapmanıza gerek kalmaz. Bedel ödüyoruz. Tüm etaplarıyla saldırıyorlar ve her geçen gün ödediğimiz bedelin faturası ağırlaşıyor. Dolayısıyla bedel ödetmeye başlamamız gerekiyor. Terörle mücadelede yeni baştan bir strateji ve stratejide süreklilik kazanılması gerekiyor. Topyekun savaşa hazırlık dönemine uygun bir planlamanın inşası arz ediyor. Dolayısıyla tavizsiz bir OHAL konsepti hazırlanması elzem. PKK uzun yıllardır mane-
vi otorite kurduğu bölgelerde ciddi anlamda kontrolü yitirmiş durumda. 6-7 Ekim karanlığını ördükleri günlerdeki gücü devşirmeleri artık mümkün değil. Bir seneden fazla süren şehir savaşları sonrası halk artık açıktan PKK destekçiliği yapacak gücü kendinde bulamıyor.
1- İç kamuoyunda algıları kontrol et. Kamu kesinlikle doğru enforme edilmeli. Kamusal kriz yönetimi başlıbaşına bir uzmanlık alanıdır. Bunun gerçekleştirilebileceği en büyük mecra günümüzde görsel basın ve interaktif internet medyası,sosyal medya ağlarıdır. TV ekranlarını kontrol edeceksin. Dış istihbaratların hedeflediği algıya hizmet edecek enformasyon TV ekranlarından sızmamalı. Görsel medya mecralarının kontrol edilebilirliği daha kolaydır. Sosyal medyada denetim ise daha zordur. Fakat bilişim alanında istihbari faaliyeti güçlendirirsen belli ağ merkezlerini hedef alır ve yok edebilirsin. En azından bu noktada profesyonel ekiplerin inşasına başlanabilir. Artık günümüzde algı maalesef çok önemli. Uluslararası algıyı yönetemiyoruz bari ulusal sınırlar içerisinde kamu doğru ve bilinçli enforme edilebilsin. Bu noktada açık toplum vakfı tarafından fonlandığı açık olan medya enstitüleri ve onların medya projelerine nokta operasyonlar yapılabilir. En azından medyada bu kanallardan gelen enformasyonun milli bir nitelik taşımadığı, ajanvari bir pozisyonları olduğu delillendirilerek milli medya merkezlerinden deşifre edilmeli. Ekim’16 • 37
Gündem
Gündem 2- Hukuku mücadeleye entegre et.
Hukuk iktidarın fahişesidir diye bir söz dolanıp durur. Aslında egemenlerin dense daha iyi olur. Her yerin bir egemeni vardır ve egemenler daha kolay yönetim için tahakküm sahalarında bir hukuk inşa ederler. Olağanüstü dönemlerde hukuk belli oranda askıya alınır. Örneğin Fransa artan saldırılara karşı bir takım sözleşmelerin belli bir süre yok hükmünde olduğunu açıkladı. Çünkü egemenliğin çöktüğü bir ortamda hukuk vasfını yitirir. Yeni egemenler yeni bir hukuk düzeni inşa ederler. Bu yüzden hukuk kanallarının terörle mücadele konseptine adapte edilmesi şarttır. Zorlaştırmayın, kolaylaştırın ilkesi çerçevesinde.
3- İktisadi ağlara karşı kontgerilla timlerini tekrar devreye sok. Bir yere girdiğimde ilk sorguladığım şeylerden biri nasıl finanse edildiğidir. Çünkü finansman hayatidir ve eğer finansman sağlanamıyorsa yapının işlerliliği tehlikeye girer. Örgütün finansman kaynakları mümkün mertebe kurutulmalıdır. Uyuşturucu ticaretine karşı operasyonlar artırılır, ekiminde kontroller yoğunlaştırılır. Bunlar bölgede kamu ihalelerinde fink atıyor örneğin. Kamu ihaleleri denetim altına alınmalı. Kural çok açık eğer PKK terör örgütüne iktisadi olarak yardımda bulunuyorsan devletin ihalesine giremezsin. Vergi yerine haraç uygulamasına karşı denetimler sıklaştırılmalı ve gerekirse haraç çetelerine yönelik infaz uygulamaları gerçekleştirilmeli. Kamu kaynakları belediyeler özellikle sürekli kontrol altında tutulmalı. Gerekirse belediyelerin tamamına devlet el koymalı. Avrupa’dan gelen para akışına karşı Avrupa’ya şantaj unsurları tekrar hatırlatılmalı. 38 • Ekim’16
4- Her mecrada PKK terör örgütüne destek vermek suçtur! Ak Parti iktidarının iyimser politikaları ve çözüm süreci, toplumda teröre destek vermek suçtur algısının kırılmasına sebep oldu. Çünkü adam meclis kürsüsünden, akademi kürsüsünden, metropol meydanlarından PKK terör örgütüne selam yollayabiyor. Bu şu sorgulamaya yol açıyor. Madem PKK terör örgütü o zaman neden açıktan desteklenmesinin cezası yok. Mesela eskiden çok sert cezaları vardı bunun. Adamı yakalıyordun, bindiriyordun torosa, gömüyordun tarlaya. Dolayısıyla insanlar PKK gibi yapıları desteklemenin ağır bedelleri olduğuna emin olmuşlardı. Bu meseleyi daha şeffaf, devletin kontrol edilebilir birimleri eliyle ve hukuk çerçevesinde yeniden ele almak gerekiyor. Yani işlediği suçun derecesine göre ceza alacak. Örneğin PKK eylemine katıldığı tespit edilen, PKK anlayışını desteklediğini sosyal medyada beyan eden kamu görevlisinin işine derhal son verilecek. Üniversitelerde PKK eylemlerine katılan kişiler soruşturmalar kapsamında direk okulla ilişikleri kesilecek ve üniversite çevresine yaklaştırılmayacak. Akademisyenlerin üniversiteler ile ilişiği kesilecek. Gece Sosyal Medyada PKK’ya destek mahiyetinde paylaşım yapan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sabah kapısında iki özel tim personeli görecek.
5- Bölge halkına karşı net tavrını göster ve tavrında istikrarlı olacağın imajını çiz. Bölge halkının en büyük şikayetlerinden biri de devletin bir dediğine öteki gün yalan demesidir. Ya da sürekli strateji değiştirmesidir. İki sene PKK militanlarının tepesine cellat
gibi çökerken iki senenin ardından tamamen bölgede merkezlerine çekilip meydanı PKK çetelerine bırakmasıdır. İnsanlar kime güveneceğini şaşırmış durumdalar. Bugün devletinin yanında duran vatandaşın, ihaneti deşifre eden, güvenlik güçlerine yardımcı olan bir odağın geleceği meçhuldür. Vatandaş devlet otoritesi gevşediği andan itibaren PKK çetelerinin insafına kalacağının korkusu içindedir. Bu korku giderilmezse ve devlet otoritesinin asla pazarlık konusu yapılamayacağı gerçeği insanlara öğretilmezse insanlar can,mal ve namus kaygıları sebebiyle haklı olarak sürekli ikilemde kalacaktır.
sat bilerek bölgeyi sekülerleştirme ve ideolojik mücadelesine uygun bir nesli inşa etme adına bir çok merkez kurdu. Bunlara gençlik merkezleri, kadın yaşam merkezleri, toplum merkezleri gibi isimlendirmeler taktı. Bu merkezler bir yandan devlet bütçesinden yararlanırken bir yandan da uluslararası fonlardan muazzam destekler aldılar. Bölge kadınlarına “namussuzluk” bir yaşam formu olarak sunuldu. Töre cinayetleri istismar edilerek, kadın evinden ve çocuklarından alıkonuldu. PKK eylemlerinin öznesi haline getirildi. Bugün eylemleri dikkatli izlediğimizde müslüman bölge kadınının başlarındaki örtüyle marksist bir mü-
6- Irkçı personeli bölgeden uzak tut. PKK ile mücadeleyi Kürt halkına topyekun savaş olarak algılayan ırkçı hezeyanların esiri olmuş personeli bölgeden uzak tut. Halkın dili, kültürü, inancı pazarlık konusu yapılamaz. Tüm bu değerler anayasa güvence altına alınmalı. Bir belediyeye kayyım atadığında kayyım işe Kürtçe tabeladan başlamamalı. İşe belediye ihalelerinin hangi terör destekçisi odaklara gittiğini araştırmakla başlamalı. Şov yapmak için TV ekranları gayet müsait. Gencecik insanların kanlarını akıttığı topraklar kimsenin kişisel ihtiraslarını tatmin mekanı haline getirilemez. Bölge halkı ırkçı yazılamalar veya bayrak fanatizmi ile terbiye edilmeye kalkışılmamalıdır. İnsanlara bayrak sevgisi böyle aşılanmaz. Suçu ve suçluyu yakalama, cezasını verme, infazını gerçekleştirme ve bu döngüyü halka en şeffaf biçimde gösterme temel görev biçimi olmalıdır.
