Genç Öncüler- Türkiye'de Eğitim Gerçeği ve Öğrencilik

Page 1

9 771307 007009

ISSN 1307-007X

88



EDİTÖR'DEN

Rahman, Rahim, Muntakim, Selam Allah’ın adıyla… Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına İlhan Gündoğdu Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu Betül Babacan Yayın Kurulu Ali Tarık Parlakışık Burak Kalpaklıoğlu Furkan Gençoğlu Kübranur Yakupoğlu Mehmet Semih Özdemir Nihal Açıkel Zehra Gündoğdu Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Ayşenur Temelcan Bahadır Furkan Yeğin Yasemin Özenç Kandemir Ziya Dede B. Talha Öner Burak Kalpaklıoğlu Esma Köse Ali Tarık Parlakışık, Muhammet Işık Fatih Kadir Demirel Furkan Gençoğlu Tarık Parlak Adres Alay Köşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No:6/3 Cağaloğlu - Fatih / İSTANBUL bilgigenconculer@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Şekil Ofset Matb. San. ve Tic. Ltd. Şti. Gümüşsuyu Cad. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 2BB 3 Topkapı/İST. Tel: (212) 565 77 01

A

dım adım peşinde olduğumuz, tüm mücerretlerin müşahhalarımıza temel sağladığını bilerek ve bu bilmenin bilinci ile bekledi-

ğimiz, ‘umran’ımızın yolunda her sayısını bir basamak mesabesinde gördüğümüz Genç Öncüler dergimizin, yeni sayısı ile karşınızdayız.

Batılın her yanımızı her vesile ile sardığı günümüzde, eğitimin

de bu mesele içerisidne ki yerini bilerek, Müslüman gençler olarak,

okulların yeni döneme başladığı şu günlerde, coğrafyamızda ki eğiti-

me dair farklı buudları bir araya getirerek hazırlamaya cehd ettiğimiz kapsamlı bir dosya ile karşınızdayız bu sayıda. Çocuk eğitiminden lise öğrencilerinin sıkıntılarına, üniversite öğrencilerinin sıkıntılarından

öğrencilerin barınma imkanlarına kadar bir dizi konuyu mezkur dosyamızda işledik.

Gündem bölümümüzde, ABD ve müttefiklerinin nevi bahaneler ile,

İslami Harekete yönelik saldırıları ve Coğrafyamızda ki değişim sürecini, Suriye üzerinden Ali Tarık Parlakışık analiz etti.

Ziya Dede’nin ‘Osmanlı Devleti’nin Dış Borçları’ isimli yazı dizisi-

nin ikinci bölümüyele tarih bölümümüzde karşılaşıyoruz.Yine tarih bölümüzde Talha Öner’in ‘Balkanlar’da Miliyetçilik Hareketleri’ isimli yazısıyla karşılaşıyoruz ki, yaşadığımız günlere de bir ip ucu vereceğini düşünüyoruz bu yazının.

Geçmişi okumaya yeltenme adına, Fatih Kadir Demirel’in sadeleş-

tirmesiyle Mehmet Akif’in Sıratı Müstakim mecmuasında yayınlanan ‘Efgani ve Abduh Vehhabi miydi?’ isimli makalesini görüyoruz.

Devamında Burak Kalpaklıoğlu’nun ‘Kentsel Dönüşüme Dair’ adlı

yazısında kentsel dönüşüm çerçevesinde yapılanların menfi buuduna işaret edilişyor.

Ve devamında nevi meselelerle ilgili, sizleri fikri deneme,eleştiri,

değini yazılarımız, yine aynı şekilde gezi ve kitap tahlili yazılarımızla, dopdolu, hayatın içinden seslenen bir muhteva ile Genç Öncüler karşınızda.

Söz; bir ret, bir itirazdır. Sözümüzün kuşatıcılığını beklemenin işti-

yakı ile, şehri kuşatacak olan haykırışın muştusuyla birlikte; sizi dergimizle başbaşa bırakıyoruz.

Ekim’14 • 1


Ekim 2014 • Sayı 88 • Yıl 11

46

04

ÜMMET BİZİ BEKLİYOR FİRDEVS BÜŞRA KALUÇ

İnanç Özgürlüğünü Sağlayanlara Teşekkür...

Müslüman Bir Kadının Modern Hayat ile İmtihanı… Yasemin Özenç KANDEMİR

EĞİTİM METODLARINA DAİR BİR ANALİZ VE ELEŞTİRİ Ayşenur TEMELCAN / Çocuk Gelişimci ve Eğitimci

09

İlmi, islami olan veya olmayan olarak ayırma gafleti Fatih Kadir DEMİREL

06 2 • Ekim’14


24

OSMANLI’DA BAYRAM MERASİMİ

İnanç Özgürlüğünü Sağlayanlara Teşekkür / Genç Öncüler....................................... 4 Eğitim Metodlarına Dair Bir Analiz ve Eleştiri / Ayşenur TEMELCAN.......................... 6 Lise Öğrencisi Muhasebede / Bahadır Furkan YEĞİN................................................. 8 İlmi, islami Olan veya Olmayan Olarak Ayırma Gafleti / Fatih Kadir DEMİREL............. 9 Üniversiteli Evsizler / Furkan GENÇOĞLU.............................................................. 10 Küresel Eğilimler Işığında Türkiye’de Uluslararası Öğrenciler Raporu - SETAV ........ 12 İman Gözlüğü / Yasemin Özenç KANDEMİR........................................................... 15 Mücadele ve Muhasebe Işığında İslami Direniş / Ali Tarık PARLAKIŞIK..................... 16 Osmanlı’da Bayram Merasimi ................................................................................ 24 Yazı Dizisi / Osmanlı Devleti’nin Dış Borçları / Ziya DEDE........................................ 28 Balkanlar’da Milliyetçilik Hareketleri / B. Talha ÖNER............................................ 34 Efgani ve Abduh Vehhabi miydi? / Mehmed Akif ERSOY......................................... 38 Kentsel Dönüşüme Dair / Burak KALPAKLIOĞLU.................................................... 40 Hilafet Anahtarı / Esma KÖSE................................................................................ 42 Allah’a Kulluk Özgürlüğü / Muhammet IŞIK........................................................... 44 Müslüman Bir Kadının Modern Hayat ile İmtihanı / Y. Özenç KANDEMİR....... 46 Bir Silahın Tetiğinde Asılı Kaldı Düşüncelerim / Esma KÖSE................... 48 Vatanıma Dönüyorum... / Ali Tarık PARLAKIŞIK............................. 50 Basından Yansıyanlar ................................................................. 52 Toparlanın İran Kültür Gezisine Gidiyoruz! / Furkan Gençoğlu....... 54 ‘Ortaçağ Avrupasında İslam Algısı’na Dair/ Tarık PARLAK............................... 56

Ekim’14 • 3


KARANTİNA

İnanç Özgürlüğünü Sağlayanlara Teşekkür...

B

akanlar kurulu kararı ile orta öğretim kurumlarında, 07/12/1981 tarihli Milli Eğitim Bakanlığı İle Diğer Bakanlıklara Bağlı Okullardaki Görevlilerle Öğrencilerin Kılık Kıyafetlerine İlişkin Yönetmelikle getirilen baş örtüsü yasağı bu öğretim yılından itibaren kaldırılmıştır. 1937 den beri statükonun fiili baskısıyla, otuz üç yıldır da yönetmelikle yasaklanan başörtüsü, nihayet 30 Eylül 2014 tarihi itibariyle sonlandırılmıştır. Yıllardır Türkiye’de kız çocuklarının okutulmadığı, veliler tarafından kızların okula gönderilmediği propagandasını yapanlarla, bir yandan da başları örtülü olarak okumak isteyen kızları okullara almayan, onları okul kapılarının önünde bekleten, 28 Şubat döneminde olduğu gibi, baş örtülü kızları valilik kararı-İstanbul valiliği- ile okul önlerinden otobüslere bindirip bilmedikleri çok uzak yerlere, orman içlerine, otobüs ve ulaşım araçlarının olmadığı arazilere bırakanlar da aynı zihniyete sahip olanlardı. 4 • Ekim’14

Her türlü inanç ve kanaat karşısında tarafsız olduğunu söyleyenlerin, başörtülü hanım ve kızlara karşı takındıkları düşmanca tavırlar uzun yıllar boyu kız çocuklarının mağduriyetlerine sebep olmuştur. Bu ülkede maalesef başını örterek okumak isteyen kızlar, Suudi Arabistan’a gitsin diyen cumhurbaşkanı, eşinin başı örtülü diye törenlere


KARANTİNA

Bir hak gasbına son veren, inanç özgürlünün önündeki bir engeli kaldıran hükümeti tebrik ediyor, başka alanlardaki, başka engellerin de kaldırılacağı inancımızla bu kararı alanların ve böyle kararların yanında olacağımızı belirtiriz.

başbakanın eşini davet etmeyen başka bir cumhurbaşkanı, başörtülü eşini üniversiteye kayıt yaptıramayan milletvekilleri, -ki daha sonra bu milletvekili cumhurbaşkanı, başörtülü eşi de cumhurbaşkanı eşi olarak protokol sırasının birinci sırasında yer almıştırgörmüştür. Din ve inanç özgürlüğünün bir işareti, Allah’a kulluk etmenin bir gereği olan başörtüsü takanlara karşı yürütülen düşmanca muamele ve saldırılar pek çok kızın okul hayatını bitirmiş, onları psikolojik travmalara sürüklemiştir. Kimlik kazanma dönemi olan ilk gençlik yıllarının başlarında maruz kaldıkları haksız ve zulüm içeren yıldırma politikaları, zulme direnenlerin seslerini duyan 62. Hükümetin kararı ile son bulmuştur. Bu kararı alan başbakan Ahmet Davutoğlu ve 62. Hükümet üyelerini tebrik ediyoruz. Yıllardır kanayan

yaranın tedavi edilmesi konusundaki azim ve kararlılıklarını canı yürekten destekliyoruz. Uzun bir dönemden beri sürdürülen haksızlıklara yılmadan direnen ve her ortamda başörtüsünü Allah’ın bir emri olarak algılayan ve onun mücadelesini sürdüren isimli, isimsiz mücadeleci insanlara da davalarının yılmaz savunucuları olmalarından ötürü teşekkür ediyoruz. Yalnız şunu da unutmamak gerekir. Başörtüsü sadece kızların başlarını örten bir bez parçası değildir. Kızların güzelliklerini öne fırlatan bir moda aksesuarı hiç değildir. Başörtüsü takıp da vücudunu çıplak bir hale getiren, örtünün getirdiği edep, ahlakı kuşanamayan ve müslümanca bir davranış sergilemeyenlerin de örtünün vermek istediği bilince kavuşmaları dileklerimizi de ısrarla belirtiyoruz. Tekraren bir hak gasbına son veren, inanç özgürlünün önündeki bir engeli kaldıran hükümeti tebrik ediyor, başka alanlardaki, başka engellerin de kaldırılacağı inancımızla bu kararı alanların ve böyle kararların yanında olacağımızı belirtiriz. GENÇ ÖNCÜLER Ekim’14 • 5


KARANTİNA

EĞİTİM METODLARINA DAİR BİR ANALİZ VE ELEŞTİRİ Ayşenur TEMELCAN*

E

skiden Osmanlı’da, eğitim terbiyesi sistemi, metod olarak vardı. Fakat bizim canımız, ec-

olmamıza rağmen eğitim sistemimizde ne Türklere

dadımız Osmanlı’yı beğenmeyenler ve de çağları

ait, ne de Müslüman olupta Anadolu toprakların-

aşan filozof ve Anadolu topraklarında yetişen Müs-

da yetişen, fakat Türk olmayan ilim öncülerine dair

lüman filozofları ve ilim öncülerini beğenmeyenler,

bir metod bulunmamaktadır. Piaget, Montessori,

sadece Osmanlı’daki ödül ve ceza sistemine takılı

High-Scope ‘un eğitim metodları bizim milli eğitim

kaldılar.

müfredatımıza girmiştir. Burada bahsettiğim eği-

6 • Ekim’14

Maalesef ki; bizler Türk ve Müslüman bir toplum


KARANTİNA

timciler; eğitimci oldukları kadar başka branşlarda da çalışmışlardır ve de aynı zamanda araştırmacılardır. Osmanlı ve Selçuklu dönemlerinde çocukların nasıl terbiye edildiğini araştırmışlar. Gerek Osmanlı, gerekse Selçuklu dönemlerindeki çocuklara uygulanan terbiye usullerini tespit ettikten sonra , bu usullari kendilerine aitmiş gibi, adeta kendi buluşlarıymışçasına dünya eğitim camiasına şahısları adına tanıtmışlardır. Onların eserlerini okuyanlar şu ‘’Hristiyan Batılılar neler yapmış, neler bulmuş, neleri tetkik etmiş?’’ diyerek tarihini doğru dürüst bir şekilde bilmeyen, geçmişini tanımayan bizimkilerse onlara hayranlık duymuşlardır. Bizim bu tespitimizi anlamayanlar, ‘’Nasıl olur?’’ diyenler; asırlar boyu dünya başkenti olan İstanbul’da, Osmanlı’nın ilk başkenti Bursa’da, Bursa’dan sonra Osmanlı başkenti Edirne’de, Selçuklu’nun başkenti Edirne’de, Edirne’den sonra Selçuklu’nun başkenti Konya’da bütün sultanlar tarafından ve sadrazamlar ve vezirler tarafından yaptırılmış olan camîleri ve külliyeleri gidip, gezip dolaşsınlar, hepsinin ya bitişiğinde ya da alanı içinde sıbyan mektepleri göreceklerdir. Tarih boyu sıbyan mekteplerinde çocuk eğitimi hizmeti verilmiş, çocuklar öncelikli olarak ön eğitimden geçirilmiştir. Bunun en müşahhas misâli Fatih Sultan Muhammed Han’dır. Daha henüz yürümeye başladığından itibaren büyük terbiyeci Şeyh Akşemsettin Efendi tarafından eğtime tabi tutulmuş, diplomasi seviyesinde sekiz lisan konuşur hale gelmiştir. Aynı zamanda İstanbul’u muhasara eden Fetih ordusunda, topların balistik hesaplarını yapacak kadar ve ayrıca topların dökülmesindeki

kalite kontrolünü yapacak kadar mühendislik bilgisine sahipti. İnsanlık tarihinin yetiştirdiği en yiğit komutan, İstanbul’u aldığında 21 yaşında idi; işte bu büyük insanların yetişmesini sağlayan, o ön eğitimlerdir. Sevindirici olan şudur ki; çocuk eğitiminin ve ön eğitim tekniklerinin esasen bizde var olduğu ve bize ait olduğunu, Batı’nın ise bizden aldığını geçte olsa tespit etmiş bulunuyoruz. Belki dünyanın en büyük kütüphanesi olan Süleymaniye Kütüphanesi olmak şartıyla, İstanbul’da bulunan geçmişi günümüze taşıyan yüz otuz kütüphanede, bu mevzuyla alâkalı yeterli malumat bulunabilir. Tesellimiz şu ki; artık bize ait olan kültür değerlerini arayan, bulmaya çalışan, diğerlerine sahip çıkan çekirdek bir nesil yetişiyor. Bunun ilk meyvelerinden bir tanesi samimi bir ekip tarafından bir hayli çalışılarak, kitap haline getirilmiş ve yayınlanmış ‘Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi’dir. Ayrıca bir çok kaynakta yabancı pedagogların, eğitimcilerin “biz bulduk” dedikleri, asırlar önce Müslüman ilim öncüleri tarafından bulunmuştur. Mesela kolaydan zora öğrenme yöntemini Montessori, Jean Jack Rousseou’dan, Rousseou’da Farabi’den etkilenerek uyarlamıştır.Tarihte daha bunun gibi nice örnekler vardır. Umulur ki; Genç Öncüler gibi nice gençler ve gençlik grupları bunları araştırsın ve tarih sahnesindeki ecdadlarına ait eserlerden yararlanarak esas eğitim metodlarının, öncülerinin kendileri olduğunu idrak etsinler. * Çocuk Gelişimci ve Eğitimci Ekim’14 • 7


KARANTİNA

adır

Bah

an Furk

A

8 • Ekim’14

İN

YEĞ

nadolunun temiz gençleri... Acaba gençler ve velileri eğitim sisteminden memnun mu? Veya gençlere verilen eğitim bunu sorgulamayı tetikliyor mu, yoksa olsun bitsin misali bir düşünceye mi sahipler? Bana soracak olursan ‘Olsun bitsin eğitim sistemi’ olarak adlandıracağım. Çoğu öğrenci okulu 1-) Eğlence içerikli bir yer olarak görüyor. 2-)Zaman aksın gitsin, ben yatarım bir yolunu bulurum... Yani ‘Olsun bitsin sistemi’ misali bir düşünce. 1 numaralı sıkıntının nedeni doğal olarak karma sistemde ki, iki cinsiyetteki öğrencilerin birbirlerine karşı olan çekimi sonucu oluştuğunu düşünüyorum. Bunun sonucunda zincirleme gençlerin beynini geçici hevesler, eğlenceler vs. o kadar bürüyor ki, beyinin bilgiyle kaplanması gereken yerler yersiz düşünceler ve boş hayaller çölüne dönüşüyor. Bu büyük bir sorun. 2 numaralı sıkıntının nedeni ise Anadolu insanımıza empoze edilen ‘’Yatarak kazanma’’ sözcüğü. Ülkemizde tam manasıyla fiiliyat kazanmasından kaynaklanıyor.

Bu nedenle gençlerimiz de zora gelmez hale gelmiş durumda. Buna da değinmişken ülkemizde ki işsizliğin gerçek manada bir işsizlik olduğunu da düşünmüyorum. İş beğenmeme veya zora gelememeden kaynaklanan bir sıkıntı olduğunu düşünüyorum. Öncelikle Anadolu gençliğine; tembelliğin senin ülkenin temiz topraklarından sana musallat olmuş bir bela olmadığını öğretmek, sonra ise geçici nefsi hevesler uğruna değerli zamanını boş işler yerine, fikri ve ilmi yönde geliştirmesi yönünde bir eğitim verilebileceğini savunuyorum. Özellikle zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi birbirinden ikiye ayırıp devam etmelidir. Yani zorunlu din dersi artı, ek olarak ahlak dersi. Gençler bu yolla daha çok ilmi konulara yönelecektir. Fakat günümüz gelişen teknolojisi adına ülkeye ve insanlığa pek fayda sağlamaz sorusu beynimde yankılanınca Platon’un güzel misali aklıma geliyor. Kalemi bir kişiye emanet ettiğinde, onda doğruluk kavramını ararsın fakat kalemle yazı yazılmasını istediğinde, verdiğin kişide aradığın özellik ustalıktır. Bu bağlamda düşünüp ilerlersek, doğru bir nesil ileride usta bir yetişkin olacaktır. Onun ortaya atacağı fikirler ve yazılar daha değerli hale gelecektir. Benim burada asıl gelmek istediğim nokta, doğruluk ve ustalık konusu idi. Doğru olmadan, usta olabilirsin ama o senin maneviyatının olmadığını veya zayıf olduğunu gösterir. Önce doğruluk; doğruluk, dürüstlük değil büyük bir çemberdir, bütün ahlaki terimleri kapsar. Gerisinden ise ustalığı ustasından öğrenerek, kişiden kişiye kapasiteden, kapasiteye değişebilecek bir ustalık! Herkes bir değildir. Düşünen, okuyan, sorgulayan ve hayatına buna göre yön veren bir gençlik. Bunun mimarı olana ve olanlara ne mutlu.


KARANTİNA İlmi, İslami Olan veya Olmayan Olarak Ayırma Gafleti Fatih Kadir DEMİREL

İ

lmi, İslami olan veya İslami olmayanlar olarak ayırmak, temelde bir tasnif hatasıdır. Bütün ilimler İslami, bütün ilimler Allah’ındır. Çünkü Alim1 sıfatı taşıyan O’dur. Bizim böyle bir tasnif yapmamız, maalesef İslam dünyasını İslami olmadığı iddia edilen bazı ilimlerden2 mahrum etmiş ve medeniyet planlarımızı sekteye uğratmıştır. İlimlerde, İslami olmayan şey ilimlerin kendisi değil, ona karşı geliştirilen bakış ve yorumlardır. Yoksa ilim tabiî’dir. Yorumlardan ayrıştırıldığında özünde doğallık taşır. Allah’ın Adem’e öğrettiği bir takım isimlerden beri3 ilim insanla birliktedir. İlim4, sanat gibi estetik kaygı ve hazdan çok insanın yaşamını devam ettirmek ve hakikati bulma çabasından ibarettir. İlim, her ne kadar toplumumuzda “bilgi veya bilgiyi sunma” anlamında kullanılsa da aslında doğru ile yanlışı ayırt edebilme arayışıdır5. İlmin, daha önce dillendirdiğimiz gibi bir tasniften geçirmenin gereksizliği ise, İnsan-İslam bağlamında6 değerlendirdiğimizde ortaya çıkacağını bir kez daha vurgulamak istiyorum. İlim, tıpkı sanatta olduğu gibi7 bir ayrıma giremez. İnsan için ve insanın tabiî ihtiyaçları için yapılır. Bunun başında ise hakikat arayışı vardır. Bu insanın fıtratıyla uyumludur. Yani bir insanın hakikat arayışı barındırmayan tüm uğraşıları ve ortaya çıkardığı çalışmalar Allah katında bir anlam taşımamaktadır8. Alim olan Allah’ın ilim saymadığını ise ilim sayabilecek hiçbir mercii yoktur.9 İlim de tıpkı cahiliye kavramı gibi zihinlerimizde silikleştirilmekte, anlamı tahrif edilmektedir. İnanç sahiplerinin inançlarını ellerinden almak zordur ama önce onların inançlarını silikleştirir ve kavramlarının içini boşaltmayı başarabilirseniz. Onların inançlarını ellerinden haberleri dahi olmadan kolaylıkla alabilirsiniz. Günümüzde de Müslümanlar bu tehlikeyle karşı karşıyadırlar. Nasıl ki, cahiliye kavramı, okuma-yazma bilmemek, tahsil görmemek10 anlamında kullanılmakta ise, ilim de birtakım çevreler elinde tekelleşmekte bunun

yanında İslam’ın tahkiki bir iman için şart koştuğu ilim, maalesef «bilgi yığma ve bilgi yığınlarını sunma» veya Kur’an’ın tabiriyle «Kitap yüklü eşşekler»11 gibi algılanılmaktadır. Günümüzde Müslümanların ilim hususunda yeniden bir tasnife gitmeleri, bütün ilimlerden -islami veya islami olmayan ayrımında bulunmadan- aynı oranda faydalanmaları, ilim kaynaklarını ve bakış açılarını ıslah etmeleri gerekmektedir. Ey Kadir olan Rabbimiz, Alimlerimize mesuliyet, halkımıza ilim nasip et.12 Dipnolar 1 Çok bilen, bilgisi sonsuz, farkında olan, her şeyi en ince noktasına kadar bilen, ilmi ebedî ve ezelî olan demektir. 2 Fennî ilimler başta olmak üzere geliştiremediğimiz ve ihtisaslaşamadığımız ilimleri sıralayabiliriz. 3 “Ve Adem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: “Eğer doğru sözlüyseniz, bunları bana isimleriyle haber verin” dedi.” (Bakara-31) 4 Sözlükte “bilmek, şuurda hasıl olmak, sağlam ve kesin bir biçimde, bir şeyin gerçeğini bilmek” gibi anlamlara gelen ilim, kelâm ilminde, vakıaya uygun olan kesin inanç; aklın ve duyuların mevzuuna giren her şeyin tanınmasını sağlayan sıfat; zıttına ihtimal verilmeyecek şekilde mânaları birbirinden ayırdetme sıfatı şeklinde tanımlanmıştır. 5 “Onun hükümranlığını güçlendirmiştik. Ona hikmet ve açık, kesin hüküm verme kabiliyeti vermiştik.” (Sad-20) 6 İnsanın fıtrat-ı selim’ine, temiz fıtratına uygun herşey İslamidir. Yani insani olan herşey islami, İslami olan herşey ise insanidir. 7 “Sanat, sanat içindir.”, “ Sanat, toplum içindir.” ayrımı gibi. 8 “Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1, Eyman, 23; Müslim, İmaret, 155; Ebu Davud, Talak, 11; Tirmizî, Fedailu’l-Cihad, 16) 9 “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İnsan (Dehr)-30) 10 Eğer cahiliye bu anlamlara geliyorsa, okuma yazma bilen aynı zamanda rivayetlere göre birden fazla dil bilen Ebu Cehil, peygamberden daha çok ilim sahibidir. (haşa) Ayrıca islami kaynaklara göre müşriklere peygamber aracılığıyla defalarca vahiy okunmuş hatta bazıları gizlice Kur’an okunan evlerin yanlarına gidip Kur’an dinlemişlerdir dolayısıyla bunun kur’an bilip bilmemekle de alakası yoktur. 11 “Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini inkâr eden topluluğun hâli ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” Cuma-5 12 Ey kadir olan Allahım! Alimlerimize mes’uliyet, halkımıza ilim, dindarlarımıza din, müminlerimize aydınlık, aydınlarımıza iman, tutucularımıza kavrayış, kavramışlarımıza tutuculuk, kadınlarımıza bilinç, erkeklerimize şeref, yaşlılarımıza bilgi, gençlerimize asalet, öğretmenlerimize inanç, öğrencilerimize inanç, uyuyanlarımıza uyanıklık, uyanıklarımıza irade, muhafazakarlarımıza hareket, suskunlarımıza feryat, yazarlarımıza güvenirlilik, sanatçılarımıza dert, şairlerimize şuur, araştırmacılarımıza hedef, tebliğlerimize gerçek, kıskançlarımıza şifa, bencillerimize insaf, sevenlerimizeedeb, mezheplerimize vahdet, halkımıza kendini bilme, tüm milletimize samimiyet, himmet, özveri, kurtuluşa yaraşırlık ve izzet bağışla… (ALİ ŞERİATİ)

