ISSN 1307-007X
9 771307 007016
SIRTIMIZDAKİ YÜK (KARZ)
İÇKİN BİR FİKİR OLARAK VATAN
TEVBE VE MOTİVASYON
12
EDİTÖR'DEN
Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu M. Salih Demirtaş Yayın Kurulu Furkan Gençoğlu Ahmet Semih Şenlikoğlu Furkan Rıza Demirel Dücane Demirtaş M.Salih Demirtaş Osman Zinnur Aksu Sümeyye Akgül Zozan Demirci Ayşenur Özdemir Senanur Yaşaroğlu Gülsüm Cemile Damar Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Furkan Gençoğlu Tuğba Şahin Vefa Güzel Osman Zinnur Aksu Mehmet Akif Akar Mustafa Fatih Yavuz M.Salih Demirtaş Tunahan Elmas Dücane Demirtaş Enes Günaslan Abbas Aslan Süleyman Taşkın Betül Kayalı Mahinur Özdemir Mehmet Özek Cuma Ertaş Furkan Rıza Demirel Mehmet Çetin Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr
Baskı Sanatkar Ofset San. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 4NF/4-5 Topkapı / İST. Tel: (212) 567 39 40-41
Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun Sevgili arkadaşlar orç yiğidin kamçısıdır derler. En azından bize böyle söylendi. El hak doğrudur diyebiliriz. Durmaksızın tüketme isteği ile kamçılanan ruhumuz , dünyevi metalara ulaşma dürtülerimizi tatmin etmek adına sürekli borçlanıyor. Hayatlarımız 120 ay vade ile ipotek altına alınıyor. Bir saniyesine dahi hükmedemediğimiz bir dünya için 120 ay yaşama garantisi veriyoruz. Halbuki ölüm hepimize şah damarımızdan dahi yakın. Ölümü köşe bucak kaçılması gereken bir kabus olarak görüyoruz. Artık hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için çalışıyoruz. Dünyevileşmeyi geniş salonlarda yapılan ihtişamlı panellerde veya akademi dünyasının göz alıcı sitelerinde aramaya gerek yok. Dünyevileşme arka cebimizde bulunan deri cüzdanımızın için sıkışmış dikdörtgen bir plastik kartın içindeki çipte. Nereye gidersek bizi takip ediyor, nereye gidersek bizim hizmetimizde. Bu sayımızda Genç Öncüler Dergisi ekibi olarak “borçlandırılmış insan” ve istikrar arayışı üzerine kafa yormak istedik. Furkan Gençoğlu “birlikte üretmenin imkanını” tartıştı. Tuğba Şahin “İslam’da borç” meselesini irdeledi. Mehmet Akif Akar “kredi derecelendirme kuruluşları” tartışmalarını değerlendirdi. Osman Zinnur “otomobil enflasyonuna” dikkat çekti. M.Salih Demirtaş “borçlandırılmış insanın imali” kitabını tahlil etti. Fatih Yavuz “gençliğin yeni satın alma pratiklerini” çevirdi. Dosya bağlamında “işveren gözüyle emek-sermaye ilişkilerini” arkadaşımız Dücane Demirtaş BİM birleşik marketleri icra kurulu üyesi Haluk Dortluoğlu ile konuştu. Tunahan Elmas Dünya’da ve Türkiye’de ekonomik buhranlar yazı dizisine başladı. Ayrıca gündemle ilgili son değerlendirmeler, sinema, edebiyat ve basına dair içerikler sayımızda yer buluyor. Genç Öncülerin genç yazarları olarak temel gayemiz, toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri,kötülükleri,kolaylıkları, sıkıntıları siz değerli okurlarımıza en anlaşılabilir şekilde aktarmaktır. Kadromuz adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak, bu bilinçle yazılarını kaleme almaktadır. Çünkü bu bize inandığımız rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Çıkarttığımız bütün sayıları bu görev bilinci ile çıkartıyoruz. Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun. Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa/135
B
Kasım’16 • 1
Kasım 2016 • Sayı 112 • Yıl 13
4
Neden Genç İnsanlar ArtıkEv ve Araba Almıyor?
BORÇLANDIRILMIŞ İNSAN VE BİRLİKTE ÜRETMENİN İMKANI
Brightside Çeviri: Mustafa Fatih YAVUZ
Furkan GENÇOĞLU
12 DARBE SOSYOLOJISI BAGLAMINDA TEVHIDI DURUS KRIZI Enes GÜNASLAN
50
Dostlar Beni Hatırlasın Aşık Veysel Cuma ERTAŞ
30 2 • Kasım’16
Tevbe ve Motivasyon 58
Mehmet ÇETİN
Borçlandırılmış İnsan ve Birlikte Üretmenin İmkanı / Furkan Gençoğlu............................... 4 Sırtımızdaki Yük (Karz) / Tuğba Şahin............................................................................. 6 Bu Bir Özeleştiridir; Metropol Yaşamı / Vefa Güzel............................................................ 7 Otomobil Enflasyonu / Osman Zinnur Aksu..................................................................... 8 Kredi Derecelendirme Kuruluşları Bizim Neyimiz Olur? / Mehmet Akif Akar...................... 10 Neden Genç İnsanlar Artık Ev ve Araba Almıyor? / Brightside Çeviri: Mustafa Fatih Yavuz..... 12
İktidar Aracı Olarak Borç / Muhammed Salih Demirtaş.................................................. 14 Yazı Dizisi Dünya ve Türkiye’de Ekonomik Buhranlar-1 / Tunahan Elmas.......................... 17 Haluk Dortluoğlu İle Röportaj / Dücane Demirtaş................................................ 21 Yaşlı Bir Genç Anılarını Yazar / Betül Kayalı............................................... 24 Şer İttifakinin Gölgesinde Yeni Ortadoğu / Dücane Demirtaş.................... 25
İçkin Bir Fikir Olarak Vatan / Ali Tarık Parlakışık................................... 28 Darbe Sosyolojisi Bağlamında Tevhidi Duruş Krizi / Enes Günaslan......... 30 Bir Osmanlı Rönesansı Neden Yaşanmadı / Abbas Aslan.......................... 36 Ahmediye Cemaati, Hint Alt Kıtası ve Kesişen Kader / Süleyman Taşkın........ 41 Ürdün - Jordan / Mehmet Özek....................................................................... 44 Hüznün Yeşerdiği Toprak Bosna Hersek / Mahinur Özdemir............................................. 48 Dostlar Beni Hatırlasın Aşık Veysel / Cuma Ertaş............................................................ 50 Batman v Superman: Dawn Of Justıce İncelemesi / Furkan Rıza Demirel............................ 53 Tevbe ve Motivasyon / Mehmet Çetin............................................................... 58 Basından Yansıyanlar. ..................................................................................60 Genç Öncüler Güz Dönemi Üniversite Sohbetleri Başladı......................... 63 Genç Öncüler Lise Erkek Sohbetleri Başlıyor............................................ 63 Genç Öncüler Lise Hanımlar Komisyonu .................................................. 64 Dönem Açılış Programı Yapıldı............................................................... 64 Kasım’16 • 3
Karantina
BORÇLANDIRILMIŞ İNSAN VE BİRLİKTE ÜRETMENİN İMKANI Furkan GENÇOĞLU
G
ece vakti yine bir tefsir dersinin akabinde Osman Abi ve Dücane ile konuşuyoruz durum-vaziyet hakkında. Mesele borçlandırılmış insanların fazlalığına geldi. İnsanların çok büyük meblağlarda krediler çekip, üçyüz beşyüz bin liralık, çok pahalı evleri hayatlarının onbeş-yirmi senesine ipotek koydurarak, satın almaları ve bunu zenginlik saymaları meselesini irdeliyoruz. Sahi insanlar neden hayatları boyunca ödeyecekleri kredilerin altına girip altı üstü barınacak bir evin mülkiyetini üstüne geçirme gayreti içerisine girerler. Kırk yıllık kira giderlerini yirmi yıl içerisinde eşit taksitlerle ödeyerek dört duvarın sahibi olmak isterler. Veya maliyeti elli bin altmış bin lira olan evler neden üçyüz dörtyüz bin liralardan satılır. Gayrimenkul yatırım ortaklıları ve banka-
4 • Kasım’16
ların insanları borçlandırıp kendilerine ve işlettikleri sisteme bağımlı hale getirmeleri nedendir? Türkiye Bankalar Birliğinin Eylül 2013 verilerine göre tüketici ve konut kredisi kullanan kişi sayısı 14 milyon 191 bin 65 kişiye, kredi miktarının ise 221 milyar liraya ulaştığı görülüyor. Rakamlar korkunç boyutlara ulaşmış durumda. Vatandaşların altıda biri kredi borçlu. Bunlar kredi kartı borçları değil yanlış anlamayın özellikle bankalardan alınan yüklü miktardaki kredilerin borçları. İnsanlar önce kendilerini borçlandırıyorlar daha sonra ise aman “istikrar bozulmasın” aman “faizler artmasın” diyerek işletilen sistemin dümenine gönüllü olarak su taşıyorlar. Gördükleri çarpıklara ses çıkartamamaya başlıyorlar, göz yummaya başlıyorlar.
Karantina Çünkü olası bir iktidar değişiminde istikrar bozulursa faizler artacak, faizler artınca taksitler artacak, taksitlerin artması demek tutsaklık süresinin uzaması demek. Kim daha fazla tutsak olmak ister ki? İki ucu şeyli değnek işte. Halbuki bariz biliniyor borçlandırılmış insan bu sistemi ayakta tutan ana kolonlardan biri. İktidar-İnsan ilişkilerinde-İktidar-Medya ilişkilerinde-İktidarSivil Toplum ilişkilerinde muhatabı borçlandırma, minnet altında bırakma iradeyi hapsediyor. İradesi hapsedilmiş, kredilerle kuşatılmış ve tüm konforunu borç üzerine inşa etmiş insanlar cesur, iyi ve cömert olmakta oldukça zorlanıyorlar. Güvenlik korkusuyla yaşayan, geleceği belirsiz modern bireylere dönüşüyorlar. Maddi bir takım konforlar karşılığı zihinsel konforlarından feragat ediyorlar. Eğlenmeyi, neşelenmeyi, hayat sevincini anlamsızlaştırıyorlar. Çalışmanın ve üretmenin verdiği hazzın yerini borç ödemenin ağırlığı alıyor. Halbuki birlikte üretmenin fıkhı vardı bir zamanlar. Ben ufakken hatırlıyorum. Aynı işyerinde çalışan insanlar, aynı partiye gönül vermiş insanlar, aynı vakıf çatısı altında faaliyet yürüten insanlar, aynı sendikanın üyeleri hep biraraya gelirler, kooparatif kurarlar ve üç-beş-yedi sene içinde kendi evlerini birlikte dayanışarak zaman içerisinde yaparlardı. Bu hem maliyeti azaltıyordu, hem insanlar biraraya gelip bir şeyler üretmenin mümkün olduğunun farkına varıyordu. Buda heyecan verici bir dinamizmi ortaya çıkartıyordu. Hem araya banka, kredi vb. aracılar girmemiş oluyordu. Dayanışmanın maddi planlama ve dinamiğine göre ev belli bir sürede bitiriliyor sonra evlere yerleşiliyordu. Kimse haddinden fazla borçlanmayarak ihtiyacı olan evin sahibi oluyordu. Tabi bu sabır, takip, dayanışma
isteyen bir süreçti. Artık kimse bu sürece dahil olmak istemeyince bu tür kooparatifler zamanla yokoldu. Şimdi herkes şak diye bankadan ikiyüz bin lira kredi çekiyor, pat diye üç gün içinde istediği evin içine giriyor. Sonra yirmi yıl bu evin taksitlerini ödemeye başlıyor. Toplamda kırk yıllık kirası olacak meblayı ödemeyi peşinen kabul ediyor. Kriz çıkacak mı, batacakmıyım, istikrar bozulacak mı korkusuyla bir hayat boyu yaşamayı göze alıyor. Sürekli küfrederek, sürekli isyan ederek, sokaklara dökülerek eleştirdiğimiz, bizleri borçlandırarak bulutlara kulelerini yükselten bankacılık sistemini beslemeyi bıraksak ve artık borçlanmasak diyorum. Reklamcıların katakullilerine gelmeyip, ihtiyacımız olmayan malları almasak? Temel ihtiyaçlarımızı da (barınma örneğinde olduğu gibi) müslüman diliyle cemaatleşerek, sosyalist diliyle örgütlenerek birlikte üretsek daha güzel olmaz mı? Geleceğe dair tehlikeli kaygılar gütmeyen, tutsaklaşmamış, rahat tavır alabilen, özgür insanlar olsak daha güçlü bir gelecek inşa edemez miyiz? Şüphesiz ki Allah insanlara (üstesinden gelemeyeceği bir sorumluluk yükleyerek onlara) hiç bir şeyle zulmetmez. Fakat insanlar (Haktan uzaklaşarak kendi) kendilerine zulmederler. Yunus/44
Kasım’16 • 5
Karantina
Sırtımızdaki Yük (KARZ) Tuğba ŞAHİN
F
arkına bile varmadan, bile isteye üzerimize aldığımız ağır bir yüktür borç. Bütün konularda şeytanın rolünü anlamaya çalıştığımız gibi bu konu için de bizi bu ağır yükün altına sokabilmek için şeytan yılmadan çalışır ve çabalar. Onun hedefi bizi günah bataklıklarına çekebilmektedir. Şeytan bize filmlerdeki gibi gerçek yüzüyle görünen bir varlık değildir ki biz de ona karşı tedbir alabilelim. Bizi Allah’ın razı olduğu yollardan çevirmek için bin bir türlü hileleri vardır. Kampanyalar, eskini getir yenisini götürler… Borç, Allaha ’a sığınılması gereken bir afettir diyen Allah’ın Rasul’ ü bu ağır yükün mahiyetini şöyle ifade etmiştir. ‘’ Allah borçlu kişi ile alakalı çok ağır bir hüküm indirdi. Allah’a yemin ederim ki, bir kimse Allah yolunda şehit olsa, sonra diriltilse sonra yine şehit edilip yine diriltilse ve üçüncü defa da şehit olsa bir daha diriltilse borçlu olduğu halde, borcunu ödeyinceye kadar cennete giremez.” Borç Allah yolunda şehadetle kıyaslanıyor ve Allah borçlunun şehadetini kabul edecek ama borcu geciktiği sürece cennete giremeyecek. Halk arasında söylendiği gibi ‘’ Borç yiğidin kamçısı’’ değildir, borç yiğidin hançeridir. Borç almak ve borç vermek insan kadar eskidir. Şimdilerde borç kalktı yerine kredi alınıyor. Kredi kampanyaları hayır kampanyaları değil maalesef şeytanın en büyük hilesidir. Borç hayatımızın her alanında öyle bir hale geldi ki. Kapitalizm dedikleri bugün dünyayı kasıp kavuran
6 • Kasım’16
bu ideoloji, İslam dünyasının fertleri olarak bizi de kıskacına almıştır. Al ne görürsen al, taksitle al, kartla al, borç al... Müslüman evinin ihtiyaç listesinin fazlalaştığını görüyoruz. Maalesef bu durumda hepimiz diğer aya borçsuz varamıyoruz. Kimsenin yaşama garantisi olmadığı gibi çalışıp kazanma garantisi de yoktur. Bu nedenle borçlanmadan yaşamaya çalışmak Müslümanın siyaseti olmalıdır. Müslüman borcunu daima belgelemelidir. Bakara 283’de Allah azze ve celle yolculukta dahi olsa ne yapmamız gerektiğini şöyle buyuruyor. ‘’ Yolculukta olurda, yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehinde yeterlidir. Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emaneti bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu hususta) rabbi olan Allah’ tan korksun. Kim onu gizlerse bilsin ki onun kalbi günahkardır. Allah yapmakta olduklarımızı bilir. ‘’ Sorumluluğumuz büyüktür, borcun azlığının çokluğunun hiçbir önemi yoktur. Akrabalık bağlarımız ne olursa olsun geri iade edilmesi gerekir. Allah Rasulü nün bile korktuğu hassas davrandığı bir konudur borç. Bizler aldığımız emanetleri eksiksiz teslim etmeyi öğrenmeliyiz. Yarın ahirette hesabımızın kolay olmasını istiyorsak, bu kadar hassas bir konuyu nasıl gevşek tutarız. Allah ve rasulünün uyarıları karşısında hayatımızı tekrardan gözden geçirip bu konuyu gündemimizde diri tutmak duası ile.
Karantina
BU BİR ÖZELEŞTİRİDİR;
METROPOL YAŞAMI Vefa GÜZEL
B
irbirinin aynı monotonlukta sabahlara uyanıyor insanlık. Alelacele evden çıkıp, bir iki saatte iş yerine varıp, maişetini temin için zorlu şartlarda çalışıp yine birkaç saatte evine dönüyor, bir miktar dinleniyor ve dünün aynı güne uyanmak üzere uyuyor. Aklında 20 sene sonra borcu bitecek evinin/arabasının kredi taksiti, kendiyle aynı kalitede geleceğe sahip olabilmesi (!) adına iyi bir okula yolladığı oğlunun okul taksiti, küçük kızının şehir kirliliğinden mütevellit astım nöbetleri, alamadığı marka çanta için mutsuz olan hanımın üzüntüsü... Aslına bakarsak bu sıkıntıların birçoğu müslümanı ilgilendiren sıkıntılar olarak değerlendiremeyiz elbet. Ama ne yazık ki an itibariyle müslümanlık iddiasında bulunan birçok ailenin sıkıntısı. Sıkıntılarımız. Modern hayatın “başını sokacak bir ev”i dahi ulaşılmaz göstermesi pek çok insanı faize bu-
laştırıp buna kılıflar bulmaya itti. Oysaki aynı modern hayat gençlere evliliği de öteletmişti senelerce. “Okulun bitsin öyle evlen!” “Bir mesleğin yok evlenemezsin!” “Evin araban yok nereye?!” Diye evliliği de oldukça büyük yaşlara atmıştı. Fakat gelinen noktada 30’lu yaşlara ulaşıp halen de bir evi, iyi(!) bir işi olmayan gençler yine iyi (!) bir hayat sürmek için gereken tüm donanıma ulaşmamış oluyor. Rızkı verenin er Rezzak olduğunu tam idrak edememiş zihinler ve kalpler rızkı uzakta ararken, kendilerinden ve fıtratlarından uzaklaşmış oldular. Bozulan fıtratlar maddi manevi rahatsızlıkları beraberinde getirdi. Fıtrata aykırı davranan insanlar fıtrattan uzak şehirlerde yaşamak durumunda kaldı. Daha çok yorulan ve daha az tatmin olan insanlar sürüsü ne için çalıştığını unutuyordu. Bütün sene çalışıp 1 hafta sonu lüks tatil yapmak da mutluluk şöyle dursun ayrı bir sendroma basamak hazırlıyordu. Bu bir özeleştiri. Her birimiz islam fıtratına aykırı bir anlayışımız, amelimiz varsa sorgulamalıyız. Önce kendi fıtratımızı islam üzere temizleyip; ailemizi, topyekun yaşantımızı, kültürümüzü, şehirlerimizi öze döndürmeliyiz. Kasım’16 • 7
Karantina
OTOMOBİL ENFLASYONU Osman Zinnur AKSU
D
ünya “geliştikçe” insanlar kır, köy yaşamındansa şehirlerde yaşamanın cazibesine kapılan insan sayısı günden güne artar oldu. Tarıma daha az dayanan, doğanın hükmettiği değil doğa üstünde tahakküm kurma iddiası ve gayesi süren şehir yaşamını cazip kılan pek çok etki var insanlar üzerinde. Bunların içine eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim kolaylığı, sanat ve kültür faaliyetlerine kolay erişim sayılabilir. Bunların yanında bir farklı kategori daha var ki göreceli olarak bunun aslında bir avantaj mı yoksa dezavantaj mı olduğu bakan gözün içerisinde bulunduğu halet-i ruhiye ve düşünce tarzına göre değişiklik gösterecektir. Ulaşım olanaklarının şehirlerde kırsal
8 • Kasım’16
alanlara göre çok daha gelişmiş olduğu adeta “yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı.” gibi insanımızın doğumundan itibaren zihninin bir köşesine kazıdığı ezber bir slogan. Peki gerçekten öyle mi? Merkeze ulaşım elbette şehirlerde köylere oranla çok daha rahat; sürekli yapılan köprüler, çevreyolları, kavşaklar, yapımı devam eden raylı sistemler, her geçen gün bir yenisi eklenen otobüs hatlarıyla bu sağlanmaya çalışılıyor. Tüm bunlar var olurken de hem insanların ekonomik yapısının her geçen yıl iyileşmesiyle, hem teknolojik gelişime bağlı olarak fiyatların düşmesiyle lüks olmaktan ihtiyaç olma sınıfına terfi eden toplu taşıma bağımlılığından in-
Karantina sanları “kurtaran” bir başka yol ise araç sahibi olmak. Özellikle İstanbul, Ankara gibi mütemadiyen fiziksel büyümesi süren ve toplu taşıma hizmetlerinin bu hızlı büyümeye yetişememesi nedeniyle elzem hale gelen otomobillere halkımızın uyum sağlaması ise yeterince hızlı oldu. Gerek görsel-işitsel-sosyal medyada gerekse dilden dile hızla yayılan bu araba ihtiyacı artık her eve bir tane olmaktan çıkıp her çocuğa bir tane, her bireye bir araba, araba,araba,araba daha çok araba! seviyesine gelmiş durumda. 2000 yılında Türkiye’de sekiz milyon olan kayıtlı araç sayısı, 2015 başı itibarıyla on dokuz milyona ulaşmış durumda. Tembelliğin dört bir yandan gerek ince ince, gerek kafamıza vura vura içimize işlendiği bu çağda bu dramatik artış pek de şaşırtıcı olmasa da gözden kaçırılmayacak kadar da sıkıntılı. yemeği evinde ayağına isteyen, hatta bit pazarı (kullanılmayan ikinci el malzeme alım-satımı) kültürünü dahi evinde oturduğu yerden yapması için teşvik edilen 21. yüzyıl insanının bir yerden bir yere gitmek için “tabanvay” kullanması elbette kabul olunamaz, teklif dahi edilemez! Evde oturan, çalışırken(?) oturan, okulda oturan her an her şartta oturan insanoğlunun tembelliğinin sınırları en fazla nereye kadar zorlanabilir diye düşündükçe her geçen gün yeni icatlarla tembelliğin sistematik yaygınlaştırılması elbette kendisine mü’min diyen bizlerin öncelikli sorunlarından olmalıdır. Öncelikle işin israf boyutuna girilecek olursa, insanların rahatlıkla yürüyebileceği yollarda araba kullanmaları, özellikle tükenebilir enerji kaynaklarının sıkıntıya düştüğü bu zamanlarda hem bireysel ekonomiye hem Dünya genelindeki kısıtlı kaynakların hızla tükenmesine yaptığı zararlı katkılarla gelecek için büyük bir tehdit oluşturmakta. Araçların gereksiz kullanımının islamla zıtlaşması elbette açıktır. Bunun yanında arabaların eksozlarından yapılan kirli hava salınımının doğaya verdiği zararların büyüklüğü düşünüldüğünde insana emanet olan dünya üzerinde insanın bu emanete ne ölçüde layıkıyla muamele ettiği tartışmaya
açıktır. Tüm bunlarla beraber sürekli araba kullanımı insanların özellikle sıkışık trafikte birbirlerinin haklarına girmeleriyle, sinir ve stres bozukluklarına neden olmakta. Özellikle şehir yaşamında gittikçe artan “araç enflasyonu”nun sebep ve sonuçlarına bu yazıyla değinmeye çalıştık. Gittikçe artan, ucu olmayan bu sıkıntının getirdikleriyle aslında günlük hayatta fazlasıyla muhatap oluyoruz fakat yeterince önem verdiğimiz söylenemez. Araç enflasyonunun getirisi, götürüleri hakkında uzun uzadıya düşünülmesi, bu konuda farkındalık oluşması adına gerekenin yapılması müslümanlar özelinde tüm insanlığın bir vazifesidir. Kasım’16 • 9
Karantina
Kredi Derecelendirme Kuruluşları Bizim Neyimiz Olur? Mehmet Akif AKAR
C
umhurbaşkanı Erdoğan “Ey Standard&Poors” diye seslendiğine göre bizim bir şeyimiz olur. Kredi derecelendirme kuruluşları küresel ekonomik sisteme entegre bir Türkiye için belli bir önem arz etmektedir. Kuruluşların açıkladığı notlar görüş niteliğinde olsa da yatırımcıların yatırım kararlarını etkileyebilmektedir. Dünyadaki ekonomik musluklar finans lobilerinin elinde olduğu için ekonomik ve siyasi bir silah olarak kullanılabilmekteler. Özellikle gelişmekte olan ülkelere yönelik gerçekleştirilen operasyonlarda bir tehdit aracı olarak kullanıldığına şahit olmaktayız. Kredi derecelendirme kuruluşlarının kararları tek başına krize sebep olmasalar dahi çıkmakta olan veya çıkmış olan krizlerin yayılması, ağırlaşması ve derinleşmesine sebep olabilmektedirler.
Tarihi Kredi derecelendirme kuruluşlarının tarihi 170 yıl öncesine dayanıyor. İlk olarak 1841 yılında ABD’de doğudan batıya giden malların kaydının tutulması ve sonrasında bunun “tüccarlar ajansı”na dönüşmesiyle başlayan süreç, 1900 yılında ABD’de halktan borçlanan belediyelerin borçlarını ödeyememesi üzerine, bunları en iyi ödeme olasılığına sahip olandan en kötüye sıralayan Moody’s’in kurucusu John Moody’in geliştirdiği reyting kavramıyla daha da
10 • Kasım’16
somutlaştı. Bu, bir şirketin veya tüccarın kredi değerliliğini anlamaya yönelik hareket niteliği taşıdı. Dünyada 1841’deki ilk kredi derecelendirme oluşumunun mimarı olan Louis Lewis Tappan’ın kurduğu şirket, şu anda hala Dun & Bradstreet olarak devam ediyor. Reyting denilen konsept de 1900 yılında Moody’s’in kurucusu olan John Moody isimli kişinin yaptıklarıyla somutlaştı. O dönemde ABD’de yerel idareler kağıt çıkararak halktan borçlanırken, belediyeler borçlarını ödeyemez hale geldi ve bu kağıtları alan halk parasını alamadı. Moody de bir el kitabı hazırlayarak, yerel idareleri ödeme olasılığı olan en iyi olandan en kötüye doğru sıralama yaptı. Moody, yatırımcıların tercihlerini yönlendirmek amacıyla “Moody’s Manual of Industrial and Corporation Securities (Moody’s’in Endüstri ve Şirket Menkul Kıymetleri)” başlıklı el kitabında firma borcu için derecelendirme yaparken, en yüksek kalitedeki borca “A”, orta kaliteye “B”, en düşük kalitedeki borca “C” derecelerini verdi.
Türkiye’de statüsü nedir? Türkiye’de derecelendirme kuruluşlarının faaliyeti, gözetim ve denetimine ilişkin düzenlemeler Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) ile Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) tarafından yapılıyor. Türkiye’de derecelendirme faaliyeti, kredi derecelendir-
Karantina
mesi ve kurumsal yönetim ilkelerine uyum derecelendirmesi faaliyetlerini kapsıyor. Derecelendirme, Türkiye’de kurulan ve derecelendirme faaliyetinde bulunmak üzere SPK tarafından yetkilendirilen derecelendirme kuruluşları ile Türkiye’de derecelendirme faaliyetinde bulunması SPK tarafından kabul edilen uluslararası derecelendirme kuruluşları tarafından yapılıyor.
