Genç Öncüler- 113- AİLE

Page 1

ISSN 1307-007X

9 771307 007016

FITRATA DOĞRU YÜRÜYÜŞ: AİLE

SINIRLARIMA SAYGI DUYUN

İSLAM’A KAVUŞMA

13


10 Aralık Cumartesi

Aile ve Evlilik Fıkhı Dersleri 4 Aralık Pazar

11 Aralık Pazar

3 Aralık Cumartesi

Kıblegah Evler

Abdullah Yıldız

Aile ve Evlilikte İletişim Şemsettin Özdemir

Hz. Peygamberin (s.a.v) Aile İlişkileri Kerim Buladı

Evlilikte Sosyal Medya Etkisi İsmail Memiş

Saat: 12.00-16.00 • Yer: Araştırma ve Kültür Vakfı Başvurular için “www.genconculer.com” adresindeki formu doldurabilirsiniz. Not: Program erkeklere yöneliktir.

genconculer

genconculer.com

genconculer

genconculerr


EDİTÖR'DEN

Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu M. Salih Demirtaş Yayın Kurulu Furkan Gençoğlu Ahmet Semih Şenlikoğlu Furkan Rıza Demirel Dücane Demirtaş M.Salih Demirtaş Osman Zinnur Aksu Sümeyye Razi Zozan Demirci Ayşenur Özdemir Senanur Yaşaroğlu Gülsüm Cemile Damar Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Vahap Yaman Mahinur Özdemir Sümeyye Razi Fazıl Cem Tunahan Elmas Uğur Demirel Dücane Demirtaş M.Salih Demirtaş Sena Dağ İsmail Kaplan Mukaddes Kutlu Furkan Gençoğlu Ergün Düzgün Zeynep Rabia Genç Orhan Özer Ali Tarık Parlakışık Fatime Çiftçi Toleuzhan Galiyeva Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Sanatkar Ofset San. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 4NF/4-5 Topkapı / İST. Tel: (212) 567 39 40-41

Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun Sevgili arkadaşlar nlar, “Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle” diyenlerdir. | Furkan-74 Ailemiz göz aydınlığımızdır. Çocuklarımız ve eşlerimiz bizlere Allah’ın emanetidir. Kendi bedenimiz ve tüm varlıklarımız Allah’ın nimetlerindendir. Yüce yaratıcı “Müminler ancak kardeştirler.” Buyuruyor. Allah’ın kulları bir cemaattir. Müminler ise bu cemaatin seçkin bir zümresidirler. Toplumu esir bireylerden özgür kullara götüren yolun adı İslam’dır. Küreselleşmenin toplumu tektipleştirici dinamiklerine karşı bireyselleşerek bir savunma hattı inşa edemeyiz. Birleşerek daha güçlü bir direniş sergileyebiliriz. Aile dominonun en alt taşıdır. Aile’yi etkisizleştirirseniz bütün toplumsal yapı yerle bir olur. Bireyselleşmeden birleşmeyi bizlere öğreten “aile” kurumunun önemini kavrayabilmek amacıyla Genç Öncüler Dergisi olarak bu ay dosya konumuzu “bireyselleşme ve aile” olarak belirledik. Bu minvalde Abdulvahap Yaman hocamız evlat sahibi olan ailelere çeşitli tavsiyelerini yazdı. Orhan Özer babalara, Sümeyye Razi annelere seslendi. Mahinur Özdemir “İslam’ın şahsiyeti ve Batı’nın bireyi” farkını değerlendirdi. İsmail Kaplan sosyal medyanın nasıl sosyal sermayeye dönüştüğünü irdeledi. Ayrıca röportaj bölümünde Sosyolog Seyhan Yaman “aile kurumu ve bireyselleşme” üzerine bir röportaj yer alıyor. Suriye’li Sosyalist muhalif aktivist Yassin Al Hajj Saleh ile “Suriye devriminin hikayesi” üzerine yapılmış bir mülakat içeriğiyle dikkat çekiyor. Denemeler, portre, sinema tahlilleri ve çeşitli içeriklerle Genç Öncüler Dergisi Aralık ayında da dopdolu! Genç Öncülerin genç yazarları olarak temel gayemiz, toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri,kötülükleri,kolaylıkları, sıkıntıları siz değerli okurlarımıza en anlaşılabilir şekilde aktarmaktır. Kadromuz adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak, bu bilinçle yazılarını kaleme almaktadır. Çünkü bu bize inandığımız rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Çıkarttığımız bütün sayıları bu görev bilinci ile çıkartıyoruz. Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun. Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa/135

O

Aralık’16 • 1


Aralık 2016 • Sayı 113 • Yıl 13

4

FITRATA DOĞRU YÜRÜYÜŞ: AİLE Fazıl CEM

Yazı Dizisi

Bireyselleşmelerini İstemediğimiz Yavrularımızı Anlamaya Dair 1

12

Vahap YAMAN

Ya boyun egersin Ya boyun verirsin

44

Dücane DEMİRTAŞ

Kaçan Tarihi Fırsatın Ardından 34 2 • Aralık’16

Furkan GENÇOĞLU


Suriyeli Muhalif Sosyalist Aktivist

Yassin Al Haj Saleh ile

“Suriye Devriminin Hikayesini” Konustuk. Röportaj: Furkan GENÇOĞLU

52

Çeviri: Şenay ÖZDEN

Bireyselleşmelerini İstemediğimiz Yavrularımızı Anlamaya Dair 1 / Vahap YAMAN............. 4 Müslümanın Sahsiyeti Batının Bireyi / Mahinur ÖZDEMİR................................ 9 Sosyal Bireyler, Pasif Aileler Annenin Rolü / Sümeyye RAZİ..................... 10 Fıtrata Doğru Yürüyüş: Aile / Fazıl CEM............................................. 12 Aile’de Baba ve Abinin Rolü / Orhan ÖZER....................................... 13 Seyhan Yaman ile Röportaj / Röportaj: Sena DAĞ........................... 16 Sınırlarıma Saygı Duyun /Tuğba ŞAHİN........................................... 18 Bizde Pişip Komşuya Düşemeyen / Zeynep Rabia GENÇ........................ 20 Modern Hayata Meydan Okuma Örneği: Amişler / M.Salih DEMİRTAŞ.......... 23 Sosyal Medya Nasıl Sosyal Sermayeye Dönüşür? / İsmail KAPLAN............................. 26 Bizim Hayri İyi Çocuk / Mukaddes KUTLU..................................................................... 28 Yazı Dizisi Kesnizani Tarikatı-1 / Ergün DÜZGÜN.......................................................... 29 Ya Boyun Eğersin Ya Boyun Verirsin / Dücane DEMİRTAŞ............................................... 34 Siyasi Bir Kurum Olarak Devlet / Ali Tarık PARLAKIŞIK................................................... 37 Yazı Dizisi Dünya’da ve Türkiye’de Ekonomik Buhranlar-2 / Tunahan ELMAS................... 40 Kaçan Tarihi Fırsatın Ardından / Furkan GENÇOĞLU..................................................... 44 Sezai Karakoç / Uğur DEMİREL................................................................................... 47 Yassin Al Haj Saleh ile Röportaj / Röp.:Furkan GENÇOĞLU - Çeviri: Şenay ÖZDEN................ 52 Kayıp / Fatime ÇİFTÇİ.................................................................................................. 57

İslam’a Kavuşma/ Toleuzhan GALİYEVA................................................................... 58 “Muhammed: Allah’ın Elçisi” Filmine Kısa Bir Bakış / Mehmet EŞREF...................... 60 Genç Öncüler Lise Sohbetleri Devam Ediyor.......................................................62 Eğitimcilerin Eğitimi..................................................................................... 62 Liseli Kardeşlerimiz ile Çengelköy Gezisi.......................................................... 63 Genç Öncüler Hanımlar Lise Yaş Grubu Sohbetlerimiz Devam Ediyor!....................63 Ümmet Coğrafyasından Misafirlerimiz Var......................................................... 64

Aralık’16 • 3


Karantina

Yazı Dizisi

Bireyselleşmelerini İstemediğimiz Yavrularımızı Anlamaya Dair -1 Vahap YAMAN

Ç

ocuk eğitiminde, Planla-Uygula-Değerlendir, ölçüsü asla vazgeçilemeyen ana unsurdur. Aile ve okul, eğitimde bu üç saç ayağına uygun programlar üretebilirse, çocuğun aile ile okul ile olan ilişkilerinin düzgün, yetişmesinin de istenilen tarzda olacağı unutulmamalıdır. Her ailenin en küçük, küçük olmasına rağmen en kıymetli bireyleri olan çocuklar; çok sevilen, çok kollanan, yetişmesi için olmadık fedakarlıklar yapılan, hatta ebeveynin ekonomik durumunu bile tehlikeye sokacak kadar her isteği yerine getirilen bireyleridir. Her anne baba kendi yetişme tarzına, kendi inanışlarına, kendi değerlerine, kendi ekonomik durumuna göre çocuğuna ilgi gösterir. Eğitimi ve yetişmesi için kendi hayat biçiminden bile fedakarlıklar yapar. Hem dini ve sosyal hayatını, hem de dünyevi ve mesleki hayatını biçimlendirmek için kendince planlamalar yapar, planladığını da uygulamaya koyar. Anne baba, kimi zaman kendileri çocuklarının eğitimini iş olarak üstlenir, çocukları ile bire bir 4 • Kasım’16

ilgilenir, kimi zaman da eğitimin bir başkası veya bir kurum tarafından verilmesini benimser. Hangi halde olursa olsun çocuk eğitimi, binlerce insan, yüzlerce kurum tarafından hep üzerinde konuşulan, tartışılan, kafa yorulan, çocukların geleceğe hazırlanması için araştırmalar yapılan önemli konuların başında gelmiştir. Devletler de çocuk eğitimi için bütçelerinden önemli kaynaklar ayırmaktadır. Özellikle ülkemizde yaş gruplarına göre okullar yaygın bir şekilde eğitim vermektedir. Ancak bu okullar daha ziyade çocuğun dünyevi hayatını geliştirecek ve biçimlendirecek mesleki formasyonlar kazandıracak tarzda dizayn edilmiştir. Ancak oluşturulan bu eğitim maalesef ülkenin her tarafında aynı kalite ve yetiştirme tarzını yakalayabilmekten oldukça uzaktır. Devlet yaş gruplarına göre okul eğitimini planlamış, bölümlemiş ve uygulamaya koymuştur. Ancak çocuğun dini hayatı ile eğitimi konusunda gerekli yapılanmayı yapamamıştır. Okul ile birlikte okul dışı kurumlar ki—bunlar başta aile,


Karantina vakıf, dernek ve farklı oluşumlar—çocuğun dini ve mesleki gelişimine göre programlar üretmekle kendilerini görevli saymışlardır. Dini hayatla ilgili planlamayı genellikle ve yoğunluklu olarak aileler ve dini çalışmalar yapan vakıf ve dernekler yapmakta ve uygulamaktadırlar. Özellikle okul dışı kurumlarda, çocuklar için gerekli olan hem mesleki, hem de dini bilgilendirmeler birlikte palnlanmakta ve uygulanmaktadır. Devlet okullarında daha ziyade çocuklara dünyevi hayatta lazım olabilecek bilgileri içeren programlar verilmekte, eğitimin sadece bu yönünü öne çıkartmaktadır. Oysa her insanın olduğu gibi çocukların da dini ve kültürel programlara ve bilgilendirilmeye ihtiyacı vardır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri eğitimin bu yönü devlet politikaları gereği hem ihmal edilmiş ve görmezlikten gelinmiştir. Devlet temel felsefe olarak geçmişi ile bağlarını kopartmış, yeni bir nesil, yeni bir gençlik oluşturmayı hedeflemiştir. Bunu da 10. Yıl Marşı’nda “On yılda on beş milyon genç yarattık.” sözleri ile hayata geçirdiğini ifade etmiştir. Laiklik yanlış ve maksadını aşan bir tarzda anlaşılmış, ilerlemenin önünde din ve dini düşünme tarzının olduğu kabulü ile koullarda din derslerinin varlığı sadece isteyenin bilgilendirileceği bir konuma düşürülmüştür. Var olan kitaplar ve programlar ise yüzeysel, içeriği boşaltılmış, tabiat sevgisi, ağaç sevgisi, hayvan sevgisi, telefonla nasıl konuşulur gibi yalın pek de anlamlı olmayan konular din imiş gibi okutulmaya ve anlatılmaya çalışılmıştır. Aile ile okul çocuk eğitiminde çatışmaktadır. Aile çocuğunu kendi inandığı ve yaşadığı dini değerler göre biçimlendirmeye çalışırken, okul çocuğu içerisinde dini motiflerin olmadığı devletin resmi laik eğitim politikasına uygun eğitmeyi benimsemiştir. Aile ilk insanın Allah tarafından topraktan yaratıldığı bilgisini çocuğuna verirken okulda insanın evrim sonucu maymundan yaratıldığı anlatılmaktadır. Bu tip temel çelişkiler eğitimin her kademesinde görülebilmektedir. Bu durum ise çocuğun şizofren, melez, zihin dünyasını felç eden bir durumun doğmasına sebep olmaktadır. Yaratıcı, herşeyin sahibi, güç ve otoritesini kimseyle ve hiçbir varlıkla paylaşmayan Rab ve

O’nun insanların uyması için koyduğu dinden bahsetmeyen bir dini eğitim uygulaması kitaplarda ve ders programlarında maalesef yer almamıştır. ( Burada haksızlık da etmiş olmayayım. Bugünkü siyasal iktidarın bir kaç senedir okullarda dini bilgileri veren yeni dersler oluşturduğunu ve içeriği değiştirilmiş kitapların okullarda ders kitabı olarak okutulduğunu da söyleyeyim.) Oysa hayat sadece dünyadan ibaret değildir. İnsanın hayatında, dünya hayatı kadar ahiret hayatının da var olduğu ve iki dünyayı birlikte kurma ve inşa etme tavsiyesi Rabbimiz tarafından dünyanın var edilişinden beri tüm insanlara tavsiye edilmiştir. Hayatın sadece dünya hayatından ibaret olmadığı, ahiret diye bir hayatın da var olduğu temel vurgusuyla her iki hayat ile bilgileri zamanında çocuklara vermek, onları aydınlatmak her kişi ve kurumun öncelemesi gereken temel eğitim çalışmalarının başında gelmelidir. Biz biliyoruz ki: Dünya hayatı da ahiret hayatı da olmazsa olmazlarımızdandır. Allah kullarından hem dünya hayatının, hem ahiret hayatının iyiliklerinin talep edilmesini ayetle öğretmiştir. Dünya hayatı önemlidir. Çünkü insanın ahiret hayatını belirlemektedir. Ahiret hayatı önemlidir. Çünkü insanın dünya hayatını biçimlendirmektedir. Dolayısı ile çocuğun eğitimini ikili bir hayata uygun planlamak zorunluluğu vardır. Çocuğun dini hayatını planlarken; “Hangi yaşta nasıl bir dinî eğitim? Çocuk, iman esaslarını nasıl öğrenir? Çocuklara ibadetler nasıl sevdirilir?” gibi konularda objektif bir fotoğraf çekip okul öncesinden başlayarak çocukların sosyal ve psikolojik durumları dikkate alarak verilecek eğitimde uygulanacak yol haritasını her anne baba çıkartmalıdır. Çocuklar, anne-babaya Allah’ın verdiği bir emanettir. Bu emanet de anne-babalara büyük bir sorumluluk getirmektedir. Kıyamet günü bu sorumluluklarından hesaba çekileceklerdir. Anne baba kendisine Allah’ın istediği tarzda yetiştirilmesi için emanet ettiği çocuğuna ihanet etmemelidir. Çocuğu okul öncesinden alarak, çocukluk ve gençlik döneminin sonuna kadar hazırlarken neKasım’16 • 5


Karantina lere dikkat edilmesi gerekir? Birlikte kafa yormamız gerektiğine işaret etmek istiyorum.

Okul öncesi • Okul öncesi çocuk grubunun anne baba bağımlılıkları çok fazladır. Ev onun dünyasının her şeyidir. Anne-babaların üzerlerine düşen en önemli görev, çocuğun sorularına hazırlıklı olmak, hangi yaşta neyi nasıl öğ­retebileceğini öğrenmektir. Anne baba din eğitimi konusunda sağlam bilgilere sa­hip olmalı, çocuğun sorusuna nasıl cevap verece­ğini bilmeli ve hangi bilgiyi hangi aşamada, hangi çerçe­vede öğreteceğinin bilincinde olmalıdır. • Bu yaş grubunda ilişkiler sevgi odaklı olmalıdır. Okul öncesi dönem, dini sembolleri sevdirme ve benimsetme dönemidir. Okul öncesinde dini eğitim, çocukların duygusal, sosyal, gelişimlerine uygun verilmelidir. Dini sembollerin, çocukların hafızalarına yer edinebilmesi için bu sembollerin olduğu yazboz kitapları bu dönemde kullanılabilir. • Dini sembolleri sevdirirken ödüllendirme yöntemine başvurmayı unutmamalıdır. Cezalandırma bu dönemde asla başvurulmaması gereken bir davranıştır. Oyunla öğretim, bu yaş grubu için en ideal öğretim metodudur. • Beş altı yaşlarından itibaren ço­cuğun sorduğu sorular gelişigüzel sorulan sorular değildir. Öğrenmek için­dir. Bu çocuğun kendisine verilenleri almaya hazır olduğuna işarettir. Bu yaşlarda sorulan sorular cid­diye alınmalı gerektiği gibi cevaplandırılmalıdır. • Çocuk, okul öncesi gerçekle, gerçek olmayanı ayırt etme imkanına sahip değildir. İleri yaşlarda öğreneceği bilgileri, çabuk öğrensin diye zamanından önce vermemelidir. Bilgiyi çabuk öğreteyim diye çocuğu sıkmak, bilgi hamalı yapmamak gerekir. Çocuğun dini duyguları gelişim sürecine bağlı olarak şekillendirilmelidir. • Çocuklara dini bilgileri zorla verme, ibadetleri öğretme çalışmalarında zorlama ve inatlaşma yoluna gidilmemelidir. Çocuk istemediği dini bir faaliyete zorlanmamalıdır. Zihninde baskı ve inatlaşma kalan bir çocuk, dine ömür boyu olumsuz bakabilir, duyarsız kalabilir. 6 • Aralık’16

• Bu dönemde çocuk için model olan kişiler ebeveynleridir. Aile bireyleri sözlerine ve davranışlarına dikkat etmeli kaba, cezalandırıcı, küfürbaz, sözünü tutmayan kişiler olmamalıdır. • Çocuğa ihtiyaçları için Allah’a dua etmesi gerektiği öğretilmelidir. Ailede günlük dini ibadetler çocukların yanında, onların gözü önünde yapılmalıdır. Namaz kılarken, dua ederken onların sizinle oynama isteklerine olumsuz tepki vermemelisiniz.

İlk Öğretim dönemi • Rol model olan kişiler arasına öğretmenler de katılmıştır. Bu üçlünün sözleri ve davranışları uyumlu olmalıdır. Çocukların dinî duygularını geliştirmek için çabalayanların sözleri, kendi hayatlarında yer edinmeli ve yaşanılır olduğu çocuklar tarafından görülmelidir. • Dini bilgiler, öğreticilerin hayatlarına aksetmez ve ibadetlerle derinleştirilmez ve davranışlarında hayat bulmazsa söyledikleri sözlerin tesiri olmaz. • Bu yaş grubunda Hak, adalet, haram helal, paylaşım, sevgi, acıma gibi kavramlar öğretilmelidir. Yakın ve uzak çevresinde hissedilen, acının ve sevincin paylaşılması kavratılmalıdır. • Eğitimci, bilgileri eğitsel faaliyetlerle kavratabilme çabasında olmalıdır. • Eğitimci çocukla vakit geçirirken hiçbir zaman çocuklaşmamalıdır. Çocuğun seviyesine inebilmeli, ancak ölçüyü kaçırıp onun arkadaşı gibi davranmamalıdır. • Bu yaşlarda, temel ibadetler ve iman eği­timi verilmelidir. Bunda geç kalınmamalıdır. • Bu yaş grubunda çocuklar ablalarını, abilerini oldukça sevmektedirler. Bunun için de eğitimci ablanın, abinin sıcak, samimi, içten olması çok önemlidir. • Bu yaş grubunda ayda bir, evinizde arkadaşları ile grup içi etkinliği sağlamak amaçlı el becerisi çalışmaları yapılmalıdır. Çocuklar el becerisi dersini oldukça sevmektedirler. Oyun ve eğlence ağırlıklı geçen çocuk günleri düzenlenmeli, bu günlere çocuklar oldukça ilgi göstermektedir. Evimiz kirlenir diye bundan vezgeçmeyiniz.


Karantina • Bu yaş grubunun özelliklerinden birisi de çocukların çok kolay etkilenme özelliğidir. Allah’a inanmanın, Allah’ı sevmenin faydaları, bunlara karşılık da Allah’ın yardımı ve inananlara desteği anlatılmalıdır.

Lise dönemi • Gençlik; çocuklukla erişkinlik arasında yer alan, gelişme, ruhsal olgunlaşma ve yaşama hazırlık dönemidir. Gençlik, çocukluk ile erişkinlik arasında bir köprüdür. Genç için çocukluk dönemi geride kalmakla beraber, henüz yetişkin de değildir. Bu yüzden gençlik çağı bir belirsizlik ve arayış devresidir. Yön ve hedefin arandığı, meslek ve ailevi rollerin üstlenilmesi için gerekli kişilik özelliklerinin kazanılmaya çalışıldığı, bireysel hareket etmeye başlanıldığı, bir dönemidir. • Gençlik çağı, topluma karışma çağıdır. Bu dönemde genç evden kopar, çevreye yönelir. Gencin kimlik problemi vardır. Bu yaştaki gençlere anlayışla yaklaşılmalı, sert ve kaba davranılmamalıdır. • Genç, geçiş döneminde hayallerin, tutkuların, idealizmin, değerler sisteminin etkisindedir. Özgürlük ve özgür davranma arayışı içindedir. Topluma kendini ispatlamak istemektedir. Yaptığı atılım ve girişimlerin engellenmemesini ister. Gençlik dönemi, hareketli bir dönemdir. Bu dönemde gence duyguları hâkim olduğu için acele, düşünmeden, çabucak karar verir. Bu nedenle kolaylıkla yanlış yapma ve hataya düşme ihtimali vardır. • Gençlik, enerji dolu ve hareketli bir dönemdir. Genç sahip olduğu enerjiyi harcayabilmek için daha çok harekete ihtiyaç duyar. Birçok meseleyi çözebilecek heyecan, dinamizm ve fiziksel beceriye de sahiptir; kendisine fırsat verildiğinde çok önemli başarılara imza atabilecek

yeteneğe sahip bulunmaktadır. Fırsat vermede geç kalmamalıdır. • Bu dönem gencin enerjik, atak, hislerle davranma çağı olduğu için isyankar, asi, bilgiçlik taslama duyguları, otorite kabul edilme istekleri ön plandadır. Gencin dinamizminden faydalanmayı bilmeli, fedakarlığı, cömert ve iyi ahlak sahibi olması vurgulanmalı, bu özelliklerin, dine hizmet etmede davet ve tebliğdeki önemi hissettirilmelidir. • Bu dönemde ana-babanın öğütlerinden ve karışmalarından usanan genç, kendini dışarı atar. Evinde anlaşılmadığını, kendisine değer verilmediğini, çocuk gözüyle bakıldığını sanan genç için arkadaş grubu bir kurtuluş, bir sığınaktır. İyi arkadaş edinmesini hatırlatmak gerekir. Arkadaş grubunu iyi tanımak ve kimlerle arkadaşlık kurduğunu takip etmek gerekir. • Ergenlik çağı gencin sorgulama çağıdır, aynı zamanda bu çağdaki genç yoğun bir değişim sancısı içindedir. Fikirleri, davranışları sık sık değişir. Gençler arasında şiddet, kaba davranış, sert hareketler sıkça görülebilinir. Onlara merhamet, iyilikte yarışma, güzellikle uyarma ve yumuşak davranma öğütlenmelidir. Gencin bu dönemde yardımseverlik, iyilik etme, fedakarlık duyguları da

Aralık’16 • 7


Karantina

öne çıkar, bu iyi, güzel yönleri ve huyları takdir edilerek övülmeli ve teşvik edilmelidir. Gençler, haz odaklı bir yaşamın içine hızla çekilmektedirler. Sadece bedensel lezzetlerin peşine sürüklenen gençlerde, İslami değerler örselenmektedir. Gençlere her şeyin dünyevi lezzetten ibaret olmadığı, ilahi lezzetleri de düşünmesi gerektiği vurgulanmalıdır. Dünyevi hazların insanı yanlışa sürüklediği ve genci doyumsuz bir hale getirdiği vurgusu yapılmalıdır. Dini eğitim, bilgi eğitimi kadar duygu eğitimidir. Bilgi yoğunluğundan ziyade, bilginin hayatta yer edinmesini ve yaşanmasını sağlayacak duygu yoğunluğuna dikkat çekilmelidir. Gencin ilahi mesajı içselleştirmesine, sevgi ve ilgiyle destek verilmelidir. Dinin sadece öteki dünya için değil bu dünyadaki işler için gerekli olduğu bilincinde olmaları aktarılmalıdır. Bunun da ilahi emir ve yasaklara uyma, ibadetlerde düzenlilik ve devamlılık, başkalarının hak ve menfaatlerini gözetme ile sağlanabileceğini hissettirmelidir. Gençlerden aynı değerleri paylaşanlarla arkadaşlık kurmaları, birbirleriyle yakın olmaları ve aralarında dostluk kurmaları istenmelidir. Gençlerin, dini, sosyal ve siyasal faaliyetlerde aktif halde olmaları ve öğrendiklerini bu faaliyetlerle sahaya yansıtmaları hatırlatılmalıdır. Gençlere evlerinde, okullarında, sosyal hayatta iyi davranışları ile modellik yapmaları öğütlenmelidir. Dini temsil edenlerin, güzel bir örneklik ve sorumluluk sahibi olmaları gerektiği hatırlatması yapılmalıdır. Komşusunun haklarına saygı gösteren, başkalarının arkalarından konuşmayan, adalet ve sorumluluk sahibi olanlarla dinin daha iyi temsil edilebileceğini, bilginin sözle aktarımı ne kadar önemliyse, davranışlarla da aktarılabileceği ve etkisinin daha güçlü olacağı bilincini aşılamak gerekir. Söz ile yaşayışın birbirlerinin ayrılmaz iki parça olduğu hatırlatılmalıdır. Sözün güç olduğunu ve bu gücün de sözün yaşanılır olmasından kaynaklandığının bilinmesi gerektiğine vurgu yapılmalıdır. Gençlere, önce kendini sonra toplumu değiştirme ve çevresini İslamlaştırma hedefi verilmelidir. Bunun da öğrenenler, yaşayanlar, aktaranlar eliyle sağlanabileceğini sık

8 • Aralık’16

hatırlatmak gerekir. Gençlere çevreyi değiştirenler biz olacağız fikrini iyi aşılamak ve bu konuda göreve talip olmalarını anlatmak gerekir. Bu bilinç genci diri ve canlı tutar. • Gençlere, dini değerlerle donanmış, onları hayat tarzına dönüştürmüş, azim ve kararlılıkla topluma hizmet etmeyi seven, dürüst, dinamik, çalışkan, girişimci, gelişime açık, söz ve iddia sahibi, dünyayı ve ahreti iyi algılamış önder ve öncülerden olmaları tavsiye edilmedidir.. • İlahi mesajın toplumda yer edinebilmesinin, ancak dini hayat tarzı olarak benimsemiş gençlerin iş ve el birliğiyle onu tebliğ etmeleri sayesinde olacağı prensibi kavratılmalıdır. Dini yaymadaki engellerin ve zorlukların ancak ilkeli, inatçı ve kararlı bir mücadele ile aşılabileceği gençlere anlatılmalıdır. Sonuç olarak; çocuk sevgisi ile imtihan sorumluluğu dengede tutmalıdır. Doğurduğumuz çocuklarımızın terbiye edilmesini acaba bizler mi sağlıyoruz, yoksa televizyon, bilgisayar, internet, sokak mı terbiye ediyor düşünmeliyiz. Çocuklarımızı büyüten bizleriz, ancak eğitenler bizler miyiz? Kendimizi sorgulayalım. Çocuklarımızın arasını eşit tutalım. Ebeveynlik haklarımızı iyi ve yerinde kullanalım! Siz siz olun, ebeveynlik haklarınızı başkalarına devretmeyin. Devrettikleriniz sizin gibi düşünmez ve yetiştirmez. Çocuğunuzun çevresinde, okulda ve sokakta sizin düşüncenize uygun olmayan bilgilere karşı donanımlı mısınız? Kendinizi sürekli kontrol etmelisiniz. Kendi sorumluluklarımızı yerine getirmeden çocukları asla suçlamayalım. Çocuklarını okul için uykusundan kaldıran anne baba, acaba sabah namazı için neden kaldırmaz düşünmelidir. Namaz saatinde, biraz daha uyusunlar dediğiniz çocuklara anne baba olarak en büyük kötülüğü yapmaktasınız. Okula giderken uykudan kaldırdığın çocuğunu namaza kaldırmıyorsan kendini sorgula. Çocuğunu kendi suçuna ortak etme. Allah’ın en iyi şekilde koruman için sana emanet ettiği çocuğuna ve emanet bırakan yüce yaratımıza ihanet etme.