Ekim’14 • 9


KARANTİNA

Üniversiteli Evsizler Furkan GENÇOĞLU*

B

üyükşehirler bu sene yine üniversiteli evsizler ile dolu. Öğrenciler okullara geldiler, kayıtlarını yaptırdılar, fakat barınma problemlerini halen çözemediler. Anadolunun başka başka coğrafyalarından okumaya gelmiş binlerce ananın evladı şu an barınacak bir çatı arıyor. Neden mi? Hükümet on iki yıldır cemaat ile birlikte iş tuttuğu için. Üniversiteli öğrencilere yönelik bir barınma politikası geliştirmediği için. Bunu nereden anlıyoruz peki. Örneğin 56 Üniversite 541 bin Üniversite öğrencisi bulunan İstanbul’da KYK öğrenci yurtları kapasitesi sadece 18 bin kişiyle sınırlı kalıyor. Bugüne kadar fakir fukara, gariban, orta sınıf mahdumu öğrenciler hep cemaatin insiyatifine bırakıldı. Cemaatin proje çocukları oldular. Öküz öldü, ortaklık bozuldu. Çıkın bu haşhaşilerin evlerinden denildi. Hatta Başbakan bir çok ko10 • Ekim’14

nuşmasında “KYK yurtlarında yer bulamazsanız, sizleri otelde ağırlayacağız” dedi. Yaşanan bunca şeyden sonra aileler de çocuklarını cemaat evlerine tekrar göndermek istemedi. Fakat alternatif bir barınma politikası geliştirilemediğinden veya yetiştirilemediğinden bir çok üniversiteli genç dımdızlak ortalıkta, sokakta kaldı. Kendi başlarına ev tutmak isteseler ev sahipleri üniversiteli gençlere ev vermek istemiyor. Verenlerde fahiş fiyatlardan kapıyı açıyorlar. Özel yurtlar ise çok pahalı.Örneğin İstanbul’da 4 kişilik odalarda özel yurtlar 800-900 lira. Şimdi elinizi vicdanınıza koyun. Asgari ücretle çalışan 900 lira maaş alan bir baba üniversiteyi İstanbul’da kazanmış olan evladını bu yurtlara nasıl yerleştirsin. Asgari ücreti geçtim bir devlet memuru babanın bile bu yurt ücretlerini ödemeye gücü yetmez. Öte yandan İslami vakıflar, dernekler elini


KARANTİNA taşın altına koymaya çekiniyorlar. Veya bazısıda aynı cemaat kafası ile düşünüyor. Ben bir yolda kalmışın elinde tutup barındırırsam bunun bana ne faydası olabilir sorusunu masaya yatırıyorlar. Halbuki bir yolda kalmışı barındırmak kadar hayırlı iş bir var mı? Velev ki a cemaate b vakfa c partiye hiç bir fayda sağlamayacak. Ne yani bu insanlara yardım edilmeyecek mi? Çevreden duyuyorum işte falan vakıfta mülakatta bin bir türlü sorular soruluyor ev ihtiyacı olan gence. İtikadi, ameli, fikri bir takım sorular silsilesi. Buna gerçekten gerek var mı diye soruyorum? Bu genç arkadaş memleketinden yeni gelmiş. Velev ki İslami bilince sahip olmamış olsunlar. Eğer bu genç aklı başında, efendi, düzgün bir genç ise, hiç bir kaygı gütmeden, ev/yurt açma gücü olanlar gereğini yapıp sadece Allah rızası için öğrencilerin-gençlerin elinden tutulması gerekmez mi? İleriye yönelik bu sorunun çözümü için devlet acilen bütün kurumlara yurt yapma yetkisi vermeli. Barınma imkanları çoğaltılmalı. Olimpiyat köyleri gibi öğrenci köyleri kurulmalı. Farklı alternatifler, projeler geliştirilmeli. Büyük projeler alan işadamlarına gerekirse şartnameye özel bir madde getirilerek öğrenci yurdu yapma zorunluluğu getirilmeli. Bunlar yapılana kadar acil olarak devlet GSB bünyesinde bu sene herhangi bir yere yerleşememiş öğrenciler için bir birim oluşturmalı. Bu öğrenciler gerekirse başbakanın dediği gibi otellere yerleştirilmeli. Dönmek istemedik-

zümü için u sorunun çö b ik el ön y e İleriy pma mlara yurt ya ru u k n tü ü b n ıldevlet acile kanları çoğalt im a m n rı a B i. yetkisi vermel öylegibi öğrenci k ri le öy k t a iy p r malı. Olim atifler, projele n er lt a lı rk Fa ri kurulmalı. r alan Büyük projele geliştirilmeli. nagerekirse şart a n rı la m a d a iş madde getirilemeye özel bir rdu yapma zorek öğrenci yu ilmeli. Bunlar runluluğu getir r acil olarak yapılana kada nyesinde bu devlet GSB bü bir yere yersene herhangi nciler için bir leşememiş öğre alı. birim oluşturm leri yerlere dönmek zorunda bırakılmamalılar. Diyeceğim odur ki en temel ihtiyaç olan barınma ihtiyacı bir üniversite öğrencisi için artık sorun olmaktan çıkmalı. Kimse görüşü ne olursa olsun sırf bu ihtiyacı yüzünden herhangi bir cemaatle, vakıfla, partiyle, sendikayla, örgütle ilişkiye girme mecburiyetinde bırakılmamalı. Hür eğitim kurumları olarak görülen üniversitelerde, öğrenciler cemaatlere, vakıflara, stk’lara, partilere hiç bir karşılık gözetmeksizin, hür iradeleriyle gönüllü olarak katılmalı ve çalışmalara katkı sunmalı. Böylesinin daha hayırlı ve etik olacağını düşünüyorum. Yetkilileri göreve çağırıyorum. Lütfen bu çığlığı duyun.

* İstanbul Üniv. İletişim Fak. 3.Sınıf Ekim’14 • 11


KARANTİNA

Küresel Eğilimler Işığında Türkiye’de Uluslararası Öğrenciler Raporu / SETAV Araştırmacılar: Bekir GÜR, Murat ÖZOĞUL, İpek COŞKUN

DÜNYADA ULUSLARARASI ÖĞRENCİLER • Uluslararası öğrenciler, genç nüfusun az oldu-

ğu gelişmiş ülkeler başta olmak üzere birçok ülkede, ekonomik kalkınmaya ve uluslararası rekabet gücüne büyük katkı sağlayan insan kaynağı olarak değerlendirilmektedir. • İnsan

kaynağı olarak sağladıkları katkılara ek olarak, uluslararası öğrenciler, hem ödedikleri öğrenim ücretleriyle hem de konaklama, seyahat ve gündelik ihtiyaçlarını gidermek için aile fertleri ile birlikte yaptıkları harcamalarla, bulundukları ülkenin ekonomisine doğrudan ekonomik girdi sağlamaktadır.

• Uluslararası öğrenci dolaşımı, ülkeler ve kültür-

ler arasında karşılıklı anlayışı, işbirliğini ve dayanışmayı artırdığından önemli bir dış politika ve kamu diplomasisi aracı olarak değerlendirilmektedir. 12 • Ekim’14

• 1980 yılında 1 milyon olan uluslararası öğrenci

sayısı, sürekli artarak 2000 yılında 2 milyona, 2009 yılında ise 3,7 milyona ulaşmıştır. •

Amerika Birleşik Devletleri, sayı olarak en fazla uluslararası öğrenci bulunduran, önemli bir cazibe merkezi konumundadır. ABD, bütün uluslararası yükseköğretim öğrencilerinin % 18’ine ev sahipliği yapmaktadır. ABD’yi sırasıyla İngiltere (% 10), Avustralya (% 7), Almanya (% 7) ve Fransa (% 6,8) takip etmektedir. Uluslararası öğrencilerin yaklaşık yarısı, bu beş ülkede eğitim görmektedir.

Çin Halk Cumhuriyeti yurtdışına en fazla öğrenci gönderen kaynak ülke konumundadır. Dünyadaki uluslararası öğrencilerin %15,3’ü Çin Halk Cumhuriyeti’ndendir. Çin Halk Cumhuriyeti’ni sırasıyla Hindistan (% 5,5), Kore (% 3,5), Almanya (% 2,8) ve Türkiye (% 2,0) takip etmektedir. Bu beş ülkeden yurtdışına yükseköğrenim görmeye giden öğrenciler, toplam uluslararası öğrencilerin yaklaşık %30’unu oluşturmaktadır. •


KARANTİNA ARAŞTIRMANIN ÖNEMLİ BULGULARI • Son yıllarda giderek bölgesel bir güç haline

gelen Türkiye’nin, önümüzdeki yıllarda da bu rolünü sürdürebilmesi, diplomasinin yanında, hem ülke içinde siyasi ve ekonomik ihtiyaçlarını karşılayacak iyi yetişmiş bir işgücüne sahip olmasını hem de ülke dışında sağlam sosyal, ekonomik ve kültürel ilişkiler kurmasına bağlıdır. Türkiye’nin uluslararası öğrenci sayısını artırması, bu çerçevede oldukça önemlidir. • 2011 yılı itibariyle Türkiye’de yaklaşık 26 bin

uluslararası öğrenci yükseköğretime devam etmektedir. Bu sayı, uluslararası eğitimde lider konumdaki ülkelerde öğrenim gören uluslararası öğrenci sayısı ile kıyaslandığında, oldukça düşüktür. • BÖP’ün başladığı andan itibaren, Türkiye’ye

gelen 32 bin öğrenciden sadece 9.541’i mezun olmuştur. Yaklaşık 16 bin öğrencininse bursu kesilmiştir. Mezuniyet oranının oldukça düşük olması, BÖP’ ün verimliliği hakkında ciddi kaygı uyandırmaktadır. • Öğrencilerin Türkiye’yi tercih ederken, eğitimin

kalitesi, eğitim ve yaşam maliyeti, öğrencilere sağlanan burs olanakları, Türkiye’nin kültürel, dini veya etnik yapısı ve yakınlarının veya kendi ülkelerindeki faaliyet gösteren Türk okullarında çalışan yetkililerin tavsiyeleri gibi etmenlerden birisini veya bir kaçını birden göz önünde bulundurdukları tespit edilmiştir. • Öğrencilerle yapılan görüşmeler-

de, Türkiye’de sunulan eğitim imkânlarının yeterince ve etkili bir şekilde tanıtılamadığı ve bu durumun uluslararası öğrenci politikası bağlamında Türkiye’nin en önemli eksiklerinden birisi olduğu tespit edilmiştir. Kurum temsilcileri ile yapılan görüşmelerde de, tanıtımın yetersiz olduğu ortak bir görüş olarak ortaya çıkmıştır.

• Başvuru aşamasında bazı sorunlar yaşadıklarını

belirten öğrencilerin yanıtlarından, sorunların genellikle yetersiz/yanlış bilgilendirmeye bağlı olarak yaşandığı anlaşılmaktadır. Sadece birkaç öğrenci vize ile ilgili sorun yaşadığını ve sorunun bekleme süresi ile ilgili olduğunu belirtmiştir. • Uluslararası öğrencilerin önemli bir kısmının

derslerde ve akademik süreçlerde zorlandıkları ve bu sorunun birbirleri ile etkileşim halinde olan farklı etmenlere bağlı olarak geliştiği ortaya çıkmıştır. Yabancı bir dilde eğitim görmenin (Türkçe veya İngilizce) öğrencilerin derslerde zorlanmasının en önemli nedeni olduğu tespit edilmiştir. • Uluslararası öğrencilerin Türkiye’den genel ola-

rak memnun oldukları tespit edilmiştir. Ancak, öğrencilerin bazıları, sosyal hayatta bazı sorunlar yaşadıklarını belirtmiştir. Bu sorunlar beş başlıkta toplanmıştır: kültürel farklılıktan kaynaklanan sorunlar, dile bağlı sorunlar, konaklama, sağlık sigortası ve maddi sorunlar. • Uluslararası öğrencilerin eğitimlerini yarıda ke-

sip ülkelerine geri dönmelerine veya dönmek istemelerine neden olan etmenlerin başında maddi sıkıntılar gelmektedir. Özellikle, 2010 yılında harçların artırılması sonucu harç parasını yatıramadığı için dönen öğrencilerin olduğu tespit edilmiştir. •

Bu araştırmanın sonucunda, Türkiye’de yükseköğrenim görmenin, eğitimin kalitesi, yabancı dil öğrenme, uluslararası tecrübe kazanma ve ülkelerinde Türkiye’ye karşı duyulan sempati ve saygınlık gibi etmenlerin etkileşiminden dolayı bazı ülkelerden gelen öğrencilere saygınlık kazandırdığı ve dolayısıyla kendi ülkelerinde özellikle özel şirketlerde etkin pozisyonlarda iş bulma kolaylığı sağladığı tespit edilmiştir. Ekim’14 • 13


KARANTİNA • Öğrencilerin Türkiye ile alakalı beklentilerinin

büyük oranda gerçekleştiği tespit edilmiştir. Diğer taraftan, bazı öğrencilerin özel beklentilerinin olmadığı, bazılarınınsa barınma, eğitim sistemi, kültür ve inanç ile alakalı beklentilerinin gerçekleşmediği tespit edilmiştir. • Uluslararası

öğrencilerin genel kanaati, Türkiye’de kalmanın oldukça zor ve bürokratik engellerle dolu bir süreç olduğu yönündedir. Buna rağmen kalmak isteyen öğrencilerin bazıları hiçbir koşul aramaksızın izin verilirse veyahut mezuniyet sonrası tanınan sürenin uzatılması durumunda kalmak istediklerini, bazıları ise iş imkânı buldukları takdirde kalmak istediklerini belirtmiştir.

ÖNERİLER • Türkiye’de yükseköğrenim görmek isteyen öğ-

rencilere yönelik yapılan tanıtım ve danışmanlık hizmetlerinin artırılması gereklidir. • Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’deki üni-

Başvuru işlemleri için, İngiltere’de UCAS ya da Amerika’da The Common Applications örneklerinde olduğu gibi, merkezi, çok dilli ve çevrimiçi bir başvuru sistemi kurulmalı ve başvurular bu sistem üzerinden alınmalıdır. • YÖS’ün kaldırılması sonrasında, başvuruların

değerlendirilmesinde ortaya çıkan karmaşıklığın ortadan kaldırılması için, öğrenci seçiminde YÖS benzeri merkezi bir sınavın tekrar hayata geçirilmesi, ancak bu sınavın farklı ülkelerde ve farklı dillerde yapılması daha uygun olacaktır. • Üniversitelerde, sadece ERASMUS öğrencile-

rine değil, tüm uluslararası öğrencilere hizmet sunacak ofisler kurulmalıdır. Bu ofisler, öğrencilere hem akademik hem de sosyal destek sunmalıdır. • Özellikle kendi imkanları ile gelen uluslarara-

sı öğrencilerin yaşadığı maddi sorunu çözmek için, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, uluslararası öğrencilerin öğrencilikleri süresince, kampus içinde veya dışında, yarı-zamanlı olarak çalışmalarına imkân sağlayacak düzenlemeler yapılmalıdır.

versiteler de tanıtım süreçlerine daha fazla müdahil olmalıdır. Üniversitelerin daha fazla uluslararası öğrenci çekmek amacıyla yapacakları • Devlet yurtlarında kalan hem ulusal hem de uluslararası öğrencilerin sorunları (odaların katanıtım ve pazarlama faaliyetlerinin, hükümet labalık olması, hijyen sorunu ve gürültü, vb.) tarafından ihracat desteği kapsamına alınması gerçekçi bir şekilde tespit edilmeli ve çözüme ve tanıtım giderlerinin yarısının karşıkavuşturulmalıdır. lanması, üniversiteler tarafından büyük bir avantaja dönüştürülmelidir. • BÖP kapsamında veya hükümet bursları kapsamındaki burslu öğrencilerin ilgileri ile yerleşti• Tanıtım, müfredat gerildikleri programlar arasındaki uyuşmazlıkların liştirme, uluslararası öğçözümü için, kontenjanların alan/bölüm bazınrenci destek hizmetleri da dağılımı ve öğrenci yerleştirme süreçleri yeve üniversite personeniden gözden geçirilmelidir. linin eğitimi gibi birçok farklı konuda üniver• Mezun öğrencilerle –özelikle burslu olarak öğsitelerin uluslararasırenim görenlerle– ilişkileri koparmamak için laşmaları desteklensağlıklı işleyen bir mezun takip sistemi kurulmelidir. malı ve mezunların birbirleriyle rahatlıkla iletişim kurabilecekleri (çevrimiçi veya yüz-yüze) • YÖS’ün ve merortamlar geliştirilmelidir. kezi yerleştirmenin kaldırılması sonra• Türkiye’den alınan diplomaların denkliğiyle ilgisında, uluslararası öğli sorun çıkaran ülkelerle diplomatik kanallarla renciler için karmaşık ve görüşülmeli ve denklik sorunu çözülmelidir. Bu pahalı bir hal alan başvuru şekilde, ilgili ülkelerden daha fazla öğrenci gelsüreci sadeleştirilmelidir. mesinin önündeki bir engel kaldırılmalıdır. 14 • Ekim’14


ATÖLYE

İman Gözlüğü Yasemin Özenç KANDEMİR

B

ir hadîs-i şerîfte buyruluyor ki: “Yeryüzünde tapılan sahte tanrılardan Allâh’ın en çok buğz ettiği; hevâ ve hevestir.” (Heysemî, I, 188) Tanrı deyince aklına cahiliye dönemindeki putlar gelen biz günümüz Müslümanlarına, “Tanrılara tapıyor musun?” diye bir soru sorsak (soramayız ama sormaya çalışsak) “Elhamdüllillah Müslümanım” deriz demesine ama hangimiz, “heva ve hevesimize” yenik düşmüyoruz? Demek ki maazallah her an imanımızı kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyayız... Ama nedense anne-babamızdan miras aldığımız imanımızı kaybetme korkusunu yüreğimizde hissedemiyoruz. En basitinden, tırnağımız kırıldığında duyduğumuz üzüntüyü imanımız için duymuyoruz. Hani insanoğlu babasından miras kalan malı çok rahat harcar da, kendisi çalışarak alın teri ile kazandığı parayı harcarken cimrileşir ya, biz de aynen o durumdayız sanki... Oysa Bilal-i Habeşi gibi kırbaçlanarak işkencelere maruz kalarak imanımızı kazanmış olsaydık, imanımızı kaybedeceğiz diye ödümüz kopardı.

Her çocuk Müslüman doğar, biz de Müslüman ailede doğduk, kulağımıza ezanlar okundu, mevlitlerimiz yapıldı. Yaz tatillerinde Kur’an kurslarına gittik ya, tamam nasıl Müslüman olarak doğduysak, o şekilde de ölürüz zaten diye bir algımız var. Müslüman olarak doğup Müslüman olarak ölmeye garantimiz varmış gibi hareket ediyoruz. Belki modern dünyada insanoğlu her şeyini sigorta ettirebiliyor ya, imanımıza da sigorta yaptırmışız gibi hareket ediyoruz. Oysa imanımızın garantisi ya da sigortası yok, olamaz. Onu son nefesimize kadar koruyacak olan bizleriz. Ancak gözümüze Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye gözlüğü takıp hayata bu gözlükle bakarak imanımızı koruyabiliriz. Bu gözlüğü çıkarıp da değerlendirdiğimiz her şey boş, anlamsız ve imanımız için bir tehlike unsuru... Başımıza gelen her olayı bu gözlükle değerlendirirsek ancak kurtuluşa erebiliriz, çünkü Peygamberimiz (sav) ne buyurmuştu: “Size iki şey bırakıyorum. (Bunlara tutunursanız) asla delalete düşmezsiniz: Allah’ın kitabı ve sünnetim. Bu ikisi (kıyamette) havza kadar ayrılmadan beraberce geleceklerdir.” (Hâkim,1/93). Ekim’14 • 15


GÜNDEM

MÜCADELE VE MUHASEBE IŞIĞINDA,

DEĞİŞİM SÜRECİMİZİN ZUHURUNDAN BU YANA, VAR OLAN EMPERYAL KUŞATMA ALTINDA TEK DEĞER:

İSLAMİ DİRENİŞ Ali Tarık PARLAKIŞIK (m.) 2010 yılında, Tunus’ta başlayan ve geniş halk kitlelerini kapsayan ayaklanmanın içinde, farklı ideolojik/dini hüviyetler de yer almasına nazaran, esas kurucu irade Müslüman kitle idi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Müslüman Coğrafyayı paylaşan sömürgeci devletler, kendi ellerine geçirdikleri topraklarda kukla yönetimler kurdular. Bu kukla yönetimler, bulundukları toprakların her nevi maddi varlıklarını, ceplerine doldurmanın cehdinde idiler. Öte yandan, bağlı bulundukları otoritelere mugayir bir şekilde bulunan Müslüman toplumları da, siyasi olarak baskı altında tutmaları gerekiyordu. Kapitalizm küreselleşmeyle manasını bularak, bir yandan halkları kendi ülkelerinde yabancı hale getirmeye çalışıyor, haliyle de halkları kendi kendilerinden soyutlamaya çalışıyor ve de bir yandan toprakları verimsizleştirmeye çalışıyordu. (m.) 2010 yılında Tunus’ta başlayan ve dalga dalga yayılan ayaklanma; bir yandan Tunus, Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye diktatörlerini telaşa veriyor, bir yandan da halkları gelecek tahayyülüne soyundurtuyordu. Emperyalizmein yerli çocukları olan diktatörler, karşılarına dikilen bu 16 • Ekim’14

halkları bir şekilde susturmaya cehd etmek istiyorlardı. Ama cehdlerin üzerinde var olan, Allah rızasına layık olmak için bir cehd vardı. İşte bu cehdin; Mısır’da Muhammed Bedii ve Muhammed Mursi, Libya’da Abdulhakim Belhac, Suriye’de Riyad Esad, Abdulkadir Salih ve Hasan Abbud gibi yiğitleri rol almaya sevk ettiğini müşahede ettik. Hürriyet için öne çıkan, hayatlarını hürriyet için umursamayan bu yiğitler, ülkelerinin en has, en samimi evlatlarındandırlar. Ülkelerinin en has ve en samimi evlatlarından olduklarından ötürü de, haliyle küreselleştirilmeye çalışılan (kapitalizm ve) emperyalizmin, makûs politikalarından ötürü bu yiğitlerin üzerlerine göz dikmemeleri de düşünülemezdi. Yeni bir zamanın başlangıcı olacak ayaklanmaları fark edemeyen Batı, meselenin vahametini idrak ettiği noktada da dâhil olmaya çalıştı. Müslüman ülkelerin başında ki diktatörlerle dirsek teması olan, başını ABD’nin, Fransa’nın, İngiltere’nin ilh. çektiği “Yeni Dünya Düzeni” savunucuları olan emperyal politika maliki Batı, Müslümanların en ufak bir kıpırdanışlarında planlar yapmaya, projeler üretmeye başladı.