Türkiye için neden önemlidir? Kredi derecelendirmesi, bir ülkenin kredibilitesine dair bilgi sunuyor ve uluslararası yatırımcıya yol gösteriyor. Derecelendirme kuruluşlarının ileriye dönük görüşleri, bir ülkede uzun veya kısa vadeli yatırım ve iş kararları vermekte olan yatırımcıları yönlendiriyor. Bu kuruluşların kredi notları, bir ülkeye yatırım yapacak sermaye için baraj niteliği taşıdığı için önemli. Bazı yabancı fonlar bir ülkeye yatırım yapacakları zaman kendi iç işleyişleri gereği o ülkenin kredi notuna dikkat ediyorlar. Genelde bu iç işleyişe göre bir ülkeye yatırım yapılabilmesi için kredi notunun en az BBB-/Baa3 (yatırım yapılabilir seviyesi) olması gerekiyor.
recelendirme kuruluşlarına yönelik eleştiriler artmaya başladı. 2008 yılında ekonomik kriz öncesinde çok yüksek kredi notlarına sahip kurumların bir gecede notları düşürüldü. Bu durum piyasalarda panik ortamını tetikledi ve krizin derinleşmesine sebep oldu. 2011 Avrupa borç krizinde ise yüksek kredi notlarına sahip ülkelerde bazı bankalar birden battıklarını ilan etti. Bu iki tarihte yaşanan şaşkınlıklara kısmen de olsa derecelendirme kuruluşları sebep gösteriliyor. Ekonomistlere göre, derecelendirme kuruluşlarının hassas davranmaması hem fon sahiplerinin zarar etmesine, hem de kendi itibarlarının sarsılmasına sebep olmaktadır. Standard/Poors Amerika’da 20042007 arası mortgage kredilerinde yaptığı manüpilasyon çabaları sebebiyle 1.38 milyar dolar ceza ödemiştir. Avrupa Birliği ise 2008 yılında Yunanistan’da başlayıp, İspanya, İrlanda, Portekiz ve İtalya’ya yayılan “euro krizi” dolayısıyla kredi derecelendirme kuruluşlarını suçlamıştır.
Kredi derecelendirme kuruluşlarına getirilen eleştiriler nelerdir? Dünyada özellikle 2008 ekonomik krizi ve 2011 Avrupa borç krizi ile birlikte kredi deKasım’16 • 11
Karantina
Neden Genç İnsanlar Artık Ev ve Araba Almıyor? Brightside Çeviri: Mustafa Fatih YAVUZ
B
ugünlerde başarının bir ölçüsü olarak görülen ev veya araba sahibi olmak güncelliğini yitirdi. Dünyanın her yanında sayıları yükselen genç insanlar ev veya araba sahibi olmak istemiyor. Milenyum jenerasyonu olarak bilinen, yaşları şu anda 30 ile 35 olan insanlar nadiren ev sahibi ve daha az sıklıkla araba sahibi oluyorlar.
Neden böyle oluyor? Bazı sosyologlar bu durumu bazı genç insanların finansal kriz içerisinde olmasına bağlıyorlar. Bu yüzden insanlar ‘’ciddi’’ kredilerden korkuyorlar.
12 • Kasım’16
Ama bu en önemli sebep değil. Asıl önemli olan, şu anki genç jenerasyon, kendi ailelerinin jenerasyonundan farklı. Bu gençlerin farklı değerleri var. Gençlik bugün başarı konseptini tekrardan gözden geçiriyor; · Başarılı insanlar mülk sahibi olmaz, kiralarlar. · Başarılı sayılmak istiyorsan, tecrübeye yatırım yap: seyahat et, ekstrem sporlar yap, start-uplar kur (Genç Yenilikçi Şirket) Asıl nokta bu insanlar zenginlik ve istikrar istemiyorlar. Asıl istedikleri, esnek programlar ve finansal ve jeografik bağımsızlık.
Karantina İnsanlar Nesnel Şeylere İlgi Duymuyorlar Taksi tutabileceğin yerde neden araba sahibi olasın? Taksiler neredeyse şöförü olan kişisel araçlar. Aynı zamanda kişisel araç sahibi olmaktan daha pahalı değil. Dünyanın herhangi bir köşesinde Airbnb (Airbnb insanların seyahatlerinde konaklayacak yer bulmasını, mekan sahiplerinin kiralamasını sağlayan web uygulaması) ile yaşayacak yer bulmak varken, neden güzel bir yerde ev sahibi olup oraya seyahat edesin ki? Sevdiğin bir ülkede bir mülk sahibi olmak ya da kiralamak için fazla para ödemek zorunda değilsin. Aynı şey kendi ülkendeki emlaklar için de geçerli. · Nerede ne kadar kalacağını bilemezsin. · 40 yıllığına ev kredisi çekebilir ya da hayatını kiralık bir yerde geçirebileceğin gerçeğini kabul edersin. · Muhtemelen gelecek bir kaç yıl içinde içinde işini değiştireceksin. Eğer kiralık bir yerde yaşarsan, hiç bir şey ofisine yakın bir yere taşınmana engel olamaz. Forbes’a göre, modern genç insanlar ortalama her üç yılda bir iş değiştiriyorlar.
Mülk Sahibi Olmak Artık Söz Konusu Değil The Atlantic yazarı James Hamblin, bu olguyu şu şekilde açıklıyor; son on yılda psikologlar, mutluluk ve refah hissi açısından, yeni şeyler satın almak yerine tecrübeye yatırım yapmanın daha kazançlı olduğunu kanıtlayan önemli sayıda araştırmaya imza attılar. Bu daha zevkli.
Tecrübe Arkadaş Edinmemize Yardımcı Oluyor Sosyal etkileşim insanların mutlu hissedip etmemesi ile ilgi en önemli şey. Başkaları ile konuşmak ve arkadaş edinmek seni daha mutlu biri yapıyor. Ancak insanlar senin vahşi bir ülkede bir sene nasıl yaşadığını mı yoksa zaten kaç tane apartman satıl aldığını mı duymak ister? Anlaşılan o ki, insanlar başka insanların sahip oldukları şeyleri duymaktan hoşlanmıyorlar. Ancak onlar kesinlikle Vampire Weekend’i izlediğin zamanı duymaktan hoşlanıyorlar.
Unutma kötü bir tecrübe bile iyi bir hikaye olabilir. Maddi şeyler değil.
Bir Şeyler Satın Almak Bizi Endişelendiriyor Bir şey daha var. Sahip olduğumuz şeyler, eğer pahalılarsa durumu hakkında endişeleniyoruz. Eğer araba satın alırsan, dışarda birilerinin alarmı çaldığında ürküyorsun. Ev satın alırsan ve içerisini pahalı eşyalarla doldurursan, soyulmaktan korkarsın. Arabanın çizilebileceği ya da bozulabileceği, oldukça pahalı bir televizyonun bir senelik kullanım sonrasında bozulabileceğinden bahsetmiyorum bile. Ancak kimse sahip olduğun tecrübeyi kimse alıp götüremez.
Satın Alınan Her Şeyin Fiyatı Zaman İçinde Düşer Ailelerimiz bizim kadar sıklıkla seyahat edemedi. Çok fazla zevk alma olasılığı yoktu. Yeni bir iş kurmak için çok fazla fırsatları yoktu. Bu nedenle, eve ve arabaya yatırım yaptılar ve biz bunu yapmak istemiyoruz. Buna karşın, satın alınan her şeyi, şayet ev ya da daha büyük bir daire değil ise zaman içinde değer kaybedecek. Ve eğer emlakların kriz zamanında ne kadar hızlı değer kaybettiğini düşünürsek her şey daha görünür olacak. En önemli şey tecrübedir: fiyatı düşmez ve kimse çalamaz. Kasım’16 • 13
Karantina
İKTİDAR ARACI OLARAK
BORÇ Muhammed Salih DEMİRTAŞ
-”Borçlandırılmış İnsanın İmali” üzerine bir değerlendirme-
İ
nsanlığın tarih içindeki en kadim sorunlarından biri iktidar ilişkileri sorunudur. İktidarın gücüne malik olanlar çeşitli araçlarla diğerleri üzerinde tahakküm kurma fırsatına sahip olurlar. Belli bir azınlık toplumların hayatları, gelecekleri, iradeleri ve hayalleri üzerinden oluşturdukları denetimli kurgularla “tanrıcılık” oynama çalışır. Toplumlar bu kurguları yıkacak gerekli güce sahip olsalar da kurguların ikna ediciliği (güvenlik,geçinme,barınma vb ihtiyaçlarının en azından sistem içerisinde sağlanması) ve örülen ağların(eğitim,iş,kariyer vs) sıklığından dolayı onları harekete geçirebilecek motivasyon ve birliğin oluşması çok zor gerçekleşir. Tarihsel süreç içerisinde bu iktidar ilişkilerinin dinamikleri değişkenlik gösterse de mahiyeti itibariyle toplumsal paylaşımdaki dengesizliğin kendisi her zaman bir sorun olagelmiştir. Günümüzde de bu dengesizliğin kilit noktalarından biri “borçlandırılmış insandır”. Ekonomi gibi derinlemesine bilgim olmayan bir alanda ahkam kesmekten çekinerek ve affınıza sığınarak Maurizio Lazzarato’nun “Borçlandırılmış İnsanın İmali” adlı kitabından yola çıkmak suretiyle borcun etik-politik düzlemdeki yerini, soy kütüğünü ve sınıfsal mücadelelerde kendisini neoliberalizm üzerinden yenileyen
14 • Kasım’16
kapitalist ekonomideki konumuna kısa bir şekilde değinerek hem kitap hakkında özlü bir değerlendirme hem de bir beyin fırtınası yapmaya çalışacağım. Öncelikle yazıya ilk girişi iktidar ilişkileri üzerinden yapmamın arka planında Lazzarato’dan esinlendiğim borcun evrensel bir iktidar ilişkisi olduğu izlenimi vardır. Çünkü onun tabiriyle bu herkesi kapsar: kredi almak için fazla fakir olanlar dahil kamu borçlarının ödenmesi üzerinden alacaklılara faizleri ödemek zorundadır; bir refah-devletine kavuşmak için fazla yoksul olan ülkeler bile borçlarını geri ödemekle yükümlüdür. Toplum kamusal borç üzerinden bir şekilde borçlandırılmakta ve bu borçlandırma gelecek nesillere de aktarılarak devam etmektedir. Bu, işin bireysel olarak bizi aşan boyutuyla alakalı kısmıdır. Bunun yanı sıra tüketim, çoğu zaman kendi tercihimizle kullandığımız kredi kartlarıyla ödenen gündelik malların alınmasında bile borçla işlemektedir. Yazarın D.Plihon’dan alıntıladığı gibi kredi kartı , onu taşıyan kişiyi daima borçluya, hayat boyu “borçlandırılmış insana” dönüştürmenin en basit yoludur. Burada önemli bir ayrıntıyı paylaşmak isterim. Yazar kitabında kapitalizmin ne olduğunu tanımlamaz çünkü kapitalizm hep oluş halindedir. Belli bir sistematik yapısı yoktur. Burada yakalamamız gereken nokta onun na-
Karantina sıl işlediğidir. Bu sebeple ki, iktidar ilişkilerini hem tarihsel hem pragmatik açıdan okuyarak kapitalizmin işleyişindeki davranış kalıplarını anlayabiliriz. Bununla birlikte yazarın da sıklıkla belirttiği gibi diyebiliriz ki: kapitalizme sanayi, finans, devlet ya da bilgi üretimi gibi bir temel aramak faydasızdır. Çünkü iktidar ilişkilerinin kendisinden türeyebileceği tek bir merkez yoktur. Ekonomik, politik ve sosyal farklı güç aygıtları (dispositif) vardır ve her biri kendi özgül stratejisi ile yönetilenler üzerinde “boyun eğdirme”, yazarın deyimiyle tabiiyet oluşturmaya çalışır. Borç ekonomisi denilen şey ise yazarın vurgulayarak kast ettiği bu çokluğu bir arada tutan düzenlemedir. Yazarın anlatımındaki kanımca en ilginç olan noktası ise Nietzsche’nin Deleuze ve Guattari yorumu üzerinden borcun soy kütüğüne yönelik politik ve ahlaki (etik) bir arka planına değinmesiydi. Bu politik-etik kısma değinmeden önce, yazarın Deleuze’un yorumuna başvurarak Nietzsche’nin toplumsal örgütlenmeyi değiş-tokuşta değil, kredide görmesi ilkel ekonomiye(!?) farklı bir bakış açısı getirmesi açısından ufuk açıcıydı. Fakat bu önermede tam olarak değiş-tokuşu yok saymaktan ziyade değiş-tokuşun eşitlik mantığına göre değil, dengesizlik ve “gücün ayrımsallığı” mantığına göre işlediğini belirtmek gerek. Bu şekilde borçta toplumsal iktidar ilişkisinin ilk örneğini görmüş oluruz. Bu, yazarın da belirttiği gibi ekonomi ve toplumu, eşitliği içeren meta değiş tokuşu temeli üzerinden değil tamamen güç asimetresi üzerinden hareketle kavramak, toplumsal kesimler arasına iktidar ayrımları sokmak, gücü elinde bulunduranların ekonomi ve toplum üzerinde yok etme/yaratma iktidarı sunduğu için aynı zamanda paraya yeni bir tanım vermek anlamına da gelir. Öte yandan borçlanmak demek ekonomik ilişkileri öznel
kılmaktır. Çünkü yazarın ifadesiyle borç, kendini gerçekleştirmek için, öznelliğin biçimlendirilmesini ve denetimini gerektiren ekonomik bir ilişkidir. Buradaki öznellikten kasıt, oluşan borç ilişkisinde daha açık ifadeyle iktidar ilişkisinde alacaklının kurguladığı sınırlarda, borçlunun da bu kurgunun içerisinde kendisini aktif bir şekilde borcunu ödemek üzere gerçekleştirmesi ve denetlenmesidir(özellikle içsel-ahlaki bir denetim). Günümüzde ise bu durum pek de farklı olmamakla beraber kurgunun sınırları daha esnek ve kapsamlıdır. Neoliberal projenin dayandığı bugünkü baskın küresel ahval, borçlar üzerine kurulu bir düzendir. Tam bu noktada ise karşımıza borçlualacaklı ilişkisindeki etik boyut çıkıyor. En basit şekliyle kredi/borç dediğimiz şey bir ödeme vaadidir. Buradaki vaat, borçlunun kendisine ve geleceğe ait belli bir süreyi alacaklıya yani sermaye sahibine, bir diğer ifadeyle paranın alıcı gücünden ziyade yok edici/yaratıcı gücünü elinde bulundurana satması demektir.Yani gelecek, değer vaadi olarak sunuluyor. Vaatte bulunma bir “söz ve irade hafızası” gerektiriyor ise de sözün ağızdan çıkması borcun ödenmesi için kâfi değildir. Burada Nietzsche’nin belirttiği borçlunun kendine teminat olabilmesi için, onu hem sorumluluğa hem suçluluğa teşvik edecek bir hafıza , vicdan ve ahlak ile donatacak bir “öznelliğin inşası” devreye girer. İşte tam bu noktada yazarın vurguladığı şekliyle borç ekonomisi aynı zamanda politika alanıyla da meşgul olur, çünkü her bireyi borçlandırılmış ekonomik özneye dönüştürmek için, etik-politik inşa sürecini kullanır ve sömürür. Kredi/Borçlanma ile egemenler yani iktidar sahipleri insanın en saf ve en temiz erdemlerine, kalbin en mahrem duygularına ve bu duyguların beslediği eylemin yaratıcılığı ve eyleme gücünün kendisinin içinde bulunduğu “oluş-
Kasım’16 • 15
Karantina makta olan dünyaya” ipotek koyarak bizim davranışlarımızın tahmin edilebilirliğini ölçebiliyor ve sınırlar oluşturabiliyorlar. Burada farklı bir şekilde insan iradesinin olduğu (oluşmakta ve devam eden) dünyaya ölçüler koymaya kalkma gibi bir hadsizlik oluşmaktadır. Her zaman borçlu olduğumuz bu sermaye sahipleri, Allah’ın kulları için var ettiği günlerde bile hükmedici ve denetleyici olmaya çalışarak insanların iradelerini ve ahlaki değerlerini istismar etmektedirler. Yazar kitabında bu durumu anlatan “..borç veren tarafından zamanın ele geçirilmesi..”, “..zaman hırsızı olarak tefeci..” hatta “..Tanrı’nın mülkünün hırsızı..” gibi ifadeler kullanarak öfkesini kelimelerde sert bir şekilde hissettiriyordu. Tabi biz burada “borç” derken Ahmet’in Mehmet’ten aldığı borçtan veya bu tarz, insanların dayanışmalarından, birbirilerine destek çıkmalarından bahsetmiyoruz. Bu çok olağan ve olması gereken bir durum. Burada bahsedilen borç, iktidar ölçüsünü düzenleyen bir mekanizmadır. Para dediğimiz şey de zaten eğer tekrar Nietzsche’ye geri dönecek olursak bu ölçünün tezahürüdür. Yani kökensel olarak ekonomik değildir. Özneler arasındaki ilişkide iktidarı elde etmedeki ve düzenlemekteki sembolik araçtır. İktidar ilişkilerinin düzenlenmesi için paranın kurumsallaşması gerekir. Ölçü koyan, düzenleyen her şey de özü itibariyle politiktir. Bununla birlikte sermaye de her zaman dönüştürücü gücü kendi içinde barındırması suretiyle bizatihi politik olanın bir parçasıdır. Hülasa yazar çözüm önerisi olarak borçları ödemeyi reddetmek ( faizci-tefeci ‘efendilerin’ oluşturdukları ekonomik düzende bize yükledikleri ve dayattıkları gerek kamusal gerekse toplumsal şişirilmiş borçlar) ve bunun için kavga etmek gerektiğini söyler. Borç karşısında kendimizi aklamaya çalışmamamız gerektiğini, her aklamanın bir suçluluğu kabulleniş olduğunu ifade eder. Bir kaç önerisini de söyledikten sonra, zihnimizden çıkarmamamız gereken şu hatırlatmayı tekrar yapar: “borç” ekonomik bir mesele değil, bizi fakirleştirmekle kalmayıp felakete de sürükleyen bir iktidar aygıtıdır. Bu çerçe-
16 • Kasım’16
vede bireysel anlamda kendimizin sistemin bir çarkı olmamasına özen göstermekle birlikte, bu tefecilerin-faizcilerin borçlandırma üzerinden kurdukları denetleme ve yönlendirmeye rağmen yardımlaşmayla, müşterek ekonomik faaliyetlerle ve zamanlarımızı çalmalarına asla müsaade etmeden zekat ve sadakalarımızı (zekat malın arındırılması olarak ifade edilir. Peki neyden arınma diye sorarsak; bu metnin bağlamında malın-sermayenin, insanın ‘tanrılaşmaya eğiliminden’ arınması olarak okuyabiliriz.) sürekli diri tutarak alternatif bir duruş sergileyebiliriz. Aksi takdirde Allah’ın kerim olan kitabında çok sert bir şekilde eleştirdiği, Allah’a ve peygambere savaş açmakla eş değer kabul ettiği tefecilik-faiz bize yıkımdan başka bir şey getirmez. Mülkün gerçek sahibi olan Rabbimizin bize öğütlediği gibi servet, belli zümreler arasında dönüp dolaşan bir iktidar ve güç aracına dönüşmesin. Özü itibariyle son derece politik bir inşanın parçası olan bu söz, sermayenin niceliksel çoğunlunun basit alım gücünden ziyade bu çoğunluğun sahip olduğu potansiyelin yaratıcı/yok edici niteliğine atıfta bulunarak insanoğluna yapılan bir uyarı ve nasihattir. Çünkü her türlü iktidar gücü ve onu dizayn edip şekillendirme istidâdı (sermaye) insanı “tanrılaşmaya” kadar götürebilir. Bu ise tarih boyunca peygamberlerin ve çeşitli halk önderlerinin mücadele ettiği zor ve çetin bir alan olmuştur. Özü itibariyle politik olan bu mücadelenin, ana meselesi ise insanın hürleşmesi ve dirilmesidir ki; böylece bu kişilerin oluşturduğu müştereklik sermayenin yok edici/yıkıcı, müdahaleci ve denetleyici gücünün sahiplerine karşı politik, özgün ve emin bir duruşu gösterebilsin.
Karantina
Yazı Dizisi
DÜNYA VE TÜRKİYE’DE EKONOMİK BUHRANLAR-1 Tunahan ELMAS
E
konomi’nin siyaset ve toplumsal olaylarla olan karşılıklı bağımlılığı üzerine ciltlerce kitap yazılabilir. Ekonomi’de yaşanan dalgalanmaların siyasette ve toplumda getirdiği kargaşalara hem dünya hem kendi tarihimizde sık sık şahitlik ettik. Özellikle Türkiye gibi siyasal ve toplumsal istikrarın devamlı olarak kesintiye uğradığı ve tam anlamıyla süreklilik kazanamadığı ülkelerde, siyasal krizler ekonomide de krizleri beraberinde getirdi. Ekonomide yaşanan buhran dönemleri ülkedeki sosyal yapıyı derinden sarsmakla birlikte, toplumun siyasi tercihlerini yaparken öncelikli olarak ekonomik vaatlere bakmasına sebep oldu. Yıkılan imparatorluğun bakiyesi olarak kurulan Cumhuriyet ekonomik alanda gerek dönemin şartları gerek Anadolu’nun o günkü mevcut koşullarıyla birlikte devletçi bir ekono-
mik modeli benimsemeyi tercih edecek, devlet eliyle yapılan yatırımlar ve kalkınma planlamalarıyla yeni kurulan Cumhuriyet’in ekonomisi ayağa kaldırılmaya çalışılacaktı. Dünyada yaşanacak Büyük ekonomik buhrandan Türkiye’de fazlasıyla etkilenecek, zaten savaştan çıktığı için yoksulluk ve sefaletten beli bükülmüş Anadolu’nun üzerindeki kara bulutların şiddeti Büyük Buhranın etkisiyle giderek artacaktı. Büyük Buhran sonrası hazırlanacak I. Beş Yıllık Kalkınma Planıyla ülke sanayi alanında ciddi bir atılım yapacak, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde ham maddesi ülke içinde bulunan malların üretimine geçilecekti. İlk kalkınma planının başarıya ulaşmasının ardından 1939 yılında II. Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanacak ancak savaş koşullarının etkisiyle bu plan hayata geçirilemeyecekti. İkinci Dünya Savaşı dünyayı karanlık bir noktaya itmiş ve Avrupa boydan boya bir harabeye dönmüşken savaşa girmeyen Türkiye de savaşa giren ülkeler kadar ağır bedeller ödemiş ve ülke insanı seferberlik durumu için çıkartılan ağır vergilerin altında ezilmişti. Savaş sonrası Müttefikler cephesinin kazanmasıyla dünyada esen demokrasi rüzgarı Türkiye topraklarına da uğrayacak ve ülke çok partili hayata geçecekti. Çok partili hayata geçişten kısa süre sonra Demokrat Parti’nin iktidara Kasım’16 • 17
1929 Büyük Buhran
Karantina
gelişiyle birlikte Türkiye, yeni yeni başlayan Soğuk Savaş ortamında safını iyice Batı’dan yana netleştirecek, Türkiye’yi Sovyetlere kaptırmak istemeyen Amerika’nın yardım ve kredileriyle birlikte ülkede büyük bir kalkınma hareketi başlayacaktı. Bu kalkınma hareketinde savaş yıllarında halktan toplanıp, devletin kasasında tutulan vergilerin harcanması da etkili olacaktı. Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle birlikte ülke boydan boya bir şantiyeye dönüşmüş, tarımda elde edilen verim artmış ve ülke büyük bir bolluk dönemine girmişti. Ancak 1954 sonrası ilk yıllardaki bolluk yavaş yavaş kaybolmaya ve 1960’lara doğru baş gösteren ekonomik sıkıntılar, Demokrat Parti’nin ilk yıllarındaki bolluk dönemlerini aratmaya başlayacaktı. 27 Mayıs askeri darbesiyle birlikte ülkede siyasi istikrar da kaybolacak 1965-1971 arasındaki Demirelli tek başına AP iktidarı döneminde yapılan ekonomik kalkınma ve atılım hamleleri ülkenin sosyal ve siyasal çalkantılarının etkisiyle çok uzun sürmeyecekti. 1970’lerde ülke bir kez daha büyük bir ekonomik bunalımın içine girecekti. Bu ekonomik bunalımın en önemli sebebiyse 1974’te Türkiye’nin Kıbrıs’a asker çıkarmasıyla birlikte Batı’nın Türkiye’ye karşı başlattığı ambargo olacaktı. Dönemin koalisyon hükümeti Başbakanlarından Süleyman Demirel ülkenin ekonomik durumunu özetlerken ‘’70 cent’e muhtacız’’ diyecekti. 1980 yılına geldiğimizde ülkeyi içinde bulunduğu kriz ortamından çıkarma adına Demirel Başbakanlığındaki azınlık hükümeti tarihe 24 Ocak kararları olarak geçecek ekonomik önlem paketini devreye sokacaktı. 24 Ocak kararlarıyla birlikte Türk Siyaseti daha sonrala18 • Kasım’16
rı ülke tarihine geçecek bir isimle tanışıyordu. Bu kişi Demirel’e ‘’abi’’ diye hitap eden, dönemin parlak bürokratı Turgut Özal’dan başkası değildi. 70’li yıllar her anlamda ülkede büyük kırılmalara ve kopuşlara sahne olacaktı. 70’ler; Koalisyonlar, muhtıralar, ekonomik krizler, sokak çatışmaları, öğrenci eylemleri derken finali ülke tarihinin en ağır faturasını çıkaracak askeri darbeyle yapacaktı. 12 Eylül askeri darbesi sonrası kurulacak hükümette 24 Ocak Kararlarının mimarı Turgut Özal Ekonomi’den sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak görev alacak ve 24 Ocak kararlarını uygulamaya devam edecekti. Kısa süre sonra istifa ederek kurduğu partiyle 1983’te iktidara gelen Özal ülkeye ekonomik anlamda çağ atlatacak, yıllardır dışa kapalı bir şekilde krizlerle boğuşan Türkiye’yi dünyaya açacaktı. Türk siyasetine Özal’lı yıllar olarak geçen dönemde ekonomik anlamda yaşanan boyut değişimi herkesin ortak kabulü haline gelecekti. Siyasi yasakların kalkıp, eski liderlerin siyasete dönmesiyle birlikte Turgut Özal 1989’da Köşk’e çıkacak, 1991 seçimleriyle birlikte de ülkedeki tek başına devam eden ANAP iktidarı 8 yılın sonunda yıkılacaktı. Türkiye Cumhuriyet tarihinin en çalkantılı 10 yılına DYP-SHP büyük koalisyonuyla birlikte giriyordu. Artan faili meçhuller ve terör saldırıları, siyasi istikrarsızlıkla birleştiğinde ekonomideki bozulmanın boyutu da her geçen gün büyüyordu. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ani ölümüyle koalisyon hükümetinin Başbakanı Süleyman Demirel Cumhurbaşkanlığına çıkacak ve koalisyonun büyük ortağı Doğruyol Partisinin başına Amerika’da eğitim görmüş, ekonomiyi ayağa kaldırır umuduyla halkın bel bağladığı Türkiye’nin ilk kadın Başbakan’ı Tansu Çiller gelecekti. Çok geçmeden Tansu Çiller’in kriz için önerdi 4 Nisan kararları krizi çözmek bir yana derinleştirecek ve ülke büyük bir ekonomik krizin ortasına düşecekti. 4 Nisan kararları ülke ekonomisini yerle bir etmişken, artan terör ülkenin en karanlık yıllarını beraberinde getirecekti. Terör saldırıları, faili meçhuller, suikastler, ekonomik kriz
Karantina ve kısa süreli koalisyon hükümetleriyle Türkiye büyük bir kırılma döneminden geçerken 28 Şubat süreciyle birlikte 90’lı yıllar da askeri müdahaleyle tanışıyordu. Bu sefer ki müdahale diğerlerinden farklı oluyor, dönemin medyasında amiral gemisinden Ertuğrul Özkök ‘’bu defa işi silahsız kuvvetler halletsin’’ diyordu. 90’lı yıllar kaos ve büyük acılara sahne olurken finali tarihe daha sonraları Postmodern darbe olarak geçecek olan 28 Şubat’la değil, ülke tarihinin gördüğü en büyük ekonomik kriz ve dibe vurmuşlukla yapacaktı. 97’de Asya’da baş gösteren ve 98’de Rusya’da başlayan ekonomik kriz ülkeyi yavaş yavaş etki altına almaya başlayacak, zaten siyasi istikrarsızlıkla boğuşan Türkiye 17 Ağustos depremiyle birlikte artık tamamen dibe vuracaktı. 2000’lere gelindiğinde Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleriyle ekonomi tamamen allak bullak olacak, onlarca banka batacak, firmalar yerle bir olurken Türkiye tarihinin gördüğü en büyük ekonomik krizi çok büyük bedeller ödeyerek atlatacaktı. Şimdi yukarıda bahsettiğimiz ekonomik krizlere, çıkış sebeplerine ve ülkemizde bıraktığı hasar ve etkilerine bakalım...
yakın büyük şirketin elinde bulundurduğu ABD ekonomisi için, bu şirketlerin birkaçının yaşayacağı ekonomik problemler ülkenin genelinde yaşanacak sıkıntıların başlaması demekti. Devletin klasik liberal düşüncenin benimsediği serbest piyasa modelinde hiçbir şekilde ekonomiye devlet müdahalesi öngörülmüyordu. Bu düşünceye göre ekonomide yaşanacak dalgalanmalar ve krizlerde devletin olaya müdahil olması krizi derinleştirecekti, devletin piyasaya müdahale etmediği durumda her şey kendiliğinden olağan akışına geri dönebilirdi. New York Borsası 1928 başları ile 1929 Ekim ayı arasında büyük yükseliş gösteriyordu. 3 Ekim 1929’a gelindiğinde bu yükseliş sona erdiği ve bir kaç büyük şirketin hisse senetlerinde düşüşler gözlendi. 24 Ekim 1929’da (Kara Perşembe) işlem yapan Hollandalı ve Alman yatırımcılar portföylerini boşaltmaya ve piyasadan çıkmaya başladılar. Böylece borsadaki gerileme daha da hızlandı. Ancak borsanın çöküşü birkaç gün sonra 29 Ekim 1929 Salı günü gerçekleşti. “Kara Salı” olarak tarihe geçen o gün, 1929 fiyatlarıyla 4.2 milyar dolarlık bir zarar doğdu. Kısa bir süre içinde 4000 civarında banka iflas etti.