Karantina

Müslümanın Sahsiyeti Batının Bireyi Mahinur ÖZDEMİR

G

ünümüz toplumlarında bitmek tükenmek bilmeyen bir kavga: “Bireyselleşme kavgası.” Herkes “biri” olmak derdinde. Kimi bunu akademik başarıya bağlıyor, kimi ünlenmeye, kimi de zengin olup istediğini elde etmeye bağlıyor. Asıl acı olan durum şu ki; modern ya da modernleşme çabasında olan, yeni olan her şeyi ölçüp tartmadan, akıl süzgecinden geçirmeden hayatına alan toplumlar özellikle bu üç meseleyi öyle içselleştirmiş, öyle benimsemişler ki biri noksan olduğu zaman özgüven ve özsaygı konusunda ciddi sıkıntılar ve eziklikler yaşıyorlar. Burada söylemek istediğim şu ki; balığı gökte ararsan ya denizden olursun ya serden... Modernizmin ocağı batı, kendi insanını bu üç korkuya acımadan atıvermiştir. Kendini yanlış yerlerde arayan insan artık ne o kuyudan çıkma tenezzülünde bulunuyor ne de önünü görebiliyor. Zirâ karakterini; kariyerde, şöhrette ve parada arayan kişi ne yazık ki bireyselliğini kazandığını düşünürken özünden oluyor. Şairin bahsettiği gibi garplı, kendi afakını çelik zırhlı duvarlarla sarıp sarmalarken kendisi için neyin mühim neyin ıskarta olduğunu anlayamadan gönüllü olarak maddeden ibaret benlik duygularını kendi elleriyle büyütmüş büyütmüş ve nihayetinde dışı görkemli, kabarık, iri lakin içi pespaye, kof bir insan modeli ortaya çıkmıştır. Dünyanın neresine giderseniz gidin iyi bir üniversitenin, pahalı bir arabanın ve çokça tanıdığın çözemeyeceği bir problemin olmadığını görebilirsiniz. Daha doğrusu çözüldüğü sanıldığı gafletini... Bu demek değildir ki güzel bir eğitim almayacağız veya iyi gelirli bir iş tercihimiz olmasın veya çevresi olmayan pasif insanlar olalım... Bunların her biri bizler için önemli ve gerekli şeylerdir. Ancak problem tam da bu ihtiyaçların ihtiyaç olma statüsünden sıyrılıp hayatımızın merkezine sızmasında ve bunların biri elimizden alındığında kendimizi noksan hissetmemizde başlıyor. Oysa ki hayatımızın ve kişiliğimizin merkezinde ve temelinde olması gereken asıl kavram “ahlak” kavramıdır. Kişi üzerine ahlak giysisini giydiği anda kuru, salt, dışarıdan bakıldığında aklı selim ama içsel hezeyanlar yaşayan fert ko-

numundan çıkıp bir anda kendini “şahsiyet” sahibi bulacaktır. Hayatının her alanında ilk sıraya ahlakı koyan insan; toplumsal hayatında da adalet, merhamet, feraset, izzet, ismet ve metanet timsali olacak. İşte o zaman kişinin sahip olduğu para, görmüş olduğu eğitim ve etrafında bulunan kalabalık bir anlam kazanacak. Elde edilen madde boyutundaki kavramlar, şahsiyet kazanamamış bireylerin eline geçince; ilerleyen ilim, geliştirilen teknoloji faydalı değil ancak ve ancak zulümden ibaret olacaktır. Bu bağlamda hayat tarzı diye anılan İslam’ın, tarz değil hayatın ta kendisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü hayat, bireyin şahsiyetini kazanma serüvenidir ve bu serüvende insanın yegane yoldaşı İslam’dır. Allah, Kuran’ı Kerim’de; Müslümanların sahip olması gereken kişiliği gerek ruhsal gerek maddesel gerekse toplumsal açıdan ortaya koymuş, batının egoizme ve toplumsal buhrana yol açan birey anlayışını ve bu anlayışla beraber açılan tüm zindan kapılarını tek tek bu zihniyetin yüzüne kapatmıştır: “İyilik Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden, malını, ona olan sevgisine rağmen akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolculara, dilencilere, kölelere ve esirlere veren, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren, sözleştikleri zaman sözlerini yerine getiren, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşta sabredenlerin durumudur. İşte sadıklar ve muttakiler onlardır.” (Bakara 177) Tüm bu hunharca bireyselleşmenin ve benmerkezciliğin alıp başını gittiği bu dönemde bize kim olduğumuzu hatırlatan bu ayet de, Müslüman’ın kimliğini açıkça ortaya koyarak onun sadece nefes alan, klişe hak ve özgürlük naraları atan bir birey olmaktan çıkıp onu hayata karşı anlamlı bir bakış açısı olan, sorumluluk sahibi, hedefleri olan, sadece kendisi için değil toplum için de yerine getirmesi gereken görevleri olan, ahlak timsali, şahsiyet sahibi bir insan haline getiriyor. Çünkü Müslüman olmak şahsiyet sahibi olmaktır ve şahıs olmak Allah’a kul olmaktan geçer. Enaniyetin had safhada olduğu ve herkesin kendi kabuğuna çekilip dışarıya karşı duyarsızlaştığı toplumlara karşın, kuru kalabalıklardaki bireyi değil benliğimizdeki şahsiyeti koruyalım! Aralık’16 • 9


Karantina

Sosyal Bireyler, Pasif Aileler

Annenin Rolü Sümeyye RAZİ

S

ürekli gelişen, yenilenen dünyada bireyler de varolabilmek için sosyalleşmek durumundadır. Sosyalleşmek dediğimiz şey, kişinin içinde yaşadığı toplumun bir üyesi olma sürecidir. Sosyalleşmenin gerekli olduğu kaçınılmaz bir gerçektir. Hepimiz toplumun içine katılıp insanlarla iç içe olmak, onlarla iletişim ve etkileşim halinde bulunmak istiyoruz. Yeni arkadaş ilişkileri kurmak, akraba ziyaretleri yapmak bizleri mutlu ediyor. Lakin bu süreci doğru bir şekilde yönetmemiz gerekir. Kişilerin bireysel olarak sosyalleşip, ailelerinde pasif hale dönüştükleri bir dönemden geçiyoruz. Partilerde, vakıflarda, derneklerde, sosyal medya mecralarında söz sahibi kimselerin ailelerinde bıkmıştık psikolojisinden dolayı ilgisiz alakasız olduğunu gözlemliyoruz. Aile rollerinde olan eksiklikten kaynaklı huzursuzluk da baş gösteriyor. Birkaç başlık altında bu konuyu ele almak, özeleştiride bulunmak gerekirse; Öncelikle sosyalleşmeyi ele alalım. İlk etapta aklımıza gelen tanımında insanlarla iç içe olmak hali gelir aklımıza. Lakin günümüzde medya da ciddi bir sosyalleşme mekanıdır ve maalesef aşırısı sağlıksız bir sosyalleşme mekanıdır. Televizyonu ele aldığımızda, eğer ailenin bütün fertleri birbirleriyle iletişim ortamı kuramamışlarsa, söz

10 • Aralık’16

evden çekilmişse artık evde onlar adına konuşan bir aygıt vardır. Nasıl bir insan, nasıl bir aile, nasıl bir çocuk ve ne tür değerlere sahip olacağımız televizyon aracılığı ile bizlere sunulmaktadır. Liseli hanım kardeşlerimiz ile “Televizyonun Yaş Gruplarına Göre Etkileri” konulu bir çalışma yaptık. Çalışma sonunda aile adına maalesef vahim bir tablo ile karşılaştık. Aile içinde televizyon izleme sürelerinin sohbet, muhabbet zamanlarından çok daha fazla olduğunu ve bu durumun da giderek bireylerin birbirinden uzaklaşmasına neden olduğunu gözlemlemiş olduk. Sigara, uyuşturucu gibi televizyonun da bağımlılık etkisi hayli büyük. Bunun önüne geçebilmek için neler yapabilirizi konuştuk. Sınırlandırma getirmek, belli saat aralıkları belirlemek ve aile içi sosyal aktiviteleri artırmak gibi çözümler düşündük. Tabi en kesin çözüm televizyona kapılarımızı kapayıp evlere almamak. Haberleri takip ya da evde ses olsun ihtiyacımızı da radyodan giderebiliriz. Radyodan duyulan seslerin zihinde canlandırılmaya çalışılması gibi bir eylemle de ayaküstü zihinsel aktivite yapmış oluruz. Diğer bir araç olarak sosyal medya, Facebook, Twitter, İnstangram, Snapchat gibi hesaplar üzerinden var olmaya ve sosyalleşmeye çalışan bir grup da var. Profillerini oldukları gibi değil, olmak istedikleri gibi düzenleyen bir grup. Bu hesaplar üzerinden arkadaşlık kurmak, çevre edinmek çok daha kolay. Çünkü bu arkadaşlıklar bir fedakarlık, bir yardım beklemiyorlar. Dostunun derdiyle dertlenmek, sıkıntısını gidermek, sevinci ile mutlu olmak gibi olgulardan uzak, anında yaşanan ve saniyeler içinde biten heyecanlar yaşatıyor. Kısacası sosyal medya insanı sosyal-


Karantina leştirmiyor aksine bireyselleştiriyor ve yalnızlaştırıyor. Arkadaş buluşmalarında, ev oturmalarında, akraba ziyaretlerinde kısa bir hal hatır sormadan sonra cep telefonlarını çıkarıp konum bildirimleri, anlık fotoğraf paylaşımları, internet ortamındaki sosyal durumumuzu aktif tutma çabalarımıza birer örnektir. Aileyi pasif halden aktif hale getirmek için muhakkak tüm aile bireylerinin rolü çok önemlidir. Hassaten anneye verilen şefkat, merhamet yetisi sebebi ile annenin üzerine düşen görevler biraz daha fazladır zannımca. Anne deyince ilk akla gelen şey muhakkak merhametidir. Allah-u Teala kainatı merhameti ile yaratmıştır. Besmelede Rahman ve Rahim isimlerinin geçmesi bu sırra işaret eder. Her yerde bu merhametin yansımaları kendini gösterir. Anne bu şefkat ve merhametin canlılar içinde vücut bulmuş hali gibidir. Üstad Bediüzaman hazretleri “Kadınlar şefkat kahramanlarıdır” derken bu hakikate işaret eder. Bu hal fıtridir. Bozulmadıysa eğer bir çaba sarfetmesine gerek kalmadan şefkatini, merhametini tüm aile fertleri üzerinde kolaylıkla gösterir. Bu merhamet duygusu da çocuğun sığınma ihtiyacını giderdiği, en ihtiyaç duyduğu şeydir. Bu hislerle büyütülen evlat anneye vefa duygusu ile karşılık verecektir. Aktif aileler için aktif annelere ihtiyaç vardır. Aktif anne denilince sürekli çocuğunun yanında olan anneyi kastetmiyoruz. Çalışmayan, sosyal faaliyetlerde bulunmayan annelerin altın günlerini takip etmesi, mağazadan mağazaya indirim kovalaması, saatlerce süren ev oturmalarında çocuklarıyla ilgilenmeyip sadece yanında bulundurması aktif anneliğin örneklerinden değildir. Mesele çocukla çok vakit geçirmek değil verimli vakit geçirmektir. Ev hanımlarıyla alakalı belki en sık karşılaşılan şey eve misafir geldiğinde evde ayrı bir telaş olur. Günler öncesinden temizlik yapılır. Misafir odaları müzeye çevrilir ve kapısı kilitlenir. Çocuk elin ayağın altında dolaşmasın diye saatlerce televizyon karşısına oturtulur. Misafir geldiğinde de

hazır komuta halinde beklemesi istenir. Böyle bir annenin sürekli çocuğun yanında olmasının çocuğun gelişimine çok da olumlu bir etkisi olduğu söylenemez. Aktiflikten kasıt çocuklarıyla verimli vakit geçirmek kaygısında olup Efendimizin “Çocuklarınızı iyi eğitin ki yüce Allah sizleri affetsin.” öğüdünü yerine getirme gayretinde olmaktır. Bu aktiflikte de ifrat tefrit çizgisini kaçırmamamız gerekir. Çocuklarımızın her anını el işi faaliyetleri, sosyal aktiviteler ile planlayıp boş bir an bırakmamak da hayatın gerçekliğine aykırıdır. Zaman zaman canının sıkılacağını, ne yapsam acaba diye düşüneceği vakitler de ayırmak lazım. Ya da çocuklarımızın psikolojileri bozulmasın diye tüm acı ve üzüntülerden uzak tutma çabası da hayata adapte olmalarını güçleştirecektir. Onlara ütopik, yapay bir dünya kurarak gerçeklikten uzaklaştırmamamız gerek. Bir fanusun içinde yaşatamayız çocuklarımızı. Yine bir örneği de sınava hazırlanan çocukları olan annelerde görüyoruz. Eğer çocuk önemli bir sınava hazırlanıyorsa teog, üniversite sınavları gibi. O birkaç yıl çocuk yokmuş gibi davranılıyor. Akrabaları filan göremiyor çocuğu. Eve misafir geldiğinde kafası dağılmasın diye odasından çıkarılmıyor. Zaten bayramlarda, hasta ziyaretlerinde filan da gelmiyor. Anneler aşırı merhamet duygularından dolayı çocuğu sarıp sarmalıyor. Her anını planlamaya çalışıyor. Ve bu da ileri de akraba ilişkileri zayıf, bir düğünde, dernekte ne yapması gerektiğini bilmeyen çocukların yetişmesine neden oluyor. Zaten bu baskıdan dolayı da çocuklar aileden yavaş yavaş uzaklaşıyor. Daha özgür oldukları arkadaş mekânlarında takılıyorlar. Aileleri sosyal hale getirmek bizlerin ve nesillerimizin İslam fıtratı üzerine yeniden doğrulması adına hayli önemli bir adımdır. Efendimiz’e ilk emrin, aileni yakın akrabanı uyar olması da bunun delilidir. Dünyaları kurtarma derdinde olurken, küçük dünyalarımız olan ailemizi gözden kaçırmamız gerekir. Her ailenin birer cemaat hükmünde olduğunu hatırlayıp cemaatin ilk halkasını sağlam bir temele oturma gayretinde olabilmek duası ile. Aralık’16 • 11


Karantina

FITRATA DOĞRU YÜRÜYÜŞ: AİLE Fazıl CEM

K

oşmak, bir duygudur; yürümek ise bir düşünce. İnsan duygularından vurulur, düşüncelerinden sarsılır. Koşan insan aklının sığlaştığını hissetmez ama kalbinin sıkıştığını hisseder. Hayat, bizi koşturur. Hay huyuna daldırır, bitiş çizgisini bir adım öteye bir adım daha öteye derken uzatır gider. Ölürüz ve buluşamadığımız bitiş kuşağı üzerimize kefen olur. Kefen, hafızadır. Bütün bir hayatın hafızası. Unuttuklarımızın çetelesi, kefenin her beyaz noktasında, o noktadaki ipliklerin üzerinde sırıtır durur. Duralım. Bir aile kuralım. Koşarak değil, sünnete uygun yürüyerek bir aile kuralım. Hz. Peygamber’in mükemmel taklidi olan Abdullah bin Ömer, O (sav) nerede durduysa orada dururmuş. O (sav) nerede dinlendi ise orada dinlenirmiş. Nerede hızlı ise orada hızlı nerede yavaş ise orada yavaş olurmuş. Hz. Peygamber (sav) hızlı yürürmüş. Biz hız çağında yaşıyoruz ama hızlı yürümeyi bilmiyoruz. Ya koşuyoruz ya duruyoruz. Arasını tutturamıyoruz. Mesafesi sürekli uzayan hedeflerimiz var. Hedeflerimiz çoğu zaman dışarıdan şekilleniyor; hâlbuki din insana önce “kendisi” olmayı öğretir. Kendisi olmak, kendi başınalık değildir. Cemaat ile beraber kendi olur Müslüman. Ayrılmaz; çünkü azap vardır. Kendini bilir; çünkü Rabb böyle bilinir. Yüce Allah yerlere göklere sığmaz da mümin bir kulun kalbine sığıverir. Nefes nefese kalmadan kalbimizin farkına varmamız gerekir. İnsanın mahrem bir cemaati vardır: ailesidir. Fıtratının kemale ermesi aile olmadan mümkün değildir. Çünkü eksiğizdir. Tamamlanmamız elzemdir. Harika tamam Hz. Âdem’den (as) bize mirastır aile olmak. Hz. Havva annemizin membaına seyri sülûkudur evlilik, babamızın evladı olmaya liyakat kesp etmektir. Ailenin varlığı, rahmet-i ilahinin bir tecellisidir. Rahmet tecellisine vesile olmak için gayret, gayret için de hızlı yürümek, hızlı yürümek için de gençliği kaybetmemek… Meselemiz bu! Dünyayı bir kenara bırakabilme becerisini göstermek Müslümanlıktır. Dünya hesaplarıyla sadece dünya kurtarılır. Kurtarılmış bu dünya ise mümine cehennem gibi gelmelidir. Mümin agâh olur. Gönül gözünü açar. Ayartıcı şeytanın fesadından Allah’a sığınır; dışarıya değil. 12 • Aralık’16

Dışarısı, her zaman cazip oldu. Yoksa Napolyon’ un ne işi vardı Mısır’da? Bizim Napolyonumuz nefsimiz, dışarımız Mısır. Hazineleriyle gözümüzü kamaştıran çekici uzaklık… Yakınımızdan bizi ayıran masal diyarı… Çarşıları, okul koridorları, kafeleri, sinemaları, boğaz mehtapları, bozkır hayalleri hep bir dışarı. Gözlerimiz dışarı, aklımız dışarı, kalbimiz dışarı… Koşmak lazım yetişmek için, şuursuzca koşmak. Nefes nefese kalana kadar kalbimizi ve Rabbimizi unutana kadar koşmak. Rahmet tecellisi ailemizden ve aile kurma nimetinden gözden kaybolana kadar koşmak… Bu koşunun sonu hüsran. Gençlerinizi evlendiriniz, diye buyuran Âlemler Peygamberi’nin (sav) ümmetiyiz. Gençlerinizi evlendiriniz; kariyerle değil, malla değil, makamla değil, dünyayla değil! Göz aydınlığı olacak eşlerle evlendiriniz. Koşmayı bıraksınlar, bir gönle yetişsinler; bir kalbe yerleşsinler. Huzur bulsunlar, huzur olsunlar. Beraber yürüsünler, çünkü tek başına yürüyen yorulur. Eşiyle yürüyenin yürüyüşü kutlu bir eylemdir. Ayartıcı şeytan, o eşlerin her adımında yüzüne bir tokat indiğini hissedecektir. Kaybedecektir. Yalnızlık, şeytani hallerden bir haldir. Özellikle yalnızlığı kutsayan insanların en kalabalık şehirlerde yaşaması bu halin ne kadar riyakârca olduğunu gösteren küçük bir işarettir. Duralım, aile kuralım, gençken kuralım ve hızlı yürüyelim. Ne diyordu şair: “eve dön, kalbine dön, şarkıya dön”. Şarkının evi kalp, kalbin evi ailedir. Evsiz, ailesiz kalmak, evsizliğe ailesizliğe hayran olmak nasipsizlerin işidir. Allah, nasibimizi bereketli kılsın.


Karantina

AİLE’DE BABA VE ABİNİN ROLÜ Orhan ÖZER

K

onuya temelde “Aile” kavramını tanımlamakla başlamak gerektiği düşünüyorum. Zira kavramların herkes için farklı şeyler ifade ettiği bir yazı anlam kaymalarına sebep olabilir. Aile kavramı literatüre göre çeşitli şekillerde tanımlanmıştır ve bu tanımlamaların bazıları ailelerin ikamet şekline göre bazıları ise yaptıkları evlilikler üzerinden tanımlamaktadır. İslam’ın aileyi nasıl tanımladığına bakacak olursak, İslam’da ailenin bir arada mı yaşayacağı, ayrı mı yaşayacağı veya bir erkeğin tek bir kişiyle mi yoksa birden fazla kişiyle mi evleneceğiyle alakalı kesin bir hüküm bulunmamaktadır. İslam’da aslolan kişilerin kan bağı veya evlilik neticesinde Allah katında aralarında oluşan hukuklarıdır. İnsanların neslinin devamı ve var olması Hz. Âdem’den bu yana aile ile var olmuştur. Allah insanlığın neslinin devamını aile kurumu üzerinden inşa etmiştir. Allah’ın dininin hâkim olmasını da heybetli camilerden önce aile kurumu üzerinden mümkün olacaktır. Bundan dolayı bizim için aile sadece iki kişinin birbirlerini sevmesinin neticesinde gerçekleşen bir olayın çok ötesinde bir olaydır. Tahrim suresi 6. Ayette Allah buyuruyor ki; “Ey iman edenler. Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemden koruyun”. Bu hitap iman eden babaya yapılıyor. Bu ayeti kerimede sorumluluk babaya yükleniyor demek ki aile fertlerinin ce-

hennem azabından korunmasında babaya büyük bir rol düşüyor bu sebeple babaların tavır ve davranışlarının nasıl olması veya olmaması gerektiği üzerine anlatmaya başlamakta fayda var. Baba kavramı gerçekten birçok kişi için olumlu davranış ve tutumları simgeleyen bir kavramdır. Aile ilişkilerinde hiç sorun yaşamadan sürdürüleceğini beklemek doğru değildir zira imtihan dünyasında bazen malla bazen canla bazen ’de ailemizle imtihan olacağımızı unutmamamız gerekir. Hz Nuh’un evladıyla imtihanını unutmamamız gerekir. Çalışacağız, çaba göstereceğiz ama gerçekçi olacağız. Şunu unutmamak gerekir zaman değişse de fıtrat değişmiyor. Onun için bugün ailelerin yaşadığı problem bir çağ problemi değil ailenin rolünü hakkıyla yerine getirmeme problemidir. İmtihanın daha yolun başından başladığını unutmamız gerekir. Çocuğun daha erken yaşlarda kişiliğinin şekillendiğini unutmamamız gerekir. Çocuk terbiyesini daha küçük bir şeyden anlamaz veya biraz daha büyüsün gibi bahanelerle ertelemek

Aralık’16 • 13


Karantina çocuğumuz için ilerde geri dönüşü olmayan bir sürecin başlangıcı olacaktır. Babanın rolüne gelecek olursak modern hayatın koşuşturmaları arasında evladıyla zaman geçirmek yerine spora, seyahate, toplantıya giden bir baba, yarın bir gün kendi kültürüne yabancılaşan kendi inancına yabancılaşan bir evladı karşısında görmesi çok uzak bir ihtimal değildir. Evladıyla aynı sofraya oturmaya fırsat bulamayan bir baba evladına rol model olacak kadar onunla zaman geçiremiyorsa ve onun derdiyle dertlenmiyorsa o çocuğun derdine dert katacak onu yozlaştıracak rol modelleri ya TV’de ya sokakta ya da okulda bulacaktır. Saatlerce tv karşısında bir kanaldan diğer kanala atlayarak aynı haberi defalarca izleyen bilmem hangi ülkedeki her türlü olaydan haberi olan baba eğer yanı başındaki evladından bihaberse bu yaklaşan felaketin ne denli şiddetli olacağını gösterir. Evladımıza nasihat etmeyi veya onun güzel ahlak sahibi olmasını tamamen vakıf dernek ve cemaatlere yüklemekte yapılan bir diğer yanlıştır. Evet, camaatler vakıf ve derneklerin çocuklarımızın güzel ahlak sahibi olmasında ve kişiliklerinin şekillenmesinde önemli bir rol üstlenmektedir fakat öncelikli olarak çocuğun bu gibi ortamları benimsemesi ve temel davranışlarının şekillenmesinde çocuğun evde ailesinden gördüğü davranış belirleyici olandır. Karı koca umreye veya hacca giderken evlatlarını bilgisayar başında nefsiyle baş başa bırakan ve onun ha14 • Aralık’16

rama meyletmesine sebep olan kişilerin yaptıklarının Allah katında nasıl hesabını vereceklerini tekrardan düşünmesi gerekir. Allah bize beş vakit namazı camiye kılmaktan, haftada bir gün sohbete gitmekten, Allah için gidip kişilerle ilgilenmekten önce ailemiz ve evlatlarımızla ilgilenmemizi emrediyor. Önceliklerimizin karıştığı bir dünyada şeytanın bize sağdan yaklaşmasını da gözden kaçırmamamız lazım. Dünyada mal mülk evlat veya makam sahibi olmanın yegane sebebi rıza-i ilahi olmalı. Problem ise bunları elde etmekteki amacımızın sıhhatli olmamasıdır. Onun için insanlar evlat edinirken de Hanne gibi “Hz. Meryem için; doğarsa sana adayacağım” gibi bir niyetle başlamıyorlar hayata. Zeki olursa en iyi okullara göndereceğim, yok tembelse kuran kursuna göndeririz gibi bir kurguyla yola çıkılıyor. Yani çürükler Allaha iyiler dünyaya kurban ediliyor ve sorun da tam bu noktada başlıyor. Sabah okula geç kalmasın diye uyandırdığımız çocukları eğer sabah namazına kaldırmaktan çekiniyorsak önceliklerimiz değişmiş demektir. Evladının okul sınavı veya üniversite sınavını had

safhada önemserken oğlunun veya kızının namaz kılmamasını veya oruç tutmamasını kendine dert edinmeyen bir baba zaten en büyük sınavı kaybetmek üzeredir. Bir baba düşünelim hali vakti yerinde, evladına en lüks arabayı çekmiş ve cebini doldurmuş bu baba makbul bir baba mıdır? Evladının nefsini firavunlaştıran ve doyumsuz bir nefis sahibi olmasına sebep olduğunun farkına varmadı-


Karantina ğından evladı yarın gücünün yetmediği başka bir şey istediğinde aslında paranın çocuğu tatmin etmek için yeterli bir araç olmadığın anlar. İnsan etkileşiminin had safhada olduğu bir dönemde farklı kültür yapıları, tutum ve davranışlarla karşılaşan gençlerin tabi olarak farklı yönelimleri olabilir. Erkek çocuklar için konuşacak olursak küpe takmak, saç uzatmak ve boyamak veya dövme yapmak kişinin zihninde normalleşen hatta belirli bir süre sonra kendisininde yapmak isteyeceği tutum ve davranışlar arasına girebilir. Buna benzer tutum ve davranışları kısıtlamak veya yasaklar koymak o kişi için kesinlikle çözüm değildir. Eğer o çocuk bu davranışı benimsemiş veya niye bu davranışı sergilememesi gerektiğiyle alakalı kendini tatmin edecek bir cevap almamışsa fırsatını bulduğu ilk anda bu davranışı sergileyecektir. Bu sebeple her türlü ortama girip çıkan ve aktifleşen bu çocukların tutum ve davranışlarını yasakçı bir tavırla şekillendirmek yerine bu davranışları neden yapmaması gerektiğiyle alakalı nedenleri çocuğumuz daha bu ortamlara girmeden oturup konuşmalıyız. Yapılan bir diğer hata da kendimize benzemesini istediğimiz çocuklarımızı kendi bulunduğumuz çevre ve ortamlara sokmamaktır. Belirli bir yaştan sonra adapte olduğu çevresini değiştirmek istemeyen veya yabancılaştığı ortamlara girmeyen bir evlatla karşılaşmak ne yazık ki kaçınılmaz bir son olacaktır. Eskilerin dediği gibi en iyi öğüt örnek olmaktır. Kısacası bir çocukta sevmediğimiz bir tutum ve davranış varsa bunun değiştirmenin en kolay yolu ona hakkıyla örnek olacak bir baba profili ortaya koymaktan geçer. Sevgimizi evlatlarımıza karşı göstermekten çekinmemeliyiz. Peygamber efendimiz’de (s.a.v) çocuklarımızı ve onlara karşı merhametli olmamızı tavsiye etmiştir. Bir babanın evladına sarılması veya onu öpmesi acziyet göstergesi değildir bu düşünce cahiliye düşüncesidir. Eğer biz kendi evlatlarımıza sevgimizi göstermezsek onlar bu sevgiyi haram kişilerin kollarında arayacaktır. Abinin rolüne gelecek olursak;

Abi aile içinde gizli otoritedir. Eğer rolünün hakkını verirse gerçek manada aile içinde dengeleri sağlayacak bir köprü görevi görür. Babanın ve annenin otoriter pozisyonuna karşı abi tam bir yumuşak güçtür. Etrafını yeni tanımaya başlayan ve hayatı anlamlandırmaya çalışan fertler için abi önemli bir rol model ve referans noktasıdır. Kişiliğini oturtmayan ve olgun davranışlar göstermeyen bir abi profiliyle, üstlendiği sorumluluğun farkında olan ve o olgunlukla hareket eden kardeşlerine yol gösteren yeri geldiğinde yaşadıkları sıkıntılara çözüm yolları arayan abi diğer kardeşlerin tutum ve davranışlarının şekillenmesinde önemli bir rol alacaktır. Kardeşleriyle iyi iletişim kuran bir abi, anne ve babanın çocuklarında gerçekleştiremiyeceği değişimi gerçekleştirir. Genellikle çocuklarda yaşanan problemlerin büyük bir kısmını anne ve babadan önce abi duyar. Yaşanan bu problemlerin çözümünde abinin takınacağı tavır yaşanan sıkıntıyla alakalı takınılacak tavırda belirleyici olur. Genellikle abilerle alakalı yaşanan en büyük sıkıntı bir yandan kendini inşa etmeye çalışan diğer yandan hayatın kendine yüklediği sorumlulukları yerine getiren abinin, ailedeki sorumluluklarını yerine getirmeme problemidir. Kardeşlerinin yaptıkları hataları olgunlukla karşılamak ve onlara çözüm üretmek yerine kardeşleriyle sürekli çatışma halinde olan abiler genelde kardeşleri tarafından söyledikleri umursanmayan kişilerdir. Çatışma halinde olan abi ve kardeşler arasında genelde birbirleriyle dertlerini paylaşmak bir tarafa aynı ortamda zaman geçirmek bile yeteri kadar sıkıcı bir hal almaktadır. Ailede anne ve babanın arasında yaşanan çatışma ayrılık vb. durumlarda ise abinin rolü babalık rolüyle eşdeğer bir pozisyon almaktadır. Bazen ne yazık ki şu başkasına tebliğde bulunan ve başkasını ıslah etmeye çalışan abilerimiz kendi öz kardeşlerini ıskalayabiliyor. Aralık’16 • 15


Karantina

Aile Kurumu ve Bireyselleşme Üzerine Seyhan Yaman Ablamız ile Sohbet Ettik. Röportaj: Sena DAĞ

L

isans eğitimini İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünden, Yüksek lisans eğitimini Selçuk Üniversitesinden, Formasyon eğitimini de Fatih Üniversitesinden almıştır. Okul öncesi yaş grubuna yönelik çalışmalar yürütmektedir. Ablamız, evli olup Muhammed Nebi, Yusuf Ali, Nureddin Selim ve Furkan Salih’in annesidir.