GÜNDEM Bu noktada Gerard Delanty’nin ‘Avrupa’nın noktada, iktisadın insan hayatının mühim bir alanıİcadı’ vurgusu mühim espri ihtivası ile karşımızda nı kapladığını da hatırımızda tutmalıyız. Öte yandan Filistin’in kurtuluşunun, bölge halkdurmaktadır. Avrupa veya Batı dediğimiz kutup; coğrafi bir tarif mi, ideolojik bir tarif mi, yoksa baş- ları nezdinde ki ehemmiyeti de, göz önüne alınması ka bir mana ihtiva eden bir tarif mi? Delanty’nin gereken bir mesele olarak karşımızda durmaktadır. metodolojisi ve çıkarımları mühim; Avrupa diye Filistin meselesinin, ayaklanmaların zuhur ettiği yekpare bir nizam yoktur. Hatta Avrupa bir nizam- bölgelerde siyasi rahatsızlıkların mühim membadan önce bir telakkidir; lakin kendi yatağında akıp larından olduğunu göz önünde bulundurmalıyız. gelen bir telakki değildir, oluşturulmuş icat edilmiş Bu manada misal olarak, Mısır’dan Filistin’e yardım geçmesi meselesinde Mısır’ın devrik tağutu Hüsnü bir telakkidir. İşte fikrî, ideolojik ilh. olarak arı, sahih olmayan Mübarek döneminde yaşananlarda biliniyor. Tunus’tan Suriye’ye uzanan ayaklanmalara, Batı aksine oluşturulmuş, gayr-i sahih Avrupa telakkifark ettiği noktada meseleye si Aydınlanma, Sanayi Devridâhil olmak isterken, belli gömi, Fransız İhtilali, Rönesans, rece hedeflerine ulaşmış olabiReform çalışmalarıyla kendi lir. Lakin tekrar vurgulamamız kendine çekidüzen vermeye gereken bir mesele, Arap-İslam çalıştı. Modernleşme sürecini Tunus’ta başlayan Coğrafyasının ayaklanmaları, süratle ilerletirken, Rönesans ayaklamanlar, esasen Batı’nın haberdar olduğu ve çalışmalarında geçmişte ki (Anihtiyaç duyulan beklediği ayaklanmalar değildi. tik dönemdeki) estetikten (de) ayaklanmalardı. Bu gerçek, bizi, Batı’nın-ABD’nin yararlanan Avrupa, fikrî sahada Çünkü Arap-İslam dillerde dolaştığı gibi gerçekten İslam’ın ilim ve kültür geleneCoğrafyasının var olan net manada, istediğini, istediği ğinden yararlandı. jeopolitik, jeostratejik zaman yapan, algısının hakikat İlerleyen süreçte dünya saholmadığıdır. Zaten meselenin nesine çıkan Batı, şu anda yer ve maddi değerlerinin bu ve bu minvalde ki noktalayer “dünya gücü”, “süper güç” üzerinde, yerli ve rı ABD’yi ve beraberinde olan gibi klişe sözlerle ifade edilen yabancı güçlerin var devletleri şaşkına uğratan, üzenoktaya gelmiş durumda. ABD; olan hâkimiyetlerinin rinde durulmasını istemedikBatı dediğimiz ifsat membaının arındırılması elzemdir. leri noktalardır. Öyle ya; Allah, görünen yüzü. İsrail, Fransa, Amerika’dan büyüktür. Hakikaİngiltere, Suudi Amerika ilh.; tin çığlığı, batılın tüfeğinden, toBatı’nın diğer kolları. İran, IŞİD pundan daha kuvvetlidir. ilh.; Batı’nın ya belli zamanlarVe sonucu ne olursa olsun, hürriyet mücadeleda, ya (stratejik olarak) çoğunlukla, ya da taşeron bir şekilde bağlısı olan devlet, örgüt ve kurumlardır. sini başlatan halklar, bu mücadeleden dönmemeTunus’ta başlayan ayaklamanlar, esasen ihtiyaç yi zihinlerine kazımışlardır. Çünkü biliyorlardı ki, duyulan ayaklanmalardı. Çünkü Arap-İslam Coğ- hürriyet için ölmek de, gerektiğinde hürriyetin bir rafyasının var olan jeopolitik, jeostratejik ve maddi parçasıydı. Coğrafyamızın; seçkinlerin eliyle Batı’ya entegdeğerlerinin üzerinde, yerli ve yabancı güçlerin var re edildiği dönemde, modernleştirildiği ve sekülariolan hâkimiyetlerinin arındırılması elzemdir. Öte yandan iktisadî, ideolojik ve birçok alanda zasyonun örgüleştirildiği dönemde, İslami dinamizbaskı altında tutulan halkların, bu baskılardan arın- mi geriletirken, alimlerin ortadan kaldırılması da, dırılması da mühim bir mesele olarak karşımızda mühim bir rol oynuyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin durmaktadır. Buazizi kendisini yaktığında aynı dert- ilanından sonra Şeyh Said, Şeyh Esad Erbilli, İskilipli ten muzdarip yığınların, çıkış yolu aramak zorunda Atıf Hoca’nın şehadetleri bu minvalde okunmalıdır. Yine aynı şekilde Mısır’da Hasan el-Benna ve Seyyid kaldıkları bir meselede kendisini yakmış oldu. Diktatoryal rejimlerin iktisadî politikalarının; Kutub’un şehadetleri de, bu minvalde okunmalıdır. halklara, sürülmesi zor bir hayat verdiği malum. Bu Coğrafyamızda modernleşme sürecini, sekülarizasEkim’14 • 17


GÜNDEM yon projelerinden ayrı tefekkür edemeyiz. Mama- içtimaî, siyasî, ilmî, kültürel, fikrî olarak ıslah değil, fih bu süreç, mevcut diktatörler için, bulundukları fesattan yana olanlardan olamayacağımız, aşikâr. ülkelerin, eski hallerine geri dönemeyeceklerini “Tarihin Sonu”, “Yeni Dünya Düzeni” gibi tahayyültahayyül ettikleri dönemlerin başladığı manalarına ler insanlığı aydınlıktan karanlığa götürmeye cehd geliyordu. İslam toplumlarının, âlimlerinin bir bir eden, elinde “kapital”i bulundurmayanı elinde ortadan kaldırıldığı dönemlerde, halk bir şekilde “kapital”i bulundurana köle edici, insanları sürekli kendi hüviyetini korumak zorundaydı. Süleyman kanlı hülyalarda dolandıran küresel tağuti düzene; Hilmi Tunahan’ın ve cemaatinin çalışmaları, bu bir ret olan Arap-İslam toplumlarının ayaklanmahüviyetin korunması çalışmalarının bir misalidir. ları, çok normal karşılanması, destek olunması geDaha sonra ki zamanlarda âlimlerin ve aydınların reken ayaklanmalardır. Bu ayaklanmaların özünde, şümullü bir gelecek tasavvuru elleriyle içtimaî ve siyasî ıslah, ve şümullü bir gelecek tasavihya, inşa çalışmalarına şahit vuru için, gerekli bir fikriyat oluyoruz. Öze dönüş diyerek bulunsa da bulunmasa da, öze de ifadelendirilen (bu) gayretYalnız unutulan bir nokta dönüş ve hürriyet isteği vardır. ler; gerçek manada, kendi hüvardı ki, ayaklanan Tunus’ta başlayan ayakviyetimize fert ve toplum bahalkların başında ki lanmalar için, hakların gazını zında dönmemizi, tekrardan diktatörler, yerel ve alma operasyonu bile dendi. İslami bir telakkiye malik olup, Sol, mezkûr halk ayaklanmalabu doğrultuda ferdî, içtimaî küresel politikalarında rını, sınıf mücadelesine yakın siyasî hayata malik olmak. emperyalizme hizmetçilik görmediği için, desteklenmeFikrî planda bu meseleyi en yapan tağutlardır. Ali mesi gereken olaylar olarak ahenkli hale getirenlerden biri Abdullah Salih, Hüsnü gördü. olarak Seyyid Kutub’un “Öncü Mübarek, Muammer Yalnız unutulan bir nokta Kur’an Nesli” tasarımı mühim Kaddafi, Beşşar Esed; vardı ki, ayaklanan halkların bir misaldir. bu diktatörlerin hangisi başında ki diktatörler, yerel Bugün gelinen noktada, ve küresel politikalarında emDünya siyaset arenasında için bulundukları ülkenin peryalizme hizmetçilik yapan Türkiye’nin de bir yeri olduğumaddi değerlerini ya kendi tağutlardır. Ali Abdullah Salih, nu müşahede ediyoruz. Batı ceplerine doldurarak Hüsnü Mübarek, Muammer tarafından ise, ABD liderliğinhırsız olmadıklarını, ya da Kaddafi, Beşşar Esed; bu diktade ki kutbunda, dünya siyaküresel sistemin ağalarına törlerin hangisi için bulunduksetinde bir ağırlığının mevcut peşkeş çekmediklerini ları ülkenin maddi değerlerini olduğunu müşahede diyoruz. iddia edebilir? ya kendi ceplerine doldurarak Türkiye Cumhuriyeti’nde ki hırsız olmadıklarını, ya da küAK Parti hükümetinin, politiresel sistemin ağalarına peşkaları arasında küresel siyasete uyumlu politikaların var olması bir yerde umut keş çekmediklerini iddia edebilir? Bunun haricinde bağlanan bir iktidar için, oldukça menfi bir durum- bu diktatörlerin bir kısmının belli dönemlerde Batı dur. ABD’nin, Dünya üzerinde ki birçok meselede kutbu ülkeleriyle gerginlik yaşasalar bile, nihayeat koşturmaya meyilli ve bir yere kadar da bunu tinde geldikleri noktada emperyalist sömürü dügerçekleştiren bir kutup olması da, ayrı bir me- zenine uşaklık etmediklerini, kim iddia edebilir? sele olarak karşımızda durmaktadır. Bunun misali Mamafih bu ve diğer diktatörlere karşı baş kaldıran de Türkiye’nin de katıldığı, Suriye meselesi ile ilgili halklar, nasıl kapitalizm ve emperyalizmin karşısınolan Cenevre görüşmeleridir ki, Suriye’nin onurlu da olmuyorlar mı? Usulî olarak başka bir meseleyi de vurgulamak muhalefeti, Cenevre görüşmelerine katılan ulusal gerekiyor. İslam, mücadeleyi farz kılan bir dindir. koalisyonu tanımadıklarını açıklamışlardı. Neticede Müslüman halklar olarak, ıslah edici Mücadelenin farklı yolları olduğu gerçeğini göz bir dinin mensuplarıyız. Bu itibarla iktisadî, ferdî, önüne almakla birlikte, yorum götürmez bir durum 18 • Ekim’14


GÜNDEM vardır ki; İslam, Allah’ın hükmünün hakim kılınmasının mücadelesini, farz kılan bir dindir. Allah’ın hükmünü hiçe sayan bu diktatörlerin, diktatör vasıfları olmasa dahi, tağuti bir nizamın başında bulunan tağutlar olmaları hasebiyle, bir kere nizam ve makamları buudundan, İslami Hareketin hedefindedirler. Yine, usulî olarak başka bir meseleyi de vurgulamak gerekiyor. Dini, ne olursa olsun, bir iktidar zalim ise yine aynı şekilde, nizam ve makamları buudundan, yine İslami Hareketin hedefindedir. Dolayısıyla; tamamen baskı, despotizm, kan ve gözyaşı üzerine kurulu bütün diktatörler, İslami Hareketin hedefindedirler. Suriye Direnişine yönelik tavırlarda, farklı bölgelerde ki direnişlere nazaran daha kaypak, daha fırıldak, daha içten pazarlıklı tavırları da müşahede ettik. Bu tavırları ve bu tavrın maliklerini tek tek söz konusu etmeyeceğiz. Lakin Suriye Direnişi, bulunduğu toprakların dışında da, heyecan ve ümit oluşturmuş bir direniştir. Hep söylediğimiz gibi umumi planda Arap-İslam Halkları, hususi planda Suriye Halkı, tabiri caizse unutulanı hatırlamıştır ve de ümmete unutulanı hatırlatmıştır. ABD’nin, IŞİD’i bahane ederek, Suriye Direnişini yok etmeye çalıştığına şahit olduğumuz anda, hatırımızda bulundurmamız gereken ve yine aynı şekilde onur duyduğumuz nokta; okul duvarına “Halk Rejimin Düşmesini İstiyor” yazan çocukların, devrimi başlattığı günlerde de söylediğimiz gibi haklı olan, haktan olan, hakikatin tarafında olan bizlerdik. Daha doğru bir ifadeyle haklı olan, hak tarafında, olan hakikatin tarafında olan, bütün mozaiğiyle Suriye Direnişiydi. Bizler onların doğru yolda olduklarına şahitlik ettik. Filistin Direnişiyle, Suriye Direnişinin ne farkı var? Niye bu suali iliştirdik buraya? Çünkü bilgisiz, fikirsiz, fikriyatsız, edepsiz çevrelerin farklı gerekçe ve söylemlerle ya doğrudan Beşşar Esed diktatörlüğünü savunduklarını, ya da Suriye Halkının muhalefetini yalnızlaştırmaya çalıştırdıklarını müşahade ettik. Adım adım devam edersek; Türkiye’de yerel politikada ahlaki olmayan muhaliflikler, bir yere konumlandırılmayan adeta aydınlanmış zihinleri ile entelektüeliteye koşan, her daim emek, adalet, antikapitalizm, sömürü vurgu-

su yapan çevreler, Suriye Muhalefetinin arkasında emperyal güçlerin bulunduklarını dillendirdiler. Bir ara not açarak, bu tip çevrelerin muhtevalarını, başka bir vesile açıkladığımız bir yazıdan kısa bir iktibas edelim; • Fikir yok. Başlı başına bir örgüleri zaten yok. • Umumi olarak solcuların yaptıkları, dahil oldukları birçok meseleyi; beğenirler, dahil olurlar. Şüphe ile yaklaşmazlar. Bu tavırlarını hep adalet, evrensel değerlerden delillendirirler. Bunun yanında Müslüman olarak dahil oldukları ortama kendi renklerini vermek yerine, orada ki havayı tahkim ederler. Ve hatta dışarıya karşı Müslümanlar da bu şekilde düşünüyor, havasının verilmesinde, iyi bir malzeme olarak görülürler, kullanılırlar. Zaten İslami manada bir dönüşüm, dahil oldukları ortama Allah’ın boyasını vurmak gibi bir düşünceleri yoktur. Böyle bir dertleri yoktur. • Kapitalizmin, sömürünün menfi olduğunu her an dillendirirler. Emeğin, bölüşümün, paylaşımın müspet olduğunu her an dillendirirler. Ama, söylem bazında ne ciddi bir kapitalizm tarihi, ne ciddi bir kapitalist ekonomi bilgisi, ne de ciddi bir kapitalizm eleştirisine rastlayamazsınız. • Bir insanın içlerine katılabilmesi için, AK Parti’ye karşı olmuş olması yeterlidir. Ateist, komünist, ulusalcı, feminist ne olursa olsun; AK Parti’ye karşı olması yeterlidir, ağzından “emek, adalet, antikapitalizm, eşitlik, özgürlük” kelimelerini sık duyduğumuz bu ortamlara dahil olabilmesi için. • Dikkat edilirse AK Parti’nin karşı çıktıkları herhangi bir icraatını, başka bir parti yaptığında kendi buudlarından herhangi bir sorun teşkil etmeyecek bir durum olur bu. (Özellikle de İslam’a doğrudan cephe alan veya İslami argümanları ‘kullanıp’ hitap ettiği kitleyi yönlendirmeye çalışan partiler. BDP gibi.) • Tutumları yüzde yüz AK Parti hükümetine karşı olma üzerine kuruludur. Herhangi bir amacı yoktur bu karşıtlığın; karşı olmak için karşıdırlar. • Tutumları ikirciklidir. Bir misalle açıklayalım; Berkin Elvan’ın ölümünün arkasından her türlü desteğe koşarlar. Propagandası için her nevi ve her zeminde cehd ederler. Sebebi, “Berkin Elvan, mazlumdur. Genç yaşta polis tarafından öldürülmüştür.” İlh. Lakin Berkin Elvan’ın cenazesinin olduğu gün, protestolarda Ok Meydanı’nda Ekim’14 • 19


GÜNDEM DHKP-C tarafından öldürülen Burakcan için herhangi bir söz söylediklerini duymazsınız. Bu kadar çok açık ve seçik olduğu için, bu madde içinde bu kadar malumat yeterlidir. • Yaptıklarıyla İslam karşıtı kutba destek olurlar, bunun farkında değillerdir (veya farkındadırlar). • Sola dair fikir, ilke, akide, nosyon, eylem ilh. planlarında herhangi bir şeyi savunabilirler ve herhangi bir beis görmezler. • İslami Hareket değillerdir. Yaptıkları herhangi bir güzel icraat tamamen müspet olduklarını delillendirmez. Yaptıkları herhangi bir güzel icraat ancak “istisnalar kaideyi bozmaz” cinsinden olabilir. (AKP Düşmanlığı Adına, Solculaşma ve Kemalistleşme Temayülü- 3; www.milathaber.com/yazar-51-solculasma_kemalistlesme_ temayülleri_ve_ikirciklikler.html) İmdi söylemin cazibesi, yine aynı şekilde “mahalle”den gelenlerin başını çektiği bir iktidar döneminde, cazip bir muhaliflikle hareket eden çevreler, Suriye Direnişini bilgisizlikleri ve şuursuzluklarıyla doğru orantılı olarak yalanlarla karalarken, meselenin iç yüzüne nazar ettiler mi hiç? Öte yandan, Suriye Direnişi ilk başladığı zamanlarda, bazı nümayişlerle destek veren sonradan, Beşşar Esed ve Suriye Muhalefetinin dışında “3. Yol”u öneren ve “Suriye’de Şii-Sünni çatışması”nı istemediklerini öne süren kurumların nasıl bir tefekkür süreçleri var, manalandırmak zor. Altını çizmemiz gerekiyor ki, Suriye Halkı antiemperyalist ve antisiyonist bir halktır. Ve Suriye’de yaşamış bazı insanların da aktardıklarına göre, Suriye Direnişinden önce, Suriye Halkının ev ve iş yerlerinde İran’ın eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejad ve Hizbullah Lideri Hasan Nasrallah’ın fotoğrafları asılıydı. Direnişin başlamasından sonra ismi geçen çevrelerin ve bağlı bulundukları kurumların, kendilerine olan düşmanlıkları hasebiyle fotoğrafların kaldırıldığı anlatılıyor. Suriye Direnişine ilk günden beri fiili olarak düşman olan İran ve Hizbullah’ın, (mezhep kavramını kullanacaksak eğer) mezhepçilik yaptığı görülmüyor mu? Suriye Halkı, bir doğuşa yeltendi. Bu doğuş, silahlı devrenin başlamasından sonra Suriye Direnişinin neferleri, karşısında ki düşmanla savaşırken ya şehid olur, ya da düşman askerlerine taarruz ettiği sırada, düşman askerini öldürür. Savaş sırasında, başka bir durum ile karşılaşılabilir mi? 20 • Ekim’14

Doğuşunu başlatan Suriye Halkının, karşına dikilen İran kutbuna söz yöneltmeden (Suriye’de ki Sünni kutbu zikretmesek bile) mezhep çatışması olmasın demek, Suriye Halkını ve Suriye Muhalefetini en hafif tabirle yalnızlaştırmak değil mi? “Mazlumun dini sorulmayacak” ise, Suriyeli mazlumların ayaklanışına köstek olanlara menfi eleştirilerin yöneltilmesi gerekmiyor mu? Ve diğer yandan, “3. Yol”u sunarken ki halleri, muhtemelen, Dünya’da bir ilki buldum, tonlarında. Bakıyoruz “3. Yol”a; Suriye’de çok kayıp var, taraflar belli bir zeminde (ki bu zeminde, Beşşar Esed’in, muhalefetin isteklerinin bir kısmının karşılanması da var), anlaşıp savaşı bitsin. İslam İşbirliği Teşkilatı vesilesiyle, sükûnet ortamı oluşturulup seçimler yapılmalı ve sonucu taraflar kabul etmeliler. İslam İşbirliği Teşkilatı’nın beş gözlemci üyesi ve elli sekiz üye ülkesine nazar ettiğimizde, mesele nasıl bir mecraya akacak? Diktatör bir devlet ve devlet başkanı olarak söz konusu; seçim nereye düşüyor bu noktada? Öte yandan yıllardır aydın olarak karşımızda duran bazı yazarların, Suriye Direnişini karalarken Batı ülkelerinde ki gazete ve dergilerden delil getirmelerini de gördük. Peki, bu tavır gerçekten ‘Düşsel Ufuklardan Gerçek Ufuklara’ doğru yol alan bir tavır mıydı? Farklı bir misal de, coğrafyamızda ki Batıcı geleneği diriltmenin peşinde olanların eylemi olan, Gezi Parkı eylemlerine meşru bir kılıfı Suriye Direnişinden bağlamaya kalkışmak, gerçekten ‘Nuh’un Gemisine Binmek’ oluyor muydu? Ve solcusuyla, alevisiyle, gezicisiyle, İrancısıyla ne olduğu belli olmayan gençlik heveslisi kurumlarıyla birlikte düzenlenen “Suriye’de Emperyalist Müdahaleye Hayır” toplantıları ve eylem çağrıları ve bu minvalde ki Suriye Halkının düşmanları nerede duruyor? Suriye halkına düşmanlık yapmak için, ne idüğü belirsiz siyasi analiz ve mülakatlar ortaya koyduğunu söyleyen yalan haberler ve mülakatlar ne kadar ‘Yakın Doğu Haber’leri sayılabilir? Ve diğer İran menşeli kurum, kuruluş ve yazarlara hususi olarak değinmiyoruz bile. Söz konusu ettiğimiz ve etmediğimiz çoğunluğu Suriye Halkına ve muhalefetine düşmanlık yapanların, az bir kısmının ise Suriye Halkını ve muhalefetini yalnızlaştırmanın peşinde olanlar, bir çocuğun okul duvarına “Halk Rejimin Düşmesini İstiyor”


GÜNDEM diye yazmasıyla başlayan ayaklanmayı, nasıl küresel sömürü düzeninin politikalarıyla açıklamaya çalıştılar? Bazıları utanmadan “direniş hattı” diye tutturdular. Direniş hattı, muhtemelen Şii Hilali’ydi. Zalim, katil, hırsız bir diktatörün zulmünden kaçan, şuuru ve fikriyatı tam oturmayan insanların; zalim, katil, hırsız bir diktatörün zulmüne alternatif olarak; Amerika’yı bile seçse, nasıl bakmak gerekir bu meseleye? (Kendi içinde; yani coğrafi, fiilî, vakıaya ve şahıs veya şahıslara bağlı olarak diyoruz, tasvip ettiğimizi söylemiyoruz.) Mamafih, Batı düşmanlığı, zihinlerine nakşolunan bir umranın çocukları olan Suriye Halkını, nasıl Batı’nın desteği ile tasvip ettiniz? İnsanları kandırabilirdiniz belki ama, vicdanınız da mı yoktu? Peki, hiç “Din Günü’nün maliki”ne vereceğiniz hesabı da mı düşünmediniz? (m.) 22 Eylül 2014 Pazartesi gecesi, Amerika müttefikleri Katar, Suudi Arabistan gibi ülkeler ile birlikte, IŞİD bahanesiyle Suriye’ye havadan saldırdı. IŞİD’in, Suriye Direnişini bitirmek için başta Beşşar Esed’in taşeronluğunu nasıl oynadığını biliyoruz; devamında Irak’ta aşiret ayaklanmalarını da nasıl ‘bastırdığı’nı da biliyoruz. Ki, Arap Baharı sürecinde, Irak’ta zuhur etmeyen ayaklanma olabilirdi, bu ayaklanma. Bu süreçte Amerika, Fransa, İngiltere, Beşşar Esed cuntası, İran, Rusya, Çin’in, IŞİD’ten nasıl memnun olduklarını da biliyoruz. Suriye Direnişinin en büyük düşmanlarından biri olan Amerika, “IŞİD tehdidi” ile Suriye’de Özgür Suriye Ordusu, Nusret Cephesi, Ahrar’uş Şam’ı vurdu. Amerika, müttefikleriyle beraber Suriye Direnişinin en güçlü zümrelerini vururken, Beşşar Esed’de karadan kimyasal silahlarla sivilleri vuruyordu. Amerika’nın bu müdahalesinden yaklaşık bir ay öncesinde, Özgür Suriye Ordusu ve Nusret Cephesi, Golan Tepeleri’nde ki Kuneytra sınır kapısının kontrolünü ele geçirdi. Bu olayda yaralanan İsrail askerleri de oldu. Ardından Nusret Cephesi, 40 tane BM askerini yakaladı. Sonrasında Nusret Cephesi’nin, BM’ye sunduğu bazı maddeleri kabul etmesi halinde, askerlerini serbest bırakacağını açıkladı. BM’nin kabul etmesi üzerine, Nusret Cephesi askerleri serbest bıraktı. İlerleyen günlerde bazı medya kuruluşlarında ki haberler, muhaliflerin Şam’a doğru harekete geçtiklerini yazdılar. Ardından da 27 km. uzaklığa kadar geldiklerini yazdılar ve bu haber bir iki gün boyunca dillendirildi. Kısa bir süre sonra, 22 Eylül 2014 Pazartesi gecesinde

Amerika, IŞİD bahanesiyle Suriye’de ki muhalif grupları bombaladı. ABD bölgede ki terörü bitirmek istiyorsa, diye başlayan ve ABD’nin esasında amacının terörü bitirmek olmadığını ifade eden sualler çoğu yerde manasızdır. Çünkü ABD, terör üzerine dolayısıyla da kan ve gözyaşı üzerine kurulmuş bir devlettir. Ama yine de beyin fırtınası için kısaca bakalım; ABD’nin amacı terörü bitirmek ise Suriye Halkını, kalleşçe katleden Beşşar Esed’e yönelik bir icraatı neden olmadı? Ya da yaptığı bombalamalarda neden Suriye’nin onurlu muhalif gruplarını vurdu? Öte yandan Arap-İslam coğrafyasında ki diktatörlerin ABD ile ilişkilerini nasıl okumak gerekir? Öte yandan Suriye muhalefeti, Suriye’de istikrarı sağladığında, ABD ile Suriye’nin ilişkileri ne düzeyde olacak? Suriye muhalefetinin, daha da ötede Suriye Halkının başlattığı direnişi, Batı’nın desteklediğini öne süren İran menşeli ve diğer batıl menşeli çevrelerin, ABD’nin müttefikleriyle beraber “IŞİD terörü” diyerek, Suriye’de ki direniş gruplarını bombalamasından beri, doğru dürüst herhangi bir açıklama yaptıklarını göremedik. Peki, Suriye Direnişi mezkûr saldırılar ile ilgili olarak acaba ne diyor? Bu suale, Özgür Suriye Ordusu lideri Riyad Esad’ın, ABD’nin saldırısından önce ve sonra yaptığı açıklamalar üzerinden cevap verelim. İlk önce ABD’nin, Suriye muhalefetine yönelik saldırısından önce kurmaya çalıştığı koalisyona, Özgür Suriye Ordusu’nu dâhil etmeye yönelik çağrısına, Riyad Esad’ın ne dediğine bakalım. AA’da yayınlanan mülakat da Riyad Esad diyor ki; “ÖSO, ABD’nin IŞİD’e yönelik savaşında yer almayacak. ÖSO’yu yanında görmek isteyen, Esed’i düşürmeye ve devrim hedeflerini içeren plana, dair güvence versin. Suriye’nin milli birlik ve zafer ordusu ÖSO’yu, kırmızı listeye alarak bitirmeye çalışan ABD, ılımlı muhalifler adı altında farklı grupları destekledi. ABD, halkın gözünde ÖSO’yu, kendisinin işbirlikçisi olarak göstermesi için, basını yönlendirdi. Suriye ve devrimi üzerine kurulan tüm komplolara rağmen, varlığını sürdüren ÖSO, Suriye Devriminin güvencesi olmaya devam ediyor. Devrimin başından beri sürekli olarak “ılımlı muhalifleri destekliyoruz” diyen ABD’den, rejim güçlerinin ilerlemesi için muhalifleri bölmekten başka bir şey görmedik. Ekim’14 • 21


GÜNDEM ABD, tıpkı Irak’ta olduğu gibi, çıkarları doğrultusunda hareket ediyor. ÖSO değişmedi. Halk, muhalif grup olarak ayrılanların hepsini tek tek biliyor. ABD halkları özgürleştirmeyi değil Mısır, Yemen, Irak ve Libya’da yaptığı gibi köleleştirmeyi istiyor. ABD her zaman İsrail’in yanında yer alarak, halkların özgürleşmesine karşı duruyor. Suriyelilerin kanı ve toprağını kendilerine mübah gören Hizbullah çeteleri, Ebu’l –Fahdl-Abbas, Feyleku’l-Kudüs ve Bedr gibi örgütleri kınayamayanlarla bile, işbirliği yapmamızı mı istiyorlar? Bunlar, Suriye Halkını kurtarmak için Suriye’ye girmediler. Ancak terör adı altında, özgürlükleri uğruna yola çıkan gençlerin kanında ki izzet ve onuru kırmak için geldiler. ÖSO, insanlık tarihinde ki en yüce ve en güzel hedefleriyle yola çıkan bu gençlerden oluşuyor. Bunlar ölüm ve savaşı değil, milli sloganlarla özgürlük istediler ve suçlu rejimin düşürülmesi için savaşıyorlar. Suriye Halkı, devrim başlatmıştır. Devrim “ılımlı” ve “ılım olmayan” şeklinde sınıflara ayrılamaz. Acaba Obama, Suriye rejimi insanlığa karşı akıl almaz suçlar işlediğinde, Suriye halkının hürriyet talebine, saygı duymuş muydu? Nuri el-Maliki’ye bağlı çeteler, herkesin gözü önünde Irak Halkına karşı “organize biçimde devlet terörü” uygularken ABD kılını bile kıpırdatmadı. ABD’li gazetecilerin öldürülünce ve stratejik ortakları saydığı Şii ve Kürtler tehdit altında kalınca, “insanlık vicdanları” uyandı.” Riyad Esad’ın açıklamalarından şunları çıkarabiliriz; - ABD, Özgür Suriye Ordusu’nu bitirmek istiyor. - ABD medyada, Özgür Suriye Ordusu’nu kendi işbirlikçisi olarak göstertti. - ABD, Suriye’de muhalifleri böldü. - ABD, halkları özgürleştirmek istemiyor. Bilakis kendisine köle yapmak istiyor. - ABD, PKK’ye silah veriyor. - ABD’nin, Suriye’de ki planları, kendi çıkarları içindir. - Hizbullah, Bedr gibi örgütler, Suriye Halkının düşmanlarıdır. - Hizbullah, Bedr gibi örgütleri, ABD kınamıyor. - Özgür Suriye Ordusu, özgürlükleri için yola çıkan gençlerden oluşuyor. - Suriye’de ki diktatör rejim, Suriye Halkına karşı suç işlerken, ABD Suriye Halkının hürriyet talebine saygı duymadı. - Suriye Muhalefeti, ılımlı ve ılımlı olmayan olarak ayrılamaz. Muhalefet tektir. 22 • Ekim’14