1929 Büyük Buhranı ve I. Beş Yıllık Kalkınma Planlaması ‘’1929 Buhranı öncesi ABD’de üretim ve istihdamda yükselmelerin devam ettiği, ücretler düşmese de fiyatların sabit kaldığı, insanların eskisine göre kendilerini daha zengin hissettiği yıllar olarak tanımlanabilir. Örneğin 1925-1929 arasında imalat sanayi kuruluşlarının sayısı 183.900’den 206.700’e yükselmiş, ürettikleri ürünün değeri 60,8 milyar dolardan, 68 milyar dolara çıkmıştır. 1926 yılında Amerika’da 4.301.000 otomobil üretilmiş, bu sayı 1929 yılında 5.358.000’e ulaşmıştır. Bu rakamın neredeyse 1953’teki otomobil sayısıyla aynı rakama tekabül etmesi ABD’nin “kükreyen yirmiler” diye anılmasına yol açmıştır (www.subconturkey.com/2009/Haziran)’’ 1920’lere doğru büyüyen ve gelişen ABD ekonomisinde şirketler arasında birleşme ve devralmalarda yaşanan artış ekonomide büyük tekellerin oluşmasına sebep olmuştu. 200’e 1929 KRİZİ - İLK KRİZ Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik krizle ilk kez 1929 yılında tanıştı.
Kasım’16 • 19
1920lerden beri tasarruflarını yükselen borsada değerlendiren insanlar, borsanın çöküşüyle birlikte bu süreçte tüm maddi varlığını kaybetti ve işsiz kaldı. Dev sanayi firmalarının tek tek iflas etmesinin ardından insanlar hayatlarını idame ettirebilmek için tarıma yöneldiler. Aşırı oranda değer kaybeden para nedeniyle alış verişlerde para yerine takas sistemi kullanılmaya başlandı. Devletin başlangıçta hiçbir şekilde krize müdahale etmeyişi, yaşanan krizi derinleştirmiş, tarihin gördüğü en büyük ekonomik kriz Amerika’yı silindir gibi ezip geçmişti. Sokaklar evsiz ve aç olan onlarca insanla dolmuş, açlık ve sefalet ülkenin dört bir yanını tümüyle etkisi altına almıştı. Amerika’da yaşanan ekonomik kriz kısa sürede Avrupa’da ve Türkiye’de de etkisini gösterecekti. Ekonomisini yeni yeni toparlamaya çalışan Türkiye 1929 Büyük Buhranının etkisiyle, yeni bir kalkınma planlamasına geçiş yapacaktı. Önemli ölçüde Sovyetler Birliği`nin makine, araç-gereç ve teknik yardım desteği ile tasarlanmış ve yürütülmüştür. Dönemin başbakanı İsmet İnönü’nün 1932 yılı Mayıs ayında proje için Sovyetlere gitmiş, aynı yılın yaz aylarında Sovyet teknik uzmanları Türkiye`ye gelmişler, öngörülen yatırımlar için çeşitli bölgelerde incelemeler yapmışlar ve aynı yıl sonunda raporlarını tamamlamışlardır. 2 senelik inceleme ve raporlamanın sonunda 17 Nisan 1934’te yürürlüğe giren Beş Yıllık Kalkınma Planlamasına göre ham maddesi Türkiye’de bulunan ürünlerin fabrikaları Anadolu’nun farklı bölgelerinde devlet eliyle kurulacak ve işletilecekti. Çeşitli illerde kurulan iplik, dokuma, kağıt, gülyağı, şeker, suni ipek ve demir fabrikalarında ülkenin tüketim ihtiyacı göz önüne alınarak hareket edilecekti. Bu plana birlikte hem halka iş imkanı yaratılacak, hem tarımdaki ürünlerin fabrikalarda işletilerek, ülke yerli sanayisini kuracaktı. Beklenen verimin alındığı I. Beş Yıllık Kalkınma Planlamasından sonra 1939 yılında enerji kaynaklarının merkeze alındığı II. Beş Yıllık Kalkınma Planı hazırlanacak ancak II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle birlikte plan uygulamaya dökülemeyecekti. 20 • Kasım’16
20.HÜKÜMET 1951 - 1954 ADNAN MENDERES
Karantina
Türkiye II. Dünya Savaşı’nın yoğun baskısını her şekilde hissedecekti. Seferberlik ilanı sonrası ekonomideki sorunlarla başa çıkamayan tek parti hükümeti sorunu halkın üzerine ağır vergiler yükleyerek çözmeye çalışacaktı. Halk bu baskı ve yoksulluğun faturasını yıllar sonra kurulacak sandıkta İnönü ve arkadaşlarına kesecekti. Demokrat Parti’nin iktidar olmasıyla birlikte Türkiye’de her anlamda bir değişim rüzgarı yaşanacak, bu değişim rüzgarı kendisini ekonomide de hissettirecekti. Tek parti döneminin katı devletçi politikalarını gevşeten Adnan Menderes’li Demokratlar ülkeyi baştan aşağı bir şantiyeye çevirecek ülkede boydan boya yollar, barajlar, tarım sulama alanları yapılmaya başlanacaktı. Demokrat Parti iktidarına başlangıçta Batı’nın verdiği maddi destek bir süre sonra kesilmeye başlayacaktı. 1957 seçimleri sonrası ülke ekonomisinde başlayan krizin çözümü için kredi isteğini reddeden, Amerika’ya karşı Menderes yıllar önce Sovyet desteğiyle hayata geçirilen Kalkınma Planlamalarının benzerlerini hayata geçirme isteğini belli etti. Ancak kısa bir süre sonra devrilen Adnan Menderes’in ömrü böyle bir planı hayata geçirmeye vefa etmedi…
Röportaj
BİM İcra Kurulu Üyesi
Haluk Dortluoğlu* İle
İşveren Gözüyle Emek-Sermaye İlİşkİsİnİ Konuştuk. Röportaj: Dücane DEMİRTAŞ
B
ugüne kadar emek-sermaye ilişkisi sürekli işçi gözünden değerlendirildi. Peki, belirli değerlere sahip bir işveren gözüyle baktığımızda sermayeyle ilişkimiz nasıl olmalı, hangi prensiplere sahip olmalıyız? Hz.Peygamber’in “İşçiye (hak ettiği) ücreti alnının teri kurumadan verin. İş esnasında o iş için alacağı ücreti de bildirin.”hadisinde ifadesini bulan yaklaşım temel hareket noktamız olmalıdır. İş sözleşmesi bir akittir ve öncelikle işverenle işçi, iş ve ücret konusunda baştan anlaşmalı ve karşılıklı rızaya halel getirecek belirsizlikleri ortadan kaldırmalıdırlar. Sonrasında işçiden beklenen işe hakkını vermesidir. Bunun karşılığında emek sahibine hak ettiğinin karşılığı birebir ve eksiksiz takdim edilmeli ve bu gecikmeksizin yapılmalıdır. Ayrıca, bu bir lütuf gibi değil, karşılıklı saygıyla yapılmalı, bir emanetin sahibine teslim edilmesi gibi görülmelidir.
Bizim değerler coğrafyamızdan baktığımızda, emek-sermaye ilişkisini anlamlandırmak noktasında önemli bir ayrım şudur: Modern endüstriyel sistem emek ile sermayeyi menfaatleri daima çatışan iki unsur olarak tasvir eder; buna karşılık ise İslâm emek ve sermayeyi karşılıklı sorumluluk ve gönül rızasına vurgu yapan bir ilişki biçimine bağlar. Müslüman bir işverenin iş ahlakı, çalışanlarıyla ilişkisi nasıl olmalıdır? İş ahlakı çok geniş ve kapsamlı bir kavram. Bu kavramın gündemde kalması, hatırlanması ve tartışılması çok önemli. Dürüstlük, ölçü ve tartıyı düzgün tutmak, hile yapmamak ve aldatmamak, kul hakkına hassasiyet göstermek iş ahlakı sahip işverenlerde görmeyi beklediğimiz özelliklerdir. Özetle ifade etmek gerekirse alış-verişte helalliğin ölçüsü, tam rıza ve gönül hoşnutluğudur. İ ş ç i işveren ilişkileri açısında baktığımızda sorumluluk duygusu insani ilişkilerinin temelidir. İşveren çalışan
Kasım’16 • 21
Röportaj ilişkilerini de öncelikle bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bu kavrayış içerisinde bize yol gösteren en önemli kavram ise adalettir. Bir işveren öncelikle adaletli olmalıdır. Kaldı ki ülkemizde çalışanın hak ve hukuku gelişmiş yasalarla ve buna bağlı düzenlemelerle en ince ayrıntısına kadar korunmaktadır. Sorumluluk sahibi işverenin birinci görevi bu yasa ve düzenlemelere uygun davranmak olmakla birlikte, ‘sorumluluk bilinci’ anlayışı yasalarla sınırlı olmayıp, bunun ötesine geçen bir hakkaniyet anlayışı içinde olmalıdır. Bir işin hakkını vermemek işçi açısından, karşılığını güzellikle vermemekse işveren açısından kul hakkına girmek anlamına gelir. Bu iş ahlakını gözeterek ekonomik sürdürülebilirlik ve kar için her yöntemi meşru görmeye iten piyasa içerisinde ayakta kalmak ne derece mümkün? Evet, bu zor ancak mümkün! Ticaret ve iş hayatı tarihimiz ilkeli, tutarlı ve hakkaniyete uygun davranmak adına kısa vadeli karlardan feragat edip, uzun vadede başarılı olmuş bir çok iş hikayesiyle doludur. Ülkemizde ticaret ehli olmasıyla bilinen Kayseri’lilere atfedilen güzel bir söz vardır: ‘En büyük hile dürüstlüktür!’ Bu sözdeki vurgu hileye övgü değil, dürüstlüğün uzun vadede hilekarlığa galip çıkacağıdır. Bu noktada Mustafa Özel’den bir alıntıyı Sabri Ülker’in bir iş hikayesini size
22 • Kasım’16
aktarmak isterim. Ülker’in geçmişte asıl çıkış yaptığı dönem tam da bu olayla ilişkilendirilir, şöyle der Özel; “1958 devalüasyonundan sonra, ülkede temel meta fiyatları sık sık yükselmekte, dolayısıyla sanayiciler de ürünlerine boyuna zam yapmaktadır. 27 Mayıs darbesinden birkaç ay önce, her nasılsa çok yükselen un fiyatı hükümet kararıyla geri çekilmiş, dolayısıyla elinde unlu mamül bulunanlar zarara uğramışlar. Sabri Ülker, bütün toptancılarına kendi el yazısıyla birer mektup gönderip, ellerindeki bisküvi miktarları bildirmelerini istemiş. Mevcut stoku tespit ettikten sonra, eski (yüksek) bisküvi fiyatıyla yeni (düşük) fiyat arasındaki farkı hesaplamış ve bu farkı her bir toptancın bir sonraki siparişinden düşmüş. Böylece toptancılar, kendileri için önemli olabilecek bir zarardan kurtulmuşlar. “27 Mayıs darbesinden sonra, ortalığa şöyle bir laf yayıldı: ‘İhtilalciler fiyatların düşmesini emretmişler! Yakında fiyatlar düşecek!’ Piyasalar bıçak gibi kesilmiş. Anadolu tüccarı kesesinde banknotlarıyla İstanbul’a gelmiş olsa bile, fiyatların düşmesini bekliyor, mal almıyor. Tabii, bizim bunlardan haberimiz yok, çünkü satışlarımız neredeyse ikiye katlanmış. Sonradan işittik ki, kumaştan zücaciyeye kadar hiçbir yerden mal a l m a y a n l a r, ‘Boş dön-
Röportaj mektense bisküvi alalım, nasılsa Sabri Bey fiyatlar düşse bile zararımızı öder’ diyorlarmış!” Yöneticisi olduğunuz kurum veya şirketi bir aile olarak düşündüğümüzde, işveren bu aileden sorumlu bir baba, ailenin büyüyüp gelişmesinden yükümlü olduğu gibi korunmasından ve aile fertlerinin ihtiyaçlarını temin etmesinden mesul bir kişidir diyebiliriz miyiz? Bu bizi daha fazla kazanmak için çalışanlarını sadece sürgit üreten bir makine gibi gören anlayıştan başka bir anlayışa mı yönlendirir? İşvereni çalışanların üzerinde bir baba gibi görmenin pek doğru olmayacağı kanaatindeyim. Zira çalışanlar çocuk değil, hak ve hukukları yasalarla belirlenmiş yetişkinlerdir. İşverene düşen en temel görev hayatın birçok alanında olduğu gibi yasalara uygun, adaleti ve hakkaniyeti gözeten davranışlar içerisinde olmaktır. Genç işverenlere emek adalet dengesini gözetebilmek için önerileriniz nelerdir? Emek adalet dengesini gözetmek noktasında önemli olan işlerini sevgi, şefkat ve iyi niyetle kardeşçe düzenlemektir. Bu anlamda bir işveren, ister müşteri isterse çalışan olsun insanlarla iş yaparken yalnız kendi menfaatlerini gözetmemeli, aynı zamanda işçilerinin ve bütün paydaşlarının menfaatlerini de göz önünde bulundurmalıdır. Daha önce de belirttiğim gibi asıl olan tam rıza ve gönül hoşnutluğudur. *Haluk Dortluoğlu 1972 yılında Akşehir’de doğmuştur. Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü’nden 1995 yılında mezun olan Dortluoğlu, sonrasında uluslararası bağımsız denetim firmalarından Arthur Andersen ve Ernst&Young’da yaklaşık sekiz yıl görev yapmıştır. 2003 yılında Türk Hava Yolları Muhasebe Direktörlüğü görevini üstlenen Dortluoğlu,
Kasım 2005’te BİM’de Finans Direktörü (CFO) olarak göreve başlamış ve 2006-2009 döneminde ayrıca Operasyon Komitesi üyeliğini de yürütmüştür. 2007 yılında Harvard Business School’un İleri Yöneticilik Programını (AMP) tamamlayan Dortluoğlu’na 2009 yılında Frankfurter Allgemeine Zeitung grubu bünyesinde Avrupa’da yayınlanan bir ekonomi dergisi olan Finance in Emerging Europe tarafından “Yılın CFO’su Ödülü” verilmiştir. Dortluoğlu, 2014 yılında Thomson Reuters Extel tarafından yapılan yatırımcı ilişkileri alanındaki araştırma sonuçlarına göre uluslararası kurumsal yatırımcılar tarafından “Türkiye’deki en iyi CFO” olarak gösterilmiştir. 2010 yılında şirketin BİM’in İcra Kurulu Üyeliği’ne atanmış olan Dortluoğlu halen bu görevine devam etmektedir. Dortluoğlu, yeni iş geliştirme yaklaşımı kapsamında, mobil iletişim sektöründe Türkiye’de bir ilk olan ve lansman sonrasındaki ilk iki yıl içinde bir milyon abone sayısını aşan özel markalı sanal operatör uygulaması Bimcell’in proje ve uygulama sürecini yürütmüştür. Dortluoğlu, süpermarket sektöründe yeni bir perakende modeli olarak kurgulanarak, Mart 2015’te ilk mağazasını açan FİLE’nin, fikir aşamasından kuruluşuna kadar liderliğini yürütmüş olup, halen FİLE İcra Kurulu Başkanlığı’na da devam etmektedir. Haluk Dortluoğlu 2010 yılından bu yana, öğrenci ve mezunların önderlik ve yöneticilik yeteneklerinin gelişmesine katkıda bulunmak amacıyla Boğaziçi Üniversitesi mezunları tarafından 1996 yılında kurulan Boğaziçi Yöneticiler Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanlığını yürütmektedir. Kasım’16 • 23
Atölye
M
YAŞLI BİR GENÇ ANILARINI YAZAR B e t ü l K AYA L I
ilan Kundera’nın bir sözünü okudum iki gün önce. Zihnimde yer etti, aklıma takıldı. Söz ise şu:”Sadece bir kere olan hiç olmamış sayılır.” Kaç hayat tüketecektik, kaç kere durması gerekir kalbin? Bizim değil mi bu hayat, hesabı yok mu geçen dakikaların, sorumlusu değil miyiz yanlış bakışların? Bir hayatımız var ve yaşıyoruz, pervasızca nefsine kul olmuş tüketiyoruz zamanı. Nasılsa genç değil miyiz, aşığı değil miyiz cafelerde oturmaların, hiç icraatsiz çay edebiyatı yapmaların. Ne mahsuru olabilir, okuldan sonra
24 • Kasım’16
biraz güzelleşip dertleşmenin, nargile dumanını çekmenin. Nasılsa bir kere geldik dünyaya, nasılsa bu gençlik bir defa. Dumanlı sevdaların, bilenmiş anıların ağır bir yük olup, ömür kesesini doldurduğu şu gecede zihnim bulanık, görmüyor gözlerim. Ruhumsa kafeste. Süratle alınan gençlik virajlarının son kavşağında, yaşamak dediğimiz sanki masalsı bir dava. Ama bir his var, bir yer var. Beşeriyetini yitirmiş bakışlarım arasından sıyrılıp, damarlarımda dolaşan. Bulmak istiyorum, koşmak oraya. Biliyorum evet bir yer var: yaşlı bir genç anılarını yazar.
Karantina
şer İttİfakinin gölgesİnde yenİ ortadoğ u Dücane DEMİRTAŞ
A
llah’a emanet geçirdiğimiz son beş yılımız belki de tarihte az rastlanır, abartı olmasın yüzyıla şekil veren nadir birkaç yıldır. Sadece bu beş yıl içerisinde dahi Türkiye’de neler yaşayıp nasıl bir kavgayla karşı karşıya kaldığımızı yazmaya kalksak bir kitaptan daha fazlası eder. Gündemi de baştan aşağı şekillendirdiği gibi bugünlerin en sıcak mevzusu dün akşam Musul’a başlatılan harekât. Aslına bakılırsa son üç yılda pastadan büyük dilimi kapmak isteyenlerin gizli gündemi yine Musul ama onunla birlikte Halep ve Rakka idi. Uygulanan politikalara bakılınca rahatlıkla görülebiliyor ki Türkiye dışında bütün aktörlerin bölgeye dair uzun veya kısa vadeli bir projeksiyonu var. ABD, Ortadoğu’da askeri varlığını devam ettirmenin sebep olduğu ağır mali gereksinimler ve bölgede kendisine karşı artan ciddi anti sempati sebebiyle dur-
mayacak gibi, aslında gibi değil Obama 2.tur başkanlığında bunu vaat etmişti. Bu ister beş yılda ister on yılda gerçekleşecek olsun ABD, bölgede hâkimiyetini bilfiil üzerinden hissettirmek istediği bir gücü, Kürtleri, taşeron bir devlet yahut bir karakol olarak Ortadoğu’da bırakmak istiyor. Son iki yılda ABD’nin kuzey Suriye’yi ele geçirmesi için PYD’nin önünü açması, 15.000 PKK militanını Black Water vasıtasıyla eğitmesi -ki güneydoğudaki operasyonlarda verdiğimiz ağır zayiatın en önemli sebeplerinden bir bu olsa gerek- ve son birkaç ay içerisinde PYD’nin meşruiyetini bizzat kuvvet komutanları nezdindeki ziyaretler ve kantonlarda kurulan üslerle teyit etmesi bas bayağı bir projeksiyonun planlı adımlarıdır. PYD, bugün ele geçirdiği ve ahalisinin ekseriyeti Arap olan bölgelerde ilk iş olarak nüfus dairelerini ateşe veriyor, nüfus dağılımını ileriye dönük lehine olacak şekilde değiştirmek için bir yandan etnik sürgün bir yandan etnik iskân politikası güdüyor, tıpkı IKYB’nin Türkmen şehri olan Kerkük’e yaptığı gibi. Türkiye’deki çözüm masasına örgütün özgüvenle tekme atmasının ardındaki itici gücün, örgütün Kuzey Suriye kantonlarını birleştirerek bağımsız Kürdistan için kat edilmesi gereken çok az adım kaldığına dair inanç olduğunu ha-
Kasım’16 • 25
Karantina tırlarsak o zaman neden Rakka, Halep veya Musul’un kaderinin bizim kaderimiz olduğunu da daha iyi anlamış olabiliriz. ABD, enerji ve doğal kaynak aktarım yollarının üzerinden geçtiği bir bölgede, bir yandan değer ihraç edeceği, tıpkı Cidde benzeri beş altı seküler kent kurulmasını S. Arabistan’dan istediği gibi, bir yandan da enerji üzerindeki manipülasyon gücünü koruyabilecek bir tampon bölge olarak Kürdistan’ı kurmak istiyor, ve öyle gözüküyor ki Kürtler ABD için paha biçilmez, zira her rolü oynamaya hazırlar. Eğer değil kantonların birleşmesini, kuzey Suriye’nin daha fazla PYD elinde kalmasını engelleyemezsek, Barzani’nin bizim safımızda olmasını gerektiren sebeplerin bir bir kaybolduğu bir dönemde yahut iç istikrarsızlık ve belirsizlik ortamında Kuzey Irak’ın bu birleşmeye zorunlu olarak dâhil olacağına şahit olabiliriz. Barzani karakaşımıza karagözümüze bizim safımızda değilse petrolünü bir şekilde dünya piyasasına pazarlayabilecek alternatif bir yol kendisine teklif edildiğinde veya en iyimserini düşünelim, İran konsolosluğunun desteği ve Goran’ın liderliğinde muhalifleri tarafından bertaraf edildiğinde Kürdistan yapbozunun güney batı ve doğu yakasını birleştirmek için geriye ne kalacak; hiçbir şey. Bölgeye dair İran’ın da bir projeksiyonu var. İran bugün aynı anda Irak, Kuzey Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Yemen, Bahreyn, Doğu Arabistan ve hatta Nijerya’da nüfuzunu sürgit arttırıyor. Kuzey Irak’ta Barzani’ye karşı oluşturulan koalisyon bizzat İran Konsolosluğu tarafından koordine ediliyor, Irak Merkezi Yö26 • Kasım’16
netimi doğrudan iki Şii gücün, Sadr ve İran’ın, kontrolü altında. Kasım Süleymani aynı anda hem Hama, Humus, Halep ve Şam’da hem de Bağdat ve Musul’da operasyonda. Diğer yandan Hamas doğrudan İsrail tehdidine karşı bugün Türkiye’nin her ihtimale karşın İran’ın kolları arasında. Lübnan siyaseti de doğrudan Hizbullah’ın karşısında denge unsuru olamayacak şekilde dizayn edilmiş vaziyette. Doğu Arabistan’da, yani petrol kaynaklarının ekseriyetinin bulunduğu ve körfez-Akdeniz boru hatlarının rotası olan bölgede ve Bahreyn’de, çoğunluğu oluşturan Şii popülasyon sürekli manipüle edilmeye çalışıyor. İran’ın Yemen’de Husiler vasıtasıyla Suud’un yenilgiye uğrattıkları da aşikâr. Kısacası İran’ın Ortadoğu’da ne pahasına olursa olsun mezhep kamuflajlı hilal projesi tam tıkırında gidiyor.(Allah rızası için biri bize artık bu heriflerle vahdet demesin). Rusya’da Halep’teki savaşta galibiyetini ilan etmiş vaziyette. Tartus’daki geçici üs kalıcı olacak, yani bu Suriye’de Rus güdümlü azınlık bir taşeron devletin varlığı demek. Ruslar Doğu Akdeniz sahillerini sadece Suriye sayesinde kontrol etmiyor, aynı zamanda yakın zamanda Mısır ile de askeri üs üzerine birçok anlaşma imzalamış vaziyette, bunlardan biri de Libya sınırında. Uçak krizinden bu yana Yunanistan üzerinden Güney Kıbrıs’ı da himaye ettiğini de hatırladığımızda aslında Doğu Akdeniz hiç bu kadar Rus etkisiyle karşılaşmamıştı denilebilir. Bugün gündem Musul operasyonu ve operasyonun bütün taraflar için on veya yirmi yıllık projeksiyonlarında bir karşılın var. İran için
Karantina Musul, bin yıllık Sünni nüfusun sınır hattı olan bölgeleri baştan aşağı değiştirmek, Suriye ile doğrudan bağ kurmak ve bu sayede hem askeri desteği sağlamak hem de petrol ve doğal gazı için ikinci bir aktöre ihtiyaç duymadan bir enerji koridoru oluşturmak adına kâfi derecede önemli. Aynı şekilde ABD, bölgeyi uzun vadede mezhep çatışmasına sürükleyeceğini düşündüğünden olsa sebep, Ortadoğu’da bağımsız hareket edemeyip koltuk değneği vazifesi görecek Kürdistan için Musul operasyonunda Türkiye yerine İran destekli Merkezi yönetimini kabul etmiş vaziyette. Türkiye’nin bölgede diğer aktörlerden çok daha fazla potansiyeli var, fakat duygusal bir miras ve kültürel bir heyecan hinterlandından daha öte olduğunu sanmıyorum. Nedeni şu olsa gerek ki Ortadoğu yaklaşık yüz-yüz elli yıllık işgale uğramış ve sömürgeciliğin kurumsallaşması damarlarına kadar işlenmiş bir suni devletler ya da doğrusu şirketler bölgesi. Peki, bu kurumsallaşma sadece devlet mekanizmasının belirli ailelerin elinde bulunmasından veya ithal askeri karakterli diktatörlüklerden mi ibaret, hayır pek öyle gözükmüyor. Sömürgeciliğin kurumsallaşması, bu coğrafya da kültürel, ekonomik ve sosyolojik dengelerini yüz yıldır şekillendirmiş. Örneğin, gayri memnun halk kitlelerinin sizin yanınızda olması sizi duygusal iyimser bir politikaya doğru yöneltse de o ülkenin ekonomik döngüsünü elinde tutan veya bürokrasiyi işletme yetkisini elinde bulunduran iktidar sahibi sermayedarları, ailelileri vb. göz önünde bulundurmazsanız, gerçekçi bir karşılığı olmayan rüyalarınız elinizde patlar. Türkiye’nin Ortadoğu’daki kültürel hinterlandı malum, fakat maalesef öyle gözüküyor ki bu büyük potansiyele dair iyimser bakış bizi Ortadoğu’da ayakları yere basan bir politika üretmemize engel oluyor. Bunu çoğu kez yaşadık, örneğin IŞİD Musul’a girmeden önce bütün Türkmen aşiretleri Türkiye’nin yanında olduklarını ifade ettiler, fakat IŞİD girince öyle olmadı. Bunu benzer şekilde Afrika ve Orta Asya özelinde de yaşadık. Bütün bunlar bize şunu gösteriyor ki bölgemize dair hayal ve
heyecanlarımızın hayat bulmasını sağlayacak bir dizi kurumsallaşmaya ihtiyacımız var. Karşımızda en doğusundan en batısına Allah’ın bize vaat ettiği topraklar var. Hiçbir politik kuram veya teorinin izah edemeyeceği bir yardıma yalnız safımızı sıklaştırıp düşmana karşı kenetlendiğimizde ulaşacağımıza yürekten iman ediyorum. ABD, Rusya veya başka bir gücün değil yalnız Allah’ın yeryüzünde yegane hükümranlık sahibi olduğunu öğrendik. Şimdiyse miras aldığımız tüm değerleri yeniden hedefimize matuf şekilde inşa etmenin, yeni bir nesil, yeni bir kültür ve yeni bir dini-politik söylem yaratmanın tam vakti. Milletimiz İslam milleti, vatanımız doğusundan batısına bütün İslam beldeleri, bayrağımız kendisine tüm bu değerleri ve ulvi amaçları yüklediğimiz sancağımız. Nihayetinde Allah’ın yeryüzündeki şiarlarının sembolleri kıldığımız bütün bu unsurlar bugün hiç olmadığı kadar kutsalımız ve mahremimiz olmalı. Yere düşecek olan bir bez parçası, çiğnenecek olanda bir toprak parçası değil, şiarlarımız, hayallerimiz ve ideallerimizdir, işte İslam tam da bu değil mi? Kâbe nasıl putperestliğin karanlıklarında bir taş yığınıyken Allah tarafından kendi değerlerinin kutsal şiarı kılınmışsa, içini yeniden Allah’ın arzusu ve iyaliyle dolduracağımız tüm kurumlar, semboller ve işaretlerde niçin kutsal şiarlarımız olmasın? Hiçbir şeyden emin olmadığım kadar şundan emin ki Allah, yeryüzünde tüm mazlumların kendisine güven ve huzur bulmak için kaçtığı bu beldeyi, hiçbir Müslüman liderin savunmadığı kadar İslam’ın değerlerini savunan bu ülkenin liderini ve tarihte nadir görülmüş bir cesaretle karın tokluğu ve huzur yerine özgürlük ve şerefi canı pahasına tercih eden bu halkı yüz üstü bırakmayacaktır. Yardım nereden mi gelecek? Antik çağın süper gücüne karşı on yıllarca direnip ufukta hiçbir zafer görünmese bile mücadeleyi bırakmayan Musa gibi olduğumuzda bir on yıl içinde bütün düzeni alt üst edecek, önümüzde hiçbir güç bırakmayacak bir dalga bütün egemenleri yıkıp geçtiğinde bu yardımı göreceğiz. Kasım’16 • 27
Tarih
iÇKiN BiR FiKiR OLARAK
VATAN Ali Tarık PARLAKIŞIK
H
z. Peygamber, 610’da nübüvvet ile şereflendi. İslam Akidesi ile insanları değiştirip dönüştürdü. Hz. Peygamber’in İslam Akidesini tebliği ile insanlar, fıtratının sesine kulak veren insanlar haline geldi. Tebliğ yaptı, cihad etti. Münafıklar mescid-i dırarı inşa ettiğinde, Hz. Peygamber gidip mescid-i dırarı yıktı. Kafir devlet yöneticilerine mektup gönderip, İslam’ı tebliğ etti. 630’da Mekke’yi fethetti, Mekke’ye İslam Ahkâmı hakim oldu. … Derken… 1071’de Büyük Selçuklular’ın, Alparslan liderliğinde ki kafirlere karşı cihadının sonucunda Anadolu tarihî bir dönemece girdi. Ne dönemeç! … Namık Kemal “Vatan Yahut Silistre” isimli eserinin ithafında şöyle yazar: “Ey vatanın hayatını koruma yolunda canlarını veren mücahidler! Kudretsizliğimi gösteren şu eserimin, -alaylarında silah kullanmak şerefine eriştiğiniz- Osmanlı askerinin gurultusu dünyayı tutan kahramanlıklarından biridir. Sizin şanınızı bildirmeye çalıştım, onun için bu değersiz eserimi -değersizliğini itiraf etmekle beraber- sizin adınıza ithaf ediyorum.” Namık Kemal haklıdır, “Vatan Yahut Silistre” son derece değersiz bir eserdir. “Osmanlı askerinin gurultusu dünyayı tutan kahramanlıklarından
28 • Kasım’16
biri”ni anlatmak için son derece değersiz bir eserdir, zira böyle bir kahramanlığı anlatabilmek kolay bir iş olmamakla birlikte ciddi bir fikrî ameliyedir. İthafın devamında şöyle yazılıdır: “Vatanın ne demek olduğunu bilen kalem sahiplerinin vatanın korunması için yapabileceği şey, askerde -Allah göstermesin- felaket görürse beraber ölmek, zafer görürse milletin teşekkür edici diline tercüman olmaktır.” Vatanın ne demek olduğunu bilmek... Felaket sırasında beraber ölmek, zafer anında milletin teşekkür edici diline tercüman olmak... İthaf şöyle biter: “Yaşasın askerimiz! Yaşasın Vatan!” Evet, böyle demiş Namık Kemal… Yine Namık Kemal şöyle der: “Amalimiz, efkârımız ikbal-i vatandır. Ser-haddimize kal’e bizim hak-i bedendir. Osmanlılarız, ziynetimiz kanlı kefendir.” Şu kelam-ı latif de Namık Kemalk’den: “Vatan, bizim kılıcımızın ekmeğidir.” Evet; “Vatan, bizim kılcımızın ekmeğidir.” Kılıç vatandan ötürü değildir, vatan kılıçtan ötürüdür. Kılıç ve vatan; vatan ve kılıç... Kılıç keskindir, kavga, gaza aletidir; fikir de keskindir, kavga ve gaza fikir ile, fikirden dolayı olur. Kılıç, fikrin muhafazası ve kavgası içindir. Vatan da bu kılıcın ekmeğidir. Belirtilmesi gereken bir husus var burada. Namık Kemal ile aramızdaki farklar arasında;
Tarih Namık Kemal’in laik, bizantinist bir devletin topraklarında doğup büyümediği bilakis İslami bir rejimin varlığı altında doğup büyüdüğü ve de Namık Kemal’in, İslami bir rejimin varlığı altında doğup büyüdüğü halde padişaha karşı muhalif olması; gibi mühim noktayı zikredebiliriz. Namık Kemal, vatanı adeta bir fikir olarak, heyecan duygularının en üst düzeyde olduğu bir şekilde dillendirir, anlatır. Evet... Meselenin burası böyle idi… Devamla… Vatan tüyleri diken diken edecek raddede mücerret bir hülyanın içinde barındırdığı duygu hüzmesi gibidir. Hele de tarih boyunca üzerinde meskun bulunduğumuz topraklar bizim gibi ‘toprak’ ve ‘mana’ hakikati meczolmuş ise işaretlediğimiz bu husus daha bir görünür daha bir aşikar hal alıyor. O zaman bir sual... Vatan nedir? Anadolulu bir İslamcı olarak bana göre “Vatan Nedir?” sualinin cevabı, ‘Vatan Ne Değildir?’ sualinin cevabından daha kısa sürer. Vatanın olmadığı şeyler basittir. Lakin! Vatan ulvidir, vatan iyidir, vatan güzeldir, vatan doğrudur, vatan mükemmeldir, vatan bir aşktır, vatan bir mücadeledir. Evet; vatan bir mücadeledir, bir mücadelenin zeminidir. Dahası; vatan, bir mücadelenin peşi sıra gitmektir. Yine bir sual formunda vatanın nasıllığına da değinilebilinir ki, vatanın nasıllığını Mehmet Akif dillendirmiştir: “Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda.” Bir fikir olarak vatandan söz ettiğimiz aşikardır. Kuru bir toprak sevgisi değildir vatan (sevgisi). Dolayısıyla meseleye ideolojik nazar ettiğimiz doğrudur. Vatan bizim için Edirne’den Hakkari’ye kadar olan topraklar değildir. Vatan, bir fikirdir. Vatan, bir idealdir. Vatan, bir manadır. Vatan, bir ahittir. Vatan, bir çağrıdır. Vatan, bir sorumluluktur. Kafire kafirlikten başka değer vermediğimiz, dahası, kafire kafirlikten başka değer vermeyeceğimiz, veremeyeceğimiz yerin adıdır vatan. Vatan, küfrün belinin kırılacağı bir ütopyadır. Dolayısıyla vatan sadece sevilecek bir şey değildir.