7- Yeni nesli ifsad girişimlerinden koru. PKK bölgede OHAL’in kalkmasını ve halka yönelik ırkçı tavırların yarattığı travmayı fır-
cadelenin marka yüzü haline getirilmeye çalışıldığını hayretle göreceksiniz. Hakeza gençler bu merkezlerden YDGH militanı
olarak
mezun
edildiler. Sokaklarda hayatlarını PKK çeteciliğine peşkeş çeker hale getirildiler. Tabi MEB okullarında rahatça militanlık yapan PKK yandaşı öğretmenlerin de bunda büyük payı var. Legal sendikalarının koruma şemsiyesi altında her türlü suç faaliyetini özendiren bu öğretmenler devlet tarafından işledikleri bu suç fiilleri yüzünden her ayın takribi 15’inde ödüllendiriliyorlar. Bunların acilen önüne geçilmesi gerekiyor. 700 Km sınırı PKK terör örgütü tarafından tutulmuş, içerde FETÖ darbesi yüzünden ağır yara almış kurumlarıyla Türkiye’nin işi elbette çok kolay değil. Fakat Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır. İyi niyetle fakat kararlı bir şekilde hedefe yürüyenlerin yardımcısıdır. Önce stratejimizi istişare kanallarını işleterek, işi şova dökmeden belirlememiz ardından bu stratejimizi kararlılıkla ve disiplinle uygulamamız gerekiyor. Ekim’16 • 39
Gündem
Gündem
TÜRKSOLU’NUN DARBEYLE İMTİHANI Tuna h a n ELM A S
‘’Geri kalmış toplumlarda ilerici bir kuvvet ;Ordu’’... Tam olarak bu başlıkla çıkan ve geri kalmış Türkiye toplumunu darbelerle ne kadar ileri götürebiliriz analizleriyle dolu Türk Solu dergilerindeki aydınca yazılar... Bugün ‘’darbelerden en çok biz çektik’’ demelerine rağmen tam anlamıyla meşru siyaseti savunmaktan yüksünerek ‘’ne darbe ne faşizm’’ sloganlarıyla darbe teşebbüslerine karşı seçimle gelen hükümetin yanında saf tutmayı faşizanlık olarak niteleyen bir güruhtan bahsediyoruz. Demokrasinin sık sık kesintiye uğradığı yıllarda, Ordu’yla olan samimiyetlerini hiçbir zaman saklamadılar. Cuntalara akıl hocalığı yapmakla kalmayıp, iktidarı devirdikten sonra kurulması hedeflenen devrim hükümetlerinde yer alma hayalleri kurdular. Onlara göre Türkiye’de demokrasi çoğunluğun diktası olmanın ötesinde bir işlev görmüyor, seçimler ülkenin ilerlemesi için tamamlanması gereken devrimlerin karşısında ‘’karşı devrim’’ olarak ‘’gerici unsur’’ dedikleri İslamcıları ve Muhafazakarları iktidara taşıyordu. Bilinçsiz bir halk, kendisine verilen demokratik hakları kullanırken devrimci, ilerici solu değil; gerici, dinci, gelenekçi sağı tercih ediyordu. Türk Soluna göre; Türkiye demokrasiye çok erken geçmişti. Halk henüz Atatürk devrimlerini özümseyememiş, kavrayamamış ve köhne geleneklerine sıkı sıkıya bağlı durumdaydı. Devrim dedikleri şeyin bırakın halka sirayet etmesini, kendi içki masalarının dahi ötesine geçemediğini ve halk nezdinde hiçbir anlam ifade etmediğini görmeleri aslında çok zaman almadı... Onlara göre halk kendilerini anlayacak düzeyde bilinçli değildi, kendilerini anlayacak, ortak paydada buluşabilecekleri en önemli unsur olarak Ordu’yu 40 • Ekim’16
görmeleri 27 Mayıs’la birlikte başlayacaktı. Türk Solunun, Silahlı Kuvvetlerle kuracağı ortaklık yer yer kesintiye uğrasa da bir şekilde günümüze kadar gelecekti... Türkiye’deki sol entelijansiya Demokrat Parti iktidarını başından beri kabullenemeyecek, Demokrat Parti hareketini, gericilerin Atatürk devrimlerine yaptığı ‘’karşı devrim’’ olarak görecekti. Demokrat Parti’nin iktidara gelişini ‘’Hasolar ve Memolar Meclise girdi’’ olarak manşetlere taşıyan bu aydın grubunun yıldızı, 1950’den 1960’a kadar geçen 10 senelik süre zarfında hiçbir şekilde Demokrat Parti iktidarıyla barışmayacaktı. Her fırsatta Demokrat Parti’nin faşist-gerici bir düzen kurmak istediğini dile getiren bu aydın güruhunun içinde daha sonra Türk Solu’nun en önemli yazarlarından olacak Çetin Altan, Aziz Nesin, İlhan Selçuk, Doğan Avcıoğlu gibi isimler vardı. 27 Mayıs’a giderken kilometre taşı olacak sokak ve üniversite olaylarının basın ayağını da bu isimler oluşturacaktı. Yazdıkları yazılarla iktidarı yerden yere vurmanın ötesinde, muhalefet lideri İsmet İnönü’nün dillendirdiği ‘’ihtilal’’ kelimesini de üstü örtülü bir şekilde Demokratlardan tek kurtuluş yolu olarak göstereceklerdi. 1950’nin bir Mayıs gecesi ülke tarihinin demokratik usullerle yaptığı ilk seçimde 27 yıllık tek parti diktasını yıkarak iktidara gelen Demokrat Parti 10 senelik sürenin sonunda yine bir Mayıs günü darbeyle yıkılırken bahsi geçen sol yazarlar büyük bir coşkuyla yeni dönemi karşılıyordu. Yeni dönemin basındaki en büyük destekçilerinden biri de bugünlerde FETÖ soruşturması kapsamında gözaltına alınan Ahmet Altan-Mehmet Altan ikilisinin yaklaşık bir sene önce hayatını kaybettiğinde adına demokrasi ağıtları ya-
kılacak babaları Çetin Altan’dan başkası değildi. Çetin Altan darbe sabahı Milliyet’te çıkan yazısında Ordu’yu bir kurtarıcı olarak kucaklıyordu; “Çürümüş, süfli politika tertiplerinin şahsi ihtiraslarla Türkiye’yi en tehlikeli badirelerle, kardeş kavgalarına sürüklemek üzere olduğu bir sırada, Türk silahlı kuvvetlerinin medeni bir şekilde devlet idaresine el koymaları ve memleketi karanlık bir akıbetten kurtarmaları, tarihimizin büyüklüğüne yakışan mutlu bir hareket olarak, milletimize hür ve insan haklarına uygun yeni ufuklar açmaktadır... Yaşasın Türk milleti, yaşasın Türk Ordusu..”1 Aynı Çetin Altan, darbe günü çöp arabasıyla götürüldüğü Harbiye’nin 3. katından atlayıp intihar ettiği söylenen ancak ölümünün ardındaki sır perdesinin hiçbir zaman aralanmadığı dönemin DP İç İşleri Namık Gedik’le ilgili şunları söyleyecekti; “Vesikaların açıklanacağını öğrenir öğrenmez Namık Gedik’in üçüncü kattan beyin üstü kendini aşağı atmasını şimdi anlıyorsunuz değil mi? Daha iki hafta önce bir Jüpiter edasıyla dolaşıyor, karakolların bodrum katlarında hürriyet isteyen gençlere gerile gerile tokat şaklatıyordu. Ahlaksızlığın Olemp’inden, önce dip üstü çöp arabasına, sonra da beyin üstü kaldırım taşlarına indi...”2 Sonraları 1961 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi Milletvekili olarak Meclis’e girecek Çetin Altan muhabir olarak izlemeye gittiği karar duruşmasında verilen idam cezalarını bir gün sonraki köşesinde şöyle yorumlayacaktı; “Trampetler vuruyor, kornetler ötüyor, fanfarlar uğulduyordu. Ve kâtip okuyordu. Film artık bitiyordu. Evet film bitti...”3 Türk Solunun bir diğer önemli aydını Aziz Nesin de yakın arkadaşı Çetin Altan’dan geri kalmayarak 28 Mayıs sabahı yazdığı yazıyla darbecilere methiyeler düzecekti; “Kara cüppeli” diye aşağılanan, saygıdeğer hocalarım, yurdumun çile çekmiş aydınları, bilginleri, sayın profesörlerim! En kara günlerde alınlarınızda parlayan ışıklar, tükettiğiniz soluk boşa gitmedi. O ışıklardan, o dertlerden, yiğit Türk ordusu, Türk ulusuna, işte bu nurlu günü yarattı. Sağ ol generalim, sağ ol albayım, yarbayım, binbaşım, yüzbaşım! Sağ olun yiğit komutanlarım! Varolsun Türk ordusu..’’4 Daha sonra Milliyet Genel Yayın Yönetmenliği yaparken Mehmet Ali Ağca tarafından işlenen suikast sonucunda hayatını kaybedecek olan Abdi
İpekçi de 27 Mayıs sabahı darbeyi Milliyet’teki köşesinden şöyle karşılayacaktı; ‘’Örfî idare Kumandanlığı’na bir gece yarısı ifade vermek üzere götürüldüğümüz zaman bizi kucaklayıp bağırlarına basan subaylarımız, “On beş gün daha dişinizi sıkın” demişlerdi. Gazetemiz kapatıldığı gün aynı şeyi tekrarlamışlardı: “On beş gün daha sabredin.” Sabrettik, şimdi sevinçten ağlıyoruz’’5 Türk Solu 27 Mayıs’ı sevinçle karşılamasının mükafatını bir şekilde alacaktı. Yeni yapılan Anayasayla birlikte dergiler, sendikalar, öğrenci kulüpleri ve sol partiler kurulmaya başlayacaktı. Bunlardan Türkiye İşçi Partisi darbe sonrası yapılacak ilk seçimlerde dönemin seçim sisteminin verdiği avantajla birlikte Meclis’e aralarında Mihri Belli, Mehmet Ali Aybar ve Çetin Altan gibi ünlü isimlerin de olduğu 15 milletvekili sokacaktı. Bu sosyalist bir partinin Türkiye Büyük Millet Meclisine ilk ve son girişi olacaktı. (Tabi daha sonra kendisini ortanın solu olarak tanımlayan, bugünlerde İşçi Partisi çizgisinde hareket eden CHP ve terör örgütü PKK’nın siyasal uzantısı HDP’yi saymazsak) 27 Mayıs sonrası kendilerine açılan alanı iyi değerlendiren Türk Solu seçimlerin yapılmasıyla Demokrat Parti’nin devamı niteliğindeki partilerin Meclisteki çoğunluğu ele geçirmesinden rahatsız olmuştu. Onlara göre 27 Mayıs Atatürk devrimlerini tamamlayıcı bir devrim olacakken, tekrar demokrasinin getirilmesiyle gericiler iktidarı bir şekilde yine ele geçirmeye yaklaşmıştı. Yarım kalan Atatürk devrimlerinin tamamlanması için yeni bir ihtilal fikri tam da bu dönemde gelişti. O günlerde Doğan Avcıoğlu ve İlhan Selçuk’un etrafında toplanan Türk Solu’nun önemli isimle-
Ekim’16 • 41
Gündem ri ‘’YÖN Dergisini’’ çıkarmaya başlamış ve yeni bir ihtilal fikrini buradan yaymayı amaçlamıştır. Dergide çıkan yazılarda Atatürk devrimlerinin tamamlanması noktasında yeni bir ihtilalin gerekliliğine vurgu yapılırken, Atatürk devrimlerini tamamlayabilecek tek unsur olarak Ordu gösterilmektedir. 27 Mayıs’ın gerici iktidarı yıktığını ancak ideolojik bir altyapısı olmadığı için bir devrime dönüşemediğinden yakınan Avcıoğlu ve etrafında şekillenen Türk Solunun hayalindeki devrim düzeni, sınırları oldukça zorlayacak cinstendir. YÖN hareketine bağlı sol yazarlar yapılacak yeni ihtilalde demokrasinin tamamen rafa kaldırılması, tüm siyasi partilerin temelli kapatılması ve ülkede sadece bir ‘’Devrim Partisi’’ olmasını öngörmektedir. Kurulacak bir devrim hükümetiyle Atatürk devrimlerinin hızlı ve kesintisiz bir şekilde devam etmesini öneren Avcıoğlu ekibinin düşüncesi Türkiye için Baas tipi bir modeli öngörüyordu. Bu amaçla hareket eden Doğan Avcıoğlu ve arkadaşları kendilerine Ordu içinde destek bulmakta zorlanmadı. Buldukları destek 27 Mayıs’tan istediklerini elde edemeyen Ordu’nun genç subayları ve onların desteklediği Harbiye Komutanı Albay Talat Aydemir’di... Albay Talat Aydemir Ordu içinde dönemin en kudretli komutanlarındandı. Kendisi YÖN hareketindeki aydınlar gibi 27 Mayıs’ın amacına ulaşmadığını ve yeni bir tamamlayıcı hareketin gerekliliğini her ortamda dile getirerek, müdahale isteyen genç subayların desteğini almıştı. 22 Şubat günü öncülük ettiği kalkışmayla birlikte İnönü’nün Başbakanlığını yaptığı CHP-AP hükümetini devirmeye çok yaklaşmış ancak kan dökmekten çekindiği için İnönü’yle yaptığı pazarlıklar sonucunda hiçbir ceza almamaları şartıyla kalkışmaya son vermişti. İnönü; Aydemir ve arkadaşları hakkında cezai tahkikatın yapılmayacağına 42 • Ekim’16