Eskiden kırsalda büyük aileler vardı. Bir evde üç beş ailenin birlikte yaşadığı oluyordu. Şehirlere göç arttıkça aileler küçülmeye başladı ve çekirdek ailelerin sayısı çoğaldı. Aile kurumu sizce nereye gidiyor? Aslında halen bu şekilde geniş aile tarzlarının var olduğunu söyleyebiliriz ülkemizde. Kentleşmeyle beraber bir değişimin yaşandığı aşikar, fakat burada da aynı çatı altında olmasa da geniş aile ilişkileri, akrabalık ilişkilerinin korunduğunu görüyoruz. Bunların yanında da çekirdek aile modelinin de daha çok yaygınlaştığı araştırmalarca ortaya konuyor. Şehir hayatının, ulaşım biçimlerinin, iletişim araçlarının, daha genelde hayat tarzlarının değişimi haliyle aile ve akrabalık ilişkilerini de etkiliyor. Burada ilişkilerin zayıfladığı, bu değişimden olumsuz etkilendiğini söyleyebiliriz. Günümüzde ebeveynlerini görmeyen çocuklar yetişmeye başladı. Bu nedenle aile içi iletişimde zayıflama oldu. Sizin bu konudaki görüşleriniz nedir? Hayatımıza ekranların girmesi maalesef ki aileyi de çok olumsuz yönde etkiledi. Çocukluğumuzda televizyon hakkında ‘televizyonun deccal olduğu, arkasına bir sürü insanı takıp sürükleyeceği bir kıyamet alameti olduğu’ söylentisini duyardık çoğunlukla. Bugün acaba öyle mi gerçekten 16 • Aralık’16

diyor insan:) televizyon tanıştığımız ilk ekrandı ve ardından gelen ekranlar televizyonun etkisini daha çok geride bıraktı. Bu etkiler uzun uzadıya konuşulacak apayrı bir mesele tabi. Aileyi nasıl etkilediğini konuşacak olursak; herkesin elinde bir telefon evin bir köşesine çekilmiş bir halde olduğunu görüyoruz. İnsanlar misafirlikte bile evine gelen misafirle, arkadaşı ile birlikteyken bile telefonu ile ilgileniyor. Konuşmak, yazışmak bir tarafa oyun oynuyorlar... İnsanlar aynı ev içerisindekilerle, akrabaları, komşuları ile ilişki kurmazken ekranlar aracılığıyla sosyalleşmekten bahsediyorlar. Aile içi iletişim noktasında bir yaramız varsa ki var, bugün bu yaranın en büyük sebebi akıllı telefonlar... Burada hemen gençlerin telefonu ellerinden düşürmediği şeklinde şikayetlere başlamayalım. Öncelik bu konuda en büyük zafiyet anne babalarda... İşten gelip televizyon karşısında oturan ya da bütün gün evde televizyon izleyen anneyi eleştirirken, artık anne babaların elinden telefon düşmüyor maalesef. Telefonun her ne maksatla, hangi önemli iş için kullanıldığı bir kenara bırakılmalı. Bakılması gereken şey ne kadar ekranlara ne kadar çocuklarımıza bakıyoruz, gözlerimiz, kulağımız nerede, ekranlarda mı, çocuklarda mı? Bizim çocuklar okuldan geldikten sonra beni telefonda konuşurken görürlerse hemen ‘anne, biz gelince telefonu kapat, konuşma’ diyorlar. Kaldı ki akılsız telefon kullanıyorum ve evimizde televizyon yok, bilgisayar sınırlı kullanılır. Buna rağmen çocuklar itiraz ediyor. Ben diğer çocukların durumunu düşünemiyorum doğrusu... Gerçi onlar da itiraz etmesin diye ekran karşısında oturtuluyorlar o da apayrı vahim bir durum tabi. Ebeveyn çocuk ilişkisini bırakın eşler arasındaki ilişkiyi de çok olumsuz etkiliyor. İletişimi


Karantina olumsuz etkilediğini söylemeye gerek bile yok. Aldatma, zina, kumar oyunları ve her türlü bağımlılığa zemin hazırladığını ve kolaylaştırdığını görüyoruz. Bunlar ilk akla gelenler, elbette bunun çok daha ötesinde konuşulacak şeyler var... Allah cc. Kur’an’ı Kerim’de cemaatleşmemizi tavsiye ediyor. Aile kurumunu mikro ölçekte bir cemaat olarak tanımlayabilir miyiz? Elbette... Aile kendi içinde bir cemaat. Ümmetin birlik olması, sağlam olması, birbirine sıkıca yapıştırılmış tuğlalardan yapılı duvar gibi olmasının yolu aileyi sağlam kılmaktan geçiyor. İslam coğrafyası üzerinde oynanan oyunlar böl, parçala, yut taktiği üzerinden yürütülüyor. Kardeşler arasına kin ve nifak sokuluyor. Bu da yetmiyor aileyi de kendi içinde parçalamaya çalışıyorlar. Her türlü ekran bu amaca hizmet ediyor. Bununla beraber bireyselci yaklaşımlar, bireyi öne çıkaran, bireyin isteklerini, tercihlerini asıl hedef olarak koyup, ailenin değerlerini, tavsiyelerini bir kenara bırakan modern yaklaşımların da bu amaca hizmet ettiğini düşünüyorum. 15 Temmuz örneği bu noktada da üzerinden ders çıkarılması gereken bir örnek bence. Halkın topyekün karşı koyuşu ile dünyayı kendi planlarına göre şekillendirmek isteyenlere karşı konuldu. Bir olma hali düşmanı korkutan en büyük silahımız aslında. İşte bu birlik olmanın yolu da önce aile ile bir olmadan başlıyor. Güçlü bir aile, güçlü akrabalık ilişkileri, güçlü iman kardeşliği bağları ile güçlü bir ümmet... Müslüman ailelerde bir yozlaşma görüyor musunuz? Batı kültür ve medeniyet kodları dindar aileleri nasıl etkiliyor? İnsanın imtihanı insan var olduğundan beri var. Müslümanlar içinde bazılarının kendi değerlerini kaybetmesi, dini hassasiyetlerinin

zayıflaması yahut bazılarının da daha güçlü sarılması, değerlerini koruması, nesilden nesile aktarması da bence insanlık tarihinden beri varolan bir durum. Bugün yeni karşılaştığımız bir mesele değil. Evet, bugün müslümanların bazılarının bazı hassasiyetlerini kaybettiklerini görebiliyoruz. Ama bununla beraber çok da güzel örnekler de görüyoruz. İnsanın imtihanının özü değişmiyor aslında, şekli değişiyor. 28 şubat sürecinde zorluklarla imtihan olan dindar kesim şimdi zenginlikle, rahatlıkla imtihan oluyor. Dolayısıyla ben bir yozlaşma olarak görmüyorum hadiseyi, bunların her dönemde olabileceğini düşünüyorum. Müslüman aileyi ne ayakta tutar? Kuran ve sünnete uygun bir yaşantı, sevgi ve saygıya dayanan güçlü bir ilişki ve dua... Evlilik yolunda adım atacak olan gençlere önerileriniz nelerdir? Evliliğin Allah’ın dinine uygun bir yaşantı için çok önemli olduğunu, evlenenin dininin yarısını tamamlamış olacağını hatırlatmak isterim. Dolayısıyla evlilikle ilgili olumsuz bakış açılarının değiştirilmesi lazım. Evlilik bu dünyada Rabbimizin bize bahşettiği en güzel nimetlerdendir, bu nimetten istifade etmek gerekir. Dua edin... İyi bir eş ve cennetinize vesile olacak bir aile kurmak için bol dua edin... Eş seçiminde dikkatli olun, sünnette tavsiye edilen kriterleri dikkate alın, istişare edin.. Anne baba rızasını muhakkak alın... Eş adayları ilişkilerine haram karıştırmasınlar, şeytanın araya girmesine fırsat vermesinler, şeytandan Allah’a sığınsınlar. Dünya malına tamah etmeyin, evliliğinizin huzurunu elbise, eşya, mal yüzünden kaçırmayın... Şeytanın karşınıza çıkaracağı her türlü zorluğa karşı sabırlı dirençli olun... Allah’a secde edenlerin sayısının artması, ümmetin çoğalması için, temiz nesiller yetiştirmek için çok çocuk fikrine kendinizi hazırlayın... Aralık’16 • 17


Karantina

SINIRLARIMA SAYGI DUYUN Tuğba ŞAHİN

M

ahremiyet kelimesi kök olarak Arapça’da haram kelimesinden türetilmiştir. Dokunulmazlık, size özel olma gibi bir anlamı vardır. Mahremiyet kişiye özel olan başkasıyla paylaşılmayan demektir. Çocuğun kendi bedensel sınırlarını fark etmesini sağlamak ve başkasının bedensel sınırlarına saygı duymasını öğretmektir. Bunun akabinde bedeninde de kendi özel bölgeleri olduğunu ve kendinin özel alanlarının olduğunun fikrini ona vermektir. Mahremiyet eğitimi nedir? Çocuğun duygularını yönetecek beceriyi ortaya çıkarmaktır. Mahremiyet eğitimi bizim geleneğimize bağlı bir eğitimdir. Geleneklere baktığımızda duygunun aşikar edilmemesi ve aşikar edilmeyeni yönetmesi gerekir. Öfkesini kontrol edemeyen kişiye baktığımızda, çocukluğunda mahremiyet eğitimi almamıştır. Duygu kontrolü yapamadığı için öfkesini de yönetemez. Çocuğun kendisini yönetecek yeteneği kazandırılmalı ve kendini koruyabileceği bilinci geliştirilmelidir. Çocuğun, bir yabancının kendisine yan gözle baktığında, kendisine el uzatıldığında rahatsız olma yeteneğine sahip olması lazım. Bizler kızarak cezalandırarak bu eğitimi veremeyiz. Çocuklarımızın her zaman yanında olamayız, onların mutlu, huzurlu, karakter sahibi bireyler olarak yetişmelerini sağlayan ve onları 18 • Aralık’16

art niyetli insanların istismarından koruyan önemli eğitimlerden biridir mahremiyet eğitimi. Her anne ve baba çocuğuna mahremiyet eğitimi vermelidir. Peki bizler bunu ne kadar biliyoruz? Eskilerin hayat uykusu dediği, günümüzde mahremiyet dediğimiz bu mahremiyet eğitimi çocuklarda ne zaman ve nasıl verilmelidir. Çocuk doğduğundan itibaren bir mahremiyet sürecinin içindedir. Çocuk dünyaya geldiği andan itibaren annesi altını değiştirirken, emzirirken ve üzerini değiştirirken aslında farkında olmadan çocuğun korunaklı bir zırhın içinde olduğu duygusunu oluşturur. Mahremiyet eğitimi doğumdan itibaren başlayan bir süreçtir. Ebeveynler olarak çoğu zaman çocuklarımıza sevgimizi farklı şekillerde gösteririz. Yere yatırırız üstüne abanır, mahrem yerlerini gıdıklar ve severiz. Çocuklarımızı bu şekilde yetiştirdiğimizde itiraz edemeyen korkan çocuklar olarak yetiştirmiş oluruz. Peki mahremiyet eğitimi sadece ailede mi verilmeli? Anne ve babanın tek başına verebileceği bir eğitim değildir. Çevre faktörleri de ön plana çıkmaktadır. Mahallemizdeki bakkal amcadan, okuldaki öğretmenden vs… Toplumun her kesimi bu konuda çok önemlidir, toplumsal duyarlılıktır. Herkes mahremiyete saygı gösterirse mahremiyet oluşur. Çocuklar


Karantina kendilerini korurlar. Mahallemizdeki bakkal amca çocuk sokakta koştuğunda, yaramazlık yaptığında ‘’ koşma gelirsem seni pataklarım’’ dediği zaman çocuğun zihninde oluştuğu şey mahremiyet sınırlarının aşılmış olunmasıdır. Çocukların doğduktan sonra gelişen 3 avrosu vardır. Bunlar; fiziksel avro, duygusal avro ve zihinsel avrodur. Bu üçünün birleşmesi sonucunda mahremiyet eğitiminin oluşması sağlanır. Özellikle duygu avrosuna örnek verirsek çocuklarımızı 3,5-4 yaşından itibaren izin alarak öpmeliyiz. Kendi çocuğumuz dahi olsa ‘’ seni öpebilir miyim?’’ diye izin almamız gerekir. İzin verme mekanizmasının aileden geçtiği çocuğun bu durumda karşıdaki kişiyi kendi duygularıyla yönetir. Çocuklarımızın toplum içinde üzerinin değiştirilmesi, anne ve babayla banyoya girmesi kişilik sınırlarına saygıyı öldürür. Çocuklarımızı doktora götürdüğümüzde hemşirenin çocuğa iğne vuracağı zaman çocuğumuzu durdurmak için anne ve babanın çocuğun üzerine abanması çocuğun çaresiz kalışı. Burada çocuğumuza yetişkinin elinden kurtulamayacağını öğretiyoruz. Çocuk daha sonra yabancı biri elini uzattığında, kolundan tuttuğunda içini bir his kaplar o yabancıdan kurtulamayacağını düşünür. Gücün esiri olur bu durumda da teslim olur. Çocuk emniyet alanı içerisinde olmalı ki duygularını yönetsin. Fiziksel avroyu da bu şekilde örmüş olur. Çocuk her hangi bir duygusunu ifade ettiğinde onu önemsemezsek ‘’ he he, sus, kapa çeneni diyip geçtiğimizde. Sen o oğlana niye baktın, gözün mü var yoksa, seni benim oğlana alacağız diye söylendiğinde çocuğun duygularına

müdahale ediyoruz. Aslında en mahrem olan duygudur. Üzerinde konuşulamaz, müdahale edilemez, aşikar edilemeyen en mahrem yerdir duygu. Duygu salyangoz antenine benzer dokunduğun zaman içeri kaçar. Dokunulamaz müdahale edilemez. Hiçbir kimse başkasının duygusunu yönetemez. Sadece kendi duygusunu yönetmesini öğretir. Anne ve babalar olarak çocuğumuzun kendi duygusunu yönetmesini öğretmemiz gerekiyor. İnsan yaşamının en önemli kısmı çocuğun benliğinin kendisini emniyette hissetmesidir. Mahremiyet eğitimi sağlıklı geçmişi olan çocuklarda da bir özelliği çok belirgin gösterir. Bu çocuklar mimiklerini kullanabilir. Mahremiyet eğitimi iyi geçmemiş baskı, zorlama, şiddet içerisinde bulunan çocukların en belirgin özelliği de mimiksizliğidir. Mimikleri yoktur. Yetişkin olduklarında da mimiklerini kullanamazlar hissizdirler. Nezaket ve zerafet için mahremiyet eğitimi. Zerafet demek ruhun bedende kaygısızca kaybolmasına denir. Ruh kaygılandığı için de jest ve mimikler olamaz. Mahremiyet eğitimi neden bu kadar önemli, üstünde neden bu kadar duruyoruz. Son günlerde tüm dünyada ve ülkemizde de çocuk istismarı her geçen gün artış gösteriyor. Çocuğumuza zarar gelir birileri suistimal eder diye çok korkuyoruz. Çocuklarımızı korumamız için bu eğitim çok önemli. Sonuç olarak çocuklarımızı korkutarak ve zorlayarak öz güvenlerini zedelememeliyiz. Ayıp, günah, yasak sözcükleri yerine özel kelimesini kullanmalıyız. Çocuklarımızın haya duygusunun öğrenmesi ve kendi bedeninin dokunulmazlığı şuuruna erişmesini mahremiyet eğitimiyle sağlamalıyız. Kendine güvenen kendisini koruyabilen Allah’ın ona emanet ettiği bedeni en güzel şekilde muhafaza eden nesiller yetiştirmek umuduyla…

Aralık’16 • 19


Karantina

BIZDE PISIP KOMSUYA DUSEMEYEN Zeynep Rabia GENÇ

H

adi, hepimiz yaşadığımız mahallelerimize şöyle bir bakalım! Bilinçli, etrafına ve ümmetine fayda sağlamayı kendine hedef edinmiş kimseler olduğumuzu varsayalım veya sosyal yardım kurumlarındaki onlarca projenin altına imza atmış kişiler olalım… Hatta varsayalım ki biz bu ülkenin son bir yılında en çok bağış yapmış olan kişisiyiz… Bir hayal edelim sadece ve soralım olduğumuz bu kişiye: ‘’ Yaşadığın mahallede kaç kişinin ismini biliyorsun ey hayır ehli ?’’ veya isimlerini bilmediğin mahallende oturan bu kardeşlerine dair şöyle bir soru soralım sana : ‘’ Kaç komşun var ki bu akşam aç uyudu senin ve yardım ettiğin uzaklardaki onlarca başka insan karnı tok uyurken?’’. Gelin mesela, diyelim ki o hayırsever kişiliğimize :‘’ Bu sabah üç bina ötende oturan ve cebinde harçlığı olmadığı için bu soğukta incecik montuyla okuluna giderken otobüse binememiş küçük Ali’nin harçlığı senin cebinde bekledi; hani sen sıcacık arabana binerken... Çünkü

20 • Aralık’16

sevgili hayır ehli, ona yardım etmek istemediğinden veya gücün için değil, hatta ve hatta nefsin sebebiyle bile değil; sen, belki de her gün yanından geçen küçük Ali’yi tanımıyorsun diye o harçlık bugün senin cebinde kaldı…’’ Dönüp kendi ahvalimize bir baktığımızda ortaya çıkan bu duruma son zamanlarda bir de ‘’Elit Müslümanların’’ elit yaşamları ve elit semtleri eklendi. Yani günümüzde şöyle bir durup kendimize baktığımız zaman normal bir yaşam standardında yaşıyorsak göreceğimiz manzara komşularımızın dertlerinden bir haber olduğumuz olacaktır. Hatta belki öyle bir haldeyizdir ki apar topar bir yardım projesi için vakfımıza koşarken onlarca küçük Ali’nin yanından ona hiç dikkat etmeden geçip gidiyoruzdur. Çünkü biz küçük Alileri tanımıyoruzdur, başını bir okşayıp ‘’Nasılsın bugün tatlı çocuk?’’ diye sormuyoruzdur. Güzel çocuk Ali de hayâsından veya artık emsali kalmadığı için gelip bizimle derdini paylaşamıyordur. Paylaşıyorsa da biz


Karantina muhtemelen onu bir dilenci örgütünün üzerinden milyarlar kazandığı herhangi bir çocuk sanıyoruzdur. Bu acı bir portredir… Müslümanların sadakalarını hatta zekâtlarını yakınlarındaki ihtiyaç sahiplerini araştırıp bularak ulaştırma zahmetine girmemelerinin ve kurumlarca bu sorumluluklarını yerine getirdiklerinin bu hisle de mutmain olduklarının resmidir. Sofrasına o gün yemek koyamamış yan binadaki kardeşinin kapısını çalıp bir tas çorba vermeyişini bir kuruma bağışlar yaparak telafi etmek isteyen Müslümanlarız aslında. Hâlbuki ikisi bambaşka ibadetler… Bambaşka veballer ve bambaşka sorumluluklar. Bu kurumlardan bu kurumlar için harcanan her saniyeden Allah binlerce kere razı olsun ve pek tabii oralardan asla uzak kalmayalım ve elimizden geleni yapalım lakin bunu yaptık diye komşumuzun üzerimizdeki hakkının düştüğünü sanmayalım. Allah’ın bize verdiği bol rızıktan onlara düşen payı unutmayalım. Evde pişenin komşuya kokmuştur fikriyle derhal bir tabağa konulup ikram edildiği bir toplumun böyle güzel bir kültürün parçasıyız biz. Allah aşkına bize ne oluyor ki değil ekmeğimizi paylamak selamımızı paylaşmıyoruz komşumuzla… Belki de kavramlar yer değiştiriyordur. Belki de büyük resme baktığımızda bundan daha ötesi vardır. Belki de artık sınırlar çiziliyordur. Hani batının yavaş yavaş sinsi sinsi kendi kültüründe oluşturduğu görünmez çizgiler etrafımızı sarar olmuş bizleri mahalle-

rimizi, semtlerimizi bir bir görünmez çizgilerle kaplıyordur. Hadi buradan doğan o büyük resme de bir göz atalım… Hiç düşündünüz mü ‘’Elit Müslümanlar’’ İstanbul’da hangi semtlerde daha fazla otururlar. Elbette ki farkındasınız ama hiç bunu düşünme gereği duydunuz mu? Tabii ki cevabınız ‘hayır’ olacak çünkü bunu artık düşünmemizi gerektirecek bir toplumda değiliz. Bu artık yazısız hatta sözsüz bir kural olmuş ve yerleşmiş içimize zenginler zengin muhitlerde fakirlerse fakir muhitlerde ikamet ederler. Birbirlerinden bağımsız ve birbirlerinden bir haber. Öyle bir görünmez çizgidir ki bu; kimsenin dert etmeyi bile dert etmediği aklına bile gelmediği bir soruyu ve sorunu yok etmiştir : ‘’ Zenginler nasıl fakirlere ulaşıp haklarını Allah rızası için onlara teslim edecekler? Nasıl olacakta şimdi Allah’ın zenginin malına imtihan olsun diye sakladığı fakirin malı kendisine ulaşacak?’’… Kaybolan şeyin büyüklüğünün farkında değiliz mümin kardeşler. Farkındalığını kaybettiğimiz en temel şey köklerimize yabancı kalışımız. Çok eskilere gitmeye gerek yok doksanları düşünelim İstanbul’da bir mahalle hayal edelim. Herkes herkesin çocuğuna sahip çıkıyor. Herkes herkesten haberdar. Aynı mahallede zengin de oturuyor fakir de. Zengin fakir komşusundan haberdar fakir de zenginden. Muhabbet belli, dayanışma ortada. İslam ruhu Türk’ün kültürü-

Aralık’16 • 21


Karantina ne işlemiş kâfirin eli değmeden tıkır tıkır işliyor sistem. Zengin adam, özellikle bildiği tanıdığı mahallesindeki durumu kötü olan komşularını topluyor iftar yemeğine veya düğününe doyurması gerekenleri önceleyip davet ediyor. Derdi gösteriş veya camiasına jest yapmak değil bilakis hak sahibi muhtaca hakkını vermek sadece. Sonra zaman geçiyor İstanbul’da ve çok değil on beş yirmi yıl içerisinde koca koca binalar büyük büyük siteler -muhtaçların geçin yerleşmesini- kapısından dahi geçemeyeceği yerleşim alanları özenle zenginler için hazırlanıyor. Sonra oluşan bu yeni sisteme binaen Kalan el değmemiş ‘’ Henüz el değmemiş!’’ bir takım muhitlerde fakirlerin meskeni oluyor. Ve doksanlardaki toplum düzeninin getirisiyle fakire ulaşabilen zenginler, o aynı zenginler bakıyorlar ki mahallede fakir kalmamış. Dünyada fakirlik bitti sanıyor ve kendi muhitlerine dönüp görünmez çizgileriyle hayırlarını kurumlarla sınırlıyor ve diyor ki ‘’Fakir komşu mu kaldı ki onu yemeğe çağırayım? Bundan sonra iftarlar hep cemiyete, düğünlerde de zaten karnı tokları biraz daha doyurabiliriz…’’ Oysaki farkında değil! Aliler, Ahmed dedeler, Faruk Amcalar hala o şehirde ve hala sofrasına yemek koyamadığı günler oluyor. Hala onların rızkı fakir kalmadı sanan hayır ehlinin cebinde bekliyor.

22 • Aralık’16

Kim bilir belki de zamanla semt semt ayrılan bu çizgiler zamanla şehir şehir ayrılmaya başlayacak. El değdikçe değecek her semte ve durumu olmayan kimseler şehir şehir sürülecek. Sürülecek ki zenginler hepten kör olsun onlara... Tamamen yok olsun değerlerimiz… Toparlarsak hayır ehli kardeşim elimizde iki tane resim var aslında; birincisi normal hayat standartları yaşayan kesimin birbirine yabancı kalışı bunun getirisiyle komşuluktan korkup dertlerden bir haber oluşu… ikinci resim ise ‘’Elit Müslümanların’’ tablosu -ki o belki de çok daha vahim- görünmez çizgilerin cahili olmuş halde yaşayıp giden Müslümanlar. Bunu yalnızca ülkenin en prestijli mekanlarında yapılan dindar kesimin düğünlerinin davetli listesine bakarak dahi kanıtlayabiliriz. Bazen de sormak lazım hayır yapmak ne demektir diye. Çünkü belki de en çok bunu anlayamadık biz veya başlamamız gereken yeri… Netice itibariyle hangi resme bakarsak bakalım; bizi karşılayan gerçeklik köklerimizin bize yabancılaşmasıdır. En son ne zaman evde pişen yemeğinizden bir tabağa doldurup aman soğumasın endişesiyle hızlı hızlı komşunuza yetiştirdiğinizi bir düşünün veya elleri cebinde, kar zamanı her sabah yürüyerek yanınızdan geçen ufaklığın neden otobüse binmediğini… Ya da durun ve sadece mahallenizde oturanların ismini bir sayın kendinize... Ben bu üç şeyi kendi içimde sorguladığımda dehşete kapılıyorum ve bunun sadece bana olmadığını biliyorum. Yine de hala bu üç şeye kendi içinde verecek güzel cevapları olanımız varsa ne mutlu ona, hatta onun vesilesiyle ne mutlu bize ki hala ait olduğumuz İslam ruhunun işlediği köklerimize dönebilmemiz için açık kalmış gönül kapıları var demektir.


Karantina

MODERN HAYATA MEYDAN OKUMA ÖRNEĞİ:

AMİŞLER M.Salih DEMİRTAŞ

İ

lk bilgisayar oyunlarıyla karşılaştığım zaman çocukluk zihnimdeki bütün denklemler değişmişti. Benim kontrol ettiğim, benim yönlendirdiğim sanal karakterlerle ve farklı bir dünyayla karşılaştım. Tabi hiç biri Nintendo ‘yla karşılaşmamız kadar duygusal ve heyecan verici değildi. Bebek Mario (biz ona öyle diyorduk), Kedi Mario, Süper Mario olmak üzere Mario’nun bütün versiyonlarını bitiremesek bile önemli mesafeler kat etmiştik. Bizi kendisine bağlayan bir kutuda, saatlerimizin geçtiği zamanlar olmuştu. Tabi daha sonra annemin Nintendo kısıtlamalarına maruz kaldık. Annem, dışarıda oynamamızın bilgisayar veya Nintendo oynamaktan daha iyi olduğunu söyleyerek bizi dışarı çıkmaya annelik otoritesiyle ikna ederdi. Tabi bunu şimdi, zamanımızı ve enerjimizi bir gerçekliğin içinde eriterek zihnimizi doğaya ve insana açtığı için bizi daha sağlıklı bir büyümeye sevk etme hamlesi olduğunu yeni anlamaya başladık. Yine de eve dönünce Nintendo oynamanın vermiş olduğu umut ve heyecan bizi daha da kuşa-

tıyordu. Ta ki küçük kardeşimizin Nintendo’yu açmaya çalışırken televizyonu kırmasına kadar. O günden sonra evimize televizyon hiç girmedi. İlk başlarda kardeşimle benim yoğun bir muhalefet ve ikna etme yöntemlerinin devreye girmesiyle yaptığımız ısrarlar sonuç vermedi . Daha sonra da durumu artık kabullenmeye başlamıştık. İlk zamanlar biraz tuhaf olsa da televizyonun olmazsa olmazlardan olmadığını anladık. Çünkü onun olmayışının bize kazandırdığı, onun oluşunun bize kazandırdıklarından daha fazlaydı. Sağlamış olduğu faydaların yanı sıra bizden neleri alabildiğini fark ettik. Her şeyden önce bize çok fazla vakit kalıyordu; Sohbet etmeye, küçük kardeşimizle daha fazla ilgilenmeye ve yeni oyunlar üretmeye... İsmini kendimiz koyduğumuz devletlerden oluşan Dücane’nin ince detaylarla çizdiği haritada bazen kavgalarla bitirdiğimiz (çünkü birimizden biri fazla sınır alıyordu) ülke kapmaca oyunu gibi bir çok el yapımı oyunlar kurgulayabiliyorduk. Ve daha sonra ..... diye devam ederek canlanan hatıralar geçenlerde Amish

Aralık’16 • 23


Karantina

Grace (Amişlerin Merhameti) filmini izlerken zihnimde sürekli yankılanıyordu. Her ne kadar oradaki yaşam tarzı teknolojiden uzak bir şekilde bilerek kurgulanmış ve farklı bir kültürün mirası üzerinden yaşanıyor olmuş olsa da, teknolojinin insanı kuşatan evrensel etkisinin kırılabilirliği açısından ufak bir benzerlik yakalamıştım. Film 2006 yılında yaşanan Amişliler’e ait okula yapılan gerçek bir saldırı olayına dayanarak kurgulanır. Filmin vermiş olduğu bir çok mesajı olmakla beraber, orada özellikle dikkatimi çeken husus onların yaşantılarıydı. Daha sonra kendileriyle ilgili ufak bir araştırma yapmak için internette gezindiğimde çok etkilenmiştim. Yaşamın basitliğine inanırlar ve Anabaptisizm akımına yakın bir din anlayışları vardır. Anabaptizm 17. yüzyılda ortaya çıkan, Protestanlığa yakın olmakla beraber incilin ahlaki öğretilerini ve saf inancı öne çıkartarak dini Hz İsa’nın tebliğlerinin özüne uygun bir şekilde yaşamaya çalışan insanların benimsediği bir yoldur. Amişler de bu yolu benimserler. Kendilerini, inançlarını ve bu doğrultuda yaşantılarını korumak için bir araya gelen bir cemaattir. Teknolojik aletleri kullanmazlar. Giyim tarzları sade ve belli ölçülere dayanır, hanımları başlarını bir bezle veya örtüyle kısmen kapatırlar. Çocuklar 13-14 yaşlarına kadar eğitim alırlar. Eğitimin çok uzun olmasına karşılar. Doğarken vaftiz olmazlar. Belli bir yaşa geldikten sonra vaftiz olurlar. Her hangi bir doğum kontrolleri 24 • Aralık’16

yoktur. O yüzden Amişler’de 7-8 çocuklu ailelerle karşılaşabilirsiniz. Amişler’in ayrıca “Rumspringa” denilen bir uygulamaları vardır. Bu uygulama belli bir yaşa gelmiş Amişli bir gence dışarıdaki hayatla tanışma fırsatı vererek, dış dünyayı görmesini ve tanımasını sağlamaktadır. 1-2 senelik bu tecrübeden sonra genç nerede yaşayacağına karar verir: Bir “sakıncalı” mı olacak yoksa cemaatin bir üyesi olmaya devam mı edecek? Genelde gençlerin çoğu cemaatlerinde yaşamaya devam etmeyi tercih ediyorlarmış. Yerleşim yerlerinde merkezi bir kilise yoktur. İbadetlerini her hafta cemaatten birinin evinde toplanarak yaparlar. Pazar günleri tatildir. Dışarıda herkes o gün işi gücü bırakıp aileleriyle, çocuklarıyla ve dostlarıyla vakit geçirirler; babalar çocuklarıyla ilgilenir, çocuklar kendi aralarında oyunlar oynarlar vb. Filmde de burada anlattıklarımı özet olarak rahat bir şekilde bulabilirsiniz. Mesela bir kadın, dışarıda kız çocuklarını toplamış onlara hikayeler anlatır. Cemaatteki aileler bir araya gelerek erkeklerin erkeklerle kadınların da kadınlarla olduğu yemekler yerler ve sürekli bir iletişim ve muhabbet halindedirler. Bir problem olduğu zaman cemaatin büyükleri devreye girerek yardımcı olmaya çalışırlar. Ailenin fertleri gün içi yapılan işlerin dışında akşamları beraber bir arada vakit geçirirler. Çünkü onlara meşguliyet verebilecek televizyon, radyo (gerçi baya nostaljik bir örnek oldu), bilgisayar, akıllı telefon gibi teknolojik aygıtları yoktur. Bu da bir şekilde isteyerek ya da istemeyerek karşılıklı muhabbeti zamanla gelişmesine ve insanların birbirleriyle daha fazla vakit geçirmesine olanak sağlamaktadır. Amişler’in teknolojiyi reddetmesi onun şeytanın işi olduğu için değil, insanı daha aç gözlü yaptığını düşündükleri içindir. Çünkü teknoloji aynı zamanda üretimi güçlendiren, rekabeti arttıran ve insanın doğaya ve diğer insanlara daha fazla hükmetmesini sağlayan bir araçtır da aslında. Ona olan muhalefet bizatihi kendisinden değil, ortaya çıkan sonucunun insanın aleyhine işlemesinden kaynaklandığı içindir.