Bir libas gibi üzerimize çekeceğimiz bir örtü, kuşanacağımız bir zırh, içerisinde hazırlıklı bir şekilde bekleyeduracağımız bir karargah, hissedeceğimiz bir mana, yaşayacağımız bir hatıra, özleyeceğimiz bir tarih, gözleyeceğimiz bir devlet, sevgiliye aşkımızı itiraf edeceğimiz bir mekandır. İslam coğrafyasının bizden bir beklentisidir vatan. Dolayısıyla her nevi seküler ideoloji ve fikir, vatanı vatan olmaktan çıkaran bir şeydir. “Bizim vatanımız”ı milliyetçi, ırkçı, kavimci, şovenist, jakoben, seçkinci, elitist, Batıcı ideoloji ve dinler anlayamazlar. Vatan; bir coğrafya, bir barınak, bereketli topraklardan müteşekkildir değildir bir kere. Nasıl anlayabilirler değil mi? Lügatte vatan kelimesi için doğup büyüdüğümüz üzerinde yaşadığımız ülke, memleket, yurt gibi manalar veriliyor. Ah! anlayamazlar bizi, anlayamadılar da zaten. Lügatçiler de anlayamaz bizi. Anadolu... Anadolu farkını yaşamamamız için bizi süfli gündemlere boğmaya cehd ediyorlar, vatandan Anadolu’dan dolayı cinnet geçirmemizi istiyorlar. “Allah’tan ve Peygamberinden, kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklere ihtardır: Yeryüzünde dört ay daha dolaşabilirsiniz. Allah’ı aciz bırakmayacağınızı, Allah’ın inkarcıları rezil edeceğini bilin.” (Tevbe Suresi/1-2-) Benim vatanım inkarcıların rezil edileceği bir vatandır, gerisi lafü güzaftan ibarettir. Osmanlı’dan başlayarak Türkiye Cumhuriyeti ile devam eden Batı’ya mahkum ve mecbur oluş, vatanı, bir yandan pörsütüp tefessüh ettirmeye cehd ededursun çığır açıcı bir fikrî kıpırdanış ve kıpırdanışın da akabinde direniş ile diriliş hattı boyunca uzanan, vatana hak ettiğini tepsi üzerinde Kur’an, bayrak ve kılıç ile takdim etme davamız sürüyor. Vatanı Batı’ya peşkeş çekenler tarihin çöplüğünde kurtlandığı şu dem ve devrede; Vatan, özlediği ve özümsediği yüce ve ulvi idare ve yönetimi bekliyor… Bir yerde Anadolu farkını yaşıyorum ben... Soyum, sopum, geçmişim, toprağım, meşrebim, mezhebim, anam-babam belli... Bundan dolayı vatan böyledir bana/bize. Bu durumun haricinde olanlar kendilerini düşünsün, kurtarsın. Kasım’16 • 29
Gündem
DARBE SOSYOLOJISI BAGLAMINDA TEVHIDI DURUS KRIZI Enes GÜNASLAN “Bir sürüye salınan iki aç kurdun sürüye verdiği zarar, kişinin (mal/iktidar) hırsıyla dinine verdiği zarardan fazla değildir.” Ka’b ibn Malik’den; Tirmizi, Zühd, 43,(2377)
15
Temmuzla birlikte gelişen sürecin henüz resminin tamamlanmaması yorumlarımızı kısıtlayabilir. Sistemi eleştiriyor olmak, darbecileri cesaretlendiren, darbecilere zımmi prim veren bir algıyı beraberinde getirmemeli. Biz Müslümanlar olarak her şartta ve zeminde adil şahitlikler yapmak zorundayız. Bakış açımızın eksikliği bir zaaf olarak gündeme gelebilir lakin malum olduğu üzere genel kanaat darbenin üst planlayıcısının ABD olduğudur. Darbenin eylem planının projelendirildiği ve koordine edildiği üssün de İncirlik olduğu büyük oranda teyit edildiği halde ulusal basında hususiyetle dillendirilemiyor.
30 • Kasım’16
Her şeyden önce dürüst olmamız gerekiyor. F. Gülen ve algısı üç yıl öncesine kadar kendisini toplumsal dönüşümde öncü kabul eden birçok İslami camia için rol modeldi. F. Gülen’e ve algısına karşı olmak ise, İslami bir gerekçeyle olmasından ziyade mevcut iktidarla ters düşmüş olunmasından kaynaklanan bir süreçti. Mevcut statüko içerisinde bir güç savaşı olduğu malumdur. Oluşan tablo tevhidi duruşu olan Müslümanlar için bir kazanım mıdır? Yoksa durum Müslümanlar için bir kan kaybı mıdır? Yaşananlar neticesinde üretilen demokratik argümanlar/söylemler sistem açısından taze kan toplama olarak algılanmalı mıdır? Hazindir ki işin bu boyutunu ve bu soruların cevabını herkesle konuşamıyoruz.
Gündem Meydanların Dili Üzerine Süreç itibari ile Türkiye sosyolojisi açısından da çok önemli hususlar ortaya çıkmış oldu. Türkiye’deki vatanperver Kemalist ulusalcılar tarafından “makarnacı, makarnayla, kömürle oy verenler” olarak tanımlanan insanlar, paletlerin önlerine siper olduklarında, vatanperver Kemalist ulusalcılar marketlerin önünde ve bankamatiklerde uzun kuyruklar oluşturdular. ‘Bekle bizi İstanbul’ diye devrimci şarkılar düzen sol, sokaklara çıkmaya cesaret edemedi. Gece vakti İstanbul Büyük Şehir Belediyesi önündeki süs havuzlarında abdestlerini alan vatandaşların tarihin bu kırılma anına canlarıyla şahitlik ettiklerini mobeselerden izledik. Lakin sonrasında meydanlarda patavatsızca tüketilen bir propaganda dili mevcudiyet kazandı. Hayatlarını mukaddes bir karşı koyuşla kaybetmiş ve millet adına büyük bir ödemiş insanımızın ‘Demokrasi Şehidi/Havarisi’ olarak tanımlanması, meclisin ‘Demokrasinin Kıblegahı’ olarak ifade edilmesi, kendi İslami muktesebatımız açısından tam bir garabet halinde olduğumuzun göstergesiydi. Tekbirlerle başlayan darbe direnişi, sonrasında demokrasi kutsaması/savunması olarak tanımlandı.Üstelik demokrasi bu coğrafyanın özüyle yaşanmış bir tecrübe değilken. Eğer darbe başarılı olsaydı, F.Gülen’in Türkiye’ye geliş senaryolarını Humeyni’nin İran’a dönüşüne benzetecek kadar yakın tarihten bihaber bakanların, politikacıların varlığı ve başbakanın bu yaklaşımı, 1979 İran İslam Devrimi sonrası İslam’a karşı geliştirilen bir devlet refleksinin oluşturduğu ayrı bir patolojidir. Bu sürecin yaşanmasına sebep olan saikler neler, bundan sonra bu saikler tetikleyici olacak mı? Bu sorulara cevap bulmak ve milletin doğru enforme
edilmesi ve bilinçlendirilmesi hususunda üstümüze vazife edinmek durumundayız. Bunu siyasilerle olan ilişkimiz adına değil, toplumla olan organik bağımız adına yapabilmeliyiz. Ben halkın göstermiş olduğu duyarlılığa demokrasi nöbeti değil, daha içerden ve derinden bir tanımlamayla ‘mevcudiyet nöbeti’ demeyi tercih ediyorum. Darbenin daha ilk saatlerinde herhangi bir çağrıya da ihtiyaç duymadan paletlerin altına yatan gençler, neyin mevcudiyeti için bunu yaptılarsa, bu Müslümanları sonuna kadar sorumlu addediyor. Siyasilerin, demokratların ya da hamasetçilerin çağrıları için değil. Meydanların ruhu ile meydanların dili arasındaki uçurumu görmemiz gerekiyordu. Meydanlarda bulunup bulunmama halini Müslümanların tevhidi duruşunu test etme argümanı olarak değerlendirmek çok sorunlu bir yaklaşım olsa gerektir. İlkesel yaklaşımların farkında olan Müslümanlar nerede olurlarsa olsunlar, herhangi bir komplekse kapılmadan duyarlılık sahibi insanlarla/ortamlarla temaslarını sürdürmek durumundaydılar. Meseleyi bu şekilde anlamak beraberinde bir sorumluluk da getiriyor. İtiraf etmemiz gereken husus bu sorumluluğu üstlenmekten uzak duruşumuzdur. Meydanları ve sokakları teyakkuza geçiren sadece insanların siyasi tercihleri değildi. Ya da Ak Partinin sağlamış olduğu istikrardan memnun olan kitlelerin mevcut hali muhafaza eylemi de değildi. Biz Müslümanlar, coğrafyadan, vatandan, toplumsal aidiyetten, zulmün bariz saldırılarından her daim sorumluyuz ve izole değiliz. Bunun tevhidi duruşla sorunlu bir ilişkisi yoktur. Darbe sürecinin Müslüman kamuoyuna doğru bir şekilde anlatılması, küresel aktörlerin ve melanet şer odaklarının lobi çalışmalarına karşılık etkin temas noktalarının oluşturulması ve Türkiye’de farklı İsKasım’16 • 31
Gündem lami kesimlerin darbeye karşı duruşunun nasıllığına yönelik, fikir üretmek zorundayız. Ateş hattına ölüme kendiliğinden koşan insanların hissiyatını salt demokrasi savunuculuğu ile açıklayamazsınız. Bir anda açığa çıkan direnme bilinci, bu topraklara aidiyet hissinden başka bir şey değildi. Darbenin önlenmesinden sonra meydanları eğlence ve şov yerlerine çevirenler, sahnelerde boy göstermek için iki günde şarkı türkü besteleyenler, alanlarda verdiği pozlarla en kahramanın en vatanseverin kendisi olduğunu kanıtlamaya çalışanların vs. elbette ki farkındayız. Vatan ve toprak bağını yalnızca ulus devlet argümanı olarak algılamamızın yanlış olduğunu fark etmemiz gerekiyor. İslamcılık bahsinde ümmet olma algısında, topraktan kopma tezleri belki de bu algılara sebep oluyor diyebiliriz.
Manevi Baronların Darbelere Karşı Direnci Yaşanan hadiselerle ilgili Türkiye’de şeyhler, dervişler, ermişler, mübarekler vs. üzerinden kitleselleşen grupları ve bunların hangi İslami saiklere dayandığını yorumlamak durumundayız. Bu akıl almaz kalkışmayı ve sonrasındaki eylemleri yapabilen alçaklara dini motivasyon sağlayan Pensilvanya’daki kardinalin hangi saiklerle bunu yapabildiğine bakılması gerekiyor. Türkiye’de cari olan şeyh, gavs, kutup, mübarek, muhterem gibi zatların (istisnai zatların olduğunu unutmadan) tabanlarına hangi argümanlarla hitap ettiklerine bir bakalım. Temel saik, “Her mürid gassal elinde meyyid gibidir.” düsturudur. Onlarca benzer temel argüman sayılabilir. Bu patolojik gelenek, kullanımı ve manipülasyonu kolay nice zümrelerin oluşumuna katkı sağlamaya devam edecektir. Allah’ın dinini Allah’ın kullarının tasallutundan uzak, Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin örnekliği üzerinden okuyamazsak bu “Son Devrin Din Manyakları” zümresiyle ve yepyeni musibetlerle yolumuza devam edeceğiz. 32 • Kasım’16
İslam’ın kurucu ve merkezi rolünün bu mübarek isimler ve kadrolara devredilemeyeceğinin kamuoyuna hatırlatılması gerekiyor. Şu an FETÖ olarak isimlendirilen yapının yıllardır üç hususta avantaj sağlayan bir organizasyon olduğunu unutmayalım. Bunlar; bir örgütlenme yapısına sahip olmak, bir kadroya sahip olmak ve en önemli avantaj olarak üçüncüsü bir felsefeye sahip olmak. Tüm bunların yanı sıra bu organizasyonun Türkiye merkezli büyümesinde esas olan üç faktör daha mevcuttur. Birincisi, 1980 sonrası İran İslam Devrimiyle birlikte siyasal İslamlaşma yönelimine karşı geliştirilen devlet refleksi. İkincisi mevcut merkez sağ siyasilerinin -buna Ak Parti kadroları da dahil- konjonktürel oy hesapları. Üçüncüsü ise, ordunun kurmay sisteminin yerli olmayan NATO konsepti ile dizayn edilmesi.
Merdiven Altı Direniş Aktörleri Gezide hortumla sıkılan sudan direniş destanları çıkaran sol kesimlerin de, ideolojik okumalar yapan toplumsal kuramcıların da Türkiye toplumu adına geliştirdikleri tezlerini gözden geçirmeleri gerekiyor. 27 gün süren yaklaşık 59 milyon insanın katılımıyla gerçekleşen nöbetlerde bir tek insanın burnunun dahi kanamaması, bir kaldırım taşının dahi sökülmemesi, bir kepengin dahi taşlanmaması Türkiye’de yepyeni bir direniş ahlakının oluştuğuna işaret ediyor olabilir. Akif Emre’nin Yeni Şafakta ‘Meydanların Dili’ başlığıyla yayınladığı yazısında ifade ettiği gibi, bunca yaşanmış destansı hikayeye rağmen yeni bir slogan, yeni bir görsellik, bir şarkı sözünün bile üretilememesi (“Darbe Yapacakmış Bak İte Hele” şarkısı hariç tabi) estetik kaygılarımız açısından da gerçekten çok düşündürücü.
Meydanların Sosyolojik Dökümü ‘Meydanlarda kimler yoktu?’ sorusu üzerinden özellikle de ilk haftaları baz alarak
Gündem gözlemlerimiz neticesinde bazı argümanları paylaşmakta fayda olacağı kanaatindeyim. Meydanlarda sekiz farklı toplumsal kesimin belirgin bir yer almadığını ya da hiç bulunmadıklarını vurgulayarak kabaca bir tasnif yapmamız gerekirse : 1. Malumunuz “Parelelciler” diye tanımlanan badem bıyıklı abiler ve muhterem ablalar. 2. Gezici/Ulusalcı Cumhuriyetçiler (Tercihen yeşilin dostu, çevreci ve hayvan haklarına duyarlı olan kesimler.) 3. İş adamları (Özellikle son 10-15 yıllık süreçte ciddi sermaye ve ihale hacmi kazanan muhafazakar para baronları.) 4. Hdp/Pkk/Etnik Ulusalcılar (TC şeklindeki jargonlarıyla 80 yıldır devlet bizim anamızı ağlattı diyerek 30 küsür yıldır milletin ve bölgenin anasını ağlatanlar) 5. Sanatçılar (Sahil turizminden hoşlanan darbe sürecini ve sonrasını bronzlaşmakla meşgul halde geçirenler-Cumhurbaşkanlığı resepsiyonlarında ve iftarlarında onur konuğu olanlar) 6. Neo-Menkıbeciler (Ramazanların vazgeçilmez Tv hocaları / Sultan Ahmet ve Eyup meydanlarında hatırı sayılır meblağlarla dokunaklı hikayeler anlatan çok kıymetli üstadlar ve medya profesyonelleri.) 7. Süleymancılar diye bilinen daha ziyade Kur’an kursu ve ortaöğretim yurtları çalışmalarıyla toplumsal bir meşruiyet kazanmış
batini/ezoterik eğilimleriyle sessiz bir kitle hareketi olan yapı. 8. Temel İslami ilkeler/algılar bağlamındaki yaklaşımlarla, demokrasinin ifsad edici yönünü vurgulayarak meydanlarda yer almanın doğru bir duruş olmadığı tercihinde bulunan kısmi bir çevre. Netice itibari ile meydanlara hakim olan söylemin tek bir siyasal ses ve devletçi bir tona bürünse de, millet sağduyusu ile memlekete dair sözünü canı pahasına söylemiştir. Yukarıda sekizinci madde bağlamında yorumlayacak olursak, biz Müslümanlar laikdemokratik sistemlerden beri olsak bile, darbe gibi zorbalıklarla halk iradesinin ipotek altına alınmasına karşı çıkmak durumundayız. Çünkü Allah, toplumların kendi özlerini değiştirmek noktasında kendi kaderleri üzerinde söz sahibi kılıyor. Sisteme karşı mücadelesini ve tevhidi duruşunu adil bir muhaliflik yerine, neredeyse Ak Parti düşmanlığına indirgeyen bir yaklaşımla, davetin muhatabı olan halk kitlelerini doğru anlamaktan ve adil bir örneklik sergilemekten uzak bir tutum sergileniyor. Darbeye karşı gösterilmesi gereken ciddi tepkinin gösterilmemesi, bu bizim davamız değil, biz bu kavganın tarafı değiliz, bırak yesinler birbirlerini şeklindeki bir yaklaşım, darbe karşısında gösterilen direnci itibarsızlaştırmak anlamına geliyor. Demokrasi nöbetleri tutan kitleler arasında ilkesizce eriyenlerden olmayı savunmuyorum elbette. Vasatta durmaya ve meseleyi tevhid, adalet ölçüleriyle değerlendirerek davetçi sorumluluğu taşımamız gerektiğini ifade ediyorum. Kendisini İslam’a nispet eden, fıtri bir hürriyet arayışı ile tankların önüne yü-
Kasım’16 • 33
Gündem rüyen mazlum halkı anlamak, darbeciler karşısında konumlanmak ve bu mazlum halkın hukukunu savunmak zorundayız. Halkın seçtiği hükümeti darbeyle devirmeye kalkışan ve halkı katletmeye yönelen darbecilere karşı koymak, bu hissiyata sahip insanlarla bir arada olmak Ak Partilileşmek anlamına gelmiyor. ‘Bütün aşklar böyle başlar’ diyerek meseleye mizahi bir hava da katılabilir lakin ortada bariz bir zulüm varken mesele bu şekilde okunmamalıdır. Filistin meselesinde Müslüman camialar olarak yıllarca İsrail’in karşısında durduk ve durmaya devam ediyoruz. Filistin’in yanında durduğumuzda Filistin’in başında laik -demokrat lider Yaser Arafat iktidarı vardı. Biz İsrail’in karşısında dururken bu şekliyle Arafat’ı mı desteklemiş olduk. Bu şekilde düşünmek ne kadar doğru? Aynı şekilde Bosna direnişine katılarak şehit olan ağabeylerimiz var. Bosna halkının dindarlığının Türkiye ile mukayese edilemeyecek derecede geride olduğunu hepimiz biliyoruz. Aliya İzzet Begoviç üstadın demokrasi hususundaki maslahatını yakinen tanıyoruz. Ama tüm bunlara rağmen kendisini İslam’a nispet eden mazlum bir halkın yanında olduk. Olmalıydık da. Hatırlayın! Risalet öncesi hakkı gasp edilen bir müşrik Kabe’nin duvarına yaslanarak: ‘Benim hakkımı alacak kimse yok mu aranızda?’ dediğinde Hz. Peygamberin adresini işaret ettiler. Sonrasında Allah’ın kendisine elçi olarak görevlendireceği Hz. Muhammed Aleyhisselam, sen önce müşrik misin, Müslüman mısın demiyor. Bir müşriğin hakkını alabilmek için bir başka müşriğin kapısına dayanıyor. İnsanlar bizim adil ve emin kimliğimizi nasıl tanıyacaklar? Zulme karşı olduğumuzu söylemek teorik olarak yeterli olmuyor. Bunu zulme uğrayanların yanında yer alarak ete kemiğe büründürmemiz lazım. Bu büyük bir sorumluluktur üzerimizde.