Gündem söz vermiş ancak 22 Şubat kalkışmasında dahli olan tüm isimleri Ordu’dan atacak, 22 Şubatçıların Ordu’dan atılması Aydemir ve taraftarlarının ilk hareketin üzerinden 1.5 yıl geçmeden yeni bir harekete girişmelerinin önünü alamayacaktı... 21 Mayıs 1963 günü Harbiye’nin desteğiyle harekete geçen Aydemir, radyoevinin 4 kez el değiştirdiği gecenin sonunda mağlup olacak ve mağlubiyetinin bedelini idam sehpasında ödeyecekti. Talat Aydemir idam sehpasına giderken ona destek olan işadamları, gazeteciler, siyasetçilerse ortalıkta yoktu. Talat Aydemir’in 21 Mayıs’ta böyle fütursuzca bir harekata girişmesinin ardında; 22 Şubat sonrası kendisi için ‘’ikinci Atatürk’’ diyecek Türk Solu yazarlarının verdiği cesaretin payı büyüktü. Ancak Talat Aydemir başarısız olduğu darbe girişiminin ardından ipe tek başına gidecek, onu bu yolda cesaretlendiren aydınlar hayatlarına kaldığı yerden devam edecekti. 22 Şubat ve 21 Mayıs hareketinin fikir babası olan YÖN Dergisi o dönemde kapatılacak, dergideki isimlerse ceza almadan işin içinden sıyrılabilecekti. Aydemir’i ölüme giderken yalnızlığa terk eden Türk Solu birkaç sene sonra Ordu’daki cunta faaliyetlerine kaldığı yerden devam edecekti. Ancak bir sonraki cunta faaliyetlerinin faturası çok daha ağır olacaktı. Sol hareketlerin dünyayı kasıp kavurduğu 1968 yılına gelindiğinde Türkiye’deki Sol da sokağa, üniversitelere ve gençliğe belli bir noktada hakim pozisyona gelmiştir. Çıkardıkları dergiler ve kitaplar vasıtasıyla üniversitelerden içeri giren Sol hareketler, buralarda hakimiyeti ele geçirmiş ve belli başlı üniversitelerde kurtarılmış bölgeler oluşturmuştur. Üniversitelerde işgal hareketleri başlarken, bu hareketlerde yeni yeni öğrenci liderleri ortaya çıkacaktır. Sonraları Türk Soluyla özdeşleşecek Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya gibi isimler
de bu dönemde sol öğrenci gruplarına liderlik etmektedir. Üniversite ve sokağa hakim olan Sol’un Ordu içinde cunta hareketlerine tesir etmesi de pek gecikmeyecektir. Talat Aydemir girişimlerinden sonra kapatılan Avcıoğlu’nun YÖN dergisi yerini Devrim dergisine bırakmış ve dergi kısa sürede genç subayların el kitapçığı haline gelmiştir. Devrim dergisi etrafında toplanan cunta hareketinin başında 27 Mayıs darbesinin planlayıcılarından daimi senatör Cemal Madanoğlu vardır. Cuntanın siyasi kanadında senatörlerden milletvekillerine önemli isimler varken, basın ayağında Devrim dergisi yazarları Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, Hasan Cemal, Uluç Gürkan gibi isimlerle birlikte sonraları CHP genel başkanlığı da yapacak Altan Öymen vardır. Hatta Öymen’in ismi devrim sonrası kurulacak hükümet listesinde de bulunmaktadır... Cuntanın Silahlı Kuvvetler ayağındaki en önemli isimlerse Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur’dur. 1969’da başlayan cunta hareketinin beyniyse, iki senelik süreçte cuntadaki isimlerin kilit noktalara tayinini sağlayan Genelkurmay Personel Daire Başkanı Tümgeneral Celil Gürkan’dır. Daha sonraları Madanoğlu Cuntası olarak anılacak 9 Martçılar kafa yapısı itibariyle Baas modeli bir sosyalist yönetimi ülke için öngörmekte ve bu doğrultuda hazırlıklarını yapmaktadır. Cuntanın toplantılarının da yapıldığı Devrim dergisine Deniz Gezmiş gibi öğrenci hareketi liderleri gelmekte, sık sık yaklaşan hareketle ilgili bilgi almaktadır. İstanbul ve Ankara ekibi olarak ikiye ayrılan cunta; hava, kara ve deniz kuvvetleri içinde her geçen gün güçlenmekteyken cuntanın içine giren genç bir akademisyen hem 9 Mart’ın hem ülkenin kaderinin değişmesine sebep olacaktır. Bu genç akademisyen o günlerde Milli İstihbarat Teşkilatı için çalışan Mahir Kaynak’tan başkası değildir. Mahir Kaynak vasıtasıyla cuntadan haberdar olan dönemin MİT Müsteşarı Fuat Doğu bu bilgileri Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a iletmiştir. Cuntanın Ordu içindeki gücünden çekinen Memduh Tağmaç hareketin önüne geçmek istese de yaklaşan fırtınanın gücü kendisini korkutmaktadır.
Memduh Tağmaç’ın bu süreçteki en büyük destekçisiyse I. Ordu Komutanı Faik Türün’dür. Faik Türün Ordu’da yaşanacak bir sol darbenin karşısında olacağını ve gerekirse kan dökmekten çekinmeyeceğini cuntanın en tepesindeki Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler’e iletmiştir. Zaten darbe sonrası sol subaylar tarafından bir şekilde saf dışı bırakılacağı korkusuyla yaşayan Faruk Gürler, Faik Türün ve Memduh Tağmaç’ın darbe karşıtı tutumundan sonra darbe için planlanan tarih olan 9 Mart 1971 günü düğmeye basmaktan vazgeçer. 9 Mart günü darbe için toplanan cuntadan erteleme kararı çıktıktan bir gün sonra Genelkurmayda toplanan generaller durumu değerlendirmeye almış ve Ordu’nun yönetime el koyma fikrine karşı, hükümete bir muhtıra verilmesi konusunda anlaşmıştır. Tabi bu anlaşmada toplantı sırasında Faik Türün’ün kardeşi Ankara Merkez Komutanı Tümgeneral Tevfik Türün’ün karargahı sarıp, gerekirse komutanları buradan çıkarmayacak olması tehdidinin payı büyüktür. Ordu’da emir komuta zinciri dışında yapılacak bir hareketin kansız başarıya ulaşamayacağını anlayan Faruk Gürler’in geri adım atması sonrası Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur da emir komuta zincirinde verilecek bir muhtıraya razı olur. Darbeci generaller daha sonrası için pazarlık yapacak, cuntadaki bütün solcu komutanlar ve subayların yargılanmasını, kendilerine dokunulmaması kaydıyla kabul edecektir. Tarihler 12 Mart’ı gösterdiğinde Türk Silahlı Kuvvetleri tarihe ‘’darbeli muhtıra’’ olarak geçecek 12 Mart Muhtırasını verecek, bunun sonucunda Demirel’in 6 yıllık tek başına iktidarını devirecekti. İçeride komutanların kendi içinde yaptıkları pazarlıklardan bihaber olan cuntanın diğer kanatları (basın, öğrenci grupları, sendikalar) muhtıranın altında Faruk Gürler ve Muhsin Batur ismini gördüğünde sevince boğulacak ve muhtıraya övgü üstüne övgü düzecekti. Çetin Altan’dan İlhan Selçuk’a kadar birçok sol yazarın coşkuyla karşılayacağı muhtıraya, Ertuğrul Kürkçü’nün başkanı olduğu Dev-genç bir bildiri yayınlayarak bağlı olduklarını bildirecekti. Devgenç’in bildirisi sonrası diğer sendika ve öğrenci grupları da muhtırayı göklere çıkaran bildirilere imza attı. Ekim’16 • 43
Gündem 27 Mayıs sonrası yapılan darbeye methiyeler düzen Çetin Altan muhtıra sonrası Başbakan Süleyman Demirel’in istifasını ‘’Güme gitti şahmerdan’’ diye yorumlarken, şöyle diyecekti; ‘’Aklıma Demirel’in daha işe başlarken savurduğu, orduya karşı iki yüz bin kişiyi silahlandırma kuru sıkısı geliyor. O zaman tanıdıklara: “Sonunda asarlar bu komisyoncuyu” demiştim. Asılmaktan beter şekilde gitti. Bir başbakan gibi değil, bir başbakan gölgesi gibi de değil, ayak sesi duymuş bir kalpazan çırağı gibi gitti.’’6 9 Mart cuntasında Doğan Avcıoğlu’yla birlikte en önemli isimlerden olan İlhan Selçuk da muhtırayı sol devrimci bir hareket olarak yorumlamış; sendikaları, öğrenci gruplarını ve partileri bu muhtıranın yanında yer alarak milli bir görevi icra etmeleri noktasında uyarmıştır; 12 Mart bildirisi devrimci çizgide olumlu bir adımdır. Atatürkçülük ve 27 Mayıs doğrultusunda Türk ordusunun devrimci geleneğine ve yapısına uygun bir tarihi belgedir. fiu andan başlıyarak, orduya karşı husumet yaratmak isteyen bütün tutucu ve gerici yuvalarına karşı Atatürkçü öğretmenlerin, gençliğin, aydınların, halkın ilerici güçlerinin, devrimci sendikaların, derneklerin elbirliği etmesi; ordunun devrimci tutumu yanında yerini alması, bir milli görevdir. Cici demokrasinin cılkı çıkmıştır.7 Türk Solu’nun muhtırayla birlikte başlayan coşkusu çok uzun sürmeyecekti. Muhtıranın devrimci sol bir hareket olmadığının farkına varmaları Celil Gürkan ve ordudaki diğer solcu komutan ve subayların emekliye sevk edilmesiyle olacaktı. Ne olup bittiğini anlayamadan ilan edilen sıkı yönetimle birlikte Silahlı Kuvvetler sol öğrenci gruplarının üzerinden adeta biçerdöver gibi geçecekti. Daha önce Ordu’daki subaylar vasıtasıyla rahat hareket eden Gezmiş, Çayan ve arkadaşları bir şekilde yakalanıp öldürüldü. 9 Mart cuntasının içindeki generaller, subaylar, gazeteciler, siyasetçiler Ziverbey köşkünde bizzat Faik Türün tarafından sorgu altına alınacak, bir süre sonra mahkeme karşısına çıkacaktı. Ziverbey Köşkünde sorguya alınanların içinde Tümgeneral Celil Gürkan dahi vardı. Türk Solu davullarla zurnalarla karşıladığı muhtıranın faturasını çok ağır ödeyecekti. Darbeyle iktidarı ele geçirip, devrim mahkemeleri kurma hayalleri olan 9 Martçılar Ziverbey’deki işkenceli sorgudan sonra mahkemede yargıla44 • Ekim’16
Gezi nacaktı. Yargılama sonunda mahkeme cuntaya sızan Mahir Kaynak’ın akli dengesinin yerinde olmadığı ve çelişkili ifadeler kullandığını söyleyerek Cemal Madanoğlu, Celil Gürkan, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk gibi isimleri darbecilikten akladı. Suçlu, yıllar önce bir darbeyi ihbar ettiği için darbeciler yerine ceza alan Samet Kuşçu gibi bu sefer de Mahir Kaynak olmuştu. Aslında bu bir pazarlığın sonucuydu. Cuntanın ucunun Faruk Gürler ve Muhsin Batur’a uzanmasından çekinen Silahlı Kuvvetler yargılamanın bir an önce beraatle sonuçlanmasını istiyordu. Zaten sol darbe tehlikesi kaybolmuş ve Ordu solculardan temizlenmişti. Geriye kalan faturayı ödemekse Mahir Kaynak’a kalmıştı... Türk Solu’nun 27 Mayıs ve 12 Mart’a kadar geçen 11 senelik süre zarfındaki parlak darbe kariyeri bundan ibaret. Sık sık iktidarı darbeyle ele geçirme planları kuran bu güruh 12 Mart sonrası Ordu’daki silahlı gücünü kaybettikten sonra tamamen marjinalize olacak, sokaklarda terör estirerek ülkede devrim yapma hayallerinden hiçbir zaman vazgeçmeyecekti. 12 Eylül darbesi sonrası ülkede tüm siyasi gruplar bedel öderken de öncesinde hiçbir suçları yokmuş gibi mazlum edebiyatı yapmaktan geri durmayacaktı. Kendi eşkiyalarından özgürlük savaşçısı kahramanlar çıkartmak onlar için çok basit bir işti. Ellerindeki sanat, edebiyat, sinema dünyasını bunun için kullanırken 12 Mart ve 12 Eylül’ün öncesinde giriştikleri kirli ortaklıklardan bahsetmek yerine sonrasında çektikleri sıkıntıları dile getirmek onlar için en kolay ve kullanışlı olanıydı. Dönüp geçmişlerine baktığımızda karanlıktan başka bir şey bulamayacağımız bir hareketin, bugüne geldiğimizde ‘’darbelerden en çok biz çektik’’ duyarı kasması mide bulandırıcı. Anlattıkları darbe hikayeleriyse hep eksik, hep tek taraflı. Başarısız bir darbe teşebbüsü sonrası ‘’ne darbe ne faşizm’’ diyerek orta yolculuğu oynayan Türk Solu için, darbe başarılı olsaydı nasıl tavır alacaklardı diye çok düşünmeye gerek yok. Parlak tarihleri bu cevabı bizlere fazlasıyla veriyor.
