GençÖncüler-95

Page 1

‫افيش هديه لي‬

‫كنچ اونجيلر‬ ‫ايلق كنچلك دركيسي‬

‫مايس‬

‫• سايى‬

‫• ييل‬

‫بيزانس باشكنتيندن اسالم باشكنتينه‬

‫استانبول‬

‫‪95‬‬

‫‪9 771307 007009‬‬

‫‪ISSN 1307-007X‬‬

‫فتحن سمبولى آياصوفيه‬

‫فاتح سلطان محمد‬

‫فاتحن معنوى اوردوسى‬


EDİTÖR'DEN

Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu Mehmet Semih Özdemir Yayın Kurulu Mehmet Semih Özdemir Furkan Gençoğlu Asım Ebrar Yıldız Uğur Demirel Betül Babacan Sümeyye Akgül Kübranur Yakupoğlu Nihal Açıkel Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Mehmed Ali Necmeddin Hunoğlu Abdullah Etka Ayan Kübra Tuncay Talha Ulukır Asım Ebrar Yıldız Abdulvahap Yıldırım Dücane Demirtaş İsmail Yasin Avcı Furkan Gençoğlu Kübra Üçüncü Serkan Adnan Biricik Ervanur Erdoğan Zeynep Topuz Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr

Baskı Sanatkar Ofset Son. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 4NF/4-5 Topkapı / İST. Tel: (212) 567 39 40-41

Sevgili arkadaşlar enç Öncüler Dergisi olarak baharın iyiden iyiye hissedildiği, eşsiz doğa güzelliklerinin güneşle beraber parıldadığı bu güzel Mayıs ayında sizlerle tekrar bu sayfalarda buluşmanın eşsiz hazzını ve lezzetini hissediyoruz. Gençliğin fikir ve aksiyon dünyasına adım atmasını hedefleyen ve bu uğurda uzun soluklu yürüyüşünü sürdüren dergimiz sabır, azim ve kararlılıkla mücadele etmenin sonucunda zafere ulaşmada bir merhale görevi sürdüreceğine dair umutlarını yeşertmeye devam ediyoruz. Arkadaşlarımızla beraber bu sayımızda İstanbul’un Fethi ve fethin genç mimarı Fatih Sultan Mehmet’in yaşantısını sayfalarına taşıyoruz. Çünkü İslam Coğrafyasının yeniden dizaynı yolunda önemli bir merhale olan İstanbul’un fethini her açıdan incelenmeye değer bir konu olarak görüyoruz. Fethin genç komutanı Sultan Fatih’in örnekliğini önemsiyoruz. Saff Suresi 13. Ayeti kerimesinden ilhamla “inananları müjdele!” diyoruz. Müjdenin izini sürüyoruz. Bu minvalde Necmettin Hunoğlu kardeşimiz Bizans başkentinden İslam başkentine yazısıyla bir fethin getirdiği değişimlere değindi. Kübra Tuncay kardeşimiz Fatih ve eğitim başlıklı yazısıyla büyük fethin komutanının ilim meclisleri ile ilişkisini inceledi. Talha Ulukır fetih filmlerini araştırdı ve yorumladı. Asım Ebrar Yıldız Ayasofya üzerinde oynanan oyunları deşifre etti. Dücane Demirtaş Hilafet mevzuuna farklı bir pencereden baktı. Furkan Gençoğlu Selahattin Demirtaş’ın iletişim stratejilerini eleştirdi. İsmail Yasin Avcı mülteci kamplarını ziyaretini ve çocukların yüzlerindeki sevinci gündemleştirdi. Genç Öncülerin genç yazarları olarak temel gayemiz, toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri,kötülükleri,kolaylıkları, sıkıntıları siz değerli okurlarımıza en anlaşılabilir şekilde aktarmaktır. Kadromuz adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak, bu bilinçle yazılarını kaleme almaktadır. Çünkü bu bize inandığımız rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Çıkarttığımız bütün sayıları bu görev bilinci ile çıkartıyoruz. Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun.

G

Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa/135

Mayıs’15 • 1


İsfahan İran Gezi Notları/3

Furkan GENÇOĞLU

Mayıs 2015 • Sayı 95 • Yıl 12

20

04

Asım Ebrar YILDIZ

Bizans Başkentinden İslam Başkentine:

Ayasofya

36

Bizans Başkentinden İslam Başkentine: İstanbul / Necmettin HUNOĞLU............................ 4 Fatih Sultan Mehmed / Mehmed Âli ............................................................................ 10 Fatih’in Manevi Ordusu ve Çocukluk Defteri / Abdullah Etka AYAN................................. 12 Fatih ve Eğitim / Kübra TUNCAY................................................................................. 16

İstanbul’un Fethi ve Filmlerin Fetihe Bakışı / Talha ULUKIR............................................. 18 Ayasofya / Asım Ebrar YILDIZ...................................................................................... 20 Ümmetin Sınavı; Suriye / Abdulvahab YILDIRIM............................................................ 26

İSTANBUL

İslam Devleti Hilafet Mevzuu / Dücane DEMİRTAŞ............................................. 28 Demirtaş Ne Yapmaya Çalışıyor? / Furkan GENÇOĞLU.................................. 32 Çocuklar Aşkına Yollardaydık! / İsmail Yasin AVCI...................................... 34

Necmettin HUNOĞLU

İran Gezi Notları/3 İsfahan / Furkan GENÇOĞLU......................................... 42 Seçim Öncesi / Dücane DEMİRTAŞ............................................................. 46

Fatih’in Manevi Ordusu ve Çocukluk Defteri Abdullah Etka AYAN

48

Cennetten Çok Uzakta / Kübra ÜÇÜNCÜ.......................................................... 48 Acaba Biz Müslüman mıyız? / Serkan Adnan BİRİCİK..................................................... 50

Cennetten Çok Uzakta Kübra ÜÇÜNCÜ

Basından Yansıyanlar....................................................................................................... 52

İslam Coğrafyasından Haberler...................................................................................... 54 Lokum Dağıttıkları İçin El Kaideci İlan Edildiler! / Timeturk Haber Merkezi...................... 56 Genç Öncüler #Haramıterket Dedi!.................................................................................. 59 Etkinlik /Genç Öncüler İzmit Apaçi Gençliği Konuştu......................................................... 60 Etkinlik /TURDEB Mayıs Ayı Toplantısında Genç Öncüler’in Misafiriydi!.............................. 60 Etkinlik / LİSELİ GENÇ ÖNCÜLER DOĞA YÜRÜYÜŞÜNDE...................................................... 61 Soğuk Pencereden İstanbul / Ervanur ERDOĞAN............................................................ 62 Şiir / Seni hülyalıyorum gözlerimde - İstanbul / Zeynep TOPUZ....................................... 64

12 2 • Mayıs’15

Mayıs’15 • 3


KARANTİNA

KARANTİNA

Bizans Başkentinden İslam Başkentine:

İSTANBUL Necmettin HUNOĞLU

İ

stanbul’un fethi Devlet-i Âli Osman’ın kesin kuruluşunu sağlamıştır diyebiliriz. İstanbul’un alınmasıyla birlikte Osmanlı Devleti’nin Anadolu ve Rumeli topraklarının bağlantısı da sağlanmış oldu. Bizans İmparatorluğu’nun başkentini ele geçirip Bizans’ı tarih sahnesinden silmesi Fatih’in kendisini bir dünya imparatorluğunun sahibi olarak görmesini sağlamıştır. Bu inancı kendisini sürekli fetihlerde bulunmaya ve merkeziyetçi yönetimin temelini oluşturmaya yöneltmiştir. İstanbul’un fethi ile birlikte şüphesiz asıl fetih hareketi İstanbul’un bir İslam başkentine dönüştürülmesi olmuştur. Hızlı, planlı ve kararlı bir şekilde kısa süre içerisinde Bizans başkenti yerini bir İslam başkentine bırakmıştı. Sultan Mehmed

4 • Mayıs’15

şehre son saldırı emrini verirken askerlerine üç günlük yağma sözü verdi; şehri arazi ve binalarının kendisine yani devlet hazinesine ait olduğunu, geriye kalan taşınır mal, esirler ve erzakın hepsinin askere ganimet olduğunu ilan etti. İstanbul’u devletin merkezi yapmayı planlayan Fatih Sultan Mehmed şehrin daha fazla harap olmasını önlemek amacıyla 30 Mayıs 1453’te savaş halinin sona erdiğini ilan etti. Bu ilanla birlikte şehirde yağma sona ermiştir. 30 Mayıs’ta törenle şehre giren Fatih Sultan Mehmed binaları inceleyip limanı gezi, ardından Ayasofya’ya gitti ve kiliseyi şehrin “câmi-i kebîr”i ilan etti. Bundan sonra “tahtım İstanbul’dur” diyerek İstanbul’u devletin merkezi yaptı. 13 asır Doğu Raoma

İmparatorluğu’nun (Bizans) başkenti olan Konstantinopolis böylece bir İslam başkenti olmaya ilk adımı atıyordu. İstanbul’un tekrar iskan edilmesine büyük önem veren Fatih Sultan Mehmed, fetihten üç gün sonra aman ilan ederek kaçan halkın belirli bir süre içerisinde geri dönmesine izin verdi. Onlara kendi evlerinde oturabilecekleri, din ve ayinlerinde özgür oldukları duyuruldu ve patrik-

ler serbest bırakıldı; ev vermek ve vergiden muaf tutulmak yoluyla şehirde yerleşmeleri sağlandı; ayrıca tutsakların fidyelerini ödeyebilmeleri için inşaat ve onarım işlerinde çalışmalarına izin verildi. Bilindiği üzere şehrin kuşatılması esnasında şehir ahalisinden birçoğu şehri terk etmişti. Bir kısım halk ise ya yağma boyunca saklanmış yada Galata’ya kaçmıştı. İşte bu sonuncular, fidyesini ödeyen esirlerle birlikte fetih sonrası şehrin ilk

lik resmen ihya edildi. Fatih Sultan Mehmed Karışdıran Süleyman Bey’i 1500 yeniçeriyle birlikte şehrin subaşısı, Hızır Bey’i de kadı tayin etti. Ardından surların onarımını, Yaldızlıkapı’da (Altınkapı) bir iç hisar (Yedikule) ve şehrin merkezinde Beyazıt Meydanı’nda kendisi için bir saray yapılmasını emretti. Daha sonra Topkapı Sarayı’nın inşası ile burası Saray-ı Atîk-i Âmire adını alacaktır. Sultan Mehmed şehri yeniden nüfuslandırmak için kendine ait esirlerin beşte birini aileleriyle birlikte “şehir limanı kıyılarına” yani Haliç’e yerleştirdi; onlara ev vererek belli bir süre vergilerden muaf tuttu. Esirlerden fidyesini ödeyenler veya belirli bir süre içinde ödemeyi kabul eden-

Rum nüfusunu oluşturdu. 1455 yılında yapılan nüfus ve vergi sayımına göre bunların sayıları oldukça azdır, çoğu Müslümanlığı seçmiş görülmektedir. Padişahın verdiği aman Venediklileri kapsamıyordu. Ancak 18 Nisan 1454 tarihinde kapitülasyonla Venediklilere şehirde yerleşme ve ticaret yapma müsaadesi verildi. Şehrin tekrar nüfuslandırılmasında en önemli etken devletin çeşitli bölgelerinden İstanbul’a halkın sürülüp yerleştirilmesi olmuştur. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’dan ayrılmadan evvel Rumeli ve Anadolu’dan bir kısım varlıklı Müslüman, hıristiyan ve Yahudi ailelerin İstanbul’a gönderilmesini emreden fermanlar çıkardı. 1453 sonba-

Mayıs’15 • 5


KARANTİNA harında İstanbul’a dönen Fatih Sultan Mehmed, sürgünlere uyulmaması ve direniş sebebiyle iskanın çok yavaş ilerlediğini gördü. Bu konuda sert önlemlere başvurdu. Daha çok Rumlar’ı şehre çekmek için eskiden beri Latinler ve papaya karşı olan Yorgi Scholarius’un patrik seçilmesine izin verdi, bir beratla onu resmen patrik olarak tanıdı. (6 Ocak 1454) Fatih, 1455 sonbaharında İstanbul’u tekrar ziyaret ettiğinde surların onarıldığını, Yedikule ve sarayın tamamlanmış olduğunu gördü; fakat birçok Müslüman sürgünün harap şehri terk ettiğini öğrenince Anadolu ve Rumeli’ye emirler göndererek sürgün ailelerin vakit geçirilmeden İstanbul’a geri yollanmasını istedi. Fetihten sonra sayımda kayıtlı yirmi altı manastırdan sadece biri Rumlar tarafından kullanılmaktaydı; diğerleri ya boşaltılmış yada Müslüman göçmenlere iskan edilmişti. Eldeki sayım belgelerinde kırk iki kilise mevcuttu ve bunların çoğu manastırların içinde yer almaktaydı. Kiliselerden ikisi hala Rumlar’a aitti. Beş kilisede Müslüman göçmenler oturuyordu; bunlardan biri camiye çevrilmişti, diğerleri ise cemaat olmadığından harap bir haldeydi. Fetih sonrası İstanbul’un ilk ulu camisi Ayasofya idi. Ayasofya Camii ve Medresesi’nin yanı sıra Müslüman kullanımına geçen öteki Bizans dini binalarının vakıfları şöyle sıralanabilir: Zeyrek Kilise Camii ve Medresesi (Pantokrator), Arap Camii (Galata Camii, Saint Dominio), Silivri’deki hisarda bulunan cami, Eski İmaret Camii (St. Saviour Pantepoptes), Kalenderhane Mevlevi Tekkesi (II. Bayezid zamanında önce medreseye, daha sonra camiye çevrilmiştir). Fatih Camii ve Külliyesi ancak 1471 yılında tamamlanabilmişti. Bu tarihe kadar inşa edilmiş camilerin hepsi (Rumelihisarı Camii, Yeni Kervansaray/Çuhacı Hanı Camii, Yedikule’deki Debbağlar Mescidi, Yenice Kale/Anadoluhisarı) Ayasofya vakıflarına bağlanmıştı. 1457’de Sultan II. Mehmed, şehirde bulunan kullanılabilir durumdaki Bizans binalarını Ayasofya vakıflarına devretti. Bu Bizans binalarının dışında Fatih’in yeniden inşa ettirdiği cami külliyeleri, çarşılar, kapanlar, bedestenler şehre bir Osmanlı-İslam şehri alt yapısı sağlamıştır. Hiç şüphesiz şehirde ekonomik hayatı canlan-

6 • Mayıs’15

KARANTİNA dırma ve şehri nüfuslandırma için bu alt yapı gerekliydi. Halkın ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için Fatih Sultan Mehmed tarafından inşa ettirilen Büyük Çarşı ile (Kapalıçarşı) birlikte bedesten, Bodrum Kervansarayı, Tahtakalede’deki Eski Kervansaray, bedesten yakınlarındaki Yeni Kervansaray, Unkapanı, Tuz Ambarı, Mumhâne, Sabunhâne, Cenderehâne, Debbağhâne, Sellâhhâne, Boyahâne ve Muytaban Kârhanesi gibi gelir getirici ve yerleşimi özendirici iş merkezleri Ayasofya vakıflarına bağışlanmıştı. Bunlardan başka iki hamam, kırk altı kasap, kırk bir aşhâne, yirmi sekiz bozahâne ve fırınla şehrin çeşitli bölgelerinde 2000 kadar dükkan da Ayasofya’ya vakfedilmişti. Bu ticari-ekonomik tesislerin yanında Osmanlı İstanbul’unun imarında izlenen temel esas, Müslüman toplumun dinin gerekliliklerini rahatça yerine getirebilmesi ve bir Müslüman şehrinde yaşamanın kolaylıklarından faydalanabilmesi olmuştur. Ayasofya hükümdar ve halkın cülus ve Cuma namazında bir araya geldiği, padişahın halkın dilekçelerini ve şikayetlerini kabul ettiği, büyük dini ayinlerin yapıldığı ulu cami idi. Şehir hayatına destek olan ve oturanların refahını sağlayan ekonomik ve sosyal kurumlar ilk defa bu ulu caminin vakıfları olarak ortaya çıktı. Şehrin ilk idari birimini Ayasofya nahiyesi oluşturur. Öbür nahiyeler padişah veya vezirler tarafından inşa ettirilen külliyeler etrafında gelişirken, daha küçük yerleşim birimleri olan mahalleler ise küçük yerel mescidlerin etrafında gelişeceklerdir. Baştan itibaren İstanbul’a “mübarek bir İslam şehri, İslam başkenti” statüsü verilmeye çalışılmıştır. Fetihten hemen sonra şehrin kutsal bölgesi olan Eyüp, sahabeden Ebu Eyyüb el-Ensari’nin türbesi etrafında bir cami ve imaretin yapılmasıyla bu özelliğe tam anlamıyla kavuşmuş oldu. Osmanlı’nın sufi ve derviş şeyhlerine derin bağlılığı, birçok mahallenin bir velinin zaviye veya türbesinin etrafında ve onun ismiyle kurulmasına yol açmıştır. Şehrin “İslamileştirilmesi” çabaları için bir nokta da Fatih zamanından itibaren adının resmi yazılarda “İslambol” olarak kaydedildiğinin görülmesidir. Osmanlı İstanbul’unun yaşadığı yeniden inşa sürecinin, asıl itibariyle İslam’daki vakıf ve ima-

ret kurumlarına dayandığı söylenebilir. Bu tip külliyelerin inşası bazen özel bir bölgenin iskanını takip etmiştir. Bazı bölgeler ise ekonomik şartların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Daha küçük boyutlardaki mescitler, topluluğun önde gelen simaları, çoğunlukla da tüccar ve zanaatkarlar tarafından yaptırıldı. 17. Yüzyıl ortalarına ait bir listede İstanbul mahallelerinin camileri yaptıran kişilere göre verilen dökümünde, cami yaptıranların %65’nin yönetici sınıfa mensup olduğu görülmektedir. Sus sistemi, ambar, mezbaha gibi büyük şehirlerin ihtiyaç duyduğu birimler, caminin bir parçası olarak sultan tarafından yaptırıldı. 16. Yüzyılda sur içi İstanbul nüfusunun 250.000’e ulaşmasıyla birlikte, Osmanlılar şehrin su sistemini yeni kemerler ekleyerek geliştirdiler ve şehir içinde bir dağıtım sistemi kurdular. Cami yahut camiye benzer kompleks dini yapılar, şehir halkının buluşma yeriydi. Halk buralara sadece dini, siyasi ve kazai işlerini görmek için değil, aynı zamanda ticaret yapmak, eğlenmek ve eşi dostu görmek için de toplanırdı. Evliya Çelebi, Bayezid Camii etrafının dükkanlarla ve “ağaçların altında oturan ve alışveriş yapan

binlerce insanla” çevrili olduğunu söyler. Bedestan ve Kapalı Çarşı, Ayasofya Camii vakfına ait yerler olarak yaptırıldı. Kiralar, caminin ve diğer vakıf türü yerlerin idamesi için kullanılacaktı. Böylece vakıf sistemi sayesinde şehrin geliştirilmesine yönelik her tür çaba, Müslümanların iyiliği için yapılmış faaliyetler olarak yorumlanmaktaydı. Osmanlı İstanbul’unda gayrimüslimler içki ve domuz eti yasağından dolayı bu maddeleri Müslümanlara kesinlikle satamaz ve dükkanlarını Müslüman mahallelerinde açamazdı. Meyhaneler sadece Haliç’in öte tarafındaki Galata’da bulunur ve burası Müslümanlar tarafından bir “günah yeri” olarak görülürdü. İslamiyetteki mahremiyet esası şehirlerin oluşumunda da kendini göstermekteydi. İşte bu mahremiyet, ailevi ve dini hayatı kuşattığı gibi Osmanlı şehrinin, iskan ve ticaret bölgeleri diye ikiye ayrımını da açıklamaktadır. Osmanlı’da ticaret bölgesinde dini kimlik günlük hayata müdahale etmezdi. Müslimler ve gayrimüslimler birbirine karışmış haldedir; sadece yiyecek maddesi satan dükkanlar ayrıdır. Yerleşim bölgelerinde halk kurallara bağlıdır. Kendi dinlerinin ibadetlerini kendi topMayıs’15 • 7