- Suriye’de Beşşar Esed cuntası, Irak’ta Nuri elMaliki cuntası halkları katlederken, ABD ses etmedi. ABD’li gazeteciler, ABD’nin ittifakları Şii ve Kürtler tehdit altında kalınca, ABD meseleye el attı. İkinci açıklama da, ABD ve müttefiklerinin Suriye Direnişine yönelik gerçekleştirdiği saldırıdan sonra. Özgür Suriye Haber Ajansı’nın haberine göre, Riyad Esad, ABD saldırısından sonra 24 Eylül 2014 Çarşamba tarihli açıklamasında şöyle dedi; “ABD’nin, Suriye’ye müdahalesi Beşşar Esed’e destek çıkmak için atılan bir adımdır. Bazı Arap ülkelerinin de yardımıyla, ABD’nin askeri yolla Suriye’ye müdahalesinden Beşşar Esed kazançlıdır. ABD’nin Suriye’yi vurduğu andan beri, Beşşar Esed güçleri birçok cephede ilerlemiş bulunuyor. Dış güçler, IŞİD’i vurma bahanesiyle müdahalede bulundu. Fakat onlar sadece Suriye Halkını ve Suriye Devrimini vuruyor.” Yani; ABD müttefikleriyle beraber, Beşşar Esed’e yaradı. ABD’nin müdahalesinden beri, Esed birçok cephede ilerledi. Bu saldırı Beşşar Esed’e destek için yapıldı. IŞİD’i bahane ettiler ama Suriye Halkını ve devrimini vurdular. Suriye Direnişine karşı Baas Diktatörlüğünden taraf olanlar ve Baas Diktatörlüğünden taraf olmadığı halde Suriye Direnişini yalnızlaştırmanın peşinde olanlar, Suriye Direnişi ile ilgili dillendirdiklerini, acaba Filistin için de dillendirebilirler mi? Hâlbuki bizim için bir fark yoktur. İslami Hareket, Müslümanlara Filistin’de de farzdır, Suriye’de de farzdır. Suriye Direnişi, Arap-İslam ayaklanmalarının olduğu ülkelere nazaran kısa sürede zaferi elde ediyse de, kısa sürede de yenilmedi. Etnik, ideolojik/dini, mezhebi, kültürel ve birçok mesele, bu minvalde Suriye Direnişini biraz daha farklı kılıyor. Suriye’de Sünniler, Nusayriler, Hristiyanlar, Dürziler, Aleviler bulunuyor. Etnik olarak çoğunlukla Araplar, Türkmenler, Kürtler bulunuyor. Etrafın da bulunan ülkeler şunlar; İran, Lübnan, Irak, Ürdün, Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır. Etrafında deniz olarak da, Akdeniz var. Osmanlı Devleti’nden sonra, Suriye İslam Krallığı’nda, bir darbeyle Hafız Esed başa geldi. Bu darbede, Lübnan’da bulunan Hizbullah hareketinin selefi olan Emel Hareketinin liderlerinden Musa Sadr’ın da payı var. İhvan-ı Müslimin üyesi olmak, Suriye anayasasına göre idam cezası gerektirdiği için ve de bağlantılı olarak yoğun bir şekilde


GÜNDEM

Rabb’imiz, Al-i İmran Suresi’nin 173. ayetinde şöyle buyuruyor; “Onlar, kendilerine insanlar: “Size karşı topla(n)dılar, artık onlardan korkun” dedikleri halde (buna rağmen) imanları artanlar ve: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” diyenlerdir.” Suriyeli kardeşlerimizin durmunu ne güzel anlatan bir ayet. Karşılarında bütün hainler ve küfür cephesi birleşmiş; Beşşar Esed diktatörlüğü, İran ve Hizbullah, Rusya, Çin, ABD, IŞİD ve diğerleri. Bunların tümüne karşı tek başlarına bir sürü şehid verilmesine rağmen, direnişlerini sürdürüyorlar. katliamların artacağı düşüncesiyle, İhvan-ı Müslimin üyeleri Suriye’de İhvan-ı Müslimin’i kapattılar. Lakin İhvan-ı Müslimin’in ruhu, Suriye’de ki Müslüman halkta var. Ve daha bir çok etmenden dolayı, Suriye Direnişininin üzerine“tek millet” olan küfür birçok rengiyle birlikte gözlerini dikmiş, kırpmadan bekliyor. Türkiye’de de Baasçılık yapan sol çevrelerin, hatta Suriye’de Beşşar Esed’e destek konseri yapan Grup Yorum’un karın ağrısı buıradan geliyor. (Dolayısıyla) Suriye, iman ve küfrün savaş alanıdır. Rabb’imiz, Al-i İmran Suresi’nin 173. ayetinde şöyle buyuruyor; “Onlar, kendilerine insanlar: “Size karşı topla(n)dılar, artık onlardan korkun” dedikleri halde (buna rağmen)imanları artanlar ve: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” diyenlerdir.” Suriyeli kardeşlerimizin durmunu ne güzel anlatan bir ayet. Karşılarında bütün hainler ve küfür cephesi birleşmiş; Beşşar Esed diktatörlüğü, İran ve Hizbullah, Rusya, Çin, ABD, IŞİD ve diğerleri. Bunların tümüne karşı tek başlarına bir sürü şehid verilmesine rağmen, direnişlerini sürdürüyorlar. Şimdi, Suriye muhalefetine silah verilmelidir, demek ne kadar antiemperyalist bir söylem ve istektir görebiliyor muyuz? IŞİD teröristse, bunun ilacı Beşşar Esed cephesini sağlamlaştırmaktan geçmez. Suriye’den ne kadar insan göç etti biliyor muyuz? Suriye Halkı direnişine “Ya Allah Menna Ğayrek Ya Allah”, “Lebbeyk Lebbeyk Lebbeyk Ya Allah” diyerek başladılar. Suriye Halkı direnişe, ne Beşşar Esed’i, ne Obama’yı, ne Arap Birliği’ni, ne ulusal koalisyonu istemediklerini belirterek başladılar. Suriye Halkı gözümüzün önünde bir İslam İnkılabına soyundu. Suriye Müslümanlarının hali, Rabb’imizn

Bakara Suresi’nin 155 ve 156. ayetlerinde dediğine ne kadar da benziyor; “Andolsun , biz sizi bir parça korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele.” Biz şahidiz ki, Suriye Müslümanları maddi ve manevi tüm eksilen değerlerine nazaran, hala sabrın ve vaadedilen müjdenin peşindeler. Rabb’imize hamd olsun ki, ABD’yi Suriye’ye çağıran bizler değildik, ABD’ye ihtiyacı olanlar da bizler değildik. ABD’ye ihtiyacı olanlar başından beri belliydi ve Suriye’ye müdahalesini dört gözle beklediler. Bizler ilk günden beri ne Beşşar Esed, ne Amerikan emperyalizmi, ne Şii Hilali, ne Arap Birliği, diyenlerin zaferlerini bekledik. Hala da bekliyoruz! Bu sebepten ötürü “Amerika Suriye’ye girerse, Esed’i bırakır Amerika ile savaşırız” diyen Abdulkadir Salih ve dava arkadaşlarını selamladık. Bizim gözümüz Suriye’de doğacak olan güneşte oldu hep. Dün Anadolu’da, yeter ki Hilafet yıkılmasın, diye Anadolu’da ki cihadı göğüsleyen ümmetin evlatları, bugün Suriye’de diye sevdik, biz Suriye’yi. Dün Türkiye’de, Hilafet’i kaldıranlar “Arap oğlunun yaveleri”nden söz ederken, bizler ne durumdaysak, bugün de aynı şekilde Arap oğluna zulmedildiği için, selamladık Suriye’yi. Hedef IŞİD değildi, hedef İslam Ümmetinin Suriye’de ki neferleri idi. Başını tağut Amerika’nın çektiği bu koalisyona destek verenler ve verecek olanlar ise her zaman düşmanlarımızdılar ve düşmanlarımız olarak kalacaklardır. Bilad-ı Şam’da (doğacak olan) güneşin, doğuşunun peşinde olan yiğitlere selam olsun… Ekim’14 • 23


TARİH

OSMANLI’DA BAYRAM MERASİMİ*

T

ürk geleneğinde de ramazan ve kurban bayramları çok önemli kabul edildiğinden bunlar her kesimde yerleşmiş ve tören halini almış bir şekilde kutlanırdı. Bayram törenleri bayram sabahı camilerde veya musallâ denilen açık alanlarda kılınan namazdan sonra başlardı. Küçükler büyüklerin elini öper, büyükler yakınlarına ve çocuklara hediyeler dağıtır, kapıya bayramlaşmaya gelen bekçi, çöpçü, tulumbacı, davulcu gibi hizmetlilere bayram bahşişi verilirdi. Memurlar da âmirlerinin evine bayram ziyaretine giderlerdi. Bu çok masraflı olan bayram ziyaretleri Osmanlılar’da 1845’ten sonra resmen kaldırılmış, memurların çalıştıkları yerlerde bayramlaşmaları ve âmirlerinin evlerine gitmemeleri bir kararnâme ile hükme bağlanmıştır. Fâtih Sultan Mehmed tarafından kanunlaştırılan saraydaki bayramlaşmanın belli usul ve kaideleri vardı. Padişah bayram sabahı sabah namazını sarayda Hırka-i Saâdet Dairesi’nde kılar-

24 • Ekim’14

dı. Hırka-i Saâdet kapısı önüne bir kafes konulur, içeriye de taht kurulurdu. Padişah oturduktan sonra orada hazır bulunan imam ve hatipler birer aşr-ı şerif okurlardı. Bundan sonra hazinedarbaşı bunlara hediye ile câizelerini verir, arkasından mehter çalmaya başlardı. Mehter çalarken oradakiler, “Ve hemîşe bunun emsâli eyyâma erişmek nimeti müyesser ola!” diye alkış* tutarlardı. Duacı çavuşlar da hep bir ağızdan duaya başlarlardı. Padişahın bayramını tebrik edecek olanların adları önceden tesbit edilirdi. Bunlar sabah namazını Ayasofya Camii’nde kılarlar, namazdan sonra saraya gidip Kubbealtı’nda toplanırlardı. Teşrifatî efendi silâhtar ağa aracılığıyla Sünnet Odası’nda oturan padişaha durumu arzettikten sonra padişah da Arz Odası’na geçerdi. O arada Has Odalılar, Arz Odası ile Bâbüssaâde arasına düzenli bir biçimde dizilirlerdi. Padişah Arz Odası’ndan çıkıp taht önüne gelir, nakîbüleşraf


TARİH efendi yüzü padişaha dönük, ayakta ellerini kaldırıp bir dua okuduktan sonra padişahın bayramını kutlar, selâm vererek huzurdan çıkardı. Enderun ağaları da yüksek sesle “Aleyke avnullah!” (Allah’ın yardımı üzerine olsun) derlerdi. Tekrar çalmaya başlayan mehter takımı tören süresince çalmayı sürdürürdü. Tahtın arkasında sağda kızlar ağası, solda silâhtar ağa ayakta dururlardı. O sırada İstanbul’da bulunan Kırım hanzâdeleri de tahtın arkasında yerlerini alırlar, bunların arkasındaki kapıya kadar olan yeri zülüflü baltacılar doldururlardı. Tahtın karşısında ise sekbanbaşı ağa, arkasında sipahi ve silâhtar ocakları ve subayları ile aynı şekilde kapıcıbaşılar, solakbaşı, mîralem, zaîmler, müteferrikalar ve teşrifatçı efendi dururdu. Yüksek makam sahipleri sağ taraftan gelip etek öperlerdi. Önce sadrazam, vezirler, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri sırayla ilerleyerek tahta yaklaşırlar, eğilerek saygılarını sunarlar, sonra da etek öperlerdi. Etek öperken padişah her biri için ayağa kalkardı. Padişahın her ayağa kalkıp oturuşunda oradakiler yüksek sesle “Mâşallah!” derlerdi. Sadrazam kutlamadan sonra kızlar ağasının önünde ayakta bekler, vezirlerle kazaskerler onun sağına dizilirlerdi. Bu birinci grubu eğer vezir rütbesi yoksa başdefterdar, nişancı ve reîsülküttâb takip ederdi. Bunlar ise etek öpmez, eşik öperlerdi. O sırada çavuşbaşı ile kapıcılar kethüdâsı şeyhülislâma haber verirler, şeyhülislâm ulemânın başında tebrike gelir, ancak etek öpmez, padişahın önünde saygıyla eğilir ve el öptükten sonra ayakta yerini alırdı. Padişah bu bayramlaşmada İstanbul kadılığı pâyesinde olan kişilere kadar aya-

ğa kalkar, her ayağa kalkışta sadrazam hafifçe sağ kolunu tutar ve gelenleri adlarıyla padişaha takdim ederdi. Sadrazamın elinde meşihattan gönderilmiş bir teşrifat defteri bulunurdu. Ulemâdan sonra piyade ve silâhtar ağalarla Yeniçeri Ocağı’nın katar ağaları da denen yüksek rütbeli zâbitleri eşik öperlerdi. Bunları çavuşbaşı, cebecibaşı, topçubaşı, humbaracıbaşı ve lağımcıbaşı takip ederdi. Tebrik merasimi bittikten sonra teşrifatçı efendi merasimin sona erdiğini padişaha arzederdi. Padişah ayağa kalkar, sağ koluna kızlar ağası girer, birkaç adım sonra sadrazam onun yerini alır, daha sonra onun da yerini silâhtar ağa alırdı. Padişah Has Oda’ya geçer ve başta Ayasofya olmak üzere Sultan Ahmed, Süleymaniye gibi büyük camilerden birine bayram namazına gitmek üzere üstünü değiştirirdi (bk. BAYRAM ALAYI). Bayram alayından sonra padişah Has Oda önüne konulan tahtına oturur ve saray nedimleri, musâhibleri birbirinden güzel nüktelerle padişahı eğlendirirlerdi. O sırada altın ve gümüş tabaklarda helvalar getirilir, vezirlere, şeyhülislâma ve meşâyihe dağıtılırdı. Bundan sonra vezirler ve ehl-i dîvân yerine oturur, Matbah-ı Âmire’den getirilen yemekler yenirdi. Yeniçeriler ise yemeklerini bahçede yerlerdi. Padişah yemekten sonra Has Bahçe’ye iner, atıyla sahil kenarındaki Sultan Bayezid Köşkü’ne gider, orada kurulu olan tahtında İstanbul’da bulunan güreşçi, zûrbâz ve esnâf-ı hünerverânın gösterilerini seyrederdi. Gösterilerin bittiği top atışıyla belirtilirdi. Bazı bayramlarda padişahlar halka açık büEkim’14 • 25


TARİH

yük şenlikler düzenlettirmişlerdir. Bu bayram şenliklerinden yakın tarihte yapılan biri, Sultan Abdülaziz’in 25-28 Nisan 1866 tarihlerinde düzenlettirdiği şenliktir. 1866 yılındaki kurban bayramında yapılan bu şenlik gösterileri öğleden sonra başlamıştır. Haliç’te, Galata Köprüsü ve Sarayburnu’nda düzenlenen gösterilerde İstanbul esnafı çeşitli hünerler göstermiş, orta oyuncuları, usta hayalbâzlar ve meddahlar çeşitli semtlerde halkı eğlendirmişlerdir. Bu şenlik programında özellikle güreşçiler önemli yer tutmuştur. Bütün Osmanlı şenliklerinde seyirciler yarım ay düzeninde oturur, padişahın otağı da bu yarım ayın tam merkezinde olurdu. Padişahın yanında sadrazam, defterdar ve vezirlerin otağı ya da çadırları bulunurdu. Otağların önüne göste-

26 • Ekim’14

rilerin rahatça seyredilebilmesi için üstleri renk renk kumaşlarla kaplı sedirler konulurdu. Padişah otağının sol yanında ziyafet çadırı, sultanların kahvecileri, baltacılar, şehzade hocalarının çadırları yer alırdı. Bunlardan sonra Dârüssaâde ağasının, onun yanıbaşında da hazinedarın çadırları kurulurdu. Vâlide sultan ile haseki sultanın ve öteki saraylı kadınların gösterileri seyretmeleri için de kafesli küçük bir köşk yapılırdı. XV. yüzyıldan itibaren şenlik düzeni belli bir protokol ve programa bağlanmıştır. Bayramlarda öğleden önce bayramlaşma, ikram, pîşkeşlerin dağıtılması ve yemekle geçer, öğleden sonra da gösteriler yapılırdı. Büyük törenlerde geceleri de kandiller, mahyalar ve fişeklerle donanma düzenlenirdi. Öğleden sonraki gösterilerde çeşitli hünerler (canbaz, zûrbâz, kûzebâz, gözbağcı vb.), esnaf oyunları, dramatik oyunlar, sportif oyunlar yer alırdı. Ayrıntıda değişse de genel çizgileri içinde aynı sırayı takip eden şenlik programı kısaca şöyle özetlenebilir: Kabul merasimi, ziyafet, kahve sohbeti, dinlenme, gösteriler, akşam yemeği, donanma. İkindiden sonra esnaf alayları otağ-ı hümâyun önünden geçerdi. Her esnaf loncasının bir, iki ya da üç flaması vardı. Meselâ baharatçılar, ortasında yaldızlı çizgisi olan yeşil; sicimciler yarısı kırmızı, yarısı beyaz; çıkrıkçılar loncalarının baş harfi bulunan kahverengi; kâğıtçılar ise kenarı yeşil çizgili, ortası beyaz flamalar taşırlardı. Loncalar


TARİH

ya kendi meslekleriyle ilgili oyunlarla veya hoşa gidecek hüner gösterileriyle, meselâ ciltçiler dört tekerlekli bir arabada bir ustanın cilt yapması ve çırakların Kur’an okumasıyla geçerlerdi. Bu cilt sonradan padişaha hediye edilirdi. Esnaf gruplarının padişaha hediye ettikleri kendi meslekleriyle ilgili eşyalar en nâdide ve pahalı cinsten şeyler olurdu. Bu hediyeler bazan da yiyecek içecek gibi şeylerdi. Çörekçiler, bir araba üzerine yerleştirilmiş fırında çörek pişirerek geçerler, sonra da pişirdikleri çörekleri padişaha sunarlardı. Bazı loncalar bir orta oyunu oynar, bir diğeri Karagöz oynatırdı. Loncaların gösterdiği hünerler arasında gözbağcılık, zûrbâzlık, canbazlık gibi hünerler de bulunurdu. III. Ahmed zamanında 1708’de düzenlenen şenlikte ekmekçi ve çörekçiler arasında yüzlerini una bulamış maskaralar da yer almış, bunlar türlü maskaralıklarla halkı güldürmüşlerdi. Oyuncu esnafı ise ellerinde süslü, üst tarafları yuvarlak bir yaprak ya da yelpaze gibi olan renkli sopalarla yürürlerdi. Bu sopalar geçit töreninde oyuncu kollarının amblemleri olduğu kadar oyun sırasında değişik işler gören birer aksesuar olarak da kullanılırdı. Her şenlikte esnafın geçit töreni gösterileri, gerek sergiledikleri mallar gerekse çalışmalarını gösteren sahneler açısından halkın büyük ilgisini çekerdi. Bu yönden de esnafın geçidi şenlikte önemli yer tutardı. Bayram şenliklerinde mehter takımı da önemli yerini almıştı. XIX. yüzyılın ilk yarısında Yeniçeri Ocağı’nın ilgasından sonra kurulan saray orkestrası mehterin yerine geçti. 1829 yılında Donizetti’nin yönettiği bir orkestra davetlilere, yabancıları hayrete düşürecek ustalıkta çalmıştı. Bu yıllarda klasik Türk müziğinin yanı sıra klasik Batı müziği de bu gibi eğlencelerde bir hayli yer

tutmaya başlamıştı. Güreşten ve spordan zevk alan Sultan Abdülaziz’in sarayında kurban bayramına rastlayan 28 Nisan 1866 gecesi düzenlenen bir kabul töreninde saray orkestrası, konuk diplomatlar ve sarayın ileri gelenleri salona girerken La Traviata’dan, II. Travatore’den parçalar çalıyordu. II. Abdülhamid döneminde ve XX. yüzyılın başlarında bayramlar daha sade bir biçimde kutlanmakla birlikte aynı usul devam etmiştir. Bayram arefe günü top atışlarıyla başlar ve bayramın son gününün ikindisinde atılan topla sona ererdi. Ramazan gecelerinde olduğu gibi ramazan bayramını müjdeleyen davul sesleri hem çocukları hem büyükleri sevindirirdi. Büyükler ve küçükler sabah erkenden bayramlık elbiselerini giyerler ve yakınlarında bulunan bir camide bayram namazını kılmaya giderlerdi. Namazdan sonra camide yapılan bayramlaşmayı eve dönünce aile fertlerinin bayramlaşması takip ederdi. Büyükler birbirlerine hediyeler verir, küçüklere de şeker ve lokum ile bayram harçlığı verilirdi. Daha sonra mahallenin bekçisi davulcuyla birlikte gelerek bayram bahşişini alırdı. Bu bahşişler toplanırken davulcu, “Buna bayram ayı derler / Bal ile şekerden yerler / Eskiden âdet olmuş / Bekçiye bahşiş verirler” gibi mâniler söylerdi. Üsküdar, Galata, Kadıköy, Beyoğlu, Kasımpaşa, Beşiktaş, Fatih, Yenibahçe, Edirnekapı, Sultanselim, Aksaray, Yedikule, Kadırga, Cinci meydanları gibi İstanbul’un birçok semtinde bayram yerleri kurulurdu. Bunların en ünlüleri Şehzade Camii avlusunda ve Fatih Meydanı’nda kurulanlardı. * DİYANET İSLAM ANSİKLOPEDİSİ (DİA) “BAYRAM” MADDESİ (Osmanlı Dönemi) ÖZET HALİ Ekim’14 • 27


TARİH

YAZI DİZİSİ

Osmanlı Devleti’nin Dıs Borçları -2-

Ziya DEDE*

1858 İSTİKRAZI 1853 yılı başlarında faizli ve faizsiz toplam 1.775.000 Osmanlı lirası değerinde kaime tedavül etmekteydi. Bu sayı savaşın başlamasıyla daha da arttı. Savaş masraflarını karşılamak amacıyla yeni bir uygulamaya gidildi. 1854 Martı başlarında sadece ordunun bulunduğu yerlerde, savaş süresince geçerli olmak üzere faizsiz 10 ve 20 kuruşluk ordu kaimeleri basıldı. Bunları diğerlerinden ayırmak için ‘orduyu hümayunlara mahsus varaka’ olduklarına dair damga vuruldu. Bunlar-

28 • Ekim’14

dan savaş süresince toplam 856.250 Osmanlı lirası tutarında kaime çıkarıldı. Bütün önlemlere rağmen bunlarında çok sayıda sahteleri basıldı. Halktan gelen şikâyetler üzerine, savaşın sona ermesiyle bunların mal sandıklarına alınarak ortadan kaldırılmasına karar verildi. Ordu kaimeleri, zaten istikrazsız olan normal kaimelerin daha da değer kaybetmelerine sebep oldu. Bu durumdan esnaf ve tüccarın yanında halk da zarar görmekte, ticari hayat olumsuz etkilenmekteydi. Bunun çaresi kaimenin tedavülden kaldırılması idi. İç kaynak yaratamayan hükümet bunun için yeni bir yöntem devreye soktu. Bu, dış borç idi. Osmanlı hükümeti bu sefer kolayca istikraz bulacağından ümitliydi. Zira müttefikleri Fransa ve İngiltere ile Rusya’ya karşı galip gelerek Avrupa’da itibar kazanmış, Osmanlı Devleti Avrupa devleti sayılmış, devletler hukukundan yararlanması sağlanmış, Osmanlı Devleti’nin toprak bü-


TARİH tünlüğü ve bağımsızlığı başta Fransa ve İngiltere olmak üzere Paris Antlaşması’na taraf devletler tarafından taahhüt edilmişti. Bunlardan daha önemlisi, Osmanlı Devleti gayri Müslim ve yabancılara bir takım yeni haklar veriyor, Batılıların istediği bazı reformları gerçekleştirmeyi vaat ediyordu. Hükümet bu maksatla 5 milyonluk sterlinlik borç almak istedi. 1858’de Londra’da Dent Palmer ve ortağına ait bir bankayla bir borç anlaşması imzalandı. Anlaşma şartı şunlardı; a)Banka borçlarının sadece 3 milyonunun kati olarak satın alacak ve kalanını alıp almamakla özerkliğini koruyacaktı. b)Faiz %6,ihraç fiyatı %80, ifta bedeli de %1’di. 1 Mart 1860’dan itibaren 33 yıl vade konulmuştu. c)Teminat olarak, İstanbul gümrük hasılatı ve Okturya resminin bir kısmı karşılık gösteriliyordu. Anlaşma gereği bu gelirlerin toplanmasına tahvil hamilleri temsilcilerinden üç kişi ve Osmanlı memurlarından dört kişinin iştirakiyle kurulacak yedi kişilik bir komisyon nezaret edecekti. Bu durum ilerde kurulacak olan Düyun-u Umumiye İdaresi’nin ve Avrupa kontrolünün tesisine doğru atılmış bir adım oldu. Osmanlı hazinesinin eline %76 ortalama ihraç fiyatı ile 3.800.000 sterlin geçmiştir. Bu miktarın 164.542 lirası saray harcamalarına gitmiş ve geri kalanı ile tedavüldeki kaimeler kaldırılarak bir komisyon huzurunda yakılmıştı. Geriye daha 800.000 liralık kaime kaldığı ilan edilmiştir.