Bosna Sen Benim Annemsin Dücane DEMİRTAŞ
S
araybosna için balkanların Kudüs’ü derler. Etnik olarak benzer kökene sahip fakat dini ve mezhebi tercihlerinden dolayı kendilerini Sırp, Hırvat ya da Boşnak olarak tanımlayan, birinin diğerine üstünlüğü zulüm ve baskı demek olan bir coğrafya. Saraybosna’ya vardığımızda şahit olduğumuz ilk şey yakın bir dönemde yaşanmış işte bu zulmün izleriydi. Havaalanından şehir merkezine giderken kaybolmamızın belki de en ilginç yanı neredeyse şehirde bombalanmamış veya kurşunlanmamış ev görememek olmuştur. Restorasyon için yeterli maddi destekten mi yoksunlar yoksa bilinçli olarak savaşın ne tür facialara sebep olduğunu yeni nesle miras mı bırakmak istiyorlar bilmiyorum, ama
gördüğüm tek bir şey vardı o da adaletsiz bir anlaşmayla bitirilmiş bir savaşın korlarının binalarda izleri olduğu kadar insanların zihninde de her an canlanmayı bekleyen yanları var. Aliya’yı Dayton’daki masaya oturmak için NATO desteğinin tümüyle çekmek ve Sırplara karşı tüm bir Bosna’yı soykırımın kucağına itmekle tehdit etmişlerdi. O da bu anı “kendimi çarmıha gerilmiş gibi hissettim, zira eve ‘savaşa devam ediyoruz’ cümlesiyle dönemezdim” diye tarif edecekti. Korkunç bir duygu, hele Bosna ile ilgili dinlediğimiz onca vahşi hikâyenin şahidi olmuş bir nesilden bahsediyoruz. Yani, çocuklarınızın beraber oynadığı yanı başınızdaki Sırp komşunuz yirmi yıl önce bir gün sizin evi ateşe vermiş, ailenize silah
Dipnotlar 1 Çetin Altan/Milliyet/27 Mayıs 1960 2 Çetin Altan/Milliyet/31 Mayıs 1960 3 Çetin Altan/Milliyet/14 Haziran 1961 4 Aziz Nesin / Akşam / 28 Mayıs 1960 5 Abdi İpekçi/Milliyet/27 Mayıs 1960
Ekim’16 • 45
Gezi
doğrultmuş, eşinizin, kızınızın namusa dokunmuş ve siz hala onunla beraber yaşamak zorundasınız. Caddede sokakta markette çocuklarınızın akrabalarınızın katillerini görerek yaşamaya mahkûm edileceğiniz bir barış anlaşmasına mecbur bırakılmışsınız. Gittiğimiz şehirlerde açık şekilde Sırp ve Hırvat saldırganlığının hor görücü şekilde kınandığı birçok mekân gördük. Örneğin, Saraybosna Kütüphanesi içindeki 2 milyon kitapla beraber Sırplar tarafından yakılmıştı. Bu kütüphanenin girişinde bir tabelaya yazılmış ve sonu şöyle bitirilmişti: “Unutma ve hatırlat!” Bosna’ya dair çanak çömlek kısmına geçmeden önce “Doğu ve Batı arasında İslam” kitabının ilham kaynağının ne olduğu konusunda kafamdaki sis bulutu dağılmış oldu. Bosna’nın üzerinden komünist bir silindir geçmiş dahası “şundanım” ya da “bundanım”
46 • Ekim’16
Gezi
diyemeyecekleri bir siyasi çıkmazın içinde bulmuşlar Boşnaklar kendilerini. O zaman Aliya’nın kitabında da kesin hatlarla ayırdığı iki çizginin yanında, ya da ortasında daha doğru bir tabir olur, bir üçüncü yol aramışlar. Bu alternatif İslam olmuş ve kısa bir zaman içerisinde kendisinde siyasi bir karşılık bulmuş. Ne ilginç değil mi, toplumlarının kaderleri hakkında söz söyleme hakkını elde etmek isteyen her dini anlayış hemen kendine siyasal bir karşılık buluyor. Doğu ve batı arasında İslam tüm Boşnaklar için tam manasıyla komünist ya da faşist olmak yerine Müslüman olmanın ismi olmuş. Aliya’nın mezarında, bana bütün bu duyguları kitabını okuturken yaşattığı anları düşünür ve ruhuna fatiha okurken arkamdan bir polis gelerek ipi atlayıp mezara yaklaştığım için pasaportuma kısa süreliğine el koyacak ve CIA Balkan şefi eda-
sında “if there is a problem, you can’t leave this country!” diye bağıracaktı. Tekrar konuya Aliya için İslam’ın 3.yol diye tanımlanması metaforuna dönersek, bu kesin hatlarla çizilmiş alternatif yolun Boşnakların hayatta kalabilmesi için yegâne seçenek olduğunu fark ettim ve bu yanlışları ve doğrularıyla Komünist rejime verilen en anlamlı İslami tepkiydi. Boşnaklar dini tam da amacına matuf şekilde görüyorlardı, yani İslam onların bu topraklarda Hırvat ya da Sırp olmadan var olabilmelerinin tek yoluydu. Şehrin merkezi Başçarşı tamamen Osmanlı mirasıydı, tıpkı şehrin her yerine yayılmış çeşmeler, camiler ve mezar taşları gibi. Özellikle burada Boşnakların Osmanlı mezar taşı geleneğini sürdürdüklerini söylemekte yarar var. Gazi Hüsrev camiinin etrafında kurulmuş bir iki katlı ahşaptan dükkanların içinde kaybolacağınız bir mekan Başçarşı, şu meşhur sebilin olduğu yer. Çok rahat Türkçe konuşabileceğiniz ya gönül diliyle anlaşabileceğiniz insanları bulacaksınız. Bunu söylerken romantizme bulaşmıyorum. Ilıdza (Bizdeki karşılığı Ilıca)’ya vardığımızda sokakta otobüs bekleyen bir fesli amcayla soh-
bet etmiştik. İstanbul, Erdoğan ve Müslüman kelimelerinden başka hiçbir ortak kelimemiz yoktu. Emekli maaşının içinde olduğu hani şu dedelerimizin eskiden ön cebinde olan küçük defteri göğsünden çıkardı ve bize durmadan heyecanla anlatmaya başladı, bizi bir an olsun dinlemedi, öylesine heyecanlıydı ki. Sonra cadde de elinde poşetle tökezleyerek giden hani şu hep beyaz örtülerinden bildiğimiz bir Boşnak nineye dönüp selam verdim. Yüzündeki mutluluk ve heyecan bin yıllık bir konuşmaya bedel gibiydi, tıpkı Mostar’da yıkık dökük eski bir ara sokak Osmanlı camisinde yatsı namazını kıldıktan sonra yedi sekiz kişilik erkek cemaatin arkasında namaz kılan yine bir Boşnak teyzenin elini öpüp alnıma koyduğumda hissettiğim gibi, sanki bin yıldır o camide bizi kapıdan çıkarken kendisine “Allahemanet” dememizi beklemiş gibiydi. Elini öpüp alnıma koyduğumda yüzünde açan güller hiçbir şeye değiştirilemeyecek kadar saf ve arı bir huzuru barındırıyordu. Bunlar kesinlikle romantizm değildir, aksine bu sadece bir heyecandır, evladını kaybetmiş bir annenin ve annesini kaybetmiş bir evladın kavuşma heyecanı.
Ekim’16 • 47
Tarih
Tarih
ALGILAR ARASINDA
BAYRAK
Bir Miras ve Bir Değer Olarak Türk Bayrağı… Ali Tarık PARLAKIŞIK
N
ormal şartlarda, bayrak gibi, hususiyetleri kendi mana düzleminde hissettiren ve aşikar hale getiren fenomenler üzerine uzun analizler vücuda getirmeye gerek yoktur. Zira normal şartlar, ortalama bir seviye ve düzleme maliktir; esasında var olan şeylerdir ki, dolayısıyla var olan şeylerin her biri bir ‘şey’ olduğundan ötürü yoğun bir tafsilat veya analiz çoğu zaman vakit kaybına dahil-
48 • Ekim’16
dir. Zira var olan andaki ilişki biçimleri için ifade belirtilmese de çoğunlukla bu durumdan bir kayıp hissedilmez. Bu durumu belirtmenin akabinde diyebiliriz ki… Bir bayrak için, bir bayrağa yönelik olarak mana, din, ideoloji, ifade, olgu, his, tat, tarih, toplum, dil, vatan, ülke, devlet ve daha birçok cepheden dolayı saygı duyulabilir, benimsenebilir, sevgi hissedip heye-
canlanabilir veya saygı da duyulmayabilir, benimsenmeyip sevilmeyebilir de, sevgi hissedilmeyip heyecan dahi uyandırmayabilir. Bunlar olağan durumlardır. Lakin bu mesele, haddinden fazla uzatılmayı gerektirecek bir mesele değildir, uzun süre üzerinde durulacak bir mesele değildir. An içindeki fikri yeterlilik yok ise gündem boşluğunu doldurmak için mesele haline getirilen meseleler umumi düzlemde ne mevcut meseleyi gündem haline getirenlere ne de muhite bir kazanım verebilir ve buradan entelektüel bir haz elde edilemez. Zira kafi derecede bir fikri varlık olduğu takdirde ne entelektüel/fikri harpta silahsız kalınır ne de gündelik geçici bir değer ifade etmeyen gündemler mevcut olur. Mevcut fikri yetersizlik ise hususiyetle fikir meraklısı gençleri, kalabalıklar içinde yalnız bırakan bir unsurdan öteye gitmez. Fikri yetersizlik aynı şekilde günden güne söylem değişikliğine yol açıyor ve bunun misallerine şahit olmak da zor değildir. Bu dururumun misallerine birazdan değineceğiz. Ama burada hususi olarak değinmek istediğimiz nokta şudur; fikri ağırlığı olmayan insanlar, olgun ve dirayetli fikirleri konuşmak yerine, bayrağın hükmü gibi oldukça ilginç ve enteresan yorumlara/meselelere gündemlerinde yer verebilirler. Dedik ya; bunun sebebi fikrin olmayışı… Medeniyet ve toprağı ile gurur duyan, dahası medeniyet ve toprağından dolayı cinnet hali yaşamayan bir İslami dile ise (belki) her zamankinden daha çok ihtiyaç olduğu aşikardır. Zira İslamcı mücadele için Anadolu mekanının var olan birikimi, İslamcılar için hala ahengine tam manasıyla varılamamış bir mekandır. Normal şartlarda bayrak üzerine bir metin kaleme alma ihtiyacımız yoktur. Ama Genç Öncüler’in bu sahifelerinde bayrağa yer açma ihtiyacı hasıl olmuştur. Neden?