Karantina Filmdeki bir vaaz sahnesinde vaiz bir İngiliz’le yapmış olduğu diyalogdan bahsederken, adamın “hem İsa’nın yolundan yürüyüp,hem tv izleyemez misiniz?”sorusuna “Evet, iyi bir aldatmaca olurdu.Eğer dünyevi şeylerle sürekli dikkatimizi dağıtırsak , aklımız nasıl Tanrı’da olabilir? Hayatlarımızı basit tutuyoruz ki cennete gidiş yolumuz sonuna dek açık olsun ve engellerle dolu olmasın..” şeklinde cevap vererek aslında neden teknolojiyi kullanmadıklarına yönelik sebeplerden birini de söylemiş olur. Teknolojiyi tamamen hayatımızdan çıkaramayız evet. Çünkü o artık hayatımızın bir parçası olmuştur. Günümüzdeki bu gerçekliği göz ardı ederek teknolojiden bağımsız doğayla bütünleşen ütopyalarında gerçekçi olmadığı malumdur. Muhabbetlerde belki estetik hava katabilir. Ya da ara sıra bazı filmlerde gördüğümüz bireysel varoluşunu bulmaya çalışan insanların doğaya kaçıp oralarda hayat kurması hayalleri bize çekici gelebilir. Fakat çözümün buralarda olmadığını aslında hepimiz çok iyi biliyoruz. Ali Şeriati teknoloji için sermaye ile sanayinin gayri meşru çocuğu demektedir. Öyleyse sorunun temelde bizden neleri aldığına veya almakta olduğuna eğilerek anlamaya çalışmalıyız. Amişler’in özelinde bu duruma eğildiğimizde hayatın basitliğini, muhabbeti, samimiyeti ve insanın kendisiyle, insanla, doğayla ve Rabbiyle olan ilişkisindeki dengeleri bozacak şekilde oynayabildiğini fark edebiliriz. Bu dengenin temelinde ise aile kavramı çok önemli bir yer tutmaktadır. Sonuçta saydığımız tüm bu du-

rumların temelinde aslında aile ve aile ilişkileri yatmaktadır. Belki yalıtılmış cemaatler şeklinde Amişler tarzı bir uygulama yapamayabiliriz, ki belki de buna gerek de yoktur. Bizim ihtiyacımız olan şey ise hayatı bütün yönleriyle evetlemeyi becerip, bu karmaşanın içerisinde kendimizle, doğayla ve Rabbimizle olan ilişkimizi bir mizan üzere tutmayı sağlamaya çalışmaktır. Bunun olabilmesinin en önemli öncülü ise aile ocağının güçlü olması ve birbirimizle olan dayanışmalarımızın bizi destekler nitelikte olmasıdır. Amişler’in örnekliği bunun olunabilirliğini farklı bir yaşam tarzı üzerinden bize göstermektedir. Bu yaşam tarzı örnekliğinde merkezde olan ise aile ve sürekli birbirleriyle iletişim ve muhabbet halinde olan komşuluk ve dostluk ilişkileridir. Bu beraberinde bir diğerinin derdiyle dertlenmeyi ve müşterek hareket etme bilincini de geliştiren bir durumdur. Biz bunu yalıtılmış bir toplum olarak değil, hayatı bütün gerçekliğiyle kabul edip onu şekillendirebilen bir müslüman bilinciyle başarabilmeliyiz ve başarmalıyız da.

Aralık’16 • 25


Karantina

a y d e M l l a a y y s s ? S o a sıl S o r ü ş ü n N aye ye Dö S e r m LAN

l K AP

i İsma

M

ehmet Emin Babacan’ın 2012 yılında yazdığı “Toplumsal Paylaşım Ağlarında Sosyal Sermaye Pratikleri” başlıklı doktora tezi, Açılım Kitap tarafından “Sosyal Medya ve Gençlik” ismiyle yayınlandı. Kitap, günümüzün en popüler konularından biri olan sosyal medyaya değindiği için dikkat çekiyor; fakat bunun da ötesinde içerdiği bulgular, gençliğin sosyal medya kullanımından ne umduklarını, sonuç olarak ne elde ettiklerini yansıtması açısından çok daha önemli ve dikkate değer.

“Feys kullanmıyorum ama İnsta’da aktifim” Konumuz sosyal medya, ama şimdi burada sosyal medyanın tarihçesi üzerine bir söylev vermek, kelime israfı olacaktır. İnternet evlerimize girmeye başladığından ve biz kullanıcılar da internet üzerinde içerik üretmeye başladıktan sonraki tüm süreci, sosyal medyanın gelişim süreci olarak ele alırsak hataya düşmeyiz. Mehmet Emin Babacan’ın çalışması, Türkiye’de bir boşluğu dolduruyor. Bugün artık konuşmaya başlamadan önce mobil cihazları 26 • Aralık’16

ve bilgisayarı kurcalayan, okuma yazma öğrenmeden sosyal medyada oyunlar oynayan çocukların varlığını düşünürsek, bu çalışma için geç bile kalınmış diyebiliriz.

“Sosyal sermaye” kavramı Babacan’ın çalışması iki temel kavram üzerine şekilleniyor: “Sosyal medya” ve “sosyal sermaye”. Sosyal medyayı, neredeyse hepimiz içerisinde yaşadığımız için aşağı yukarı biliyoruz fakat sosyal sermaye kavramından basitçe bahsetmek gerek. İlk defa 1916’da Lyda Judsen Hanifan tarafından kullanılan kavramın sosyal bilimler literatürüne girmesi 20. yüzyılın ortalarına doğru olmuş, popüler bir şekilde kullanımı ise 20. yüzyılın sonlarında gerçekleşmiştir. En kısa tanımıyla sosyal sermaye, toplumda maddi varlıklar dışında kalan her şeydir. Buna çalışma hayatı, örgütlenme becerileri, ahlaki ve manevi değerler gibi birbirinden çok farklı konular dâhil edilebilir. Yazar, sosyal sermaye kavramına önem atfetmesinin sebebini açıklarken, çağımızda in-


Karantina sanların gittikçe bireyselleştiğinden bahsediyor; liberal sistemin sebep olduğu bu bireyselleşmenin ve yol açtığı toplumsal sorunların çözümünün toplumsallığın yeniden keşfedilmesinde olduğunu söylüyor. Bunun ise ancak sosyal sermayenin geliştirilmesi ile mümkün olacağını savunuyor.

lemesine görüşme sırasında sosyal medyayı sadece kendi arkadaşlarıyla iletişim halinde kalmak için kullandığını söylerken, anket sonuçlarında sosyal medya kullanım amaçlarından birisi %87 oranıyla “arkadaş edinmek”. Anlayacağımız, sosyal medya konusunda gençlerin kafası çok karışık!

Araştırma sonucu: Gençlerin kafası karışık

Medya okuryazarlığı şart

Babacan, çalışması kapsamında 1254 kişiyle görüşmüş. Bu kişiler, yarısı 20-22 yaş aralığında olan, tümü üniversite öğrencilerinden oluşan bir gençlik grubu. Tamamen sosyal medya üzerinde yayılan bir anket yoluyla veriler toplanıyor ve çalışma sonunda ilginç bulgular elde ediliyor. Örneğin araştırmaya katılan gençlerin %57’si “her an” sosyal ağlarda etkileşim halinde bulunduğunu söylüyor. Kalan kısmın büyük çoğunluğunu da %31,9 oranıyla “günde bir kez” cevabı alıyor. Sanıyorum ki kullanım sıklığı konusunda daha fazla söyleyecek bir şey kalmıyor. Hepimiz çocukluğumuzda ailemizden ilk bilgisayarımızı isterken “ödev yapacağım” bahanesine sığınmıştık. Sosyal medya kullanımında da benzer istatistikler ortaya çıkıyor. Sosyal ağların neden kullanıldığı sorusuna %89 oranında “iletişim kurmak” cevabı alınırken, %86 oranında da “araştırma yapmak” cevabının alınması, yine benzer bahaneleri düşündürdü bana. Diğer yandan gençlerin birçoğu, derin-

Ülkemizde maalesef henüz “yeni medya okuryazarlığı” gibi bir ders verilmediği, hatta okullarda zorunlu medya okuryazarlığı dersi işlemek gibi bir gündemin de olmadığı düşünülünce, gençleri sosyal ağlarda bir nevi kocaman bir çöplüğün içerisinde yalnız bıraktığımız söylenebilir. Geleneksel medya araçlarının daha yoğun kullanıldığı dönemde birçok Müslüman, bu araçları evlerine sokmamayı bir şekilde başarabiliyordu. Fakat bugün artık her yanımız bu iletişim araçlarıyla sarılmış durumda. Yapmamız gereken en önemli şey, bu nimetin nasıl daha hayırlı şekilde kullanılabileceğini, zararlı etkilerinden nasıl kaçınılacağını öğrenmek. Bu sebeple, Babacan’ın çalışması ve daha da ötesi, hem akademik çevrelerde, hem de diğer ortamlarda tartışılmak ve uygulanmak zorunda. Çünkü dipsiz bir kuyu olan sosyal medyadan faydalanmayı bilmezsek, kendimiz bu ortamların faydalandığı bir nesne durumuna düşeceğiz. *yazı daha önce dunyabizim.com internet portalında yayınlanmıştır.

Aralık’16 • 27


Karantina

BİZİM HAYRİ İYİ ÇOCUK Mukaddes KUTLU

D

erin bir nefes aldı. Akciğerlerine doldurdu havayı. Taktı kafasına su dolu cam başlığı. Bir nevi akvaryumdu bu ama balıkları eksik. Balıkların yerine kıvırcık sarı saçları yüzüyordu. Nefessiz kaldı. Başlığı takmadan önce aldığı nefesi verdi suya. Burnundan baloncuklar çıktı. Baloncukların etkisiyle cam fanus kırıldı, içindeki su yere dökülmeye başladı. Cam kırıkları burnuna girdi. Parçaladı burnunu. Burnundan fışkıran kanı durdurmak için kolunu bastırmaya çalıştı. Yapamadı. Kolunu hareket ettiremedi. Ne yapacağını şaşırdı. Nefessiz kaldı. Gerçekten nefessiz kaldı. Nefesi tamamen bitti. Her yer gittikçe zifiri karanlığa gömüldü. Kafasını yukarı kaldırdı. Göz kapaklarını araladı. Güneş. Tam yüzüne vuruyor. Yaşıyordu ve kesik falan da yoktu. Pekala. Yine olmuştu. O kötü hastalık, nerede geleceği belli olmayan, gelir gelmez onu korkunç halüsinasyonlara sürükleyen, korkulu rüyası gelmişti. Hem de yol kenarında bir parkta çimlerin üzerinde gökyüzünü seyrederken. Ne olmuştu, ne bitmişti hatırlayamıyordu. Biraz uzandı. Kıvırcık saçlarını karıştırarak kendine gelmeye çalıştı. Ne zaman beyni allak bullak olsa böyle yapardı. Kendisi de bunun farkında değildi. Biz dışarıdan baktığımız için görmekte sıkıntı yaşamıyoruz. Zaten hep böyle değil miydi? İnsanlar insanlara hep dışarıdan bakar, anlayamayacağı şeyleri anlamış gibi yaparlardı. “Aman, bu da dert mi?! Takma kafana, geçer gider.” Dertti tabii ya, dertti işte! Dert olmasa neden bunu düşünürken bo28 • Aralık’16

ğulacak gibi olsun ki. Kendini toparlamaya çalıştı. Oturur pozisyona geçip sağ omzunu ağaca yasladı. Burası güzeldi. Nefes alabildiğini, rahatladığını hissediyordu. Bu duygunun kıymetini bilmeliydi. İnsanlar genelde bunun kıymetini anlamakta gecikirlerdi. Bazıları anlamazdı bile. Ve bu duygu iki yerde yaşanabilirdi. Ağaçların, çimlerin ve gökyüzünün olduğu bir yerde bir ağaca verirdiniz sağ omzunuzu. Özellikle sağ. Sağda hayır vardır. Bunun o da farkındaydı. Sadece dışardan görülen bir şey değildi yani. Şımarmaya gerek yok. Ne yaptığını biliyor bu sefer. Genelde bilir zaten. İyi çocuktu bizim Hayri. Hayri’yi bir kenara bırakın, daha doğrusu Hayri’ye dışardan değil içerden bakın da devam edelim. İkinci bir yer vardı ki genelde pek de anlaşılmazdı. Hep içindeydi insanoğlu. Derdiyle tasasıyla yaşıyorduk ama içindeydik. Nefes almak gibiydi bizim için. Hava çok körlendi diyorduk ama parfümlerimizi sıkıp nefes almaya devam ediyorduk. Heh, aynen öyle işte. Aile de böyleydi. Aile yapısı bozuldu, artık evlerde huzur yok, diyorduk. Ama kimse de düzeltmek için çabalamıyordu. Öyle ya kim uğraşacaktı ki. Ama kafanızı bir akvaryuma soktular mı anlıyordunuz havanın kıymetini. Ya kafanızı akvaryumdan çıkaramazsanız? Ya bir el zorla kafanızı tutar ve nefessiz kalmanızı izlerse? Ya cam kırılır da burnunuza cam kırıkları dolarsa? Ne yapacağımızı düşündünüz mü? Ben düşünmedim. Ama Hayri düşündü. Hayri iyi çocuk. Onu sevin. O ne yaptığını biliyor.


Analiz

Yazı Dizisi

Kesnizani Tarikatı-1 Ergün DÜZGÜN

T

ürkiye’de tarikat-cemaat-siyaset tartışmaları devam ederken aslında bu durumun sadece Türkiye ile sınırlı olmadığı bilinmelidir. Irak’ta bu tartışmaların taraflarından biri olan Kesnizani tarikatı da araştırılmaya değerdir. Kesnizani tarikatı, Kadirîliğin bir kolu olarak gelişmesine rağmen daha sonra büyük bir dönüşüm geçirerek Kadirilikten kopmuştur. Süleymaniye’de Şeyh Abdülkerim Kesnizani tarafından kurulan tarikattaki dönüşüm oğlu Muhammed Kesnizani’nin ölen babasının yerine geçmesi ile gerçekleşmiştir. Bağdat İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi mezunu olan Muhammed Kesnizani, tarikat şeyhliğini üstlendikten sonra gerek hahamlardan alınan derslerle Yahudi-Kabala geleneğini, gerek ise Cerrahi tarikatının müritlerinin kılıç, şiş vs. şeyleri vücutlarına batırmalarını içeren törenlerini kendi tarikatının bünyesine almıştır. Kesnizani tarikatı Saddam Hüseyin döneminde yavaş yavaş ve etkili bir şekilde Irak devletine sızmıştır. Özellikle Saddam Hüseyin’e yakın istihbarata ve ordu istihbaratına sızdığı anlaşılmaktadır. Tarikatın bu

aşamada CIA ve Mossad ile ilişki kurduğu ileri sürülmektedir. Saddam Hüseyin 2003 başında ordusu ve istihbaratına yapılan bu sızmayı anlamış ise de çok geç kalmıştır. Aksiyon dergisinin kurucu isimlerinden olan gazeteci Ahmet Dinç’in Irak savaşını anlattığı “Babil’de Amerikan Tangosu-Saddam’ı Deviren Amerikan Tangosu” adlı, Selis Kitaplar Yayınevi’nin 2004’de yayınladığı kitabının 16-40. sayfalarında Kesnizani tarikatı ve ABD-Irak savaşında bu tarikatın, Irak Ordusu’nun çözülmesine katkıda bulunması ile ilgili bilgi vermektedir. Nedense bu ilginç ve önemli kitap sadece bir baskı yapmış ve bir daha basılmamıştır. Benim de bu tarikat ile ilk karşılaşmam Ahmet Dinç’in kitabı sayesinde olmuştur. Kesnizani tarikatı ile ikinci karşılaşmam “Telafer-Bir Türkmen Kentinin Amerikan Ordusu ve Peşmergeler ile Savaşı” adlı ile ilgili kitabımı yazarken oldu. Kesnizani tarikatının Telafer’deki ilk faaliyetleri 1960’lı yılların sonunda, Telafer’in 2 km kuzeyindeki Faka köyünde kurulan tekkede başlamıştır. 1970’lerde Telafer’in Hasanköy semtinde Abdülkerim Kesnazani’nin Aralık’16 • 29


Analiz Telafer halifesi olarak atanan Dennun Haydar adlı Telaferli biri, tekke açmıştır. Özellikle yaşlıların katıldığı tekkeye 1970’lerde genç bir fizik öğrencisi olan Fazıl Karabaş da katılmıştır. 1978’de babası Abdülkerim’in yerine geçen Muhammed Kesnazani, Dennun Haydar’ı tarikattan kovmuştur. Bunun ardından Muhammed Kesnazani, Efendievi aşireti ağası olan Abdulaziz Efendi’ye ve Fadıl Karabaş’a Telafer’de halifeliğini vermiştir. Tekkesini Hasanköy semtinde El-Nahva caddesindeki evinde kuran Abdulaziz Efendi Telafer’de orta ve yaşlı nesillere hitap ederken, 7 Nisan semtinde Cadde başında tekke kuran Fadıl Karabaş ise genç nesillere yönelmiştir. Bu aşamada Abdulaziz Efendi’nin 30, Fazıl Karabaş’ın ise 60 civarında müridi vardır. 1986’da tarikatın Musul-Telafer genel halifesi Hacı Ahmet Peygamberli adlı zat olurken, tarikat Hasanköy El Nahva Caddesinde büyük bir tekke inşa etmiştir. 1986’dan 1990’a kadar tarikat Telafer’de gelişmiştir.Ancak tarikatın tabanını, en alt sınıflara mensup kişiler oluşturmaktadır. 1990’lı yıllarda tarikat içinde çıkan ihtilaflardan dolayı Telafer de çözülmeye geçmiştir. Abdülaziz Efendi tarikattan ayrılmış, Hacı Ahmet Peygamberli ise Şeyh Muhammed Kesnizani tarafından 1993’de tarikattan kovulmuştur. 1993’de Ali Şaban adlı ailesi Musul’dan Telafer’e göçen ve herhangi bir aşiret ile bağı olmayan bir zat, Kesnizani tarikatının Telafer’de halifesi olmuştur. 1995’te Fadıl Karabaş da tarikatı terk etmiştir. Böylece 2003 senesine girildiğinde Kesnizani tarikatı Ali Şaban ve etrafındaki 15 gençten oluşmaktadır. 2002 senesi sonunda Kesnizani tarikatının Telafer temsilcisi Ali Şaban bir pikap satın almış ve silah toplamaya başlamıştır. Ali Şaban bu faaliyetlerini, yaklaşan Amerikan işgaline karşı direniş ile izah etmiştir. Ancak, Kesnizani tarikatına karşı 2003 başında Bağdat’ta 30 • Aralık’16

tutuklamalar başlayınca Ali Şaban da ortadan kaybolmuştur. Ali Şaban 2003 Nisanı’nda elinde Amerikan istihbaratının dağıttığı bir uydu telefonla Telafer’e dönmüştür. Ali Şaban Süleymaniye’de savaş öncesinde istihbarat kursları gördüğünü ve Amerikan Ordusuna yardımcı olduklarını anlatmıştır. Kısa bir süre sonra Ali Şaban, Şeyh Muhammed Kesnizani tarafından kurulan “Tecemmu El-Vahde El-Vataniye” adlı partinin Telafer temsilcisi olmuştur. Ancak tarikat halifeliği ile parti temsilciliğinin uzlaşmayacağı konusunda tarikat içinde tartışma çıkınca, Ali Ferhatlı adlı Irak Ordusu’nda füze bataryası komutanı olan emekli bir albay Tecemmu El Vahde El Vataniye’nın Telafer temsilcisi olumuş, Ali Şaban tarikat halifeliği görevinde kalmıştır. Ancak Ali Ferhatlı iki ay sonra Tecemmu El-Vahde El-Vataniye’nin Musul temsilciliğine atanmıştır. Yerine ise tarikat ve parti ile ilgisi olmayan ancak Ali Ferhatlı gibi Irak Ordusu’nda füze bataryası komutanı olan emekli albay Muhammed Reşit getirilmiştir. Kesnizani tarikatının Amerikan işgalinin ilk günlerinde Telafer’deki en önemli hedefi Irak Türkmen Cephesi olmuştur. Irak Türkmen Cephesine sızmaya çalışan Kesnizani tarikatı taraftarları, özellikle Türkiye’den Telafer’e dönen Irak Türkmen Cephesi mensubu Türkmenlere karşı karalama kampanyası başlatmıştır. Kesnizani tarikatı, bu Türkmenlerle ilgili olarak Barzani’ye “Bunlar MİT’in adamı” duyurusunda bulunurken, Telafer’de de bu insanlarla ilgili olarak “İsrail ajanı” suçlaması yapmıştır. Kesnizani tarikatının 2014’te, özellikle Kerkük’te etkin olduğunu görüyoruz. Cemal Şen ile Irak Milli Türkmen Partisi’nde birlikte çalışıyorlar. Ancak Kesnizani tarikatı ile ilgili sürekli bilgi akışı sağlamak çok zor olduğundan bu tarikat ile ilgili yeni bilgiler elde etmek de oldukça güçtür. Burada kısaca verdiğim bilgileri, Ahmet Dinç’in “Babil’de Amerikan Tangosu-


Analiz Saddam’ı Deviren Amerikan Tangosu” adlı kitabının bir özeti olarak aktarmaya çalıştım.

kez orada duyduğumuz Kesnizani tarikatı ve bu tarikatın Saddam’ı nasıl ‘’devirdiği’’ ile ilgiliydi.

Saddam’ı Deviren Güdümlü Tarikat: Kesnizani

Kadiri tarikatının bir koluydu…

İhtilaller bile yıkamadı fakat bir tarikat çıktı ve… Babil diyarında iktidarı elinde tutanlara karşı ihtilaller hazırlamak, suikastlar ve muhtelif tertipler düzenlemek bin yılların değişmeyen geleneğiydi. Saddam zamanında da bu gelenek değişmedi. Ona karşı birçok suikast ve devrime teşebbüs olmuş ancak acımasız diktatör 33 yıllık iktidarı boyunca bunların hepsini atlatıp, faillerini de kanla bastırmayı başarmıştı. Fakat Saddam’ın çevresinde 1990’lı yıllardan itibaren başlayan ve 2000’lere girildiğinde hızlanan beklemediği ve alışagelmeyen bir ağ örülmeye başlanmıştı. Irak’ta birçok çarpıcı gerçekle karşılaşmıştık. Ancak bunların hiçbiri bizi, etrafında adeta bir efsane örülmüş, hakkında ne kadar çok şey bilinirse bilinsin daima gizli bir perdenin arkasında duran gizemli Kesnizani tarikatı hakkında anlatılanlar kadar etkilememiştir. Aslında Saddam gibi tarihe geçen bir diktatörün, Mezopotamya gibi gizemli, her köşesi mistisizm dolu bir diyarda bu durumdan ders çıkarmaması biraz garip bir durumdur. Saddam’ın 10 Nisan’da ‘’sır olmasıyla’’ birlikte işsiz kalan El Muhaberat’ın elemanları, subayları ve askerleri başta Bağdat olmak üzere Irak’ın büyük şehirlerinde işportacılık, taksicilik gibi işler yapmaya başlamış ve toplumsal statülerinin ani düşüşüyle büyük bir şoka uğramışlardır. Sadece Bağdat’ta işportacılık ve taksicilik yapan 70 bin eski asker ve istihbaratçı bulunmaktaydı. Özellikle Türkmen asker ve istihbaratçılardan oluşan bir bölüm Telafer, Kerkük, Musul ve çevre yörelerde bulunan evlerine geri dönmeyi ve işsizliğin ‘’tadını’’ çıkarmayı tercih etmişlerdi.Artık kaybedecek herhangi bir şeyleri ve devlet görevi kaygıları kalmadığından yaşadıkları, şahit oldukları hemen hemen her olayı ifşa ediyorlardı. Anlattıkları birçok çarpıcı Irak gerçekliği iddialarından biri de; adını ilk

Bir bakıma, Saddam’ın kader örgüleri, iktidara tek başına geldiği 1970’lerin başlarından itibaren örülmeye başlanmıştı. Hem kan ve şiddet üzerine kurulan diktatörlük düzeni, hem de onun sonunu getirecek organizasyon aynı anda ilerlemiştir. Saddam’ın en yakınındakileri kendine ‘’mürit’’ yapan bu tarikat, diktatörün her hareketini ve işini an be an tarikat şeyhinin oğlu Nehru’ya ulaştırmış, oradan da bilgiler MOSSAD ve CIA’ ya aktarmıştı. Kesnizani tarikatı, aslında vaktiyle Kadiri tarikatının bir kolu idi. Kesnizani, Süleymaniye civarında bir Kürt aşiretiydi. Aşiretin lideri olan kişi aynı zamanda Kadirî’nin bu kolunun başında bulunuyor, halife statüsü taşıyordu. Kürt kökenli Şeyh Abdülkerim Kesnizani, Kadirî şeyhinden el almış mütevazı bir tekke halife/ şeyhi olarak Süleymaniye civarındaki üssünde son nefesini verince, yerine oğlu Muhammed geçmişti. Kadirî tarikatının bir kolu olan Kesnizani tekkesinin ve belkide Irak’ın kaderi işte bu değişiklikten sonra başlamıştı. Tıpkı yakın bir bölgede, Erdebil’de, yüzyıllar önce Safevi tarikatının başına Şeyh/Şah Cüneyt’in geçmesiyle müritlerin tesbihi bırakıp, rahlenin başından kalkıp, kılıç ve kalkan tutmaya başlamaları gibi.

Safeviler’den Kesnizanilere… Kesnizani tarikatını, Safevi devletini kuran ünlü Safeviyye tarikatına benzetmek mümkündür. Nakşibendi Tarikatı’nın Erdebil kolu olan, Şeyh Safiyüddin Erdebili tarafından kurulan ve Şeyh/Şah Cüneyt’e gelene kadar ehli sünnet bir çizgide bulunan bu tarikat; İran, Osmanlı, Ortadoğu hatta dünya tarihini değiştirecek etkilerde bulunmuştur. Temel dış politikasını ‘’Batının fethi’’ üzerine kurmuş olan Osmanlı, Fatih’in tahta oturduğu sıralarda tarikatın başına geçen Şeyh/Şah Cüneyt’in doğuda epeyce “baş ağrıtmaya” başlamasıyla birlikte mecburen geriye dönmüşAralık’16 • 31


Analiz tür. Çaldıranla başlayan “Doğuda oyalanma süreci” bir asırdan fazla (kasr-ı şirin’e kadar) sürmüş ve Avrupa’nın belki de tamamen fethi böylece ihtimal dışı kalmıştır. Cüneyt’in başa geçmesiyle tesbihi ve Kur’an’ı bırakıp, kılıç ve kalkanı ellerine alan Safevi müritleri, “Şah’ın” kılavuzluğunda ilginç bir Sünnilikten Şiiliğe dönüş süreci yaşamıştır. Siyasallaşan ve Şii Safevi devletini kuran bu tarikat, Şia mezhebinin de dönüm noktası olmuş, belki de mezhebi, Haricilik gibi yok olmaktan kurtarmıştır.

Şeyh Kesnizani’nin kitabında kabala öğretileri! Kadirî tarikatının bir kolu olan Kesnizanilerin başına Şeyh Abdülkerim’in ve Şeyh Muhammed Kesnizani’nin geçmesiyle Safevi vakasına benzer neticeler doğurarak Irak’ta bir Kürt Yahudi devletinin kurulması, Osmanlıİran savaşları gibi asırlık mücadelelere kapı aralar mı, bilinmez. Ancak oğul Şeyh’in tarikata “bazı dönüşümler” getirdiği ve İsrail / MOSSAD/ CIA gibi ilginç bağlantılara sahip olduğu biliniyordu. Şeyh Muhammed o kadar giz(em)li biriydi ki basında çıkmış fotoğrafı bile yoktu. Hakkında bilinenler ise birkaç satırlık malumattan ibaretti. Kerkük’e bağlı Çamçamal kazasında doğmuştu. Saddam düşerken, Şeyh 60’lı yıllarını sürüyordu ama kesin yaşını bilen de yoktu. Bağdat Üniversitesi’nde İdare ve İktisat Fakültesi’ni okumuştu. Tarikat,

32 • Aralık’16

baba Şeyh Abdülkadir zamanında ve Şeyh Muhammed’in ilk dönemlerinde BAAS rejimine ve Saddam’a bağlılık görüntüsü taşıyor, hatta rejime eleman ve silah temininde rol oynuyordu. Muhtemelen Muhammed Kesnizani’nin ülkedeki etkinliğini ve kontrolden çıkma belirtileri göstermesini hesaba katan Saddam, 1980’li yıllarda Şeyh’e İçişleri Bakanlığı’nı teklif etmiş fakat o bu teklifi reddetmişti. Kesnizani’nin Gandi ve Nehru adında iki oğlu vardı. Muhtemelen Hindistan özgürlük hareketinin efsanevi liderlerinden etkilenmişti. Büyük oğlu Gandi, 1980’lerde meçhul ve karanlık bir cinayete kurban gitmişti.

MOSSAD & CIA devrede Tarikatın Kadirî’nin bünyesinden tam olarak ayrılması, MOSSAD / CIA ilişkilerinin kurulması, müridlere hahamların ders vermesi, Şeyh’in yazdığı yazılarda kabala gibi mistik Yahudi kaynaklarından alıntıların yer bulması gibi ‘’dönüşüm’’ işaretleri 1990’ların başında daha kesin ve keskin bir şekilde fark edilmeye başlanmıştı. Tarikatını kurduktan sonra erkânını da belirleyen Şeyh Muhammed Abdülkerim Kesnizani (Bu kelime Kürtçe’de ben hiçbir şey bilmiyorum anlamına geliyor), sadece Kürtlerden değil, Türkmenler dahil Irak’ın bütün İslamî renklerinden kendine müritler edinmeye başlamıştı. Kadirî geleneğinde kanlı bıçaklı cezbe halleri ve gösteriler kesinlikle hoş karşılanmazken Şeyh Muhammed yıllar yılı süren savaşların, kan ve şiddet içinde var olmaya çalışan Irak’ın atmosferine uyacak bir tören biçimi geliştirmiş, Cerrahi tarikatını andıran hatta onları geride bırakacak kanlı gösteriler ihdas etmişti. Olgunlaşma ve erme ancak kan ve acıya dayanmakla mümkündü. Törenlerde müritler karınlarına, başlarına ve vücutlarının daha başka yerlerine kılıç, hançer, kama, satır saplıyor; kurşun atıyor ya da boğazlarını kesiyorlardı. Şeyh veya halifelerinden biri ya da töreni yöneten kişi, yaralı yeri tükürüğüyle sıvazladıktan sonra mürit hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Fakat bu gösterilerde ölen mürit sayısı da azımsanacak gibi


Analiz değildi. Şeyh buna da bir açıklama bulmuş ve yeterli cezbe haline ulaşmadan saplanan silahların zarar verdiğine hükmetmişti.