1859 VE 1860 BUHRANLARI VE SİYASAL GÜÇLÜKLER 1858’de alınan borçlar mali duruma geçici bir ferahlık getirmişti. Borçlanma ile elde edilen tutar ile kâğıt paranın devamı kaldırılamamıştı. Diğer taraftan önceden alınan dış borçların faizi de giderek artmış 1 milyon sterline ulaşmıştı. Abdülmecit’in 1858’de yayınladığı fermanla sıkı tasarruf tedbirleri öngörülmesine rağmen saray borçları artmaya devam etmiştir. Ne var ki fermanı ilk çiğneyen Sultan Abdülmecit olmuştur. İstanbul’da yeteri kadar saray varken, üstelik hazine dış borçla yaşamına devam ederken Dolmabahçe Sarayı’nın inşası büyük bir gafletti.1859’da yapımına başlanan saray 5 milyon Osmanlı lirasına mal olmuştu.1859 yılında

Osmanlı maliyesinin düzenlenmesi için bir dizi girişimler yapılır. Bunlardan birincisi saray borçlarının konsolidasyonu için çıkarılan 5 milyon mecidiye tutarındaki,%6 faizli 24 yıl vadeli Esham-ı Cedide tahvilleridir. Fuat Paşa’nın hazırladığı bu konsolidasyon planı çerçevesinde Düyun-u Umumiye Defter-i Kebiri ihdas edilir. Alınan borçlar buraya kaydedilir. Bir ifta konsolidasyonu gözetim altında bulundurmakla görevlendirilir. Padişah 19 Kasım 1859 tarihli bir hatt-ı hümayun ile imparatorluk maliyesinin içinde bulunduğu buhranın sebeplerini araştırarak çözüm önerilerini ihtiva eden bir rapor hazırlamak üzere Hazine Meclis-i Alisi’nin teşkilini emretti.Meclis,öncelikle 3,5 milyon liralığı iptal edildikten sonra, geriye kalan yaklaşık 800.000lira değerindeki kaimeyi kaldırarak piyasaya istikrar kazandırmak amacıyla, bir defaya mahsus olmak üzere İstanbul halkından olağanüstü vergi alınmasını hükümete teklif etmeyi kararlaştırdı. Bu verginin İstanbul ile sınırlandırılmak istenmesinin sebebi, kaimenin önemli bir kısmının İstanbul’da tedavül etmesi ve sürekli değer kaybetmesi dolayısıyla İstanbulluların yılda yaklaşık %50 oranında zarara maruz kalmalarıydı. Vergi,emlak sahipleri ile sanat ve ticaret erbabından alınacaktı. Buna göre, kendi evinde oturan mülk sahiplerinden konutun getirebileceği tahmini kiranın %5,kiraya verilen ev, işyeri vb. emlakın yıllık kirasının %10, ticaret ve sanatla uğraşanlardan yıllık gelirlerinin %10 vergi olarak tahsil edilecekti. Memurlar tarafından tahsil edilen vergi tutarındaki kaime vergi mükellefinin önünde derhal iptal edilecekti. Ne var ki bu suretle toplanan yaklaşık 150.000 liralık meblağın hepsi öngörüldüğü gibi kaimenin tedavülden kaldırılmasına harcanmadı. Bir kısmı askeri amaçlara sarf edildi. Bu bakımdan kaimenin bir yıl daha tedavülde kalması kararlaştırıldı. Çalışmalarını sürdüren meclisin adı,1860 Haziranında Maliye Şura-yı Âlisi olarak değiştirildi ve geniş yetkilerle donatıldı. Ülkede yapılacak mali reformlarda söz sahibi olması öngörüldü. Bundan böyle şura her türlü ıslahatı planlayıp hükümete tavsiye edebilecekti. Şurada yabancı ülkelerin bulunması başta Fransa ve İngiltere olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinin desteğinin sağlanmasında, Avrupa’dan istikraz alınmasında batı deneyiminin ülkemize aktarılmasında etkili oldu. Nitekim yaEkim’14 • 29


TARİH bancı ülkeler şuradaki temsilcileri vasıtasıyla Osmanlı maliyesinin düzeltilmesi hususunda görüş bildirdiler, çözüm önerilerinde bulundular. Ancak bazı batılı devletler bunu alışkanlık haline getirerek, Osmanlı iç işlerine daha sonraki dönemlerde de istenmediği halde karışmaya devam ettiler. Yine aynı tarihlerde, Şuranın çalışmalarıyla bir nevi bütçe hazırlandı. Gelir 1.209.400.000 masraflar 1.945.400.000 kuruş olarak tahmin edildi. Bütçe açığı 736.200.000 kuruş olarak tespit edildi. Bu açığın 500 milyonunu yıl içinde ödenmesi gereken kısa vadeli borçlar teşkil etmekteydi. Bu borçların ödenmesinin bütçeye rahatlık getireceği kanaatiyle yeni bir istikraz yapılması düşünüldü. İstikraz konusunda Londra ve Paris’te Bischoffsheim, Goldschmidt ve Credit Mobilier kuruluşları nezdinde girişimlerde bulunulduysa da netice alınamadı. Bunun üzerine bütçe açıklarını kapatmak amacıyla memur maaşlarında indirim ve devlet kuruluşlarında tasarruf yoluna gidildiyse de beklenilen netice hâsıl olmadı. Mali durum düzeltilemedi. Tedavüldeki kaimeler kaldırılamadığı gibi, acil ihtiyaçlar zuhur ettikçe yenilerinin basılmasına devam edildi.Fransa Büyükelçisi De Lavalette Osmanlı Devletine borç verilmesi için Paris anlaşmasına imza koyan devletlerin kefilliğini talep eder. Ancak hiçbiri istekli değildir. Nihayet İngiliz elçisi Bulwer başka çareler aramayı deneyecektir. Bulwer’in yabancılara yerli halk ile aynı vergilere tabi olmaksızın devlet topraklarını kiralama ve satın alma hakkı verilmesini ve devlete ait topraklar karşılık gösterilmek üzere çıkarılacak tahvillerle, Mali ve İdari reformlar yapılmasını önerir. Osmanlı hükümeti bu önerileri dikkate almaz. Lübnan ve Şam olayları Avrupa’da önemli yankılar yapar. Borsa’da Osmanlı tahvillerinin değerlerinin düşmesine sebep olur. Suriye’ye müdahale için protokol imzalandığı gün Ali Paşa İngiltere ve Fransa büyükelçilerine mali tedbirlerle ilgili bir mektup gönderir. İngiliz ve Fransız hükümetlerinin 30 • Ekim’14

seçtiği, tayin ve ödemeleri Osmanlı hükümetince yapılacak olan iki mali delege yeni kurulmuş olan Islahatı Maliye Meclis-i Âlisi’ne yardımcı olacaklardır. Borç alınması ve borcun kullanılması adı geçen meclisin gözetimi altında olacaktır. 1860 yılı başında yapılan borçlanma teşebbüslerinden sonuç alınamadı. Paris borsalarında Rothschild, Pareire ve Laffite firmalarına başvuruldu.Ret cevabı alındı. Bu durumda Babıali, mali ıslahat komisyonunun Avrupalı üyelerine, İstanbul’daki birliklerin tayinlerini bile vermekten aciz kalındığını belirterek, tedavülden çekilen 45 milyon kuruş tutarındaki kaimeleri tekrar piyasaya sürdü. Avrupa sermaye piyasalarından dış borcun alınamaması Osmanlı devletini iç borçlanmaya sürüklüyordu. İç borçlanmada Galata bankerlerinin işine yarıyordu. Bu arada İstanbul’da Nisan ayında mali ittihat adı ile 320 bin İngiliz liralık sermayesi olan bir banka kuruldu, ancak pek uzun ömürlü olmadı.1860 sonbaharında hükümet görevlileri borç arayışı içinde Avrupa’da bulunmaktaydılar.

1860 MİRES İSTİKRAZI 1960 yılında Osmanlı Devleti’nin dış borç ödemesine 900.000 lira ayırması gerekmekteydi. İç borçlanmada özellikle Galata bankerlerinden alınan 17-18 milyon lira kadar tutar ödenmesi gerekli iç borç miktarı ile bu rakam o yıl için 10 milyon altın lira kadar tutmaktaydı. Hükümet, yeni bir istikraz akdi yapmayacak olursa durum kritik olabilirdi. Bunun için Osmanlı hükümeti ilkin İngiltere desteğini istedi. Konu İngiltere hükümetine iletildi ancak ileri sürülen şartlar gerçekten çok ağırdı: a)Yabancılara, hükümet mallarını satın alma ve kiralama hakkı verilmesi b)Vakıf usulünün kaldırılması c)Borca karşılık olarak Gümrük ve Tuzla balık resimleri, Filibe Gülyağı resmi, Edirne ipek resmi, Midilli ve İzmit Zeytin aşarı ve Samsun ve civarı tütün ve gümrük resmi gösterilmiştir.


TARİH

Osmanlı hükümeti İngiltere’nin ret cevabını alınca Fransız hükümetine başvurdu. Rothschild, Pereire ve Lafitte ile görüşüldü. Ancak sonuç alınamadı. Nihayet Osmanlı yetkilileri Demiryolları Genel Sandığı müdürü olan ancak piyasada kredisi olmayan bankacı M.Mires’e müracaat etmek zorunda kaldılar.29 Ekim 1860 günü Mires istikrazı adı altında bir borç anlaşması imzaladılar. Anlaşmanın şartları şunlardır: a)Borcun miktarı 400 milyon frank olacaktı.%6 faiz,%53,75 ihraç fiyatı ve 36 yıl vade b)Mires, borç bedelini 18 ayda taksitler halinde ödeyecek ancak faiz ve ifta hemen başlayacaktı Galata bankerleri bu sözleşmeyi haber alır almaz Mires’e bir elçi gönderip hükümetten alacaklarının kendilerine devrini istediler. Hükümet ise kendisine itimatsızlık kabul edilen bu teklifi şiddetle reddetti. Osmanlı Devleti için çok ağır şartlar içermesine rağmen bu istikraz başarılı olamadı. Londra, Amsterdam hatta Paris piyasalarında esham satışı sağlanamadı. Durumu borç veren Mires de kabul etmiş, ortakları tarafından mahkemeye verilerek hapse atılmıştı. Bu yüzden piyasalar altüst olmuş, çeşitli iflas olayları görülmüştür. Mires’in tutuklanması Osmanlı hükümetini de telaşa düşürdü. Çünkü istikraz yarım kalmış ve hükümetin acil borçları ödeme imkânı kalmamıştı. Galata tüccar ve bankerleri ise tam bir paniğe düştüler. Ortada

altın sikkeler bulunmadığından gümüş ve bakır sikkeler toplanıp Fransa’ya gönderiliyordu. Osmanlı hükümeti Fransa ve İngiltere’ye müracaat ederek buhranın giderilmesi için yardım istedi. Neticede durum düzeltildi ve Mires ile yapılan sözleşme feshedildi.

1861 VE 1862 MALİ BUHRAN VE MALİ ISLAHAT PROGRAMLARI Padişah Abdülaziz tahta çıktığı zaman Osmanlı Devleti yabancı devletlerle barış içinde idi. Ancak, Lübnan isyanı ve Şam olayları henüz kapandığı bir sırada Bosna Hersek isyanı ve Karadağ hadiseleri başlamıştı. Büyük Avrupa devletleri de ıslahat fermanının uygulanması için baskıda bulunuyordu. 1859 ve 1860’da başlayan buhran 1861 ve 1862’de gittikçe şiddetlendi. 1.Buhranın Nedenleri: Maliye teşkilatının bozulduğu, mali politikanın düzensizliği, birikmiş iç ve dış borçların önemli miktarlara ulaşması ve yeniden kâğıt para çıkarma teşebbüsleri idi. Maliye teşkilatı, tanzimattan önceki esaslara göre işletilmekte idi. İkinci Mahmut devrinde her ne kadar Defterdara Maliye Nazırı denmeye başlanmış ise de, unvan değişikliği ile Maliye Nezareti kurulmuş sayılamazdı. Maliye Bakanlığı’nın devlet dairesinin başlıca departmanını teşkil etmesi ve diEkim’14 • 31


TARİH ğer bakanlıklarla sıkı irtibat halinde bulunarak onları sıkı denetime tabi tutması gerekiyordu. Hâlbuki Maliye Bakanlığı’nın bağımsızlığı yoktu. Bakan hükümetin yüksek bir icra memuru durumunda idi. Padişah ve sadrazamın emirlerini yerine getiriyordu. Yetkisi olmadığı için de mali politikadan sorumlu değildi. Diğer bakanlıklar kendilerine ayrılmış ödeneklerin harcamasında Maliye’ye hesap vermeye mecbur değillerdi. Hatta Maliye Nazır’ına danışmaksızın tahvil çıkarırlar ve özel gelirlerini harcayabilirlerdi. Maliye teşkilatının bozukluğu, mali sisteminde düzensiz durumda olmasına neden oluyordu.1839 Islahat Fermanıyla mal müsadere etmek ve keyfi vergiler koymak imkânları da ortadan kalkmıştı. Bu durumda, Maliye teşkilatını ve vergi sistemini ıslah etmek, devlet harcamalarını bir düzene koymak gerekliydi. Devletin ihtiyaç duyduğu para vergilerle sağlanamayınca borçlanma yoluna gidildi. İlk dış borçlanma 1854’de yapılmıştı. Bu usul alışkanlık haline getirildi. Piyasadan kaimeleri kaldırmak için bir taraftan dış borçlanmaya gidiliyordu. Abdülmecit devrinde dört defa dış borçlanma yapıldı. Her bir borçlanmanın şartı bir öncekinden daha ağır oluyordu. Bu arada türlü isimler altında tahvilat ve karşılığı bulunmayan kâğıt para çıkarılmak suretiyle devlet borçları yükseldi. 1860 yılında dış borçların toplamı 3.300.000 keseye varmıştı. İfta bedeli ile faizleri için yılda 209.498 kese ödenmekteydi. İç borçlar ise takriben 2 milyon kese idi. Bunlar için senede %25’i aşan miktarda 544.514 kese faiz ödenmekte idi. Bundan başka tedavülde bulunan kâğıt paranın miktarı da 2 milyon kese idi. Aynı yılda devlet harcamaları devlet gelirlerinden 344.446 kese açık gösteriyordu. Her ay altmış bin keselik kaimeler tedavüle çıkarılıyordu. Kaime bolluğu derhal değerlerinin düşmesine sebep oldu. Yüz kuruşluk bir altın lira, kaime olarak iki yüz elli kuruşa yükseldi. O günlerde yaşanan sıkıntıları Ahmet Cevdet Paşa şöyle anlatmaktadır: “Hâlbuki nasın ellerinde hep kaime bulunduğundan pek çok âdemler aç kaldı. Nakdi olanlar da ihtiyaten üçer-beşer günlük ekmek aldı. Bu cihetle furunlarda mevcut ekmekler bitüp sonraya kalanlar ekmek bulamaz oldu. Ziyade almış olanlardan cebren almağa kalkıştılar. Sokaklarda ekmek kapışmak gibi ihtilal emareleri 32 • Ekim’14

zuhura geldi. Bazı kesan dahi bu emarat-ı ihtilali görüp esliha ve cebehane tedarüküne kalkışdılar, dükkânlar kapandı. İstanbul’u bir acaip dehşet istila etti. Herkes ne yapacağını şaşırdı. Gece vükela akd-i meclis edüp sabaha kadar müzakere ve müdavele-i efkârile meşgul oldular. Seher vakti sokaklarda dellallar: Padişahımızın tenbihi var, camie geliniz, deyu nida ettiler. Herkes merak ederek camilere gittiler, tenbihatı dinlediler. Hülasası, kâğıdın böyle kesri itibarına sebep olan müfsidlerin tedip olunacağı ve yüz altmış kuruştan ziyadeye yüzlük altun alıp verenlerin habs edileceği beyaniyle dükkân yarın açılması ve herkesin ahz ü itasıyla meşgul olması hususlarından ibaret idi…” Kaimeye olan güvensizliği azaltmak, daha fazla değer kaybını önlemek amacıyla, hükümet tarafından açılan bürolarda yüz altmış kuruşluk kaimeye bir altın verilerek mübadeleye başlandı. Bu bürolarda 160 kuruşluk kaime bir altın itibariyle her şahsa üç altın değiştirilmekteydi. Bürolar iki ay kadar faaliyet gösterdi. Fakat hükümetin iyi niyeti istismar edildi. Bürolardan altın alanlar bunları 200220 kuruşa satarak kara borsa yarattılar ve haksız kazanç elde ettiler. Altın paralar banker ve sarraflar başta olmak üzere belirli merkezde toplandı. Para piyasalarındaki düzensizliğin sebeplerinden birisi de sarraflardı. Sarraf ve bankerler sık sık para piyasalarında karışıklık yaratarak büyük vurgunlar elde etmekteydiler. Hükümet acil bir tedbir olarak buhran durumlarından en fazla yaralanan sarrafların bulunduğu Havyarhan ve diğer işyerlerini kapattı. Osmanlı borçlarını teşkil eden esham-ı cedide, tahvilat-ı mümtaze ve sergiler büyük ölçüde Galata bankerlerinin kontrolü altında borsada muamele görüyorlardı. Hatta bu tahvilatın bir kısmı Avrupalı bankerlerin eline geçmişti. Hükümet, önemli kayıplara neden olan, bankerlerden kaynaklanan borsa oyunlarından şikâyet etmekteydi. Ayrıca sarraflar halk arasında adamları vasıtasıyla çeşitli söylentiler yaymaktaydılar. Mesela devletin maaşları veremeyeceği, halktan toplanan paraların amaçları dışında harcandığı, Hersek’te bulunan ordunun yenilerek dağıldığı ve Sadrazam Fuat Paşa’nın Suriye’den dönmeyeceği gibi. Bunlardan etkilenerek halkın elindeki kaimeleri yok pahasına almakta, sonra da bunları yüksek fiyatla piyasaya sürerek büyük paralar kazanmaktaydılar. Gerçekte Galata bankerleri


TARİH ve sarraflar Osmanlı maliyesinin düzelmesini istemekteydiler. Bundan dolayı da her fırsatta reform girişimlerini baltalamaktaydılar. Çünkü ekonomisi zayıf bir Osmanlı Devleti’nde büyük paralar kazanacakları gibi, ona istediklerini kabul ettirebileceklerdi. 2.Mali Islahat Programı Abdülaziz’in Fuat Paşa’yı Maliye Bakanlığına ataması ile birlikte, Fuat Paşa padişahtan mali sistemi ıslah için geniş yetkiler aldı ve hazırlanan mali ıslahat programı şu hususları kapsıyordu: a) Devlet bütçesinin hazırlanıp her yıl yayınlanması b) Harcamalarda tasarruf c) Yeni gelir kaynaklarının bulunması d) Kâğıt paranın kaldırılması ve devletin muntazam olmayan borçlarının tasfiyesi için iç ve dış borçlanmaya gidilmesi e) Mali ıslahatla ilgili diğer tedbirlerin araştırılması İngiliz parlamentosu, istikrazdan elde dilen paranın amacına uygun, yeni kaimenin kaldırılmasına sarf edilip sarf edilmediğini kontrol edilmesi şartıyla, yeni bir borca tavassut etmeyi kabul etti. Babıali bu şarta itiraz etmedi. Bu gelişme, kaimenin kaldırılacağı haberi piyasada sevinç yarattı. Kaime değer kazandı. Bir lira 121 kaimeye kadar düştü.8.800.000 Osmanlı lirası tutarındaki istikraz Londra’daki Devaux şirketi ile kuruluşu düşünülen Osmanlı Bankası imtiyazı kendilerine vaat edilen “Ottoman Bank” ortakları temin edildi. İstikrazın faizi %6, ifta bedeli %2 olarak belirlendi. Tahvillerin fiyatı %68 olarak tespit edildi. Bu şartlarda Osmanlı hazinesine girecek meblağ 5.948.000 Osmanlı lirası idi. Borca tütün, tuz, damga ve temettü vergileri karşılık olarak gösterilmişti. Geri ödeme süresi 23 yıldı. Osmanlı Devleti lehine yaratılan olumlu hava sayesinde piyasaya sürülen tahviller kısa zamanda satıldı. Böylece gerekli paranın temin edilmesi üzerine kaimeyi tedavülden kaldırma işlemleri başladı. Hükümet, kaimenin kaldırılmasına esas teşkil etmek üzere 6 maddelik kararname neşretti. Buna göre, tedavüldeki kaimenin tamamı ortadan kaldırılacak, bedellerinin bir kısmı peşin ödenecek, bir

kısmı için tahvil verilecekti yani yüz kuruşluk kaimenin kırkı nakden, altmışı esham-ı cedide adı verilen %6 faizli ve uzun vadeli muntazam bir borç senedi olan tahvillerde değiştirilecekti. Bu işlem için 4 milyon liralık nakit, 6 milyon liralık esham-ı cedide tahsis edilmişti. Kaimeyi piyasadan çekmek, yerine nakit ve esham-ı cedide vermek işlemleri Tediye-i Kavaim Komisyonu’na verildi. Komisyon başkanlığına Meclis-i vala Üyesi Ethem Paşa getirildi. Komisyon 1862 Temmuzunda çalışmalara başladı. İki ay sonra tedavüldeki kaimelerin büyük bir kısmı kaldırıldı. Kalan kısım için altı aylık yeni bir süre verilmesi öngörüldüyse de, bu süre, kaimenin hemen tamamının piyasadan çekilmesi üzerine bir aya indirildi. Bu müddet zarfında kaimenin bedeli nakit değil, esham-ı cedide olarak verilecekti. Son bir aylık bir süre içerisinde 20.000 liralık kaime değiştirildi. Kaimenin piyasadan kaldırılması dolayısıyla yapılan tüm işlemler neticesinde piyasadan 1.861.731 liralığı eski, 8.119.276 liralığı yeni olmak üzere toplam 9.988.007 liralık 33.483.8984 adet kaime çekilmiştir. İptal edilen kaimelerin karşılığı parayı tedarikte zorluklar yaşandığından, %40 oranındaki nakitin bir kısmı altın mecidiye, sterlin ve frank olarak ödenmiştir. Hükümet halkın zarara uğramaması için kaimeyi piyasadan toplarken, ona en yüksek nominal değeri üzerinden paha biçilmişti. Kaimenin 23 yıl tedavülde kaldıktan sonra 1862 Eylülünde piyasadan çekilmesi Osmanlı maliye tarihinin önemli bir hadisesidir. Para piyasası rahatlamış, halk memnun olmuştur. Halkın çeşitli kesiminden hükümet ve padişaha tebrik ve teşekkür mektupları gönderilmiştir. Yer yer sevinç gösterileri dahi yapılmıştır. * İstanbul Üni. Tarih Bölümü 4. Sınıf

Ekim’14 • 33


TARİH

BALKANLAR’DA MİLLİYETÇİLİK HAREKETLERİ B. Talha ÖNER*

A

vrupa’nın barut fıçısı olarak nitelendirilen Balkanların Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan topraklarını fethi ile başlamış olan Osmanlı-Balkan ilişkileri Türk tarihi açısından oldukça önemlidir. 19 ve 20.yy’larda boy gösteren milliyetçilik hareketlerinin Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki yıkıcı etkileri ve imparatorluğun Balkan topraklarındaki hazin sonu ve çekilişinden doğan boşluk şuan dahi önemini muhafaza eden bir konudur. Osmanlı Devleti’nin yükselişinde büyük öneme haiz olan Balkanlar, Osmanlı’nın dağılmasında da önemli rol oynamıştır. Fransız Devrimi’nin ardından tüm Avrupa’yı saran milliyetçilik akımları, büyük ölçüde dış güçlerin gayretleri Batıda eğitim gören Balkanlı aydınların katkıları ve bazı diğer tetikleyici unsurların etkisi ile bu bölgeye de sirayet ederek Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecini hız-

34 • Ekim’14

landırmıştır. Osmanlı Devleti’nin çöküş sürecine girmiş olması Balkan uluslarında ortaya çıkan ayrılıkçı hareketlerin güç kazanmasını kolaylaştırmıştır. Dolayısı ile Osmanlı’nın zayıflaması ve Balkanlar’daki milliyetçilik hareketleri birbirlerini karşılıklı olarak etkilemiştir. Balkanlar’daki ayaklanmalara değinmeden önce ayaklanmaların nasıl ortaya çıktığını kavrama açısından o dönem Osmanlı’sının gidişatına bakmak gerekir. 18.yy’da temelde Tuna’nın ve Karadeniz’in kuzeyindeki bölgelerde olan ve Osmanlı’nın toprak kaybetmesiyle sonuçlanan bir dizi savaş gerçekleşti. Bu zayıflık dâhili durumda artan vergilere ve başarısız hükümete karşı hoşnutsuzlukla da yansımasını buldu. Yetkililerin düzeni sağlamada uğradıkları başarısızlık ve hırsız çetelerin veya ücretleri