Türkiye’de ki fikri-siyasi hava ile ilgili olarak hem bazı hatırlatmaları yapmak adına hem işaretlenmesi gerekenleri işaretleme adına ve hem de eleştirilerimizi dile getirme adına… Bu minval üzere devam edelim… Toplumlar tarihsel terettübün, içtimai hamlelerin yatağıdır. Toplum mensuplarını bir arada tutan değerler, remizler toplumun harcı mesabesindedirler. Tarihin terettübünde, ilerleyişinde tekevvün eden ilkesel birlik ve bütünlük ‘toplum’u zuhur ettiren en temel olgulardır. Ve toplumların gelenek, kültür, anane ilh. ile belli bir disiplin çerçevesinde bütünleşip, getirdiği bazı semboller, remizler vardır. İşaretlemeye cehd ettiğimiz mühim nokta; toplumu, toplum yapan ilkeler ve görünür düzlemde var olan sembol ve remizlerdir. Türk bayrağı; Anadolu Coğrafyasının Müslüman halkı tarafından kabul görmüş, üzerinde mutabakata varılmış, üzerine mana yüklenilmiş bir olgudur, bir remizdir. Ve diğer taraftan, bayrağın üzerinde ki “hilal” ve “yıldız” ifade ettiği mana ve Müslüman kültürde işgal ettiği alan itibariyle de; iyi, güzel, doğrudur. Mücerret manada siyasi değişimin veya içtimai değişim ve(ya) baskının neticesinde, bayrağın üzerinde değişikliğin yapılması gibi durumlarda bayrak, üzerinde değişiklik yapılabilir (veya yapılmayabilir.) Mühim olan bayrak ile ilgili ‘öteleyici’ veya ‘kutsallaştırıcı’ bir nazarın, fikrin kendiliğinden var olan handikaplarıdır. Bayrak ile ilgili ‘öteleyici’ nazarın ciddi bir fikri alt yapısı yoktur. Zira bu nazarın her şeyden önce var olanlar hakkında bir bilgisi ve var olanları konumlandırabilme becerisi yoktur ve de yorumlama kabiliyetinden yoksun dur. Bir cinnet halinden öteye gitmeyen patolojik bir haldir… Küçük bir misalle devam edelim… 2010 yılında, abluka altındaki Gazze’ye doğru yola çıkan Mavi Marmara Gemisi’ne Ekim’16 • 49
Tarih yapılan saldırıların akabinde İstanbul’daki gösteri ve cenaze namazlarındaki gözlemlerini ifade eden “mahalle”den bir yazar, “mahalle”nin bir dergisinde yayınlanan yazısının bir bölümünde şöyle yazıyor: “Tevhidi kesimden kopup milli sembollere sığınanlara ve bu sığınmacılığı yılışıklığa kadar vardıranlar için iyi bir örnek olur mu bilmiyoruz ama 2 Haziran Çarşamba gecesi Gazze Filosu şehitlerini ve gazilerini Yeşilköy Havaalanı’nda karşılarken izlediğimiz bir enstantaneyi aktarmak isteriz. İki tane çok büyük bayrak. Birisi Filistin öteki Türk Bayrağı… Çevresindeki insanlar bayrağı kenarlarından geriyorlar ve sloganlarla sallıyorlar. Tam bu sırada akşam ezanı okunmaya başlıyor. Sloganlar susuyor. O an namaz vakti. Filistin bayrağını sallayanlar onu yere bırakıyorlar ve üstüne çıkıp namazlarını kılıyorlar. Türk bayrağı da yere bırakılıyor. Etrafındakiler bir süre tartışıyor. Sonra bayrağı katlıyorlar ve başka yerlere namaz kılmaya gidiyorlar. İki bayrak arasındaki fark ne? Birisi Filistin toprağını, halkını ve direnişi temsil eden bir araç. Ve o toprağı temsil eden aracın üzerinde de namaz kılınabiliyor. Ama Türk bayrağı Türkiye’de bir araç değil. Şairin dediği gibi “onu selamlamadan uçan kuşun” bile yuvası bozulabilir bir kutsallık sembolü o. Kuddus olan Allah’a rağmen beşeri bir kutsal. Onu da ayetleri yerlerinden değiştirenler gibi “hilal ve Allah”, “yıldız ve Rasulullah” antolojileriyle türbeler gibi kutsallaştırmak isteyen muhafazakarlarımız var.” Aynı şahıs, yazısının başka bir bölümünde de şöyle yazıyor: “Gazze şehitlerini karşıladıktan sonra İslami duyarlılık sahipleri arasındaki bir de tevhidi bilinç eksikliğinden kaynaklanan başka zaaflar ortaya çıktı. “Devlet şehitliği” istemleri, İslam ve insanlık için sefere çıkan şehit kardeşlerimizin tabutlarını ‘milli ölüler’ gibi Türk bayrağına sarma atraksiyonları son derece üzücü eğilimlerdi; bilinçsizlik veya çözülmüşlük halleriydi. Şehitlerimizin morg, adli tıp ve cenaze 50 • Ekim’16
Tarih namazı süreçleri arasında yaşadığımız son derece üzücü olan bu tutum, resmi sisteme sığınmacılığın ve sağcı damarların hala aşılamadığının veya “milli dindarlar” tarafından kuşatılmışlıktan kurutulamadığımızın bir tezahürüydü. Allah’a hamd olsun ki İstanbul Beyazıt Meydanı’nda cenaze namazını kıldığımız Cevdet Kılıçlar kardeşimizin tabutuna bu lekeyi kondurtmadık. Hemen tabutunun arkasında yükselen pankartta belirtilenler istikametinde onu ebedi aleme yolcu etmeye çalıştık. O pankartta yazılı olan cümle, zaten Cevdet’in İslam’ı yaşama arzusunu ifade ediyordu: “Şehit Olarak Yaşadı, Şahit Olarak Rabbine Ulaştı!””1 Şimdi bu satırları kaleme alan şahıs ne dedi? Ne demek istedi ve ne yaptı? Bunlar manalı ifadeler mi? Yoksa cinnet halinde ki bir anomali durumunun kelimelere bürünüşü mü? Bir meseleye veya bir vakıa ile ilgili tespit edilen yanlış ifade veya hareketleri eleştiriye tabi tutmak ayrı bir şey yanlışı doğruyla karıştırıp, ilginç yorumlara istifra etmek ayrı bir şey. Bu satırlar; iki Müslüman halkın sembollerini, remizlerini karşı karşıya getirip, iki bayrağı adeta yarıştırıp, harp ettirmekten başka bir şey değil. VE dahası bu satırlar okuyucuya yeni, “orijinal” bir ufuk da sunmuyor. Aynı yazar 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ki süreçte Batman’da PKK ve darbeye karşı yapılan yürüyüşte Türk bayrağının göz dolduracak şekilde yer almasını da “Tekbirlerle yürüyen Batmanlılar bir ırkın bayrağını değil; Anasır-ı İslam’ın Türkiye bayrağını taşıyor…” diye yorumlamıştı. Değişen ne? Halk mı değişti, bayrak mı değişti, topraklar mı değişti? Nedir değişen? Zorlama yorumlar ile nereye kadar? “Türk bayrağı” demeyip “Türkiye bayrağı” deyince ırkçı, milli dindar, muhafazakar ilh. mı olmuyoruz? Değişen ne peki? Halk mı, bayrak mı, topraklar mı? Hayır hayır! Halk da, bayrak da, topraklar da değişmedi, bilakis din adına hastalıklı zihniyetin evrimi bu. Ay-yıldızlı al bayrak; Anadolu’nun Müslüman halkının elinde dün de vardı bugün de var.
Bir başka misal da verelim… Bir internet sitesine yöneltilen bir sual, aynı internet sitesinin “Soru-Fetva” bölümünün “Güncel Meseleler” alt başlığındaki bölümünde cevaplanıyor. Bahsi geçen sual şöyle: “Selamun aleykum hocam, ben grafik tasarımcısıyım. Baskı merkezinde çalışıyorum bazen Türk bayrağı baskıları ve tasarımları geliyor. Baskısında yada tasarımında faydam olması caiz midir?” Bu suale verilen cevabın içinde şu satırlar yer alıyor: “Ve aleykumusselam ve rahmetullah. Hamd Allah’a mahsustur. Türk bayrağı bugünkü haliyle küfre (laik cumhuriyete) alamet olan bir münkerdir. Dolayısıyla basılması veya taşınılması caiz değildir. Baskı veya tasarım yoluyla bu münkerin yayılmasına iştirak etmek de caiz değildir. Allah (celle celeleluhu) şöyle buyuruyor: “İyilik ve takva üzere birbirinizle yardımlaşın. Günah işlemek ve haddi aşmak üzerinde ise yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezası pek şiddetli olandır.” (el-Maide 2)”2 “Evlere şenlik” bu sual ve bu suale verilen cevap bayrağı, toprağı, vatanı, kültürü, ananeyi, geleneği, temsiliyet gücümüzü, kökleri bilmemekten başka bir şey değil. Evet; bir gaflet oldu kesin ama ihanete yol açan bir gaflet mi değil mi bir şey demeyelim oraya. Zira, Mekkeli müşrikler de Peygamberimiz’den önce Kabe’de tavaf ettikleri halde, Peygamberimiz’in de tebliğinde Hacc ibadeti yer alıyor. Müşrikler müşrikçe Kabeyi tavaf ediyorlardı, Peygamberimiz ve Müslümanlar da İslami bir şekilde Kabeyi tavaf ettiler/ediyorlar ve mühim olan da İslami olan müşrikçe olanı bertaraf etti. Nasıl bir müfsit mantıktır bu?! Çöl bedeviliği, bu ülke ile, bu ülke insanı ile tanışamamış bir zihniyet. Nerede, ne için, ne ile, ne şekilde, nereye doğru, nasıl yaptığımız mühim! Mücerret manada yabancılaşmak, topraksız kalmak, mezhebi beğenmemek ne berbat!