KARANTİNA lumlarında ve ayrı veya “özel” mahallelerinde yerine getirirlerdi. Kural gereği her dini cemaat, yerleşim bölgesinde kendine ait özel bir yere mezarlığa sahiptir. Mahalleler, bir mescid, kilise veya sinagogun etrafında gelişir. Rum, Ermeni ve Yahudilere ait özel yerler vardır. Müslüman mahallelerin gayrimüslim mahallelerinden ayrılmasına hususi bir özen gösterilmiştir. Osmanlı bina ve sokak biçimleri, İslam hukukunun kural ve düzenlemelerine sıkı sıkıya bağlıydı. Buraların kontrolü, şehrin kadısıyla birlikte başmimar, şehremini ve su yolu nazırı gibi memurlara aitti. İtilaflar, nizamnamelere uygun olarak kadı ve son tahlilde şeriat hükümleri tarafından halledilirdi. Kural gereği gayrimüslimler, Müslümanların ibadet yerlerinin yanına inşaat yapamaz ve evlerini 6.82 metreden yani bir Müslüman’ın evinden daha fazla yükseltemezlerdi. Sonuç olarak 1453’ten 1481 Fatih Sultan Mehmed’in vefatına kadar geçen 28 yıllık kısa denilebilecek bu zaman zarfı içinde Konstantinopolis büyük bir fetihle “İSLAMBOL”a dönüştü. Şehrin ele geçirilmesiyle süratli şekilde burası bir İslam diyarı haline getirilmeye çalışıldı. Padişah,

8 • Mayıs’15

KARANTİNA vezirler, paşalar, şeyhler ve dervişler şehrin dört bir tarafını İslam mührüyle mühürlediler. Şehir kısa zaman içinde insanların daha rahat yaşayabileceği, daha rahat ibadet edebilecekleri bir hale dönüştü. 29 Mayıs 1453 öncesi çan seslerinin inlettiği Konstantinopolis’te artık her tarafı ezan sesi inletiyordu. Fetih işte şimdi gerçekleşiyordu. Tüm bu anlattığımız sürecin alt yapısını ise güçlü iman ve Allah’a sonsuz teslimiyet sağlamaktı. Bunun sonucunda sadece kendini değil yaşadığı şehri de Allah’ın kurallarıyla düzenleyen bir zihin asırlarca bu dine hizmet edecektir. Unutmamak gerekir ki, camiler, mescidler, bedestanlar, çarşılar, tekkeler, zaviyeler, külliyeler ve diğer tüm yapılar içerisi Allah’ın kurallarıyla donatılmadıkça hiçbir önem ifade etmezler. Bunun gerçekleşmesi içinde böyle bir neslin var olması gerekmektedir. İşte Osmanlı bu dine vermiş olduğu büyük hizmetlerde böyle nesilleri yetiştirerek bunu gerçekleştirmiştir. İşte bu fetih ve devamında gelen sayısız fetihler bu fikri alt yapıyla ve bu yolda verilen eğitimle gerçekleşmiştir. Bizlerin yapması gereken bu özü kavrayabilmektir. Ayasofya Camii’nde bir Cuma namazında buluşmak duasıyla…

Mayıs’15 • 9


Karantina

Karantina

Fatih Sultan Mehmed Mehmed Âli

İ

stanbul’un fethi ile “Fatih” adını alacak olan Sultan II. Mehmed 27 Receb 835 (30 Mart 1432) tarihinde Edirne’de doğmuştur. II. Murad’ın dördüncü oğludur. 1443 baharında iki lalası ile Edirne’den Manisa’ya vali gönderildiği bilinmektedir. Aynı yılın sonlarında ağabeyi Amasya valisi şehzade Alâeddin Ali Çelebi’nin vefatı üzerine tahtın tek varisi durumuna gelmiştir. 1444 yılında babasının tahtı kendisine bırakmasıyla Sultan Mehmed henüz 12 yaşındayken zor bir görevle karşı karşıya kaldı. Bu ilk taht çıkış beraberinde sıkıntıları da getirdi. Bu süreçte içeride isyanlar çıkarken toprak kayıpları da yaşandı. Balkanlar Macar etkisi kendini gösterdi. Tüm bu sıkıntıların yanında merkezde paşalar arasındaki anlaşmazlıklar da sıkıntıları arttırdı ve son olarak Hurufi ayaklanması ve Edirne’deki büyük yangın karışıklıkların son noktası oldu. Bu sürecin

10 • Mayıs’15

sonunda 12 yaşındaki Mehmed’in devlete hakim olmadığı düşüncesi ön plana çıkmıştı. En sonunda Çandarlı Halil Paşa ve taraftarları II. Murad’ı tekrar tahta geçirmeye girişimine kalkıştılar. Bu esnada Haçlı ordusu Osmanlı üzerine harekete geçmişti. Bu esnada II. Murad ordunun başına geçmiş ve Varna’da Haçlılarla karşı karşıya gelerek zafer kazanmıştır. Takvimler 1446’yı gösterdiğinde II. Murad tekrardan tahta geçiyor ve Mehmed Manisa’ya gönderiliyordu. Hiç şüphesiz bu yaşadıkları Mehmed’e tecrübe kazandırıyordu. Bu ikinci şehzadelik döneminde boş durmuyordu. Manisa’daki sarayından Venedik’e karşı gerçekleşen deniz seferini yönetmiştir. II. Kosova savaşında sağ kol komutanı olarak görev almıştır. 1450 yılında Dulkadiroğulları’ndan Sitti Hatun ile evlenmiş, ertesi yıl babasının ani vefatı ile tahta çıkmıştır. (18 Şubat 1451) Sultan Mehmed ikinci defa tahta çıkmasıyla artık İstanbul’un fethi için girişimlere başladı. İstanbul’u fethetmek için Bizans, Sırplar ve Karamanoğullarıyla barış yapmış ve kendisine engel olacak unsurları bertaraf etmeye çalışmıştır. Bu barış hamlesi sadece fetih hedefine odaklanmak ve başka şeylerle uğraşmamak için yapılmıştır. Bu süreçte Yeniçeriliği tekrardan örgütlemiştir. Macar topçu Urban’a Muaz-

zam büyüklükte toplar döktürmüştür. Dökülen bu toplar asırlardır nice kuşatmaları başarısız kılan Kostantinopolis surlarını yerle bir edecektir. Ayrıca fetih için önemli bir hamle de Anadolu Hisarı’nın karşısına Rumeli Hisarı’nın (Boğaz Kesen) yaptırılmasıdır. Bu hisar 4,5 ay gibi çok kısa bir zaman diliminde yapılmıştır. Bu hamle ile Bizans’a deniz yolu ile yardımı kesmek, Anadolu ve Rumeli arasında Osmanlı donanmasının rahat hareket etmesinin sağlanması amaçlanmıştır. Bu hazırlıkların ardından İmparator Konstantin’e Sultan II. Mehmed tarafından şehri teslim etmesine dair bir mektup gönderilmiştir. Fakat bu mektuba red cevabı verilmiş ve bu durum artık savaş şartlarının tamamen oluşmasını sağlamıştır. Osmanlı tarafında tüm bu hazırlıklar yapılırken Bizans’ta çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Batılı devletlere taviz vererek yardım almak istiyordu. Papalık ise yardımı bir şartla vereceğini ifade etmiştir. Ayasofya’da Katolikler ve Ortodoksların ortak ayin icra etmesi durumunda bu yardımın yapılacağı Bizans’a ifade edilmiştir. Papalığın bu şartı öne sürmesindeki asıl amaç İstanbul’u latinleştirmek ve burayı Roma’dan sonra Katolikliğin ikinci merkezi yapmaktı. Bizans çıkar yol bulamadığı için bu şartı kabul etmek zorunda kalmıştır. Ortak ayin gerçekleştirilir. Bu ayinin ardından

samimi Ortodokslar Ayasofya’nın artık kirlendiği gerekçesiyle Bizans imparatorunu ve Ortodoks patriğini protesto ettiler. Ve bugün fetih meselesi konuşulurken hep kullanılan “İstanbul’da Katolik Külahı görmektense Türk Sarığı görmek evladır” sözü işte tarihte bu dönemde dile getirilmiştir. Nisan ayında başlayan kuşatma 53 gün sürdü. Takvimler 29 Mayıs 1453’ü gösterdiğinde sabah 02:00 sularında o muazzam topların yerle bir ettiği surlardan Osmanlı ordusu şehre girdi. Bu yaşanılan 53 günlük uzun bir bekleyişin sonuydu ama aslında fetih daha yeni başlıyordu. Ele geçirilen şehir artık bir İslam Başkenti olmayı bekliyordu. İlk iş Ayasofya’nın camiye çevrilmesi oluyordu. Ardından Pantokrator Manastırı İstanbul’daki ilk İslami eğitim yuvası olarak Zeyrek Medreseliğine dönüşüyordu. İşte daha yeni başlayan fethi Prof. Halil İnalcık şöyle ifade ediyor: “Fetihten sonra padişah, Latin kilisesiyle birlik aleyhinde olan Lukas ve diğer Bizans soylularına karşı başlangıçta çok iyi muamele etti. Beyzâde esirleri fidye ile kendisini kurtardı. Şehrin boş kalmasını istemediğinden fidyesini veren veya belli bir zaman içinde geri dönen Rumlara şehirde yerleşme izni verdi; bunları vergi dışı bıraktı ve kendilerine evler tahsis etti. “Hums-i sultânî” olarak kendi payına düşen esirleri Haliç kenarında (Fener?) yerleştirdi ve onlara da evler verdi.”

Mayıs’15 • 11


Karantina

Karantina

Fatih’in Manevi Ordusu ve Çocukluk Defteri Abdullah Etka AYAN

F

atih unvanını taşıyan ve daha çok bu adla bilinen II. Mehmed, 30 Mart 1432 tarihinde Edirne’de doğdu. Babası II. Murad’ın dördüncü erkek evladı olup annesi Hüma Hatun’dur. İtalyan ressam Gentile Bellini’ye yaptırdığı portresi sayesinde gerçek yüzüyle tanınan Fatih, tarihçilere ve tarihçiliğe çok önem vermesi nedeni ile bütün dünyada kısa zamanda bir çok farklı yönden tanındı. Şehzade Mehmed babası zamanında itina ile yetiştirildi, dönemin gelenekleri doğrultusunda teorik ve pratik eğitim alması sağlandı. Türkçe, Arapça, Farsça, Yunanca ve Slavca olmak üzere, beş dil öğrendi. II. Mehmet aldığı eğitim sonucu birden çok alanda uzmanlık edindi. Edebiyata derin bir şekilde vakıf idi, din felsefesi meselelerine aşinalığı, coğrafya, matematik ve astronomi ilimlerine de özel bir alakası vardı. Muhtelif ilimleri tahsil için müte-

12 • Mayıs’15

hassıslarını kendisine hoca tayin ederdi. Bunlar, her gün belirli saatlerde gelip, kendisine ders okuturlardı.

Fatihin Hocaları

Şehzade Mehmed’in Ufukların Sultanı ve Fatihlerin Fatihi haline gelmesinde en az kendi emeği kadar emek sahibi olan kişiler özel olarak seçilen hocalarıdır. Molla Hüsrev, Molla Gürani, Hocazade, Hasan Samsuni ve Akşemseddin Fatih Sultan Mehmed’in hayatında kayda değer yere sahip olan kişilerdir. Fatih’i şehzadeliği boyunca yalnız bırakmayan Molla Hüsrev’in gerçek adı Muhammed bin Feramuz’du (Feramerz). Fıkıh alimi olan Molla Hüsrev, Sivas ile Tokat arasındaki Kargın köyünde doğdu. Babasının genç yaşta ölmesi yüzünden, eniştesi Hüsrev Bey’in yanında büyüdü. Bu sebeple Hüsrev kayını diye çağrılmaya başlan-

şitli medreselerde hocalık dı ve daha sonra Molla Hüsrev yaptı ve daha sonra Şehzaadıyla meşhur oldu.Tahsilini tade Mehmed’e İslami konumamladıktan sonra Edirne’de larda ders vermeye başladı. Şah Melik Medresesinde ve Ona Kur’an’ı ilk hatmettiren sonra da Çelebi Medresesinkişi oldu. Taviz vermeyen tavde öğretmenlik yaptı. Sultan rı ile hem Fatihin hem de II. İkinci Murad devrinde kazasMurat’ın saygısını kazandı. kerliğe tayin edildi. Daha sonra İstanbul fethedildikten sonra Şehzade Mehmed Manisa’ya Molla Hüsrev Fatih onu vezir yapmak istegönderildiğinde ilim adamladi fakat o kabul etmedi. 1480 rının çoğu, birer bahane ileri yılında Şeyhülislam oldu ve sürerek Manisa’ya gitmek issekiz yıl bu görevde devam ettemediklerinde Molla Hüsrev, tikten sonra 1488 yılında vefat kazaskerliğinden istifa ederek, etti. Molla Güranı bir tefsir ve Şehzade Mehmed ile birlikte Sahîh-i Buhârî’ye yazdığı bir Manisa’ya gitmeye karar verşerh de içinde olmak üzere 6 di. Şehzade Mehmed onun büyük eser yazmıştır. vazifesine devam etmesini isFatih’in kendine tayin ettiği tedi fakat Molla Hüsrev yine öğretmenlerden olan Hocade Şehzade Mehmed’i yalnız Molla Gürani zade (Mustafa) ise Bursa’da bırakmadı ve Manisa’ya gittikdoğup çeşitli zorluklarla tahlerinde Şehzade Mehmed’e bir silini tamamladıktan sonra II. çok ders verdi. Murat tarafından önce KesŞehzade Mehmed tahta getelli Kadılığına, sonra da Burçip İstanbul’u fethedince Molsa’daki Esediyye Medresesi’ne la Hüsrev de İstanbul’a geldi. müderris olarak tayin edildi. İstanbul’da Galata ve Üsküdar Sultan Mehmed tahta geçkadılıklarına tayin edildi. Bu tikten sonra, Hocazade namı arada Ayasofya öğretmenliğini yayılıp İstanbul’a gelince, onu de yürüttü. Bursa’ya gidip bir Akşemsettin kendisine hoca olarak tayin medrese kurarak ilim öğretetti ve Edirne kazaskeri yaptı. mekle meşgul olduğu sırada, Mustafa Hocazade, Fatih vefat Fatih Sultan Mehmed tarafından 1460 yılında Şeyhülislamlığa tayin edildi. Molla Hüsrev, yirmi edene kadar çeşitli görevlerde bulundu, Edirne sene boyunca bu görevi yürüttü ve 1480 sene- ve İznik’te müftülük yaptı. Daha sonra Sultan II. sinde İstanbul’da vefat etti. Hayatını ilim öğret- Bâyezîd döneminde, sağ eli ve iki bacağı felç halmek ve yazmakla geçiren Molla Hüsrev’in birçok de göreve devam etti, bu halde bir kitap yazdı ve kıymetli eseri vardır. Dürer-ül-Hükkâm fî Şerh-i 1488 yılında vefat etti. Hâşiye-i Şerh-i Mevâkıf ve Gurer-il-Ahkâm bunların başında gelir. (Fıkıh ile Hâşiye-i Şerh-i Hidayet-ül Hikme en önemli eserilgili olan, sık sık başvurulan bu en önemli eseri, lerindendir. Samsun’a yerleşik oldukları için Samsuni nabütün Osmanlı medreselerinde yorumlamaları mıyla tanınan Hasan Samsuni ise âlim bir ailenin ile birlikte okutulmuştur) Bir diğer önemli şahsiyet Molla Gürani, 1410 ferdiydi. 1320’lerde Buhara’dan kalkıp Samsun’a yılında Diyarbakır ili yakınlarında doğdu. Kü- göç etmiş bir aileye mensuptu. Hasan Samsuni, çük yaşlarda hafız oldu, ilim yolunda Erzurum, İstanbul’un fethi sonrası Semân medresesinde Bağdat, Şam ve Kahire’yi dolaştı ve sonunda müderrislik, Fatih Sultan Mehmed’e de İslam İstanbul’a geldi. Burada II. Murat ile tanıştı. Çe- bilimleri konusunda hocalık yaptı. İstanbul’u Mayıs’15 • 13


Karantina Türkleştirmek için iskan politikası yürüten Fatih, Hasan Samsuni’nin tavsiyeleri üzerine Samsun ve çevresinden de çok sayıda insanı İstanbul’a getirtti. Hasan Samsuni Ayrıca İstanbul kadılığı ve kazaskerlik görevlerinde de bulundu. 1476 yılında vefat etti. Fıkıh, hadis, kelâm ve belâgat üzerine çok sayıda eser yazdı. İstanbul’un manevi fatihi diye de anılan, Hacı Bayram Veli’nin müridi ve ünlü İslam büyüğü Akşemseddin (Mehmet Şemseddin) ise 1389 yılında şuan İskilip’e bağlı olan Evlik köyünde doğdu. Saçının ve sakalının beyaz olması ve beyaz elbiseler giymesinden dolayı ‘Akşeyh’ veya ‘Akşemseddin’ adlarıyla tanındı. Bazı el yazmalarında soyu Hazret-i Ebu Bekir’e kadar ulaşan

14 • Mayıs’15

Karantina Akşemseddin, küçük yaşlardan itibaren bilime ve sanata karşı ilgi duydu. İlk tahsilini babasının yanında gördü ve yedi yaşında hafız oldu. Medrese öğrenimini Hacı Bayram-ı Veli’nin yanında tamamladıktan sonra seçkin bilginler arasında yerini aldı. Üstün zekası ve anlayışı, yılmak bilmeyen çalışma gücüyle kendini kitaplara adadı. Başta İslami bilimler olmak üzere tıp, astronomi, biyoloji ve matematikte de zamanının ünlülerinden oldu. Uzun yıllar Osmanlı medreselerinde çalışarak yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Araştırmaları sonucunda tıp ile ilgili Türkçe yazdığı Maddetül Hayat ve Arapça yazdığı Hall-i Müşkilât ve tasavvuf ile ilgili yazdığı Risalet-ün Nuriye adlı kitaplar, bilinen ünlü eserleridir.