Bölge Potansiyelleri ve Güç Çatışması Montesguieu’nun ‘Az gelişmiş ülkeler kendi ordularının işgali altındadır’ diye Türkiye gerçeğini de ifade eden güzel bir sözü var. Türkiye’de Ak Parti’nin demokratik seçim sistemiyle küresel bir sistem çatışması yaşa34 • Kasım’16
madan iktidar olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu kazanılan tüm seçimlerle de sürekli tahkim edilmiştir. Ak Partinin Demokratlık vurgusunu sürekli yapması ve küresel ekonomik sisteme eklemlenmeyi kabullenmiş olmalarına rağmen niçin darbeye kalkıştılar? Tüm bunlara rağmen neden rahatsız oluyorlar? Bölgenin enerji kaynaklarını ve nakil yollarını kontrol altında tutabilmeleri, İsrail’i güvenlik altında tutabilmeleri ve bölgede yeniden İslami bir dirilişin oluşmasını engellemeyi ancak bu şekilde mümkün görüyorlar. Sadece Türkiye için değil mesela 1992’de Cezayir’de FIS’in (İslami Selamet Cephesi) %54 gibi ezici bir çoğunlukla kazanması üzerine 80.000 kişinin hayatını kaybettiği iç savaş başlatıldı. İhvan-Müslimin hareketi, Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan gibi siyasilerin ve Karadavi gibi alimlerin teşviki ile seçimlere girerek %65 oyla iktidara gelmesi neticesinde Mursi ve kabinesi askeri darbe neticesinde Tahrir olaylarıyla birlikte alaşağı edildi. Ak Partinin bölgede bağımsız inisiyatifler alması, bölgede İhvan’dan yana, Suriye’de Muhaliflerden yana, Filistin’de Hamas’tan yana gibi inisiyatifler alması küresel egemenleri rahatsız etti. Yerli politikalara ve yerli inisiyatiflere kısmi de olsa tahammül göstermiyorlar. Türkiye’nin laik ve demokratik bir ülke olması onlar için yeterli olmuyor. Her şeye rağmen emperyalist demokrasilerin kırmızı çizgilerine riayet edilmesi gerekiyor. Bölge halkı tevhidi bir bilince ulaşmasa bile, kök değerleri itibari ile İslami bir diriliş potansiyelini bünyesinde bulundurduğu için bu potansiyel küresel egemenler için muhtemel bir tehdit olarak algılanıyor. Türkiye’de darbecilerin sadece Gülenciler olmadığı malum. Nitekim yeniden bir darbe riski ortadan kalkmış da değil. Ergenekoncular, ordunun alt kademelerinde kriptolaşmış Gülenciler vs. var. Sadece Gülencilerin değil neredeyse tüm ordunun darbeci bir zihniyetle yetiştirildiği herkesin malumudur. Ulusalcı sol kesimlerin amansız sessizliği de kanaatimizi pekiştirir niteliktedir. Eski itirafçılardan Nurettin Veren’in ifadesiyle tüm bu süreçteki budamalara rağmen TSK içerisindeki varlık oranlarının % 70’lerde olduğu beyanı ise yaşadığımız
Gündem onca hayrete bakıldığında hiçte yabana atılacak bir beyanat gibi durmuyor. Çeşitli basın kaynaklarına göre ortalama 1400 küsürü emniyet müdürü olmak üzere yaklaşık 42.000 polisin bu yapıya hizmet ettiği ifade ediliyor. Lakin süreçle birlikte halkın %80’lerin üzerinde güven duyduğu TSK, İslamlaşmanın ve Müslümanlaşmanın önündeki önemli bir engel olarak halkın gözünde nitelikli bir düşüşle belli bir noktaya gelmiş oldu.
Aldatıldık Söylemi ve Samimiyet Testi Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan gördüğümüz kadarıyla samimi bir itirafla ‘Aldatıldık’ şeklinde bir nedamet getirdi. Her ne kadar ‘Aldatıldık’ söyleminin devlet aklı açısından bir şey ifade etmeyeceği bilinen bir gerçek iken bu söyleme akademisyenler ve bürokratlar da sonradan dahil oldular. Peki Gülen’in Erbakan’a yaptıkları ortadayken R.Tayyip Erdoğan Erbakan’ın yanında değil miydi? 28 Şubatta darbeci generallere mektup yazıp bütün okulların anahtarlarını teslim etmeye hazırım dediğinde bu kripto bir bilgi değildi. Cumhurbaşkanı R.Tayyip Erdoğan’ın bir öz eleştiri yaparak ‘ne istedilerse verdik’ dediğini hatırlıyoruz. Ne istedilerse verdiklerinin hesabının verilmesinde millete karşı daha şeffaf olunması gerektiğini ifade etmemiz lazım. Akademisyenlerin, aydınların özellikle de ilahiyatçıların hemen hemen hepsi şimdi esaslı birer Gülen karşıtı. F.Gülen’in İslam hakkında yaptığı onca eklektik ve sapkın yoruma rağmen zamanında, “Bir Fetullah Gülen kolay mı yetişiyor. Sizler hocanın pabucunu bile yetiştiremezsiniz.” diyebilen M.İslamoğlu gibi düşünürler nedamet getirirken zorlanacaklardır diye düşünüyorum. Yani nasıl bir hadisedir ki Gülen ve Ak Parti çatışması sonucunda Müslüman camialar pozisyonlarını sorgulamak durumunda kaldılar. Peki ya Kıymetli ağabey M.Ali
Durmuş hocanın kitabına da isim olan ‘Abant Konsilleri’ne katılanlar! Yani Abant Toplantıları’na katılarak beraber imza atan fetva sahibi alimler. Referans verdiğimiz kitapla birlikte, O toplantılarda İslam’ın demokrasiyle, laiklikle, küresel kapitalizmle sentezlenmesinin altına kimlerin nasıl imza attığını okuyabilirsiniz. Bu hocaların ve entelektüellerin bu milletle yüzleşmeleri gerekiyor. Özellikle de kanaat önderleri ve ilahiyatçıların F.Gülen ve Algısı hususundaki pozisyonlarını İslamcı yazar Mehmet Pamak ağabeyin bir benzetmesiyle ifadelendirerek bitirmeye çalışalım. Mehmet Pamak bahsi geçen bu kesimlerin bu algısal pozisyonlarını ‘Abdulmuttalib Mantığı’ olarak tanımlıyor. Peki nedir Abdulmuttalib mantığı? Kabe önlerine gelerek Kabe’yi yerle bir etmeyi planlayan Ebrehe’nin çadırına cesurca ve büyük bir cüretle giren Abdulmuttalib karşısında şaşıran Ebrehe Abdulmuttalib’e ‘ne istiyorsun?’ diyor. O da: ‘Ben develerim için buradayım.’ diyor. Ebrehe şaşkınlıkla: ‘Yahu ben atalarının ve dininin tapınağını yıkmaya geldim diyorum, sen develerim diyorsun’ diyor. Abdulmuttalib de cevaben: ‘Ben develerin sahibiyim onları korurum. Kabe’nin sahibi ise Allah’tır. O kendi evini korur.’ diyor. Bu mesel siyerlerde öylesine olumlu bir üslupla anlatılmıştır ki maalesef Müslüman çoğunluğun zihniyeti Abdulmuttalib mantığı ile çalışıyor. Yani adamın dinine, imanına saldır, öncelikli bir tepki göstermiyor. Yani bu zamanlara kadar İslami mülahazalar bağlamında Türkiye sosyolojisinin de F.Gülen ve Din Algısı hususunda samimi ve öncelikli bir tepki gösterdiğine kısmi isimler ve çıkışlar hariç şahit olamadık. Hakikati aramak yerine hakikati kullanmak temel amaç olduğu sürece toplumun geleceğine dair adilce bilgi ve argüman üretmek kesinlikle bu günkünden daha da zor olacaktır.
Kasım’16 • 35
Tarih
Bir Osmanlı Rönesansı Neden Yaşanmadı Çeviri Faaliyetleri Işığında Rönesans Abbas ASLAN “Batı’nın temel kaynaklara dönerek yeniden doğuşu” olarak tanımlanan Rönesans, Avrupa’da tarihin akışını değiştiren çok önemli değişikliklere sebep olmuştur. Rönesansın Avrupa’da meydana getirdiği bu değişiklikler sonraları, çoğunlukla Batı’yı Osmanlı’ya galip kılan etkenler olarak yorumlanmıştır. Yani Batı’yı Osmanlı’ya karşı öne geçirenin Rönesans sonrası yapılan bilimsel, kültürel ve sosyal atılım olduğu düşünülür. Fakat bu yorum yapılırken aynı tarihlerde Osmanlı’nın/İslam Medeniyeti’nin konumu pek göz önünde bulundurulmaz.
36 • Kasım’16
Bu makalede Rönesans’ın en önemli ilk dönem faaliyetlerinden olan çeviriler üzerinden Rönesans’ın Osmanlı ve Avrupa arasındaki etkisini incelemeye çalışacağız. Rönesans’ın başlangıcı için çok çeşitli tarihler zikredilir. Rönesans gibi uzun bir zamana ve geniş bir coğrafyaya yayılmış bir olgu için net bir zaman ve mekân zikretmek pek isabetli olmayabilir. En çok kabul edilen zaman aralığı on ikinci ve on üçüncü yüzyıllar arasıdır. Çünkü İslam Medeniyeti’nin birikimi bu tarihlerde yavaş yavaş Avrupa’ya taşınmaya ve gerek İtalya’da, gerekse Endülüs’te önemli çalışmalar yapılmaya başlanmıştır.
Tarih Bu süreci daha rahat anlamak için, bu tarihlerden önceki İslam Medeniyeti’ne kısaca değinelim. Avrupa’nın Karanlık Çağ’ı sayılan tarihlerde İslam Medeniyeti için durumun pek de böyle olmadığını görüyoruz. 10. yüzyılda Kordoba’nın yaklaşık 5 km uzağında Medinetü’l-Zehra beldesinde toprak altından geçen kanallarla suların evlere taşınabildiği ve yolların kaldırımlar ve aydınlatmalarla düzenlendiği bir şehir hayatı yaşanmaktaydı. Macellan’dan birkaç yüzyıl önce El İdrisi, coğrafyayı küre üzerinden öğretiyordu. Usturlap, Batı’dan yüzyıllar önce İslam dünyasında kullanılıyordu. Müslümanların 10 ve 11. yüzyıllarda kullandıkları Tıp kitapları yüzyıllar boyunca Batı’da temel kaynak olarak okutuldu. Sadece bu örnekler üzerine bir üstünlük iddiası kurulamayacak olsa da, İslam Medeniyeti’nde durumun Avrupa’dan çok daha farklı olduğu aşikâr. 1085 yılında VI. Alphonso, Toledo’yu işgal ettikten sonra, Avrupa’da da yavaş yavaş hareketlenmeler görülmeye başlanır. Oxford, Sorbonne gibi yeni üniversiteler kurulur, İslam Medeniyeti’nin eserleri çevrilmeye başlanır ve üniversitelerde ders kitabı olarak okutulur. Kimi Hristiyan ve Yahudiler ders almak için İslam ülkelerine giderler. Hatta zamanının en büyük Müslüman ilim adamlarından olan Musullu Kemâleddîn b. Yûnus (v. 1242) da talebeleri arasında Hıristiyanların bulunmasıyla övünmektedir.1 Daha sonra ülkelerine dönen bu Hristiyan ve Yahudiler, İslam Medeniyeti’nin Avrupa’ya taşınması konusunda büyük etkiye sahip olmuşlardır. İslam Medeniyeti, özelde Endülüs üzerinden, bu bahsettiğimiz birkaç yolla Batı’ya taşınmıştır. Biz bu yollardan çeviri faaliyetlerini ele alacağız. Aslına bakılırsa çeviri faaliyetleri dediğimiz olay, İslam Dünyası’nda eğitim alan bu bahsettiğimiz Hristiyan ve Yahudilerin,
Arapça olan kitapları, ülkelerinde Latince ve İbranice’ye çevirmeleri olarak özetlenebilir. Bu noktada bu çeviri işinin de bir süreç ifade ettiğini vurgulamamız gerekiyor. Çevirilerin önemli bir kısmı yüz - yüz elli sene içerisinde gerçekleşmiş olsa da, çevrilen eserlerin incelenmesi ve Avrupa düşünce hayatındaki etkinlikleri uzun yüzyıllar sürmüştür. Örneğin 17. yüzyılın önemli filozoflarından olan Spinoza’daki Farabi etkisi açıkça görülebilmektedir. Dolayısıyla çevirilerin sadece yapıldıkları yüzyıllarla sınırlı kalmadıkları söylenebilir. Bu noktada yapılan çevirilere göz atmakta fayda var. Elbette yapılan tüm çevirileri ve eserleri çevrilen tüm bilim adamlarını burada zikretmemiz mümkün değil. Ancak çevirilere2 baktığımızda birkaç ismin biraz daha öne çıktığı görülüyor: Farabi, İbn-i Sina ve İbn Rüşd gibi. Örneğin İkinci Öğretmen (Muallim-i Sani) olarak anılan Farabi’nin tam olarak on bir kitabı çevrilmiş. Bu kitaplardan bazıları birden fazla defa çevrilmiş. Farabi’nin izini önemli bir Orta Çağ filozofu olan Albert Magnus’dan, Spinoza’ya, Montesquieu’ya kadar sürebiliyoruz. İbn-i Sina’nın ise yirmi kitabı çevrilmiş. Genellikle felsefe ve tıp alanında olan bu kitaplar, Batı Dünyası’nda çok uzun bir zaman boyunca etkili olduğu görülmektedir. İbn Sînâ’nın Batı dünyasına etkilerini inceleyen Ortaçağ felsefesi uzmanı Etienne Gilson, çok yüksek bir kültür birleşiminin örneğini veren İslam felsefesini, bilhassa İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ü hesaba katmadan bir Hrıstiyan ilâhiyat tarihi yazılamayacağını ileri sürmekte, İbn Sînâ’nın Henri de Gand üzerindeki etkilerinin bile tek başına incelenmeye değer olduğunu belirterek, “Felsefe ve ilâhiyat alanındaki bu fevkalâde durum İbn Sînâ’nın Batı düşüncesi üzerindeki derin etkisini ortaya koyar.” demektedir.3
Kasım’16 • 37
Tarih
İbni Sina’nın El Kanun Fi’t-Tıb isimli ansiklopedik tıp kitabı da Batı üniversitelerinde beş altı yüzyıl boyunca okutulmuştur. Bu noktada El Kanun Fi’t-Tıb’a özel olarak değinmekte fayda var; çünkü kitap onuncu yüzyılda yazılmış olmasına rağmen, cerrahi müdahale haritalarından, bağırsak gibi karmaşık organların temsili çizimlerine kadar o dönem açısından şaşırtıcı bulunabilecek bilgilere sahip. Ayrıca kitap, cerrahlara/tabiblere çok sayıda tavsiyede bulunuyor. Dolayısıyla toplum nezdinde –belirli bir ölçüde de olsa- karşılığa sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ancak kitabın yazıldığı dönem Avrupası’nın tıbbına baktığımızda karşımıza geniş halk kitlelerine yayılmış bir tedavi biçmi olarak egzorsizm, yani şeytan çıkartma çıkıyor. Bu noktada az sayıda Avrupalı bilim adamının tıbbi çalışmalar yaptığını belirtmeliyiz. Ancak bu bilim adamlarının çoğunun doktorluk yapmaları Kilise tarafından engellenmişti. Sonuç itibariyle şeytan çıkartma bu dönemde gerçekten hatırı sayılır bir toplumsal meşruiyete ve yaygınlığa sahipti. Yani bir tarafta organların haritaları çıkarılırken diğer tarafta hasta insanlar, ‘içlerinde şeytan olduğu’ iddiasıyla yakılıyordu. Bu farkı vurgulamakta fayda var. En çok eseri çevrilen kişi ise İbn Rüşd. İbn Rüşd Batı’da ‘commentator’ , İslam Medeniyet’inde ise ‘şâri’ olarak bilinir. Yani ‘yorumlayıcı’. Bu ismi almasının şüphesiz en büyük sebebi Aristoteles felsefesi üzerine yaptığı yorumlamalardır. ‘Hıristiyan dünyası XIII. Asra kadar Aristo’nun sadece iki eserini bilirdi. Organon olarak bilinen veya da onun tüm mantığa dair yazdıklarına ait olan Categoriesve De Interpretatione. Bu şu anlama gelir: (...) çok 38 • Kasım’16
yönlü Aristo, Batı dünyasında Arapların sayesinde ve özellikle de İbn Rüşd’ün mükemmel yorumlarının okunmasıyla asimle edilmiştir. Tarihi bir değişime neyin yol açtığı, kesinlikle bu yukarıdaki bilgilere eklenmelidir. Şu iyi bilinmelidir ki İbn Rüşd, Aristo’ya ait metinleri yorumlarken ne dogmatik mülahazalarla onları gölgelendirmiş, ne de Aristo’nun naturalizmini (tabiatçılığını) çarpıtmıştır; ancak o, bu metinleri daha önceki geleneğin barındırdığı ideolojik eklemelerden arındırmıştır.’4 Buraya kadar olan kısmı şu şekilde toparlayabiliriz: Özellikle Endülüs’ün yeniden fethinden sonra Batı, İslam Dünyası’nı tanıma sürecine girdi. Bu sürecin ilk faaliyetleri de İslam ülkelerinde eğitim almak ve İslam Medeniyeti’nin kitaplarını Batı dillerine çevirmek oldu. Bu çeviri faaliyetleri sonucunda Avrupa İslam Medeniyeti’yle tanıştı ve İslam Medeniyeti’nin birikimine ulaştı. Bir diğer deyişle İslam Medeniyeti’yle aynı düşünsel ve fiziksel/bilimsel imkânlara ulaştı. Rönesans’ı daha doğrusu çeviri faaliyetlerini süreç içerisinde takip ettiğimizde, yukarıda da belirttiğimiz gibi, önümüze İslam Medeniyeti’nin birikiminden çok da farklı, İslam Medeniyeti’ni aşmış bir birikim çıkmıyor. Aslında bu noktada Spinoza-Farabi ilişkisine değinmek çok faydalı olabilir. Abdulkerim Suruş, Spinoza’nın fikirlerinin büyük çoğunluğunun köklerini Farabi’de bulabileceğimizi söyler. İslam Medeniyeti’nin izini bir Aydınlanma Filozofu’nda dahi görebiliyoruz. Bu aslında şu yüzden önemli: Aydınlanma Dönemi için Osmanlı’da yenilginin başladığı dönem diyebiliriz. Osmanlı bu dönemde gerek siyasi, ge-
Tarih rekse ilmi üstünlüğünü kaybetmiş durumda. daha fazla girmeyeceğiz fakat bu konuda CoğAncak böyle bir dönemde bile İslam Medeni- rafi Keşifler ayrıca incelenebilir. Peki Osmanlı’nın bir Rönesans yaşamasını yeti Batı için bir kaynak işlevi görmeye devam ediyor. Bu noktada ilginç olan bir diğer husus engelleyen neydi? Bunun cevabını bulabilmek ise mağlup ve galibin aynı gelenek üzerinde/ için Osmanlı’nın diğer medeniyetlere yaklaaynı birikime sahip olması. Bu konuya ileride şımını incelemeliyiz. Bu noktada Bernard Ledeğineceğiz, ancak belirtmekte fayda var; sa- wis tarafından ortaya atılan ‘Pax Ottomana’ dece bu örnek bile galibiyetin sebebinin tek kavramı bizim için fazlasıyla açıklayıcı olacakbaşına Rönesans olmadığını kanıtlar nitelikte- tır. Pax Ottomana: on beşinci ve on sekizinci yüzyıllar arasında Osmanlı dir. topraklarında yaşanan Aydınlanma’da bile huzur ve barış ortamıİslam Medeniyeti’nin nı ifade eder. Balkanetkilerinin sürdüğüRönesans aynı zamanda lar, Pax Ottomana’yı nü gözlemlememiz anlamak için güzel bir Rönesans’ın temel işda Avrupa’nın ‘dışa kaörnektir. Osmanlı’nın levlerini kavramak açıpalı, içe dönük’ yapısıBalkanlar’da –Katolik Hısından da önemlidir. nın kırılmasında önemli ristiyanların aksine- dini Çünkü bu aynı zamanbir etkiye sahiptir. Çünbaskı yapmaması, tımar da Rönesans’ın Batı’yı sisteminin görece bir re‘Osmanlı’dan daha ileri’ kü Rönesans’la beraber fah sağlaması vesair setaşımadığı anlamına da Feodalite’nin duvarları beplerle, Balkan halkları geliyor. Tabi bunu söyyavaş yavaş kırılmaya uzunca bir süre Osmanlı lerken Rönesans’ın Avbaşlanmış, sadece İslam Devleti’ne bağlı kalmışrupa için önemli bir ilerlardır. Benzer süreçler, leme olduğu gerçeğini Medeniyeti’yle değil, diİmparatorluğun diğer reddetmiyoruz, bunu ğer medeniyetlerle de bölgelerinde de yaşangöz ardı etmiyoruz. Rötanışma sürecine girilmış, diğer etnik ve külnesans, Avrupa’nın İslam miştir. türel gruplar da benzer Medeniyeti’ni (ve diğer şekillerde Osmanlı’ya medeniyetleri) tanımasıbağlanmışlardır. Bu barış nı sağlamıştır ancak en ve refah ortamı kültürel nihayetinde Rönesans’ın Avrupa’yı getirdiği nokta Osmanlı’dan daha ile- ve sosyal etkileşimi fazlasıyla hızlandırmıştır ve sonuçta ortaya, o dönem açısından, ilginç ride değildir. Rönesans aynı zamanda da Avrupa’nın ‘dışa sayılabilecek bir kültür çıkmıştır. Osmanlı Mekapalı, içe dönük’ yapısının kırılmasında önemli deniyeti dediğimiz birikim, çok çeşitli kültürel bir etkiye sahiptir. Çünkü Rönesans’la beraber yapılardan parçalar taşır. Bu noktada örnekler Feodalite’nin duvarları yavaş yavaş kırılmaya verilebilir. Fakat Pax Ottomana gibi bir kavrabaşlanmış, sadece İslam Medeniyeti’yle değil, mın ortaya çıkmış olması bile Osmanlı’nın didiğer medeniyetlerle de tanışma sürecine giril- ğer medeniyetlerle olan ilişkisini bize gösteremiştir. Aslına bakılırsa, Rönesans’ın en önemli bilir. işlevlerinden birinin de bu olduğu söylenebilir. Osmanlı’nın diğer kültürlere yaklaşımıyla Hatta bize kalırsa Rönesans’ın bu yönü, yani alakalı değinmemiz gereken birkaç husus daha Avrupa’nın dışa açılması için bir adım olması, var. Özellikle Osmanlı’da fethedilen bölgelerin Avrupa’yı İslam birikimiyle tanıştırmasından yönetimlerinde yerel yöneticiler eliyle yerinden daha fazla dikkate değerdir. Konuyla ilgili ay- yönetimin (adem-i merkeziyet) tercih edilmesi rıntılar konunun dışında kaldığı için bu konuya ve bu bağlamda yerel yönetimlerde yerel dilleKasım’16 • 39
Tarih rin kullanılması bu noktada çok önemli. Sadece yerel yönetimlerde yerel dillerin kullanılması bile bize Osmanlı’nın diğer kültür gruplarına yaklaşımı hakkında bir fikir verebilir. Yerel yönetimle alakalı hususlar belki yerel dillerin kullanılmasına kıyasla daha az etkili görünebilir; fakat Pax Ottomana’yla bağlantılı düşündüğümüzde göreceğiz ki, Osmanlı Devleti’nin farklı kültürel ve etnik gruplara yerel yönetimde görev vermesi bir bakıma onun bu grupları ‘benimsediği’ anlamına geliyor. Daha doğrusu bir şekilde bu grupların kendilerini ‘tebaa’ya ait hissetmesi sağlanıyor. Bunun da Osmanlı’nın, bahsettiğimiz çok kültürlü toplum yapısının oluşmasında çok büyük etkisi olmuştur. Bununla bağlantılı olarak millet sistemi de bizim için dikkate değerdir. Millet sistemiyle üç semavi dinin mensuplarının da tüm diğer etnik ve mezhepsel altgruplarıyla beraber uyum içerisinde yaşaması resmen güvence altına alınmıştır. Yine millet sistemi de bu bağlamda başlı başına incelenmesi gereken bir olay. Millet sistemiyle tüm inanç gruplarına sosyal ve hukuki alanlarda, sınırlı da olsa, bir özerklik tanınmıştır. Böyle bir özerkliğin tanınması, bugün için bile şaşırtıcı bir durumdur. Yine bununla bağlantılı olarak gayrımüslimlerin dini kurumları da muhafaza edilmiştir. Örneğin çeşitli ahidnameler yoluyla manastırlarda yaşayan rahipler, Padişah’ın ‘raiyyeti’ ve ‘emaneti’ sayılmış, onlardan vergi istenmesi yasaklanmıştır.5 Bu tarz imtiyazları ve ahidnameleri İmparatorluğun pek çok yerinde ve pek çok döneminde görebiliriz. Bu noktada Fatih Sultan Mehmet’in Fransisken rahipleri himayesi altına alması bizim için önemli bir örnektir. Örnekler ve ayrıntılar çoğaltılabilir. Sonuç itibariyle karşımıza Bizanz Grandükası Notaras’ın ‘Kardinal külahı görmektense, Türk sarığı görmeyi yeğlerim.’ dediği bir devlet ve toplum modeli çıkıyor. Diğer medeniyetlerin çeşitli yollarla ana yapıya dahil edildiği, tüm etnik ve dini kimliklerin siyasi otorite tarafından korunmaya alındığı bir yapıdan söz ediyoruz. Yukarıda Rönesans’ın İslam Medeniyeti’ni tanımak üzerinden şekillendiğinden söz ettik. Dolayısıyla ‘diğerini tanıma’ düşüncesinin Rönesans’ın temellerinden olduğunu söyleyebiliriz. Hâlbuki Osmanlı’nın böyle bir şeye ihtiyacının olmadığını bilakis bu düşünceye 40 • Kasım’16