Saddam’ın paşalarını mürit yaptı. Tarikatın bu kanlı gösterileri ülkede ilk olarak herkesten ziyade askerlerin ilgisini çekti. Zira erinden generaline kadar ırak askeri, yıllardır kanın ve ölümün içinde idi. Kafasına kama saplanan, böğrüne kılıç giren ve kurşun değip ölmeyen müritler askerlerin, tarikatın müdavimi ve müridi olmasına yol açmıştı. “Cephede bana bir şey olursa ölmemem için bunlara katılayım.” diye düşünen birçok generalin içinde bulunduğu askerler tarikata katılmıştı. Askerler arasında Kesnizanilik öylesine yaygınlaşmıştı ki; Genelkurmay Başkanı Mareşal Ayat Fetih El-Ravi, Hava Kuvvetleri Komutanı Mareşal Hamid Şaban, Umumi Askerî İstihbarat Başkanı Mareşal Vefik El-Samarayi de Şeyh Muhammed Kesnizani’nin ayağını öpüp mürit olmuşlardı. Devletin emniyet biriminin ve istihbarat birimi olan El Muhaberat’ın elemanları da aynı yolu izleyip, Şeyh’e hizmet etmeye başlamışlardı. Şeyh Muhammed Kesnizani’den Irak’ta “Saddam’ı yıkan adam.” diye bahsediliyordu ve göründüğü kadarıyla bu boşuna değildi. Sadece askerleri ve bürokratik kadroyu kendisine mürit yapmakla kalmayan Şeyh Kesnizani, Saddam’ın en yakınındaki isimleri de kendisine bağlamayı başarmıştı. Bunlar arasında Saddam’ın iki kardeşi Vatban ve Barzan, karısı Sacide Hayrullah ile oğlu Uday da vardı. Belki bunlardan en önemlisi, Saddam’dan sonra devletin ikinci adamı konumundaki İbrahim İzzet El-Dur’inin Şeyh’e bağlanmış olmasıydı. Duri’nin özelliği, terör örgütleriyle, tarikatlarla ve her türlü karanlık, çetrefilli işler yapan çevrelerle ilişkiden sorumlu kişi olması ve Saddam’ın bütün bu yapılanmalarla ilişkisini kurup yürütmesiydi. İsrail, Birinci Körfez Savaşı’ndan hemen sonra Kesnizanilerle irtibata geçerek ilişkiyi geliştirmiş ve ilerleyen dönemlerde birçok konuda sınırsız destek vermeye başlamıştı. Öyle

ki, devletin kritik bir noktasında bulunan ve tarikata girmek istemeyen kimseler, İsrail’in tarikata akıttığı paralarla ikna ediliyor ve böylece doğal yolların yanı sıra parayla da mürit satın alınabiliyordu. “Destekler” tabi ki karşılıklı olacaktı; Şeyh Muhammed de istihbaratçı müritlerinden, Saddam’ın yakın çevresinden, devletin üst katlarından aldığı bilgileri oğlu Nehru aracılığıyla MOSSAD’a iletiyordu. Nehru tarikatın İsrail ve Amerika’yla ilişkilerden sorumlu veliahdıydı. Tanıyanların iddiasına göre Nehru’nun din ve diyanetle pek ilgisi olduğu da söylenemezdi.

Saddam fark etti fakat çok geç kalmıştı. Denilen o ki; Saddam, etrafında örülen ağın fakına ancak saltanatın son bir -iki ayı içinde varabilmişti. Bunun üzerine karısı dâhil birçok kimseyi çevresinden uzaklaştırmış veya cezalandırmaya karar vermişti. Fakat her şey için çok geç kalmıştı. Zira gerek Saddam’ın çevresinde, gerekse devlette ne olup bittiği, Kesnizani Şeyhi aracılığıyla an be an MOSSAD ve CIA’ya gidiyor ve Saddam’ın her hareketi izleniyordu. Savaşta özellikle Bağdat ve çevresinde Amerikan güçlerine hiç direniş gösterilmeyişini, Şeyh’in emrindeki generallere bağlayanlar da vardı. Güneyde yani Basra civarında yoğun direniş gösterilmesi ise, bölgenin Şii olması dolayısıyla, tarikatın oradaki halka ve askerlere nüfuz edemeyişi gerekçesine dayandırılıyordu. Aralık’16 • 33


Gündem

H

ayalimdeki ülkenin Başbakanı Davutoğlu’ ydu, ama ‘hayalimdeki ülkenin.” “Bütün dünya buna inansa, bir inansa, hayat bayram olsaaaa, insanlar el ele tutuşsaa kardeş olsaa… nını nı nı nı….” diye devam eden Alice harikalar diyarı düşümü birden Yasin Börü’nün yakılmış cesedi bölüyor. Burası neresi? Norveç mi? Hayır, burası “Her ne pahasına olursa olsun barış!” cümlesini en ufak boşlukta bile birbirlerinin gırtlaklarına çökerek çiğneyecek toplumsal kesimlerin bolca bulunduğu bir coğrafya. Kavga var kavga! Bu ülkede masaya oturduğumuz kesimler, hedeflerine ulaşma pahasına en vahşi yöntemleri uygulamaktan kaçınmayacak çocuklarımızın katilleri, öyle değil mi? İlk önce bunu hatırlayalım; burası neresi; Türkiye. Yani içerisinde 15 milyon Kürt’ün açık-seçik Ortadoğu’da oluşturulacak bir tampon bölge için sürekli manipüle edildiği ve Almanya’sından ABD’sine Rusya’sından İran’ına kadar teknik ve entelektüel finansmanının sağlandığı bir ülke. İçerisinde 5 milyon Alevi’nin doğrudan AB tarafından ülkeye zırt-pırt müdahale aracı olarak görüldüğü; resmi 18, gayri resmi 15 civarı sol örgütün her ay devrim yapmaya çalıştığı; Soros destekli Açık Toplum Vakfı’nın taa Allah’ın Kahraman Maraş’ından tut da Artvin’ine kadar dernekler açıp, milyonlarca doları her bahar yeni bir kalkışma için fonladığı, sonra da “Arkasında

34 • Aralık’16

biz vardık ha!” diye dişlerini gıcırdattığı bir ülke. ABD’ye bağırdığın zaman veya “Acaba bizim sınırda neler oluyor bi bakayım bakalım.” diye bölgeye burnunu soktuğun vakit metropollerinde PK.. pardon TAK bombalarının patladığı, terör örgütünün siyasi temsilcilerinin “Al yine bomba patladı, önleyemediniz, hükümet istifa!” diye insanlarla alay ettiği, parasını kim verirse onun fahişeliğini yapan bir örgütün olduğu bir ülke. Burası, “Yeter ki Tayyip gitsin, …” parolasıyla aynı anda birbirlerine teorik olarak can düşmanı ama pratikte kol kola hep beraber aynı cepheye saldıran örgütlerin ülkesi. Aa bir de FETÖ var, düşünebiliyor musunuz, burası aynı zamanda Cumhurbaşkanı’nın altı yaverinden beşinin halkına ateş edenlerin yanında olduğu, devletin bütün sırlarını “güneydeki sevdiği” ülkelere veya Batı ülkelerine servis eden, ordusunun neredeyse üçte ikisinin içinde olduğu bir örgütün kavga alanı. Burası, “İran ile Türkiye savaşsa, İran’ın safında olurum” diyen yabancı istihbaratlar tarafından fonlanan parlamenterlerin ülkesi, ya da burası ana muhalefet partisinin ABD konsolosluğundan düzenli brifing aldığı, hani şu günlük yapılan basın açıklamasındaki ABD’li yetkilileri dinleyip demeç veren muhalefetin ülkesi. Burası, Batının manevi ajanları ile dolu üniversite öğretim görevlileri ve akademisyenlerinin Roma senatörü edasında giyinip


Gündem “hökümet istifa” derslerini işledikleri, “Diiireeeneee direeenneeee kaaazzzaaanaacaağğğııızz!” sloganını o kulak tırmalayıcı desibelle kıvırcık saçlı, çirkef solcu kızdan dinlemek zorunda olduğumuz bir ülke. Dersliklerinde okuduğu iki post modernist teoriden mülhem demeçler verip, karşısında garip Anadolu çocuklarını çakma Fransız aydını modunda hidayete eriştirmek isteyen, “genel ahlaksız” akademisyenlerin her gün ava çıkar gibi derse girdiği bir ülke (bknz. Boğaziçi Ü.) Burası Türkiye, yani her Kemalistin hani şu meşhur Muazzez Aksoy müziğiyle “Ata’nın verdiği ilkelerle coşalım, onun gösterdiği hedeflere koşalııımmmmm.” diye darbe düşleri kurduğu, yargısının ve ordusunun yukarı tükürsen bıyık aşağı tükürsen sakal misali Kemalistler ve FETÖ’cüler arasında bölüşüldüğü, emniyetinin istihbaratına operasyon yaptığı, pilotlarının kendi meclislerini bombaladığı bir ülke. Burası aynı zamanda, “Beraber iyi salladık!” ittifakının olduğu kadar hükümet devirip hükümet kuran, kadın vücudunun teşhir edildiği yüz bin tirajlık sayfalarında “Masada ben de varım.” diyerek fil oynatan medya sahiplerinin ülkesi. Burası gazetelerin açıkça terör örgütü propagandası yaptığı; Erdoğan karşıtı bloğun marifetinin aynı anda liberal, darbeci, sosyalist, antikapitalist müslüman, ateist, HDP’li, İrancı, ulusalcı, ibne olabilmek olduğu bir ülke. Burası, “Yasin Börü IŞID’cı mıydı? Ama Berkin Elvan ekmek almaya gidiyordu!” diye küçücük çocukların cansız bedenlerini iğrenç sofralarına meze yapan haber bültenlerinin ülkesi ya da pardon “Seni bunla asacağız!” diye ülkenin Cumhurbaşkanı’na urgan sallayan çete örgütlerinin düşüncebasın özgürlüğünden dem vurdukları bir ülke. Bir taraftan da burası, teolojik kavgadan rant koparıp birbirlerini tü kaka diye ispiyonlayan, ilmi diye niteledikleri tartışmaları sidik yarışından öteye geçmeyen, “Benim hocam senin hocanı döver.” minvalindeki at pazarı münakaşalarının membaı olan, varlık-

ları diğerlerinin yokluğunu bağlı, tekfir hazzıyla mensuplarını diri tutan cemaatler ve STK’lar cenneti. Aynı zamanda kraldan çok kralcının yandaş rolü kaptığı, hedef gösterdiği, tıpkı dün sövdükleri falancalar gibi şaraplarını boğaza karşı yudumlarken “yalılarından” muhtıra ile başbakan deviren post Kemalist, Erdoğan’a düşmanlarından daha çok zarar veren, parayı bas satın al, güce göre konum alan tetikçi, yardakçı reisist trol ve troliçelerin ülkesi. Burası, “Yiyelim içelim kam alalım dünyadan.” minvalindeki darbe gecesi marketlerde kuyruğa giren, birkaç ay sonra ise “bağımsızlık” adına Cumhuriyet Bayramı’nı kutlayan kesimle, özgürlüğü için canından vaz geçen çobanların oylarının bir olduğu bir ülke. Burası, Antep’in, Diyarbakır’ın, Mardin’in kaderinin Halep, Rakka ve Musul’a bağlı olduğu bir ülke. ABD’nin, kendisinin yerine Musul’u vermek için İran’ı tercih edecek kadar tehlikeli gördüğü bir ülke aynı zamanda. Karşısında İran’ın mezhep kamuflajlı Şii hilaline karşı “Ben şii, sünni değilim, Müslümanım” diye vahdetçi saiklerle ahlaklı politika üretmeye çalışan bir ülke. Rusya’nın güneyinde kalıcı askeri üs kurduğu, ABD’nin doğrudan Kuzey Suriye’yi PYD’ye teslim ettiği, İran’ın Ortadoğu’da şii altıgenini oluşturmasına ramak kalmış ve bütün bu gelişmelerin varlığını tehdit ettiği bir ülke. Her gün lideri hakkında dış medyanın “dictator” manşetleri attığı, AB’li parlamenterlerin “kırmızı çizgiyi aştınız, höss” diye brifing verdikleri bir ülke. Bölgede yarısı yok hükmünde diğer yarısı da yarın nasıl tavır alacakları kestirilemeyen Nahda, İhvan, Hamas, KIBY, Katar ve S. Arabistan’dan başka müttefikinin olmadığı, kendi diplomatlarının kendi ülkeleri aleyhinde lobi faaliyeti yaptığı bir ülke. Burası, her gün tek elden çıkmış gibi analiz kasan Batılı gazetelerin, hakkında “endişeliyiz” ifadelerini sık kulOsman Turhan landığı bir ülke. Aralık’16 • 35


Terör listesine aldığı her zanlıya kucak açıp, vatandaşlık veren “stratejik ortaklarının” bol olduğu bil ülke. Burası aynı zamanda mazlumun, garibin kendisine güvenle sığındığı, milyonlarca mülteciye kucak açan bir ülke. Seçim vakti, siyah tenli ak gönüllü Somali’lilerin hep birlikte “Allah’ım zafer ihsan eyle!” diye dua ettikleri, Sri Lanka’nın dağındaki bir köylünün gördüğü Türk’e “Bana Erdoğan’dan haber ver!” dediği bir ülke. “Daha ne zamana kadar mücadele edebilirsiniz ki?” diye sorulduğunda “Atalarımız bize, direnin, Osmanlı gelecek dediler” diyen Moralı Müslümanların kendisini beklediği ülke. Burası, Doğu Türkistanlı Müslümanları, milyon dolarlık fidyelerle ülkesine getirip yerleştiren, ümmetin kayıp evladı diyerek Arakanlı Müslümanlara “esselamun aleyküm” diye haykıran başbakanların olduğu bir ülke. Hakkında Boşnakların “Bosnalı Sırpların Sırbistanı, Bosnalı Hırvatların Hırvatistanı, Boşnaklarınsa Türkiyesi var” dedikleri bir ülke. Burası “Bu köprüyü yıksınlar bir daha yaparız.” diye Müslüman beldeleri ihya eden devlet kurumlarının olduğu bir ülke. Bin yıldır işitilmemiş o muhteşem “Benim için Şiilik Sünnilik yok, yalnız İslam var” cümlesini politik kaygıların önüne geçirip çocuklarının katillerinin yüzüne, ideallerini onlar gibi mezheplerine meze yapmayacağını haykıran liderlerin olduğu bir ülke. Burası, başkası güler geçer ama gerçekten kavgayı görebiliyorsan, son kale. Burası bizim umudumuzun adı. Şimdi lütfen yaşanan bunca güncel gelişmeyi Polyannacılık taslayarak değerlendirme biçiminden vaz geçelim. Burası Norveç değil, burası “burası” diye başlayan yukarıdaki cümlelerden kitap çıkacak kadar unsurların olduğu bir ülke, ve burada bir kavga var. Güçlüyken Drakula kesilenlerin zor zamanda cici beyaz atlı prens rolünü benimsemeleri gözümüzü 36 • Aralık’16

hayliyle boyamış vaziyette. Bir ülkenin geleceği için bedel ödememiş bir kesimin o ülkenin kaderi üzerine söz söyleme hakkı olabilir mi? İçimden vicdanına güvendiğim bir ses savaş düşmana benzediğimizde kaybedilir diyor, evet işte bu da bizim zorluğumuz; yani yapamayacağı hiçbir şey olmayanlarla yapamayacağımız şeyler olarak mücadele etmek, yani ahlaklı politika gütmek. Fırsat bulduğu ilk boşlukta bu ülkenin ortak çıkar ve hukukuna ihanet eden kesimler için “Ya boyun eğersin ya boyun verirsin.” düsturu bana kalırsa en adil seçenektir. Bu dile getirildiği zaman, “Haklı gerekçelerin dahi olsa gücü ele geçirince o da sana aynısını yapmayacak mı?” diye itiraz eden kesimlerin çıkmazını anlayamıyorum, o da şu; bu topraklarda İslam’ı siyasal bir gaye olarak görmenin bedelini müslümanlar zaten iki yüz yıldan beridir fazlasıyla ödedi, ödemiyor mu? Bugün İslama dair siyasi bütün emellerimizden vaz geçsek dahi çoluk çocuk demeden nasıl bir kıyım yapacaklarını az çok kestiremiyor muyuz? Savaş meydanında tereddüt etmek ancak bizi daha fazla mağlup yapar, sadece sürekli ahlaklı olmak ve düşmana benzememek için yaptığımız özeleştiri ve tereddütle bunun dışında. Erdoğan bir rüya görüyor, bütün bu olayları sıradan bir kavganın ürününden daha fazlası olarak görmek içinse onun rüyasını paylaşmalı. Ben bütün bir İslam milleti üzerine Erdoğan’ın gördüğü rüyayı, zalimin burnunu sürtüp mazlumlarla kucaklaştığımız, kafirin karşısında bacak bacak üstüne atarken garibin karşısında mahcubiyetten ayaklarımızı toplayacağımız; doğusundan batısına üzerinde Allah’ı anmanın hürriyet ve adalete tekabül ettiği torunlarıma bırakacağım bir yurdun rüyasını görüyorum. Rüyamda güneş ve ayın ve on iki yıldızın bize boyun eğdiğini, süt ve bal akan toprakların Fas’tan Mora’ya değin bize vaat edildiğini görüyorum.


Gündem

SİYASİ BİR KURUM OLARAK

DEVLET Ali Tarık PARLAKIŞIK

I

D

evlet olgusundan bahis açacak isek eğer, ciddi ve de ciddi olmasına binaen fikir gerektiren bir durumun içerisinde olduğumuzu bilmeliyiz. Biz Müslümanız ve yaptığımız tahliller de Müslüman oluşumuz ile mutabık bir halde olmak zorundadır. Ed-Din, ideoloji, şuur, fikir, ilim... Sarmal içinde sarmal, zincir içinde zincir ve fikir içinde fikir... Ve de fikir üstü fikir! Siyaset, yönetim, idare kelimeleri birbirine yakın kelimelerdir, mutabakat halindedir. Siyaset; yönetmek, hükümranlık altına almak gibi manalara gelmektedir. Ve tabii ki burada değinmemiz gereken bir kavram da adalet kavramıdır. Mana itibariyle bir olgunun, bir nosyonun, bir mananın, bir şeyin olması gerektiği mevkide, seviyede, konumda, yerde olmasıdır. El-Adl/adalet, İslami mukavelelerde en temel alamet-i farikadır. Siyaset için de böyledir. Siyasetin, devlet idaresinin İslam fıkhındaki yeri “es-Siyaset’üş-Şer’iyye”dir. Şer’i ahkamın tatbiki mevzuu, siyaset felsefesinin odak mevzuudur. Hz. Muhammed tebliğine başladığı andan itibaren, Mekke’de ibadetlerini rahatça yapabileceği bir atmosfer aramadı. Hz. Muhammed, hükmün Allah’a

aidiyetinin tasdik davasını güttü. Medine’ye hicret etti ve zamanı gelince tekrar Mekke’ye döndü. Medine’ye hicretinden Mekke’ye dönüşüne kadarki zamanı, İslami siyaset kavgasıyla geçti. Hakimiyetin emri Allah’a aittir, otoriteyi ümmet temsil eder, halifeye yetkiler devredilir, halife ümmetin rızası ile seçilir, halifenin yerine geçecek olanlar Müslümanların biatı bile belirlenir. Adalet gibi İslami devlet telakkisinde esaslı bir mevzu da şuradır ki istişare, danışma, şura İslami çalışmanın en temel umdesidir. Allah, Yusuf Suresi’nin 40. ayetinde şöyle bildirir: “Allah’ı bir yana bırakarak taptığınız düzmece ilahlar, ya sizin ya da atalarınızın taktığı birtakım boş, içeriksiz adlardan başka bir şey değildirler. Allah onlara hiçbir güç vermiş değildir. Egemenlik sadece Allah’ın tekelindedir. O yalnız kendisine kulluk sunmanızı emretmiştir Dosdoğru din, işte budur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmiyor.” Allah, Maide Suresi’nin 50. ayetinde şöyle bildirir: “Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü Allah’tan daha güzel olan kimdir?” Allah, Al-i İmran Suresi’nin 83. ayetinde şöyle bildirir: Aralık’16 • 37


Gündem “Yoksa onlar Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde bulunanların tümü ister istemez O’na teslim olmuşlardır ve O’nun huzuruna döndürüleceklerdir.”

II Devlet, doğası itibariyle bulunduğu topraklar üzerinde idari işlemlerin faalliğini devam ettirme gibi bir vazife ile mündemiçtir. Modern siyaset biliminin literatürü ile ifade edersek, yönetimin dahi her alanından ilgili siyasi bir erktir devlet. Devletin ‘gözü’, üzerinde bulunduğu topraklar ile hudut bulamaz. Halk gibi ‘içtimai bir kuvvet’in sorumluluğu ise devlet için çapı üst düzey bir vakıadır. Siyasetin müşahhas bir saha ve misal olarak görünüme kavuştuğu devlet, iktidar, iktidar mücadelesi, varsa seçimler, yatırımlar, yaptırımlar gibi olay ve olgular; siyasi ve siyasi olmasının da temeli olarak fikri bir ‘göz’ gerektiriyor. Eskilerin tabiriyle “istitrad” yani metnin içindeki bağlantı(sız) bir bölüm şeklindeki arasöz olarak şunu ifade edelim; Andrew Heywood, siyaseti umumi olarak; a) hükümet etme sanatı olarak siyaset b) uzlaşma ve mutabakat zemini olarak siyaset c) kamusal işler olarak siyaset d) iktidar mücadelesi ve kaynakların dağıtımı olarak siyaset e) değerlerin iktidar eliyle taşınması olarak siyaset, şeklinde tasnif eder.

Os

ma

38 • Aralık’16

nT urh

an

III Devlet ve iktidar ile olan ilişkimiz (başarımız bir yana) İslami kimliğimize yakışır ve İslami kimliğimizin kaldıracağı şekilde olmalıdır. Devletin resmi ideolojisi, kanunları, yasaları, Müslümanlara karşı tavrı, duruşu ve daha da mühimi İslami kimliğin nazarındaki durumu bellidir. Aynı şekilde mevcut iktidarın da icraatları ve İslami kimlik nazarındaki durumu bellidir. Müslüman, akidesinden ötürü bütün bir hayatı boyunca siyaset ile meşguldür. Müslümanın akidesi; siyasi buudu, siyasi fikri olmayan bir şahsiyeti kabul etmez. İktidar bağlamında kazanımlarımızın korunması, muhafazası en baş meselelerimizdendir. (Şimdilik kaybettiklerimiz sözün haricinde kalsın.) Kazanımlarımız, mevcut politik an ile ilgilidir. Kazanımlarımız mutlaklaştırılamazlar, ilke haline getirilemez. Kazanımlarımız bir vakıadır lakin ilkeler de kendi içinde çok farklı bir vakıadır. İlkelerin mücadelesi hiçbir zaman bitmez. Ve ilkeler belirleyicidir. İlkeler hayat boyu bir mücadeleyi gerektirir. İlkeler için mücadele zaferin akabinde dahi devam eder. Dolayısıyla kazanımın, mücadele içindeki/sırasındaki bir uğrak yer olduğunu unutmamak lazım gelir. Hz. Muhammed’in inkılapçı mücadelesi ise mücadele fıkhı için yegane misal olup, İslam’ın kendine has siyaseti ve mücadelesi olduğundan dolayı bizler için ‘fıkıh’ ve ‘fıkhediş’in de hususi tavır ve tutumları vardır. ‘Tağut’un konumu ile mücadele sırasındaki merhaleler, aşamalar, inişler, çıkışlar, kazanımlar, stratejiler, öz eleştiriler, muhasebeler, murakabeler,


Gündem muahezeler, maslahatlar mücadelenin seyri için tefrik olmaz bir cüz olmasına rağmen, mücadele sürecinde ana konuma gelemezler. Mamafih mücadele sürecinin içerisinde konum değerlendirmesi ve tahlil olmazsa olmazdır; zira mücadelenin devam eden süreci içerisinde bulunulan noktanın tahlili bize değer yargılarımızla birlikte nasıl devam edeceğimizi, ne yapacağımızı gösterir.

IV 15 Temmuz darbe girişimi bağlamında değinirsek… Uzun zamandan beri kendini Müslümanlardan soyutlayıp, tecrit eden bir yapının, devletin resmi ideolojisi olan Kemalizmin açtığı fırsatlar eşliğinde ve bu fırsatların getirdiği sürecin sonunda tertiplediği darbe girişiminin gayri insani bildirisi dahi, Kemalist ögeler ihtiva etmekte ve Türkiye’nin komşu ülkeleriyle ilişkisine yönelik menfi bir nazarı barındırmakta ve Türkiye’nin, Batı’nın uşağı bir yapıda olmasını arzu eden bir hegemonik zihniyet ihtiva etmekte... Anadolu halkı da bu adi darbe girişimini bayrağına, namusuna, dinine ve şahsiyetine karşı yapılmış bir darbe girişimi olarak okumakta. Türkiye’deki seküler, Batıcı ve elitist her nevi ideolojik yuvalanma ise şüphesiz ve de şüphesizliği de su gibi berrak bir şekilde, darbe girişimin yanında yer almış ve tabii bir halde de bunlar Müslüman halkı düşman bellemişlerdir. Öne sürülen ifrazat gibi son derece tefessüh etmiş zihnin ürünü kelime ve sözler, sözün namusunu hiçe sayan bir formda. Şüphe etmeden karşı durulması gereken şahsiyetsizlik timsali bu Yunan telakkili yapı ve girişim ise kafasında yumruk patlamasından başka bir şeye müstehak olmamanın gerçekliğini yaşıyor. Yumruğu bugün vuran halktır! Buna layık olmanın sınavını verecek olan ise AK Parti iktidarıdır. Tarih şahittir. Yine tarih şahittir ki yarın da yumruğu vuracak olan halktır!

V Emevilerin başından itibaren, İslami devlet telakkisini bozucu bir unsur olarak gündemimize giren saltanat bir yana... İçinden geçtiğimiz süreç yeni bir devlet telakkisi, yeni bir siyaset havsalası, yeni bir hükmetme ameliyesidir; yeni bir çağın doğumuna hasrettir. Sadece hasret mi? Aynı zamanda hamiledir! “Allah, selamet yurduna çağırıyor ve dilediğini de doğru yola hidayet ediyor.” (Yunus/25) “Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab (Kur’ân)ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma. Biz, her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir. Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet. Onların keyiflerine uyma. Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın. Eğer Allah’ın hükmünden yüz çevirirlerse, bil ki Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratmak istiyor. Muhakkak ki insanların çoğu yoldan çıkanlardır.” (Maide/48-49) Anadolu’nun muhiti ve dostlarımızın, düşmanlarımızın bir beklenti içerisinde bulundukları bir demdeyiz.... Bizim üzerimize düşen vazifelerden belki de en mühimi, fikri düzlemde bir tezin maliki olarak tezimizi ortaya koymak, tezimizi öne sürerek yumruğumuzu gerekli idarenin düşmanlarının suratında patlatmaktır. ‘Bizim’ olan bu topraklar bir Latin Amerika toprağı olmadığı gibi bir sahil boyu da değildir. Bir sorumluluğu, bir vazifeyi üzerinde taşıyan topraklardır. Gereken idare de kof bir idare değil, bilakis idareye ismi ile müsemma olacak bir idaredir. Ümmetin bizden beklediği, gözlediği budur. ‘Bizim’ de yapmamız gereken budur. Aralık’16 • 39


Tarih

Yazı Dizisi

Dünya’da ve Türkiye’de Ekonomik Buhranlar-2 Tunahan ELMAS

Kıbrıs Çıkarması ve Ekonomik Ambargo

27

Mayıs sonrası askeri vesayetin gölgesinde geçen yıllarda Türkiye ekonomik olarak pek parlak durumda değildi. I. Koalisyonlar döneminin Adalet Partisinin iktidara gelişiyle son bulmasının ardından ekonomide rahat bir nefes alan ülke, AP iktidarının ilk yıllarında planlanan ekonomik büyüme rakamlarına ulaşabiliyordu. Ancak sosyal çalkantıların, sokak olaylarının ve askeri vesayetin yoğun bir şekilde baskı altına aldığı iktidarın ekonomide yürüttüğü başarılı politika kısa sürecek ve 1969’da ülke bir ekonomik krizle karşılacak, 1 Amerikan doları 15 Türk lirası olacaktı. Yaşanan ekonomik krize rağmen 1969’da tekrar tek başına iktidar olan Adalet Partisi 1971 yılında muhtırayla devrilecek ve ülke 1973 seçimlerine kadar geçen 2 senede askerlerin denetimindeki sıkıyönetimde teknokrat hükümetlerle idare edilecekti. 73 seçimleriyle birlikte CHP’nin genç genel başkanı Bülent Ecevit 1. Parti olarak girdiği mecliste Erbakan’ın MSP’siyle birlikte tarihe karpuz hükümeti olarak geçecek CHP-MSP koalisyonunu kuracaktı. Tam bu dönemde Kıbrıs’ta Türklere karşı uygulanan katliamlarının sonunda Türkiye 1959 Londra anlaşmasının kendisine verdiği garantör-

40 • Aralık’16

lük yetkisine dayanarak Adaya çıkarma yapacaktı. Türkiye’nin Kıbrıs’a yaptığı çıkarma dünya kamuoyunun gündemine oturacaktı. Türk müdahalesine karşı çıkan Batı’nın başlattığı üstü örtülü ambargoysa ülkede büyük çapta bir krize dönüşecekti. 1974’te petrol fiyatlarının patlayarak 4 katına çıkması Türkiye ekonomisini olumsuz etkilemişti. Aynı yıl Kıbrıs Barış Harekatı ile birlikte batılı ülkelerin üstü örtülü ekonomik ambargosu başladı. Bütün dünya petrol tasarrufuna yönelirken Türkiye petrole sübvansiyon vererek tüketimi patlattı. Dış ticaret açığı


769 milyon dolardan 2.3 milyar dolara fırladı. Bütçe 303 milyon dolar açık verdi. Dış Ticaret Açığı 769 milyon dolardan 2,3 milyar dolara fırlamıştı. Bu olumsuz faktörler nedeniyle turizm gelirleri de azaldı. Türkiye’nin bütçe açığı rekor büyümeyle 303 milyon dolar oldu. Türkiye Ekonomik Krize girmişti. Hükümet bir döviz darboğazına girdi. Bu darboğazı aşmak için dışarıdan yüksek faizli borçlar alındı. Bu borçların alınması teşvik edildi. 1974 krizi 1980’ler boyunca kendini zaman zaman hissettirecek, daha sonra gelen hükümetlerin hiçbiri tam anlamıyla buna çözüm bulamayacaktı. Günü kurtarmaya yönelik yapılan hamleler ülkedeki ekonomik darboğazı daha da derinleştirecekti. 1980 yılına gelindiğinde ülkede artan anarşi ve yoksulluğa cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte siyasi istikrarsızlığın ne denli içinden çıkılmaz bir hale geldiğinin görülmesi de eklendi. Ülkede gaz, şeker, ekmek kuyrukları alıp başını giderken, karaborsacılık her geçen gün artıyordu. Kendi aralarındaki rekabetin içinde kaybolan siyasiler yaklaşan sonu görmüyor, belki de görmek istemiyor, ülke son sürat giden bir tren gibi uçuruma doğru hızla yaklaşıyordu.