İlmi konulardaki önemli başarılardan sonra tasavvuf konusunda da ağırlığını gösteren Akşeyh, II. Murat’ın isteğiyle Fatih Sultan Mehmet’in hocalığına tayin edildi. İstanbul’un fethi sırasında Akşemseddin, çocukları, öğrencileri ve müritleriyle birlikte fetih ordusuna katıldı. Büyük yararlılıklar gösterdi, genç sultanı teşvik ederek zaferin kazanılmasında önemli katkılarda bulundu. Fethin en önemli günlerinde Ebu Eyyûb’el Ensarî’nin kabrini bularak –ki bu olay bazı tarihçilere göre önceden belirlenmiş, kasıtlı ve stratejik bir hamle olarak görülmektedir- ordunun maneviyatını güçlendirdi. Savaştan sonra Fatih Sultan Mehmet ile İstanbul’a girişleri şöyle anlatılmaktadır: ‘’Beyaz atına binmiş, ordusunun önünde giren Fatih Sultan Mehmet, yanında onu yetiştiren Akşemseddin, Molla Hüsrev ve Molla Gürani ile İstanbul’a giriyor. Türk Ordusunu karşılayan şehir halkı yol boyunca dizilmiş, ellerindeki çiçek demetlerini padişaha sunmak için yaklaşıyor. Şehir ahalisi, beyaz sakalıyla, ağır duruşuyla Akşemseddin’i padişah sanıp çiçekleri ona sunmaya çalışıyorlar. Akşemseddin atını geri çekip göz ucuyla Fatih’i göstererek: “Sultan Mehmet odur, çiçekleri ona veriniz”, demek istiyor. Fatih Sultan Mehmet, çiçeklerle kendisine doğru yürümeye başlayanlara hocası Akşemseddin’i göstererek: “Gidiniz, çiçekleri gene ona veriniz. Sultan Mehmet benim, ama o, benim hocamdır” diyor.’’ Akşemseddin, fetihten sonra, Fatih Sultan Mehmed’in ısrarına rağmen İstanbul’da kalmak istemedi, inzivaya çekildi ve yetmiş yaşında Göynük’te vefat etti.

Fatihin Çocukluk Defteri Fatih

Sultan

şehzadeliği

Mehmed’in

boyunca

aldığı

eğitimi, hocalarını ve ufkunu incelememize

yardımcı

olan bir diğer şey, Sultan II. Abdülhamid

Han’ın

emriyle

saray

mücellithanesinde

ciltlenip,

bakımı

yapılıp,

Hazine-i

Hümayuna

konan

çocukluk

defteridir.

Defterin

Fatih’in babası Sultan II. Murad Han döneminde İtalya’dan getirilen kağıtlardan yapıldığı kesindir. 180 sayfadan fazla olan defterde Şehzade Mehmet hem resme olan kabiliyetini hem de insanlar üzerinde yaptığı gözlemleri göstermektedir. Defterde defalarca tekrarladığı ‘’Mehmet bin Murat Han’’ şeklindeki tuğra denemelerinde ‘’El Muzaffer Daima’’ ibaresi dikkat çekmektedir. Fatih, yaptığı kartal, baykuş, leylek gibi hayvan çizimlerinin yanında perspektif kullanarak, dönemin saray erkanından insanları, hocalarını ve kendisine yabancı dil öğreten kişileri de çizmiştir. Ayrıca defterde bir çok çiçek motifi yer almakta, Türkçe, Yunanca ve Farsça dillerinde de yazı denemeleri bulunmaktadır.

Mayıs’15 • 15


Karantina

Karantina

Fatih Cami ve Külliyesi

Fatih ve Eğitim Kübra TUNCAY ANKARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ

14.

asır başlarında küçük ve mütevazı bir beylik olarak kurulan Osmanlı iki asır sonra cihan hakimiyeti kuran bir devlet haline gelmiştir. Çadırdan saraya uzanan bu serüvende Osmanlı sultanları bir yandan sınırlarını genişletmeye çalışırken diğer yandan da eğitim ve kültür faaliyetlerini sürdürmekteydi. Bu eğitim ve kültür alanına verilen önemi ilk başta Orhan Gazi’nin daha sonra diğer sultanların yapmış olduğu kurumsallaşma faaliyetlerinden anlamamız mümkündür zira yapılan bu faaliyetler böyle bir anlayışın açık bir tezahürüdür. Biz bu sayımızda içinde bulunduğumuz ay itibariyle de Fatih Sultan Mehmet’in eğitime verdiği önem ve din adamları ile olan münasebetlerine değineceğiz. Yükselme döneminin belki de en önemli ismi olup çağ açıp çağ kapatan hükümdarı Sultan ikinci Mehmet Han dönemine geldiğimizde eğitim ve kültür faaliyetlerinin zirve de olduğunu görüyoruz. Bu dönemde devletin merkezi Doğu-Batı arsında geçiş merkezi olarak kabul edilen bir eğitim ve kültür merkezi olması hasebiyle pek çok ilim adamının da uğrak noktası olan İstanbul’dur.

16 • Mayıs’15

Baktığımız zaman Osmanlı medreselerinde bu döneme kadar hep dini ilimlerin okutulduğunu görmekteyiz. Fakat Fatih dönemi ile birlikte medreselerin muhtevasında önemli bir değişiklik olmuş ve dini eğitimin yanında birde müspet ilimler dediğimiz matematik, astronomi, felsefe gibi bilimler okutulmaya başlanmıştır. Böylece Maarif Teşkilatının temelleri ilk olarak Fatih döneminde atılmıştır. Fatih Sultan Mehmet’in ilme bu kadar önem vermesinin altında dönemin en kaliteli hocalarından eğitim alması, onların derin ilmine olan saygısı da etkili olmuştur. Zira O şehzadeliği döneminde hocalarından istifade etmeye başlamıştır. İlk olarak Molla Gürani onun Lalalığını yapmıştır. Molla Gürani Mısır’da yetişmiş, çok iyi eğitim almış, fıkıh, tefsir ve hadis alanının ehli olmuş ve Fatih döneminin önemli isimlerinden biri haline gelmiştir. Fatih in yetişmesinde önemli rol oynayan Molla Gürani’dir. Bunun yanında Sultan Mehmet teknik ilimlere karşı da oldukça ilgiliydi. Teknik ilimlere karşı olan merakı onun ilerde İstanbul’un fethini gerçekleştirmesinde etkili olmuştur. Fatih kudretli bir asker olduğu

kadar geniş görüşlü bir fikir adamıdır. Şehzadeliği ve padişahlığı sırasında fıkıhta Molla Hüsrev, tefsirde Molla Gürani, matematik de Ali Kuşçu, kelam ve felsefe de Hocazade ve Ali Tusi gibi ilim adamlarından dersler almıştır. Yine Fatih ünlü hocası Akşemseddin hakkında ona duyduğu saygı ve heyecanı anlatmak şöyle der ‘’Bu Pir’e hürmetim ihtiyarsızdır. Yanında heyecanlanırım ellerim titrer. Diğer şeyhlerin ise benim karşımda elleri titrer.’’ İlme ve alimlere çok değer veren Fatih in sarayında ‘Huzur sohbetleri’ yapılırdı. Padişahın huzurunda yapılan bu sohbetler münazara niteliği taşırdı. Alimler herhangi bir konuyu tartışırlar, divan üyeleri ve padişah onları izler delilleri en kuvvetli olup münazarayı kazanana hediyeler takdim edilirdi. Fatih İstanbul medreselerini dünyanın seçkin medreseleri konumuna getirmek için çaba harcamış ve Doğu ve Batı’dan pek çok ilim adamını İstanbul’a davet etmiştir. Mesela Ali Kuşçu bu önemli isimlerden birisidir. Bunun yanında İstanbul’un fethinden sonra Batı‘da meydana gelecek olan Rönesans’ın oluşumunda İstanbul’un kültürel durumunun büyük etkisi vardır zira Avrupa’ya kaçan düşünürler Osmanlı kültür ve medeniyetinden etkilenerek orada Rönesans hareketinin başlamasında etkili olmuşlardır. Bu dönemin önemli eğitim kurumlarının başında Sahn-ı Seman Medreseleri gelir. İstanbul’un ilk yüksek öğretim kurumu olan Sahn-ı Seman Medreseleri üniversite manasın-

Ayasofya Medresesi

da Osmanlı ve dünya tarihinde bilinen en eski eğitim müessesesidir. Bu medreselerin yönetmeliği ve müfredatı bizzat Ali Kuşçu tarafından tertip edilmiştir. Hülasa; fatih Sultan Mehmet aldığı ilim doğrultusunda ilmin değerini bilen önemli bir şahsiyettir. Onun döneminde pek çok eğitim kurumunda –Sıbyan mekteplerinden medreselere, medreselerden Enderunlara- yenilikler yapılmıştır. Yeni eğitim kurumları açılmış, var olan eğitim kurumlarında düzenlemeler yapılmıştır. Devletin merkezi aynı zamanda bir eğitim merkezi haline gelmiş, Batı bu medeniyet sayesinde karanlık çağından kurtulup yenilik hareketlerine girişmiştir.

Sahnı Seman Medresesi

Mayıs’15 • 17


Karantina

Karantina

İstanbul’un Fethi ve Filmlerin Fetihe Bakışı Talha ULUKIR Yıldız Teknik Üniversitesi Mühendislik Fakültesi

İ

stanbul’un fethi tarihi düzlemde tartışmalara konu olduğu kadar sinema düzleminde de her yeni filmle beraber tartışmaları açan bir konu olarak yer kaplıyor. Seneler geçtikçe bu konu ile ilgili filmler artarken tartışmalara da yenileri ekleniyor haliyle. Hangi dönemde olursa olsun, çekildeği yıllar içerisindeki en pahalı yapım/yapımlardan olması/olmaları konunun önemsenmesi açısından mutlu etse de, genel anlamda bakıldığında sonuçlar o kadar da başarılı olmuyor malesef. Yüksek ücretli prodüksiyonların ve post-prodüksiyonların arkasında güçlü bir hikaye olmayınca yavan, çelimsiz bir filmden öteye geçilemiyor. Bu konu ile ilgili Film Arası Dergisi Yayın Yönetmeni Suat Köçer’in Erzurum Atatürk Üniversitesi’ndeki söyleşisinde şöyle bir sözü vardır: ‘Sadece Osmanlı’yı varsaysak 800 yıllık bir tarihe sahibiz. Tabirimi mazur

görün ama nice savaş, trajedi, kahramanlık ve acılarla dolu devasa bir tarihi geçmişe rağmen adam gibi bir tarih filmimiz yok. Kemal Tahir’e “Türk sinemacılar neden tarih filmi çekemiyorlar?” diye sorulduğunda, sinemacılarımız tarihten ne anlar” cevabını vermiş. Ne yazık ki haklı bir tespit. Bu işin sadece parayla yapılabileceği görüşü asla doğru bir görüş değil. Sadece topu taca atmaktır bu. Çünkü tarih ciddi bir iştir. Tarihi okumak da bir kültürdür. Ayrı bir düşünsel birikim ve emek gerektirir. Tarih filmi yapmak demek kronolojiyi görsel tekrar yapak demek değildir. Bir kahraman, dönem veya olay üzerinden tarihi yorumlamak, ortaya bir tavır, iddia koymak demektir. Ne yazık ki sinemamız bunu yapmaktan çok uzak.’₁ Suat Köçer’in bahsetmiş olduğu bu durum tarih filmlerinin/tarihi filmlerinin tümünde görülmekle beraber, konu İstanbul’un fethi olunca kendini daha da açık ediyor.

Sinemamızın genel sıkıntılarından biri olan senaryo konusu yine burada kendini gösteriyor ve her yeni film bu konuda başarısızlıktan öteye gidemiyor. Yönetmenlerimiz/ Yapımcılarımız Hollywood kalitesinde filmler üretme kaygısını güderken olaya sadece yüzeysel olarak yaklaşıp teknolojik yenilikler ile bunu sağlayabileceklerine inanıyor, oysa –kimileri tarafından kabul edilmese de- Hollywood’un yıllar yılı inşa ettiği senaryo ve ilk zamanlar için konuşacak olursak özgünlük kısmına hiçbir zaman inmiyorlar. Bazı yapımlarda olaya akıcılık katmak için belirli bir karakter üzerine yoğunlaşıp, onun maceraları etrafında fethi anlatmaya çalışsa da bu yapımlarda da genellikle özel hayat üzerinde fazla durulup fetih ikinci, belki üçüncü plana itiliyor. Böyle filmlerle özellikle son zamanlarda çekilen örneklerde karşılaşıyoruz. Filmin üreticileri açısından bu bir mecburiyet olarak görülse de –çünkü televizyon kültürüne ve onun entrika dolu senaryolarına alışık azımsanmayacak bir kitle var- başka bir yöntem denenmeden bu konuda başarıya ulaşmak çok da mümkün değil malesef. Cumhuriyetin ilk yıllarında belirlenen, hala da açık bir şekilde varlığını koruyan tarih algısının ürünü olan filmlere uzun bir süre maruz kalırken günümüzde de tek derdi bu algıya ‘anti’ olmak olan filmlere maruz kalıyoruz. Tarihsel olaylara ideolojik bir bakışla –ötesine geçmek mümkün olsa keşke- yaklaşan ülkemiz insanı yine ürettiği filmlerde bu kalıpları kırmakta sınıfta kalıyor. Yeni Şafak, 22 Kasım 2014, http://www.yenisafak.com.tr/hayat/sinemacilarimiz-tarihle-barisik-degil-2027960 Filmlere ve sinemaya Sovyet Rusya ve Hitler zamanındaki Almanya gibi bir ‘silah’ olarak değil de bunun bir sanat olduğu, içerisinde naif esintiler barındıran, gerçeklikle bağının gerçeğin gerçekle bağından farklı olduğu şeklinde bir bakış ile çözüm ancak mümkün olur.

İlk’ten Son’a Fetih İstanbul’un Fethi / 1951 Ocak 1951’de vizyona giren film, Türk sinemasının ilk büyük prodüksiyonu kabul ediliyor. O yıllarda bir film 20-30 bin liraya çekilirken, İstanbul’un Fethi, 90 bin liraya çekilmiş. Filme Genelkurmay destek vermiş. Savaş sahnelerinde askerler kullanılmış. Film daha sonra tekrar seslendirilip renk18 • Mayıs’15

lendirilerek 1970’lerde yeniden gösterime girmiş. 1953 yılının fethin 500. yılı olması nedeniyle filmin yapımına Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti de katkı sağlamıştır. Filmin 1970’lerde gösterime girdiğinde nasıl karşılandığı da meçhul. Ama fethin yıl dönümlerinde özellikle 1980’lerde TRT’de sürekli gösterilen yapımın, zaman içeresinde unutulması da ayrıca düşündürücü.

Fetih 1453 / 2012 Fetih 1453, İstanbul’un Fethi’ni konu alan ve Ulubatlı Hasan’ın hayat hikâyesi çevresinde kurgulanan Türk yapımı, geniş bütçeli bir sinema filmi. Filmin hazırlık ve çekim süreci bir kaç yılı buldu. Recep İvedik filmlerinin yapımcısı Faruk Aksoy, bu kazançlı seriden elde ettiği maddi kaynakla Fetih 1453’ü çekti. Film, ‘büyük prodüksiyon’ örneği olarak sinema tarihimizdeki yerini aldı. Film, Hollywood usulü bir anlatımla kotarılsa da, Bizanslılar söz konusu olunca, 1970’lerdeki tarihi Türk filmlerden kalma hamasi yaklaşım birden ortaya çıkıveriyor. İlk dört günde 1.4 milyon kişinin izlenen filme aşırı ilgi gösterildiği söylenebilir. Filmde yaratılan görsel atmosfer başarılı bulunurken, senaryosunun vasat olduğu izleyenlerin ortak eleştirisi olarak yer alıyor. Milliyetçi söylemin dozunun iyi ayarlanamadığı da bir diğer eleştiri.