kaynaklık edecek bir uygulamaya sahip olduğunu açıkça görebiliyoruz. Yine de peşin hükümlü olmamakta fayda var. Hâlâ Rönesans’la ve Osmanlı’yla ilgili cevaplanması gereken birçok soru var. Konuyu bütün yönleriyle ele almadan, meseleye bütüncül bir şekilde yaklaşmadan, yerleşik kabullerin ötesine geçemeyiz ve isabetli sonuçlara ulaşamayız. KAYNAKÇA 1 Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrımüslim Din Adamlarına Verilen İmtiyazlar: 16. Yüzyılda Tur-i Sina Manastırı, ACUN, Prof Dr. Fatma, XIV. Türk Tarih Kongresi, 9-13 Eylül 2002 Ankara, II. Cilt, II. Kısım, Ankara, 2005,1 s. 14031411, http://yunus.hacettepe.edu.tr/~facun/, Son Ulaşım Tarihi: 07.04.2014 17:37 2 Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, KARLIĞA, Bekir cilt: 12, sayfa: 145-162, Farabi Maddesi, cilt: 20, sayfa: 257-288, İbn Rüşd Maddesi, cilt:20, sayfa: 319-353, İbn Sina Maddesi, 3 İbn Rüşd’ün Skolastik ve Rönesans Felsefesi Üzerindeki Etkisi, LORCA, Prof. Andres Martinez, Uluslararası İbn Rüşd Sempozyumu, Sivas, Türkiye, 9-11 Ekim 2008, Sempozyum Bildirisi, http://www.andresmlorca.com/ documentos/Traduccion_al%20turco_de_articulo_sobre_Averroes.pdf Son Ulaşım Tarihi: 15.04.2014 16:08 4 İslâm, Rönesans ve Aydınlanma İlişkisi Üzerine Eleştirel Bir Değerlendirme, AYDIN, Yrd. Doç. Dr. Hasan, turkoloji. cu.edu.tr/GENEL/hasan_aydin_islan_ronesans_aydinlanma.pdf, Son Ulaşım Tarihi: 15.04.2014 16:08 5 Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrımüslim Din Adamlarına Verilen İmtiyazlar: 16. Yüzyılda Tur-i Sina Manastırı, ACUN, Prof Dr. Fatma, XIV. Türk Tarih Kongresi, 9-13 Eylül 2002 Ankara, II. Cilt, II. Kısım, Ankara, 2005,1 s. 14031411, http://yunus.hacettepe.edu.tr/~facun/, Ulaşım Tarihi: 07.04.2014 17:37 6 HANKINS, James, The Cambridge Companion to Renaissance Philosopy, Cambridge University Press, 2007 7 İNALCIK, Halil, Rönesans Avrupası: Türkiye’nin Batı’yla Özdeşleşme Süreci, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011 8 BUTTERWORTH, Charles E., KESSEL, Blake Andree, İslam Felsefesinin Avrupa’ya Girişi, Istanbul, 2001, http://maverd.blogspot.com.tr/2012/01/introduction-of-arabiclearning-into, Son Ulaşım Tarihi: 15.04.2014 16:08 Dipnotlar 1 BUTTERWORTH, Charles E., KESSEL, Blake Andree, İslam Felsefesinin Avrupa’ya Girişi, Istanbul, 2001, http://maverd.blogspot.com.tr/2012/01/introduction-of-arabiclearning-into, Son Ulaşım Tarihi: 15.04.2014 16:08 2 HANKINS, James, The Cambridge Companion to Renaissance Philosopy, Cambridge University Press, 2007 3 TDV İslam Ansiklopedisi, KARLIĞA, Bekir, cilt: 20, sayfa: 345-353, 4 İbn Rüşd’ün Skolastik ve Rönesans Felsefesi Üzerindeki Etkisi, LORCA, Prof. Andres Martinez, Uluslararası İbn Rüşd Sempozyumu, Sivas, Türkiye, 9-11 Ekim 2008, Sempozyum Bildirisi 5 Osmanlı İmparatorluğu’nda Gayrımüslim Din Adamlarına Verilen İmtiyazlar: 16. Yüzyılda Tur-i Sina Manastırı, ACUN, Prof Dr. Fatma, XIV. Türk Tarih Kongresi, 9-13 Eylül 2002 Ankara, II. Cilt, II. Kısım, Ankara, 2005,1 s. 1403-1411, http://yunus.hacettepe.edu.tr/~facun/, Son Ulaşım Tarihi: 07.04.2014 17:37
Ahmedi̇ye Cemaati̇,
Tarih
Hi̇nt Alt Kıtası ve Kesi̇şen Kader Süleyman TAŞKIN
H
eraklitos “aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” sözüyle “historiography” sahasında büyük bir hakikate işaret edip, tarihçileri Anakronizm bataklığına düşmekten korumuş ve bir nevi A habervâri analizler serdetmekten men etmiştir. Tarihsel olgular münferittir ve her biri belirli bir özgünlüğe sahiptir.Gelgelelim bu,çekincelerimizi koruyarak yapmamız gereken, mukayese yoluyla benzerlik ve ayniliklerin tespitine de mâni değildir ve olmamalıdır.1 Ayrıca, bu tarz teşebbüslerin ihtiyaçtan kaynaklandığını ve bir idrâk etme çabası olarak değerli olduğunu düşünmekteyim, tabi mantık ve makûliyet sınırları dahilinde olmak kaydıyla. Aydınlanma, Endüstri devrimi ve Batı’nın sürâtle yükselişi artık duymaktan usandığımız ve fakat bugün dahi yaşadığımız çoğu olayın kaçınılmaz bir şekilde temelinde olduğunu hissettiren aslî meseleler. Batı ve onunla ilişki içinde olan diğer toplumların ilişki biçimleri farklı farklı olsa da, deneyimleri ve ortaya çıkan neticeler büyük benzerlikler gösteriyor. Sadede geleyim, Hint alt kıtasından ve buradaki büyük Müslüman kitlelerinin yaşadıklarından bahsediyorum. Bilindiği
gibi, 1857 Sipahi Ayaklanması İngilizler tarafından kanlı bir şekilde bastırılmış, direniş gösterenler en ağır cezalara maruz kalmış, işbirliği yapan Müslümanlar ise taltif edilerek önleri açılmıştı. Bu hengamede, Hint Müslümanları silahtan gayrı çıkış yollarını zorlamaya ve İslamcı fikriyatın ilk fikir tohumlarını ekmeye başladılar. Seyyîd Hüseyin Nezir öncülüğünde Kur’an ve Sünnete ittibayı önceleyen ehl-i hâdis ekolü, M.Kâsım Nânevtevî önderliğinde medrese usulü tedrisatı esas alan Hânefî ve Sufî yönleri ağır basan Diyobendiyye ekolü, Seyyîd Ahmed Han’ın başı çektiği reformist ehl-i kur’an anlayışı ve daha birçok irili ufaklı fraksiyon, İslam-Modernite ilişkisi ve Müslümanların tavırlarının ne olması gerektiği üzerine kalem oynatıyor ve sahada teşkilatlanarak çalışmalarını yürütüyordu.2 Bizde, Namık Kemal’lerin, Mizancı Murat’ların gündem maddeleri, tartışma mevzuları ne ise Hindistan’daki tablo da bunun benzeri bir mahiyetteydi. Öte yandan “fısk-u sefâhat, zulüm ve vahşet” içinde yaşayan İngiliz’e karşı, sokaktaki Hintlinin -Müslüman yahut Hindu-yegane istinadgâhı dini ve dini referansları idi. Öyle ki, bu ümitsiz
Kasım’16 • 41
Tarih vaziyet ancak ilâhi bir tasarrufla zâil olabilirdi. İslam literatürünün Mehdî ve Mesihle ilgili çeşitli rivayetlere sahip olması ve bu rivayetlerin sıhhâtinin umumiyetle kabul edilmesi neticesinde, tarihin çeşitli dönemlerinde Müslümanlar arasında bir kurtarıcı fikrinin mevcut olduğu bilinir. Bu gelenek, günün buhranlı havasıyla birleşince Müslüman ahalide vadedilen Mehdî’nin zuhuru beklentisi arttı. Hindular da kendi dini dinamikleri dahilindekurtarıcı “Krişna”yı gözlüyordu. Bu kaotik sosyal vaziyet içinde, İngiliz muhipliği ile bilinen ve Babür aristokrasisinin köklü bir ailesinden gelen Mirza Gulam Ahmet Kadıyanî adında bir zât, Müslümanların haklarını savumak üzere neşriyata başladı. Hindu aleyhtârı yazılar yazdı ve silahla cihâd fikrine şiddetle karşı çıktı. 1880 yılında yazmaya başladığı “Berâhin-i Ahmediyye” adlı eserinde ilk defa “Mesih-i mev’ud ve Mehdi-yi Muntazar” olduğunu, ayrıca nübüvvetin kesilmediğini söyledi. Çoğunluk tarafından reddedilse de, toplumun bir kesiminde makes bulmaya başlamıştı Gulam Ahmet’in fikirleri. O, sırasıyla müceddidliğini, mehdi ve mesîhliğini (ikisinin aynı kişi olduğunu iddia etmekteydi), peygamberliğini ve nihayet krişnalığını ilan etti. Meryem oğlu İsa, Musa’dan 14 asır sonra zuhur ettiği gibi, vaat edilen Mesih’in de Hz.peygamber’den 14 asır sonra zuhur edeceğini söyledi. O vakitler Yahudilerin ceberrut Roma idaresi altında yaşadıklarını hatırlatarak, İngiliz idaresine işaret etti ve “İslam binâsını tamamlamak” için gönderildiğini iddia etti. Kendisinin nebiliğinin Hz. Peygamber’in hatemu’l enbiya olmasına mani olmadığını da söyleyen Gulam Ahmet, yeni bir şeriat getirmediğini, “dine yeniden hayat vermek” misyonunu taşıdığını belirtip biat toplamaya başladı. Ölümüne yakın bir tarihte, kendisinin “Hristiyan ve Yahudiler için Mesih, Zerdüştler için Masiodarbahmi, Hindular için Krişna” olduğunu ve gelişinin
42 • Kasım’16
diğer din mensuplarına da bir davet niteliğinde olduğunu söyleyecek, 1905’teki ani ölümünden az önce de “adalet ve iyilik yıldızı” olduğunu düşündüğü İngiliz kraliçesini dualarından eksik etmediğini yazacaktı.3 Kadıyanilik yahut taraftarlarının benimsediği ismiyle Ahmediye Cemaati, Gulam Ahmet’in ölümünün ardından Mesih’in 1.Halifesi namıyla, cemaatin Ebu Bekir’i olarak görülen Mevlana Hakim Nureddin’i başa geçirdi. Onun döneminde kurumsallaşma faaliyetleri hızlandı ve liderlerinin ölümüyle başlayan iç karışıklık geçici olarak sükuna erdi. Gelgelelim, Hakim Nureddin’in kendisinden sonra hilafete Mirza Gulam Ahmed’in oğlu Beşirüddin Mahmud Ahmed’i getirmeyi düşünmesi, cemaatte bastırılmış olan farklılıkları ortaya döktü ve halifenin ölümüyle birlikte Mevlana Muhammed Ali önderliğinde azınlık bir grup hilafet yerine meşveret usulü istedikleri için Kadıyan’ı terk ederek Lahor’a yerleştiler ve Lahor Ahmedîleri adıyla bilindiler.4 Esas grubu teşkil eden Mirza Beşirüddin Mahmud önderliğindeki cemaat ise kurumsallaşmasını tamamlayarak, uluslar arası sahada büyük atılımlar gerçekleştirmeye; hastaneler, okullar, şirketler, gazete ve dergiler kurarak seslerini yükseltmeye başladılar. 1965’teki ölümüne kadar 50 sene boyunca cemaati idare eden Beşirüddin Mahmud Ahmed, siyasi olaylara müdahil olacak kadar güçlü bir otoriteye sahip olmuştu. 1920-22’de Gandhi önderliğindeki İngiliz mallarını almama şeklinde tezahür eden silahsız direniş hareketine “All Indian Muslim League”in de destek vermesine rağmen, Kadıyaniler “İngilizlere karşı mücadele etmek için dinî olarak gerekli ortam olmadığı, onlara İslam’ı tanıtmak için onlarla sosyal ilişkileri kesmemek gerektiği” gerekçesiyle direnişe destek vermekten kaçınıyordu. Beşirüddin Mahmud Ahmed’in siyasi faaliyetlerini incelediğimizde bir diğer ilgi çekici mesele
Tarih “Din Kurucuları Günü” adı altında düzenlenen diyalog faaliyetleridir. Hindu, Sih, Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanlar arasındaki “ihtilafların çözümlenmesi” gayesiyle farklı dinlerden temsilcilerle düzenlenen bu toplantılar, cemaatin en ayırt edici özelliklerinden biri olarak görünmektedir.5 Pakistan’ın kurulmasıyla birlikte, Kadıyanî/ Ahmedîler de mübadeleyle Pakistan topraklarına göçerek orada “Rebve” adında yeni bir şehir kurdular. Genellikle Ahmedîlerce ikamet edilen bu şehir, cemaatin baş şehri haline geldi. Yeni kurulan ülkede, siyaset ve cemaatin ilişkisinin nasıl olacağı ise Beşirüddin Mahmud Ahmed’in “Ahmediyet’in Mesajı” isimli eserinde şöyle anlatılmaktaydı “Bilindiği gibi siyasi kuvvet için partiler şarttır. Dini ve ahlaki kuvvet için de, dini ve ahlâki cemaatler şarttır. Ahmediye Cemaati siyasetten uzak durur. Eğer böyle işlere karışırsa o zaman kendi (aslî) işlerinde bir gevşeklik meydana gelir.”6 Tahmin edileceği üzere bu açıklama, bir açıklama olmaktan öteye gidemedi ve Ahmedîlerin devletin önemli kademelerine yerleşmesine mani olmadı. Cemaat artık milyonla ifade edilmeye başlayan mensup sayısıyla ve dünyanın çeşitli yerlerindeki-özellikle Afrika’da faaliyetleriyle dikkatleri üzerine celbediyordu. İtikadî “sapkınlıkları” toplumca anlaşılmaya başlanan Kadıyaniler’e yüksek sesle muhalefet başlamış, 1953’te birtakım ayaklanmalarla başlayan ve durulan gergin süreç, 1974’te Zülfikar Ali Butto hükümeti öncülüğünde Pakistan Meclisi tarafından alınan bir kararla “gayri Müslim” ilan edilmeleriyle sonuçlandı.7 Faaliyetleri kısıtlandı ve liderleri Londra’ya “hicret” etti. Hali hazırdaki 5.halifeleri Mirza Mesrur Ahmed dahil olmak üzere, cemaatin üst tabakası Londra’da ikamet etmektedir. Bunca ansiklopedik bilginin ardından gelin birlikte, yukarıdaki olayların öznesi topluluğu unutalım ve ortaya çıkan durumlar ve verilen tepkiler üzerinden fikir yürütelim. Müslümanların baskılandığı, zulüm gördüğü bir ortamda suret-i haktan görünerek ortaya çıkma ve onların haklarını savunduğunu iddia etme, zulmedenlere karşı ortaya çıkan öfkenin kanalize edilmesi ve bu sayede kendine ve cemaatine
misyon-kudsiyet atfetme, mücahede ruhunun öldürülmesi ve yerine teslimiyetin ikamesi, tüm Müslümanların zalime karşı müşterek bir tavır aldığı zaman ikilik çıkarma ve onları sırttan “hançerleme”, güce boyun eğme ve onun desteğiyle uluslar arası boyutta dikey büyüme, diyalog adı altında dinin içinin boşaltılması ve nihayet devlet kademelerine yerleşme ve siyaseti dizayn etme gayreti. Yakinen bildiğimiz ve tesirinden hala kurtulamadığımız bu durumların hepsini Hint/Pakistan Müslümanları uzun yıllar önce tecrübe etmişti. Türkiye’de yaşadığımız deneyimi de nazara aldığımızda ,bence bu durum Tarih felsefesinin “Tarih tekerrür eder mi etmez mi?” sorusu üzerine laf salatası yapmaktan çok daha kıymetli olan ve “tekerrür” kelimesinin de kifayetsiz kalacağı büyük bir gerçekliktir. “Mirza Gulam Ahmed Kadıyânî”
1
2
3 4 5 6 7
Dipnotlar İbrahim Hakkı Öztürk, “Bilimsel Tarihten Parçalanmış Tarihe”, Tarih Nasıl Yazılır? (ed) A.Şimşek, Tarihçi Kitabevi, İstanbul ,2011, s.42 Halide Rümeysa Korkusuz Küçüköner, “Mirza Beşirüddin Mahmud Ahmed ve Ahmediye Cemaati’ndeki Yeri”, (yüksek lisans tezi, Dicle Üniversitesi, 2011),15 TDV İslam Ansiklopedisi, Ethem Ruhi Fığlalı “Kadıyanilik” Maddesi. Fığlalı,138 Korkusuz Küçüköner,43 Mirza Beşirüddin Mahmud Ahmed, Ahmediyet’in Mesajı, Çev. Dr.Abdülgaffar Han, Raqeem Press, Islamabad,1988. s.31. http://www.middleeasteye.net/news/ahmadimuslims-1002773646
Kasım’16 • 43
Gezi
Yürüyüş ü yontan müz süresince semud k avmini eski vadilerde tefekkür kayaları ettim.
URDUN JORDAN Mehmet ÖZEK
Ü
rdüne 211 liraya kampanya uçuşu gidiş dönüş biletini bulur bulmaz yola koyuldum. Biraz zor olsa da yolculuğumu elhamdülillah neticelendirdim. Kampanya dönemine rast geldiğinizde mutlaka sizin yanınızda seyahat eden öğrenciler de olabiliyor. Benim tanıştığım kişi ise Atatürk Havaalanında Ürdün’lü biriydi. Ben King Hüsseyin Havaalanında yani Akabe şehrine ineceğim için Akabe merkeze ancak taksilerle ulaşım yapılıyordu. Taksi merkeze 20 dinar 80 liraya götürüyor tabi ki pazarlık payı var. Havaalanında Ürdün’lü bir
Japon turistlerle beraber poz verdik. 44 • Kasım’16
arkadaşla İngilizce kanalıyla anlaştık ve beni merkeze ücretsiz götüreceğini para da kabul etmeyeceğini söyledi. Ben de bir dertten kurtulduğum için sevinmiştim. Ama Akabe havaalanına indiğimiz sırada beni polisler 20-25 dakika sorguladıkları için maalesef Ürdün’lü arkadaş oradan ayrılmıştı. Saat gece 02.00 idi. Taksiciler beni ve 80 liramı bekliyordu. Son bir hamle ve beklediğim fırsat
Gezi
Muazzam kayaların içerisinde acziyetimi hissettiğimi ve nefsimi daraltan ölümün bu topluluğun hepsini şatafata rağmen bulduğuna şahitlik ettim. Sert kayalara rağmen ölümün içinden bitkilere can veren rabbime hamd ettim
yine Ürdün’lü Ömer Ferruh adında birine nasıl daha ucuza gidebilirim? sorusuna ben seni götüreyim cevabıyla ayağıma geldi. Ürdün’lü abi Ankara’da çalışan ve tevafuken Türkçe bilen biri çıktı. Ben Akabe’den Amman’a geçecektim ancak beni Amman’a ulaştıracak jet otobüs sabah saat 8’de seferlerine başlayacaktı. Ben gece saat 02.00 sularında beklememin anlamsız olduğunu Ömer Ferruh abiye söylediğim an bana cevaben “jet otobüslerine 20 lira fazla vererek taksiye binmeye ne dersin” dedi. Ben de “olur abi hem de iyi olur” dedim. Sonrasında beni taksi durağına götürdü sıkı bir pazarlıkla 15 Ürdün dinarına anlaştık. Mesafemiz yaklaşık 4 saat sürdüğü için taksiye benimle birlikte üç yolculuyla devam ettik. Yolculardan biri de sonraki zaman diliminde birbirimize yoldaşlık yapacağımız Hatay’lı bir abiydi. Sonraki zaman diliminde ben Amman’a vardım. Isparta’lı bir hocamızla görüştüm ve 4 gün birlikte Amman’ı gezdik. Meşhur künefesiyle meşhur Nefise lokantasında enfes bir tatlı yedik. Kral Hüseyin Camii’nde güzel bir yatsı namazı kıldık. Suveylih’de ilk defa güneş saatini gördüm. “Hybrid’in” yani elektrikli arabaların Ürdün’de çok yaygın kullanıldığı, neredeyse sokaklarda
Nihayet Petra’ da tarihi sütu nların olduğu dedikleri yere ‘Haz vard zarlarını göster ık. Hazine, büyük kralların ine’ ın en birer simge yi barındıyord meu.
s geç abii e üneşe t e d yi a, g detdeve larıyl lunan ems ışın yine ham u b a ş d e n nımız eye vura n rabbim ik. n en ya e rd Hem . Ve hazi emin ed e poz ve k c y medi rıltısına rtında ön ı a s p n i e v n Kasım’16 • 45 Deve tim.
Gezi
yürüyenlerin hiç olmadığı, bu yüzden sokaklarda yürüyenlerin ilginç karşılandığını gördüm. Bununla birlikte her yerde Ürdün Kralı ve oğlunun fotoğraflarını gördüğümü ve bir an bizim ülkede Atatürk’ün olduğu gibi kutsal atfedildiğine şahit oldum. Melik ve Allah var başka kimse yok sözünü işittim. Sonrasında Osmanlı Türklerinden olduğunu öğrendiğim Muhammed Osmanlı kardeşimle görüştüm. Amman’a Türkler yoğun olarak dil eğitimi için gidiyor. İmam hatip liseleri ve proje okulları için kaçırılmayacak bir şehir. Ayrıca lise diploması 60 yada 70 olanlar Ürdün üniversitelerinde iki bölüm de okuyabiliyor. Bunlar dil eğitimi için ka-
46 • Kasım’16
çırılmayacak fırsatlardan bazıları. Türk öğrenci evleri bulabileceğiniz memleket muhabbetinden de mahrum kalmayacağınız ortamlar var. Amman’da kapalıçarşıyı gezdiğinizde mağazaya turist izlenimini verirseniz Cem Yılmaz’ın “bizim oğlanın sünnet dügünü masraflarını çıkardık” esprisinin uygulama alanı olarak 5 lira değeri olan ürünü 40 liraya alabilirsiniz. Bu yüzden yanınızda buraları bilen birisinin olması, size maddi noktalarda kazanımlar sağlayabilir. Osmanlı, Hicaz demiryolunu inşa ederken patlak veren Arap isyanı sonucu Osmanlı Devleti bu topraklardan çekilirken altınları yanlarında taşıyamadıkları için demiryoluna ve farklı noktalara küplerle altın gömmüş ve Ürdün’ü terk etmiştir. Ürdün’de kazı sonucu 9 küp altın bulunmuştu. Ürdün Amman’da Abdurrahman bin Avf’ın kabrini ziyaret etmelisiniz. Öğrenci evi ziyaretim oldu. Ürdünde geceleyin Türk çalışanların olduğu restaurantta meyve salatasını da tatma imkanım oldu. Ben Amman’dan Petra’ya öğrenciye uygun giderlerle nasıl gidebilirim diye düşünürken öğrenci evindeki arkadaşlar “biz de 5 yıldır burada olmamıza rağmen, Petra’ya hiç gitmedik” dediler. Bu da benim Isparta’da olup Davraz Dağına 3 yıldır hiç gitmemem meselesine benzedi. Ama ben Petra’ya gitmeye kararlı olduğum için telefon
Ardından eşek ile 3-4 saat süren seyahati 7 dinara anlaştık. Bir hazineden diğer hazineye yol alırken sonunda zirveye ulaştık. Zirvede bir poz daha verdik.
Gezi trafiği başladı. Yoğun uğraşlar sonucu 125 dinara en son bir taksi bulabildik. Bende kalan para 120 dinardı ve taksi planı suya düştü. 5 dinar mesele değildi. Petra’ya giriş ücreti için 50 dinar daha gerekliydi. Ertesi gün 2 dinara bulduğum taksi ile jet taksinin olduğu otogara gittim. Maalesef sabah 07.00 gibi hareket etmiş olup bir diğer seferinin de akşam 19.00 olduğunu anladım. Jet otobüsü beklememin anlamsızlığından dolayı öğrenci evinden bir kardeşimle otogarda buluştuk. Otogardan Petra’ya gidecek dolmuşların olduğunu ve 8 dinara götüreceğini ifade etti. Ben de kabul ettim ve Petra’ya yola koyulduk. Petra yolunda dolmuşta kendimi ifade edebilecek düzeyde orta seviye İngilizce bilgimle bir arkadaş ile tanıştım. Bir günlük Petra yolculuğumda beraber gezdik. Kendisi Irak’lı olup İngilizce bilen biriydi. Petra’ya giriş için 50 dinar vermek zorunda kaldım. Geriye 60 dinarım kalmıştı. Arkadaşla birlikte Petra’ya girmeden hemen öğle namazını eda ettik. Ve 3 günlük süren Petra seyahatimizi 8 saat ile deve ve eşek sırtında neticelendirdik. Petra’ya girdiğimiz zaman faytonlar, eşekler, atlar, develer bizi karşıladı.
Petra’d kalmasın an Vadiruma ge çm d mesi pla an dolayı ayrıca ek istedim faka t vaktim nlarıma Petra yo in uy lc diğim Pe tra ile Ak madı. Ve yolculu uluğumun uzun az sürabe aras havaalan ğum son ı ın gidip 5 d da son buldu. 20 dinara tamam taksiye verPetra’dan inar giriş lanmış o ve deve il lup ücreti ve Vadirum e a re indirimli yapabilirsiniz. H rek seyahatinizi 20 dinara aydi dün biletini a ji p araçla ya ra ve ken dini keşfe yı tanımak için s rla ende t.