Müslüman halklar olarak siyasi hürriyetimizin elimizde olmadığı doğrudur. Allah’ın hükümlerinin yürürlükte olmadığı doğrudur. Buna rağmen İslami duyarlılığımızı her fırsatta bünyemizin elverdiği şekillerde aşikar ettiğimiz de doğrudur! Bunun en taze misalini 15 Temmuz Direnişi olarak zikredebiliriz. Ve siyasi hürriyeti ve bağımsızlığı mevcut olmayan Müslüman halk olarak ellerimizdeki bayraklar; bizler için hususi ve umumi tağutlara karşı birer hürriyet meşalesi ve remzidir… Bayrağı kimlerin, ne için nerede kullandığı bizler için mühim değildir. Bayrağın altında işlenen cürümlerden bayrak beridir. Zira tarihi bir gerçekliği olan ve sembol, remz haline gelen bir şeyden bahsediyoruz. Ulus devletin, Kemalist dogmanın cahili temelsiz, zeminsiz, paradigması ile ayyıldızlı al bayrağın temsiliyeti aynı bedende iki kalbin varlığı kadar gerçektir. 1920’lerin başında I. Meclis’te, söz saltanatın kaldırılmasına geldiğinde, bu bayrağın altında Ali Şükrü Bey, mecliste gerçek hedefin saltanat değil Hilafet olduğunu vurgulamıştır. Meclisin içinde Mustafa Kemal (ve İsmet İnönü’ye) muhalif ikinci zümrenin liderliğini yapan Ali Şükrü Bey şehadetine Ekim’16 • 51
Tarih
İslam Dünyası
kadar, ısrarlı bir şekilde Lozan’dan sonraki süreci ve de Hilafet’in durumunu dillendiriyordu. Esasında teşbih ve mübalağa ile diyebiliriz ki; Ali Şükrü Bey, meclisin duvarında asılı olan al bayrağın hakkını vermeyi cehd ediyordu… Yine Ali Şükrü Bey’in, Bursa’nın palikaryalar tarafından işgali meselesi mecliste görüşülürken tartışmanın mühim bir bölümünde Mustafa Kemal, Bursa Kumandanı Bekir Sami Bey’in ithamı ilgili olarak meclisteki müddei (iddiacı) ferdin, kendisine sormasını ister. Ali Şükrü Bey, burada atılarak “Müddei, tarih ve vatandır!” der… Öyle
Muhammed’den ayıran mantıklardan ve yorumlardan bayrak düşmanlığı gelmesi normaldir. Mesele sadece bayrak meselesi değil. Bi-
söyledi:
raklara karşı bilgisizlik, soğukluk ve belki de
“Bugün Yemen’de hiç beklemediğimiz bir mezhep çatışması var. Yirmi yıl evvel Irak’ı
nankörlük…
İran’a teslim eden Amerika, bugün aynı şeyi
Zira bilmek gerekiyor ki tarihi ve kül-
Suriye için de planlıyor. Dolayısıyla Suriye’de
türel manada ciddi bir değeri olan Anado-
Sünni halkın haklarını savunacak güçlü bir
lu ‘en kötü’ ihtimalle Hilafet misyonunun
oluşum için, küçük farklılıklarımızı bir kenara
mevcut olduğu son mekandır. Ve şu anda
bırakıp, büyük müştereklerde birleşmemiz
istediğimiz noktada olsak da olmasak da Müslümanlara nazarı hala, Hilafet merkezli bir nazardır. Vatan, bayrak gibi değerleri öteleyenler ve bu değerlerin ötelenmesine cehd edenler bizi daha değerli ‘mekan’lara, ‘meşrep’lere, ‘mezhep’lere
52 • Ekim’16
gelişmelerden ders çıkartılması gerektiğini
lakis yerli olan, ayaklarımızı bastığımız top-
ümmetinin cumhurunun Türkiyeli
ya; “Müddei, tarih ve vatandır!” Yapılan her şeye; içinde bulunduğumuz tarih ve İslam’ın vatanı şahittir! Mamafih, öncesinden başlayarak bugüne kadar nazar ettiğimizde ay-yıldızlı al bayrağın hep var olduğunu müşahede ediyoruz. Dolayısıyla… Kutsiyet atfedilmemesi gerektiği gibi, bir paçavra mesabesine de indirgememektir, bayrak için itidalli olan. Din telakkisi Suudi Arabistan’ın sabah akşam “akide” deyip deyip duran alimlerinden ve İran’ın mezhep ihracı ile meşgul mollalarından, “akıl” diye diye “akıl”dan sapan ilginç din yorumlarından, tekfirci algıdan, tedhişçi tavırlardan, “Ümmet” deyip
İslam Coğrafyasından Haberler
deyip adeta Anadolu’yu/Türkiye’yi Ümmet-i
sevk etmiyorlar. Bu nokta, mühimdir; zira, bu nokta tecrübe ile de sabittir. Mevcut bayrak dediğimiz ise mevcut rejim ve politikalardan beridir; zira, bu şahsi kanaat ve telakki ile ilgili bir durumdur. Mevcut seküler nizam ile bayrağın herhangi bir temsiliyet ilişkisi yoktur. Tarihin bir döneminde bu ülkede ki Müslümanlar bu bayrağı benimsemişler kendilerine sembol, remz yapmışlar... “Hilal” ve
gerek. Çünkü bu artık bir var oluş mücadeFeth El Şam Cephesi Lideri Colani: Suriye’deki Direniş Bir Varoluş Mücadelesidir
www.haksozhaber.net/okul/article_detail.php?id=6098 2 Bahsi geçen sual ve cevaba şuradan ulaşılabilir: http:// nakilkursusu.com/tr/sorucevap/595-turk-bayragi-asmak
“Kuşat, boşalt, Esed’e ver”
E
ski Birleşmiş Milletler Suriye Özel Temsilcisi El Ahdar El İbrahimi’nin adeta
Humus
kentini
direnişçilerden
boşaltıp,
kentin Esed’e teslim edilmesi için çalıştığını iddia eden Colani, BM’nin, aynı misyonu Deraya’dan sonra şimdi de Halep için yürüt-
“Amerika Suriye’yi İran’a bırakacak” 1 Bahsi geçen yazının tamamına şuradan ulaşılabilir: http://
lıyız.”
S
uriye’deki krizi çözmek için Rusya ve ABD’nin sunduğu ve Birleşmiş Milletler Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura’nın desteklediği görüşmeler sürerken Al Jazeera, eski adı Nusra Cephesi olan Feth El Şam Cephesi lideri Abu Muhammet Colani ile, Suriye’deki gizli karargâhında özel bir röportaj yaptı. Colani, Suriye’de verdikleri savaşın köy ve kentleri koruma amaçlı değil, bir varoluş mücadelesi olduğunu söyledi: “Bugün Suriyeli Sünniler bir ölüm-kalım mücadelesi içinde. Allah korusun, Suriye’de İran ve onun Şii projesi başarılı olursa, bu, bölgedeki diğer Sünnilerin de geleceğini etkileyecek.”
“Yıldız”ı benimsemişler… Eyvallah… Dipnotlar
lesi ve toplayabildiğimiz kadar güç toplama-
“Suriyeli silahlı muhaliflerin güçlerini birleştirmesi kadar, siyasi ve askeri iradenin güç birliği yapması da bu ölüm kalım savaşında büyük önem taşıyor” diyen Colani, bölgedeki
mekte olduğunu belirtti. Colani, Rusya-ABD anlaşması ile De Mistura ve Suriye rejim güçlerinin söylem ve eylemlerinde paralellik olduğunu savunarak şunları söyledi: Ekim’16 • 53
İslam Dünyası
İslam Dünyası
“Rusya ve Şii milisler destekli rejim güçlerinin Kastillo yolunu ele geçirecekleri belli olunca, geçtiğimiz Şubat ayında BM Suriye Özel Temsilcisi de Mistura, Cenevre’de yeni tur görüşmelerin başlayacağını duyurmuştu. Halep kuşatılınca muhalifler anlaşma şartlarını kabul eder diye bekliyorlardı. Ancak biz Ramusa yolundan kuşatmayı dört gün içinde deldik. Bunun üzerine görüşmeler ertelendi. Çünkü rejim yanlısı güçlerin üstünlüğü söz konusu değildi artık. Şimdi Halep yeniden kuşatılınca görüşmeler tekrar başladı. Rusya ve Amerika’nın başını çektiği ve BM Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura’nın da desteklediği yeni anlaşma tamamen güvenlikçi bir anlayışla hazırlanmış ve Esed yönetimi ile işbirliği niteliğindedir. Rejime karşı savaşan silahlı muhalifleri tasfiye etmeyi amaçlıyor.” Al Jazeera
suikast girişimi haberleri üzerine tartışmalı bir röportaj verdi. Carnegie Orta Doğu Merkezi’ne yaptığı açıklamada, Suriye’de Esed ile barış yapmaktansa intihar etmeyi tercih ederim” dedi. Al Jazeera
PYD Karargâhında ABD Bayrağı!
S Gazze Şeridi’nde 65 Bin Filistinli Hâlâ Evsiz
O
Dürzi Lider: “Esed’le Barıştansa İntihar Ederim Daha İyi”
L
übnan İlerici Sosyalist Partisi (PSP) Başkanı ve Dürzi topluluğun önde gelen isimlerinden Velid Canbolat, Beşşar Esed ile barış yapmaktansa intihar etmenin daha iyi olacağını söyledi. Dünya Bülteni’nde yer verilen habere göre Velid Canbolat ABD merkezli bir araştırma grubuna, Suriye rejiminin kendisine
54 • Ekim’16
CHA, Dünya Bankası ve Gazze Şeridi’ndeki yeniden imar faaliyetlerini denetleyen Shelter Cluster müessesesi tarafından yayınlanan raporda, Gazze Şeridi’nin yeniden imarı için belirlenen 3,5 milyar dolardan 1 milyar 596 milyonun harcandığı ifade edildi. Raporda, acil harcamalar için 612 milyon dolar ve UNRWA’nın bütçesine yardım için 251 milyon dolar tahsis edildiği bildirildi. Raporda ayrıca 89 milyon doların yakıta, 386 milyon doların altyapı projelerine, 253 milyon doların acil insani yardımlara, 299 milyon doların da hükümet bütçesini desteklemeye harcandığı belirtildi. OCHA’nın raporunda, savaş sırasında evleri yıkılan 100 bin Filistinliden 65 bininin hâlâ evlerinden uzakta yaşadıkları ve mali yetersizlik nedeniyle 2016’nın ikinci yarısında söz konusu Filistinlilerin yarısının gerekli maddi yardımı alamayacağı ifade edildi.