TARİH ödenmemiş ve öfkeye kapılmış askerlerin mevcudiyeti yüzünden yerel anarşi koşulları zuhur etti. Merkezi otoritenin zayıflamasına paralel olarak bölgelerinde asayişi temin eden ve merkezin gözetiminden kurtulan yerel yetkililerin güç ve itibarı arttı. Merkezî hükümetin etkisizliği daha da artınca hem Müslüman hem de Hristiyan yerel halk daha iyi bir koruma ve kılavuzluk sağlayan kendi liderlerine ve askerî güçlerine giderek daha çok yöneldi. Güçlü eyalet yetkililerinin varlığı merkezî hükümeti, gelirlerin büyük bir kısmından mahrum bıraktı. Yerel olarak toplanan vergiler buralardaki görevlilerin ellerinde kaldı. Hükümetin para olmadan güçlü bir askerî kurumu sürdürmesi imkânsızdı. Bu nedenle savaşta yenilgiler birbirini izledi; bu da, ordunun ve diğer kamu ihtiyaçlarının giderilmesi için İstanbul’a gönderilmesi gereken kamu gelirlerine yerel yetkilerin konum ve itibarlarını güçlendirmek için el koymaları sonucunu getirdi. Buna paralel olarak merkezî kontrolden uzak güçlü ayan sınıfları teşekkül etmeye başladı. Tımar sistemi yerini çiftlik sistemine bıraktı. İsyanların ana sebeplerinden bir tanesini bu sistem teşkil etti. Misalen, devletin her yerinde olduğu gibi Sırbistan’da da tımarlı sipahi düzeni bozulmuş bunun yerini çiftlik düzeni almış bu düzende de köylü toprak sahipleri tarafından soyulur hale gelmişti. Sırbistan’da da tımar ve zeametlerin iltizama verilmesiyle teşekkül eden çiftliklere sipahiler sahip bulunuyordu. Sırplar “dayı” adı ile bilinen bu sipahilerden şikâyetle durumlarının düzeltilmesi için Babıâli’ye müracaatta bulunmuşlardı. Padişah Sırbistan’da olayların yatışması için gereken emirleri verdi fakat Sırbistan’daki yeniçeri dayıları Sırpların padişaha şikâyetlerine öfkelenerek Knez adı verilen Sırp kodamanlarından birkaçını öldürdüler. Bu olay üzerine Sırplar yeniçerilere karşı silahlı mu-

kavemete koyuldular. Sırp İsyanı böylece başlamış oldu. Görüldüğü üzere ilk Sırp İsyanı devlete karşı değil fonksiyonu kaybetmiş köylüyü sömüren yeniçerilere karşıydı. Yani isyan bağımsızlık mahiyeti taşımıyordu. İsyancılar millî bir devrim değil meskûn oldukları bölgede sükûneti sağlamak istiyorlardı fakat daha sonra bu isyan millî bir karaktere bürünecekti. İsyanları tetikleyen bir diğer unsurda büyük devletlerin Osmanlı’ya yönelik politikaları oldu. Rusya, İngiltere, Fransa ve Avusturya’nın Osmanlı devletine yönelik politikalarında Balkan coğrafyası önemli bir yere sahipti. Sıcak denizlere inmek isteyen ve Balkanlar’daki ayrılıkçı hareketlerde en büyük paya sahip olan Rusya Ortodoks tebaanın kendisine olan bağlılıklarını sürdürmek ve onları Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırmak için iki farklı yöntem kullanmaktaydı. “Slavlık ve Ortodoksluk” Balkanlar’da uygulanan politikalar bakımından Rusya çok daha avantajlıydı çünkü iki planda birden oynayabilmekteydi. Bunlardan birisi panortodoksluktu. Ve Rusya buna yaslanarak 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile kendini Osmanlı İmparatorluğunda yaşayan Ortodoksların koruyucusu ilan etmişti. İkincisi ise meyvelerini yüz yıl sonra 1877 Türk-Rus Savaşı’nda vermeye başlayan Panslavizm idi. Dış politikasını güç dengesi üzerine kuran İngiltere Avrupa devletlerinden hiç birinin diğerlerine kıyasla üstün ve egemen olmasını istemiyordu. Bu nedenle İngiltere hem Osmanlı üzerinde hem de Osmanlı’dan ayrılma mücadelesi veren milletler üzerinde diğer devletlerin etkin olmasının İngiltere’nin ulusal çıkarlarına ters düşmesinden dolayı ayaklanmaların karşısında yer almıştı. Ancak ayaklanmaların çözümlenememesi üzerine etkin devletin başka devlet olmasındansa kendisinin olmasını tercih ettiğinden bu isyanları desteklemiştir. Fransa ise ulusçuluk ilkesinin savunucusu rolü üstEkim’14 • 35


TARİH lendiğinden hem diğer Avrupa devletlerine karşı Balkanlar’da daha etkin olmayı hem de Osmanlı toprakları ve Akdeniz üzerindeki emellerini gerçekleştirmeyi istiyor ve bu nedenle bağımsızlık mücadelelerine destek veriyordu. Avusturya-Macaristan ise Osmanlı ile aynı etnik durumu paylaştığından yani bünyesinde birçok ulusu barındırmasından dolayı ve Osmanlı Devleti’nde çıkacak ve başarıya ulaşacak ayrılıkçı ayaklanmaların kendi bünyesinde de yaşan milletlere örnek teşkil edeceğinden çekindiği için Osmanlı toprak bütünlüğünden yana bir siyaset izlemiştir fakat zaman zaman kendi çıkarları doğrultusunda isyanları desteklemiştir. Görüldüğü üzere Balkan isyanlarında yabancı devletler büyük rol oynadılar. Balkan buhranının çıktığı sıralarda Avrupalı devletlerinin izlediği genel siyaset kendi çıkarları doğrultusunda ve Balkan milletlerine müstakil millî devletler kurdurmaya yönelikti. Bilhassa Rusya başı çekti ve Panslavizm politikası doğrultusunda ayrılıkçı milliyetçi fikirlerini Balkan halklarına empoze etti. İsyanları silah mühimmatı ve maddî yönden destekledi. İsyanı hazırlayan diğer önemli bir unsur da Balkan gençlerinin Avrupa’da eğitim alması ve yurtlarına Fransız İhtilali’nden sonra ortaya çıkan yeni fikirlerle donanmış olarak dönmeleriydi. Bu gençler Balkanlar’da yeni bir entelektüel sınıf oluşturdular. Kendi tarihlerine daha fazla yoğunlaştılar ve dilde bir uyanış gerçekleştiler. Bu gelişmeler neticesin-

36 • Ekim’14

de çıkan isyanlarda bağımsızlık hakkını kazanan ilk millet Sırplar oldu. Romanya, Bulgaristan, Karadağ, Arnavutluk gibi Balkan devletleri; şartların oluşmasıyla ya da oluşturulmasıyla bağımsızlığa adım adım yürüdüler ve 1912 Balkan Savaşları ile 500 senelik Osmanlı hâkimiyeti tam anlamıyla sona erdi. Osmanlı’nın Balkanlar’dan çekilmesinden sonra güçler dengesi bozulmuş oldu. Nitekim I. Balkan Savaşı’nın ardından II. Balkan Savaşı patlak verdi. 500 senelik Osmanlı hoşgörüsü Osmanlı’nın Balkanlar’dan çekilmesiyle sona erdi. Balkanlar sancılı bir sürece girdi ve daha sonraları görüleceği üzere bu topraklar, birçok kıyıma sahne olacaktı. Buraya kadar olan bölümde Osmanlı’nın ne tür süreçlerden geçerek Balkan topraklarından çekilmiş olduğunu izah etmeye çalıştık. Kültürel bağlamda değerlendirecek olursak Osmanlı’nın hâkimiyetinde yaşayan Balkan uluslarının etnik kimliklerinin ortadan kaldırıldığı yönündeki iddialara değinmek gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman olmayan halkın yönetimi, dinî ve ekonomik özgürlüklere sahip olması onların uzun Türk yönetimi sırasında dil, kültür ve milliyetlerini yitirmeden yaşaması sonucunu doğurmuştur. Bu durum aynı zamanda imparatorluk içinde bir birliğe, kaynaşmaya engel oldu ve dağılma döneminde gayrimüslimlerin bağımsızlıklarını ilan ederek birer birer imparatorluktan ayrılmalarına temel oluşturdu. Ayrıca Osmanlı Devleti isyanlarda da önemli bir


TARİH rol oynayan Ortodoks kilisesini hiç olmadığı kadar güçlendirmişti. Kilise, Hristiyan tebaanın millî kimliklerini kaybetmemelerinde önemli bir etkendi. Modern çağda bile emperyal güçler dillerini ve dinlerini sömürdükleri topraklar üzerinde bırakabilirken Osmanlı bunu 500 sene öncesinden yapamaz mıydı? Buna muktedirdi. Eğer iddia edilen gibi bir asimilasyon politikası uygulanmış olsaydı şuan ismini saydığımız millî devletler kurulabilir miydi? Zira saydıklarımız neticesinde bu milletlerin İslam dinini benimseyip Türk kültüründe erimeleri gerekirdi. Fakat Osmanlı yani Türk ananesinde devlet; “ana” anlayışı hâkimdir. Hükmetme değil hizmet etme esastır. Bu yüzdendir ki Balkan ulusları devletin bazı katmanları dönüşüme uğrayıncaya kadar geçen sürede etnik kimliklerini muhafaza ederek refah içinde yaşadılar. Balkanlar’ın tarihimiz için ne derece öneme haiz olduğunu anlama açısından Prof.Dr Kemal Karpat hocamızın şu tespiti önem arz eder: “1912 yılı (Balkan Savaşları) Osmanlı Devleti’nin uğradığı en büyük hezimetlerden biri olduğu gibi Balkanlar’dan çekilişinin ve dağılmasının da son habercisidir. Nitekim Balkan Savaşlarından iki yıl sonra Osmanlı I. Dünya Savaşı’na katılmış ve Almanya’nın bir diğer müttefiki olan Bulgaristan’ın 1918’de savaştan çekilmesi üzerine müttefiklere teslim olmuştur.

Dikkatle göz önünde tutulacak nokta I. Dünya Savaşı’nı tetikleyen olayın yani Avusturya veliahdının Saraybosna’da katledilmesi hadisesinin Balkanlar’da olmuş ve Osmanlı’nın sonunun yine orada Bulgaristan’ın teslimiyle gerçekleşmiş olmasıdır. Osmanlı’nın gerçek anlamda bir devlet haline gelmesi güçlenmesi ve büyümesinin 1360-1444’te Balkanlar’ın 1453’te de İstanbul’un fethi ile gerçekleştiği düşünülürse Balkanlar’ın Osmanlı ve Türk tarihindeki önemi kendiliğinden ortaya çıkar. * İstanbul Üni. Tarih Bölümü 4.Sınıf KAYNAKLAR JELAVİCH, Barbara; Balkan Tarihi I,18.ve 19.Yüzyıllar, çev. İhsan Durdu, Haşim Koç, Gülçin Koç, Küre Yayınları, İstanbul 2006. KARAL Enver Ziya; Osmanlı Tarihi, C.V-IX, T.T.K Basımevi, Ankara 1999. KARPAT, Kemal; Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Milliyetçilik, çev. Recep Boztemur, Timaş Yayınları, İstanbul 2012. KOCABAŞ, Süleyman; Avrupa Türkiyesi’nin Kaybı ve Balkanlar’da Panslavizm, Vatan Yayınları, İstanbul 1986. SAYGILI, İlhan; Balkanlar’daki Milliyetçilik Hareketlerinin Osmanlı Devleti’nin Dağılması Üzerindeki Ekileri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2007. TUNCER, Hüner; Doğu sorunu ve Büyük Güçler (1853-1878), Ümit Yayıncılık, Ankara 2003. YERAMİSOS, Stefenos; Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye (Tanzimattan I. Dünya Savaşı’na), çev. B.Kuzucu, Belge Yayınları, İstanbul 1987.

Ekim’14 • 37


TARİH

Efgani ve Abduh Vehhabi miydi? Mehmed Akif ERSOY Sadeleştiren: Fatih Kadir DEMİREL

G

eçen hafta merhum Cemaleddin Efgani’ye dair birkaç söz söylemiştim. Maksadım o büyük adama isnat edilmek istenilen dinsizliğin pek yanlış bir tevcih olduğunu göstermek idi. Ne yazık ki bu sefer de “Cemaleddin mülhid değildi, fakat Vehhabi idi” iddiası ortaya sürülmeye başlandı. Acaba bu şaiayı çıkaranlar bir adamın alnına “Vehhabi” damgasını yapıştırmanın ne demek olduğunu biliyorlar mı? Vehhabilik belirli bir mezhebin ismi olmakla beraber Arabistan’ın birçok yerlerinde dinsiz tanınan veya öyle tanıtılmak istenilen adamlara verilen bir payedir. Lehinde söylenenlere derhal iman etmek insanlarda cibilli bir özellik olduğu için mesela ben bugün çıkar da Allah’tan korkmadan en akidesi pak bir adam hakkında “iyidir ama dinsiz olmasa!...” dersem az zaman sonra zavallıyı bütün aşiret halkı baştan başa mülhid tanırlar. Acaba bu adam ilhadı gerektirecek ne söylemiş, ne yapmış demeyi hatırlarına bile getirmezler! Müslümanlıkta en güç bir paye varsa o da bir adama dinsiz payesini vermekten ibaret oldu38 • Ekim’14

ğu halde faziletini, irfanını, ikbalini, şöhretini çekemediğimiz yahut düşünme tarzını kendi meşrebimize uygun görmediğimiz kimseleri bu hasbi rütbe ile gözden düşürmek nedense bize pek kolay geliyor! Lüzüm-u küffar başka, iltizam-küfür yine başka iken, yüzde doksan dokuz ihtimal doğrudan doğruya tekfirini icab eden bir adamı yüzde bir ihtimalle kurtarmak üzerimize farz iken, biz aksine binde bir zayıf ihtimalle yakaladığımızı dinsiz yapıp çıkıyoruz, gerideki dokuz yüz doksan dokuz iman ihtimalini nazara bile almıyoruz. Arabistan’a gidin, en büyük adamları Vehhabi, Türkistan’a gelin Farmason, Acemistan’a uğrayın dinsiz yahut Babi! En garibi şurasıdır ki bütün İslam aleminde bu ünvan ile teşhir edilen adamların büyük bir kısmı Müslümanlığı, Müslümanları müdafaa etmeye hayatlarını vakfetmiş olan ümmetin büyükleridir, milletin fedakarlarıdır! Bir yabancı aramıza girse dese ki; Ey Müslüman cemaat, falan, falan, falan zatlar sizin en akledininiz, en aliminiz, en fazılınız olduktan başka millet evlatlarının saadetine çalışmış ol-


TARİH mak itibariyle iyilikseveriniz, en hamiyetlinizdir. Siz bunları Vehhabilikle, masonlukla itham ediyorsunuz, yani Müslümanlıktan çıkarıyorsunuz. Demek sizin dininiz akılla, ilimle, faziletle, hamiyetle kabil-i telif olmayacak! Bu söze karşı ne diyebileceğiz? Bugün Mısır memleketinde İslam’ın menfaatlarını müdafaa eden ne kadar hamiyetli kalem varsa hepsi Cemaleddin’in terbiyesi sayesinde yetişmiştir. Tevhid dünyasına binlerce muharrir el, binlerce mütefekkir dimağ hediye eden Cemaleddin Vehhabi olabilir mi? Merhumu ne Afganistan’da, ne Hindistan’da, ne Avrupa’da, ne Osmanlı toprağında rahat bırakmadılar, hiçbir yerde oturtmadılar. Cemaleddin Müslüman aleminde hakiki, sermedi (sürekli, uzun soluklu) bir uyanış başlatmak gayesine matuf olan çalışmasında kısıtlama yapsaydı, bu siyasetine azıcık fasıla verseydi, dünyanın her yerinde şerefiyle mütenasip bir debdebe içinde yaşayabilirdi. Fakat o koca adam hamiyetinin yüksek maksadı uğrunda zamanın her türlü musibetlerine göğüs gerdi, başkalarının zorunlu olarak dayanamayacağı mahrumiyetlere, ümitsizliklere o kendi tercihiyle katlandı. Kemal’in tabirine göre o bir yaşayan şehit idi; Ne devlettir şehid-i zi-hayat olmak bu dünyada! Cemaleddin hakkında söylenen Vehhabilik Şehy Muhammed Abduh için de esirgenmiyor. İki senedir Sırat-ı Mustakim’in sayfalarında merhumun eserlerini görüp duruyoruz. Allah için söyleyelim, hangi manasına alınırsa alınsın, Vehhabiliği okşar bir cümlesi, bir makalesi görüldü mü? Bazıları “şeyhin zühdü ilmi nispetinde değildi” derler. Olabilir, lakin acaba merhum bütün hayatını itikafla, nafile ibadetlerle geçireydi İslam alemi için daha faydalı mı olacaktı? Mösyö

Honota’ya karşı çıkıp da Mağrip’deki milyonlarca Müslümanın haklarını müdafaa etmek, öyle zannederim ki asırlarca nafile ibadet etmekten daha sevaptır. Bilmez misiniz, Hz. Ömer tabiundan Ebu Kılabe’ye “Bence seni evlat ve iyalin için nafaka tedarikiyle meşgul görmek, böyle mescit köşelerinde itikaf halinde görmekten daha hayırlıdır” demiş. Düşünmeli ki Ebu Kılabe nihayet üç beş kişiden ibaret ailesine yiyecek bulacaktı. Abduh ise 300 milyonluk bir ailenin hayatı için çalışmak mecburiyetinde idi! İşte bugün bir Cemaleddin’i, bir Muhammed Abduh’u yok! İslam dünyası hakikaten kimsesiz, cidden garip biz bu gibi ümmetin büyüklerini rehmetle, hürmetle anmalıyız ki geriden gelenler aramızda tatlı bir hatıra bırakabilmek ümidinden mahrum kalarak mücahededen vazgeçmesinler. Üç beş sene önce bir frenk bana demişti ki; “Fen ve

sanat

erbabının kıymetini takdir etmiyorsunuz,

mazursunuz,

lakin çalışma ve hizmet erbabını takdir etmiyorsunuz! İşte bu kabahatiniz affedilemez.”. “Ey akıl sahipleri, ibret alınız” (Haşr, 59/2)” Mehmed

Akif; Sırat-ı

müstakim, IV, sayı; 91, (24 Cemaziyelevvel 1328),

Ekim’14 • 39


ATÖLYE

KENTSEL DÖNÜŞÜM’E DAİR Burak KALPAKLIOĞLU

1999

Marmara depreminden sonra, binlerce evin hasar almasına binaen çıkarılan kentsel dönüşüm yasasının, daha çok binlerce yıldır kadim medeniyetlere ev sahipliği yapan İstanbul’un, daha çok tarihi dokusunu ve ruhunu zedelediği görülüyor. Şüphesiz ki, bir şehri özel yapan o şehrin maneviyatıdır. Şehrin manevi yapısını ise şehrin estetiği ve ruhu olarak adlandırabileceğimiz iki fenomen oluşturur; bu estetik ve ruh ise kentİN birbirleri arasındaki ilişkide ve kentin tarihi yapısında ortaya çıkar. Kentin tarihi yapısını sadece mekan üzerinden değil, insan ilişkilerinde de görebileceğimizden kentin estetiği ile ruhu birbirine içkindir, desek yanlış olmaz herhalde. Bugün ise İstanbul örneğinden bakacak olursak kentsel dönüşüm ile beraber daha da derinleşen sosyal ve sınıfsal ayrışmalarla beraber kent ruhu öldürülmekte, kenti modernize eden politikalarla kentin tarihi yapısı zedelenmektedir. Sulukule ve Süleymaniye örneği ise mahalle kültürü, kent hakları ve kentsel dö40 • Ekim’14

nüşümün sebebiyet verdiği, sosyal ve sınıfsal ayrışma açısından birçok şey açıklıyor bize. Onlarca yıldır Sulukule’de yaşayan ve artık oranın sembolü haline gelen Romanlar birkaç yıl evvel, kentsel dönüşüm sebebiyle evlerinden çıkarıldı ve evlerinin yıkıldığı yerlere lüks villalar yapıldı. Süleymaniye’deki eski tarihi evler ve bekar evleri de yakın bir zaman önce yıkıldı ve onlarında kaderi aynı olacağa benziyor. Süleymaniye’deki mahalle kültürü ise oldukça dikkat çekici. Süleymaniye oldukça fakir bir mahalle olsa da, mahalle insanı uzun yıllar beraber yaşamasından ve bu yaşanmışlığın ortaya çıkardığı mahalle ruhu, insanların yardımlaşmasına, dayanışmasına ve bu şekilde hayata tutunmalarını (örneğin bir mahallelinin mahalle esnafından bir temel ihtiyacını alması gerektiğinde mahalle esnafının karşılıksız vermesi gibi) sağlıyordu. Ancak bugün Süleymaniye’nin de imara açılmasıyla bu mahalle kültürü yok olacağa benziyor. Göçmenlerin ve Romanların çoğunlukta yaşadığı Tarlabaşı’da, şu an tamamen


ATÖLYE

boşaltılmasa da Kentsel Dönüşüm Planı’nda ismi geçiyor, oradaki yerli halkında şehrin taşra olarak adlandırabileceğimiz yerlerinde iskan edilmeleri bekleniyor. Süleymaniye’de, Sulukule’de, Tarlabaşı’ndaki evler eski ve bir dönüşüme muhtaç olduğu açık ancak bu dönüşümün kentin önemli bileşenlerinden olan Romanların göçmenlerin ve yoksulların mağdur edilmeden bu insanların kentin merkezinden uzaklaştırmadan yapılması gerekirken, bugün bu kentin en güzel yerlerine üst sınıf olarak adlandırabileceğimiz bir sosyal tabaka yerleşiyor ve bu dönüşümle beraber yoksullar gitgide kent merkezinden uzaklaştırılıyor. Kentsel dönüşümle beraber özellikle TOKİ’nin inşa ettiği çok katlı, güvenlikli siteler işten eve evden işe giden orta sınıfın yuvası haline gelirken hem komşuluk ilişkileri ölüyor hem de bu sitelerin korumalı telleri arasında yetişen çocuklar başka kesimden, sınıftan çocuklarla arkadaşlık yapamadıklarından gitgide kent gerçeğine yabancılaşıyorlar. Biraz evvel bahsettiğimiz üzere komşuluk ilişkilerinin zayıflaması kentsel dönüşümün bir tezahürü. Çoğunlukla karı-koca çalışan ve sadece Pazar günü ve akşamların bir kısmında evlerinde vakit geçirebilen orta sınıf aileler, bu yeni sitelerde ikamet ettiklerinden ötürü, kentsel dönüşümün komşuluk ilişkilerini zayıflattığı da bir gerçek. Ayrıca iki-üç yılda mantar gibi türeyen yüksek binalı iş yerleri ve gökdelenler kentin estetiğini ve tarihi dokusunu bir hayli değiştiriyor. Bugün İstanbul’un tepeden çekilen fotoğraflarında gökdelenlerden dolayı tarihi camiiler ve tarihi mekanlar görülemiyor. Eğer şehri modernize eden bu neo-liberal politikalar yakın

vadede sonlandırılmazsa, İstanbul’un tarihi dokusu Beyazıt ve Sultanahmet arasına sıkışmış silüeti ve estetiği ise 40-50 katlı gökdelenlerden ibaret olacak. Kentsel dönüşüm sadece Tarlabaşı’nda, Sulukule’de, Süleymaniye’de değil, İstanbul’un her tarafında mağduriyet üretiyor. Tozkoporan’da Sarıyer’de, Armutlu’da, derbent mahallerinde yıllardır oturan mahalle sakinleri evlerini terk etmek istemiyorlar ve küçük küçük ideolojisiz apolitik mahalle örgütlenmeleri, forumlar oluşturuyorlar ve kentsel dönüşüme karşı direniyorlar. Kentsel dönüşümün mimari ve estetik boyutlarının yanında, bu insanlar nasıl mağdur edilmeden, bu proje icra edilecek sorusu ise cevapsız bir şekilde ortada duruyor. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi kent yoksullarının yaşamlarını devam ettirmeleri, yaşam alanlarında ve yaşam alanlarıyla kurdukları ilişkiyle mümkündür. Eğer bu insanları evlerinden çıkarıp şehrin 30-40 km. uzağında daha önce hiç alışık olmadıkları bir hayata sokarsınız, onları hayata bağlayan sosyal ağlarıyla ve kültürel pratikleriyle bütün ilişkilerini tamamen kesmiş olursunuz. Yoksul kesimleri yerlerinden etmek ve onları şehrin çeperlerinde şehre entegre olmamış alanlara yerleştirmek sorunları şehrin başka alanlarına transfer etmek demektir. Umarız son dönem dönüşüm ve toplu konut politikaları daha mekânsal ve sosyal ayrışmalara yol açmadan, fakirleşme ve ekolojik yıkımlar yaratmadan, uygulamalarda değişiklikler gerçekleştirilir ve kamu kaynakları, sosyal politikalarla kamu yararına kullanılır. Ekim’14 • 41


ATÖLYE

HiLAFET ANAHTARI Esma KÖSE

B

ir kadın ‘’Ümmetin izzetini kurtarmak benim elimde’’ diye düşündüğünde dua olup avuçlardan Rahman’a yükselir temenniler, ümitler. Cihad izzettir, izzeti hissettirir. Ancak cihad dinin yarısını kapsayan saliha kadının yanında çeğreğe düşer. Saliha kadınla dininin yarısı tamamlanan kişi, cihatla namazla vs. ile diğer yarımı tamamlar. Saliha kadına denk hiçbir ibadet çeşidi yoktur. Zira saliha kadınlar anne ya da eş olmuştur, Nureddin Zengi’lere, Salahaddin’lere, Ahmed bin Hanbel’lere. Saliha kadın, Rabbani öl-

42 • Ekim’14

çüleri olan kadındır. Rabbani ölçülere sahip, hayatını Rabb’in sınırlarına göre belirleyen kadın, eşine Allah’a itaat ettiği için itaat eder. Çocuğunu Allah’ın hediyesi olarak görür ve duasıyla başlar eğitmeye. Seccadelere yazar adını önce göz yaşlarıyla. En iyi mesleğin Rahman’a kulluk olduğunu öğretir. Bu ümmete umut ve izzet getirecek olanlar, Rahman’a kulluk mesleğini en iyi öğrenen, başını sadece Rahman için eğen çocuklardır. Bir kadının duasında gizlidir vahdet. Meryemî duasıyla doğuracak Hanne’lere ihtiyacı var bu ümmetin. Zekeriyya Aleyhisselam’ın yaşadığı ve varlığı ile hiçbir şeyi değiştiremediği bir zamanda, ‘’ben ne yapabilirim’’ diye düşün-


ATÖLYE müştü Hanne. Ve uzatmıştı elini Rahman’ına. O biliyordu kulların elinde değildir hiçbir şey. Yine biliyordu ki bir şeyleri değiştirmek için samimiyetle atılmış bir adımı bekler her şeye kadir olan. Ve hür bir yakarışla attı adımını. Çocuğunun kız olması bahane olmadı onun için. Özgür bir dua ile insanlığa adamıştı, yıllar sonra kavuştuğu göz bebeği olacak yavrusunu. O asıl kazanç yerinin ahiret olduğuna iman etmiş ve ticaretini en doğru tüccarla yapmıştı, en doğru yerde. Özgürce yapılmış dualar karşılıksız kalmamıştır hiçbir zaman. Şartsız koşulsuz bükülen boyunlar, Rahman’ın lütfundan her zaman nasibini almıştır ve almaya devam etmektedir. İşte Hanne’nin özgürce yaptığı dua, Ümmetin Meryemi’ne hayat vermiştir. Dua ile şekil alır Meryem’ler. En güzel dualar annelerin ağzı ile ulaşır Rahman’a. Çocuğunun ticaretini maaşı üzerinden değil duası üzerinden yapanlar, en iyi kar elde edenlerdir. Her genç kızın hayali olmalıdır saliha bir eş olabilmek. Saliha olmayı eşe hizmetçilik gibi algılayan ve algılatan, süper kahramanları kafalarına eseni yapan insanlar olarak göstererek zihinlerde özgürlük algısını ahlaksızlığa dönüştüren zihniyetin zıddına, eşe itaati Allah’a itaat olarak gören hayatını paylaştığı insana her fırsatta destek olmasını bilen ve huzuru tebessümünde gizleyen Hatice ve Ümmü Süleym’ler olmalıdır onun kahramanı. Ancak saliha olmanın sınırları Rahman tarafından belirlenmişken, kendisine kaldıramayacağı yükler yüklenildiği için saliha olmadığı iddia edilen kadın, Rahman’ın ölçülerini aşmadığı sürece saliha olmaya devam eder. Allah’a itaati hayatının düsturu haline getirmiş, insanların boyunduruğundan kurtulmuş hür imanlar, salihalığa atılmış adımlardır.