1980 Krizi, 24 Ocak Kararları ve Türk Ekonomisinde ÖZAL’lı Yıllar OPEC ülkelerinin petrol fiyatlarını %150 artırması ekonomiyi tümden yıktı. OPEC üyeleri petrol fiyatını 1979 ve 1980’de ikinci kez yüzde 150 oranında artırdı. Bu şok Türkiye’de işsizliği yüzde 20’lere fırlattı. Enflasyon yüzde 63.9’a yükseldi. Pek çok temel tüketim maddesi karaborsaya düştü. Benzin, tüp, ampul bulunamıyordu. Hükümet ekonomiyi yeniden işler hale getirmek için 24 Ocak Ekonomik İstikrar Tedbirleri, bilinen adıyla “24 Ocak Kararları”nı yürürlüğe koydu. Bu tedbir paketi genel iti-

43.HÜKÜMET 1979-1980-09-12 SÜLEYMAN DEMİREL

Tarih

bariyle devletin ekonomiye müdahalesinin asgariye indirilmesini, rekabeti engelleyici müdahalelerin önlenmesini ve ekonominin uluslararası piyasalarla bütünleşmesini amaçlıyordu. Buna göre Enflasyon aşağıya indirilecek, dış ticaret açığı ihracat artırılarak kapatılacak, büyüme hızı yükseltilecek ve piyasa ekonomisine önem verilecekti. 24 Ocak kararları belli ölçüde etkisini göstermeye başlayınca, tedbir paketini hazırlayan Turgut Özal, 12 Eylül darbesi sonrası kurulacak hükümette Ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak ekonominin başına getirilecekti. 24 Ocak kararlarında amaçladığı ülkeyi dış dünyaya açarak serbest piyasaya geçişi sağlamayı amaçlayan Turgut Özal 1983 seçimleri sonrası Başbakan olduktan sonra da bu kararları ana ölçüde yürütmeye devam etti. Başbakan olduktan sonra ülkenin kabuğunu kıracak Turgut Özal başlangıçta IMF ile Stand-By anlaşması imzaladı. Anlaşmaya göre, ihracata teşvik verilecek, kamu harcamaları kısılacak, TL yüksek oranda devalüe edilecekti. Bütçe açığı kısılacak, yabancı sermaye girişi sağlanacak, KİT’lere ürünlerine zam yetkisi verilecekti. Bu uygulamalar sonucunda ihracatın GSMH’deki payı %11’e çıkartılmıştır. Enflasyon aşağı çekilmiş, siyasetteki rahatlamayla beraber ülkede bir rahatlık meydana gelmiştir. Aralık’16 • 41


Tarih Özal ülkenin kendi içine kapanık halinden kurtulması yolunda önemli adımlar atacaktı. 1987 referandumuyla ülke siyasetinin ağır topları Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş’in yasakları kalktı ve ANAP iktidarının sallanmasıyla Özal tek başına iktidarı mevcut koşullarda alamayacağını bildiği için Köşk’e çıkmak zorunda kaldı. Özal’ın olmadığı ANAP’sa Demirel, Erbakan, Türkeş gibi sağ siyasetin kurtlarına karşı çok fazla direnemeden 1991 seçimlerinde iktidarı devretti. 1991 seçimleriyle birlikte ülke bir kez daha koalisyonlar ve krizler dönemine giriyordu…

5 Nisan Krizi Turgut Özal’la atılım yapan ülke ekonomisinin bu durumu pek uzun sürmedi. III. Koalisyonlar döneminin başlamasıyla birlikte ülkenin makus talihi bir defa daha tekerrür ediyordu. Özal’ın ani ölümü sonrası Cumhurbaşkanlığına Süleyman Demirel’in çıkmasıyla, ülke tarihinin ilk kadın Başbakanı olarak Tansu Çiller siyasetin iki numarası olacaktı. Erdal İnönü’yle kısa bir koalisyon ortaklığı yaptıktan sonra, Çiller’e koalisyon yapacak yeni partner ise SHP’nin genç genel başkanı Murat Karayalçın olacaktı. Siyasette yeteri kadar tecrübe sahibi olmayan iki ismin ortaklığında yürüyen DYP-SHP ittifakı 1994 yılında büyük bir ekonomik krizle yüzleşmek zorunda kalacaktı.

Ülke ekonomisindeki kötü gidişi durdurmaya yönelik 5 nisan 1994’te hükümet dengeleri yeniden kurmak amacıyla yeni kararlılık önlemleri paketini ilan etti. Dövize olan akını kesmek ve kısa dönemli kamu borçlarını ödeyebilmek için mayıs 1994 tarihinde %400 faizli borçlanma kağıtlarını piyasaya sürmek zorunda kaldı. Dengeleri düzeltmeden yapay yolla faiz oranlarını düşürme çabası faiz oranlarında çok daha yüksek oranda bir sıçramaya neden olacaktı. Koalisyon ortağı Tansu Çiller önlemleri tek tek açıklarken yanında bulunan Başbakan Yardımcısı Karayalçın birçok fabrikanın özelleştirilmesini toplantı sırasında öğreniyordu. Çiller önlemleri sıraladıkça, Murat Karayalçın’ın yaşadığı şaşkınlık yüzünden okunuyordu. Krizin sonunda ücretlerin düşürülmesi, işsizlikte büyük bir artışa sebep olmuş, dolarda yapılan devalüasyonla birçok esnaf batmıştır. Ülkede üç basamaklı enflasyon dönemi açılmış ve ekonomik bunalım 90’lar boyunca bir şekilde devam etmiştir.

Son Çöküş; 2001 Krizi 90’lar her anlamıyla istikrarsızlık yılları olmuş, ülke bu dönemde en karanlık yıllarını yaşamıştı. 2000lere doğru gider42 • Aralık’16


Tarih ken ekonomik olarak zaten kötü durumda olan ülke 98 Asya krizi ve 99 Rusya krizinden de nasibini alacaktı. Ülkedeki Uzakdoğulu şirketlerin bir bir ülkeyi terk etmesi ekonomiyi kötü yönde etkilemişti. Rusya’daki krizse ülkenin en önemli gelir kalemlerinden biri olan turizm sektörünü vuracaktı. 1999’un Ağustos ayında yaşanan depremse ülkenin can damarı olarak görülen Marmara bölgesini vuracak, zaten kötü olan durumu iyice içinden çıkılamayacak noktaya götürecekti. Siyasetteki durumun pek parlak olmadığı, 28 Şubat vesayetinin ülkenin tepesine çöktüğü yıllarda Türkiye içinde bulunduğu durumdan çıkışı yine bir dibe vurmuşlukta bulacaktı. Kasım 2000’de başlayan ekonomik krizi 7.5 milyar dolarlık IMF ek kredisiyle bir şekilde püskürten Türkiye kısa süre geçmeden büyük bir ekonomik krizle karşı karşıya kalacaktı. MGK toplantısında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, Bülent Ecevit’e Anayasa kitapçığı fırlatmasıyla ortaya çıkan siyasi kriz, derinlerde bekleyen ekonomik krizi tetikleyecekti. Başbakan Bülent Ecevit’in MGK’da yaşananları açıklaması üzerine 21 Şubat günü borsa yerle bir oldu. Yerli parayı savunmak için gecelik faizlerin astronomik oranlara yükselmesine rağmen, yerleşiklerin yoğun döviz talebi nedeniyle Merkez Bankası’nın 5 milyar dolarlık döviz satışıyla sonuçlandı. Kamu bankalarının likidite ihtiyacının karşılanamaması, ödemeler sistemini kilitleyecek boyutlara ulaşmıştı. Banka sistemindeki büyük çöküşü önlemek için TL’nin yabancı para birimleri karşısındaki değeri dalgalanmaya bırakıldı. Bir gün önce 670 bin TL olan dolar 1 milyonu aştı. Bunun sonucunda yabancı bankalar vadesi gelmemiş kredilerini geri çekmeye başlayınca 21 Şubat’ta bankalar arası para piyasasında gecelik faiz %6200’e kadar çıktı. Yapılan bu örtülü devalüasyon ile TL’nin

değeri %40 civarında düştü. Devletin borcu da 29 katrilyon TL arttı. Siyasal istikrarsızlıkla yıllardır boğuşan Türkiye uzun yıllardır devam eden istikrarsızlığın bedelini yine ağır ödeyecekti. İşini ve tüm malvarlığını kaybeden yüz binlerce insanın olduğu ülkede intihar vakaları artıyor ve ülkenin sosyal yapısı büyük bir çöküş yaşıyordu. Kasım 2000 ve Şubat 2001 yılında yaşanan ekonomik krizlerle ülkede birçok insanın hayatı kararacak, yoksulluk her tarafı saracaktı. Siyasilerin kendi arasında yaşadığı anlaşmazlıkla tüm bu dibe vurmuşluğun bedelini ödeyen halk faturayı 3 Kasım 2002 seçimlerinde daha önce mecliste yer alıp, bu durumda sorumluluğu olan partilere kesecekti. Türkiye III. Koalisyonlar döneminin bedelini de çok ağır bir şekilde ödeyecek, 3 Kasım seçimleriyle birlikte Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde tek başına iktidara gelen AK Parti gerek ülke siyasetinde, gerek ülke ekonomisinde, gerek sosyal yapıda çok köklü reformlarla ülkeyi devraldığı karanlık yıllardan, çok daha aydınlık ve umut dolu yıllara taşıyacaktı.

57.HÜKÜMET 1999-2002 MUSTAFA BÜLENT ECEVİT

Aralık’16 • 43


Gündem

Kaçan Tarihi Fırsatın Ardından Furkan GENÇOĞLU

T

ürkiye Cumhuriyeti onlara bir şans verdi. Gelin uluslararası aktörlerin taşeronluğunu yapmaktan vazgeçin ve yeni Türkiye’yi birlikte inşa edelim. Çünkü devlet artık Müslümanlar ve Kürtler ile barışmaya karar vermişti. Çünkü her iki tarafın birbirine olan sert tutumu kimseye bir şey kazandırmıyordu. Kaybettikçe kaybediyor ve dibe çöküyorduk. Analar ağlamasın mottosuyla yola çıkıldığında canı gönülden bu iyi niyet beyanını desteklemiştim. Prangalarımızdan kurtulmamız ve memleketimizi geleceğe taşımamız için büyük bir fırsat önümüzde duruyordu. Toplum tüm cinayetleri, infazları, canlı bomba saldırılarını, şehitlerini, gazilerini kalbine gömdü. Ülkenin yarısının oyunu alan bir siyasetçi “baldıran zehiri içtim” diyerek, siyasi hayatının bitmesi pahasına milliyetçiliği ayaklar altına aldığını beyan etti. Asabiye zaten ayaklarımızın altındaydı fakat bu lider Türkiye Cumhuriyeti’nin bir numarasıydı ve bu sözü ifade etmesi “devlet” için çok ciddi bir kırılmanın işaretiydi. İnsanlar şehir şehir dolaştılar ve toplumu bu yeni sürece hazırlamak için, bu tarihi şansı en iyi şekilde değerlendirmek için enerji sarfettiler. Tam bu esnada Suriye’de şiddetli bir savaş kopuyor, Mısır’da emperyalistler seçilmiş lider Muhammed Mursi’ye karşı büyük bir darbeye girişiyordu. Türkiye ise çözüm sürecinden aldı44 • Aralık’16

ğı güç ile yavaş yavaş batı güdümünden çıkmaya hazırlanıyor ve FETÖ eliyle 17-25 Aralık operasyonları ile terbiye edilmeye çalışılıyordu. Ölüm kalım mücadelesinin tam ortasındaydık. Ve şeytan PKK’nın kulağına fısıldadı; “Tayyib’in işini bitireceğiz, bizimle misin?” Köleliği içselleştirmiş ve karakteri haline getirmiş yapıların özgürlükle başları her zaman derttedir. Onlar kendini patlatarak özgürleşmeyi bilirler. Birlikte güzel bir gelecek kurma hayallerini çoktan yitirmişlerdir. Şeytanın fısıldamasıyle şeytanın planlarına balıklama atladılar. Kırk yılda bir ayaklarına gelen bu fırsatı teptiler. Sonrasını zaten biliyorsunuz. Eşinin yanında infaz edilen albaylar, uykusunda infaz edilen polisler, metro çıkışı kendini havaya uçuran militanlar, dolmuş durağına bomba yüklü araçla dalan “özgürlük fedaileri”... Tüm güçleriyle saldırmaya başladılar. Açık toplum vakfı tam gaz arkalarındaydı. Osman Kavala “ne kazanım elde ettiniz ki silah bırakıyorsunuz?” sorusunu sorarken, Hasan Cemal


Gündem aptallık etmeyin ve savaşmaya devam edin diye talimatlar yağdırıyordu. Boğaziçi Üniversitesi koridorlarından hendek siyasetinin ne kadar büyük bir haysiyet mücadelesi olduğuna dair nutuklar çekiliyor, binlerce akademisyen canlı bomba patlatan bir örgütün yanında durup devlete savaş açtığını ilan ediyordu. Şeytan tüm gücüyle arkalarındaydı. İftiralar birbirini kovalıyor ve ülkedeki fay hatları oluşturulan suni gündemlerle derinleşmeye devam ediyordu. Bir gazeteci düşünün. Ülkenin dış politikadaki en büyük saha operasyonlarından biriyle ilgili adeta intihar saldırısı yapmış ve direk istihbarat kurumlarını hedef almış. Tabi devlet bunun altında kalmamış ve kendisini bir müddet misafir etmeye karar vermiş. Bir bakmışız taaa Amerika’lardan bir adam gelmiş. İsmi John Biden. ABD başkan yardımcısı. Cezaevinde gazeteci ziyaret ediyor. Sahi ABD başkan yardımcısı hayatında kaç kere gazeteci ziyaret etmiş? Sonrasında bir bakıyoruz malum gazeteci acilen tahliye edilmiş ve şu an Avrupa’nın en büyük NATO ülkesinde koruma altına alınmış. Batılılar bir ülkede hemen fiili darbe yapmazlar. Yani asker eliyle, kaba kuvvet yordamıyla. Son dönemlerin “moda” iktidar değişimleri devrimlerdir. Turuncu devrim, yeşil devrim cart devrim curt devrim. Meşru yöntemlerle iktidara gelmiş olan hükümetler batı tarafından finanse edilen medya kuruluşlarının hışmına uğrarlar ya da yargı eliyle büyük komplolara kurban edilirler. Ekonomik saldırılar ile diz çöktürülmeye çalışılırlar. Toplum nezdinde iktidar itibarsızlaşır ve ilk seçimde tekmeyi yer, kendini sistemin dışına itilmiş olarak bulur. Buna kadife darbe diyorlar. Reyhanlı saldırıları, Gezi Parkı kalkışması, MİT tırları hadisesi, 17-25 Aralık operasyonları ve arada kaynatılan küçük büyük çeşitli medya operasyonlarını dikkatlice incelediğimizde, provakatif ve manipülatif haber üreten odakların tamamen ABD ve Batı güdümünde olan ve batılı odaklar tarafından fonlanan mekanizmalar olduğunu farkedeceksiniz. (T24, yeni Cumhuriyet, Birgün, Diken, Jiyan vs.)

Topyekun savaşın gölgesinde Türkiye üç seçim atlattı. Ve 1 Kasım itibariyle batılılar iktidarı sandıkta deviremeyeceklerini anladılar. Ordu içindeki en büyük kozlarına yöneldiler “FETÖ fedaileri” Pensilvanya’da ABD himayesinde yaşayan Fethullah Gülen’e bağlı militanlar 15 Temmuz gecesi Türkiye Cumhuriyeti’ni bir iç savaşa süreklemek amacıyla son büyük saldırılarını yaptılar. 240 şehit ile sokak sokak, cadde cadde, meydan meydan büyük bir destanla püskürtüldüler. Hiç beklemiyorlardı bu direnişi. Hatta FETÖ militanı Profesör Osman Özsoy darbe öncesi TV’de şu cümleleri ifade ediyordu. “Bugün keşke bir Profesör olmak yerine bir albay olsaydım. Eminim daha faydalı olurdum. İslamcılar darbeye direnemez. Onlar korkaktırlar ve mermiyi gördükleri an kaçarlar.” Osman Özsoy’un hayal dünyasında kurguladığı yalan senfonisi 15 Temmuz gecesi FETÖ ve batılılar için büyük bir kabusa dönüştü. 15 Temmuz gecesi şeytan kaybedince tüm partnerleri de kaybetmiş oldular. Hesap zamanı gelmişti ve millet iktidara hesap sorması için büyük baskı yapıyordu. Çünkü artık masaya kan sıçramıştı. Türkiye’yi 15 Temmuz sürecine sürükleyen, şeytanın kulaklarına fısıldadığı tüm yapılar için hesap vakti çatmıştı. FETÖ milisleri inlerinden tek tek çıkartılıp hücrelerine gönderildiler. Şu an Hz. Yusuf ile içeride Cuma namazı kılıyormuş ruh hastaları. Haşhaşın dozajı iyice kaçmış olmalı ki iyice halis görmeye başladılar. Sonra ele geçirilen Cumhuriyet önüne gidildi. Almanya tarafından koruma altında tutulan Can Dündar’ın iki sene önce gazeteyi ele geçirip darbeye gidilen yolun parke taşlarını döşettiği bu mekanizmanın Aralık’16 • 45


Gündem yeni sahipleri içeri alındı. Ve sonunda şeytanın kulaklarına fısıldamasıyla 40 yılda bir gelecek olan bir fırsatı ellerinin tersiyle iten PKK siyasi kanadının bileklerine kelepçe takıldı. 15 Temmuz öncesi arabuluculuk girişimlerine Figen Yüksekdağ şiddetle muhalefet ediyordu. “Tayyip Erdoğan’ı bitireceğiz” diye kükrüyordu MLKP gerillası Figen Hanım. Şimdi HDP yetkilileri Barzani’nin kapısına gitmişler. Vekillerin serbest kalması için arabuluculuk yapmasını istiyorlar. Eminim Barzani’de kahkahalarla gülüyordur şu an. Barzani’ye süreç içerisinde İran ve ABD operasyon üzerine operasyon yaptılar. Barzani düşük yoğunluklu direnişi, PKK ise mayın eşekliğini seçti. ABD ile yatağa giren her zaman kazanır sandı. Ama ABD dünya üzerinde en hızlı adam satan büyük şeytandır. PKK yöneticileri daha bunu anlamaktan aciz bir ufuksuzluğa sahipler. Gelinen noktada enkaz haline dönmüş şehirler, binlerce evsiz insan, ekonomisi kötüye giden bir memleket, güvenlik problemi yaşayan metropoller ve topluca kaybeden halklar var. Ve şunu soruyorlar. Bu kadar şiddet ve barbarlık ne için? Diyarbakır’da perişan olmuş evinin balkonuna çıkıp ellerini semaya kaldıran amca şu önemli soruyu soruyor. “Bunca barbarlığa kimin adına soyundunuz? Kimin adına soyunduysanız ödülünüzü ondan bekleyin. Bizim size lanet etmekten başka verebileceğimiz bir şey yok. “ Gelinen noktada medya bürolarından, sanat dünyasına, akademi koridorlarından, meclis sıralarına kadar 15 Temmuz sürecine giden yolda küresel emperyalist odaklarla işbirliği yapmış herkes tek tek hesap vermeye başladı. Savaşın doğasında bu vardır zaten. Kaybedenler kazananlara günü gelince hesap verirler. Boğaza nazır akademik bürolarda hendek kazmanın ne kadar ulvi bir amaç olduğunu hayatınının sonuna kadar savunamazsın. Veya hukuk fakültesi bahçesinde kobraların düşüsünü halaylarla kutlaya-

46 • Aralık’16

mazsın. Otorite geçte olsa güçte olsa bir gün gelir ve ben buradayım der. Bazen Abdullah Çatlı olarak gelir, bazen bir cumhuriyet başsavcısı talimatıyla gelir. Nizami ya da gayrinizami bir şekilde gelir. PKK Kürt halkı adına tarihi bir fırsatı adeta tepti. Hükümet onlara yeni Türkiye’yi birlikte inşa etme, yeni bir anayasayı hep beraber hazırlamayı teklif etti. Fakat ihanetle karşılık verdiler. İhanetlerinin bedelini ise KHK genelgeleriyle sağlanan başarısız darbe sonrası ortamında tutuklanarak, kapatılarak topyekun savaşta yok olmanın eşiğine gelerek ödüyorlar. Bundan sonra Ak Parti-MHP ittifakının yapacağı anayasaya tabii olacaklar. Ve doğal olarak şöyle söylenecek. Ya kanunlara riayet eder, yaşamaya devam edersiniz. Ya da Kobani orada gidin orada kendinizi özgürleştirin. Velhasılı şunu net bir şekilde ifade etmek gerekiyor. PKK ve siyasi kanadı HDP doğru ata oynadığını zannederek büyük bir tarihi yanlışa ön ayak oldu. 15 Temmuz gecesi Recep Tayyip Erdoğan zaferini tüm dünyaya ilan ederken, mayın eşekliğini özgürlük mücadelesi olarak tanımlayan PKK ise ağır bir yenilginin kıyısında duruyordu. Bu savaş etnik bir takım kaygılar ile perdelenebilecek kadar steril bir zeminde yürümüyor artık. Bu savaş tüm etnik ve ideolojik kaygılarını bir kenara kaldırıp, ülkesinin bağımsızlığı için çarpışan milyonlarca Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının muhatap olduğu ve bedel ödediği bir varlık mücadelesi olarak devam ediyor. PKK ve siyasi kanadı HDP ise halkın umutlarını boşa çıkarmış, kimsenin savunmaya dahi cesaret edemediği yıkık bir yamyamlık abidesi olarak ortada duruyor. Devlet bir kez daha şans verir mi? Bu konuda yorum yapmak erken. Fakat halk ile tekrar irtibat kurmaları artık imkansıza yakın. Ne diyordu Ayşe Teyze; “kendi düşen ağlamaz.”


Gündem

Sezai Karakoç ve Felsefesi arakoç’u elinize aldığınız zaman bütün okumalarımızdan yola çıkarak varacağımız nihai sonuç, “İslam Medeniyeti”dir. En küçük yapı taşı insandan başlar, İslam toplumunun özelliklerini okuyucuya aksettirir. İslam milleti ve devletine dair düşüncelerini verdikten sonra İslam medeniyetinin hususiyetlerini bütün özellikleriyle ortaya koyar. İnsanın bir topluma aidiyet duymaksızın yaşayamayacağını belirtir Karakoç. Bilinen toplum felsefelerini tarihi serüvenlerinden alarak bugüne kadar getirdikten sonra toplum-insan arasındaki bağın doğru orantılı olmadığı takdirde insanın ve toplumun felakete sürükleneceğine değinir. Ona göre bir toplum ancak kendi değerleriyle ilerleme kaydeder. Son iki yüz yılımızı da göz önünde bulundurarak olsa gerek taklit medeniyetinin toplumun intiharı olduğu teziwni dillendirir: “Taklit, kendi zamanını yitirmek, başkasının zamanından yararlanabileceğini sanmak yanılgısıdır. Taklit, ansızın olmak ve çok kısa sürmek

K

şartıyla kaçınılmaz olabilir. Ama süreli olarak bir toplumu yaşatan ilke olması mümkün değildir. Toplumu ayakta tutacak olan, kristalleşmiş tecrübe ve yoğunlaşmış, adeta hikmet hazinesi haline gelmiş bilgi birikiminin özgün bir repertuar olmak zorunluluğu vardır. Başkasının hayat tecrübesinden yararlanmak mümkündür, fakat taklit, hayatı yürütmeye yeterli bir güç sağlamaz insana. Hayat, son derece zor şartlarla doğrudan doğruya karşılaşmak ve adeta onlarla boğaz boğaza gelmek suretiyle yürütülebilecek bir reel programdır. Hayatın taklidi hayat olamaz. Hayatın taklidi yeni hayatlara değil, daha çok ölüme götüren delik deşik bir yoldur.”1 Sezai Karakoç’a göre, insanlar farklı toplumsal modellerin yanılgılarıyla felaketlerini hazırlamasınlar diye ilahi kattan peygamberler aracılığıyla ideal toplum modelleri vahyedilmiştir. İlk peygamberden son peygambere kadar aynı sistem farklı metinlerle yinelenmiştir. Karakoç’un sistem anlayışı tekdüze bir portreden ziyade ilke ve öz ile ayaktadır. “Peygamber sitesi ebedi modeldir. Ama değişik zamanlarda ve mekanlarda, iklimler ve çağlarda, ülkeler ve şartlarda ister istemez model, başka bir görünüm altında ortaya çıkacaktır. Buna razı olmaz da görünüşün en ayrıntılı durumlarına kadar tıpı tıpına geçmişi canlandırmaya kalkışırsanız, asıl amacı kavrayamıyorsunuz, bizzat sistemin ruhunda olan ilahi rahmeti göremiyorsunuz demek olacaktır. İnsan, zamana bağışlanmış genişlik ve kımıldanma özgürlüğünden, kaskatı kesilip kalmama kimyasından habersiz olmalı ki sistemin içindeki kendi kendini ebedi olarak tazeleme mucizesini bir bid’at ya da yâd sisteminden etkileniş sansın.”2 Aralık’16 • 47


Gündem Sezai Karakoç’ta Millet ve Devlet Karakoç, millet kavramının asıl anlamının Kur’an ile ortaya çıktığını söyler. Ona göre Batı’nın millet anlayışı kan, soy gibi maddi bağlarla sınırlı kalmıştır. İslam milletini ise şöyle anlatır: “İslam milleti, ilk insandan başlayarak bugüne kadar, Allah’ın varlık ve birliğine inanan, peygamberleri ve kutsal kitapları tanıyan, kendi dönemlerindeki peygamberlerin getirdikleri kutsal gerçekleri benimseyerek onların istediği düzeni gerçekleştiren bütün insanların meydana getirdiği büyük inanmışlar topluluğudur... Millet, İslam toplumunun objektif adı olduğu halde ‘ümmet’ sübjektif adıdır. Yanlış anlaşılmamak için buradaki sübjektif kelimesini gerçek ve terim anlamında kullandığımızı belirtelim, yoksa keyfi anlamına gelen sübjektiflik söz konusu değildir. Millet İslam topluluğunu meydana getiren kişilerin genel özelliğinden hareket edilerek varılmış bir kavramdır. Ümmetse bu büyük tarihi topluluğun kronolojik bir sıra takip eden bölümlerine denk düşen, topluluk başlarına, peygamberlere izafe edilmesinden doğan bir kavramdır. Hz. Musa’nın ümmeti, Hz. İsa’nın ümmeti, Hz. peygamberin ümmeti gibi. Demek ki ümmet ve millet kelimeleri bazı düşünürlerin sandığı ve ısrar ettikleri gibi ayrı toplulukların adı değil, aynı topluluğun birbirinden ayrılmaz, biri öbürünü bütünleyen, biri mümin ve inanç, öbürü peygamber ve tarih açısından bakan iki adıdır.”3 Sezai Karakoç’ta devlet reel bir olgu olmaktan ziyade bir düşüncedir. Devlet sınırlardan önce zihinlerde başlar ve orada gelişir. Karakoç, İslam’ın bir devlet düşüncesinin yanında bir devlet teorisi geliştirdiğini söyler: “Bugün demokrasi ya da halk demokrasisi denen kapitalist ya da komünist sistemlerdeki devletin toplumu, eski Yunan’daki site devletleridir ki prototipleri Atina ve Isparta site devletleridir. Bugünkü kapitalist Batı devletleri, Atina sitesinin gelişmiş bir şekline, faşist ve komünist devletlerde Isparta sitesine indirgenebilir. Elbet çağımıza has birtakım değişimler ve gözden geçirmeler söz konusudur. Ama temelde tohum aynıdır. Eflatun’un devlet düşüncesi ana 48 • Aralık’16

kaynaktır. Faşizm eski Roma’yı diriltme rüyası. Komünizm, Asya yığın gücüne uyarlanmış, yani stepleştirilmiş bir Isparta ve İran satraplığı biçiminin modern kılığı.”4 Bunun yanında, İslam devletinin, Allah’ı aklından çıkarmayan, her hareketinde rızayı uman bir hareket olduğunu belirtip böyle bir devletin keyfi bir yönetimle totaliter bir sistemi kabul etmeyeceğini yazar: “İslam, mutlak hükümdarlığı kabul etmez. Devletin başında olan kişi, ister seçimle ister babadan oğula geçmek suretiyle, yani ırsiyetle orada olsun, hareketlerinde İslam düzeninin kurallarıyla bağlıdır. İslam’ın idare ve siyaset hukukunda ‘huruç ale’s sultan’ denilen bir hak vardır. Sultan, hükümdar, İslam’ın kurallarını uygulamazsa ona karşı başkaldırı hakkı doğar. İslam’ın bu sahadaki bilginlerine göre.”5 İslam’da devletin niteliklerini de belirten yazar, biçime takılmanın insanı yanıltacağını ve aslolanın öz olduğunu vurgular: “İslam, devlet yönetiminde, zamanla gelip gidecek biçimleri ayrıntılı olarak tesbit etmemiş, kişinin, toplumun ve devletin hangi temel ilkelere uyması gerektiğini düzenlemiştir. Muhteva, şekillerden önce gelmektedir. Aracı amaç yapmıyor İslam. Araçlarda biraz daha zamana göre ayarlama elastikiyeti bulunuyor medeniyetimizde.”6 Diriliş Düşüncesinden Diriliş Partisine Diriliş düşüncesini Sezai Karakoç geniş sınırlar çizerek açıklar. Düşünce dünyasından başlayıp insanların hayatlarının en ince noktalarına temas eden, toplumu kapsayan, tarihin akışı içinde söz sahibi olan, şahsi, içtimai ve metafizik olayların bütünü olarak ilan edilir Diriliş. Diriliş düşüncesinde dünya ve ukba ayrılmaz bir bütündür. Diriliş bu maksatla sistemleştirildikten ve yılların çizgileriyle olgunlaştırıldıktan sonra tarih 26 Mart 1990’ı gösterirken Diriliş Partisi Sezai Karakoç liderliğinde varlığını beyan eder. Sezai Karakoç, fikirlerin sadece teoride kalmasının yetersiz olduğunu ve sancısı çekildikten olan tebliğ edilen her düşüncenin pratiğe