uriye’nin Rakka kentine bağlı Tel Abyad ilçesinde PKK’nın Suriye’deki uzantısı PYD’nin çok sayıda militanının bulunduğu binaya ABD bayrağı asıldı. PKK’nın Suriye’deki uzantısı PYD’nin kontrolünde bulunan Suriye’nin Rakka kentinde yer alan Tel Abyad ilçesinin Mumbatıh bölgesinde 3 noktaya asılan ABD bayrakları, Şanlıurfa’nın Akçakale ilçesinden de görülüyor. Suriye’de 2 Eylül’de Fırat Nehri’nin batısındaki Menbiç ilçesinde PYD’nin çok sayıda militanının bulunduğu Rafi köyünde çevreye ABD bayrakları asılmıştı. Bölgedeki yerel kaynaklar, PYD’li militanların ABD bayrağını “kalkan” olarak kullandığını belirtmişti. AA “İran Vatandaşlarını Hac Farizasını Yerine Getirmekten Alıkoyuyor”
Hac ibadetinin amacını aşan, hacıların güvenliğine zarar verecek eylemlerle mücadelelerinin kararlı ve net olacağını vurgulayan Prens Muhammed, “İran ya da başka bir tarafın, hac ibadetine gölge düşürmesine izin vermeyeceğiz.” dedi. Prens Muhammed, İran basınında yer verilen Suudi Arabistan’ın İranlıların hac ibadetine engel olduğu yönündeki haberleri yalanladı. Bazı İranlı yetkililerin açıklamaları ile söz konusu haberlerin güvenilir ve objektif olmadığını savunan Prens Muhammed, “Bilindiği üzere Suudi Arabistan, İranlılara, diğer hacı adaylarına sağlanan tüm kolaylıkları sağlamıştır.” ifadesini kullandı. İran’ın İslami İrşad ve Kültür Bakanlığı, Suudi Arabistan’la yaşanan vize sorunu, hacıların kutsal topraklara gidişi ve güvenliği gibi konularda anlaşma sağlanamadığı için İranlı vatandaşların bu yıl hacca gitmeyeceklerini açıklamıştı. Suudi Arabistan yönetimi ise İranlı hacı adaylarının ibadetlerini yerine getirmesi için İran Hac ve Ziyaret Kurumu heyetinin öne sürdüğü taleplerin karşılandığını ancak İranlı heyetin hac mevsimi düzenlemeleri için hazırlanan anlaşmaya imza atmadığını belirtmişti. Bu gelişmelerin ardından açıklamalarda bulunan İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney de Riyad’ı, İran vatandaşlarının bu yılki hac ibadetine engel olmakla suçlamıştı. AA
S
uudi Arabistan resmi haber ajansı SPA’nın haberine göre, hac mevsiminde görev alacak güvenlik ekibinin düzenlediği geçit törenine katılan Prens Muhammed Bin Nayif, yaptığı açıklamada, İran’ın hac ibadetini siyasileştirmeye ve İslami öğretilere aykırı, hacıların güvenliğini ihlal edecek şekilde sloganlara dönüştürmeye çalıştığını öne sürdü. Ekim’16 • 55
Tarih
Tarih
TALUT VE SAMUEL’İN ANISINA Asım BEKİR
T
alut’un kıssasını bilirsiniz... Musa ve Yuşa’dan sonra hakimler devri diye adlandırılan, siyasi bilinç olarak ibrahimî mesajın israiloğullarında fetret devrinin olduğu bir zaman dilimiydi. Peygamber Samuel’le bu pasiflik kırılmış ve toplumsal uyanışın ilk adımları başlamıştı. Neyin uyanışı diye sorarsanız; Ademî değerlerin, Nuh’un halklar için koymuş olduğu ilkelerin1, İbrahim’in çağlar aşan ve sistemleşip mücadelesiyle sembol-
56 • Ekim’16
leşen özünde Tevhid olan mesajının ve Musa’yla beraber Firavunun zulmüne karşı toplumsal başkaldırıya dönüşen ilahi rehberliğin uyanışı... Ne yazık ki her zaman olduğu gibi ehli kitaplaşan dinin mensupları bu mesajların ve ilkelerin gerçek hedefi ve amacından ziyade işin magazinsel kısımlarıyla ilgilenmiş ve ikinci, üçüncü derecede olan şeyleri asılmış gibi konuşmuştur. Asıl tarihleri aşan mesajı kavrayanlar ise her zaman
azınlıkta kalmıştır. Sosyolojik olarak bunu bir vakıa olarak kabul ediyor ve tarihsel tecrübe içerisinde olması kaçınılmaz bir durum olarak görsem de bir mayanın en azından gönüllerde tuttuğunu düşünüyorum. Aslında tutan bu maya Şems suresinde belirtilen takva ve fücurun, bahsettiğimiz ve bahsetmediğimiz peygamberlerin tarihsel tecrübesinde bir eyleme dönüşmesi örnekliğinin toplumsal hafızalarda yerini korumasıdır. Talut’a dönecek olursak... Bölük pörçük olmuş israiloğullarının Kenanlılar tarafından ekinleri talan ediliyor (emekleri ellerinden alınıyor), insanları katl ediliyordu. Kısacası toplumsal anlamda korkunun, güvensizliğin ve zayıflığın vermiş olduğu bir zillet vardı. Bu zilletin elbette bir çok parametresi vardı fakat ilk başta kabul edilmesi gereken “elmayı kendinin yediği” gerçeğidir ve bundan sonraki süreç Allah’tan alınan kelimelere sığınmaktı. Samuel toplumunda bunu diriltmeye çalıştı. Daha sonra toplumu ondan yönetici seçmesini istediğinde, Talut’u seçmişti ve Talut toplumun belli bir kesiminde kabul görse de, önemli bir kesiminde kabul görmedi. İsrailoğulları’nın elitleri bu durumu kabullenemedi. “Neden o?” diye sorgularlarken, aldıkları cevap çok manidardır; Çünkü Allah O’nun yüreğini ve bileğini güçlü kılmıştır. Talut, İsrailoğullarını tek bir çatı altında nasıl birleştireceğini bilmiyordu. Ne var ki tarihsel ve sosyolojik şartlar Talut’tan yanaydı. Düşmanın bu yeni ve ilk defa İbrahimî değerler (tevhid,hü rriyet,adalet,merhamet,teslimiyet...) üzerine kurulmuş müminlerden oluşan devlete karşı aldığı saldırgan tavır, zor olan şeyi Talut’a mümkün kılmıştı ve Allah onun önünü açtı. İçinde bir dünya farklı insanın olduğu fakat Nuh’un, İbrahim’in ve Musa’nın değerlerinin yaşadığı, Müslümanların hakim olduğu bir devlet, kadim dünyada devletler arası dengeye katılmıştı.( Müslim ve Mümin Ademî değerlerle başlayan ve Nuh’un tebliğleriyle süregelen ve en son Allah resuluyle taçlandırılan ilahi rehberliğe karşı teslimiyet ve güvenle alakalı bir tutumdur.) Temelleri atılan bu devlet, Yahudilerin ırkçı ve ehli kitaplaşan tavırlarının soya dayalı kutsanmışlığı değildi. Ama ne yazık ki bu algıyı bize kabul ettirmeye çalıştılar. Hayır o devlet bizim yani Müslümanların ilk devletiydi. Davut’la yükselmiş
ve Süleyman’la bölgesel dengelerde söz sahibi olmuştur. Ne yazık ki ehli kitaplaşan İsrailoğulları ilahi rehberliği ve ilkeleri terk edince kazanmış oldukları bu ayrıcalıklı durumları kaybetmişti. Sorunu ise başka yerlerde arayarak toplumsal yasalardan bağımsız bir kurtarıcı mitine sarıldılar. O kurtarıcı ise Davut’un soyundan gelecek olan Tanrı’nın mesh ettiği kraldı yani Mesih. Allah neden İsa’ya Meryemoğlu İsa Mesih diyor hiç düşündünüz mü? Çünkü arzu edilen liderler ve beklenenler hiç arzu edildiği ve beklenildiği gibi olmadı; İsa onların düşündüğü gibi bir Mesih değildi tıpkı Muhammed (a.s) ‘in Mekkelilerin düşündüğü gibi bir peygamber olmadığı gibi... Bu aslında onların beklentilerini hayal kırıklığına uğratan ve beklemedikleri yerden gelen bir kroşeydi. İnsanların zihin algıları bir çok zaman gelecekteki olağanüstü dönemlere(!) ve geçmişteki harika zamanlara (!) şartlandı ve bugününün sıradanlığını(!) görmek istemediler. Peki sıradan olarak gözüken şey gerçekten sıradan mıydı, bunu bir düşünmek lazım. Mesihi ve Mehdiyi inkar etmiyorum. Ama onların bizim düşündüğümüz gibi olmadığını fark ettim. Mesihler ve mehdiler her zaman ve her dönemde vardır ve bunları ortaya çıkaracak olan şey ise toplumların davranışlarıdır. Aksi takdirde saçma sapan insanların kendilerine yakıştırdığı mehdicilik oyununa malzeme çıkarılmış olunuyor. Hiç bir aile ve hiç bir kimse kutsanmış değildir. Kutsanmışlık tavırlar ve davranışlarla ilgilidir ve yasalara bağlıdır. O tıpkı Allah’ın 5000 nişanlı melekle yardım etmesi gibidir. Dipnotlar 1 1-Allah’a şirk koşmamak, 2-Tanrı’nın ismini mübarek kılmak, bu isimle lanet etmemek, 3-Haksız yere bir cana kıymamak, 4-Zina ve cinsel ahlaksızlık yapmamak, 5-Hırsızlık yapmamak, 6-Adil bir yargı sistemi kurmak ve uyulmasını sağlamak, 7-Canlı bir hayvanın etini koparıp, yememek.
Ekim’16 • 57
Etkinlik
Etkinlik
Evde Abur Cubur Yapımı
EVDE CİPS TARİFİ
EVDE ÇOKOPRENS TARİFİ
EVDE HALLEY TARİFİ Halleyin hamuru için Malzemeler • 250 gr eritilmiş tereyağı • 1 su bardağı pudra şekeri ( 100gr) • 2 yumurtanın sarısı (yumurtanın akı marshmallow için kullanılacak) • 1 çay kaşığı kabartma tozu • 3,5 veya 4 su bardağı un • Marshmallow için Malzemeler • 2 adet yumurtanın beyazı • 1 fiske tuz • 1 fiske kabartma tozu • 160 gr toz şeker ( 1 su bardağından 1 parmak eksik ) • 160 gr su ( 1 su parmağından 1,5 parmak eksik ) Çikolata sosu için • 700 gr sade sütlü çikolata • 2 tatlı kaşığı sıvıyağ ( çikolata çok akışkan değilse isteğe göre kullanılacak ) Evde Halley Nasıl Yapılır 1. İşe ilk önce marshmallowu yaparak başlayalım. 2. Marshmallow için önce şekeri ve suyu bir tencereye alın şeker tamamen eriyene kadar arada karıştırın ve kaynamaya başladıktan 6 dakika sonra ocaktan alın. 3. İki yumurtanın beyazını bir fiske tuz ve kabartma tozu ile kar beyazı olana kadar çırpın yumurtanın akı sert bir kıvam alınca sıcak şer-
58 • Ekim’16
beti azar azar ilave edip 3 veya 4 dakika daha çırpıp buzdolabında en az iki üç kaç saat dinlendirin 4. Bisküvisi için un hariç hamur malzemelerini bir kaba alın iyice karıştırın unu azar azar ilave edin kulak memesi yumuşaklığından biraz daha sert bir hamur yapın hamuru bir kaç bezeye bölün merdaneyle isteğe göre hafif unlayarak yarım santim kalınlığında açın su bardağıyla hamuru kesin 5. Yağlı kağıt serilmiş fırın tepsisine aralıklı olarak yerleştirin bisküvilerlin üzerine kürdanla delikler açın ( delikler daha düzgün olsun diye be n kurdanı ortadan makasla kestim ) 6. 200 derece fırında hafif kızarana kadar pişirin 7. Marshmallowu poşete doldurun poşetin ucunu kesin ve bisküvilerin arasına göz kararı 1 tatlı kaşığı kadar koyun ve diğer bisküviyle üzerini kapatıp hafif bastırın yarım saat kadar dinlendirin 8. Sütlü çikolatayı benmari usulü eritin çikolatanız yeterince akışkan değilse 2 çorba kaşığı sıvıyağla iyice karıştırın ve halleyleri çikolataya batırıp çıkarın. Çikolatalar donduktan sonra ( isterseniz daha çabuk donması için buzdolabında bekletip ) afiyetle yiyebilirsiniz.
tünü kapakla v.s. örtmeyin yumuşar.