Zirvede iki arjantinli birde Alexander Rybakin ülkesinden birileriyle tanıştık. Arjantinliler giymiş oldukları entarileriyle Araplar’dan seçilemiyordu. İnişe geçerken yaşça bizden büyük bir abla bize odun ateşinde şekerli çay ikram etti. Şekersiz çay tercih edenler için kötü olsada ben de çok şekerli olduğu için iki bardaktan fazla içemedim. Kasım’16 • 47
Atölye
Hüznün Yeşerdiği Toprak
Bosna Hersek Mahinur ÖZDEMİR
B
alkanlardan gelen soğuğu teninizde değil yüreğinizde hissettiğiniz yerdir Bosna. Müslümanların bedenen, İslam’ın ise ruhen katledildiği, bilincin yerle yeksan edildiği, değerlerin ve güvenin ayaklar altında ezildiği yerdir. Dört bir yanı tabiat harikası, göz zevkinizi sonuna kadar dolduran, her bir karesini zihninize kaydetme arzusunu uyandıran bu ülkenin her bir şehri, her bir köyü; yollarından ve köprülerinden geçerken yüreğinize en derin ve en ulvi bir hüzünle dokunmadan edemiyor. Dünyalar mutlusu olan bir annenin bir anda aklına ve kalbine gelen gurbetteki çocuğunun, o annenin berrak, mutlu yüreğine düşürdüğü
48 • Kasım’16
siyah ve karanlık hüznü düşünün. İşte BosnaHersek’in eşsiz doğa harikalarından aldığım nefes budur benim. Güzellikleriyle her an tefekkür ve hamd ettiğim, yüzümde gülücükler oluşturan madde halindeki Bosna diyârının havasındaki manevi ve vehim hüzün, ani nokta atışlarıyla bir anda gözlerimin dolmasına, hem kendime, hem tüm aleme kızmama ve kırılmama sebep oldu. Aliya’nın giderken bize emanet ettiği, kız kardeşimiz, namusumuz, canımız, kanımız, Bosnamız tüm hevesiyle ve ihtişamıyla süslenip çıkarken karşımıza, kalbine dokunduğumuzda onu ağlatmak ve rimelleri aktığında ortaya çıkan acı tarihi görmek hüsran sebe-
Atölye bi... Sanki o yemyeşil dağlar ayakta zor duruyor, sanki Mostar Köprüsü tir tir titriyor, sanki Travnik Kalesi kendisini büyüklüğüyle avutuyor. Kahredici... Zamanında ecdadımızın elinin emeği, gözünün nuru olan, her bir yerinde imzası ve mührü olan Bosna’da buram buram İslam kokusu alamamak, koca bir çınarı çalılıklar arasında saklamaya çalışırcasına, etrafı dünyanın pis kokularıyla sarılmış camiilerimizin yürek burkan hallerini daha doğrusu halsizliklerini görmek, Müslüman mahallesinde satılan salyangoza Müslümanların hunharca rağbet göstermesi kahredici. Peygamberimiz (sav) ve Üstad Necip Fazıl’dan sonra kendime örnek aldığım, ruhunun güzelliğini ve yüreğinin cesaretini gıptayla anlamaya çalıştığım, ölümünü tarihin en acı olaylarından ve İlahi bir kader olarak gördüğüm, kız kardeşimiz Bosna’nın saygıdeğer ve ölümsüz babası ve bu bağlamda bizim de babamız olan Aliya İzzetbegoviç... Onun bastığı topraklarda yürümek, vasiyetinin sonuçlarına bizzat şahid olmak, katliam esnasında delik deşik olmuş ve kendisinin isteğiyle restore edilmemiş her bir binada onun inancını, davasını, çabasını ve hüznünü görmek, onu bir nebze anlamaya ve bir yudum yaşamaya çalışmak, isteği üzerine şehidlerinin arasına konan kabrini Fatihalarla, aminlerle ziyaret etmek, hiç değilse vefa borcumuzu ona dua ederek gidermeye çalışmak... O kadar ağır ki Aliya’nın emanetine sahip çıkamamak, dava adamının elinden düşen sancağı tutamamak o kadar acı ki... Orada yaşayan asimile olmamış -ki bana göre Bosna’nın direnişçileri - her bir insanın yüzündeki gülümsemelere, gözlerinin içindeki sevgiye baktığım zaman yüreklerinde yanan ateşi, gülücükler arkasındaki sızıyı anlamak hiç zor değildi. Şaşkındım. Bizleri bu kadar seven insanları görünce mutlu mu olmalıydım, yoksa her an savaş çıkabilir endişesiyle gelecekten beklentisini kesen, asimile olmuş bu insanlara üzülmeli miydim? veyahut bu olanları rahatlık kisvesiyle izleyip bu kisveyi bir an olsun üzerinden atma-
ya cesareti olmayan bizlere bakıp öfkelenmeli miydim? Belki de Bosna tüm bu duygularla harmanlanıp geldi boğazımın tam ortasında bir yumru oluşturdu. Ne ağlamak istedim, ne de o yumruyu oradan çıkarmak... Olanların elbet sebep ve sonuçları vardı. Lakin bizim Müslüman olarak ilgilenmemiz gereken, olanlar ve ölenler değil kalanlar ve görenlerdir. Daha da mühim olanı ise görmek ve kalmaktır. Yaşanılanları, yaşatılanları, tebessüm ardındaki hüznü, gündüzün ardındaki geceyi görebilmek, gören olmak ve yaşananları görüp bilinçli kalmak, gözyaşını görüp diri kalmak, hüznü görüp mukavim kalmak, geceyi görüp uyanık kalmak! Bizim hak davamızın köşesi kenarı, ötesi berisi yoktur. Yek ve mücerred bir merkezi vardır ve o merkezde ailemizin namusu, kız kardeşimiz Bosna da vardır. Tüm gençliğe, maddede değil manada, sözde değil özde, geride değil ileride, arkada veya arada değil en önde, yalnız şehrinde ve çemberinde değil yeryüzünün her bir çizgisinde olan gençliğe sesleniyorum. Bu seslenişi yürekten, tüm Müslümanlar ve Boşnak kardeşlerimiz adına, kendi nefsi sesimle değil babamız Aliya’nın deyişiyle yapıyorum: Kabile ve ulusun dar sınırlarından kurtulmak için kendinizi Müslüman olarak düşünmeye başlayın! Kasım’16 • 49
Atölye
Dostlar Beni Hatırlasın Aşık Veysel Cuma ERTAŞ Ağır ağır önümden geçti deve kervanı Bir kenarda göründü beldenin viran hanı ( F. Nafiz Çamlıbel) 1894… Güz ayları. Bir ses bir gıcırtı ki açıldıkça kapı tek tek çekiyor yolcularını. Acı acı bebek ağıtları susturamıyor bu handa kulaklara fısıldanan ezanı. Veysel… Veysel… Veysel… Dünya’ya geldiğim anda Yürüdüm aynı zamanda İki kapılı bir handa Gidiyorum gündüz gece Kör gözleri karşısında gören gözlerimizin kifayetsiz kaldığı yüce kişilik. Dünya denen viran hanın kapısını aralarken çıkacağı kapıdan da gönül gözünü ayırmayan bir Anadolu insanı. Yamalı ceketinin tozunu taşranın toprağından kapmış, sazına gözünü vermiş, yırtık çarıklarıyla menzile gündüz gece giden bir yol arkadaşı… Aşık Veysel Şatıroğlu. Sivas’a bağlı Şarkışla ilçesinin Sivrialan Köyü’nde bir çiftçi ailesi olan Ahmet ile Gülizar’dan dünyaya gelir o. Doğduğu vakitlerde o yöreyi esir alan çiçek hastalığı Veysel’den önce iki kardeşinin hayatına son verdiği gibi onun da gözlerini kör eder. Bir gözünü tam anlamıyla yitirmemişken babasının elindeki değneğin kazayla gözüne çarpması sonucu ondaki görme duyusunu külliyen elinden almıştır. Vahim bir hale düşen Veysel’in hayata tutunacak tek dalı babasının ona hediye ettiği sazı olmuştur. Babasıyla kadim dostluğu bulunan Çamışıhlı Ali Ağa’dan saz dersleri alır ve böylece Aşıklık yolunda ilk adımını da atmış olur Veysel. Karanlıklar içinde büyüyen bir genç olmanın nasıl bedbaht bir durum olduğunu anlatmaya onun sözü yeter ne de sazı. Birde içinde sakladığı bir yarası vardır ki işte bu her vatan 50 • Kasım’16
evladının içini deler. Askere gidemeyecektir ve şöyle seslenir. Ne yazık ki bana olmadı kısmet Düşmanı denize dökerken millet Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet Kılıç vurmak için düşman başına. Bugünler müyesser olsaydı bana Minnet etmez idim bir kaşık kana Mukadder harici gelmez meydana Neler geldi bu Veysel’in başına. Bunca zor vakitler içinden geçen Veysel için annesi bir yol arkadaşı bulmak ister. Onu evlendirecek bu sayede ona bir mutluluk kapısı açılacaktır. Hani garip olmanın hüzünlü yanı budur ya tatmadığın acı kalmaz. Yine öyle olur. Esma adında bir kızla evlenir hemen ardı sırada da bir erkek bir kızları olur. Artık hayata umutla bakan Veysel daha sağlam basar yere ta ki on günlük evladı annesin kucağında ölene kadar. İnsan bazen kederle öyle sarmaş dolaş olur ki yeter diyecek olsa bir hançer daha yer en umulmadık yerden. Annesini kısa zaman sonra da babasını kaybeder. Ve şunu da hemen belirtmeliyim ki dostlar anne bir evladın ayakları baba ise sırt dayanağıdır. Ardında kalan bir de körse varın siz hesap edin gerisini. Böyle de olsa hayat Veysel için devam eder. Bağ bahçe işlerine karışır artık biraz olsun acılarını unutmaya başlamıştır. İşlere yardım etsin diye de eve bir hizmetkâr tutulur ama en büyük acıyı da o yaşatacaktır bizim garibe. Hizmet etsin diye alınan kişi Esma ile gizliden aklınca aşk yaşamaya başlar. Ekmeğini yediği adamın sırtından bıçaklamaktan başka hiçbir şey değildir. Bu şekilde sürer münasebetleri. Yine bir gece Veysel yatağa karısıyla birlikte girer. Gecenin o sinsi sessizliği çökmüşken her yana karısı uyanır yavaşça iner yataktan artık kaçacaktır evin işçisine. Usulca giyer üstünü boh-
Atölye çasını da sırtına alır sonra çıkar gider evden... Bu gitmelerin en şaşılacak tarafı da hiç gitmeyecek gibi gelenlerin gitmesidir. Evet, Esma da kendisini Veysel’den kopararak değil adeta yırtarak gider. Kaçtığı o hain işçiyle ormanların arasında soluk soluğa koşarken birden Esma ayakkabısında bir şeyin olduğunu hisseder, hemen bir kenarda ayakkabısını çıkarır. İçinden çıkanlar her ikisini de damdan düşmüşe döndürecektir. Bir tomar para ve küçük bir not düşer eline. Yazılanlar Esma’nın kanını dondurduğu gibi, bizleri de okuyunca hayrete düşürecek cinstendir. Veysel vefasız karısına şöyle seslenir: Beni giydirdin, kuşattın. Aşımı pişirip önüme koydun. Kör gözlerime ışık oldun. Kahrımı çok çektin hakkını helal et. Vardığın yerde zor duruma düşmeyesin diye bu parayı koydum. Ananın ak sütü gibi helaldir. Ve altına şu notu da ekler “ Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa” Ah! Ah! Nerde yoğurttun bu alçak gönüllüğün mayasını Veysel? Hangi dağın gövdesine salıverdin de içini bir ah bile etmedin vefasızın arkasından? Gönlü sıradağlar heybetinde olanın gam fırtınaları da öyle hafif falan olmuyor. Rabbim derdin büyüğünü yine sabrın ne olduğunu çok iyi bilen kullara bahşediyor. Veysel’in sırtına bu yükte ağır lakin kaldırılmaz değil. Allah bunu çok iyi biliyor. Güzelliğin on par’etmez Bu bendeki aşk olmasa Eğlenecek yer bulaman Gönlümdeki köşk olmasa
kurarlar. Kurulan derneğin adı altında ise üç gün sürecek olan Halk Şairleri Bayramı düzenlenir. Veysel’in de bu organizasyona katılması önüne artık ışığı kesilemeyecek ufuklar açar. Çalınan sazlar, söylenen türküler arasından en çokta Veysel’in yöresel tavrı dikkatlerini çeker katılımcıların. Ahmet Kutsi onda saklı olan gizli duyguların çok iyi farkına varır. Derneğin isteği üzerine Atatürk’e övgülerin dizileceği bir şiir yarışması düzenlenir ve bunda da Veysel içindeki sanat ışığını daha da gün yüzüne çıkarır.
Kim okurdu kim yazardı Bu düğümü kim çözerdi Koyun kurt ile gezerdi Fikir başka başk’olmasa Her kışın bir baharı, her sonunda bir başlangıcı vardır elbette. Buhranlı günler içinde hayata dair bir umudu bir tutunacak dalı kalmayan Veysel içinde muhakkak ki yüzünde güller açacağı vakitler yakındır. Öyle de olur zaten. Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları Halk Şairlerini Koruma Derneği’ni Kasım’16 • 51
Atölye Şiiri çok beğenen Ağacakışla nahiyesi Ali Rıza Bey bu şiiri Ankara’ya gönderelim deyince Âşık bir heyecanla Ata’ya ben kendim gider götürürüm diyerek yol arkadaşı İbrahim ile düşer Ankara yollarına. Kara kışta yürüyerek üç ayda zar zor varabilirler. Lakin Ankara’da aylar boyunca Ata’ya ulaşmak için gitmedikleri yer yardım istemedikleri adam kalmaz. Hiç değilse gazetelerde şiirlerimizi duyuralım umuduyla Hâkimiyet-i Milliye Basım Evi’ne giderler. Ve Âşık Veysel’in yurdun dört bir yanında adının duyulmasına bu basım evi sebep olacaktır. Ata’yı göremese bile o, artık sevilen, sayılan en güzeli de dinlenilen bir âşık olmuştur. Sivas’a dönmeden öncede ilk plağını Ankara’da okur. Mecnunum, Leyla’mı gördüm Bir kerece baktı geçti. Ne söyledi ne de sordum Kaşlarını yıktı geçti Soramadım bir çift sözü Ay mıydı gün müydü, yüzü Sandım ki zühre yıldızı Şavkı beni yaktı geçti. İzzetî, bu ne hikmet iş Uyur iken gördüm bir düş Zülüflerin kement etmiş, Yar boynuma taktı geçti. Veysel artık umudun iplerine sıkıca tutunarak devam eder hayatına, o içinde taşıdığı aşkı, saygıyı, sevgiyi ve dahası aşık olmanın ilkelerini sazıyla haykırmaktadır kardeşliğin coğrafyasına. Bu toprakların mayasına kültür kokan elleriyle birde o el atar. Ve artık o bir eğitimci olacaktır. Ülke genelinde yeni kurulan Köy Enstitülerinde Ahmet Kutsi’nin tavsiyesi üzerine saz dersleri vermeye başlar. Bu durum onun için nimetlerin en büyüğüdür ki çalışma süreci içerisinde kültür ve sanat dünyasının çok değerli isimleriyle bir araya gelme fırsatı bulur. Şiir çıtasını yukarılara çekecek eşsiz tecrübeler kazanır bu mesleğinde. Ömrünün en güzel yıllarını geçiren Veysel, bu dönemde Gülizar adında bir kızla evlenir. Evliliklerin de her şey yolunda gider ama karısının tek derdi kocasının gurbette eğitim vermesidir. Müdürüne okuttuğu şiiri ile bu dertten de ustaca kurtulur. 52 • Kasım’16
Yeni mektup aldım gül yüzlü yârdan Gözletme yolları gel deyi yazmış Sivralan köyünden bizim diyardan Dağlar mor menevşe gül deyi yazmış Eğlenme gurbette yayla zamanı Mevlâ’yı seversen ağlatma beni Benek benek mektuptadır nişanı Gözyaşım mektupta pul deyi yazmış Veysel bu gurbetlik kâr etti cana Karıştır göçünü ulu kervana Gün geçirip fırsat verme zamana Sakın uzamasın yol deyi yazmış Aşığın derdini anlayan müdür ise tez zamanda onun tayinini Sivas’a çıkartmada yardımcı olur, sevende gayrı kavuşur sevdiğine… Aşık Veysel şiirleriyle Pir Sultan Abdal’ın emanetini, Ruhsati’nin nefesini taşır adeta. Unutulmaya yüz tutan bir edebiyatın son temsilcileri arasındadır. Üzerinde yaşadığımız bu topraklarda gümrah açan sevgi güllerinin tohumunu eker o görmeyen gözleriyle. Faniliği unutulup uğruna kanlar dökülen, kalpler kırılan bu dünyayı bir viran han diyerek, bizlere hak olan ahireti hatırlatır. Kime sarıldıysa diken olan, hangi taşa tutunduysa üzerine yıkılan, gölgesine güvendiği dalların sıra sıra kırıldığı kederli yaşamında, bir tek toprağı kendine yar, yaralı sinesine sevgili bilmiştir. Dost dost diye nicesine sarıldım Benim sadık yârim kara topraktır Beyhude dolandım boşa yoruldum Benim sadık yârim kara topraktır Nice güzellere bağlandım kaldım Ne bir vefa gördüm ne fayda buldum Her türlü isteğim topraktan aldım Benim sadık yârim kara topraktır Karnın yardım kazmayınan belinen Yüzün yırttım tırnağınan elinen Yine beni karşıladı gülünen Benim sadık yârim kara topraktır Her kim ki olursa bu sırra mazhar Dünyaya bırakır ölmez bir eser Gün gelir Veysel’i bağrına basar Benim sadık yârim kara topraktır
Sinema
BATMAN V SUPERMAN: DAWN OF JUSTICE İNCELEMESİ Furkan Rıza DEMİREL
B
atman ve Superman’in bir arada bulunduğu bir film için izleyiciler yıllardır merakla bekliyor. Batman and Robin filminde ‘’İşte Superman bu yüzden yalnız çalışıyor’’ cümlesini duyduğumuzda, Superman Returns filminde Superman’in Gotham semalarında uçtuğu haberini aldığımızda ve Will Smith’li I am Legend filminde, kıyamete uğramış dünyadan geriye kalan bir Batman-Superman filmi afişi gördüğümüzde hep bir beklenti içine girdik. Hatta Christian Bale ve Brandon Routh’un oynayacağı böyle bir filme kesin gözüyle bakanlar bile vardı ki, hayran yapımı afişlerini internette bulabilirsiniz. Fakat Brandon Routh çabucak gözden düştüğünde,bile böyle bir proje gerçekleşmemiş oldu. Sonrasında ise Henry Cavill’in artık yeni Superman olduğu Man of Steel filmi geldi. Ki filmi beğenen veya beğenmeyen birçok kişi Henry Cavill’in rolü taşıyabildiğine hemfikir oldu. Man of Steel gişede bekleneni vermiş olacak ki, daha o filmi sindiremeden bizi oturduğumuz yerden fırlatan bir haber duyduk; Batman ve Superman aynı filmde buluşacaktı. Superman’in kim olacağı belliydi. Peki ya Batman kim olacaktı? Gözler ilk başta Christian
Bale’ye odaklandı, Batman rolü için bazı insanların fikrince başkası bile düşünülemezdi. Hatta bu sefer, önceden nasıl Brandon Routh ile Christian Bale’yi yan yana getiren afişler çıktıysa bu sefer de H. Cavill ile C. Bale yan yana getirildi hayran yapımı posterlerde. Fakat bir zamanlar ortalıkta dönen ve Christian Bale’ye rol için teklif gittiği ama bunu reddettiği haberi de daha sonra kendisi tarafından yalanlandı. Rol için bu sefer bir kesim Michael Keaton’u önerdi, hatta bir ara işlerin ciddiye bindiğini bile düşündük. Tabii Josh Brolin ile görüşüldüğü söylentileri de gün yüzüne çıkmaya başladığında ayrı bir heyecan yaşamadık değil, ki şahsi kanaatimce Bruce Wayne/Batman rolünün üstesinden hayli hayli gelebilirdi. Ama bir sabah uyandığımızda, rol için seçilen ismi öğrendik; Ben Affleck. Herkes birden afalladı, akıllara ilk gelen film de Daredevil oldu. İmza kampanyaları başlatıldı, hayran isyanları sosyal medyada yankılandı. Fakat ne Zack Snyder ne de stüdyo geri adım attı. Tüm kötü şeylerin sorumlusu sanki Ben Affleck’ti. Hatta öyle ki George Clooney dönemi Batman’i bile‘’Yoksa iyi miydi?’’ diye insanların aklına gelmişti. Sonrasında seçilen Kasım’16 • 53
Sinema
her oyuncu ise ayrı bir tartışma konusu oldu, Aquaman olsun, Lex Luthor olsun ve özellikle Wonder Woman olsun, hepsi ayrı ayrı tartışmalara ve bölünmelere sebep oldu. Kolay değil, yılların beklentisiyle her şey mükemmel olsun isteniyordu. Sonraki süreçte de Batman’in giyeceği kostümden, Gal Gadot’un zayıflığına kadar hem gerekli hem gereksiz oldukça tartışmaya girildi. İlk görseller gelmeye başladığında, Zack Snyder’in tıpkı Superman kostümünde yaptığı gibi Batman kostümünde de değişikliğe gittiğini gördük ve bu en çabuk benimsenen şey oldu da diyebiliriz. Sonrasında gelen fragman ve Helenistik dönemden fırlamışçasına bir Superman heykelinin üzerinde yazan ‘’Sahte Tanrı’’ ifadesini gördüğümüzde ise beklemek daha yolun başında zorlaşmıştı. Sonrasında gelen her bir fragman ve görselle heyecanımız bir kat daha yükseldi ve bugün de artık bu uzun bekleyiş son buldu. İlk önce açılış sahnesiyle başlamak istiyorum, ki filme daha en baştan böyle bir başlangıç yapılmasını açıkçası beklemiyordum. Ben, Bruce Wayne’nin ebeveynlerinin öldürüldüğü sahneyi daha çok ortalarda olur diye düşünmüşken, daha başından film çok farklı bir tonda başladı. Süper kahraman veya çizgi roman uyarlamalarının klişe açılışlarından çok
54 • Kasım’16
daha etkili bir sahneydi. Tabii bu sahnede göreceğimiz şeylerden birisi de ‘’The Mark of Zorro’’ afişiydi ki, o olmazsa zaten olmazdı. Yine giriş sahnesinden devam etmek gerekirse, Tim Burton, Christopher Nolan gibi yönetmenlerden de aynı sahneyi izleme şansımız olduğundan ve bu yüzden karşılaştırma yapabileceğimizden dolayı neden bu kadar çarpıcı olduğunu biraz dillendireyim. İlk başta o kadar şiirsel bir anlatım yaratılmış ki, diğer yönetmenlerin tarzından farklı olduğunu çabucak hissettiriyor.Bunun yanında sanıyorum ki ilk defa Thomas Wayne’yi bir direniş sergilerken görüyoruz ölmeden önce. Çizgi romanlarda veya Batman Begins filminde Nolan tarafından resmedilen bir Thomas Wayne’den çok uzak bir portre olmuş. Bunun yanında küçük Bruce’un mağarayı keşfediş sahnesi de çizgi roman uyarlaması bir film açısından oldukça başarılı bir sahneydi. Giriş sahnemizin ardından Dünya’nın Superman ile tanıştığı anlara, yani Kriptonlularla yaşanan savaşın son anlarına atlıyoruz. Fragmanlardan da bildiğimiz üzere, General Zod’un gözlerinden çılgıncasına ışınlar fırlattığı binamız Bruce Wayne’ye ait ve bu binanın içinde yaşananlara kısaca tanık olma fırsatımız oluyor. Bu şekilde Man of Steel filminde en çok
Sinema
eleştirilen koca bir şehrin yıkımına tekrardan şahit oluyoruz, hepsine olmasa da, sivil gözden savaşın sonuçlarını izliyoruz. Zaten Bruce Wayne’nin hikaye akışına girmesi de bu sayede gerçekleşiyor ve iki kahramanın da birbirine karşı dolmaya başlamasının da ilk halkası atılıyor. Bu kısımları konuşmuşken söylememek olmaz, kullanılan müzik Hans Zimmer’in bir önceki film için yaptığı müziklerin hemen hemen aynısı. Yani müzikle sahneler arasında da bağlantı sağlanmış. Tekrardan zamansal bir ilerlemeyle bu sefer on sekiz ay sonrasına geliyoruz. Bir Afrika ülkesine röportaja gelen Lois Lane ve terörist bir grupla karşılaşıyoruz. Zaten başında Superman’in geleceği aşikar bir sahne. Yani klişenin içine koşar adım gittiğimizi düşünürken, Superman gelmeden önce gerçekleşen bir olay en azından yönetmenin bu tarz bir yanılgıya düşmediğini gösteriyor. Gerçekleşen olayın da Superman’e karşı komplo olduğunu çok geçmeden fark ediyoruz. Bir önceki filmde çok ağır eleştiri alan konu olan, yukarıda da bahsettiğimiz koca bir şehrin yıkımının günahı bu filmde çıkartılıyor. Yani bir önceki filmde eleştirilen ne varsa bu filmde yanıt bulmuş. Filmin genel gidişatında Superman, hep ilk filmin kaldığı yere dönmek zorunda bırakılıyor ve savaşın sonuçları hep tokat gibi yüzüne çarpıyor. Batman ile tanışmamız da çok uzun sürmüyor elbette. ‘’Beyaz Portekizli’’ isminin peşinden giden Batman, bu amaçla bir kişiyi sorgularken karşımıza çıkıyor ve karanlık-
larda gizlenen Batman, ilk görüşünde merak uyandırmaya başlıyor. Her ne kadar polislerin Batman’in yanında olduğu söylense de, polisimiz Batman’e ateş ediyor. Fakat Clark Kent, polisin de Batman’in yanında olduğu konusunda ısrarcı ve gazetelere konu olan sorgulama biçimini –suçluları yarasa sembolüyle damgalaması- tasvip etmediğini fazlasıyla belli ediyor; suçlumuz her ne kadar hak etse bile. Fakat bir sahnede Perry White’ın Clark’a verdiği ‘’Gotham’da suç dalgası… Su ıslakmış…’’ tepkisi aslında Gotham’ın ne kadar pisliğe batmış olduğunu özenle vurguluyor. Ayrıca yukarıda bahsettiğim gazete haberi ile de kahramanlarının birbirine karşı vaziyet almasındaki ikinci halka olarak ekleniyor. Bir yandan da televizyon oturumlarında Superman hakkında tartışmalar yapılmakta. Her kafadan sesler çıkmakla birlikte, herkes konuyu farklı bir yönden ele alıyor. Tabii bu programların birinde karşımıza ufak bir replikle Neil deGrasse Tyson çıkıyor mesela, ki kendisi ünlü bir astrofizikçi olmakla beraber ülkemizde Cosmos : A Spacetime Odyssey belgeseliyle bilinir. Ayrıca biraz sonrasında Vikram Gandhi karşımıza çıkıyor ve soyadına atıf yapılırcasına, Superman’in kurallara tabi tutulmaması gerektiğine vurgu yapıyor. Yine aynı dakikalarda birkaç önemli kişi daha gözümüze kolaylıkla çarpıyor. Ayrıca bir önceki filmden hatırlayacağımız –bu kurgusal bir kişi olsa dahi- Glen Woodburn de öyle. Anlayacağınız, Dünya dışından gelen bir yaşam formunun Kasım’16 • 55
Sinema varlığı hem siyasi hem bilimsel hem de toplumsal açıdan irdeleniyor, ki aslında filmin en önemli artısı da burada. Çizgi romanlarda veya Superman’in önceki film ve dizi deneyimlerinde kolay kolay karşılaşmadığı bir durum bu (en azından ilk ortaya çıkışında). İşte bu yüzden film kendini daha somut ve gerçekçi insan profiline sahip bir dünyaya yerleştiriyor. Bu noktada, Lex Luthor’un da boş durduğunu söyleyemeyiz. LexCorp’un yöneticisi olarak gücünü sonuna dek kullanmada oldukça başarılı. Ayrıca Superman konusundaysa oldukça takıntılı. Bu yüzden onu durdurmak için şirketinin bilimsel araştırmalarını kullanmanın yanında siyasi olarak da –paradan gelen- gücünü kullanıyor. Hemen burada keserek başka bir konuya değinmek istiyorum; kriptonit. Az önce de söylediğim gibi, önceki filmle bağlarını sıkı kuran film bu noktada da önceki filme yönlendiriyor bizi. Hatırlarsanız General Zod ve beraberindekiler ‘’Dünyalaştırma Motoru’’ yöntemiyle Dünya’yı Kripton haline getireceklerdi ve bir süre bu cihaz aktifti, ta ki Hint Okyanusu civarlarında Superman tarafından durdurulana dek. Rotamızı aynı bölgeye çevirdiğimizde de motorun bıraktığı izleri görebiliyoruz ki, o da ufak tefek de olsa işlem yerini bulmuş ve torak yapısı değişmiş. İşte filmimizdeki kriptonit de bu şekilde karşımıza çıkıyor. Ve ufak tefek birkaçının dışında, en büyük parça da okyanusun dibinden çıkartıldığında Lex, bunu A.B.D.’ye sokmak için Senatör Finch’ten yardım istiyor. Fakat fragmanlarda bize düşündürtülenin aksine Senatör Finch buna pek sı-
56 • Kasım’16
cak bakmıyor. Hatta Lex’in manipülasyonlarına en dayanıklı karakterlerden biri olmuş diyebiliriz. Ama Finch’in direnmesi pek bir fayda etmeyerek Lex istediği ayrıcalıklara, yani Zod’un cesedine ve Metropolis’e düşen Kripton gemisine erişim hakkını alıyor. Fakat gördüğümüz gibi Superman konusunda takıntılı ve nedense insan ilk başta bu takıntının sebebini kolayca fark edemiyor. Sona saklanmış bir sürpriz diyebiliriz. Yine Lex Luthor’un olduğu yerde mutlaka kötü baba-oğul ilişkileri olduğunu düşünürsek, bu filmde de tek cümleyle de olsa bu pas geçilmemiş. Lex Luthor’un babası demişken, malum sahnede Lex babasının Doğu Almanya’da doğduğunu ve mecburen lider geçitlerinde çiçek salladığından bahsediyordu. Her nedense sosyalist rejimler ne kadar yıkılmış olursa olsun mutlaka hedef tahtasına oturtuluyor, hatta Lex’in ağzından uzaylı tehlikesinin de buna eşdeğer olduğuna yorulacak cümleleri işitiyoruz. Tabii bu siyasi yön Nolan’ın Batman kötü karakterlerinde olduğu gibi bir karakterde hayat bulmadığından, yani göze sokulmadan yapılmış olması bir nebze kabul edilebilir oluyor. Fakat Lex Luthor karakterinde yapılmış olan bir değişiklik kolayca dikkati çekiyor. Önceden hem film olsun hem de dizide olsun Lex Luthor’un o buram buram kapitalist yanını görebilirdik. Mesela Gene Hackman-Kevin Spacey’in Lex Luthor’u arazi sevdalısıdır, Lois and Clark dizisinde izlediğimiz Lex, Superman’e yenilmesinin sinirini yaşarken şirketin kar ettiğini duyunca sevinen biridir. Fakat bu filmden Lex Luthor’un bu özelliği silinmiş, hadi silinmiş demeyelim de hiç görünmeyecek şekilde törpülenmiş. Elbette bu farkında olunarak yapılmış bir değişiklik. Filmin ilk yarısı ‘’Beyaz Portekizli’’ arayışındaki Batman’in onu bulmasıyla bitiyor. Şunu söylemeliyim ki, ilk yarı boyunca da hem sürprizlerle karşılaşıyoruz, hem de bol bol göndermeyle. Başta ilk sürprizimiz Anatoli Knyazev yani KGBeast.Film boyunca bir Afrika’da bir yasadışı dövüş organizasyonunda gördüğümüz bu karakter, Batman #417 sayısından beri sık sık gördüğümüz bir karakter ve filmin neredeyse son yarım saatine kadar da mevcut, yani filmimizin Lex Luthor haricindeki bir kötü-
Sinema sü de o. Yukarıda her ne kadar siyasi değişimden bahsetsem de, Lex Luthor’da tek değişen bu değil. Karakter neredeyse komple değişmiş vaziyette. Sildikleri özelliklerin yerine koydukları özellikler Lex Luthor’u bambaşka bir noktaya taşımış, nevrotik yapısı ve buna uygun mimikleri ve jestleriyle, olağanüstü manipülatörlüğüyle Lex Luthor şimdiden birçok kişinin favorisi oldu bile. Batman ise çok çok değişmiş, değişmesi de çok iyi olmuş. İkinci yarıya geldiğimizdeyse aksiyonun içine dalıyoruz. O kadar hızlı ve çok şey oluyor ki, hepsine değinmek elbette mümkün değil. Ancak bu yarıdan itibaren de kurulan evrenin ilginçliği gözümüze çarpıyor. Ancak bir noktadan değinmeye başlarsak o da Lex’in Kripton gemisinin detayları keşfetmesi olabilir. Kripton dediğime bakmayın, bu gemi kısa süreli bir Yalnızlık Kalesi işlevi gördü ilk filmde Superman için. İşte bu yönüyle Zack Snyder’ın (aslında senaristlerin) eski filmlerde n bazı hususları direkt aldıklarını görüyoruz. Mesela Superman II filminde Lex Yalnızlık Kalesi’ne uğruyor ve birtakım bilgiler ediniyordu, Superman Returns filmindeyse yine Lex aynı şekilde Yalnızlık Kalesi’ne gidiyor ve oradan edindiği bilgilerle neredeyse yeni bir kıta yaratıyordu. Batman v Superman : Dawn of Justice filminde işler değişmiş mi? Hayır, yine aynı kurgu mevcut. Lex buradan edindiği bilgileri tekrar Superman aleyhine kullanıyor. Bana kalırsa bu kurguyu seneler sonraki bir yeniden çekimde tekrar görürüz, buraya yazıyorum. Bu kadar bekleyişin ardından söylemek gerekir ki, Ben Affleck artık yeni Batman. O kadar endişeye rağmen rolün hakkını vermiş.Diğer hakkı verilmesi gereken oyuncu da Jesse Eisenberg. Senaryoda yazılan Lex Luthor’u başarıyla oynamış, nevrotik ruh halini başarıyla yansıtmış. Gal Gadot ise kısa bile olsa Wonder
Woman performansıyla şu an gayet benimsenmiş durumda, yine de 2017’de gelecek solo filminde değerlendirmek daha doğru olacaktır sanırım. Henry Cavill mi? O zaten Superman. Final sahnesindeyse Superman’in canlanacağının sinyali verildi. Kimileri buna çok şaşırmış ve isyan etmiş de, ne bekliyordunuz ayıptır sorması? Çizgi romanlardaki hikayede ölüp yeniden dirildiği artık sır değil. Yani ne kadar isyan etseniz de, bugün uyarlamaların çoğunda bu var; öldü zannedilip geri gelmesi. Bunu sonunda belli etmiş olması mı sıkıntı? Bence pek sayılmaz. Çünkü geri dönüş hikayesinin nasıl uyarlanacağı çok önemli. Darkseid’in bu geri dönüşte bir parmağı olacak mı, geri dönüş için ayrı bir solo Superman filmi çekilecek mi, beraberinde tıpkı çizgi romandaki gibi koca bir Superman ailesiyle mi gelecek? Ben boşuna demiyorum erken oldu diye, erken olması sıkıntı ama ölmüş olmasını ve geri dönecek olmasını sıkıntı edenler, bence etmeyin. Darkseid geliyor. Bundan kaçış yok. Zira final konuşmalarında Lex Luthor bunu isim vermeden ama apaçık söyledi. Ama bunun için daha bir erken. Yani Justice League filmi için daha başka düşmanlar bulunabilir. Daha ilk birkaç filmden böylesine bir karakteri harcamak yazık olur. Sonuç olarak film geçmişiyle sımsıkı bağlar kuran bir film, karanlık atmosferi ayrı bir cezbedici bir çizgi roman uyarlaması için.,özellikle sinemada hayalkırıklığına uğrayanlar bu ekstra eklenmiş 30 dakika ile filmden büyük bir haz alacaklardır.Geçmişiyle kurduğu sıkı bağlar kadar da geleceğe çok fazla açık kapı bırakan bir film olduğunu da eklemeyi unutmayalım. Eğer bir puan verecek olursam, on üzerinden sekiz buçuk ile bu filmi uğurlayabilir ve Justice League’yi beklemeye koyulabiliriz.