Gündem aktarılması zorunluluğunu ifade ederek Diriliş Partisi’nin kuruluş amacını açıklamış olur. Diriliş Partisi, 16 bölümden ve 147 maddeden oluşan programının girişinde kuruluş gerekçesini belirtir: “Batıdan alınan ruh ve siyasi sistem, özce ülke ruhundan kana kana içmek, biçimce de köklü bir şekilde gözden geçirilmek ihtiyacındadır. Siyasi rejim, kendinin dışa vurumunu sağlayacak olan halk ruhunun baskı altında tutulması aracı olmamalıdır. Halk ruhu, kendini serbestçe ortaya koyabilmelidir. Aydın iradesiyle halk iradesinin buluştuğu nokta, milli iradenin altın oranda tecelli ettiği nokta olmalıdır. Demokrasi, aydınların veya bir azınlığın diktatöryasına alet edilmemeli, öte taraftan sadece halkın duygularının istismarını hedef alan bir iktidar alanı gibi de düşünülmemelidir. Böyle bir çerçevede kavrandığı ve böyle bir tabana oturtulduğu takdirde, demokrasi yabancılık havasından kurtulacak ve yerlileşme sürecini tamamlamış olacaktır.” Diriliş Partisi, kısa vadeli, orta vadeli ve uzun vadeli olmak üzere üç öneri sunmuştur. Kısa vadede önerilenler eğitim ve düşüncededir. Bugünü tahlil eden, tarihi okuyan, Doğu ve Batıyı anlayan,varoluş sürecini tamamlayan bireyler ve toplum kısa vadeyi oluşturur. Aydın kadronun aktif olduğu bu süreçte toplumun ihtiyaç duyduğu kurumlar oluşturulacaktır. Medya, bilim ve sanat dünyası eksiklerini tamamlayacak ve dirilişi başlatacaktır. Orta vadeli öneriler, aydın kadronun İslam dünyasının aydınlarıyla diyaloğunu öngörür. Tarihi ve kültürel halkalar bütünleşecek, İslam Paktı, İslam Ortak Pazarı gibi siyasi, kültürel ve ekonomik projeler başlatılacaktır. Uzun vadeli önerilerde ise Ortadoğu merkezli bir İslam devletinin kurulması vardır. Çünkü İslam medeniyetinin kalbi buradadır. Sezai Karakoç, yapay sınırlardan duyduğu

üzüntüyü paylaşır. Ona göre Hindistanlı bir Müslüman hiçbir engelle karşılaşmadan Fas’a kadar seyahat edebilmelidir. Çünkü İstanbul ve Rabat da Hintli bir Müslüman’ın toprağıdır. Diriliş Dergisi Diriliş Dergisi, 1960-92 yılları arasında belirli periyotlarla 396 sayı yayımlanmıştır. Bu özelliğiyle Diriliş, fikir ve mücadele okulu oluşunun yanında edebiyat ve sanatta da sembol isimlerden olmuştur. Derginin ilk sayılarının çıktığı yıllar, CHP-DP gerginliğinin tavan yaptığı ve öğrenci olaylarının giderek arttığı yıllardır. Bu dönemde Yeğenbey Vergi Dairesi’nde memur olan Karakoç, kısa vadeli çalışmaların fayda vermeyeceğine kanaat getirerek Diriliş Dergisi’ni yayın hayatına kazandırmış ve derginin çıkma nedenini şöyle açıklamıştır: “Yeni bir nesil gelmişti. Ortam otuz yıl öncesine göre çok değişmişti. Düşünüşte bir tazelenme ve yenilenmeye ihtiyaç vardı. Yeni bir dil ve üslup gerekliydi. Bir süredir daldığım metafizik düşünceler de kendini ifade için beni zorluyordu. Bu fevkalade şartlar içinde doğdu Diriliş.”7 1960 şubatından mayısına kadar iki sayı çıkan Diriliş’in bu döneminde yazılar medeniyet eksenlidir. Yirmi sayfa olarak normal dergi ebatında iki sayı çıkan Diriliş maddi ve siyasi sebeplerden kapanır. Altı yıllık bir beklemeden sonra Diriliş Dergisi daha sık periyotlarla yayın hayatına geri döner. “Ayda bir çıkar, Siyaset, Edebiyat ve Düşünce Dergisi” alt başlığıyla normal boyda kırk sekiz sayfa olarak toplam on iki sayı çıkan derginin bu döneminde edebiyat ve çeviri yazıları ön plana çıkar. Hamidullah, Seyyid Kutup, Mevdudi ve Malik bin Nebi’nin yazıları dergide kendine yer bulur. İki yıl aradan sonra 1969’da tekrar çıkmaya başlayan dergide Batı metinlerinin çevirileri Aralık’16 • 49


Gündem çok sık görülür. Ayda bir çıkmak üzere on altı sayı devam eder. Gegoard, Wirginia, Wolff, Eliot gibi isimlerin yanında Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören, Zarifoğlu, M. Çavuşoğlu, Cahit Koytak gibi isimlerin şiir ve hikâyeleri de görülür. Üç buçuk yıllık bir suskunluk döneminden sonra Diriliş Dergisi 1974-76 yılları arasında on sekiz sayı daha çıkar. Bu dönemde Batı medeniyetinin çevirilerinin yanında Mesnevi, Mektubat, Silahtar Tarihi ve Molcolm X çevirileri kendine yer bulur. İki aylık bir boşluktan sonra Mayıs 1976’dan Ağustos 1983’e kadar aralıklarla yetmiş üç sayı daha yayımlanan Diriliş Dergisi, 7 Ocak 1983 - 17 Haziran 1983 tarihleri arasında günlük gazete olarak tek yaprak formatında 233. Sayısını görür. Alışılmış suskunluklarından birini de bu tarihten sonra beş yıl devam ettirir Diriliş Dergisi. “Haftalık Düşünce, Edebiyat, Siyaset Dergisi” alt başlığıyla 25 Temmuz 1988 – 5 Şubat 19912 arasında 133 sayı daha neşrolunur. Bu dönemde Diriliş ve Sezai Karakoç siyasete daha yakın durur. Fiilen partileşmeyi burada dile getirir. Diriliş’in 9 Haziran 1989 tarihli 47. Sayısında “Gerçek Parti” adıyla yayımlanan bir yazısında “Bu ülke bu zamana kadar kendi bağrından fışkırmış gerçek partisine kavuşmadı. Ama er veya geç ona kavuşacak, onun gelişip serpilmesine şahit olacaktır.” demiş ve kurulacak partinin izlerini vermiştir. Diriliş Dergisi,5 Şubat 1992 tarihinde 131, 132 ve 133. sayılarını beraber çıkararak otuz iki yıllık yayın hayatını tamamlar. Sezai Karakoç ve Şiirleri Sezai Karakoç, ikinci şiir kitabı Şahdamar’ı 1962 yılında çıkarmış ve bu eserle modern Türk şiirinde en güzel köşelerden birisini almıştır diyebiliriz. Şahdamar’daki şiirlerin ge50 • Aralık’16

nelinde toplumun kendi değerlerinden uzaklaşarak kendini Batılı değerlerle yeniden inşa etme çabasına ve emperyalist Batı’nın İslam dünyasındaki etkilerine eleştirel bir dille yaklaşmıştır. Savunma yahut karşı koyuşu Doğu veya İslam adıyla sembolleştirmektedir. Şairin, nesirlerinden birine isim olarak verdiği “Metafizik Gerilim”i şiirlerinde en ince ayrıntılarıyla müşahede etmekteyiz. Doğu/İslam’ın asaleti, Batı’nın çürümeye yüz tutmuşluğu ve hakikatten uzaklığı şiirlerin çehresine yansımıştır: “…Biz inkar eder, inkarı severiz; Bayram hediyenizi iade ederiz Biz mahcup ve onurlu çocuklarız Başımızı kaldırıp bir bakmayız Siz rüyalarınızda yaşayıp durursunuz Siz güvercinleri gözlerinden vurursunuz Siz ekmeğin hamurunu, aşkın hamurunu samandan yoğurursunuz Siz rüyalarınızda yaşayıp durursunuz…”8 Sezai Karakoç, Kapalıçarşı şiirinde iki farklı hayat tarzının karşılaştırmasını yapar. Bahsedilen metafizik gerilimi şiirin her satırında hisseder okuyucu. “Onlar” diye tarif edilen Batı kültürünün ahlakı eleştirilir: “Kendi yastıklarına düşmesin Dostlarının kadınları üstündeki gölgesi onlara anlat.” dizeleriyle Batı’nın gayri ahlaki kültürü gözler önüne serilir. Şiire Kapalı Çarşı isminin verilmesi de dikkat çekicidir. Şiirde Batı’nın yozlaşmasına karşılık Doğu/İslam kültürünün temizliği anlatılırken Doğu medeniyetinin simge yapılarından Kapalıçarşıların şiire isim olması tamamlayıcı unsurdur. Kapalı Çarşı; korunaklı, muhafaza edilmiş İslam çarşısı. “Ötesini Söylemeyeceğim” şiiri de on yaşındaki Tunuslu bir kızın ağzından Fransız işgalini anlatırken iki medeniyeti özelliklerini sayfalara döker:


Gündem “…Ellerime bakıyorum ve ellerimin benden bilgili Bir hayli bilgili olduğunu biliyorum. Bilgili fakat parmaklarım ince ve uzun değil Sizin bayanınızınki gibi ince ve uzun değil Annemi babamı karıştırmayın işin içine İnanmazsınız ama onların şuncacık Şuncacık evet şuncacık bir alakaları bile yok Sizin def olup gitmenizi istiyorum işte o kadar Ali de istiyor ama söylemekten çekiniyor Halbuki siz insanı öldürmezsiniz değil mi? Gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz Tuhaf ve acaip şapkalarınızı da beraber götürünüz emi Boynunuzdaki o uzun ve süslü şeritleri de Kirli çamaşırları tahta döşemelerin Üzerinde bırakmamanızı yalvararak isteyeceğim Yalvararak isteyeceğim diyorum Medeni Adam Siz bilmezsiniz size anlatmak da istemem Kardeşim Ali gömleğinizi mutlaka giyecektir Halbuki ben Bay Fransız sizin gömleğinizi Hatta Matmazel Nikol’un o kırmızı ipekli gömleğini Hani etekleri şöyle kıvrım kıvrımdır ya Bile giymek istemem istemeyeceğim…” Karakoç’un şiirleri arasında “Zamana Adanmış Sözler” kitabında yer alan şiirler ve kitabın ismi oldukça dikkat çekmektedir. Karakoç’un şiir anlayışında yazıya geçe her söz zamana adanmıştır. Sezai Karakoç, “Üç Kaside”ye şiirlerini aldığı şairleri tanıtırken kendi şiirini de tanıtmış olur. Kaside-i Bürde, Endülüs’te Ağıt ve Bürüyen Kaside adlarıyla Ka’b bin Zübeyr, Salih bin Şerif ve İmam Busiri’nin şiirlerinden oluşur Sezai Karakoç’un Üç Kaside’si. Kaside’nin ilki Ka’b bin Zübeyr için kaleme alınmıştır. Kaisde-i Bürde ile bağışlanan ve hatta Rasulullah’ın hırkası ile şereflenen Ka’b bin Zübeyr’i Kaside-i Bürde’nin bürüdüğü gibi Karakoç da şiirlerinin gölgesine sığınır ve bir bağışlanma vesilesi arar:

“Yıllar geçti saban olumsuz iz bıraktı toprakta Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında Çatı katlarında bodrum katlarında Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba Hep Kanlıca’da Emirgan’da Kandilli’nin kurşuni şafaklarında Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim Af dilemeye geldim affa layık olmasam da Ey çağdaş Kudüs (Meryem) Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha) Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi Sevgili En sevgili Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim...” Sanat ve şiirin ümmet boyutuna ise Salih bin Şerif’in Endülüs’e Ağıt’ı tanıtırken yapılır. Zulme uğrayanların yardımına koşacak yürekler ön plana çıkar bu şiirde. İmam Busiri’nin Bürüyen Kaside’sinde ise şifa bulmaktadır Karakoç. İmam Busiri’nin bir gün felç geçirdiğini anlatan Karakoç, Büyüyen Kaside’yi yazarak peygamber hatırı için Allah’tan şifa isteyen Busiri’nin, rüyasında peygamberi görerek şiirini okuduğunu, uyanınca felcin geçtiğini anlatır. Sezai Karakoç’un şiiri şifa kaynağı olarak görmesinin temelinde bu olay yatmaktadır. KAYNAKLAR HECE Dergisi, Diriliş Özel Sayısı Sezai Karakoç, Gün Doğmadan Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde Sezai Karakoç, Çağ ve İlham II DİPNOTLAR: KARAKOÇ, Sezai: “Toplum V”,Diriliş Dergisi, S.23, 26 Aralık 1998, s.5 2 KARAKOÇ, Sezai: “Model”, Diriliş Dergisi, S.119-120, 31 Ekim 1990, s.2 3 KARAKOÇ, Sezai: Dirilişin Çevresinde, İstanbul, 1998, s.104 4 KARAKOÇ, Sezai: Çağ ve İlham III, s.129,130 5 KARAKOÇ, Sezai: “Devlet II”, Diriliş Dergisi, S. 15, 31 Ekim 1988, s.4 6 KARAKOÇ, Sezai: “Devlet IV”, Diriliş Dergisi, S. 12, 10 Ekim 1988, s.4 7” Hatıralar”, Diriliş Dergisi, y. 30, nr.84, 23 Şubat 1990, s. 11 8 KARAKOÇ, Sezai: “Gün Doğmadan”, Şahdamar, s.41,42,43 1

Aralık’16 • 51


Röportaj

Suriyeli Muhalif Sosyalist Aktivist

Yassin Al Haj Saleh ile

“Suriye Devriminin Hikayesini” Konustuk Röportaj: Furkan GENÇOĞLU Çeviri: Şenay ÖZDEN

S

uriye’den Türkiye’ye geliş hikayenizden bahsedebilir misiniz? Mart 2011’de devrimin başlamasından sonra iki yıl Şam’da gizlice yaşadım. Tarihi bir dönemden geçerken bir yazar olarak yazılarımda kendime otosansür uygulamak istemediğim için saklandım. Bu dönemde beş farklı evde kaldım. Bu iki yılın sonunda Şam’da kalmanın bir faydasını görmemeye başladım. Kontrol noktalarının sayısı çok artmıştı, sokağa hiç çıkamaz hale gelmiştim. Artık ne benim devrime bir katkım oluyordu ne de ben kamusal bir şeye katılabiliyordum. 2011 yılında protestolara katılmıştım Douma’da, Harasta’da. Ama tabi benim devrime en büyük katkım yazılarımdı. Haftada en az iki yazı yazıyordum ve Yerel Koordinasyon Komiteleri’yle çalışıyordum. Bu iki yılın sonunda Şam yakınlarındaki Duma, rejimden özgürleşince oraya gitmeye karar verdim. İki arkadaşımın yardımıyla Şam’dan çıkarak Guta’ya vardım. Bu iki arkadaşımdan birisi daha sonra tutuklandı ve işkence altında öldürüldü. Aslında amacım Duma’da biraz kalıp daha sonra kuzeye, Rakka’ya doğru ilerlemekti. Ben Rakka’lıyım. Ancak Duma’da olduğum

52 • Aralık’16

sürede Duma rejim güçleri tarafından kuşatılmaya başlandı. Duma’da 3 aydan fazla bir süre kaldıktan sonra bir grup arkadaşla Rakka’ya doğru gitmek üzere yola çıktık. Normalde 4-5 saat süren bu yol toplam on dokuz gün sürdü çünkü rejimin kontrolü altındaki bölgelerden geçmeden gitmemiz gerekiyordu. Hep muhaliflerin kontrolündeki bölgelerden geçerek gittik. Ben Rakka’ya vardığım zamanlarda Daeş de Rakka’da git gide güçlenmeye başlamıştı. Ve ben Rakka’da da dışarı çıkamadan saklanarak yaşamak zorunda kaldım. İki buçuk ay bu şekilde yaşadım Rakka’da. Durumun git gide kötüleşmesi sebebiyle ben de çıkmak zorunda kaldım ve 11 Ekim 2013’te Türkiye’ye geldim. Suriye’de devrim süreci öncesinde Esad ailesinin iktidarı ile nasıl bir ilişkiniz vardı? Toplumsal muhalefetin karşılaştığı sıkıntılar nelerdi? Yazılarımda bir çok kez bahsettim. Suriyeliler, siyasi açlık sınırının altında yaşıyorlardı diye. Suriyelilerin toplumsal herhangi bir konu hakkında bir araya gelmeleri ve bir söz üretmeleri, söylemeleri yasaktı. Yani kamusal alan Suriye


Röportaj halkına ait değildi. Rejimin kontrolü altında olmayan tek bir dergi ya da gazete yoktu. Ben Suriyeli bir yazarım ve Suriye içinde tek bir yazım, makalem dahi yayınlanmadı. Kitaplarımın hiçbiri Suriye içinde yayınlanmadı. İsmim herhangi bir medya kanalında bir kere dahi geçmedi. Yani Esad rejimi için biz sanki yok gibiydik. Ve bu ara Batı güçlerinin Suriye politikası da aslında bunun bir devamı gibi: Onlar için de biz hiç varolmadık. Esad rejiminin bizimle kurduğu ilişki sadece Muhaberat üzerindendi. Siyasi olarak bizim hiçbir varlığımız yoktu. Suriye’de Hafez Esad’ın başa gelmesinden sonra tek bir kere bile herhangi bir konuda siyasi müzakere olmadı. 1980’lerden itibaren Suriye’yi şu şekilde tasvir ediyorduk: Kocaman bir hapishane. Serbest bırakılan tutuklular, “küçük hapishaneden çıkıp büyük hapishaneye geri döndük.” diyorlardı. Esad rejimi mezhepçiliği, kendi siyasi gücünü sağlama ve pekiştirme, Suriyelileri ayrıştırma stratejisi olarak kullandı ve bir dereceye kadar başarılı olduğunu itiraf etmemiz gerek. Suriye’de iki siyasi güç oluştu: Birincisi dışarıdan görünen ama aslında hiçbir gerçek gücü olmayan hükümet, meclis, vs. idi. Ama gerçek olan güç ise tamamıyla mezhepçileştirilmiş olan üç bileşenli iktidardı. Birinci bileşen mezhepçileştirilmiş olan güvenlik güçleriydi. Yani asıl olarak dört olan ama toplam sayısının on yediye vardığı söylenen Muhaberat birimleri. Artı güvenlik gücü görevi yapan askeri güçlerin bir kısmı. Bu askeri güçlerin görevi ülkeyi savunmak, korumak değil; rejimi savunmak ve korumaktı. İkinci bileşen de elbette ki Esad ailesinin bizatihi kendisiydi. Üçüncü bileşen de elli yıldır devam eden Baas hükmünün oluşturduğu yeni burjuvazi sınıfıydı. Tabi bu üç bileşen iç içe geçmişti. Örnek olarak Beşar Esad’ın kuzeni ve ekonomik anlamda Suriye’nin en büyük sahiplerinden Rami Makhlouf’u verebiliriz. Tüm siyasi sistemin bu şekilde mezhepçileşmesi, mezhep kimliğini toplumsal sermayeye dönüştürdü aynı zamanda. Yani sizin iş bulmanız, pasaport çıkartabilmeniz, devlette burs alıp yurt dışında okumaya gitmeniz, devletten kredi alabilmeniz gibi örnekleri çoğaltabileceğiniz birçok durum mezhep kimliğiniz üzerinden sahip olduğunuz ağlara bağlıydı ki biz buna “wasta” diyoruz. (Türkçede en yakın kelime sanırım torpil) Yani

wasta, torpilin mezhep kimliği üzerinden kurulmuş hali diyebiliriz. Dolayısı ile mezhep aynı zamanda toplumsal sermayeye dönüştü Suriye’de. Eğer Aleviyseniz sahip olduğunuz wasta ağı Hristiyanların sahip olduğu wasta ağından, eğer Hristiyansanız sahip olduğunuz wasta ağı Sünnilerin sahip olduğu wasta ağından farklıydı. Ve tabii ki Sünnilerin sahip olduğu fırsatlar ki Sünniler nüfusun %70ini oluşturuyor, Alevilerin sahip olduğu fırsatlardan ve imkanlardan çok çok azdı. Dolayısı ile sınıf aidiyetiniz de mezhep kimliğinizden bağımsız değildi. Toplumsal sermaye derken bunu kastediyorum. Suriye’deki belki de en önemli tabu, herkes tarafından bilinen yasak, işte bu mezhepçilik üzerine konuşmaktı. Toplumsal ve siyasi analizleri mezhepçilik siyaseti üzerinden yapmaktı. Çünkü bu devletin mezhepçileştirildiğini gözler önüne sermek anlamına gelecekti. Ve maalesef birçok Suriyeli entellektüelin de bu durumu gözler önüne sermek için yeterli cesareti yoktu. Rejim öyle bir strateji güttü ki, Suriye’liler rejime karşı durmak yerine birbirlerine karşı durmaya, birbirlerinden korkmaya başladılar. Bir güvensizlik, bir korku ortamı oluştu. Özellikle azınlıklar tarafında Aleviler ve Sünniler, Kürtler ve Araplar, Hristiyanlar ve Sünniler. Rejim bunu yaptı ve körükledi. Çünkü bu sayede kendisini çözüm olarak pazarlayabiliyordu ve devrim başladıktan sonra da rejim bu şekilde kendini pazarlamaya devam etti. Benim Esad rejimine karşı hislerim lise yıllarımda başladı. Başarılı bir öğrenciydim ve 1976’da yazın Fransa’ya dil kursuna gitmeye hak kazanmıştım. Ancak benim yerime Baas partili Aralık’16 • 53


Röportaj bir ailenin çocuğunu gönderdiler. Ve ben o yaşımda yaşadığım bu ayrımcılık sebebiyle rejime karşı tavır almaya başladım. Ve o zaman hisettiğim o kızgınlığı hala hissediyorum. Daha sonra Halep Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazandım. Üniversitede, rejime muhalif komünist bir partiye dahil oldum. O dönemde üç tane komünist parti vardı. Birisi rejim yanlısı, diğer ikisi rejim karşıtı. Ben rejim karşıtı olan bu iki komünist partiden birine dahil olmuştum. Dahil olmuştum derken, yaptığımız üniversitede paneller düzenlemeye, bir tartışma ortamı yaratmaya çalışmaktı. Hiçbir şekilde hiç kimseye karşı en ufak bir şiddet kullanmadık. 1980 yılında tutuklandım. Tutuklandıktan sonra ilk mahkemeye çıkarılışım 11 yıl 4 ay sonra, 1992 yılında oldu. Mahkeme 15 yıl hüküm verdi. Doğrusu şu ana kadar da tam olarak ne ile suçlandığımı, hangi suça istinaden 15 yıl hüküm yediğimi bilmiyorum. O on beş yılı tamamladıktan sonra bir sene de bonus olarak dünyanın belki de en korkunç hapishanesi olan Tedmur Hapishanesi’ne götürüldüm. 16 yıl hapis kaldıktan sonra 1996 yılında hapisten çıktım. Suriye’de iki siyasi kurum vardı. Birincisi benim altın kafes dediğim, tamamıyla rejime ait olan, rejim yandaşı partilerden oluşmuş olan Ulusal İlerici Cephe. İkincisi de demir kafesti, yani bizim içinde bulunduğumuz hapishaneler. Yani önümüzde iki seçenek vardı. Ya tüm bağımsızlığımızı yitireceğimiz altın kafese gitmek, ya da bunu reddedip demir kafese gitmek. Bu arada şunu belirtmek istiyorum. Bizler sol muhalefet olarak siyasi anlamda tamamıyla yok edildik o dönemde. Bu durum İslami hareketler için kat be kat daha ağırdı. Sadece siyasi olarak yok edilmediler. Bir nevi soykırıma uğradılar. On binlerce insan öldürüldü. İslami hareketlerden gelenleri bizden ayrı olarak Tedmur Hapishanesine götürmüşlerdi. Orada sürekli işkence altında yaşıyorlardı. Bir çoğu hapishanede öldürüldü. Ne tam sayıyı biliyoruz, belki 10 bin, belki 15 bin, ne de cesetlerinin nereye gömüldüğünü. Hama katliamından bahsetmiyorum bile. Bir şehri yok ettiler. Otuz binin üzerinde insanı öldürdüler. Bu dönemde on binlerce Müslüman Kardeşler üyesi Suriye’den gitmek zorunda kaldı. 1980’de çıkan bir kanuna gore Müslüman Kardeşler üyesi olmanın cezası idamdı. Ve bu 54 • Aralık’16

kanun sürekli olarak uygulandı. Bir arkadaşımız mesela, şu anda Türkiye’de yaşıyor, daha 17 yaşındayken, birisi onu Müslüman Kardeşler’in gazetesini okurken görüp ihbar ettiği için toplam 11 yıl hapiste kaldı. On sekiz yaşının altında olduğu için idam edilmemişti. 1980’lerdeki bu muhalefeti yok etme politikasından sonra, 1990’larda hiçbir toplumsal hareket ortaya çıkmadı. 2000’de Şam Baharı dediğimiz, insanların evlerde bir araya gelip tartıştığı, kısa soluklu muhalif bir girişim oldu ama o da bir yıl kadar sürdü ve yine birçok kişinin tutuklanmasıyla sonlandı. Bu arada tabi rejim sürekli Filistin savunucusu olduğunu söyleyerek kendini pazarlıyordu ancak rejimin aslında yaptığı bu şekilde kendini meşru kılmaktı. Aslında rejimin, Amerika ve İsrail’in çıkarlarıyla uyumlu bir politika güttüğünü biliyoruz. Ve bugün dahi aynı şekilde. Yani aslında anti-emperyalist olduğunu iddia eden Esad rejimini koruyan bu “emperyalist güçlerin” kendisi. Bu “emperyalist güçler” aslında Esad Rejiminin varlığından gayet memnunlar. Çünkü nasıl kendileri Birinci Dünyayı temsil ediyorsa, Esad rejimi de Suriye’nin birinci dünyası. Bizler ise her ikisi için de üçüncü dünyayız. Rejimin bizimle kurduğu ilişki bir sömürge ilişkisidir. Ve Esad rejimi de aynı birinci dünya güçleri gibi modernist bir ideolojiye sahiptir. Halkı geri kalmış, cahil, modernleştirilmesi gereken olarak görüyorlar. Bu sömürgeci anlayışıdır ve bu İsrail devletinin anlayışı ile aynıdır. 1996’da hapisten çıktıktan sonra üniversiteye geri döndüm ve 2000 yılında Tıp fakültesinden mezun oldum. Daha sonra Şam’a taşındım. Ve yazarlığa başladım. Suriye dışında yayınlanan Arapça gazetelerde Suriye toplumuna ve siyasete dair yazılar yazmaya başladım. Yaklaşık 8 ay silahsız protesto gösterileri sonrası silahlı mücadeleye başlanması doğru bir karar mıydı? Devrim başladıktan sonra protestolardaki en önemli sloganlardan biri protestoların barışçıl kalması ile ilgiliydi. Silahlanmak Suriyelilerin kendi seçimi değildi. Ancak rejim en başından itibaren protestoculara savaş açtı. Siyasi bir çözüm istemeyen rejimdi. Baştan itibaren tutukla-


Röportaj malar, işkenceler, ordunun kullanılması, tankların kullanılması. Ordu insanlara karşı kullanıldığı için insanlar 2011 Haziran’ında ordudan ayrılmaya başladı. 2011 sonbaharına kadar silahlanma başlamadı. Ve başladığında da amaç protestoları orduya karşı korumaktı. Yani saldırı amaçlı değil, defansif amaçlı idi. Her halükarda 2012 Haziran’ına kadar protestolar devam etti. Ama o noktada artık rejimin uçaklarının bombalamaya başlamasıyla, daha sonra kimyasal silah kullanılması sonucu silahlanmak dışında başka yol kalmamıştı. Yani silahlanmak muhalefetin kendi kararı değildi. Başka seçenek bırakılmamıştı. Türkiye’de ve Suriye’de sol örgütlerin veya siyasal yapılanmaların Esad yanlısı tavır tutunmaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Solun tamamının değil ama büyük bir kısmının Esad rejimini desteklediği doğru. Suriye’de sol hareketler, toplumsal gerçeklikten uzaklaştılar. Anti-emperyalizm adı altında sadece yüksek siyasetle ilgilenmeye başladılar, insanların gerçekliği ile değil. Suriye’de köylülerle, işçilerle bir ilişkileri kalmadı. Türkiye’de benim gördüğüm kadarı ile durum daha farklı. Türkiye’de sol, kimlik siyasetinin ötesine geçemiyor. Ben Suriye’den çıkıp Türkiye’ye geldikten iki hafta sonra Türkiyeli bir solcu bana Suriye’de ne olduğunu anlatmaya, ders vermeye kalktı. Bu şu demek oluyor: Hiçbir şey bilmelerine gerek yok. Sahip oldukları teorik bakış açısı onlar için her şeyi açıklamaya yeterli. Onun dışında bir şey öğrenmeye çalışmıyorlar. Her durum için geçerli doğru cevaplara sahip olduklarını sanıyorlar. Bu türden bir kimlik politikası Türkiye’deki siyasi hayat için çok zararlı. Bir de hissettikleri suçluluk duygusu var azınlıklara karşı. Suriye devriminin yanında olduğunu söyleyen solcuların bazıları dahi, bu sebeple bazen tavırlarını değiştiriyorlar. Siyasetin bu şekilde psikolojileştirilmesi çok tehlikelidir. Mesela, Kürt siyasi hareketlerini eleştirmek imkansız hale geliyor bu şekilde. Ayrıca sol hareketlerin modernist bakış açısını eleştirmesi beklenir. Ama gerçekte olan böyle değil. Artı bu modernist bakış açısı İslamofobi ile birleşiyor. Suriye’de Esad solu olarak adlandırabileceğim hareketler kavramlar üzerinde

monopoli kuruyor: Filistin, özgürlük, adalet gibi kavramlar. Böylece bu kavramların alternatif anlamlarını geliştirmek isteyenler susturuluyor. Dünya soluna gelince, çoğunluğu hala Sovyetler Birliği zamanında yaşıyormuş gibi davranıyor. Suriye’de radikal grupların ortaya çıkmasındaki en önemli faktörlerden biri Batının ılımlı muhalifleri görmezden gelmesi denilebilir mi? Suriye’de rejimin mezhepçi politikalarına karşı İslami hareketler güç kazanmaya başladı. Din, siyasi fakirliğin sınırını oluşturdu. Ne Kur’an-ı Kerim’i yok edebilirsiniz ne de insanların cuma namazında camiilerde bir araya gelmesini engelleyemezsiniz. Bu sebeple Suriye’de protestolar camilerden yayılmaya başladı. Suriye’de özellikle 2000’den sonra kırsal bölgelerdeki fakirlik arttı. Suriye’de bugün Selefi hareketlerin güçlendiği yerlere baktığınızda da toplumdan en fazla dışlanmış, en fakir, en bastırılmış bölgelerinden çıktığını görürsünüz. Batı’nın muhalefeti göz ardı etmesi çok yapısal bir sorun. Ya Başar Esad’ı görüyorlar ya da İŞİD’i. Bizi görmüyorlar. Esad, Batının istediği istikrarı sağlıyor. Ama aslında Başar Esad, kravatlı bir faşist ama Batı için sürprizlerle dolu biri değil. Ve de yanlış yola saparsa, geri döndürilmesi çok kolay. Kulağının çekilmesi yeterli. Öbür taraftan, IŞİD gibi güçler kendilerine zarar vermeye başladığında Batı için görünür oluyorlar. Benim gözümde IŞİD gibi örgütler nihilist örgütler ve özgürleştirici potansiyalleri yok ama Batı’nın IŞİD karşıtı olmasının sebebi bu değil. Kendine karşı olması sebep. Aralık’16 • 55


Röportaj Sanırım Arap ve belki Türkiye solunun sorunlarından birisi çok fazla Batılılaşmış olması. Ancak çıka çıka Zizek gibi bir entellektüelin çıktığı Batının kültürel anlamda özgürleştirici potansiyelinin kalmadığını düşünüyorum ben. Ben kendimi Amerika’ya “İslamcılara karşı beni destekle, ben iyi çocuğum.” şeklinde sunmak istemiyorum. Gerçekten Beşar Esad devrilirse Suriye’deki problem çözülecek diyebilir miyiz? En az Esad kadar Suriye’deki savaşın içinde iktidar mücadelesi veren taraflar Suriye üzerindeki iddialarından vazgeçecekler mi? Başar Esad’ın düşmesi sorunu tamamıyla çözmek için yeterli değil artık bu noktada ancak rejimin düşmesi ilk adım olmalıdır. Tarihsel, kültürel ve toplumsal olarak bir çok sorunumuz var ve bu sorunlarla yüzleşmek ve çözebilmek için ilk koşul Esad rejiminin düşmesidir. İşlediği suçların cezasını alması gerekir. Rejimin düşmesi, Suriye’de her türlü değişimin başlangıcı olacaktır. Esad rejiminin kalması ise, Suriye’de faşizmin çok daha güçlenmesi anlamına gelecektir. Esad düşerse alternatifi yok diyorlar. Her bir Suriyeli Esad’ın alternatifi olabilir.

dönemin semptomlarından birisi şu: Daeşle ve Selefilerle savaşın tek yolu olarak hepsini öldürmeyi görüyorlar. Buna soykırım denir. Tek bir entellektüel, tek bir BM yetkilisi, tek biri insan hakları örgütü, küresel bir mesele olan Daeş ya da Selefilere karşı alınan bu tavıra dair tek bir söz söylemedi, bir alternatif sunmadı, siyasi bir çözüm önermedi. Halbuki siyasi bir çözüm mümkündür. Örneğin, Daeş’den ayrılmak isteyenleri siyasi hayata dahil etme kanallarını açmak mümkün olabilir. Ancak hepsini öldürmek dışında bir çözüm göremiyorlar. PYD, Amerikan stratejisinin bir aletidir. PYD Suriye’de şu anda çok büyük sorunlar yaratıyor. Rojava projesinin özgürlük, adalet gibi kavramlarla yakından uzaktan alakası yok. Nüfusun çoğunluğu Arap olan bölgeler üzerinde kontrol kurmaya çalışıyorlar, okullarda kendi eğitim müfredatlarını getiriyorlar, Öcalan’a ibadet ettirmeye çalışıyorlar, Arap isimleri Kürtleştiriyorlar. Tel Abyad en önemli örneği bu siyasetin. Ve bu durum Türkiye solunun en büyük körlüğü. Ben Rojava kelimesini hayatımda ilk defa Türkiye’de duydum ki ben o bölgeden geliyorum. PYD’yi destekleyenler aslında bize de hakeret ediyorlar çünkü bizi hiç bir zaman görmediler.