Malzemeler • 200 gr. tereyağı • 1 çay bardağı zeytinyağı • 1 su bardağı pudra şekeri • 1 adet yumurta • 1 tatlı kaşığı vanilya şekeri • 3,5-4 su bardağı un • (Kabartma tozu yok!) Arası için: Krem çikolata Hazırlanışı 1. Oda sıcaklığında yumuşamış tereyağını pudra şekeriyle beraber bütünleşene kadar yoğurun. Zeytinyağı ve yumurtayı da ekleyip karıştırın. 2. Vanilya ve unu ekleyip yoğurun. 3. Hamuru şeffaf folyo serilmiş tezgâhın üzerinde merdaneyle yarım cm kalınlığında açın. 4. Hamuru tırtıklı yuvarlak kurabiye kalıplarının orta boyuyla kesin ve folyonun yardımıyla dikkatlice alıp hafif yağlanmış veya pişirme kağıdı serilmiş tepsiye aralıklı olarak dizin. 5. Küçük tahta çöp şişlerin arka tarafıyla kurabiye hamurlarının üzerine bastırarak küçük delikler oluşturun. 6. Önceden ısıtılmış 175 derecelik fırında hafif pembeleşene kadar pişirin. 7. Pişen kurabiyeler soğuduktan sonra aralarına krem çikolata sürerek iki kurabiyeyi birleştirin. 8. Hava almayan saklama kaplarında bir kaç hafta bozulmadan saklayabilirsiniz.
Afiyet olsun
Afiyet olsun
Malzemeler: • 1 adet Büyük Patates • 1 çay kaşığı Tuz • 1/2 su bardağı Sıvı Yağ Hazırlanışı: 1. Patatesin kabuklarını soyup, yıkayıp, rendenin cips kısmıyla ya da kabak soyma aparatıyla incecik dilimleyin. Kâğıt havlu ya da normal bir havluyla tüm patates dilimlerinin suyunu ve nişastasını hafifçe elinizle bastırarak çekin. Eğer baharat koymak istiyorsanız arzunuza göre baharat koyun (ben kırmızı toz biber ve kekik koydum ) Eğer sade yapacaksanız tuzu patates dilimlerinin üstüne serpip elinizle hafifçe ovarak yedirin. 2. Bir tavayı kızdırın yağı koyun. Yağ kızdığında patatesler birbirine değmeden patates dilimlerini kızgın yağ dolu tavaya dizin. Büyük ocakta yapın.Etrafı hafif pembeleşmeye başlayıp sertleşmeye başladığında hemen ters çevirin birkaç saniye içinde kağıt havlu sarılı tabağa alın. Tüm patatesler için aynı işlemi yapın. Sakın üs-
Afiyet Olsun
Ekim’16 • 59
Etkinlik
Etkinlik
DOĞU’NUN SAZLARI 1:
YÜREK ZARINDAN YÜREK SIZLATAN BİR SAZ; “TAR” Ozan DİLEK
İ
ran, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan ve Türkiye’de kullanılan, yürek dağlayan bir sazdır tar… Farsça “tel” manasına gelen tar, Farisiler ile Azeriler arasında aidiyet kavgasına maruz kalmıştır. İranlılar tarı diz üzerinde çalmaktadırlar. Azeriler ise 19. asırda çanak kısmını yeni bir forma kavuşturarak göğüs üzerindeçalınabilir hale getirmişlerdir. İran’da kullanılan tar 5 telli olup Azerilerin kullandığı tar 11 tellidir. Türkiye’de genellikle Azeri tarı kullanıldığı için Türkçe literatürde bir Türk çalgısı olarak geçmektedir. Tardan bahsederken her ne kadar Kürdler pek anılmasa da İran’da yaşayan Kürdler tarafından da geleneksel müzik icrasında kullanılır. Lakin biz bu sazın şu kavme ve ya bu kavme ait oluşu ile değil hangi coğrafyaya, hangi toprağa, hangi suya ait olduğu; kimlerin acılarına, kederlerine, ağıtlarına tercüman olduğu ile ilgiliyiz. Tar, dut ağacından oyma olarak yapılır ve ön kısmı dana yüreğinin zarı ile kapatılır. Sapında 22 perde bulunmaktadır. Sesin tonu-
60 • Ekim’16
nu oyma dut teknesi, sesin rengini ve o nazlı dalgalanışını da yürek zarı vermektedir. Acılı inilemesinin kaynağı o zardır. Yürek zarı, bir benzer şekilde Anadolu’da kullanılan kabak kemanede ve yine İran/Azerbaycan’da kullanılan ‘kemança‘da da kullanılır. Bambaşka bir hava katar icraya. Yürek zarına tellerin verdiği titreşim bizim yüreklerimizde ince bir sızıya sebep olur. İran’da Hüseyin Alizade, Muhammed Rıza Lütfi ve Mecid Derahşani; Azerbaycan’da da Ramiz Guliyev tar icrasında dinlenesidir. Hem görsel hem işitsel manada müthiş keyif vermektedir. Tarifi zor bu duyguları anlatmaya çabalamaktansa birkaç tar icrasının linkini paylaşarak sizleri bu nadide saz ile baş başa bırakıyorum. Azerbaycan İcrası Örneği / Ramiz Guliyev – İlk Mahabbet • h t t p s : / / w w w . y o u t u b e . c o m / watch?v=yXwhBKZdQXU • İran İcrası Örneği / Muhammed Rıza Lütfi • h t t p s : / / w w w . y o u t u b e . c o m / watch?v=UfCoELWcPHI • ilimvemedeniyet.com İranlı virtüöz Hüseyin Alizade tarı ile Azeri tarzen Cemil Emirov tarı ile
B
ir mübarek kurban bayramını daha idrak etmiş bulunuyoruz. Kurban ile insanın kendini Allah’a adamasını, Müslümanların sofralarında birbirlerini hatırladıkları bu aziz günlerde, bütün günlerin Rabbine, bizleri bağışlaması için dua ediyoruz. Duaların samimiyeti, uhuvvetimizi pekiştirsin diye bayramın üçüncü gününde Araştırma ve Kültür Vakfı’nda biz de kardeşlerimizle bir araya geldik. Aynı sofraya oturup lokmamızı paylaştık, uzun zaman görmediğimiz kardeşlerimizle hasret giderdik; sevinçlerle sevindik, dertlerle hüzünlenip gözyaşı döktük. Bayramların güzelliklerinden birisi de bizi düşünen insanların ve gönlümüzde
yer edinen insanların yanımızda bulunanlardan ibaret olmadığını hatırlamamızdır. Yakın çevremizle bayramlaşırken, arzın her mecrasına yer tutup mübarek kurban bayramını tekbirlerle ve salavatlarla karşılayan mümin yürekleri de hayırlarla yad ettik. Aziz Allah kerim kitabında insanları canlarından ve mallarından eksilterek ve arttırarak imtihan edeceğini haber vermekte. Bugün canlarından ve mallarından eksiltilerek imtihan olan kardeşlerimize de dualar gönderdik. Günlerin içinden bayramlar çıkarıp Müslümanları güldüren Rabbimiz, gülmeyi unutmuş coğraflarımıza, bayramları senenin her gününe yayarak huzur ve sekinet nasip etsin.
Ekim’16 • 61
Etkinlik
Etkinlik
LAPSEKİ KIZLAR KAMPI Bu sene de her sene olduğu gibi yaz tatilini bereketli geçirmek isteyen kardeşlerimizle bismillah diyerek düştük yollara. Kampa gitmenin heyecanını yaşıyorken buna bir de Lapseki’ye olan özlem de eklenince heyecanımıza mutluluk ve hasret giderme gibi birçok duygu da eklenmişti. Kampımızı 27 Ağustos 1 Eylül tarihleri arasında ortaokul ve lise yaş grubundan katılan kardeşlerimizle gerçekleştirdik elhamdülillah. -Eğlence, etkinlikler, dersler -Heyecan, dostluk, yeni bilgiler -Domates, biber, patlıcan -Kitap, cemaatle kılınan namazlar, yeni arkadaşlar -Havuz, deniz, portakallı gazoz.. “Kamp deyince aklınıza gelen ilk üç şey nedir” sorusuna aldığımız cevaplardan bazılarıydı bunlar. Bir kamp dönemini daha geride bırakırken manevi anlamda birikimlerimize birikim katan dersleri, ufkumuzu açan soh-
62 • Ekim’16
betleri ve kurduğumuz güzel dostlukları heybelerimize koymayı nasip eden Allah’a şükürler olsun. Biraz da kampın içeriğinden bahsedeyim. Konu başlıklarımız ve içerikleri bu sene de dopdoluydu. Kardeşlerimizin de derslere katılımıyla interaktif geçen derslerimiz oldukça bereketliydi. Kampın ilk günü başlayıp son gününe kadar devam eden kitap okuma saatinde okuduğumuz Ali Ural’ın Peygamberin Aynaları adlı kitabından sınav olunacağını ve ilk üçe girenlerin çeşitli hediyeler kazanacağını duyan kardeşlerimiz kitaplarına biraz daha gayretle ve tatlı bir rekabetle sarıldılar ve hediyeler kapanış programında sahiplerini buldu. Akşam programları, oyun ve etkinlik saatleri de bol eğlenceli ve bazen de rekabet içerikliydi. ”Sahne Senin” programında herkes kendi yeteneğini bazen grup halinde bazen de bireysel olarak ortaya koydu. Şiir okuyanlar, şarkı söyleyenler ,tiyatro gösterisi yapanlar hatta şarkıların kamp ve lapseki versiyonunu söyleyenler..
Oyun saatinde yaptığımız “Zorlu Parkur” yarışması için kamp alanına kurduğumuz parkuru gören kardeşlerimiz oldukça heyecanlıydılar. Ağ altından geçmek, üst üste giydiğimiz t-shirtleri çıkarırken yaşanan telaş, denge tahtasından geçerken düşmemeye çalışmak ve aklının bir köşesinde zamana karşı yarışıldığının olması, halatlı tahtada üç kişinin aynı anda yürüyüp su balonlarıyla dolu leğenlerden geçerek bitiş çizgisine koşup rahat bir nefes almak.. Zorlu Parkur gerçekten zor ve eğlenceliydiJ Etkinlik saatinde yaptığımız kitap kılıflarını, bez bebekleri görünce ‘vay be ben neler yapıyormuşum’ dediklerini de duymadık değil. Dua programında okuduğumuz dua ayetleri ve peygamber dualarıyla, mülk suresi ve mealiyle, programın sonunda kıldığımız tesbih namazı ile vaktimizi Allah’ın bereketini arayarak geçirdik. Son olarak bereketli bir kamp dönemi geçirmemizi nasip eden Rabbime şükürler olsun. Kamp öncesinde yardımlarını eksik etmeyen ve kamp zamanında da sürekli koşuşturma halinde olan ablalarımıza belki de en çok yorulmuş olan pratik sorumlularımıza teşekkürü bir borç biliriz. Allah hepimizden razı olsun. Bir sonraki kamp döneminde görüşmek üzere. Selam ve dua ile.
Ekim’16 • 63
Etkinlik
Genç Öncüler Erkek Lise Kampındaydık! G
enç Öncüler geleneksel Lapseki lise kampımız bu sene 1-5 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirildi. 80 liseli kardeşimizin iştirakiyle gerçekleşen kampa Türkiye’nin çeşitli illerinden katılım sağlandı. Modern kavram tartışmalarının yapıldığı, yüzme, halat çekme ve çeşitli spor aktivitelerinin gerçekleştiği kampın en güzel anları şüphesiz gece yakılan ateş ve etrafında türkülerimizi söylediğimiz türkülerdi. Hafızamızı hatırladık, yeniden doğuş için hazırlıklarımızı tamamladık. Kutlu medeniyet yolculuğumuzda bir serüveni daha geride bıraktık. Önümüzdeki yıllarda tekrar aynı yerde ve aynı güzel insanlarla buluşmak ümidiyle.
64 • Ekim’16
! i d len
i n Ye
w w w . genconc ule r .com