Saliha kadın büyük bir nimettir. Ancak unutulmamalıdır ki büyük nimetler büyük sorumlulukların büyük imtihanların habercisidir. Saliha hanıma sahip olan bir erkek herkesten daha dikkatli olmalıdır. Zira Allah’ın ona emanet ettiği kadın birde Allah’ın yanında değer sahibi ise onu üzmenin bedelinin ne olacağını iyi düşünmelidir. Zira Allah’ın en değerlisi olan Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e düşman olanların akıbeti bellidir. Saliha eşe sahip olan bunun üzerinden kıstas yaparak tehlikelere karşı önlem almalıdır. Birde arkadaşlarını, öğrencilerini, işini, ailesine tercih eden, Hilafet’i kurmak için çaba sarf ettiğini iddia edenler vardır. Bunlar hazine sandığının üzerinde dilenen kimseye benzer. Ve bunlar Hilafet’in ancak kadınların avuçlarında dua olup yüreklerinde bir hazine gibi sakladıkları değerleri olduğunda geleceğini bilmeyenlerdir. Zira bu ümmet, Hilafet’ini saliha kadınlarını yitirdiğinde kaybetmiştir. Tekrar kazanmanın tek yolu da Saliha kadınlar yetiştirmektir. Bir halife yetişecekse bu ümmete, onu yetiştirecek anne, Saliha kadındır. Ona eş olacak kadın, Saliha kadındır. O halde Hilafet’in anahtarları, saliha kadınların elindedir.Bu ümmet kadınlarına gerekli değeri verdiğinde ve kadınlar bu ümmetin kadınlarının değerini ve gücünü yüreklerinde hissettiklerinde Hilafet binası inşa edilmeye başlayacaktır. Herkes Hilafet’in anahtarlarını evinde aramalıdır. Evinin dışında bir cami bahçesinde aradığı anahtar, aslında eşinin ya da kızının elinde gizli bir duada saklıdır...

Ekim’14 • 43


ATÖLYE

Allah’a Kulluk Özgürlüğü! Muhammet IŞIK

E

vet. O başlarında Allah’ın ayetiyle, haramların çukuruna düşüp günah çamuruna bulanan insanları her gün temaşa ediyoruz. Bu ümmetimizin değil, aslında öncelikle ülkemizin büyük dertlerinden. Şahsiyet kazandırmamak için isim veya tarif vermekten vazgeçmek istiyorum. Öncelikle söyleyeyim ki, o benim başörtülü kardeşim falan değil, asla olamaz. Başörtüsü edeptir, tesettür edeptir. Aişe, Fatıma ve diğerleri (Allah onlardan razı olsun) bu dinde tesettürün değil, edebin temsilcisi olmuşlardı. Tesettür; bir hanımın süsü veya dikkatleri üzerine toplayıcı aksesuarı değil, ancak edebini ve hâyâsını tamamlayacak bir şey olabilirdi. Zira edepsiz kişilerin, bu halleriyle başlarındakine din düşmanlarınca laf getirtmesi asla hakları olamazdı. Çünkü başlarındaki Allah’ın ayetiydi. Ayeti canı pahasına korumayı bırakıp bir de ona laf getirmek ne büyük bir gaflet olurdu. Bu ülkede başörtüsü özgürlüğü çok yanlış bir 44 • Ekim’14

adımdı. Sen başörtüsü özgür dedikçe herkes “özgürce” takmaya başladı. Haşa Allah’ın emri değil de, başörtüsü takılmaya başlandı. Bunun adı “başörtüsü özgürlüğü” değil de tesettür izni falan konulmalıydı ki bu tarz arkadaşların olayı yanlış anlamasının belki biraz önüne geçilirdi. Belki de asıl ihtiyacımız, başörtüsü, sarık, cübbe özgürlüğü falan değil de, yalnızca ve en arınmış bir şekilde; “Allah’a kulluk özgürlüğü” olmalıydı ki biz de ülke olarak bu belalar başımıza hiç gelmemiş, aksine kitaba ve sorumluluklarımıza daha çok sarılmış ve daha ileride, ideoloji karmaşası yaşayan insanların “muasır medeniyetlerinin” seviyesi peşinde değil de, yüce Yaradan’ın İslam Medeniyetinin seviyesinin peşinde daha çok koşar ve ona ulaşmaya daha çok yaklaşmış olurduk. Keşke başörtüsü serbest olmasaydı da, Üstad’ın tabiriyle «pislik yuvası» olan okul ortamlarına benim edepli kardeşlerim hiç girmeselerdi. Oralarda kendilerini hiç tehlikelerle burun buruna getirmeselerdi.


ATÖLYE Kendim başlı başına temaşa ettiğim birçok

gelip, haramı omuzlarında izleyen kardeşlerim.

kötü olaya hiç vesile olunmasaydı. Aslında, keş-

Çok şaşırıyorum. Hayret ediyorum! Omuzda iz-

ke ve belki; insanın iki büyük düşmanı, Şeytan’ın

lemek nedir? Dokunmak dahi ve yaklaşmak dahi

ruha üflediği iki büyük nağme, kalpleri uyuşturan

haramken omuza çıkmak nedir? Bundan bahset-

ve harekete geçmeyi engelleyen iki büyük yalan.

mek inanın sabır sınırlarıma bir neşter vurulmuş

Hem de koskoca birer yalan. Sonra biz, bunlar-

gibi benim ellerimi titretiyor. Genelimizin iç çe-

dan münezzeh hayatımıza devam etsey-

kip dua ettiği mevzular bunlar. Ancak bize

Rehdüşen şey burada ağlamak, sızlanmak ber Kur’an, indirdiği kitaba, yani Allah’ın ipine asla olamaz ve değil. Bizim amacımız hedef Allah sımsıkı sarılan hiçbir topluluk hüsraharekete geçmek. Bizim amacımız rızası olmalı. na uğramaz, geride kalmaz. Allah’ın şeytanın kalplerine vurduğu neşteri Yüce Rabbikitabı ve Rasulullah’ın sünneti debu kardeşlerimizden çekip çıkarmak mizin rızadiğinde sana uzaylı görmüş gibi bave onları yüceltmek olmalı. sına ulaşkan gafilleri niçin umursuyorsun? Rehber Kur’an, hedef Tur’an değil. maksa o Peygamber ne güzel demiş; «Allah’ım! Rehber Kur’an, hedef Allah rızası olmakadar Onlara acı, şüphesiz onlar bilmiyorlar!» lı. Yüce Rabbimizin rızasına ulaşmaksa kolay diye. Evet, şüphesiz ki onlar gerçekten de o kadar kolay değil. Daha çok çalışmalı, debilmiyorlar. Bilseler uygulamıyorlar, uygudaha çok çabalamalıyız. Bu devirde zağil. dik. Allah’ın emrettiği şekilde Allah’ın

lasalar sarılmıyor ve muhafaza etmiyorlar.

ten gerçeği ve doğruyu gören gayrimüslim

Cihadı terkeden topluluklar. Kalemle ci-

kardeşlerimiz zaten birer birer doğru şekil-

hadı terkeden, ilimle, kelamla, kılıçla cihadı

de dinimize giriyorlar. Allah onlara hidayet

terkeden topluluklar teker teker umumi be-

etsin ve ayaklarını kaydırmasın. Bizim ama-

lalara maruz kalıyorlar. İşte bu, bunun en bü-

cımız o insanların dinimize girişini hızlandır-

yük örneği. Kültürler yozlaşıyor, toplumun

mak olmalı ki, kendimizi düzelterek, örnek

edep yüzdesi azalıyor, ahlak yüzdesi azalıyor. Bundan büyük, insanoğlu! Harekete geçmek için daha nasıl bir bela bekliyorsun? Bela demek, veba demek değildir, bela demek

olarak göstermek. Amacımız açık ol-

Daha çok çalışmalı, daha çok çabalamalıyız.

cüzzam demek değildir. Aksine veba, cüzzam bir mükâfattır. Ağır hastalıklar bi-

malı. Bilge Kral’ın dediği gibi, «Amacımız Müslümanları İslamlaştırmak» olmalı. Yaradan’ın dediği gibi, «Ey iman edenler! İman ediniz!» Amacımız iman etmek olmalı. Bazı kaynaklar

ispat ediniz diye çevirir. Fark etmez. İspat

rer mükâfattır ki öbür tarafta göreceğin bir kısım

etmek olmalı. İman ispatı gerektirir. İspatsız

azaba kefaret olur!

iman olmaz. Kalp temizliği Allah rızasına yeterli

Asıl bela, kültürün yozlaşmasıdır. Aslında ha-

değildir, zira Cehennem’in yolları iyi niyet taşla-

ram olan şarkıları dinleyen kardeşlerim, bunun

rıyla döşelidir. Bu imanımızı ispat etmek ve ispat

üstüne ayrılmamış alanda haram olan şarkıyı

ettirmek dairesinde, Rabbim hepimizin yardım-

erkeklerle beraber dinlemeye çalışan kardeş-

cısı olsun. Hepimize dirlik ve dirayet ihsan etsin

lerim (aynısı erkekler için de elbette geçerli) ve

ve yüce rahmeti hepimizin gayretine sirayet et-

üstüne üstlük yine haram olan sevgiliyle buraya

sin inşallah. Âmin. Ekim’14 • 45


ATÖLYE

Müslüman Bir Kadının Modern Hayat ile İmtihanı… Yasemin Özenç KANDEMİR

D

aha 14 yaşındaydı… İmam Hatip’e gidiyordu ve başını yeni örtmüştü... Dindar bir çevrede yaşamıyordu... Çevresindeki büyükleri onun başını örtmesinden çok endişeleniyorlardı... “Huculara mı karıştın?”, “İmam Hatip’ten mezun olunca hoca mı olacaksın?”, “Böyle kapalı olduğun için evde kalırsın, hiç kimse seni beğenmez” diyorlardı... Canı sıkkındı... Acaba yanlış bir şey mi yapmıştı? Neden büyükleri böyle şeyler söylüyorlardı? Yoksa haklı mıydılar? Bilmiyordu... Ergenlik çağındaydı... Neye, kime nasıl inanacağını bilmiyordu... Ama bildiği bir şey vardı ki, başını örtmek Allah’ın emriydi... Anne-babası, dinini ona öğretecek kadar bilgi sahibi değillerdi... Zaten İmam Hatip’e de dinini öğrensin diye göndermişlerdi... Anne-babası ilkokul mezunuydular ve hayattaki en büyük amaçları okuyup bir yerlere gelmekti ama hayat şartları, on46 • Ekim’14

ların okumasına müsaade etmemişlerdi ve bundan dolayı kızlarının okumasını çok istiyorlardı... Ne olursa olsun kızları okumalıydı... Hiçbir engel tanımadan... Kızlarının omzuna çok büyük bir misyon yüklemişlerdi ama farkında değillerdi... Hem okumazsa, ileride evlendiğinde kocasından boşanma veya kocasının ölmesi gibi bir durumla karşılaşırsa ne yapardı? Ailesine yük mü olacaktı? Hayır, hayır hiç kimseye yük olmamalıydı, kendi ayakları üstünde durmayı öğrenmeliydi... Eşine de fazla güvenmemeliydi… Çünkü hayat şartları… İşte neler getireceği belli olmaz, her an eşi onu terk edebilirdi ya da ölebilirdi… Hep eşi ölmüş ve iki çocuğu ile baba ocağına geri dönmüş ve babasına çok büyük bir külfet olmuş bir kadının hikayesini dinleyerek büyüdü… Hayır, hayır onun gibi olmayı asla istemiyordu... Ne olursa olsun okuyacak ve bir meslek


ATÖLYE sahibi olacak ve kendi ayakları üstünde duracaktı... o güne kadar yaşadıklarına inanmak istemedi... Kocası da olsa insan bu devirde hiç kimseye fazla Ne kadar da çok sorumluluk üstlenmiş ve eşinin güvenmemeliydi... Yıllar yılları kovaladı ve üniver- yönetici olmasına bile izin vermemişti, kontrolü sitede istediği bölümü kazandı... Başörtü sorunla- elden bırakmak istememişti, ne de olsa hiç kimserının başladığı yıldı... Bazı arkadaşları başörtüsünü ye güvenmemeye programlanmıştı... İşte o zaman çıkartmak istemediğinden üniversite sınavına bile neden bu kadar çok yorulduğunu anladı... Hayatıngirmemişti... Bazıları ise ne olursa olsun okuyaca- daki tüm taşlar yerli yerine oturmaya başlamıştı... ğım diyordu... O da onlardan biriydi… Çünkü anne- Eşine bir itirafta bulundu ve artık onun yönetici babasının gerçekleştiremediği hayallerini yerine olmasını istedi... Allah-u Teala, kadınların fıtratını getirmekle görevliydi... Binbir çile ile üniversiteyi en iyi bilendi... Narin yapıdaki kadının yöneokudu... Üniversitede dindar bir genç ticiliğe bürünmesi hem kendisi hem ile tanıştı ve onunla evlenme kararı de eşi için büyük bir zulümdü... aldı... Ailesi de onay verince okul Hayatını yeniden düzenlemeye bitmeden bir yıl önce nişanlankarar verdi... İşlerini azaltmadılar ve okul biter bitmez de ya, asli görevlerine ağırlık evlendiler… Artık hem evli vermeye karar verdi... Ve anhem de meslek sahibi bir kaladı ki bir ayet-i kerime, eğer dındı... Başörtüsünü çıkarahakkıyla okuyup idrak edilerak devlet memuru olma imbilirse insanın hayatını dükanına sahip olmasına rağzenlemeye muktedirdi... Keşmen, üniversitede yaşadığı ke tüm ayetleri bu idrak ile çileler onu öylesine bunaltokuyabilsem diye düşündü... mıştı ki kendi kendine söz Ve bundan sonra bambaşverdi... Artık ne olursa olsun, hangi koşullar altında olursa ka hayalleri vardı... Bugüne olsun başörtüsünü çıkartakadar hep dünyalık hedefler rak çalışmayacaktı... Eşinin peşine koşarak kendine çok Peygamber Efendimiz (sav) de desteği ile başörtüsü ile zulmetmişti... Şimdi mealen “Allah’ın dinini dert edinenin özel çalışabileceği bir iş buldu... ‘Senden başka ilâh yoktur; dertlerini Allah satın alır, Allah’ın Çalışmaya başladı, zaman seni tenzîh ederim! Gerçekdinini dert edinmeyeni Allah kengeçtikçe kendine güveni gelten ben (nefsine) zulmedi dertleriyle baş başa bırakır.“ meye başladı, kendini özgür denlerden oldum!’ (Enbiya [Hâkim] buyuruyordu... Böylesihissediyordu... Ve daha sonra Sûresi/87) ayet-i kerîmesinin ne kârlı bir alışverişte bulunmailk çocukları dünyaya geldi... ne anlama geldiğini çok iyi yı kim istemezdi ki? Artık evden de olsa çalışmaya anladı... Evet o da zulmedendevam ediyordu... Doğum yaptı lerden olmuştu... Şimdi tövbe diye çalışmayı bırakacak değildi... etme zamanıydı... Hz. Yunus gibi Boşuna mı onca yıl okumuştu? Hayat “zalimliğini” itiraf edip karanlıklardan çıkonu daha da zorluyordu... Ev işleri, çocuk bakımı, iş hayatı, eşi ile münasebetleri derken çok ma zamanıydı... Ve kendisi gibi karanlıklarda kalan fazla yorulduğunu hissediyordu... Yanlış giden bir gönülleri aydınlığa çıkarma zamanıydı... Ömrünün şeyler vardı... Sanki üzerinde çok büyük bir yük var- geri kalanını, karanlıklarda kalanları aydınlığa çıdı... Hani Allah hiç kimseye kaldıramayacağı yükü karmaya niyet etti... Çünkü Peygamber Efendimiz yüklemezdi? Oysa o çok yoruluyordu... Ne yap- (sav) “Allah’ın dinini dert edinenin özel dertlerini sam, nasıl kurtulsam diye kara kara düşünüyordu… Allah satın alır, Allah’ın dinini dert edinmeyeni AlSonra bir gün bir ayet-i kerime balyoz gibi beynine lah kendi dertleriyle baş başa bırakır.“ [Hâkim] buindi: “Erkekler kadınlar üzerine kavvamdır.” (yö- yuruyordu... Böylesine kârlı bir alışverişte bulunnetici ve koruyucudur)( Nisâ Sûresi/34). Kendine, mayı kim istemezdi ki? Ekim’14 • 47


ATÖLYE

BİR SİLAHIN TETİĞİNDE ASILI KALDI DÜŞÜNCELERİM Esma KÖSE

H

er gün binlerce el var tetikte ve binlerce yürek, bir namlu hedefinde. Bu kadar gereklimiydi savaşlar, ölmeli mi birileri? Bu sorgulamaları yapmak bize düşmez, tehlikelidir bu sorular. Fakat her insan düşünmeli ölenleri, öldürenleri ve en önemlisi de bu ölümlerin neresinde olduğunu.

Bir yaz günü incirlerin yeni olmaya başladığı zamanlardı. Köye gitmiştim. En çok sevdiğim şeylerden biri; babamın silahını gizlice alıp dağlarda gezintiye çıkmaktır. İşte o sene de bir sabah yine silahı aldım ve dışarı çıktım. Fakat bir sebebi vardı bu sefer elime silahı almamın. Bir kuş varmış çok lezzetli olurmuş eti, benim av yapmayı sevdiğimi bilen komşumuz o kuştan onun için öldürmemi istedi. Bende acemi nasibi belki öldürebilirim diye bir ümitle tamam dedim. Öyle av falan diyorum da, aslında pek beceremem öldürmeyi, hatta şimdiye kadar ateş ettiğim tek şey abimin öldürdüğü hayvanın ölü bedeniydi. 48 • Ekim’14

Abimle gittiğim avların tecrübesinden kalanları uygulamak üzere sabah namazını kıldıktan sonra çıktım evden.Eski evin yanındaki incir ağacının yanında izlemeye başladım çevreyi. Ancak ilk defa bu kadar erken çıkmıştım sokağa ve ilk defa şahit oluyordum bu kadar çok kuşun aynı anda çıkardığı o birbirinden farklı büyüleyici seslere. Öylesine güzel ve huzur vericiydi ki sesler bu cazibe bana hedefimi unutturdu, uzun bir süre kaldım öyle. Sonra aklıma geldi ve kuşu aramaya başladım. Ancak tüm çabalarıma rağmen bir tane dahi göremedim. Sonra karşımda her şeyden habersiz kaygısızca sabahın ilk lokmalarını yiyen serçeye doğrulttum silahı. Şimdi elim tetikteydi ve namlunun ucunda öylece duran küçücük bir serçe... Kalbimde hissettiğim duyguyu dinledim, elim tetikte beklerken. Benim karşımdaki


ATÖLYE bir hayvandı, bu dünyadan eksildiğinde herhangi bir şeyin değişmeyeceği küçücük aciz bir hayvan. O bu dünyadan gittiğinde yeryüzünde hiçbir şey değişmeyecekti, sadece bir serçe ölmüş bende öldürmüş olacaktım (!). Ve bana engel olmaya çalışmıyordu serçe, yalvarmıyordu, kaderine teslimiyetin huzuruyla son hareketlerini yaşıyordu. Sanki hadislerde anlatılan kuş yüreğini tarif ediyordu bana, kaygısız ve korkusuz izlerken etrafı. Sonra kimin aciz olduğunu düşündüm. Namludaki midir aciz olan, yoksa eli tetikte olan mı? Biraz düşünceden sonra, acziyetin eli tetikte olana ait olduğuna karar verdim. Zira bu dünyada yaşamak olamazdı üstünlük. Biraz sonra el tetiğe bastığında aralarındaki tek fark birisi ebedi bir dünyaya kanatlanmış olacak, diğeri ise bir başkasının namlusuna ya da Azrail’in dokunuşuna kadar ölümü bekleyecekti. Birisi ölümü beklerken diğeri beklediği ölüme kavuşmuş oluyordu. Bu durumda üstünlük ve güç beklediğine kavuşana aitti.

Sır, ölüme nasıl baktığınla ilgilidir. Ölümü ev sahibi bilenler namlunun ucunda olmaktan korkmazlar. Zira disiplinli bir ev sahibidir ölüm, vakti gelmeden kovmaz hiç bir yaşamı. O halde elin tetikte olmasının ya da yüreğinin namluda asılı olmasının hiçbir anlamı yoktur. Ölüm gelmeden yaşamın gitmesi imkansızdır. Ölümü getirmek ise ne tetikteki elin ne de namludaki yüreğin işidir. Herkes ölüm kapısını çalana kadar yaşamını misafir etme-

Ölüm hiç beklenmedik zamanda, beklenmedik yerde, beklenmedik bir misafir olarak çıkar karşına. Oysa unutulan bir şey vardır ki, ölüm değildir misafir olan, yaşamdır. Yaşam Allah’ın kullarına geçici bir süre için verdiği bir hediyedir. Ölüm geldiğinde yaşamın varlığı söz konusu olamaz. Ölümün misafiridir yaşam, o belirler kalma süresini.