Son Bakış Eldeki iki film örneğine bakıldığında ve aradaki belgesel/kurmaca filmler incelendiğinde Türkiye Sinemasının büyük bir tekerrür ve devinimde olduğu kolayca anlaşılıyor. Basmakalıp hikayeler, aktarım tarzları ve senaryolar belirli zaman aralıkları ile –bu Türkiye genelinde 2 veya 3 yılda bire tekabül ediyor- tekrardan ısıtılıp seyircinin önüne konuluyor. Sinemamızın içinde bulunduğu bu çıkmazdan kurtulması ancak –tabiri caizse- risk alacak yönetmen ve senaristlerle mümkün olabilir. Belirli kalıpları kırmanın yanı sıra ortaya tarihi gerçekliği anlatırken insanlarda estetik olarak da tatmin yaratacak bir işe imza atmak gerek çünkü. Mayıs’15 • 19


Karantina

Karantina

Ayasofya Asım Ebrar YILDIZ

Fatih Gelenbevi Anadolu Lisesi

Yapılışı ve Camiye Dönüştürülmesi

A

yasofya (Hagia Sophia) Hıristiyan üçlemesinin ikinci unsuru ‘’oğul’’un bir vasfı olarak, putperest mabetlerin yerine ahşap çatılı bir bazilika biçiminde, II. Konstantius (317-361) döneminde inşa edildi ve 15 Şubat 360’da açıldı. Kilise ilk açılışından sonra 20 Haziran 404’te yandı, II. Theodosius (401-450) tarafından 415’te tekrar açıldı. Daha sonra Nika (Zafer) ayaklanması denilen İmparator Justinianos (527-560) aleyhine çıkan ihtilalde ikinci kez yanan kilise şimdiki yapı halinde yeni baştan inşa edilip 27 Aralık 537 günü bir kez daha açıldı.1

20 • Mayıs’15

Ayasofya, İstanbul’un 1453’te fethinin ardından fetih yolu ile alınan her yerde uygulanan usul gereğince camiye çevrildi. Türk geleneklerinde savaştan önce teslim ol çağrısını kabul eden yerlerdeki kiliselere dokunulmaması, kılıçla alınan beldedeki en büyük kilisenin ise cami yapılması adettendi. Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmet Han Ayasofya’nın tahribini önledi ve İstanbul’daki ilk Cuma namazını Ayasofya’da kıldırdı. Fatih, Ayasofya’ya tahsis ettiği vakıf ve yanına yaptırdığı medrese ile buranın imar sistemini başlatmış oldu ve eklemeler soyundan gelen padişahlar ile devam ettirildi. Osmanlı, her daim Ayasofya Cami-i Kebir’ine hürmet etti ve Ayasofya’nın

içinde bulundurduğu manayı bir mekandan öte şekilde ruh halinde kavradı. Bu sebeple bütün Türk şehirlerinde yapılan Ulu Camii İstanbul’da yapılmadı ve bu görevi 1934’te camilikten çıkarılıncaya dek 480 yıl boyunca Ayasofya sürdürdü. Fatihin Ayasofya Vakfiyeleri Fatih Sultan Mehmed Han Ayasofya’yı cami yaptıktan sonra iki adet vakfiye kaleme aldırdı. Bunlardan birincisi Türkçe olması ve genel konuları içermesi sebebi ile Asıl Ayasofya Vakfiyesi olarak bilinir. İkinci vakfiye ise Arapça olup Ayasofya çevresi ile ilgili konuları içermektedir. 1463 senesi tarihli Asıl Ayasofya Vakfiyesi şu ifadelerle başlar:

‘’Fetihten sonra Sultan-ı Azam, fethedilen beldede bulunan çok sayıda kiliseyi tevâb’i ile birlikte... şer’-i şerife uygun ve sahih bir tarzda vakıf yapmıştır. Bu hayra tahsis edilen yerlerden biri, Konstantiniyye beldesinin içinde bulunan, saltanat için ibka olunan Kal’a-i Sultaniyye-i Cedide’ye yakın yerde bulunan ve çok büyük ilahi teyitlere desteklenmiş olan Konstantiniyye fatihinin manevî gölgesinde, yüksek meziyetler ve mevhibelerle çepeçevre sarılan Ayasofya diye isimlendirilen nefis kilisedir...’’ Fatih bu metnin sonunda Ayasofya’nın vakfiyesini iptal etmek isteyenleri şöyle uyarır: Mayıs’15 • 21


Karantina

‘’Kim, Allah’ın Kitab’ına ve Resullah’ın Sünneti’ne muhalefet ederse, Allah ve Resulü’nün haram kıldığını helalleştirmeye çalışırsa, Müslüman kardeşinin vakıflarını bozmaya, hayırlarını tahrip etmeye ve hasenatını iptal eylemeye gayret gösterirse ve mü’minin hayır müesseselerini işlevsiz hale getirmeye taarruz ederse, artık Allah gazabı ile dönmüş olur; son durağı ve oturağı Cehennem’dir; Cehennem Ne kötü bir varılacak yerdir.’’ Arapça Vakfiye ise vakfın korunmasını amaçlayan meşhur ve daha sert ifadelerle doludur: ‘’Kim ki bâtıl gerekçelerle bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya vakfın değiştirilmesi ve iptali için gayret gösterirse, vakfın ortadan kalkmasına veya maksat ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun. Ebediyyen cehennemde kalsınlar, onların azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebediyyen merhamet olunmasın.’’2

22 • Mayıs’15

Karantina Bu vakfiyelerde de belirtildiği gibi Ayasofya Fatih Sultan Mehmed’in vakfıdır. Türkiye Cumhuriyetinin kayıtlarında da Fatihin üzerine kayıtlıdır. Müze kararı veya bu vakfın herhangi bir şekilde değiştirilmesi hem iç yasalarımıza hem de uluslararası vakıf hukukuna aykırıdır. Öte yandan İstanbul fethedildiğinde Ayasofya Patrikhanenin kilisesi değildir. Fatih Sultan Mehmed Han İslam savaş hukuku gereğince fethedilen beldenin bir mabedini camiye çevirmemiştir. Ayasofya’nın mülkiyeti imparatora ait olup Bizans Sarayı ile aynı statüdedir. Fatih bu nedenle Ayasofya ve çevresini kamulaştırıp kendi üzerine tapu ettirmiştir. Sultan İkinci Abdülhamid Han devri 10 Temmuz 1894’te gerçekleşen ‘’büyük hareket-i arz’’ diye adlandırılan ve Rumi 1310 yılına rast geldiğinden ötürü halk arasında ‘’1310 zelzelesi’’ diye de bilinen İstanbul depreminde Ayasofya’daki yarım kubbeler ile tonozlardaki sıvalardan büyük parçalar mozaiklerle birlikte düştü, cami uzun bir süre kapalı kaldı. Karışıklık dönemleri ve 1. Dünya Savaşının ardından Amerikalı arkeolog Thomas Whittemore (1871-1950) 1931’de Ayasofya’nın mozaiklerini meydana çıkarmak üzere izin aldı ve 1932’de çalışmalara başladı. Sıvalar kazınmaya başlanınca öncelikle kıymetli halılar tozlanmaması gerekçesiyle toplandı. 1 Şubat 1935’te çalışmaların bir kısmı tamamlandı ve çalışmaların

Müze Haline Getirilmesi Ve Sahte Kararname

tamamlandığı yerler ibadete kapalı şekilde müze olarak ziyaretçilere açıldı. Böylelikle Ayasofya fiilen cami olmaktan çıkarılmış oldu. Bizans’tan kalma mozaikleri çıkarma çalışmaları devam etti ve sonrasında 2. Dünya Savaşının patlak vermesinden dolayı Ayasofya 1945’e kadar depo olarak kullanıldı. 1945 yılında Türkiye Cumhuriyetinde yeni hükumet iş başı yaptı ve nihayet 1947’de, Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel cumhuriyet dönemi kararları ile ilgili bir broşür yayınladı. Bu broşürün içinde malum Ayosafya kararnamesi de bulunuyordu. 24 Kasım 1934 tarihli Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilmesi ile ilgili olan kararnamede reisicumhur sıfatı ile Atatürk’ün henüz Atatürk olmadan Atatürk soyadı ile imzası bulunmaktadır. Ve dahası bu imza önceleri hiç görülmemiş ve sonraları hiç görülmeyecek şekilde: ‘’K.Atatürk’’ a harfi büyük olarak yazılmıştır. Gazi Mustafa Kemal 27 kasım 1934 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 2587 numaralı kanunla Atatürk soyadını almış ve bu kanunun 2. Maddesinden anlaşılacağı üzere (Bu kanun neşri tarihinden muteberdir.) ancak 27 Kasım’dan itibaren Atatürk soy ismini ve imzasını kullanabilmiştir. Oysaki Ayasofya kararnamesi 24 Kasım tarihlidir ve bundan dolayı imzayı Mustafa Kemal atmış olsun ya da olmasın hukuken geçerli değildir. Kararnameyi gayrimeşru kılan bir diğer sebep imzanın atış şeklidir. Mustafa Kemal 27 Kasım öncesi ‘’Gazi M. Kemal’’ 27 Kasım sonrası ise ‘’K.atatürk’’ şeklinde imza atmıştır. Bu belgedeki

imzanın taklit olduğu ise açıktır. Aynı şekilde başvekil sıfatı ile İnönü’nün de imzası yanlıştır. Normalde ‘’İ.İnönü’’ şeklinde iken burada ‘’İnönü’’ şeklinde görülmektedir. Bu belki İsmet İnönü’nün dikkatsizliğine verilebilir fakat muhtemeldir ki Atatürk’ün imzası ölümünden sonra atılmıştır. Kararnameyi geçersiz kılan bir diğer sebep de aslının halen bulunamıyor olmasıdır. Belgenin orijinalinin yok edilip kopyasının yayınlanmasının nedeni ise açıktır. Zira İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğüne bağlı herhangi bir laboratuvarda reisicumhur yazısının altındaki imzanın Atatürk’e ait olmadığı kesin olarak tespit edilecekti ve bundan dolayı orijinal sayfa yok edildi. Atatürk’ün bu belgeyi imzalamayışının sebebi ise burada da ‘’ezan formülü’’nün uygulanmak istenmesindendir. Laik bir devletin ezanı değiştiren bir kanun çıkarmasındaki saçmalığı fark eden Mustafa Kemal’in bu işi Diyanet İşleri Başkanlığının genelgesi ile yaptığını biliyoruz. Ayrıca bu kararname Resmi Gazete’de de hiçbir şekilde yayınlanmamıştır. Ve işin bir garip tarafı daha bu kararnameden iki gün önceki başka bir kararname 1606 sayısını taşırken iki gün sonraki Ayasofya Kararnamesi 1589 sayısını taşımaktadır. Özetle Ayasofya Camii’nin aslı bulunamayan bir kararname ile oldu-bittiye kurban edildiği görülmektedir. Mayıs’15 • 23


Karantina

Karantina

! ı d l ı ç A

Ayasofya Açılacak Ayasofya elbetteki tek İslam mabedi değildir. Onun camilikten çıkarılması Müslümanlığın ortadan kaldırılması mânasına gelmez. Fakat Ayasofya’nın İslam-Türk aleminde fethin, fatihin mabedi olarak bambaşka bir yeri vardır.3 İşte Ayasofya’yı kapalı tutan zihniyet bu bambaşka yerin, mânanın, ve mekan ve de madde içinde ruhun canlanmasını istemediği için kapalı tutmaktadır. Bu zihniyet Ayasofya’yı kapatmak ile; annelerimizin cennet kokulu başörtüsünü sarhoş kusmuğuna bez olarak kullanmayı, Hazreti Peygamberimiz Azimüşşan’ın ahlakını bırakıp yerine Paris’in dünya çapındaki şabane kerhanesinin ahlakını almayı, milli kültürümüzü çöplüğe ve milli iktisadımızı tımarhaneye çevirmeyi, zekamızı maymunlaştırmayı ve dahi kalbimizi kısırlaştırmayı, Türk’ün öz ruhunu sözde kendi eli ile adı Türk, küfür tip insanların vasıtası ile müzeye kaldırmayı ve içine de İslam Destanının gömülmesini tercih etmişlerdir.4 Çünkü mânada İstanbul’daki bütün camilerin kapatılması ile sadece Ayasofya Cami-i Kebir’inin kapatılması birdir çünkü onlar ruhlarını Ayasofya’da bulurlar. Ayasofya, yalnızca bir mabet değildir. Eski Bizans başkenti ve yeni tekbir yuvası ve de yeni İslam başkenti İstanbul’un ruhudur, başıdır ve bambaşkadır. 24 • Mayıs’15

Ayasofya İslam şehrinde ‘’bismillah’’tır. Her hayrın başı, mevcudatımızın lisan-ı hali, dilimizden düşürmediğimiz duamız, tükenmez bir kuvvet ve bitmek bilmez bir berekettir. Ve bizim lisan-ı halimiz, Ayasofya Camii’nin kilitleri kemâl ile kırılmadan, Allahu Ekber sadâları yeniden yükselmeye başlamadan gerçekten bağımsız hale gelmeyecektir. Şüphe yok ki bu gerçekleşecektir. Bunu önce mânada Fatihin torunları ve sonra aksiyonda fetih nesli gerçekleştirecektir. Bundan Türk’ün bu vatandaki varlığının geleceğinden kaygı duyanlar emin olamayabilirler. Fakat inananlar ve sabredenler bilirler ki: Saç tellerimiz sayısınca başımız olsa ve her gün bunlardan biri kesilse, Özgürlüğümüz elimizden alınsa ve bir kafese kapatılsa, Hafızamız silinse, benliğimiz unutturulsa ve dahi Defter-i Büşra yok edilse, Müjdeler olsun, müjdeler olsun! Açılacak Ayasofya! Kaleme ve yazdıklarına ant olsun ki...

www. g enconculer .com

Dipnotlar 1 Semavi Eyice, Ayasofya Camii Albümü, Derin Tarih Kültür Yayınları. 2 Ahmet Akgündüz, Derin Tarih Dergisi, Sayı 3, Haziran 2012, Ayasofya Neden Tekrar Cami Yapılmalıdır, s. 34-35. 3 Osman Yüksel Serdengeçti, Ayasofya Davası, Derin Tarih Kültür Yayınları, İstanbul Aralık 2013, s. 18 4 Necip Fazıl Kısakürek’in Ayasofya Konferansından çıkarımlar yapılmıştır. Bkz. https://www.youtube.com/watch?v=7Fhx-INXhfo

Mayıs’15 • 25


İslam Dünyası

İslam Dünyası

Suriye Ümmetin Sınavı;

Abdulvahab YILDIRIM

N

e çok ölüm var coğrafyamda.. Ne çok acı. Yahu kaç anne daha evladının cansız bedenine sarılıp göz yaşı dökecek? Kaç evlat daha anne diye ağlayacak? Kaç baba yitip gidecek... Şerefimiz, namusumuz daha ne kadar çiğnenecek? Daha ne kadar Peygambere dokunulacak? Bilmiyorum, bunu düşünmek bile istemiyorum. Bir kurtuluş yolu arıyorum bazen ama nafile. Kime neyi anlatacağım ki? Bak kardeşim ölüyoruz, öldürülüyoruz ve öldürüyoruz. Birimize mazlum dediler, bir diğerimize asî, bir diğerine ise harici. Evet ölen biziz öldüren biz. Suriye’den bahsediyorum, ölümlerin sadece rakamsal değer olduğu Suriye. Unutulan, göz yumulan, sırt dönülen Suriye... Ne çektin be Suriye, Ümmetin sessizliğinden ne çektin. Bunca sessizliğe, ihanete ve fitneye rağmen 5 yılını doldurdu Haleb’in çocuklarının zalime olan isyanı. İsyan hemde ne isyan. Canlarıyla, mallarıyla, isyan gibi isyan. Ne yiğitler çıktı, ne yiğitler can verdi, can aldı. Ne yiğit analar çıktı “bir değil beş oğlumda feda olsun” diye haykıran. Ne çocuklar çıktı, aç olan karınlarına rağmen zalimin gönderdiği yemekleri reddeden, açlığı ile ders veren.. Beyler, böylesi bir isyana şahit olmak her kula nasip olmaz. Bu isyanı tribünden izlemek ise hiç olmaz, bize yakışmaz. Bak Halep sana gelmiş.. Komşun olmuş, el uzatmış. Gayrı uzat elini, okşa yetimin başını, sahiplen. Ensar ol. Yaşadığı mahalleye bomba düşen ve kaldırıldığı hastanede muayene için kesilmesi gerekilen

26 • Mayıs’15

eşofmanının, kesilmemesi için ağlayan kız çocuğu için ensar ol. Evet kardeşim, bastıramadıkları bu şerefli isyanı fitne ile bitirmeye çalıştılar. Ama Humus’ta gördüler, döktükleri fitne tohumunun yeşermediğini. Kuruyup gittiğini. Öyleyse bize ne oluyor? Rahat yataklarımızdaki bizlere ne oluyor? Halep’te, Humus’ta yeşermeyen fitne tohumu burada nasıl meyve verecek hale geliyor? Bu ağaç neden taşlanmıyor? Bu isyan ümmetin izzeti, şerefi ve namusu. Saygı duyun, inanın ve sahiplenin. Çünkü benim bu isyana bu kadar saygımın olmasının sebebi inançları ve samimiyetleri olmuştu... Savaşın 3.yılında Suriye’deydim, orada insanlarla görüşüp ihtiyaç listeleri hazırlıyordum. Haleb’ten çok sevdiğim bir ağabey ile bir araya gelmiştim, bana ihtiyaçlarını söylüyordu, bende hızlıca yazmaya çalışıyordum, liste uzayıp gitti.. Sonra durdu ve bana; “kefen istiyoruz” dedi. Yazarken çok zorlanmıştım. Belkide yazdığım en ağır şeydi. Ölüleri için bizden kefen isteyen bu yiğitlere sırt dönüp görmezden gelene veyl olsun. Veyl olsun direnişe fitne bulaştırana. Veyl olsun siyasi çıkar peşinde koşanlara. Veyl olsun İran’a, Hizbullah’a. Veyl olsun susanlara. Kardeşim, Suriye bir sınav kağıdı ümmetin önünde, isteyen bu kağıdı doldurur teslim eder isteyen ise buruşturup atar. Vesselam... Mayıs’15 • 27


Atölye

Atölye

ISLAM DEVLETI HILAFET MEVZUU Dücane DEMİRTAŞ Boğaziçi Üniversitesi- Tarih Lisans Öğrencisi

H

er hangi bir dini tarihsel sürecin kurumları ve kavramları maalesef onu inceleyen kişilerin eğilimlerine göre tahrif edilebilmekte. Bu tahrif bazen fark edilmeden tamamen olumlu ve faydalı gerekçelerle kimi zamansa maksatlı olabilmekte. Fakat her iki tahlilin nihayeti o dinin anlatmak istediğinden ve olduğundan farklı olarak kişilerin ondan onun tarihsel ve sosyolojik gerçekliklerine bakmaksızın ne anladığına evirilmekte. Üzerinden yüzlerce yıl geçen ve ilksel muhataplarıyla canlı bağlantısının yerini belirsiz muhataplarla kuru ve metinsel ilişkiye bırakan dinsel kurum ve kavramlar üzerinde yorum yapmak, ucu açık bir konu ve yorumcunun insafına bırakılmış bir yöntemdir ki bunun nihayetinde birbirlerine zıt iki grup dahi kendi varlıklarına deliller ortaya koyabilmekte. Bu yüzden dinler ve kurumları üzerindeki şu temel prensip bizce önemlidir ki herhangi bir dinin herhangi bir konu hakkında tam olarak ne demek istediği mutlak surette onun ilksel muhataplarının ondan ne anladığıdır, bizim ne anladığımız değil. Böylesi kaynaklara sahip değilsek yahut elimizdeki