Kasım’16 • 57
Atölye
Tevbe ve Motivasyon Mehmet ÇETİN
Tevbe, Allah’ı hatırlamaktır, Allah’tan af dilemektir, başka her şeyden Allah’a dönmektir. İnsan yaşar, fiilleri ve fikirleriyle. Fikir içeride olandır, ideadır. Fiil dışa vurumdur. İçeride var diye bir şey, illa fiile dökülecek değildir. Fikirleri fiillere dönüştürmek sağlam bir motivasyon gerektirir. Motivasyonun yani fiile yöneltici kuvvetin iki temeli vardır özgür bir iradede. Duygular yani kalp, düşünceler yani akıl. Akıl ve kalp fiilleri motive ederler. Ve ikisi yan yana olsalar da direksiyon koltuğunda olan kalptir. Bu yüzden insanların çoğu duygularıyla hareket eder. Fiillerimizin her zaman doğru bir çizgide ilerlememesi de bu yüzdendir. Aynı şekilde bir fiili gerçekleştirmenizin daha iyi sonuçlar vereceğini aklınızla kavradığınız halde o fiili gerçekleştirmemeniz de bu yüzdendir. Tıpkı ev ödevlerini yapmasının kendisi için gerekli olduğunu bilen ama yine de yapmayan bir öğrenci gibi. Öte yandan neden böyle deyip, mutlak bir motivasyonumuzun olduğu bir hayat hayal ederseniz, sahip olduğumuz fikirleri maksimum çaba ile fiillere aktaracağımızı görürsünüz. Fakat duygulardan yoksun olacağımızı, iniş yaşayamayacağımız için çıkışın değerini de tam olarak anlayamayacağımızı da görürsünüz.
58 • Kasım’16
Neyse ki en güzel özgürlükle yaşadığımız bir hayatımız var, kullukla. Allah’ın bize tanıdığı sınırlar ile iradeyi öğreniyor; hakikaten iradeli, disiplinli olunca da özgürlüğe ulaşmış oluyoruz, cennete. Tıpkı bir piyanistin gösterisinde doğaçlama piyano çalması, hatta gözlerini kapatarak çalması ve yine de çok güzel çalması gibi. Biz bunu dinlerken piyanistin herhangi biri olup tuşlara öylesine bastığını düşünmüyoruz değil mi? Her ne kadar doğaçlama çalsa da bunun öncesinde bir çaba gösterdiğini belki aylar belki yıllarca çalıştığını ve tam bir disiplini elde ettikten sonra hakiki özgürlüğe kavuştuğunu
Atölye ve artık istediği gibi doğaçlama yapabileceğini biliyoruz. Hayat da böyle. Bizler hakiki disiplini öğreniyoruz. Ne için? Hakiki bir özgürlük için. Tabii bunu yaparken yolumuzu şaşırabiliyor ya da kaybedebiliyoruz. İnsanız hata yaparız. Geniş bir açıyla bakarsak yapılan hatalar da bile bir hikmet görürüz. İşte o hikmetlerden biri tevbedir. Kulun bıraktığı yola daha kararlı bir şekilde geri dönmesidir tevbe. Günah ile Allah’tan gafil olduğunda, Allah’ı hatırlamasıdır. Günah ile kirlendiğinde, takva ile temizlenmesidir. Hakiki özgürlüğe –kulluğa- ulaşmak için yapmamız gereken hatasız yaşamak değildir. Zaten hatasızlık mümkün değildir. Yalnızca hata da ısrar etmemek, ders almak ve Allah’tan af dilemektir yapmamız gereken. Bunun da bir disiplini vardır. Tevbe etmek başlıca üç şartı barındırır. İşlediğiniz hatayı terk etmek, eğer yalnızca sizinle Allah arasında bir şey değil de başkalarını da ilgilendiren bir hata ise telafi etmek. O hatayı yaptığınıza pişman olmak. Ve bir daha yapmamaya karar vermek. Bu şartlar hepimizin bildiği ve teori olarak da bizi zorlamayacak şeylerdir. Fakat pratik hayatta kolay da değillerdir. Örneğin dedikodu yapan bir kişinin yaptığı hatadan pişman olduğunda sözünü ettiği şahıslardan özür dilemesi zor gelebilir. Zaten eğer zor gelmeseydi bir manası olmazdı. Zor gelmeseydi bize bir şey öğretiyor olmazdı. Bu tip durumlarda insanın iradesini kullanması gerekir. Tevbe etmeden ölen insanları düşündüğümüzde hala tevbe edecek vaktimizin olması büyük bir lütuftur. Geç olmadan bu fırsat değerlendirilmelidir.
Yalnızca Allah ile bizim aramızda olan konularda ise samimi olmamız gerekir. Eğer yaptığımız hatayı kendimize itiraf edip gerçekten samimi olursak Allah’ın merhametinden ümidimiz sonsuzdur. Her daim şüphe duymamız gereken kişi nefsimizdir. Yoksa Allah’ın tevbe eden ve tevbesinin gereklerini yerine getiren samimi bir kişiyi işlediği günahtan bağışlayacağı açıktır. Mesele bizim tevbemize sadık olup, olmayacağımızdır? İşte burada ve hayatı yaşarken ki tüm fiillerimizde şahsi motivasyonumuz, irademiz yani kendiliğimiz devreye girer. Zira Allah’ın isimleri anlaşıldığında -örneğin Rahman, Rahim gibi- bu konularda garipsenecek bir durum Allah’ın şahsı için kalmaz. Sorun bunu kendi şahsımıza nasıl yansıttığımızdadır. Allah bağışlar demek yanlış değildir, ama bunu bir kişi kendine derken şunu da eklemelidir. Allah bağışlayandır şüphesiz, ama neden ‘beni’ bağışlasın? İşte bu cümle fiillerimizin bir nevi motivasyon cümlesidir. Mümin bu hal ile yaşamalıdır. Bu hal ile fikirlerini fiile dökmelidir. Bu hal yabancı bir hal de değildir üstelik. Tevbe bahsi açıldığında mutlaka Peygamber Efendimizin’in (sav) günde yetmiş veya yüz defa kadar tevbe ettiğini duymuşuzdur. İşte bu, Allah neden beni bağışlasın cümlesinin, doruk noktada bir yaşamda doruk noktada pratiğe dökülmesidir. Bizler tam bir tevbe haliyle geçirmeliyiz günlerimizi. Yaptığımız bütün hatalar için tevbe etmeliyiz. Allah’tan af dilemeli ve ona sığınmalıyız. Ve bir fiili gerçekleştirmek nefsimize zor geliyorsa, kendimize sormalıyız: Allah bağışlayandır, ama neden beni bağışlasın?
Kasım’16 • 59
Medya
Basından Yansıyanlar Devlet ve Tarikat - Cemaat İlişkilerinin Tarihsel Zemini Zekeriya Işık 15 Ekim 2016- Star çık Görüş Devleti tarikat karşısında otoritesini teminde zora sokan, kaygı ve korkulara sebep olan bazı hususlar ortaya çıkmıştır ki bunlar şöylece sıralanabilir: • Müritlerin şeyhe tartışmasız dinî ve dünyevi bir lider olarak güçlü bir imanla bağlanması yani şeyhe biatin, tarikata bağlılığın sultana/devlete olandan öncelikli ve daha güçlü olması: Bu durum tarikatı devletlerin siyasi sınırlarını aşan derinlikte ülkelerarası bir yayılmaya ve ilişkiler ağı kurmaya da sevk etmiştir. Dolayısıyla onlar ile sultanlar, aşiretler ve yerel idareciler arasındaki ilişkilerde belirleyici olan kendi yaşam alanlarının, tarikatın yol ve erkânının, sosyo-ekonomik ve politik çıkarlarının sürdürülebilirliğidir. Şu durumda bir devlete ve sultana bağlılık diğerlerine düşmanlık diye bir şey söz konusu değildir. Onların bu anlayışları farklı devletler tarafından kabul edilmelerine hatta birtakım anlaşmalar ve ittifaklar içerisinde bulunmalarına, ülkelerarası diplomaside görev almalarına dolayısıyla casusluktan ihanete kadar birçok konuda suçlanmalarına neden olmuştur. Bu bağlamda kimileri Mevlevîlerin Selçuklu hanedanı yerine Moğol iktidarını desteklemelerini ihanetle, Kalenderi dervişlerinin uluslararası diplomasideki rolünü ise casusluk yapmakla suçlamışlardır. 19. asırda Nakşi Halidîliğin, Kürt aşiretleri arasındaki kısır kavgalar ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgede gide-
A
60 • Kasım’16
•
•
•
rek gerileyen siyasi otoritesinden de yararlanarak yayılması ise tarikatın, devletin ve bölgenin içinde bulunduğu siyasi ve politik dengeleri nasıl lehine çevirebildiğini açıkça göstermektedir. Şeyhin dünyadan elini eteğini çekmiş mistik, bir şahsiyet görüntüsü altında ne zaman alevleneceği hiç belli olmayan ilhamını rüya, keşif, keramet, mehdi, kutup, velayet gibi güçlü dini, tasavvufî ve mistik yetilerden alan karizmatik bir liderliğe sahip olması: Bu durum ontolojik ve epistemolojik anlayışları birçok yönüyle farklı koordinatlara sahip olan devlet ile tarikatı yer yer karşı karşıya getirmiştir. Mesela Bayramî Melâmîleri bu bağlamda kovuşturmalara ve kıyımlara maruz kalmıştır. Bir tarikat ihvanın diğer cemaat türlerinden çok daha güçlü bağlarla birbirine kenetlenmiş olması ve bu durumun zaman zaman ümmetin birliğini zedeleyerek, tebaayı siyasî ve politik bölünmüşlüğe sevk etmesi gibi hususlar da devlet açısından ciddi bir tehdit olarak algılanmıştır: Nitekim Baba İshak, Şeyh Bedreddin ve Safevi tarikatı olayları bu sosyo-politik bölünmüşlük düzleminde çıkmıştır. Dini ve mistik argümanlarla birbirine kenetlenmiş olan ihvan topluluğunun nerede ve ne kadar olduklarının devlet tarafından hiç bilinemeyecek olmasının yarattığı kaygı, korku ve şüpheler de devletin bir başka handikabıdır: Yani bu müritlerin her yerde ama hiçbir yerde bulunmamaları halidir. Devlet, sayısını, gücünü, nüfuz alanını tam olarak bilemediği bu mürit topluluklarını daha çok, görünen ve malumat alınabilen zahiri yönleri
Medya üzerinden takip etmeye çalışmış bu nedenle şeyhlerin etrafındaki demografik hareketlilik sürekli takip edilmiştir. Yani popülerleşmesiyasileşme özdeşliği kurulmuştur. İsyan emareleri görülen şeyhler ve halifeleri (ehl-i hâl) daha çok deniz aşırı yerlere veya Hicaz’a sürülerek ehl-i kâl denilen derviş ve talip topluluklarından koparılmaya böylece tarikatın sosyal ağı çökertilmeye çalışılmış, bazen de bu şahıslar başta İstanbul olmak üzere şehir merkezlerine getirtilerek gözaltında tutulmuşlardır. Devletin burada asıl mücadelesinin tarikatın yol ve erkânını devam ettirme, yeni müntesipler kazandırma kabiliyet ve potansiyeline sahip olan ehl-i hâl dairesinde bulunanlarla olduğu görülmektedir. Ehl-i kâl ise şeyh tarafından itikadı bozulmak suretiyle yoldan çıkarılan bir topluluk olarak algılanmış, “tevbe” dini olduğu kadar siyasi ve hukuki sonuçlar da doğurmuş, şeyh ve yanındakilerin tasfiyesi diğerlerinin yola girmeleri için çoğu zaman yeterli görülmüştür. Ancak tedbir elden bırakılmamış Oğlan Şeyh İsmail Maşuki örneğinde olduğu gibi şeyh idam edilse de doktrinini yaşatmaya ve yaymaya çalışan fakat henüz ortaya çıkmamış müritlerin olabileceği ihtimali ile devlet teyakkuzda kalmaya devam etmiştir.
Yemen’de Tarih Tekerrür Ederken Taha Kılınç 19 Ekim 2016- Yeni Şafak rap Baharı’nın yarattığı dalgalanmalar çerçevesinde görevini bırakmak zorunda kalan eski Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih’in saf değiştirerek Hûsîlere destek vermesiyle alevlenen çatışmalar, Suudi Arabistan için ciddi bir sınav niteliğinde. Geçtiğimiz günlerde Sanâ’daki taziye çadırının yanlış istihbarat sonucu vurulması olayında da olduğu gibi, Suudilerin liderliğini yaptığı koalisyon, sıcak savaşın gidişatını yönetmekte ve yönlendirmekte zorlanıyor. Yemen’e müdahale, Suudi Arabistan’ın Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerinde ciddi restleşmelerle karşılaştığı bir döneme denk geldi. Suriye’de devam eden savaş, Mısır’da özellikle
A
darbeden sonra bir türlü beklenen istikrarın tesis edilememesi, birçok ülkede mezhep temelli çatışmaların gün yüzüne çıkmaya başlaması, ABD’nin İran’la ısrarlı ve derin yakınlaşması gibi faktörler göz önüne alındığında, Riyad yönetimi, Yemen operasyonlarını kılı kırk yararak sürdürmek durumunda. Ve ne büyük bir risk alındığını da hiç akıldan çıkarmayarak… İsrail 1967’deki ani saldırıyla Mısır’ın savunma ve saldırı güçlerini yerle bir etmeseydi, Yemen iç savaşı Suudi Arabistan için çok daha ağır bir maliyete dönüşebilirdi. Ancak Mısır da Yemen’e fiilen müdahale ederek, o dönemin şartlarında milyonlarca dolarlık bir zarara uğramıştı. Kazananı olmayan bir savaşı başlatan Cemal Abdunnâsır’ın çılgınlığı nedeniyle, Yemen “Mısır’ın Vietnam’ı” olarak anılıyor bugün. Bakalım bugünkü Yemen, kimin Vietnam’ı olarak tarihe geçecek?
Sistemin Sinir Uçları Akif Emre 18 Ekim 2016- Yeni Şafak ürkiye’nin herhangi bir ulus devlet olmayı içine sindirmesinin adıdır Lozan. Teorik olarak ulus devletin imparatorluk hayalleri kurması, bu yönde stratejiler belirlemesi bir çelişki. Diğer tarafta, tasfiyenin tümüyle tamamlanmadığı, tasfiyede yeni düzenlemeler yapılmak istendiği ve bu düzenlemede Türkiye’nin kendine düşen misyonu yerine getirmesi gerektiğini ima edenler de yok değil. Bu durumda iki farklı çelişki/ soru ortaya çıktı. İlki, tasfiye edilmiş bir imparatorluğun varisi olmak tespitinden yola çıkan yaklaşım aynı zamanda ‘sıfır sorun’ ile ‘tarihi miras’ gerilimi arasında bir yol almaya çalıştı. Bu gerilimi aşabilmek için şu soruların cevaplanması gerekiyordu: Eğer herhangi bir ulus devlet değil de imparatorluk varisi ise henüz hesabı görülmemiş pek çok sorunu halletmesi gerekiyordu. Bu da reel gücü ile romantize ettiği geçmişi arasında senkronize bir stratejiyi gerekli kılıyordu. Real politik anlamda bu yaklaşım neo ittihatçılığı çağrıştıran anakronizmi ortaya çıkaracaktı. Zira tasfiye edilmiş imparatorluğun mirası milletlerarası sorunlarını masaya getirmek tas-
T
Kasım’16 • 61
Medya fiyenin bakiyesi olan sahadaki yapay unsurlar ve onların sömürgeci patronları ile hesaplaşmayı gerektirecekti ki bu da pratik gücünü ve siyasal anlamda ulus devlet modelini aşan bir durumdu. İkinci soru mevcut ulus devlet yapısı, anlayışı ve meşruiyet sınırları dahilinde imparatorluk siyasetinin ne kadar mümkün olacağı, bunun argümanlarının ne olacağı sorusudur. Tarihi bağlar, devralınan tarihi miras tek başına böylesi bir siyasal, kültürel dizaynı gerçekleştirmeye elverecek mi? Türkiye İslamcıları açısından asıl açmaz ise, İttihatçılıkla İslamcılık arasındaki ayrışmayı belirleyen çizgi yani olayın İslami çözümü ve fıkhi boyutudur. Muhtemelen de Ortadoğu yeniden tanzim edilirken, özellikle Arap Baharı sonrası gelişmelerde Türkiye’yi heveslendiren tutum ve yönelimlerde hemen hemen hiç gündeme getirilmeyen fıkhi boyutunun, İslami temellerinin ne olacağı sorusudur. Ulus devletin sadece ulusal sınırlar, hinterlandı ile ilişkileri ve ulus kimlik siyaseti ile sınırlı olmayıp, uluslararası ilişkileri de sekülerize eden özelliğinin olduğu bu süreçte görmezlikten gelindi. İmparatorluğun mirasına sahip çıkmak, tarihi sorumlulukları yerine getirmek argümanı ile başlayan ki bunların önemli kısmı yeni dönemde Türkiye’yi müdahil olmaya zorlayan gelişme ve realiteler de olsa, gerekçelendirmenin İslami zeminin tartışılmamış olmasıdır. Üstelik bu yaklaşımın kamuoyunda yaygın olarak İslamcılık ve ümmet bilinci ile karıştırılmış olması heveslenilen rolün İslamcılık perspektifinden ele alınmayı, sorgulamayı iptal etmiyor Soğuk Savaş dönemine kadar bu tür sorularla yüzleşmemeyi, üzerine sünger çekmeyi tercih ederek dünya sistemiyle uyum siyaset izleyen Türkiye’nin Ortadoğu’nun yeniden dizayn edildiği ortamda sadece tarihle değil ideolojik ezberlerle de yüzleşmesi gerekecek.
Şiilerin IŞİD’i: Haşdi Şabi Kemal Öztürk
H
19 Ekim 2016- Yeni Şafak
aşdi Şabi, Irak ordusuna katılmadı. Üniformaları, bayrakları, flamaları ayrıydı. Emirleri önce aşiretlerinden, sonra dini mercilerinden ve son olarak da İran’ın dini lide-
62 • Kasım’16
ri Hameney’den alıyorlardı. Aslında İran’ın Irak’taki ordusu olmuşlardı. Haşdi Şabi, IŞİD’in elinde olan, Samara, Ramadi, Tikrit, Anbar’ın geri alınması için ABD öncülüğünde başlatılan operasyonlarda en ön safta yer aldı. İşte o tarihten sonra da ünü her yere yayıldı. Zira bu milisler, ölümden korkmuyor, ancak öldürmek için daha büyük şevkle hareket ediyordu. Yakaladıkları ve IŞİD’li dedikleri Sünnilere yaptıkları işkenceler ve vahşeti cep telefonlarına çekiyor, sonra da bunu her yerde gururla paylaşıyordu. Ortalık kancalara takılmış, uzuvları canlı canlı kesilen, ciğer ve kalbi sökülüp çiğ çiğ yenilen korkunç insan görüntüleriyle doluydu. Bu yetmezmiş gibi, Musul hareketi başladığında bir de kedi, köpekleri dişleriyle parçalayıp yiyen korkunç milis görüntüleri döküldü ortalığa. Haşdi Şabi tıpkı IŞİD gibi, bu vahşi infazları sayesinde büyük bir korku yarattı. Bu da her kentin ele geçirilmesinde çok işe yaradı. IŞİD’den alınan tüm bu şehirler Sünnilerin şehriydi, ancak oranın yönetimi bir daha Sünnilere verilmedi. Bu şehirlerde Şii nüfusu bir anda arttı. Sünniler ya Haşdi Şabi’ye boyun eğdi ya da orayı terk etmek zorunda kaldı. En korkunç Haşdi Şabi tugayı Asain El Hakk İmamı, Kays Gazzali geçtiğimiz Cuma hutbesinde, son Sünni şehri Musul’a gireceklerini ve Hz. Hüseyin’in intikamını alacaklarını söyledi. Korku dağlara kadar çıktı böylece. IŞİD’i kuranlar, Haşdi Şabiyi de mi kurdu? Bugün Haşdi Şabi’nin tam sayısı bilinmiyor. 100 ile 150 bin arasında olduğu söyleniyor. Kürt Peşmerge gücünün ve Irak ulusal ordusunun neredeyse iki katı. Irak’ın aslında tek hakimi Haşdi Şabi. Karşısında Peşmerge’den başka direnecek silahlı Sünni güç de bulunmuyor. Zira Irak ordusunun %85’i yine Şiilerden oluşuyor. Aslında Haşdi Şabi’nin uyguladıkları yöntemler ve taktikler tam olarak IŞİD ile aynı. IŞİD’i kuranlar, eğitenler ve yönlendirenler kimse, Haşdi Şabi’yi de aynı şekilde kurdu ve eğitti dense kimse şaşırmaz. O derece benzerler. İkisi de ‘Allah’ diyerek öldürüyor, ikisi de sadece Müslüman katlediyordu. Tek farkları birinin Şii, diğerinin Sünni olmasıydı. Sonuçta kaybeden İslam dünyası, kazanan ise batıydı.
Etkinlik
Genç Öncüler Güz Dönemi Üniversite Sohbetleri Başladı
G
enç Öncüler Gençlik Hareketi’nin güz dönemi üniversite sohbetleri bu yıl Şemsettin Özdemir’in “Kur’an’ı Anlamak Üzere” konulu sohbeti ile başladı. Üç ay boyunca devam edecek olan güz dönemi sohbetlerinde Ekim ayında Şemsettin Özdemir “Kur’an’ı Anlamak Üzerine”, Kasım ayında Alpay Bozdağ “Tasavvurdan Tasdike Bilginin Oluşumu”, Aralık ayında Bülent
Şahin Erdeğer “Kur’an’a Karşı Farklı Bakış Açılarına Bakmak” konuları ile bizlerle birlikte olacaklar. Her ay farklı bir ismin geleceği sohbetler her cuma saat 19.00’da Araştırma ve Kültür Vakfı’nda gerçekleştirilecek. Sohbetlere %60 oranında katılım gösterenlere sertifika verilecek.
Genç Öncüler Lise Erkek Sohbetleri Başlıyor
G
enç Öncüler lise erkek sohbetleri 14 Ekim 2016 itibariyle başlıyor. Genç kardeşlerimizin ihtiyaç duyduğu en elzem alanlara birlikte atıyoruz. Samimi, içten ve belki de en önemlisi genç bir dil ile genç bir atmosfer ile lise sohbetlerine bu dönem de kaldığı yerden devam edeceğiz inşaallah. Vahyin yeniden inşası için. Sohbet mekanları, günleri, saatleri aşağıda ki şekildedir. Ayrıntılı bilgi için 0541 780 14 89 numaralı telefon ile irtibat kurabilirsiniz.
FATİH Yer: Genç Öncüler Derneği Saat: 18:00 Gün: Cuma
BAŞAKŞEHİR Yer: Kültürevi Derneği Saat: 18:30 Gün: Cumartesi
KAĞITHANE Yer: Araştırma ve Kültür Vakfı Kağıthane Şubesi Saat: 18:30 Gün: Cuma
BAĞCILAR Yer: Güneşli Kültürevi Derneği Saat: 19:00 Gün: Cumartesi
Kasım’16 • 63
Etkinlik
Genç Öncüler Lise Hanımlar Komisyonu Dönem Açılış Programı Yapıldı
G
enç Öncüler hanımlar lise komisyonu olarak 15 Ekim cumartesi günü Adem Özköse ağabeyimiz ile “Cennete Otostop” kitabını konuştuğumuz açılış programımızı gerçekleştidik. Bilinçli bir gençliğin inşası üzerine konuştuğumuz bu programda Adem Özköse bize tavsiyelerde bulundu. Deneyimleriyle zengin-
leştirdiği konuşmasıyla müslüman bir gencin sorumluluklarından, ümmeti kalkındırabilmek için yapabileceklerimizden konuştuğumuz programımız sohbet havasında geçti. Tekrarını dilediğimiz bir programı daha böylece geride bıraktık. Ümmetin gençleriyle buluşup hasbihal ettiğimiz programlarda görüşmek üzere.
Genç Öncüler Üniversiteli Hanımlar Komisyonu Açılış Kahvaltısında Buluştu
G
enç Öncüler hanımlar komisyonu olarak 15 Ekim’de açılış kahvaltımızla güz dönemi derslerimize başladık. Uzun bir süreden sonra görüştüğümüz kardeşlerimizle çay eşliğinde sohbet ettik. Kur’an-ı Kerim tilavetiyle başladığımız programımızda hareketin hanımlar sorumlusu Sümeyye Razi ablamızdan uhuvvetimizi pekiştirici bir konuşma dinledik. Yaz boyunca şahitlik ettiğimiz 15 Temmuz sürecini tekrar hatırlamak üzere yaşananların anlatıldığı videomuzu izleyerek devam ettik. Ardından Abdullah Yıldız hocamızla 15 Temmuz sonrası müslüman gençlerin üzerine düşenler hakkında sohbet ettik. Hocamız konuşmasında darbe teşebbüsünün ardından halkın genel tutumundan bahsedip biz öncü olma iddiasındaki gençlere nasihatlarda bulundu. Her yeni günün ümmete hayır getirmesi dualarımızla sonlandırdığımız programımızdan geriye kardeşliğimizi ve samimiyetimizi gösteren fotoğraflarımız kaldı. 64 • Kasım’16
Not: Programımız erkeklere yöneliktir. %60 oranında katılım sağlayanlara dönem sonu sertifika verilecektir.
Sohbetler 3 ay boyunca her cuma gerçekleştirilecek. İlk Sohbet: 14 Ekim 2016 • Saat: 19.00 Yer: Araştırma ve Kültür Vakfı
Güz Dönemi
Üniversite Sohbetleri
genconculer
genconculerr
genconculer
genconculer.com
“Kur’ân’a Karşı Farklı Bakış Açılarına Bakmak”
Bülent Şahin ERDEĞER
“Tasavvurdan Tasdike Bilginin Oluşumu”
Alpay BOZDAĞ
“Kur'ân'ı Anlamak Üzere”
Şemsettin ÖZDEMİR