Ölüm hiç beklenmedik zamanda, beklenmedik yerde, beklenmedik bir misafir olarak çıkar karşına. Oysa unutulan bir şey vardır ki, ölüm değildir misafir olan, yaşamdır. Yaşam Allah’ın kullarına geçici bir süre için verdiği bir hediyedir. Ölüm geldiğinde yaşamın varlığı söz konusu olamaz. Ölümün misafiridir yaşam, o belirler kalma süresini. Misafirliğin süresini unutup orada ev sahibi gibi yaşayanları ansızın yakalar bir gün ev sahibi. Misafirliğinin farkında olan ise zaten gitmek için kalıyordur orada ve vakti geldiğinde serçe yüreği gibi sükunetle karşılar gidişi.

ye mahkumdur. O halde biz neresindeyiz bu ölümlerin? Evet aslında herkes her ölümün hem her yerinde hem de hiçbir yerindedir. Hem tetiğe basan eldir insan hem de namlunun ucunda yürek. Ya da sadece ölüme kısa süreliğine misafir olmuş bir yaşam. Ölüme ve öldürmelere nasıl baktığınla ilgilidir durduğun yer. Bir ölüm vardır öldürmek için, bir ölüm vardır yaşatmak için. Anlamlarda gizlidir işler. Hangi ölüme yaşamı hangi ölüme yok oluşu yüklediğinle alakalıdır elinin tetikte ya da yüreğinin namluda olması. Her hareket yüklendiği anla-

ma göre şekil alır. Bu yüzden değerlidir ilk adımlar ve o ilk adıma yüklenen anlamlar. Ölümün misafirleri olanlar yaşamlarını amel yapıp omuzlarında taşırlar. Ve bir gün namlunun ucunda asılı kalsa canı, onu serçe yüreği kadar hafif ve yumuşak bir bakışla karşılar. Selam olsun eli tetikteyken kibirlenmeyen ve bir namlunun ucundayken dahi bakışlarında teslimiyetin huzurunu gizleyenlere... Ekim’14 • 49


ATÖLYE

VATANIMA DÖNÜYORUM… Ali Tarık PARLAKIŞIK

-INamık Kemal der ki; “Ölürsem, görmeden millette ümid ettiğim feyzi Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun, ben mahzun.” Nasıl bir aşk! Nasıl bir şevktir, azimdir! Nasıl bir iştiyaktır! Halkta bir feyiz bekleniyor; isteniyor, gözleniyor. Ayağa kalkışın müjdecisi bir feyiz; doğumun, doğumu olan bir feyiz. Şayet ki görmeden ölünürse, mezar taşında, vatan mahzun ben mahzun, yazılsın isteniyor. Vatanım mahzun olursa, ben de mahzun olacağım, deniliyor. Deniliyor ki; benim mahzumiyetim, hüznüm, vatanımın mahzumiyetinden geçer. Yine aynı şekilde benim sevincimde, vatanın sevincinden geçer. Bu, hüznü kaldıran bir iştiyaktır. Yok oluşları, yeni bir doğuma çeviren bir adanmışlıktır. Adanmışlık diyoruz ya; kalkışın kafada yer etmesinin yolu… Kalkış, harekete geçme, diriliş; hep bu adanmışlıkta. Kalkışı muştulayan feyiz olmazsa, vatanım mahzun olacak, dolayısıyla ben de mahzun olacağım. 50 • Ekim’14

Küreselleşen dünyanın alternatifi bir diyalektik; vatanım… Bu telakki içerisinde, vatanım muazzam, sadra şifa bir diyalektik olarak karşımızdadır. Vatanıma dönmek; çünkü malik olmak. Vatana dönme isteği; malik olma isteği… Doğumun özlemi… Özlemin doğuşu… Doğumun acısına özlem… Bu acının peşinde olmak ve dolayısıyla var olmak… Acıyı sevinç bilmek; doğumu muştulayan acı bilmek… İştiyak ve hareket-kuvve denklemi/bağlamı… Acıyı sevinç bilmek, dedik ya; doğumlar acısız olmaz. Seyyid Kutub’un dediği gibi; “Mutlaka galip gelecek olan ilahi sistemin tercümanı olması sebebiyle, insanlığın kurtuluşu için zorunlu olan söz konusu toplumun kurulması, bu amaca giden yolun gayet düzgün ve rahat olduğu ve hele hele birkaç adımda hedefe varılacağı anlamına gelmez. Evet! Hiçbir doğum sancısız olmaz! İslam toplumuna giden yol, uzun ve dikenlidir.” Ya da Said Nursi’nin dediği gibi; “Ekmeksiz yaşarım ama hürriyetsiz asla!” Paha biçilemez,


ATÖLYE karşılığı ödenemez, gerekirse ölüm göze alınır; hürriyetin ta kendisi! Yine Namık Kemal’den ; “Vatan bizim kılıcımızın ekmeğidir”. Aksiyon; vatan bulma cehdi. Vatana ulaşma aşkının yolunda ki olmazsa olmaz. Aksiyonsuz hürriyet olmaz. Hürriyet yolunda ki aksiyon; dava yolunda ki cehd. Direniş şumullü bir mesele… Direnişin sonucu da şumullü… İçten içe, içten dışa; dışarıdan gelecekleri yönlendirici yol; yol derken, baştan yapılması gereken… Dahası malik olunması gereken…

Ben, yalnız bırakılmış bir halkın, kırık dökük yollardan, yalnız başına yürüyerek geçen, yalnız bir çocuğuyum… Derdim var… Dertliyim… Sevdiğim kızı, çok sevdim; ama içim rahat değildi… Sokaklar benim; ben sokaklarda değildim… Ben vatanıma dönüyorum…” Bize meczupvari görünen bu tavır karşısında ne yaparız? Kolay mı bu tavra bürünmek, fütursuzca ve korkusuzca… Gurulu ve vakarlı…

Medeniyet… Tasavvur ve tahayyül… Biz Müslümanların, bir medeniyet tasavvuru vardır. Bu medeniyet tasavvurunun, bir tahayyülü vardır. İçten içe, içten dışa; bu medeniyet tasavvurunun başı… Medeniyet tahayyülünün başı…

Karar gerekir bunun için… Ama fütursuzca… Kararlı mıyız, yollara düşmeye?... Vatanıma dönüyorum; diyebilir miyiz? Bir kararla başlar her şey… Meşhur sözde şöyle

Namık Kemal’den iktibas ettik ya;

geçer; “Bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir

“Ölürsem, görmeden millette ümid ettiğim feyzi Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun, ben mahzun.”

- IIBir çocuk, bir genç delikanlı evinden sokağa çıkarken içinden, “ben vatanıma dönüyorum”, diye geçirse ve sokağa çıktığında avaz avaz bağırsa;

komutanı, bir komutan bir orduyu, bir ordu bir ülkeyi kurtarır.” Her şey bir kararla başlar. Ruh, akıl, şuur; hep birlikte ve beraber işler… Bu noktada kararlılık mühim. İcraatın başı; ruh, akıl, şuur, karalılık! Mühim mesele… İstemek şart; yola düşmekte tabii…

“Ben gidiyorum… Vatanıma gidiyorum ben…

Özlemini çekmek ve acısını hissetmek…

Beni ne kadar uzak tutmaya çalıştıysanız da, ben vatanıma dönmenin ivediliğinin şuuruna erdim.

Amaçlı bir şekilde diğer gam olmak… Ali Şeriati’nin tarif ettiği şekliyle, beklemek fiilini gerçekleştiren, bekleyen olmak… Ekim’14 • 51


MEDYA

Basından Yansıyanlar Çok Sıkıldım İsmail Kılıçarslan 30.08.2014- Yeni Şafak imdi ‹epistemoloji’ kelimesini cümle içinde ve son derece doğru şekilde kullanabilen bir başbakanımız var. Oyunu geriden kurmaya meyyal, asıl projenin yönünün ne olması gerektiği konusunda net bir başbakanımız. Soru şu: Yeni başbakanımız ‘yeni Türkiye’yi, şimdiden etrafını sarmaya başladığını dehşetle fark ettiğim ‘yeni Türkiye’cilerle mi kuracak; yoksa hakiki olana temas etmeyi’ göze alarak, yorularak, ter dökerek mi kurgulayacak? Şu an için gerçekten ilgilendiğim tek soru budur. Gerisi koyu bir can sıkıntısı... Ne diyordu Ted Hughes: ‘Bu senin erdemli dediğin Mersin’in ilçesi değil miydi yeğenim? Oklava çekmesi meşhurdur oranın. Damağın çatlar lezzetten.’

Unutmayalım ki, Ebu Cehil denen adam, zamanının ilim, sanat, siyaset ve ticaretini en iyi bilenlerden biri idi.. Evet AK Parti, “Yeni Türkiye” tüccarlarının rant hesaplarına kurban edilmemeli.. Yeni Türkiye dürüst, bilgili ve cesur insanların öncülüğünde, adalet, özgürlük ve barış temelinde, inanç sahiplerinin ittihadı, mazlum ve ilkeli insanların ittifakı, değer üreten herkesin nimet ve külfet dengesine dayalı itilafı ile, bütün bir toplumun inanç, tarih, kültür ve geleneğini özümsemiş kadroların, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel bir diriliş hamlesi ile topyekun ayağa kalkması ile gerçekleşecek, Onun için ise bilgi, istikamet ve eylem yanında çile ve cehd gerekli.. Allah servet ve iktidarı halklar ve ülkeler arasında evirir çevirir.. Sanırım bundan sonra servet ve iktidarla imtihan olacağız.. Selâm ve dua ile..

Sıkılma Be Kardeşim Abdurrahman Dilipak 2.9.2014- Akit vet, Medine-i Fâzıla’ya ulaşmak için değişmesi gereken biziz biz! Her topluluk layık olduğu üzere idare olunacaktır zira.. Erdemliler şehrinin sokaklarında erdemli insanlar dolaşır ve onlar “içlerinden biri”ni, memleket meselelerini tedvire memur ederler.. Her şey “salt akıl”dan ibaret değildir. Akılsız olmaz da, aklı putlaştırmayacaksınız.. Kitap yüklü eşek de olmayacaksınız, Bel’am da..

Biz Daha Çok Sıkıldık Uğur Geyik / 2.9.2014 gencakkalemler.blogspot.com nutmadan söyleyeyim, taktınız takım elbise ve siyah rugan ayakkabı giyen gençlere. Muhafazakar gençlikten anarşist bir ruh devşirmeye çalışmayın boşuna, zaman ve mekan buna izin vermiyor. O yüzden bu gençleri dış görünüşlerine göre yaftalayıp bunun üzerinden fikir üretme kolaycılığı, kendisine entelektüel diyen sizlere hiç yakışmıyor.

Ş

E

52 • Ekim’14

U

Siz de mi yeni bir şekilcilik akımı başlatacaksınız? “Genç adam takım elbise giymez, büyümüşte küçülmüş gibi takılmaz”. Bırakın bu yargıları işin özüne bakın. Ülkenin yarısı 35 yaşın altında, ülkeyi dönüştüren bu kitle. Bu kitle daha iyi yaşamak istiyor. Daha iyi yaşadıkça yani temel geçinme dertlerini aştıkça siz devreye gireceksiniz. Entelektüel açlığı sizler doyuracaksınız. Bu gençlerin bir kısmı da siyasetle ilgileniyor. Özellikle seçim dönemlerinde gençliğe afiş-bayrak asma ve slogan atma görevi veren siyaset anlayışından, muhafazakar yaşam biçiminin kendisini en zor kabul ettirdiği İzmir’de bile milletvekili, belediye başkanı, belediye meclis üyeleri çıkartan, siyasetin nesnesi değil ‘Stratejik Ortağı’ olarak bizatihi öznesi olan, kendini ifade yöntemi olarak meydanlarda, yollarda, caddelerde yürümek yerine yazarlarla, entelektüellerle, STK’larla, üniversitelerle beraber paneller, çalıştaylar, konferanslar, sempozyumlar düzenleyen bir anlayışa geçiş yapılıyor. Özetle küçümsediğiniz gençlik düşünüyor, projelendiriyor ve aksiyona geçiriyor. Bunları görmezden gelmek büyük bir haksızlık oluyor. Bu mevcut gençliğin en sinirlendiği konu ise kendisinin yok sayılması. Eğer bu gençliğe bir yol göstermek istiyorsanız müzmin muhalif dilinizi biraz değiştirerek neler yapılması gerektiğinden bahsedin. Çünkü bir sorunun çözümüne öneri getirmeden sürekli dillendirmek o sorunun bizzat parçası olmak demektir.


MEDYA Bence Sorun Hiç Sıkılmayanlar Cemile Bayraktar 5.9.2014- Yeni Şafak en de sıkılıyorum elbet, hiç kimseyi eleştirecek kadar kendimden emin olmamakla birlikte Müslüman dindar üniversite öğrencilerinin “İslamcılık” başlığı altında Abduh, Kutub, Afgani dışında başka bir isim okumayıp, Farabi’yi işlediğimiz mantık dersini asıp Saraçhane eylemine gitmeyi dünyayı kurtarmak sanmasından sıkılıyorum onlardan değil onlara bunu yaptıran tiplerden sıkılıyorum mesela, öte yandan Hocasından İslam’ın modernist tercihleri konusunda aldığı bir görüşten fetva devşiren ve bununla herkese fıkıh üreten onlara bunu yaptıran Hocalarından sıkılıyorum mesela, elimde gitar var diye hakaret edenlerden; köpeğe dokundum diye ağzına geleni sayanlardan yana sıkılıyorum mesela, Cemaat’in arsızları Müslüman kadınlara olmadık hakareti ettiğinde köşesinden kafasını bile çıkartmayanlardan yana sıkkınım mesela, o çocukları takım elbise, parlak pabuç, sağlam bir diplomaları olmadıkça adam yerine koymayanlardan yana sıkılıyorum mesela, o çocukların “kanser” olmasına sebep olanlardan yana sıkılıyorum... Ama ben en çok “hiç sıkılmayanlardan” yana sıkılıyorum. Dün bir bugün iki İslami kesimin içine yeni giren yahut Ak Parti içinde var olmak isteyenlerin Ak Parti gençliğine, Yeni Türkiye gençliğine yahut Müslüman gençliğe akıl vermelerinden sıkılıyorum. Kemalistler gibi baskıcı değil tam aksi özgürlükçü olup, yaşam tercihlerimize müdahale etmeyen ama bize aynı üslupla tepeden bakan, akıl veren, seküler hayatları içinden “cihad” konusunda ahkam kesenlerden yana sıkılıyorum mesela çünkü onlar hiç sıkılmıyor, ben sorunumuzu bu hiç sıkılmayan arsızlıkta arıyorum.

B

Ak Gençlik’in Suçu Hilal Kaplan 7.9.2014- Yeni Şafak umhuriyet, gençliğe devrimin bekçileri olması görevini vermişti. Sorgusuz sualsiz, rejimin verdiği sufleleri tekrarlayan, devrim tehlikeye girerse orduyla kol kola giren, diğer zamanlarda en fazla stadlarda boy gösteren figüranlardan öte bir rolü yoktu gençliğin. Ak Parti ise, gençlikten devrim bekçiliği değil, ‘devrim’in kendisi olmasını bekliyor. (Yaşadığımız ‘devrim’ değil, askerî otoriterlikten demokrasiye hızlı çekim bir evrim süreci olduğu için devrim, tırnak içinde.) Şayet, ‘devrim’in öznesi olacaksa gençler, onlara hitap edecek türden ilmî faaliyetlerin özendirilmesi hem medya hem siyaset hem de akademinin vazifesidir. Bu alanlarda makam sahibi olanlar, yöneticiliğin Etro’dan değil, ateşten gömlek giymek anlamına geldiğini tekrar tekrar hatırlamalılar… Bir de Breaking Bad’den alıntılar yapan, ‘playlist’inde intifada marşından sonra Coldplay gelen bir gençliğin sadece Necip Fazıl veya Sezai Karakoç’la ‘angaje edilemeyeğini’ akılda tutmakta fayda var. Ne demişti Arendt: İçerden eleştiriye eyvallah ama bir bebekten ‘muhafazakâr tosuncuk’ yaratan karanlığı sorgulamakla işe başlasak diyorum.

C

Özgüven Patlamasına Değil Eleştiriye Muhtacız Mustafa Emin Büyükcoşkun 8.9.2014- hanzalan.blogspot.com rtaya çıkan tablo şaşırtıcı değil. Zira ihtiyaç duyduğumuz özeleştirinin zerresi yokken, neoliberalizmin sınırtanımaz politikalarına şişirilmiş özgüvenler değil, cesur özeleştirel özneler mukave-

O

met edebilir, ilahi kelamın kavgasını sürebilirler. Kendinden emin, kendi hakikatinden şaşmaz, kendine tapan ferdin ameli, kendinden olmayan için hayırlı akibet üretebilemez. “İman edenler, iman ediniz” buyuruluyorsa, şüphe ve soru müminin heybesinin yitik malı olmalı. Kendinden mutlak emniyet, geri dönülemez hatalar, zulümler, felaketle demek. Kendine sormak, daha fazla sormak yapacaklarımızdan değil, ancak hatalarımızdan, kendimize ve başkalarına zulümden eksiltir. Sormak, sorgulamak, tartışmak, eleştirmek, diyalektik Marksist bir fantezi değil, iman ve amelimizin bir imkanı olarak, tam da bundan ötürü mühim ve elzem bizim için. Özgüven patlaması, iktidarlara mahsus bir zalimlikten başka birşey üretmiyor. Bizi mazlum, mağdur, madun edenler de tam da bu özgüvenle malul, kibirli, mutlak hakikatlere bağlı, kendinden başkasına itibar etmeyen egemenler idiler. Dermanımız onları taklitte değil, kendimizle hesaplaşmakta, bir hesap verme ve hesap sorma itikadını yeniden inşadadır. Sömürge sonrası eleştirisinin dağarcığımıza eklediği ne var ki Kemalizm’in tasfiyesiyle artık tedavülden kalkan, kalkması gereken bu kırılmış özgüveni tamir söylemini acilen terk etmek şart. Kırılganlıklarımızın tamiri, yaralarımızın tedavisinin yolu daha fazla özgüven pompalamaktan değil, hata ve günahlarımıza doğru dürüst gözlerle bakmaktan ve bunları hep beraber telafiye kafa yormaktan geçiyor. Falsolarını, defolarını, hafıza yoksunu liberal iyimserliğini bir yana bırakarak, kimin dediğine bakmaksızın, fakat ne dediğini önemseyerek Kılıçarslan’ın dedikleri odağında birkaç kelam etmeye çalıştım burada. Bağcı dövmek değil, üzüm yemek niyetiyle, taş üstüne taş koymak, bir hat oluşturmak gayesiyle. Sürç-i lisan ettiysek affola...

Ekim’14 • 53


GEZİ

Toparlanın İran Kültür Gezisine Gidiyoruz! Hazırlayan: Furkan Gençoğlu

İ

ran. Doğunun kalbinde bir medeniyetler beşiği. Tarih boyunca onlarca devlete ev sahipliği yapmış bir kültür sanat cenneti. Anıtları, müzeleri, camiileri, medreseleri, kaleleri ile keşfedilmeyi bekleyen bir Medeniyet. Yanıbaşımızdaki bu hazineyi görmeyi kaç kere düşündük? Düşündük belki düşünmesine fakat İran bize hep kötü,güvensiz bir ülke olarak anlatıldı. Halbuki İran en az Türkiye kadar güvenli bir ülke. Ayrıca Türkiye’den çok çok ucuz. Eğer 6 ay geçerliliği olan bir pasaporta sahipseniz İran İslam Cumhuriyeti Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından vize de istemiyor! Buraya kadar her şey tamamsa çantanızı hazırlayıp, bir miktar para ve pasaportla İran kültür yolculuğuna çıkmaya hazırmısınız? Bu yazımızda İran’a gitmenin yollarını size anlatacağım. İran’a gitmenin dört farklı yöntemi var. Otobüs, Tren, Uçak+Tren, Direkt Uçak

54 • Ekim’14

1. Ulaşım Alternatifimiz Otobüs İstanbul Laleli’den hergün kalkan Tehran Turizm otobüsleriyle İran yolculuğunuza başlayabilirsiniz. Bilet fiyatları Türkiye’ye göre oldukça ucuz. Tebriz’e 35 dolara, Tahran’a 40 dolara biletinizi alabilirsiniz. Üstelik 2+1 vip koltuklar ve son derece lüks otobüslerle yolculuk yapacaksınız. İs-


GEZİ tanbul Tebriz arası 26, İstanbul Tahran arası 33 saat sürüyor. Otobüslerde herhangi bir ikram servisi yok. Bunun için yanınıza ufak tefek atıştırmalıklar Almanızda fayda var. Tehran Tur Seyahat Acentası Merkez Adres: Kemalpaşa Mah. Ordu Cad. No:42 Laleli-İstanbul/Türkiye Tel: +90 212 514 60 60 Tel: +90 212 528 23 23 2. Ulaşım Alternatifimiz Tren Türkiye ile İran arasındaki demiryolu bağlantısı AnkaraTebriz- Tahran arasında haftada bir gün çalışan ve kuşetli vagonlardan teşkil edilmiş Trans Asya treni ve Van-Tebriz-Van arasında haftada bir gün çalışan ve I mevkii kuşetli vagonlardan teşkil edilmiş tren ile sağlanmakta. Tren Çarşamba günü 10.25’de Ankara garından hareket ediyor. Cuma 08.20’de Tebriz’de aynı günün akşamında saat 20.20’de Tahran’da oluyor. Tebriz 46 saat Tahran ise 58 saat sürüyor. Fiyatlar ise Ankara-Tebriz arası, 35 Euro Ankara Tahran arası 43 Euro. Ayrıntılı bilgi için: http://www.tcdd.gov.tr/ home/detail/?id=234 3. Ulaşım Alternatifimiz Van Uçak aktarmalı Tren Yolculuğu

Önce uçakla İstanbul’dan Van Ferit Melen havalimanına uçuyoruz. Havalimanından taksiyle Van Tren Garına geçiyoruz. Van’dan Perşembe günü saat 21.45’te kalkan trenimize biniyor Cuma sabahı 08.55’de Tebriz’de oluyoruz. Aynı günün akşamında 20.20’de Tahran’da oluyoruz. Dilerseniz Salı günü Van’dan saat 20.00’da kalkan trene binip Çarşamba sabah’ı 06.25’de Tebriz’de olabilirsiniz. Fakat bu trenin rotası Tebriz’de son buluyor.

Van Tebriz arası Tren fiyatları 12-14 Euro arasında değişiklik gösteriyor. Van’a uçak bileti fiyatları ise çeşitli firmalara ve bilet alınış tarihine göre değişiklik gösteriyor. Van’a uçakla sabah erkenden gelip gününüzü Van’da geçirip trenlerle yolunuza devam edebilirsiniz. 4. Ulaşım Alternatifimiz Direk Uçak Çeşitli Uçak firmalarının seferleri ile İran’a ulaşmak mümkün. Atlas Jet ve THY’nin Tahran’a direk seferleri bulunuyor. Bilet fiyatları ise 120 dolardan başlıyor. Dipnot: *İran TC vatandaşlarına vize uygulamıyor fakat en az 6 ay geçerlilik süresi olan bir pasaporta sahip olmanız gerekiyor. *İran’ın para birimi riyal. Fakat tümen tabiri daha çok kullanılıyor. 1 Lira=1500 Tümen *İran’da gezgin pansiyonlarında çok cüzi fiyatlarla kalabilirsiniz. *500 dolara çok rahat 10 günlük bir İran seyahatinin planlanabileceği söyleniyor. •

• •

Kaynak: http://www.fatihyollarda.com/otobus-ile-irangezisi/ , http://www.gezmelerdeyim.com/2013/09/iranayolculuk-1gun-otobus-ile-seyru.html , http://www.erdemgurses.com/iran.html , http://www. erdemgurses.com/iran.html , http://www.sirtcantalilar.com/blog/iran-gezi-rehberi


ATÖLYE ‘ORTAÇAĞ AVRUPASINDA İSLAM ALGISI’NA DAİR; HATIRLATMALAR, FARKINDALIKLAR VE GEÇMİŞE DÖNÜK OKUMA Tarık PARLAK ‘Orta Çağ Avrupasında İslam Algısı’nda Richard W. Southern, Orta Çağ döneminde ki ilmi ve fikri ortamda, İslam’a ilişkin görüşlerin analizini sunar bize. Bir anlamda İslam Dünyasının ilmi ve fikri dinamizminin, Avrupa’da ki akisleri de diyebiliriz belki. Kitap hacim olarak oldukça kısa ama işlediği mesele itibariyle budundan meselenin mühim noktalarını veriyor. Orta Çağ’da ki Avrupa’nın, İslam ve İslam Dünyasına yönelik menfi eleştirileri, yalanları, reddetmeye dayalı söylemleri ve özentiye dayalı söylemlerinin analizi yapılıyor. Tabi ki o dönem bilim adamlarının kitaplarından iktibaslarla. Eser üç bölümden oluşuyor; ‘Cehalet Çağı’, ‘Akıl ve Umut Çağı’, ‘Basiret Çağı’. Bölümlerin isimleri aynı zamanda, yazarın nazarından Orta Çağ Avrupa’sının, İslam Dünyasında ki ilmi ve fikri konumlarının karşısında ki konumlarını gösteriyor. Yazar bununla ilgili olarak der ki; “İlk iki bölümde İslam hakkında on üçüncü yüzyılın sonlarına dek Avrupa’da gelişmiş olan temel görüş ve kanaatleri ele aldım. İlki, Kitab-ı Mukaddes ekseninde ve umutsuz; ikincisi, hayalci ve gerçek dışı; üçüncüsü, felsefi ve en azından kısa bir dönem için, Hristiyanlık ve İslam arasında göze çarpan farklılıkların törpülenmesi ve dünya birliğinin yakın geleceği için, aşırı ölçüde iyimser bir dönem.” Southern, bu çizilen hudutlar ekseninde Avrupa’nın o dönem zihin haritasını çıkarıyor. Cehalet Çağı noktasında der ki; “İslam’ın varlığı, Batı’yı esaslı bir biçimde tedirgin etmiştir. Pratikte İslam, sadece bir tehlike olduğu için değil, fakat tehlikenin öngörülemez ve önlenemez olması nedeniyle sürekli bir tedirginliğe sebebiyet vermiştir: Batı, İslam’ın tavsiyelerini ya da saiklerini kavrayamadı. Fakat bu öngörülemeyen etken, şeyin kendisinin doğasına ilişkin daha derin kavrayamama durumunun işaretiydi yalnızca.” Bu tespitlerini, “Kitab-ı Mukaddes 56 • Ekim’14

ekseninde ve umutsuz” dediği dönem için yapar ve tespiti gibi de, İslam’ın baskınlığını görüyoruz. “Hayalci ve gerçek dışı” diye tavsif ettiği döneme ilişkin bir misal yani Akıl ve Umut Çağı noktasında şu şekilde diyor; “Kur’an’ın zayıflığını ortaya çıkararak, Müslümanları dinlerinden döndürebileceği yönünde ki umudu da aynı ölçüde boş ve beyhude bir beklentiydi, çünkü ortay koyduğu bu tarz argümanlar Latin dilinin karanlığı içinde gömülü kaldı. İslam, Cluny manastırı rahibinin “size bizden bazılarının sıklıkla yaptığı gibi silahlarla değil fakat sözcüklerle, güçle değil fakat akılla; kin ve nefretle değil sevgiyle saldırıyorum. Sizi seviyorum, sizi sevdiğimden, size yazıyorum, size yazarak sizi kurtuluşa davet ediyorum şeklindeki yardımsever seslenişini hiçbir zaman duymadı.” Basiret Çağı noktasında der ki; “Her ne kadar bu dönemde din değiştirmeden değil, imhadan, yok olmadan bahseden ümitsiz Mallorcalı’yı hesaba katabileceksek de, bunlar Avrupa’nın üzerinde uzun uzadıya durduğu ve kafa yorduğu umutlardı.” Kitabın sonuna doğru işlenene mesele iktibaslarla, yorumlarla ilh. aşikarlığını biraz artırıp korurken, kitap biter ve okuyucu, Orta Çağ zamanlarında Avrupa’nın İslam’a ve İslam Dünyasına dair neler hissettikleriyle beraber düşündüklerini de bir miktar muhatap olur. Yani, Richard W. Southern’in ‘Orta Çağ Avrupasında İslam Algısı’ kitabı iyi bir giriş sayılabilir. Bir öneri; ‘Orta Çağ Avrupasında İslam Algısı’ndan sonra, Muhammed Kutub’un ‘Tartışmalar’ isimli eseri okunabilir. Southern’in, bilimsel ve akademik bir üslupla ve tarihler, iktibaslar eşliğinde kaleme aldığı kitabından sonra, Muhammed Kutub’un daha ziyade meseleler, algılar ve etkilenmeler bağlamında kaleme aldığı kitabı ‘Tartışmalar’ da, Southern’in bilimsel-ilmi anlattıklarını, fikri ve belki de daha yoğun okuyacaksınız. Birbirini tamamlayıcı olarak okunabilir.


“Sakın gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa davet etmeyin. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmez.” (Muhammed suresi 35. ayet)

“Şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (Saff suresi 4. ayet)



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.