28 • Mayıs’15

kaynakların objektifliği hakkında şüphe içindeysek o halde ikincil doğrulama kriteri bizce tarihsel ve sosyolojik bulguların ışığında araştırılan kurum ya da kavramın o tarih ve mekân kıskacında ne ifade ettiği hakkında yapılacak sübjektif yorumlardır ki bu her zaman kusursuz bir sonuç vermeyebilir. Dini kurum ve kavramların yorumcularını bizce üç grupta değerlendirmek mümkün. Bunlardan ilki mensup olduğu dinin savunucusu konumunda hinterlandı mevcut dinin mensupları olan, nesnellik gayesi gütmeyen, amacı mevcut dinin mükemmelliğini ve kurumlarının evrenselliğini ispatlamak olanlar; ikincisi dönemin hakim ideolojisinin etkisi altında bulabildiği her şeyi ideolojisinin aracı haline getirip mevcut ideolojinin bilimsel meşruiyetini ispatlama amacı güdenler; ve son olarak da kendi tarihselliği içinde o dinin ne olduğu ve ne anlatmak istediğini onun ilksel bağlamında ele alıp değerlendirenler. Hiç kuşkusuz diğer ikisini yanında üçüncü gruptakiler daha doğru bir amaç üzere olsalar da materyal eksikliği ve güvenirliliği sebebiyle kusursuz bir sonuca ulaştıkları söylenemez. Ne ki

vardıkları sonuçlar kıyas edildiğinde tarihsel okumacılığın diğerlerinin üzerinde sahih bir amaçlılığı olduğu daha muteber gözüküyor. Her ne kadar bugüne dek tarihselci okuma kurumları belirli zaman ve mekanlara hapsettiğine dair haksız bir ithamla karşı karşıya kalsa da bu refleksin her resmi dini söylemin muhatapları tarafından seslendirildiği de unutulmamalıdır. Söyleminin mevcut dinin coğrafyası ve mensuplarıyla sınırlı kalan araştırmalar gaye bakımından o dinin ihyası, mükemmelliği ve evrenselliğine odaklı olduğundan mevcut hinterlant dışında itibar beklentisi içinde değildirler. Bunun yanında bu tür söylemlerin işgal edilmiş toprakların siyasal otoriteleriyle birlikte yabancı güçlere mağlup düşmüş teolojilerden olması da ilgi çekicidir. Bu sayede ezilmişlik ve yenilgi duygusuna karşı resmi dini söylem altın çağının ütopyasını (asr-ı saadet) her felaket ve yıkım devrinde olduğu gibi yeniden ortaya koyar ve mevcut yenilgiyi de her yenilgi başında olduğu gibi kendi oluşturduğu eskatoloji (kıyamet) de yerine yerleştirir. Bu sırada aslında pek de yeni olmayan bir çıkış olarak mevcut dinin tarihsel kurumlarının ne denli faziletlere sahip olduğu ve yeniden dirilmenin ancak mevcut dinin bu kurumlarıyla gerçekleşebileceği düşüncesi doğar ve en radikal reform arzuları bile bu kurumların yeniden ihyasının bir parçası olmaktan öteye geçemez. Böylesi bir mevcut dini söylem dinamik koşullara belirli zaman ve mekan perspektifinden sabit olarak bakar ve güncel sorunlara sahici çözümler üretemez. Öncelikle şunu belirtelim ki eleştirimizin konusunun objektifliği çoğu zaman bizi resmi dini söylemin müdavimliğinden muhalifliğine itebilir bu yüzden değerlendirmemizin kriteri mutlak manada tarihi sosyolojik gerçekliklerin oluşturduğu arka plan ve zaman mekan üstü evrensel değerler olan vahiydir. Değerli kardeşimin yazısından seçtiğim kısımları gerekçelendirilmiş bir şekilde notlar halinde aktarmaya çaba gösterdim. Değerlendirmelerim eleştiriye açık, diğer kardeşlerim tarafından düzeltilip tamamlanmaya muhtaçtır. 1-Kuranın ve sünnetin yönetim usullerinden bir kısmını belirlediği doğrudur fakat yönetim biçimini ve şeklini belirlediği söylenemez.1 Zira Kuranın kıssalarını anlattığı bazı hükümdar peygamberlerin örneklerinden de anlaşılacağı üzere herhangi bir yönetim biçimi hem islamidir hem İslami değildir. Bu aslen İslamın herhangi bir yönetimin biçimiyle

değil onların tebaaları üzerinde iyi ya da kötü rol oynayan usul ve esaslarıyla ilgili olduğunu gösterir. Çünkü tarih ve mekan değiştikçe insanların farklılaşan kültür ve algılarına göre yönetim biçimlerinin de değişmesi zorunludur. Bunun yanında yönetim biçimleri her ne kadar kusursuz olursa olsun bu onların toplumlar için adalet ve eşitlik temeline dayandığını ispatlamaz. Yönetim biçimlerinin ahlakilikleri nötrdür, iyi ya da kötü denemezler. Değişen coğrafya, kültür, ekonomik yapı ve zaman içinde farklılaşırlar. Fakat iyi ya da kötü olan rejimler değil yöneticiler ve onların davranışlarıdır. Örneğin demokrasi saltanat rejimiyle biçim olarak kıyaslandığında daha muteberdir lakin bu onun doğasının her zaman toplum için faydalı olduğunu göstermez. Zira nice saltanatlar vardır ki özellikle son yüzyıl demokrasisinin sebep olduğu zulümlerin yanında ütopya olarak dahi anılabilir. İlk madde için çıkarılacak sonuç şudur ki İslam ne zorlama tevillerin sonucu olarak demokrasiyi ne de tarihin herhangi bir döneminde Müslümanlar tarafından şekillenmiş halifelik kurumunu yönetim biçimi olarak sunar. İslamın mutlak surette derdi sosyal adalet ve hukukun azami ölçüde hissedilebilir olmasıdır buysa yönetim biçimi değil esasları ve usulleri sorunudur. 2-Eğer hilafet “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmek ve İslam ümmetinin vahdeti” gibi iki umdeye bağlıysa denilebilir ki İslam tarihinde böyle bir şey görülmemiştir. Diğer yandan Allahın indirdiğiyle hükmetmek cümlesi muallâktadır çünkü bugün bile görüldüğü üzere birbirleriyle zıt grup ve mezhepler ılımlılık ya da radikallik üstünden Allahın indirdiğiyle hükmetme sloganını dalgalandırabilmekte. Yönetimde Allahın indirdiğiyle hükmetmek sadece ceza ya da miras hukukuyla ilgili değilse hilafet kurumu için bunun kapsamı izaha muhtaçtır. Eğer İslam şeraiti dediğimiz hukuku uygulamış ve isminin önünde halifelik sıfatı olan nice kurumları bu unvana layık göreceksek bu durumda da İslam tarihinde aksine bir uygulama zaten bulunamaz. . Bugünde görüleceği üzere kendi yaptığını “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmek olarak nitelemeyen ne bir cemaat ne bir mezhep vardır.Vahdet mevzuuna gelince bu değerlendirme şu sorulara cevap vermelidir; Peygamber dönemi İslam toplumunu oluşturan etnik, dinsel, siyasal ve ekonomik farklılıklar ile 11., 12., 19. veya 21.yüzyılın İslam toplumunun etnik,dinsel, siyasal ve ekonomik farklılıklar ne deMayıs’15 • 29


Atölye rece birbirine benzerdir ki hilafetin mahiyeti bu değişimlere karşı aynı kalabilsin, aynı şekilde kiminle ve nasıl vahdet soruları her yüzyılın başında İslam coğrafyasının değişen koşullarına göre olumlu yahut olumsuz olarak farklılaşmakta yani hilafet İslami bir yönetim biçimiyse içinde bulunduğumuz şu şartlarda nasıl tezahür eder yahut neden özellikle son asırda “aslında ne olduğu” ya da “ faziletlerinin yeni yeni keşfedildiği” konuşulmakta. Bunların yanında daha derin başka bir problem var ki o da İslam ümmetiyle ilgilidir. Bugün gerçekten İslam ümmeti var mıdır ki vahdeti olabilsin. Dindaşlarının bebelerinin kanlarına ve kadınlarının ırzlarına geçmekten gocunmayan, birbirlerine karşı düşmanlarıyla bile ittifak yapan birbirlerinin camilerini bombalayan ve birbirlerini yurtlarından çıkaran ümmet , Kurani sıfatlara göre ehli kitaba denk gelir ki ehli kitabın vahdeti olamaz. Bu kötümser yaklaşım maalesef İslam’ın altın çağı denen Endülüs, Abbasi, Babür ve Osmanlı egemenlikleri içinde geçerlidir. Eğer denildiği üzere hilafetin meşruiyeti ümmetin vahdetiyse varlığı saydığımız gerekçelerden dolayı hiçbir zaman gerçekçi olmamıştır. 3- İslam devleti üzerine “hilafet bir rejimdir, nizamdır, sistemdir; halife de o rejimin sistemin nizamın başkanıdır” ya da “hilafet ve imamet , o İslamın biricik ideolojisidir” gibi kavramları sloganlaştırıp bayraklandırmak yerine hilafetin insanlara ne vaat ettiğini izah etmek, tasvirini kolaylaştıran daha belirgin bir faktör olacaktır. Yönetim biçimlerinin farklılıkları toplumların daha iyi nasıl yönetilecekleri üzerineyse doğru rejimden değil doğru yönetmekten bahsetmek bize daha makul gözükmekte bu da doğal olarak şu sonuca vardırır ki saltanat rejiminde adil bir yönetim İslami olabildiği gibi demokraside de adil bir yönetim İslami nitelik taşıyabilir. İslam toplumu hilafetin değil yönetimde adaletin yokluğunu çekmesine rağmen maalesef sürekli olarak böylesi kavramsal çatışmaların sonu gelmez hengâmelerinin kurbanı olmuştur. Kuran’da geçen istişare kavramı zannedildiği gibi bir yönetim biçimi değil usulüdür ki uygulaması tüm rejimler için aynı zamanda makuldür. Nihai olarak şu denilebilir ki hilafet İslam’ın yönetim biçimi değildir zira İslam’ın bir yönetim biçimi değil usulü vardır ve bu usul tüm rejimlerde kendisine doğal karşılık bulabilir. İslamın temel gayesi insanlar kendilerini neyle yönetirlerse yönetsinler adalet ve hukuka dayalı 30 • Mayıs’15

Atölye yönetsinler ilkesidir ve bunun için de hilafet kurumu dün kaçınılmaz olmamıştır ve bugünde değildir. 4-Nisa suresi 60.ayetteki “tağut” kelimesi makalede ima edildiği gibi altında yaşamak için kafir bir yönetim biçimi ya da rejimi ya da şahsı değil Medine dönemi Yahudilerin liderlerinden Ka’b bin Eşref yahut kahin Ebu Burde el-Eslemi’yi işaret etmektedir.2 Olaysa ihtilafa düşülen bir mevzu da münafıkların bilinçli olarak peygamberi değil de şeytan kişilikli bu insanları hakem olarak tercih etmeleridir ve ayetin bağlamı 58.ayetten 78.ayete kadar devam etmektedir. Diğer yandan Şura suresi 37. ayetten 39. ayete dek müminlerin sıfatlarından bahsetmekte ve “ortaya mevzularda istişare yaptıkları” 38.ayette söylenmekte fakat ne öncesinde ne sonrasında herhangi bir yönetim biçimi tasvir edilmemekte. Ve aynı şekilde Ali İmran 139’da daUhud yenilgisinden sonra peygambere daha önce toplum ve yönetimle ilgili işlerde yapageldiği gibi müminlere danışma davranışına devam etmesi istenmekte. Sonuç olarak mezkur ayetlerin hiç biri bir yönetim biçimini tasvir etmemekte. 4- Eğer metinde denildiği gibi hilafeti bir yönetim biçimi olarak ele alırsak bir başka noktaysa onun yönetimle ilgili kurumlarının muammada olmasıdır. Coğrafya genişledikçe yönetimde ithal edilerek elde edilen nice kurum ve kavramlar hilafet için hangi konumdadırlar ya da hilafetin bizzat kendisinin oluşturduğu diğerlerine alternatif kurumlardan bahsedilebilir mi? Eğer hilafet bir rejimse ürettiği kurumlar nelerdir mesela hilafet denilince devlet yönetiminde İran’dan ithal divanlar mı yoksa 19-20. yüzyıl Osmanlı’sının İngiliz Fransız kamaralarından devşirdiği meclis usulleri mi aklımıza gelmeli? Ekonomide yahut sosyal hayatta hangi sistem hilafet rejiminin ürünüdür? Allah kitabında hilafet diye bir yönetim biçimi tayin edip de onun hukuk kaidelerin mi elli küsür hüküm ayetiyle belirlemiştir? Eğer söylenildiği gibi hilafet bir rejimse o halde onun kurumlarının ne olduğuna dair bir iz bulunmamaktadır. 5- Saltanat-hilafet ilişkisi İslam coğrafyasındaki tüm beldelerde vazgeçilmez bir ilişki olmuştur. Aksi örnekler dört halifeyle kısıtlıdır ki bununla beraber onların seçimleri bile İslam dünyasında hala ihtilaf konusudur. Hilafetin zorla ele geçirilmesi iktidarın meşruiyeti için menfiyse o halde yine İslam tarihi boyunca müspet bir uygulamadan bahsetmek söz konusu olamaz. Zira hilafet konu-

sunda son dönem İslamcıların idealizminin aksine halifenin şurayla seçildiğini söylemek İslam tarihi gerçeklikleriyle bağdaşmamakta. Daha önce denildiği gibi 4 halifenin seçimi de bu konu da ihtilaflıdır. Hz. Ebubekir ensardan bir grubun peygamberin vefatından hemen sonra yönetici tayin etmek üzereyken alelacele bir müdahaleyle seçilmiş, Hz. Ömer Ebubekir tarafından önerilerek, Hz. Osman ise Hz. Ömer’in belirlediği dört-beş sahabe grubu tarafından seçilmiştir. Bu da gösterir ki hem dört halifenin üçünde hem de sonrasında hilafetin şura sonucuyla olduğunu söylemek aslında son yüzyılın demokratik normları karşısında eziklik psikolojisine kapılmaktan başka bir şey değildir. Burada biz bir şeyin doğru ya da yanlışlığından değil tarih içindeki gerçekliğinden bahsettiğimiz için tevile ihtiyacımız yoktur. Şura ile seçim konusunda ileri sürülebilecek tek örnek ilk üç halifedir ki denildiği gibi onların da seçimi sübjektif ve ihtilaf konusudur. Çünkü ortada yöneticiyi belirleyecek bir yönetim biçimi yoktur ve doğal olarak Arap kültür ve sosyal yapısının öngördüğü usullerle bu iş yapılmıştır. 6- İslam dünyasında halifelik kurumunun özellikle Emevi ve zayıflayan Abbasi iktidarı sırasında bir güç devşirme ve meşruiyet elde etme kaynağı olduğu kuşkusuz. Bununla birlikte zannedildiği gibi ümmetin vahdetine değil çoğu zaman siyasal Sünni-şii ayrımına sebep olageldiği de aşikar. Osmanlı sultanlarının halifeliğin İslam ümmeti üzerindeki sorumluluğunu devletin çökmek üzere olduğu 19.asrın son çeyreğinde Abdülhamidle ve ondan sonra farkına vardıkları ve doğal olarak da İslam ümmetinin ömrünün sonuna değin babalık göremedikleri bir kuruma karşı ölümle cebelleştiği bir vakitte hatrı sayılır bir tepki vermemeleri hatırlanırsa hilafetin İslam ümmeti üzerindeki etkisinin siyasal bir sembolden öteye geçemediği görülür. Sonuç olarak denilebilir ki hilafet gibi Allahın insanlara önerdiği ve benimsettiği bir yönetim biçimi yoktur. Olumlu olsun olumsuz olsun tarihi ve sosyolojik gerçeklikler, kültür ve ekonomik yapı insanları farklı yönetim biçimlerini uygulamaya iter; kurumlar değişken ve dinamik fakat Allahın hangi rejim olursa olsun insanlardan istediği şey sabittir: adalet. Aranan İslami yönetim biçimi ne idealist Müslümanların hilafeti ne de demokrasidir o adaletin kendisiyle hakim olup hukukun çiğnenmediği yeryüzündeki en iptidai ilkel bir yönetim biçimi bile olabilir.