Batının ikircikli tavrı ne kadar adil; Esad veya PYD iyi teröristken, IŞID veya el-Kaide kötü teröristler mi? Batı güçlerinin Daeş hakkında söyledikleri daha büyük tehlike. Bu tavrı etik dışı olarak buluyorum. Sadece Esad, şimdiye kadar Daeş’den çok daha fazla sayıda insan öldürdüğü için değil, bu yaklaşım Batı merkezli olduğu için. Suriyeliler için hem Esad hem Daeş tehlikedir. Batı için ise Daeş tehlikedir. Dolayısı ile onlar için kim tehlikeliyse, sıralamayı ona gore yapıyorlar ve yine bizi görmezden geliyorlar. Batının terörle savaş söylemi, güçlüyü daha güçlü yapıyor, güçsüzü daha güçsüz. Ve bu siyasette Esad da Batının ortağı. Post-demokratik

Suriye’nin halkının kurtuluşu kimin elinde, hala bir umut var mı? 2011’e oranla şu anda umudum daha az. Ama umudu inşa etmekten başka bir çaremiz yok. Belki milyonlarca Suriyeli sakat kaldı, bir uzvunu kaybetti. Türkiye’de, Lübnan’da, Ürdün’de yaşayan milyonlarca Suriyeli mülteci var; Suriye’nin içinde büyük çoğunluk yerinden oldu, evini kaybetti. Tüm Suriyelilerin %80’inin yerlerinden edildiğini biliyor. Suriye için çözümden bahsedenler sadece geriye kalan %20 ’yi kaale alıyor, geri kalanlar dışlanıyor. Ama Suriye’nin kurtulması için dışlanmış, marjinalleştirilmiş olan bu %80’i sürece dahil etmek gerekiyor.

56 • Aralık’16


Deneme

Masumiyet... Sorulan soru sıradan, kısa ve açık. Lăkin cevap karmaşık. ‘Genç Öncüler’ dergisinin 108 sayılı kapak sorusu; -Neyini Kaybettiğini Hatırla! Düşünüyor insan, ‘para, cüzdan, kredi kartı, kolye, yüzük...’ Daha bir yığın somut değersiz gereklilikler. Eğer o gün en son kaybettiğin obje ‘ıslak mendil’ ise ilk aklına gelen şüphesiz bu olmuyor. Çünkü ehemmiyeti yüksek, değer felsefesi ihtiyaç listemizin ‘en’lerinde arz-ı endam eden somut araçların varlığı, ruhumuzdaki pragmatizmi deşifre ederken; vicdan muhasebemiz ‘2+2’ nın sonuçlarını tüm mahremiyetiyle gözler önüne sermekten geri durmuyor. Para, cüzdan, kredi kart ... Bir bir şiddetli karın sancısı misali tekerrür ediyor dimağımızda. Nihayetinde mide boşluğumuzdan bizi rahatlatacak o muhteşem his vücut ısımızla birlikte yüreğimize yayılıveriyor. Yüzümüzde yüzyılın pek mağrur ifadesi ve soğuk bir gülümseme. Rahatlık emareleri... Gözler geriye devrilirken, ‘zayi olmuş gerçek’ koşarak çarpıyor beyin hücrelerimize. Usulca fark ediliyor yanlış. Gözler derginin kapağını sahipleniyor. Aynı soru okunmadan saniyelerce grameri hatmediliyor. Üzerinden geçen ilk bir dakikadan sonraki demde, idrak melekelerin enaniyetine veda etmeye hazırlanıyor. Dimağın ağırlaşıyor. Yedi kapının arkasındaki gerçek ağır devinimlerle Yusuf’a açılır gibi açılıyor. Şah mat olmak-

tan korkan ruhundaki zaafiyet, dengesi bozuk adımlarla piyonlarını aklının uçurumlarına sürüklüyor. Algının güçlenmesini beklediğin bu ızdıraplı anında, gözlerin somut delillerden uzaklaşarak, soyut kavramların kapısını aralamaya başlıyor. Tahayyül edebildiğin bütün o tılsımlı sözcükler arafta asılı beklerken, gerçeğe ulaşmanın manidar sızısı ile veryasın etmeye başlıyorsun. Ürküyorsun. Göz kapakların ağırlaşıyor. Tıpkı bağımlı bir morfin müdavimi gibi ‘huzursuzluk’ dolaşıyor aciz bedeninde. Ve işte hakikat. Ceberut bir yaşamın kayıp zamanlarında, umursamadığın her salise, niçin yaşadığını bilmediğin her safha meydan okuyor şahsına. Yalnız dokuz harf. Tek kelime. Masumiyet… Üşüyorsun. Sahi üşüyor musun adem? Doğarken pamuklara sarılan bedenin ‘masumiyet’ soğuklarında direncini mi yitiriyor? Bu dehlizlerde kaybolmak ikrarlarını hezeyanlara mı sürüklüyor? Kaybolmasına izin verdiğin bu yitik kelime, hangi uçurumlarda sarsılıyor? Sahibini nerelerde arıyor? Vay haline Azizim! Vay halime! Ne diyordu şair; ‘Masumiyetimi kaybettiğim gün, mezar taşımda -hiç kimse- yazıldı. Dünlere gebe olan altı mevsim tanıdım hepsi soğuktu. Güneşi gören ülkeleri taşıdılar bu dünyadan. Yarın diye birşey var mı diye sordum ? Dünde kaldı dediler. Hey gidi Aziz! Ne çok şey söylediler ama ben anlamayı unuttum...’ Aralık’16 • 57


Biyografi

İslam’a Kavuşma Toleuzhan GALİYEVA

Selamun Aleykum değerli kardeşlerim. Sizlere kendi hayatımda yaşadığım değişim hikayemden biraz bahsetmek istiyorum. Bazı insanlar var Müslüman ailede doğarlar. Ve İslam üzere yaşarlar. Bazı insanlar da var farklı bir dine sahip olurlar ve inançları üzere hayatlarını sürdürürler. Ben de bu ikisinin arasında yaşarken hayatımı değiştiren hikayem”bir anlık düşünceden” başlıyor. Toleuzhan Galiyeva Bu Dünya Hayatı Nereye Kadar? Doğu Kazakistan. Kışın çok soğuktur. Kazakistan, Rusya ve Çin sınırlarına yakın bir bölgededir. Bu sınırlardan özellikle bahsediyorum, çünkü bu çok önemli. Yaşadığın köy hangi ülke sınırına yakınsa o ülkenin kültürüne sen de yakınsın demektir. Daha iyi anlaşılması için örnek getireyim, Türkiye’nin Hatay bölgesinde Suriye kültürüne, Ardahan bölgesi Gürcü kültürüne, Hakkari bölgesi Irak kültürüne benzerler ya, onun gibidir. Benim köyüm de Rus sınırına yakın olduğu için Rus kültürüne yakındı. Bundan dolayı köyde yaşayan kendilerini ‘Müslüman’ olarak adlandıran Müslümanlar kendi inançları üzere yaşamıyorlardı. Sovyet zamanında dinini ve dilini unutan halk vardı. Tabi ki sorarsan hangi dine mensup olduklarını; İslam diye cevap verirlerdi. Genel olarak alırsak, tıpkı Antalya veya İzmir bölgelerinde yaşayan halk gibi. Müslüman’dır, lakin Müslümanın yapması gereken beş büyük şartı yerine getirmiyorlar. Tabii sömürge altında senelerce yaşayan nine ve dedelerimizi suçlayamayız. Onların da 58 • Aralık’16

zor zamanları oldu. Gizli saklı eğitimler uzun süremediği için gelecek nesil İslam bilgisinden mahrum kaldı. Kazakistan ve sömürge hakkında daha fazla bilgiler edinmek isterseniz “Genç Öncüler” dergisinin 96. sayısında (Haziran, 2015) bir yazı yazmıştım, merak edenler varsa oradan bakabilirler. Ben Allah’ın ismini biliyorum. Fakat evin içinde veya dışında Allah ile ilgili bilgi veren, anlatan kimseler yoktu. Bu yüzden Allah’ı tanımadan, Peygamber Efendimizi bilmeden büyüdüm. Çünkü aile içerisinde veya yaşadığım köyde Allah ve Peygamberden hiç bahsedilmezdi. Çünkü onlar da bilmiyorlardı. Üstelik babaannem Rus idi. Yani akrabalarımın üçte biri Rus’tur. Evlenmeden önceki ismi Tatyana Karpova imiş. Dedemle evlendikten sonra ismini değiştirdi. Dedem Batima olarak isim vermiş. Batima Galiyeva. Aslında Batima değil de Fatıma’dır. Lakin komünist sistem olduğu için, Fatıma demekten çekinmiş ve Batima olarak kaydettirmiş. Anneannem ise Kazak idi ve bize önemli şeyler tavsiye ederdi. Kendisinin İslami bilgileri olmasa da fıtraten, doğru ve güzel şeyler söylüyordu. Diyordu ki; ergen yaşa geldiğinizde dışarıda koşmayın, otururken ayaklarınızı toplayın, erkeklerin arasında iken yüksek sesle gülmeyin vs. diye söylerdi bize. Emanetin ne olduğunu bilmez, ama emanete çok iyi bakardı, onu çok iyi korurdu. Rus ninem vefat etti. Allah rahmet eylesin. Kazak ninem hayatta çok şükür. Yazın Kazak nineme giderdik tatile. Onun yaşadığı yer, Bodrum gibi çok güzel bir yer. Turistik bir bölgeydi. Orası tabi tatil yeri olunca nasıl bir ortam olduğundan bahsetmeme


Biyografi gerek yok değil mi? İşin kötüsü ben de o ortamda bulundum. Elhamdülillah hepsi geldi geçti. Ben okumaya başlamıştım. İlkokul, lise dönemlerini yaşadığım köyde tamamladım. Basketbol, bilgisayar, sanatsal faaliyetler, tiyatro gibi okuldaki etkinliklere katılırdım. Arkadaşlarla başka şehirde düzenlenen yarışmalara katılırdık. Gezerdik ve eğlenirdik. Komşu çocuklarla beraber anne ve babalarımıza yönelik senede bir kere konser programı yapardık. Kimisi şarkı söyler kimisi “dombıra” çalar (dombıra - Özbekistan, Tacikistan, Kazakistan, Afganistan gibi Orta Asya ülkelerinde yaygın bulunan kadim bir telli çalgıdır) kimisi de şiir vs okur. Kısaca herkes yeteneklerini gösterirlerdi. Konser yaptığımız yer ise evlerimizin bahçesiydi. Her sene sırayla yapardık. Geçen sene Gülcan’ın bahçesinde olsa bu sene Nurcan’ın ev avlusunu kullanırdık. Ayrıca konsere gelen büyüklerden bilet parası alırdık. Sonra o paraları paylaşarak kendi ihtiyaçlarımızı karşılardık. Böyle zaman geçiyor ve lise son sınıftayım. Evde her şey serbestti. Yani her konuda rahatsın. İstediğin yere gitmek, istediğin vakitte gelmek gibi. Tabii ki bu serbestlik veya rahatlık bir şartın altında olur. Babamın annem üzerinden bize koyduğu şartlar. Onlardan birincisi; sigara içmek yasak, ikincisi; alkol kullanmak yasak, üçüncüsü; namusunu korumak. Babamın bu şartları koymasının sebebi bu saydığım şeylerin gençlerin arasında yaygın bir şekilde ve rahatça kullanılmasıdır. Bu şartlar bizi korumak amaçlıydı. Böyle bakarsanız, tabii bunu şuan İslam’dan biraz da olsa bilgi edinerek söylüyorum, aslında bu şartlara gerek kalmazdı. Eğer dinini yaşayan Müslüman olsaydı veya İslam’ı bilen, bunları yapmazdı. Tabi bilmeyince, böyle şeylere yakın olunca, yakınlarını bu şekilde koruyacak. Biz babamın koyduğu şartlara uyunca her şey serbestti. Bu arada biz iki kız kardeşiz. Ablam ve ben. İsmi Kunsulu. Dediğim gibi sınırlar çok önemli. Çin’de çok çocuk yapmazlar ya. Mesela Güney Kazakistan’da kardeşler en az beş veya altı olur. Sebebi de sınır bölgesi Özbekistan’dır. Kırgızistan gibi ülkelerde çocuk sayısı fazladır. Bizde ise üçüncüsü geliyor dediğin an “yok canım daha nereye” gibi ifadeler kullanırlar. Az

da olsa lise hayatımdan bir parça aklımda kalan bilgilerden bahsedebildim. İşte bu gezme tozmalar nereye kadar. Dünya zevki nereye kadar. Bilmezdim. Bir gün öylesine düşünürken astronomi dersi geldi aklıma. Gezegenleri hayal ettim. Kendime düşünüyorum, ya güneş olmazsa hep karanlık olsa ne olurdu? Ya da gece olmasa hep aydınlık olsa ne olurdu? Biz yok olsak dünyada sadece hayvanlar mı yaşardı? Ama sadece hayvanlar tek başına ne yapardı? Biz varız sonra öleceğiz, nereye gideceğiz? Öldükten sonra dede ve ninelerimiz gibi yukarıdan çocuklarımızı mı seyredeceğiz? Diye sorular çok ama cevap yok. Belki dersiniz “canım internetten bak araştır” diye. İnterneti bırakın evde telefon bile yoktu. Ve bir de belki dersiniz “git Kuran-ı aç, bak, oku. Orda her şey var”. İnanır mısınız bilmiyorum ama evde Kuran da yoktu. En acı olan durum da buydu. Evde Kur’an-ı Kerim yoktu. Okulda din dersi yoktu. Sokakta kapalı kadın, sakallı adam yoktu. Ezan yoktu. O zamanlarda cami bile yoktu. Ya da vardı ben bilmiyordum. Başka olmayan şeyleri saymaya gerek kalmadı sanırım. Bu arada hayaller, düşünceler bitti, sınava hazırlanmaya başladım. Çünkü lise son ve ENT sınavımız var. (ENT - Birleştirilmiş Ulusal Testi). Bu ENT sınavına Üniversite kazanmak üzere bütün lise mezunları girecektir. Ben de ENT sınavına gireceğim. Devamı bir sonraki dergimizde.. Selametle

Aralık’16 • 59


Sinema

“MUHAMMED: ALLAH’IN ELÇİSİ” FİLMİNE KISA BİR BAKIŞ

İ

Mehmet EŞREF

ranlı yönetmen Mecid Mecidi tarafından hazırlanan “Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi 2015’te bazı ülkelerde gösterime girmesinin ardından 28 Ekimde Türkiye’de de seyircilerle buluştu. Üç hafta gösterimde kalan film 433.694 kişi tarafından izlendi ve birçok eleştiriyi beraberinde getirdi. Yedi yılda tamamlanan filmin çekimlerinin büyük bir bölümü İran’ın Kum kentinde yapıldı ve İran devletinin de desteğiyle yaklaşık kırk milyon dolar bütçeyle film İran sinemasının en yüksek bütçeli filmi olarak sinema tarihindeki yerini aldı. “Muhammed: Allah’ın Elçisi”nin galasıyla beraber eleştiriler de yoğun bir şekilde yapılmaya başlandı. Suudi Arabistan’da ve Katar’da yasaklanan film, El Ezher tarafından “izlenilmesi haram” fetvasıyla karşılaştı. Öncelikle şunu belirtmemiz gerekir ki hazırlanan sahneler oldukça başarılı. Filmden geriye ne kaldı diye sorduğumuz zaman filmin ilk sahnesi bile uzunca zaman hafızamızdan çıkmayacaktır. Siyerden okuduğumuz Hz. Hamza’nın Ebu Leheb’e karşı peygamberi müdafaa etmesi ve himayesine alması filmin ilk sahnesine yerleştirilmiş ve nübüvvetten sonra Mekke döneminin gergin yılları ile filme başlanmış. Geriye dönüş tekniği ile Fil Vakası’ndan itibaren peygamberin doğumu ile asıl senaryoya başlanmış ve Allah Rasulü’nün on iki yaşına kadarki hayatı filme aktarılmış. Filmin son bölümünde ise tekrar nübüvvet dönemi Mekke’sine dönülmüş ve üç ayaklı filmin ilk kısmı sonlandırılmış. Filmin senaryosunda dikkat çekici unsurların sayısı oldukça fazla. Filmin dilinin Farsça olduğunu öğrendiğimde ben de şaşırdım ama bu kadar emek verilerek çekilen bir filmde yönetmen ve se-

60 • Aralık’16

naristin kendi dillerini kullanmalarını çok da yadırgamadığımı itiraf etmeliyim. Filmde dikkat çeken unsurlardan biri Ebu Talip - Ebu Süfyan karşıtlığı. Rasulullah’ı nübüvvetten sonra amcası Ebu Talib’in himayesi altına aldığı ve Mekke müşriklerine karşı koruduğu aşikar. Bunun yanında Ebu Talib’in, yeğeni Muhammed’i (sav) kardeşinin emaneti ve kimsesiz olduğu için himaye ettiği, ancak peygamberin davetini tasdik etmediği ehli sünnet kaynaklarla bize ulaşmıştır. Filmde ise Ebu Talib’in, kafirlerin karşısında, müminlerin önde gelenlerinden olarak aktarılması Şia akidesinin devreye girdiği yer olarak dikkate çekmekte. Mekke’de baskıların en şiddetli olduğu zamanlarda peygamber ve arkadaşlarının gördüğü baskıya filmde yer verilirken, Allah’ın vahyini ilk tasdik edenlerden biri olarak Hz. Ebubekir’e yer vermeyip Ebu Talib’in bir muvahhid gibi perdeye aktarılması, filmin Müslümanları kapsayıcılığı bakımından ilk aksaklıklarından. Diğer yandan Ebu Talib’in karşısına küfür ehlinden Ebu Leheb’in yahut Ebu Cehil’in yerine Ebu Süfyan’ın seçilmesinin nedenini mezhebi temellerde aramamız gerekiyor. Bu karşıtlıklarla Hz. Ali - Hz. Muaviye ve Hz. Hüseyin - Yezid arasında gerçekleşen olaylara atıf yapılarak Şia aklı ön plana çıkartılmakta. Dikkat çeken bir başka unsur Ümeyyeoğulları ve Haşimoğulları arasındaki gerginliklere filmde sıkça yer verilmesi. Filmi izlerken aklımıza takılan noktalardan birisi de Yahudilerin filmde sık sık karşımıza çıkması. Siyer-i Nebilerde bu hususta bilgiler bulunsa da filmde işlendiği gibi Rasulullah’ın çocukluğundan itibaren Yahudilerin sürekli tuzak kurmaları ve peygamberi öldürme gayretinde olmaları tarihi ger-


Sinema çekliği muallak bir konu. O halde “neden” sorusunu sorduğumuz zaman mantıklı cevaplar alabilmek için günümüz siyasetine bakmamız gerekiyor. Şu anda İran ve İsrail arasındaki husumet eski gerilimini kaybetse de filmin yedi senelik bir çalışmanın ürünü olduğunu düşündüğümüzde, İran’a uygulanan siyasi ve ekonomik ambargo akıllara gelecektir. Bu bağlamda düşündüğümüzde Hz. Peygamber’in çocukluğunun anlatıldığı bir filme Yahudilerin bu şekilde yerleştirilmesine çok da şaşırmayacağız. Benim en çok şaşırdığım yer, Peygamber’in, amcası Ebu Talib ile ticaret için yola çıktıklarında Rahip Bahira’nın söyledikleridir. Kervanı takip eden bulutu gören Rahip Bahîra bir gariplik olduğu sezip kervanı yemeğe davet edince Ebu Talib ve Amine’nin yetimi ile tanışır ve birkaç soru sorduktan sonra onun peygamber olacağını anlar. Amine’nin yetimi ile konuşurken Allah’ı kasdederek söylediği bir söz dikkat çekicidir: ”O var, O’ndan başka hiçbir şey yok.” Bu vahdet- i vücut vurgusu nereden çıktı derken İbn-i Arabi’nin İran kültürü üzerinde de etkili olduğunu hatırladım. Filmin kritiğini yaparken mucizelerin geçtiği sahnelerden birine özellikle değinmemiz gerekiyor. Genel kabullerin çok da dışına çıkılmadan anlatılan üç dört mucizeden sonra filmin son sahnesinde Şii kaynaklardan gelen “balık mucizesi” rivayet edilen mucizelerin ruhuna uymamakta. Ebu Talib ile gidilen bir ticaret yolculuğunun dönüşünde, yağmur yağması için bir aileyi kurban etmekte olan bir kabilenin olduğu yere uğrayan henüz on yaşında, nübüvvet gelmemiş olan Hz. Peygamber, kurban edilen ailenin yanına gider ve çocuklara şefkat ile nazar ettikten sonra denize dönerek uzun süre denize bakar. Bunun üzerine dalgalar azgınlaşır ve sahile vuran dalgalardan bölge halkının üzerine balık yağar. Bu olaylar cereyan ederken henüz on yaşında olan Muhammed(s), yüzünü denize dönmüş ve hiçbir tepki vermeden öylece durmaktadır. Kırk yaşında iken mağarada ilk vahiy nazil olduğunda korkudan ne yapacağını bilemediğini Kur’an bize haber verirken, henüz on yaşında bir

çocuğun böyle bir olayla karşılaştığında hiçbir tepki vermemesi oldukça garip. Filmlerde büyücüler canlandırılırken böyle sahnelerin kullanıldığı canlandı gözlerimde o anı izlerken. Sahne çekilirken eklenen müziğin daha çok kilise tınılarını anımsatması bu düşünceye kapılmamı tetikledi belki de. Vizyona girmesinden bu yana filme dair farklı eleştiriler dile getirilse de tenkitlerin iki yerde birleştiği görülmekte: Şia vurgusu ve Rasulullah’ın yüzünün yahut bedeninin bir bölümünün temsilen gösterilmesi. Eleştirilerin bu cihetinden filme baktığım zaman çok baskın bir Şia propagandası gördüğümü söyleyemeyeceğim. Yukarıda dile getirdiğimiz Ebu Talib’in temsiliyeti, Ümeyyeoğulları- Haşimoğulları meselesinde senaryona eklenen küçük pasajlar dışında çok baskın bir Şia propagandası yahut ehl-i sünnet eleştirisi göremiyoruz. Balık mucizesinin ehl-i sünnet kaynaklarda geçmeyip Şii kaynaklardan alındığını da belirtelim. Allah Rasulü’nün çocukluğunun geçtiği yıllarda saçlarının, elbisesinin ve ayaklarının gösterilmesi ise filme haram fetvalarının verilmesinin nedeni. Pek çok İslam ülkesinde bu durum nedeniyle filmin izlenmesinin haram olduğuna dair fetvalar yayınlandı. Ben de İslam hukukunda yer alan “sedd-i zerâi” ölçüsüyle bu eleştirilerin haklı eleştiriler olduğu kanısındayım. Sedd-i zerâi, kötülüğe götüren yolların kapatılması, yani yasaklanması konusunda kullanılan bir fıkıh usulü ve fıkıh tabiridir. Bütün mezheplerde kabul görmekle birlikte daha çok Maliki ve Hanbeli mezheplerinde ön plana çıkar.Bu bağlamda düşünürsek, filmin anlatıldığı dönemde Rasulullah belki vahiyle muhatap olmamıştı ancak hem Mecidi filmin diğer ayaklarında peygamber tasvirinin yapılıp yapılmayacağı hakkında bir şey söylemedi hem de peygamberin canlandırılmasının neler kazandıracağı ve neler kaybettireceği üzerine uzun uzadıya konuşulmadı. Sedd- zerâi özelinde, peygamberin bedeninin tamamının yahut bir kısmının veyahut sesinin canlandırılması neler kazandırır, bir şey kazandırır mı; neler götürür, neler kaybettirir sorularının muhasebesini de okuyucu yapsın. Aralık’16 • 61


Etkinlik

Genç Öncüler Lise Sohbetleri Devam Ediyor

G

enç Öncüler hareketi lise sohbetleri kaldığı yerden devam ediyor. Her hafta Cuma günü Fatih, Başakşehir ve Kağıthane bölgelerinde yapılan sohbetlerde Kasım ayında İslam ahlakı, İslam’a göre dostluk ve düşmanlık, nefis tezkiyesi ve gündeme dair meseleler liseli kardeşlerimizle istişare edildi. Ayrıca

derslerde Kur’an merkezli bir zihin dünyası inşa etme adına ayetler üzerine tartışmalar gerçekleştiriliyor. Tüm liseli kardeşlerimizi bu sohbetlerde yer almaya çağırıyoruz.

İrtibat telefonu: 05417801489

Eğitimcilerin Eğitimi

19

Kasım’da Allah’ın davasının hizmetçisi olmayı düstur edinmiş gençler olarak ‘eğitimcinin eğitimi’ programını gerçekleştirdik. Haydar Temel, Alpay Bozdağ ve Adem Kandemir Hocalarımız ile yaptığımız 3 oturumluk programda genel iletişim, sınıf içi yöntem, öğretim metot ve teknikleri gibi eğitimcinin dikkat etmesi gereken konular üzerinde durduk.

62 • Aralık’16


Etkinlik

Liseli Kardeşlerimiz ile

Çengelköy Gezisi

L

iseli hanım kardeşlerimizle yaptığımız aylık gezilerimize Çengelköy’e giderek başladık. Vakıfta

toplanıp Eminönü’nden vapurla Üsküdar’a geçtik. Vapurda çiğ köftelerimizi yiyerek hoş sohbet ettik. Soğuk havaya inat Üsküdar’dan Çengelköy Çikolata-

cısına giderek sıcak çikolatalarımızı yudumladık. Hoş sohbetimize Kuleli Sahilin de manzaranın keyfini çıkararak gezimizi sonlandırdık.

Genç Öncüler Hanımlar

Lise Yaş Grubu Sohbetlerimiz Devam Ediyor!

B

irbirleriyle akran kardeşlerimizin bir araya geldiği samimi dostlukların ve muhabbetlerin kurulduğu ders halkalarımızda sen de yerini almak istersen bizimle iletişime geç *Sohbetlerimiz cumartesi günleri saat 14.0016.00 arasıdır. *Sohbet içeriklerinde; Müminlerin Özellikleri, İslam Coğrafyaları, Öncü Şahsiyetler, İlmihal, Gündem ve her ay bir kitap tahlili yapılmaktadır. *Aralık ayı Tahlil Kitabı: AbdulFettah Ebu Gudde- İslam Alimlerinin Gözüyle Zamanın Kıymeti *Sohbetlerle alakalı detaylı bilgi için: 0537 441 72 44 *Mekan: Araştırma ve Kültür Vakfı- Fatih Aralık’16 • 63


Etkinlik

Ümmet Coğrafyasından Misafirlerimiz Var

G

enç Öncüler hanımlar komisyonu olarak ayda bir gerçekleştirmeye niyetlendiğimiz programımızda, farklı coğrafyalardan ümmetin parçaları olan kardeşlerimizle buluşacağız inşallah. İlk buluşmamızı 12 Kasım günü vakfımızda Tanzanyalı Noorein Omar kardeşimizi misafir ederek gerçekleştirdik. 6 yıl önce Türkiye’ye gelen Noorein ile kültürleri, ülkelerindeki İslam algısı ve yaşanışı hakkında konuştuk. Programın ilerleyen vakitlerinde kardeşimizin Türkiye’ye ilk

64 • Aralık’16

geldiğinde anlamakta zorlandığı adetlerimizi dinlerken yüzlerimizden tebessüm eksik olmadı. Yemek kültüründen eğitim sistemine kadar Tanzanya-Zanzibar ile ilgili tüm sorularımızı yanıtlayan Noorein, belki de haritada yerini gösteremeyeceğimiz memleketlerdeki kardeşlerimizle aramıza muhabbet bağları kurmamıza vesile oldu. Sözü sevgili kardeşimizin bir cümlesiyle bitirelim: Türkiye İslam dünyası için çok önemli, ayrılmayın, birliğinizi bozmayın.


Liseli Erkeklere

Bursa Gezisi 30-31 Aralık

Ayrıntılı Bilgi ve Kayıt için

0541 780 14 89 genconculer.com genconculer

(0212) 635 4252

genconculerr genconculer



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.