Hilafet ile ilgili tartışmalar özellikle İslam dünyasında siyasal islamla mağlup olan resmi dini söylemin kıyamete kadar sürecek çözümsüz meselelerindendir. Maalesef İslam dünyası eline geçirdiği bir çok imkanı çözümsüzlüğünde ittifak edilmiş mevzularda heba etmektedir. Öyle ki Türkiye’deki siyasal iktidarın meşruiyeti bile bir çok ağır İslamcı ağabeyimiz tarafından hilafet, biat, şura gibi terimler üzerinden hala tartışılmakta bununla beraber Erdoğan’ın sırtını İslamcılara değil de halka yaslaması daha anlaşılır olmakta. Ve bize göre bu yakın tarihte siyasetteki en İslami eğilim denilebilir. Hilafet ile ilgili tartışmalar özellikle İslam dünyasında siyasal islamla mağlup olan resmi dini söylemin kıyamete kadar sürecek çözümsüz meselelerindendir. Maalesef İslam dünyası eline geçirdiği bir çok imkanı çözümsüzlüğünde ittifak edilmiş mevzularda heba etmektedir. Öyle ki Türkiye’deki siyasal iktidarın meşruiyeti bile bir çok ağır İslamcı ağabeyimiz tarafından hilafet, biat, şura gibi terimler üzerinden hala tartışılmakta bununla beraber Erdoğan’ın sırtını İslamcılara değil de halka yaslaması daha anlaşılır olmakta. Ve bize göre bu yakın tarihte siyasetteki en İslami eğilim denilebilir. YazIsından yararlandığım değerli Ali Tarık kardeşime ve farklı fikirleri olgunlukla karşılayan genç öncüler dergisine selam ederim. Dipnotlar Burada popüler olarak bazı İslamcıların ağzında dolaştığı gibi kuranın anayasal bir nitelik taşımadığını ve bunun onun eksikliğinden değil onun işlevinin farklılığının maalesef anlaşılamamasından kaynaklandığını belirtmeliyim ki zira Kuranın böyle bir maksadı yoktur fakat çağın söylemlerine karşı ateşli karşı çıkma gayreti içindeki bazı Müslümanlar çaresizce böyle bir söyleme sığındılar. Kuranın cezai hükümlerinin bile o dönemde karşılaşıldığı oranda oluştuklarını bilmelerine rağmen elli küsür hüküm ayetinin çağların tüm sorunlarına yetecek şekilde cevap arz ettiklerini söylediler fakat ilginç olarak bu kesimin son yüzyılda ortaya çıkan normlara karşı da bir mahcubiyet içinde olduğu gözüküyor ki sürekli olarak özellikle batıya karşı “İslam’ın ne olmadığı” konusunda izahat içindeler. 2 Mustafa Öztürk, Kuran-ı Kerim Meali sy.124 dipnot 116 1

Mayıs’15 • 31


Gündem

Gündem

Demirtaş Ne Yapmaya Çalışıyor? Furkan GENÇOĞLU İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi

Ç

oğu zaman bu barış süreci denilen olayın hatrına sussak, yutkunsakta bazı noktalara şerh düşmek elzem bir hal alabiliyor. Selahattin Demirtaş namı diyar SILHO* (uçakta 6-7 ekimde ağır yaralanan amcamızın ifadesiyle) son günlerce hatta şöyle diyelim 6-7 ekimde yarattığı travmanın altında kalışından sonra içi doldurulmayan, kof, toplumda karşılık bulmayan SoL tipi jargonu iyiden iyiye içselleştirmiş ve barajı aşmak, sanat ve gazeteci mafyasına hoş görünmek adına mesajlarındaki saldırgan, saygısız tutumu giderek artırmaktadır. Bu ülkede SoL söylemi çok fazla dikkate almadığım için genelde bu tip saldırgan, nefret dolu ifadeleri görmezden gelirim. Öylesine algıda seçici davranırım ki okulda kızıl şebbiha afişlerini dahi çoğu zaman gözlerim algılamaz. Fakat Demirtaş’ın sözcüsü olduğu gelenekle bir masa etrafında buluşmuş olmamız ve bu geleneğin toplumda daha ciddi bir karşılığı olması hasebiyle Demirtaş’ın sözlerini ilgiye değer bulurum. Ürettiği siyasal aktivizm ile RTE’den sonra muhalefet liderlerini geçerek ülkede ikincil politik figür derecesine erişen Demirtaş son zamanlarda medyanın (tıpkı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ilk CHP genel başkanı olduğu günlerde olduğu gibi) PR çalışmasıyla görünürlüğünü epey artırdı. Ekranlarda artık daha sık karşımıza çıkıyor. Bu TÜSİAD sermayesinin kontrolünde olan medyanın Demirtaş’ın ürettiği siyasal aktivizme değer verdiğinin, beklenti içerisinde olduğunun bir göstergesi. Bugün Demirtaş’ın bir sözü gözüme ilişti sosyal medyada. Diyor ki sevgili SILHO “Bütün ortadoğu diktatörleri gitmemek için ülkesini ateşe verdi. Bu da aynı durumda.” RTE için “ORTADOĞU TİPİ DİKTATÖR” tanımlamasını yakıştırmış. İşleyen bir parlementer demokrasisi bulunan ve meşru seçimlerin yapılabildiği nadir Ortadoğu devletlerinden biri olan Türkiye’nin son on yıldır liderliğini yü-

32 • Mayıs’15

rüten RTE’ye daha önce belli saiklerden dolayı genelde ANAYASAL DİKTATÖR yakıştırması kullanılırdı. Bu ifade tevile açık bir kavramdı çünkü parlementer demokrasiye getirilen eleştiriler çerçevesinde değerlendirildiğinde bu kavrama yönelik bir meşruiyet alanı sağlanabiliyordu. Peki Demirtaş’ın ARAP BAHARI ile ilişkilendirip RTE’yi Ortadoğu diktatörüne benzetmesinin ve otoriterliğini meşru olmayan iktidarını korumak için pekiştirdiğini iddaa etmesini gelin inceleyelim. RTE kabul edilsin veya edilmesin demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş ve dokuz seçimi üst üste kazanmış, belediye başkanlığından, hapishaneye, hapishaneden başbakanlığa, başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına kadar gelinen süreçte, sandıktan çıkan sonuçlara göre belli mevkilere gelebilmiştir. Ve girdiği her seçimde karşısında farklı adaylar çıkmıştır. Hatta kazandığı ilk seçimleri ciddi bir medya baskısı ve karartması altında kazanmıştır. Çünkü kendi medyasını oluşturacak bir güce o gün için sahip olamamıştır. Bu anlamda batı demokrasilerini “siyasal meşruiyet” için baz alacak olursak kendisi ulaştığı makamlarda son derece meşrudur. En az Merkel kadar, Obama kadar, Çipras kadar meşrudur. RTE seçim sisteminin ve parlementer demokrasinin işlediği pek çok ülke gibi belli bir blok ile iyi geçinerek, yakın zamana kadar varlığını sürdürdü ve sağlamlaştırdı. AB uyum yasalarını geçirmesi, Amerika ve NATO ile geçmişten gelen stratejik ortaklıkları belli aksamalar olsa dahi sürdürmeye gayret göstermesi, neoliberal ekonomik politikalar inşa etmesi gibi. Bu onun iktidarının meşruiyetini sorgulamaya açmaz elbette. Eğer bu faktörler iktidarların meşruiyetlerini sorguya açabiliyorsa o zaman tüm dünyadaki iktidarların meşruiyeti tartışmaya açılması lazımdır ki bu sistem ile ilgili bir sorunsaldır. Gelelim Demirtaş’ın RTE ile eş tuttuğu Ortadoğu

diktatörlüklerine. Hüsnü Mübarek örneği mesela. 1981 yılında Enver Sedat’ın suikastle öldürülmesinden sonra Ulusal Demokratik Partisi liderliğine seçilen Mübarek 87,93,99 ve 2005’de yapılan seçimlerde absürd oy oranlarıyla devlet başkanı seçildi. Seçimlere muhalif unsurların katılması yasaktı. Göstermelik seçimlerde Mübarek genelde %90 küsür oylarla seçiliyordu. Beşşar Esad örneğine gelirsek bir aile hanedanlığı olan Esad hanedanlığının Hafız Esad öldükten sonra başa gelen lideri. Babasından görevi devralan Esad Suriye’de %12’lik bir popülasyonu olan Arap Alevilerinden. Ülkede göstermelik komedi seçimleri yapılıyor. Sünni burjuva ile uyum halinde çalışan Esad bu seçimlerden yüzde doksan-doksanbeş oy alarak bu tiyatroya paydaşlık ediyor. Suud bildiğimiz gibi Krallıkla yönetiliyor. İran’da Hamaney’in istemediği bir ismin seçime katılması mümkün değil. 2009 seçimlerinden beri muhalif liderler ev hapsinde tutuluyor. Yani anlayacağınız ruhban faşizmi hakim. Biraz kuzeye açılalım yine Azerbaycanda aile hanedanlığı hakim. Tunus, Libya, Yemen gibi ülkelerde malumunuz. Peki Türkiye’de %10 seçim barajı dışında Ortadoğu tipi bir kısıtlama ve yok sayma görebiliyormusunuz? İsteyen istediği partiyi kurup istediği seçime giremiyor mu? Tüm partiler gücü nispetinde siyasal propaganda yapma hakkına sahip değil mi? Gücü nispetinde diyorum çünkü Ak Parti politikalarının lehine yayınlar yapan bir kısım güdümlü medya olduğu gibi muhalefet partilerinin lehine yayın yapan başka bir güdümlü medya oluşabiliyor. Bu parlementer demokrasinin olduğu her ülkede oluşabilecek bir risk. Bu bir diktatörlük alameti değil. Veya marjinal sol örgütlerin kolluk kuvvetleriyle girdikleri çatışmalarda verilen cevaplar örnek olarak gösterilen BATI demokrasisi ile eşit standartlardadır. Bugün demokrasinin beşiği olarak gösterilen Amerika’nın içindeki protestolara yapılan müdahalelere, Almanya’da eylemcilerin protestolarına yapılan müdahalelere, Fransa’da, İspanya’da yapılan müdahalelere bakın Türkiye’den çok farklı olmadığını göreceksiniz. Eğer Erdoğan bir ORTADOĞU DİKTATÖRÜ olsaydı Beşşar Esad gibi varil bombalarıyla saldıracaktı. Veya İran ruhban faşizminde olduğu gibi Kemal Kılıçdaroğlu’nu, Devlet Bahçeli’yi ve en nihayetinde kendisine Diktatör diyen Demirtaş’ı hapsetmiş olması gerekirdi. AFP’ye yaptığı açıklamada, Erdoğan için “anayasal diktatörlük* kurmaya çalışıyor diyen Demirtaş (hukuki dayanak sağlayarak tüm güçleri elinde toplayamaya çalışmakla) kafası atınca Erdoğan’ı Ortadoğu diktatörü olmakla suçlayabiliyor. Demirtaş bu gücü nereden devşiriyor? HIRSIZ KATİL ERDOĞAN manşetleriyle gaze-

telerin çıktığı, Beşşar Esad rejimine enformasyon ajanlığı yapmanın makul sayıldığı, Adalet saraylarının basılıp Cumhuriyeti temsil eden Cumhuriyet Savcısının öldürüldüğü, mezhepçi Alevi-Sol grupların veya mezhepçi radikal selefi grupların elini kolunu sallayarak sınırı delik deşik edebildiği bir ülkede hangi Ortadoğu diktatörlüğünün simülasyonunu gözlemleyebiliyor, hayret ediyorum. 6-7 Ekimde yaptığı çağrıyla, devletin derin otorite boşluğundan faydalanıp paramiliter güçlerini sokaklara salarak, metropol meydanlarında ortalığı savaş alanına çeviren Demirtaş bu yaşanan tecrübenin sıcaklığı halen hissedilirken, hayal ettiği demokratik modernitenin inşasından bahsedip hedef tahtasına oturttuğu rakip politik figürleri temelsiz ve dayanaksız bir biçimde Ortadoğu diktatörleriyle eş tutma gayreti artniyetsiz gaflet midir yoksa operasyonel bir algı çalışması mıdır? Oylarını büyük oranda muhafazakar şafi Kürt seçmenden devşiren Demirtaş, İslamafobik seküler sola selam çakarak oy potansiyelini mi genişletmeye çalışıyor? Peki seküler solun sokakta ürettiği aktivizmin kendi toplumsal tabanında herhangi bir karşılığı var mı? Veya Türkiyelileşme gayreti çerçevesinde bu ülkenin emeklisinin, işçisinin, çiftçisinin küçük burjuva kemalist seküler sol ile ortak herhangi bir değerler yargısı mevcut mudur? Siyasetini RTE nefreti eksenine oturtan Demirtaş TÜSİAD medyasının verdiği destekle, Kürt hareketi içindeki politik ağırlığına meşruiyet mi devşirmeye çalışıyor? Gerilim dilini tercih ederek, politik tercihlerini kendi hareketine kanalize etmeye çalıştığı belli odaklara mesaj verme kaygısıyla gerilim siyasetini sürdürmeye niyetli olan Demirtaş’ın bu çıkışları onu Türkiyelileştirecek mi yoksa marjinalleştirecek mi bunu zaman gösterecek. Bence Türkiyelişme gayesi olan bir hareketin lideri, Türkiye’nin en az yarısının sevgisine mazhar olmuş bir politik figür üzerinden nefret siyaseti kurgulaması ve onu altını dolduramayacağı ifadelerle yermesi bu gayesine zaman içerisinde zarar verir. RTE düşmanlığını örgütlemiş azınlık bir kitlenin ördüğü duvarlar arasında dönüp durur. RTE gücünü halktan almaktadır ve geziden, 17 Aralık’a Kürt siyasetinin stratejik ortağıdır. Değer algıları Demirtaş’ın kendi tabanından ve toplumun yüzde doksanı tarafından kabul görmemiş bir kısım radikal azınlığın gönlünü kazanmak için, toplumun genelinin nefretini kazanmak Türkiyelileşme idealine taban tabana zıt bir harekettir. Yeni yaşam çağrısı RTE endeksli bir nefret üzerinden mi şekillenecek yoksa önyargıları kıracak Türkiyelileşme hamleleri ile mi yükselecek? Bunun kararını biran önce vermesi lazım. Bunun kararını verene kadar sadece saz çalsa dahi performansını yükseltecektir. Mayıs’15 • 33


Atölye

Atölye

Çocuklar Aşkına Yollardaydık! İsmail Yasin AVCI Süleyman Demirel Üniversitesi Hukuk Fakültesi

“Ben ne anlardım savaştan / İsterdim masmavi gökyüzü / İsterdim salıncakta sallanmayı / Tıpkı tüm çocuklar gibi” demiş şair, savaşın çocuklarının ağzından… Yunus ve Ensar kardeşlerimle beraber, savaşın çocuklarına “çocuk” olduklarını hatırlatmak için, yetimlerin gülümsemesine vesile olmak için düştük yollara... Zira, yetimler bizlere Allah’ın emanetiydi ve Peygamber efendimiz şöyle müjdeliyordu: “Bir kimse sırf Allah rızası için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır.” (Ahmed Bin Hanbel, Müsned, V, 250) Yunus ve Ensar kardeşlerimle birkaç ay önce Barış Treni projesinde tanışmıştım. Kendilerine mülteci kamplarındaki çocuklara oyuncak dağı-

34 • Mayıs’15

tımı projesinden bahsettiğimde teklifimi hemen kabul ettiler. Hemen kabul etmelerine şaşırmıştım. Çünkü onlara söylemeden önce benim yıllardır otostopla seyahat ettiğimi bilen birçok arkadaşıma bu teklifi götürmüştüm ancak onlar otostopta yaşadığım zorlukları bildikleri için kabul etmemişlerdi. Tabi, ben de yol arkadaşı bulmuşum, kaçırır mıyım, yolculuğa çıkana kadar “sözünüzden dönmeyin ha, süper olacak” diyerek yumuşak karınlarından vura vura gaza getiriyordum… Özetle; Yunus ve Ensar bir anlık tecrübesizlikle verdikleri söze binaen düştüler benimle yollara… Allah onlardan razı olsun... 20 Nisan Pazartesi günü sabah namazının ardından Antalya’dan otostop yolculuğumuz başladı. Kısa bir bekleyişin ardından doktor,

aynı zamanda karikatürist bir abi arabasına aldı. Beyaz saçlarına binaen sorduğum “kaç çocuk var abi?” soruma “evli değilim” cevabını aldım. Bunun üzerine “abi, yalnızlık zordur” dememle asıl düşündürücü cevabı almam bir oldu: “İnsan evlenince yalnızlıktan kurtulmuyor ki…” Birkaç arabaya daha bindikten sonra Saadet Partisi Gazipaşa Teşkilatından bir abimiz arabasına aldı. Yolculuk sebebimizi anlattığımızda destek olmak istediğini ve otobüs biletlerimizi almak istediğini söyledi. Biz de bu yolculuğu otostopla yapacağımızı, o parayla oyuncak alabileceğini söyledik. Gazipaşa’ya geldiğimizde şehrin içine kadar girip bankamatikten para çekti ve yardımda bulundu. Bize yemek de ısmarlamak istediğini söyledi ancak yolumuzun uzun olması sebebiyle bu teklifini nazikçe geri çevirdik ve bir hatıra fotoğrafı çekilerek tekrar yola koyulduk. Gazipaşa çevre yolunda güneşin altında yarım saattir otostop çekiyorduk ve kimse durmuyordu. Bir ara“ ulan bi Mercedes, BMW dursa da bassak gitsek” demiştim. Yolcunun duası kabul olur derler, 10 dakika geçmeden son model Audi’siyle Cem Yılmaz abi arabasına aldı. MersinAdana yol ayrımına kadar yaklaşık 300 km beraber yolculuk yaptık. Cem abi Dersimli bir Alevi. Yol boyunca siyaset konuştuk ancak siyaseten uyuşabildiğimiz tek bir nokta bile yoktu. Bir ara “Erdoğan’ın ölmesi için her gün dua ediyorum”

dedi. O ara tartışmamız kızıştı, baktık olmuyor, Anamur’da bir yemek molası verdik. Restorana girdiğimizde Ebru Gündeş’ten bir şarkı çalıyordu. “Siz geldiniz diye adamlar yengenizin şarkısını açtı be” demesiyle bir kahkaha attık, ortam yumuşadı. İsminden midir bilinmez, mizah yeteneği gerçekten sağlamdı. Ezelden beri CHP’ye oy veriyormuş ama bu seçimlerde Ak Parti düşsün diye HDP’ye oy verecekmiş. Erdoğan karşıtlığı ve Gezi savunuculuğuna binaen Demirtaş’ın 6-7 Ekim olaylarındaki tavrını hatırlattığımda “olur böyle şeyler” dedi, geçiştirdi. Konu Suriye meselesine geldiğinde de “Suriye’de biz neden taraf olduk? Türkiye neden Suriyelilere bakılıyor? Türkiye’deki fakirlere yardım edilmiyor.” dedi. Anlayacağınız her konuda taban tabana zıttık ama kırıp dökmeden, sadece fikirlerin çatıştığı bir tartışma mümkün olabiliyordu. 4 saat süren siyasi tartışmaların ardından yolculuğumuz Adana’ya 80 km kala sona erdi. Otobanda kısa bir bekleyişin ardından tır şoförü bir abimiz tırına aldı. Abimiz ilkokul mezunu olmasına rağmen çok okuyan ve gündemi detaylı takip eden biriymiş. İlk defa bir tır şoföründen Yemen olayları ve IŞİD hakkında detaylı bilgiler almak nasip oldu. Bir ara konu Osmanlı’ya geldi. Yeni gençliğin Osmanlı’ya ve İslam’a soğuk bakmasını eleştirirken hızını alamadı ve ibretlik şu cümleler ağzından döküldü: “Gençliğe bakıMayıs’15 • 35


Atölye

yorum, kollarında Che Guevara dövmeleri. Sorsan Che Guevara kim, bilmezler. Ben de diyorum ki onlara: “Che Guevara dövmesi yapacaklarına Kemal Atatürk dövmesi yapsalar ne güzel olur.” Özetle; abimizin kafası hayli karışıktı… 8 araç ile 10 saatlik bir yolculuğun ardından Adana’ya ulaştık. Seyhan nehri üzerine yapılmış Taşköprü olanca ihtişamıyla bizi karşıladı. Taşköprü’nün 2000 yıllık bir köprü olduğu rivayet ediliyormuş. Taşköprü’nün hemen arkasında da Ortadoğu’nun en büyük camisi Sabancı Cami var. Sabancı Cami’de akşam namazını kıldıktan sonra önceden haberleştiğimiz Adana Dosteller Derneğinden Bülent Hocamızla buluştuk. Kendisi iki gün önce Burkina Faso’dan geldiğini, birkaç gün sonra da Balkanlara gideceğini söyledi. Ümmet için ülke ülke gezen bir insan Bülent Hoca. Burkina Faso’da sözde İslami dernekler eliyle İslam’ın tahrif edildiğini ve onlarla olan mücadelelerini anlattı uzun uzun. Allah yardımcıları olsun. Ayrıca Afrika’da çok sayıda su kuyusu ihtiyacı olduğunu söyledi. Bir su kuyusu açma bedeli 16 Bin Türk lirasıymış. Toplanamayacak bir miktar değil, inşallah bir gün su kuyusu projesini de başlatırız hep beraber. Bülent Hoca ve ekibi Adana’dan sürekli Suriye tarafına da yardım yolluyorlarmış. “Eğer bir puanlama ile izah edecek olsak, Türkiye’deki kamplardaki Suriyelilerin hali 8 puansa, Suriye’dekilerin hali 1 puandır. Oyuncakları o 36 • Mayıs’15

Atölye

tarafa dağıtabilseydik ah ne güzel olurdu” dedi. Ancak Suriye tarafına yardım için bile olsa geçmek çok zor... Güzel bir muhabbetin ardından geceyi Adana’da geçirdik ve Hatay’a doğru sabah tekrar yollara koyulduk. Adana’dan 3 arabayla Hatay-Kırıkhan yol ayrımına kadar geldik. Kısa bir bekleyişin ardından Hatay Narlıca muhtarı arabasına aldı. Arabaya biner binmez Türk olduğumuzu anlayınca“ Çantanızda sıkıntılı bir şey var mı? Ben sizi turist sandım.” dedi. Bu, bölgenin halini özetler nitelikteydi. Muhtar abimiz Suriye meselesini konuşurken Hatay’da Sünni ve Alevilerin beraber yaşayabildiğini ve bölgenin modeli olabileceğini söyledi. Hatay’a vardığımızda da bizi oyuncakları alacağımız kargo şubesine kadar götürdü. Bizim için yolunu uzatmamasını söylediğimizde “Olur mu öyle şey, misafirimsiniz, baş tacımsınız, başım gözüm üstüne” dedi. “Baş tacı, başım gözüm üstüne” lafları bölgede çok yaygındı, yolculuğumuz boyunca bol bol karşılaştık. Hiç tanımadığımız insanlardan bu sözleri duymak çok güzeldi… Adana’dan 5 araç ile 3 saatte Hatay merkeze geldik. Şu anda Hatay’ın %25’i Suriyeliymiş. Sokaklarda ne yazık ki çok fazla Suriyeli dilenci var. Halk, Suriyelileri kabullenmiş ancak Suriyelilerin daha iyi kontrol altında tutulmalarını istiyorlar. Hatay merkezden oyuncaklarımızı dağıtmak üzere Altınözü kampına doğru yola çıktık. Hatay’da

şehir içi dolmuşlarda sürekli Arapça şarkılar çalıyor. Aynı ülke sınırları içinde böyle zenginliklere sahip olmamızın kıymetini bilmek lazım... Kısa bir yolculuğun ardından Altınözü kampına ulaştık. Kamp girişinde yoğun güvenlik önlemiyle karşılaştık. Kamp yetkilileri kampa girmek için Kaymakamlıktan izin almamız gerektiğini söylediler. Kaymakamlığa gittiğimizde ise Kaymakam bey makamında yoktu. Oradaki bilinçsiz birkaç kişi sebebiyle izin alamadık. Bunun üzerine kampa geri dönüp “Madem kampın içine giremiyoruz, biz de kampın önünde oyuncakları dağıtırız” dedik ve oradaki birkaç Arapça bilen Türk sayesinde kamp içindeki çocukları kampın önüne çağırdık. Emanetlerinizi böylece yerlerine teslim ettik. Oyuncak dağıtımının ardından Altınözü kampından geceyi geçireceğimiz Reyhanlı’ya doğru yola çıktık. Askeri bir jipe otostop çektik. Duracağını sanmıyorduk ama sağolsun durdu. Jipe biner binmez torpidoda asılı Ayetel Kursi dikkatimi çekti. Bir zamanlar İslam düşmanı olan askeriye, Yeni Türkiye’de arabasına Ayetel Kürsi asabiliyordu... Bu güzel tablonun fotoğrafını çekmek istedim ancak Yüzbaşı abimiz izin vermedi. Gençliğinde kendisinin de otostopla gezdiğini söyleyen Yüzbaşı abimiz Çözüm Sürecinin başarıya ulaşması için Doğu ve Batı arasında kardeşlik seferleri düzenlenmesi gerektiğini, öncelikle in-

sanların kalplerinin birbirine ısınması gerektiğini, eğer bir gün silahlar susarsa örneğin Hakkari’nin kış turizminde dünya markası haline gelebileceğini söyledi. Gerçekten de bölgede çok değerli topraklar olduğunu biz de gözlemledik. Uçsuz bucaksız, devasa tarlalar tam verimle kullanılabilirse Türkiye’nin tarım ithalatı büyük oranda azalacaktır. Reyhanlı’ya 10 km kala jip arızalandı. Yüzbaşı abimiz yoldan geçen bir aracı durdurarak “misafirlerimi Reyhanlı’ya götürebilir misiniz” dedi. Her yerde bu denli sıcak karşılanmak, misafir olarak el üstünde tutulmak çok hoştu. Bizi bu sefer arabasına alan abimiz de Çerkez asıllı çıktı. Reyhanlı’da bizi evinde misafir edebileceğini söyleyerek telefon numarasını verdi. Abimizin bu teklifini nazikçe geri çevirerek Reyhanlı sokaklarında dolaşmaya başladık. Reyhanlı’da ikindi namazı için cami arayışına girdiğimizde ise Reyhanlı’da cami sayısının çok az olduğunu fark ettik. Reyhanlı’nın resmi dili Arapça diyebiliriz, sokaklarda herkes Arapça konuşuyor. Reyhanlı’da şehir içi otobüse bindiğimizde ise bölgenin halini özetleyen şu sözlere muhatap olduk: “Gençler, bu koca çantalarla yoksa IŞİD’e katılmaya mı gidiyorsunuz? IŞİD vahşidir, katildir. Buralardan sizin gibi gençler onlara katılıyor. Aman, siz onlara uymayın.” Reyhanlı’da bir tanıdığımızın evinde geceyi geçirdikten sonra sabah Hatay Yayladağı’na doğ-

Mayıs’15 • 37


Atölye

Atölye

ru yola çıktık. Reyhanlı’da her otostop çektiğimiz araba bir anda taksi oluveriyordu ve belirli bir ücret karşılığında Hatay’a götürebileceklerini söylüyorlardı. Böyle diyenlerin içinde Araplar da vardı. Arapçamız zayıf olduğu için yolculuk boyunca en çok kullandığımız cümle sanırım “Ene Türki” oldu. Kısa bir bekleyişin ardından Halepli Mehmet abi arabasına aldı. Konu hemen Suriye meselesine geldi. Suriye’de varil bombalarıyla yerle bir olan evleri anlattı. Varil bombası atılan bir evin enkazından en büyük parça el büyüklüğünde oluyormuş, o kadar tesirli bir bombaymış. Mehmet abi, Reyhanlı’nın şu anda %30’nun Suriyeli

muhalifler tarafından güvenilir kişi statüsüne sahip olunması gerekiyor. Dolayısıyla çoğu dernek ve vakıf Suriye içlerine yardımlarını bu abimiz vasıtasıyla geçiriyor. Abimiz de birçok kişi gibi Türkiye’deki kamplara kıyasen Suriye tarafında durumun çok kötü olduğunu anlattı. Türkiye’deki kamplarda yaşayanlara devlet aylık 85 lira veriyormuş. “Günlük 2 lirayla geçiniyoruz” deyince ortamda bir sessizlik oldu. Ardından “Elhamdulillah, onu bulamayanlar da var” deyince ne diyeceğimizi bilemedik, öylece sustuk. Abimiz günlük 2 lira bütçeyle mama ve çocuk bezi gibi pahalı ihtiyaçları karşılamanın çok zor olduğunu, çok ciddi mama, çocuk bezi ihtiyacı olduğunu söyle-

olduğunu, ahırların boyanarak 700 liraya kiralandığını, Suriye’de ölü sayısının 1 Milyonu bulduğunu söyledi. Mehmet abiyle kıymetli bir sohbetin ardından Hatay merkeze ulaştık. Hatay merkezden oyuncakları alarak Yayladağı’na geçtik. Yayladağı Lazkiye’ye çok yakın bir bölge. Lazkiye’de ise Esed rejiminin üst düzey yöneticileri yaşıyor. Bu sebeple savaş başlangıcından beri ateş oraya sıçramadı. Dolayısıyla daha dikkatli olmamız gerekiyordu. Yayladağı’nda önceden haberleştiğimiz çifte vatandaşlığı ve güvenilir kişi statüsü olan Suriye Türkmeni bir abimiz bizi karşıladı. Suriye tarafına yardımları geçirebilmek için Türkiye ve

di. Eğer nakit veya doğrudan yardım yapmak isterseniz inşallah emanetlerinizi ihtiyaç sahiplerine ulaştırabiliriz. Ardından oyuncakları dağıtmak üzere kamplarda kalan çocukların okuduğu anaokulu ve ilkokula gittik. Kamplarda Suriye müfredatı okutuluyormuş ve isteyenler haftalık 6 saat seçmeli ders olarak Türkçe dersi alabiliyorlarmış. Ayrıca kamplarda ciddi bir din eğitimi verildiğini de memnuniyetle öğrendik. Anaokulu ve ilkokulda oyuncak dağıtımının ardından tekbirlerle Gaziantep’e doğru uğurlandık. Birkaç aracın ardından Gaziantep’e kadar beraber gideceğimiz HÜDAPARlı bir abi arabasına aldı. Konu hemen 6-7 Ekim olaylarına

38 • Mayıs’15

geldi. Abinin sözlerini doğrudan aktarıyorum: “Diyarbakır’da ölen 50 kişiden 44’ü HÜDAPARlıların öldürdüğü PKKlılar, 6’sı ise PKKlıların öldürdüğü HÜDAPARlılar. Diyarbakır’da olayların akabinde 2 gün boyunca sokaklar HÜDAPARlıların hakimiyeti altında kaldı. Diyarbakır’daki PKKlılar 10 kişi birleşip savunmasız, tek başına gezen Müslümanlara saldıran korkaklardır. PKKlılar kalleştir, kafirdir. HDP barajı kesinlikle aşamaz. HÜDAPAR Batman ve Diyarbakır’dan vekil çıkaracak.” Özetle; iki grup arasında çok tehlikeli bir husumet söz konusu. Sonları hayrolsun. Gaziantep’e vardığımızda İHH yetkilisi Ahmet abi ile buluştuk. Ahmet abi bölgenin yardım ihtiyacına dair şu örneği verdi: “Antep’te 600 bin Suriyeli var. Bu insanların her birine ayda sadece 1 kg yardım yapsak –ki 1 kg hiçbir şey- 600 ton yardım gerekli.” Ahmet abi de öncelikli ihtiyaçların gıda, mama, un, çocuk bezi olduğunu söyledi. Geceyi İHH’nın misafirhanesinde geçirdikten sonra sabah Suriyelilerin yaşadığı sokaklara gittik. Gaziantep sokaklarında sadece Suriyelilerin kaldığı büyük binalar var. Bu binalarda oyuncak dağıtımının ardından Şanlıurfa’ya doğru yola çıktık. Kısa bir bekleyişin ardından Gaziantep’ten Nizip’e kadar beraber gideceğimiz Belediye Meclisi üyesi 68 yaşında bir abimiz arabasına aldı. Abimiz gençlik yıllarında ülkücü arkadaşlarıyla beraber garip işlerle meşgulmüş. Altmışlı yıllarda Gaziantep’te ciddi bir Yahudi nüfusu varmış. Bir gün teşkilata Yahudilerin kaldığı evlerin adreslerinin içinde bulunduğu bir talimat gelmiş. Bunun üzerine arkadaşlarıyla beraber bir gece tüm Yahudi evlerinin kapılarına “Antep’i terk edin” başlığıyla tehditvari yazılar yazmışlar. Kısa bir sürenin ardından da Yahudiler Antep’i terk etmişler. Şu anda sadece bir Yahudi ailesinin Antep’te yaşadığı biliniyormuş. Sohbetimiz devam ederken, Nizip’e az bir mesafe kala bir köyün yanından geçtik. Abimiz “Buranın adı Türkyurdu’dur, buranın hikayesini de anlatayım size” dedi, başladık dinlemeye. Yine altmışlı yıllarda bu köyde –eski adını bilmiyorum- Ermeniler yaşarmış. Bir gün köye yeni bir Ermeni grup yerleşmiş ve köyde ciddi imar faaliyetlerine başlamışlar. Bunun nedenini araştırdıklarında, çok eskilerde bu köyde ünlü bir Ermeni başpiskoposun doğduğunu

öğrenmişler. Bu yeni gelen grup da bu sebeple köyü büyütmek ve şehir merkezi haline getirmek için buraya gelmişler. Bunun üzerine abimiz yine ülkücü arkadaşlarıyla Ermeni köyünü basmışlar ve halkın da desteğiyle hepsini köyden kovmuşlar. Ardından da köye bir cami yaptırıp, köyün adını Türkyurdu koymuşlar… Bu ibretlik hikayelerin ardından Nizip’te yolculuğumuz sona erdi ve tekrar otostop çekmeye başladık. Bu sırada kaldırımda Suriyeli bir amcayla karşılaştık. Savaş sebebiyle Nizip’e yerleşen 66 yaşındaki amcamız aylık 500 liraya bir çiftlikle çalışıyormuş. Amcamıza savaşın akıbetini sorduğumuzda şu acı cevapları aldık: “Bizim savaşın başından beri çokça duyduğumuz bir söz var: “Sünni öldür, cennete gir.” (Öldürmek kelimesi “kafa keserek öldürmek” anlamındaymış.) Böyle bir savaş bitmez. Bu savaşın bittiğini belki torunlarınız görür. Buralarda Kerbela olmuş. Kerbela’nın ahı bu topraklardan kalkmaz. Hatta şimdi nasıl Irak halkı Saddam’ı arıyorsa, belki bir gün gelecek Suriye halkı da Esed’i arayacak. Bizim de mahallemizi bombaladılar. 18 yaşındaki oğlum şehid oldu.” Gerçekten de yolculuğumuz boyunca benzer sözleri bolca işittik. Bölge halkı ikiye bölünmüş durumda. Çoğunlukta olan bir kısım bu amcamızla aynı fikirde. Ne yazık ki azınlıkta olan bir kısım ise zaferin yakın olduğunu söylüyorlar. Bizim duamız da savaşın en kısa zamanda zaferle sonuçlanması içindir. Zafer Allah’tandır. Nizip’ten bir başka arabaya daha binerek ikindi vakti Şanlıurfa’ya ulaştık. Geceyi Urfa’da bir arkadaşımızın evinde geçirdikten sonra ertesi gün Cuma vaktinde AFAD Suruç Kampına ulaştık. Kamp girişinde Kamp Müdürü Mehmet abi ile buluşarak beraber Cuma namazı için mescide gittik. Böylece ilk defa bir çadır mescidde Cuma namazı kılmak nasip oldu. Mescidde ilk dikkatimizi çeken ayrıntılar, cemaatteki çocuk sayısının fazlalığı ve imamın güzel hitabetiydi. Arapça, Kürtçe ve Türkçe’yi ustaca harmanlayarak kullanan imam, hutbe sonunda ensar, muhacir ve halifelere de dua ederek hutbeyi tamamladı. Cuma namazının ardından Mehmet abiyle oyuncakları dağıtacağımız çadırlara ulaştık. Oyuncak dağıtımının ardından Mehmet abiden kamp Mayıs’15 • 39


Atölye hakkında detaylı bilgiler alarak kampı gezmeye başladık. AFAD Suruç Kampı 35 Binlik kapasitesiyle Türkiye’nin en büyük kampıymış. Şu anda kampta çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere, Kobani’den gelen 25 Bin Kürt kardeşimiz kalıyor. Kampta her türlü detay düşünülmüş. İçme suyu arıtma sistemleri, okullar, itfaiye ekipleri, marketler, hastane ve dahası… Ayrıca kampta Kızılay’ın savaşın izlerini silmek için kurduğu psikolojik rehabilitasyon merkezi de bulunmakta. Kamplardaki eğitim faaliyetleri hakkında bilgi alırken UNICEF’in eğitim araç ve gereçlerinin temininde ciddi yardımlarda bulunduğunu öğrendik. Batı, mültecilere bu denli kayıtsız kalırken UNICEF’in böyle bir yardımda bulunması şaşırtıcıydı. Kampta kalanlar bir an önce tabii olarak Kobani’ye, vatanlarına dönmek istiyorlarmış. Bu sebeple her gün Kobani’ye geri dönüşlerin olduğunu öğrendik. Kamp sokaklarında biraz dolaştıktan sonra kamp yönetiminden İskender abi ile muhabbet etme fırsatı bulduk. İskender abi olayların ilk başladığı gün 160 bin kişinin sınıra dayandığını söyledi. O gün bizzat sınırda olduğunu söyleyerek yaşadıklarını şöyle anlattı: “Binlerce kişi telin arkasında tellerin kesilmesini bekliyordu. Telleri kesmemizin ardından Türkiye tarafına o bir adımı atan herkesin gözünden yaşlar boşalıyordu. Bu insanlara ilk etapta sadece 1 bardak su versek 160 bin bardak suya ihtiyacımız vardı. Sağolsunlar, Türkiye’nin her yerinden buraya yardımlar yağdı. Biz günlerce evimize gitmedik. Suruç’ta her evde 40-50 kişi misafir edildi.” Böylece Türkiye halkının ensar olma sınavından başarıyla geçtiğine bir kez daha şahit olmuş olduk. Kamp yönetiminden abilerimizle bir hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra kamptan ayrılıyorduk ki arkamızdan bir güvenlik görevlisi abi koşturarak geldi. “Müdür bey sizi çağırıyor” dedi. Hayırdır inşallah diyerek tekrar Kamp Yönetimi çadırına ulaştık. Meğerse bizden hemen sonra Urfalı zengin bir işadamı abimiz kampa gelmiş. Mehmet abi de bizi anlatınca bizimle görüşmek istemiş. İşadamı abimizle de bir çay içtikten sonra çadırdan ayrıldık. İşadamı abimiz bizi uğurlarken “Gençler, Allah sizden razı olsun” dedi ve cebime yüklü miktarda para koydu. Israrla kabul edemeyeceğimizi söylesek de “Yanlış anlama40 • Mayıs’15

Atölye yın, alın, bu parayı da çocuklar için kullanırsınız” dedi ve biz de bu şartla kabul ettik. O an tekrar anladık ki; Allah rızası için bir adım atınca, Allah o bir adımı yüz adım yapıyor, bereketini veriyor, Elhamdulillah. Böylece son durağımız olan Suruç Kampı ziyaretini de tamamlamış olduk… Artık dönüş vakti geldi… 5 gün boyunca, 27 araçla, 1650 km otostop yolculuğunu yaparak Arap/Türkmen/Kürt ayrımı yapmadan, 3 şehirde, 1150 çocuğa oyuncak dağıttık, onlarca güzel insanla tanıştık. Bir tır şoförü abimizin mahcup bir şekilde “biz terörist değiliz, Doğu’daki herkes terörist değil” sözlerini hiç unutmayacağım. Gerçekten de yolculuğumuz boyunca evinde ağırlamak isteyen, yemek ısmarlayan birçok kişi oldu. Elhamdulillah, hiçbir sorun yaşamadan evlerimize geri döndük. Kardeşliğimiz için, barış için Doğu-Batı seferleri düzenlemenin elzem olduğunu bir kez daha anladık. Niyetimiz hayırdı, inşallah akıbeti de hayır olmuştur. Şunu idrak edelim ki; yurt içi ve yurt dışından bazı şer odakları bizleri iç meselelerimiz ile meşgul ederek Türkiye’nin ümmet ile bağlarını koparmak istiyor. Türkiye’nin; Ortadoğu, Afrika, Balkanlar ve daha nice toprakların umudu olduğu, ümmetin umudu olduğu gerçeği birilerinin canını fazlasıyla sıkıyor. Dolayısıyla gün, safları sıklaştırma günüdür. Gün, Suriye meselesine sahip çıkma, muhacire ensar olma günüdür. Erdoğan’ın da dediği gibi; “Eğer çevrenizde bir ateş varsa, oradan sıçrayan bir kıvılcım eninde sonunda gelir sizi de bulur. Çözüm, bu yangına sırtınızı dönmek değil, el birliğiyle, işbirliğiyle, tüm imkanlarla bu yangını söndürmenin yollarını aramaktır. Hiçbir siyaset, hiçbir diplomasi, hiçbir çıkar, milyonlarca insanın acısından, gözyaşından, ölümünden daha önemli olamaz.” Unutmayalım dostlar; Allah muhafaza, Türkiye düşerse ümmet düşer... Proje kapsamında bizlere maddi manevi destek olan herkese tekrar teşekkür ediyorum, Allah hepinizden razı olsun. Dil, din, ırk, mezhep ayrımı yapmadan mazlumun yanında olan devletimize Allah zeval vermesin. Ensar olmanın şerefini idrak edebilmek duasıyla, vesselam... Mayıs’15 • 41


Gezi

Gezi

İsfahan İran Gezi Notları/3

Furkan GENÇOĞLU

Twitter.com/hayatafurkanca İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi

Y

orucu bir yolculuğun ardından akşam vakti İsfahan’a varıyoruz. Yine sıkı bir pazarlık sonucu daha önce belirlediğimiz hostele taksi ile geçiyoruz. Hostelimiz İsfahanın en işlek ve tarihi güzelliklerine en yakın noktalardan biri olan Chaharbag caddesinde. Ortasında şirin bir avlusu olan güzel hostelimizin ismi Amir Kabir. İran’da teknolojinin gelişmesi adına yoğun emek sarfeden 19.YY İran başbakanlarından birisinin ismiymiş. Hostelde Türkiye’den dostlarımız Ali ve Çağdaş ile buluşuyoruz. Eşyalarımızı bıraktıktan sonra Çağar Bağ caddesinde turlamaya çıkıyoruz. Gadiri Hum bayramının hemen arefesi bir gece. Gadiri Hum Şia itikadında önemli bir bayram günü. Hz. Muhammed’in Gadi-

42 • Mayıs’15

ri Hum isimli bölgede Hz.Ali’yi kendisinden sonra hilafet makamı için vekil tayin ettiğine inanıyor Şiiler. Ehli Sünnet itikadından Şiiliği ayıran en önemli mesele bu. Dolayısıyla Şii itikadında Hz. Ali öncesi halifelerin hilafet dönemleri meşru sayılmıyor. Bu bayram için hazırlıklar son aşamaya geliyor. Esnafın şeker ikramlarını geri çevirmiyoruz. Bizdeki kandillerde dağıtılan şekerlemelerin bir benzeri. İsfahan’da Gadiri Hum etkinliklerine şahit olacağız diyor gülüyorum arkadaşlara. 20 sene sonra önemli bir makama gelirsek, artık arkamızdan Gadiri Hum kutlamaları için İran’a gittiler diye haberler yapılır. J Neyse ki tescilli bir T-iran düşmanı olduğum ve mezhepçi-dinci diktatörlüklerin Müslüman

(Nakşi Cihan Meydanı)

halklar için zulüm aygıtı olduğunu çokça ifade etmem kayıtlara geçmiş durumda. “İsfahan nısf-ı cihân=İsfahan dünyanın yarısıdır” diyor şehir halkı. Tebrizliler’de arkasına “Tabriz olmasaydı” diye ekliyor. Abartılı bir tasvir gibi geliyor bize. Hele hele İstanbul gibi İslam Medeniyetinin kalbi bir şehirden gelen bizler için. Fakat İmam Meydanı yani Nakşi Cihan meydanına adım attığımız anda gözlerim bir anda kamaşıyor. Gecenin güzelliği bu harika meydanının etrafını saran sutunlu yapıların duvarlarına vuruyor. Çindeki Tiananmen meydanından sonra dünyanın en büyük ikinci meydanı olduğu söyleniyor. Boyu 500 metre eni ise 160 metre meydanın. Ortasında Rıza Şah Pehlevi devrinde yapılmış büyükçe bir havuz var. Çimenlere yayılmış insanlar muhabbet ediyorlar, gençler göğe bakıyorlar, yıldızları düşünüyorlar. Çocuklar etrafta koşuşturuyor. Sevgililer faytonlarla meydanın çevresini turluyorlar. Harika bir atmosferi var.Taksim meydanı gibi, Sıhhiye, Kızılay, Beşiktaş meydanları gibi gelip geçmek için kullanılan bir meydan değil burası. İnsanların dinlenip, eğlenmesi, hoşça vakit geçirmesi için kurgulanmış ve salt ticari kaygı güdülmeden hizme-

(Nakşi Cihan Meydanı)

te sunulmuş bir yaşam alanı. Reklam panolarının olmadığı, gürültünün içine sızamadığı, arabaların yakınından dahi geçemediği bir meydan. Bizim İstanbul’da en çok ihtiyacımız olan YAŞAM ALANI. Etraf binbir çeşit ürünün satıldığı dükkanlarla dolu. İstanbul’daki kapalı çarşı neyse İsfahan’da İmam Meydanı ve çevresindeki dükkanlar aynı görevi yerine getiriyor. İran halıları, oymacılar, bakırcılar, el sanatları ustaları… Demire vuran ustaların çıkardığı o ahenkli sesi duyuyorum. İşte tarih ve emek. Ve binyılların birikimi medeniyet. Hayran olmamak elde mi? Mimari titizlikle inşa edilmiş meydanın içerisindeyken, dışarıdan herhangi bir bina görülemiyor. Meydanın güney kanadında, tabanından tavanına çinilerle süslenmiş olan İmam Cami (Şah Camisi);doğu kanadında görkemli işlemelere sahip Şeyh Lütfullah Camii ve batı kanadında ise etkileyici bir iç tasarıma sahip müzik odası ile ünlü Ali Kapu Sarayı olmak üzere 3 önemli yapı bulunuyor. Kuzey taraftaki Keisaria kapısı da İsfahan Kapalıçarşısına açılıyor. Namaaz-e Jom’eh yani Cuma namazı Şah Camiin’nde kıldırılıyor.

Mayıs’15 • 43

Nakşi Cihan Meydanı


Gezi

Gezi

(Siasopol Köprüsünde Yorgunluk)

Muhalifler bu güzel meydana İmam meydanı denmesine bozuluyorlar. Asıl ismiyle yani Nakşi Cihan meydanı olarak anılmasını istiyorlar. Bende bu yüzden asıl ismiyle, yani buraya hayat veren, burayı inşa eden insanların koyduğu isimle hitap etmeye özen gösteriyorum. Rejimin dayatmasıyla değiştirilen ismini kullanmak istemiyorum. Şah Abbas’ın inşa ettiği bu güzel şehrin bu güzel meydanına İsfahan’da bulunduğum her gün uğradım. Bazen bir bardak çay içip kitap okumak için, bazen sıcak günlerde serin bir nefes olan “gez” tatlısını kaşıklamak için. Şu bilgi notunu da ekleyeyim. Nakşi Cihan Meydanı ve içerisinde bulunan Şah Camii, Şeyh Lütfullah Camii ve Ali Gapu Sarayı ile birlikte UNESCO Dünya Kültür Mirası Yerleri Listesinde yer alıyor. Geceyi otelimizde geçirdikten sonra Turistlerin ücretsiz kullanımına tahsis edilmiş bisikletlere atlayıp İsfahan’ı turlamaya başlıyoruz. Hedef Siesopol Köprüsü. Geniş caddelerden geçerek, karmakarışık caddelerden sıyrılarak varıyoruz. Siesopol Köprüsüne. Zayende nehri

44 • Mayıs’15

üzerine 1602 yılında inşa edilmiş, Farsça 33 anlamına gelen köprü, kendisini ayakta tutan 33 sütun üzerine inşa edildiğinden bu ismi almış. Biz gittiğimizde zayende nehri akmıyordu ve fena bir sıcak vardı. Sutun aralarını bisikletlerimizle dolanıyor, gölgeliklerinde ara ara dinleniyorduk. İsfahan tam bir parklar ve saraylar şehri. Çölün ortasında doğan bir medeniyet şehri. İnsanları sıcakkanlı ve dost canlısı. Sakin bir yaşantı sürdürüyorlar onca yasak ve ekonomik zorluklara karşı. Kadınlar batı tarzı giyiniyor genelde. Yoğun makyajlı bir yüz ve saçların yarısını örten (zorunlu) bir hicab. Özellikle yaş düştükçe batı hayranlığı ve giyimde batılılaşma artıyor. Bu rejimin devamlılığını sağlayamadığı ve sosyal alandaki uygulamalarıyla topluma kendini kabul ettiremediğinin bir göstergesi. Biz İsfahan’dan ayrıldıktan sonra şehrin muhafazakarları tarafından bu kadınlara kezzaplı saldırılar olduğunu ve kadınların ayaklandığını haberlerden okumuştuk. Şehirde İngilizce bilen insan sayısı Tahran ve Tebriz’e göre epey fazla. Turist büroları sayılarıda aynı şekilde. Avrupalı yaşlı teyzelerin başlarındaki örtüleri görünce sürekli güldüm ve utandım. Ne gerek vardı halbuki. Allah’ın peygamberi kendini üzmeye başladığında Allah şöyle vahyetmişti. “Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Ama bunu irade etmedi. Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?” (Yunus, 10/99) Ey Muhammed, eğer Rabbin dilemiş olsaydı yeryüzündeki bütün insanlar, ister istemez iman etmiş olurlardı. Fakat Rabbin, hikmetinin gereği, herkesi iman edip etmemekte, kendi iradesiyle başbaşa bıraktı. O halde sen onları zorla iman ettiremezsin. Senin vazifen sadece tebliğ etmektir.

Siasopol Köprüsü

(Çehel Sutun Sarayı)

Eğer Rabbin dileseydi, elbet­te bütün insanlar iman ederdi. Lâkin hikmete aykırı olduğu için bunu iste­medi. Çünkü Yüce Allah, kullarının kendi ihtiyaçları ile iman etmelerini ister, zorla iman etmelerini istemez. İnsanla­rı iman etmeye ve senin dinine girmeye sen mi zorlayacaksın? Sonra böyle bir görev verilmedi. Bu âyet, bütün insanların iman etmelerini şiddetle ar­zulamasından dolayı duyduğu sıkıntıya karşı Nebî (s.a.v)’i tesellî etmekte ve onun içini rahatlatmaktadır. Rejimler, hocalar, mollalar kendilerini peygamberden daha üstün bir uyarıcı ve öğüt verici bir makamda mı görüyorlar da insanları zorluyorlar? Hele hele imana ermemiş olan ehli kitabın halklarından gelen ziyaretçileri. Bu yüzden sokaklarda örtüleriyle dolaşan alman, Fransız yaşlı teyzelerini hayatım boyunca unutmam mümkün değil. Ve tabi rejimin halkın üstüne kabus gibi çöken yasaklarını da. Geniş ağaçlıklı yolları, tertemiz sokakları, büyük güzel bahçeleri, sanat merkezleri, müzeler ile adeta tarih kokan İsfahan, görkemli devirlerinin bütün haşmetini sunan camileri, medreseleri, kiliseleri, mescitleri ve pazarlarıyla doğunun kalbini gezme fırsatını bizlere sunuyor bizde bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyorduk. Güneşli bir gün yine bisikletler altımızda bu sefer Çeher Sutun sarayına geçiyoruz. Çehel Sütün, Şah Abbas döneminde yapına başlamış ve II. Şah Abbas döneminde 1647’de tamamlanmış. Saray, 67.000 m2’lik bir alana yayılan Çehel Sütun bağının ortasında yer alıyor. Bahçesinde yüksek ağaçlar ve önünde büyük bir havuz dikkati çekiyor. 20 sütunlu sarayın önündeki havuzda yansıyan 20 sütun görüntüsü nedeniyle Kırk Sütun Sarayı olarak adlandırılmış.

(Çaldıran Minyatürü)

İşlemeli tavanları ve içindeki zengin minyatürlerle tam bir doğu sarayını andıran Çehel Sutun sarayında Yavuz Sultan Selim Han ile Şah İsmail’in karşılaştığı Çaldıran Savaşını resmeden bir minyatür en gösterişli biçimde resmedilmiş ve sarayda sergileniyor.Şahlar devrinde kokteyl ve resepsiyonlar için kullanılan, yabancı devlet adamlarının ağırlandığı saray şu an eski eserler müzesi olarak kullanılıyor. Bahçesinde insanlar dinlenme imkanı buluyor. Ve İsfahan’dan ayrılma vakti geldi. Şark diye bir yer varsa orası İsfahan’dır diyorum bende. Üç güzel günümüzün geçtiği bu kadim doğu başkenti İsfahan’a tekrar ziyaret etme sözü vererek “Allahaısmarladık” dedik ve ayrıldık. Tuğrul Beyin, Alparslan’ın, Melikşahın, Nizamülmülk’ün, Razî’nin, Gazzalî’nin yurdunda teşehhüt miktarı bir uğramışlığımız oldu. Tahran’a geçtik ve Tahran’dan gece treni ile Tebriz’e yakın bir şehir olan Mareğa şehrine geçtik. Oradan bir taksiyle Tebriz’e geçtik. Tebriz’de yine bizi dostumuz Amin karşıladı. Aminle Tebrizde alışverişlerimizi yaptık ve çayımızı gece İl gölünde içtik. İl gölü kıyısında Ortadoğu’ya, Türkiye’ye, İran’a, Mezheplere dair konuştuk. Gezimizin muhasebesini yaptık. Gece Amin’in ailesine misafir olduk. Sabah uyandığımızda Maku şehri üzerinden Van Özalp sınır kapısını kullanarak Türkiye’ye giriş yaptık. Türkiye bizim 10 günlük seyahatimizin ardından durulmuştu. Van’da hayat normale dönmüş ve insanlar günlük yaşamlarını rahatça sürdürebiliyorlardı. Barış umudu hala vardı ve bizim içimizde de gezme aşkı halen sönmemişti Mayıs’15 • 45


Atölye

Atölye

Seçim Öncesi Dücane DEMİRTAŞ

Boğaziçi Üniversitesi - Tarih Lisans Öğrencisi

B

u seçim öncesi Türkiyeli Müslümanlar dolu dolu geçen birkaç yıldan sonra altta zikredilecek şu konulara dikkat çektiler mi acaba? -İslam dünyası kan revan içindeyken Müslümanların siyasal temsilcileri birer birer ortadan kaldırılıyorken ülke sanki alice harikalar diyarıymış gibi iktidara karşı kabaca itici ve yıkıcı eleştirilerde bulunmanın halk nezdinde ya da iktidar çevrelerinde bir itibar görmesi mümkün mü? -Seçim beyannamelerinde yok çift ikramiye yok mazot şu kadar olacak diye vaatte bulunmak Mısır’dan çıkmış bir halka özgürlük yerine sarımsak soğan sunmak değil midir? Bir Allah’ın kulu da biz çift anahtar değil de bir kez daha mazlumlara ağabeylik yapma ya da dünya beşten büyüktür deme şerefine nail olmaktan gayri bir şey istemiyoruz neden demiyor? -Müslümanların, eksikliklerinin ve hatalarının eleştirisini düşmanlarına bırakmayacak kadar iktidarı sahiplen-

46 • Mayıs’15

mesi ve iktidara karşı eleştirilerini düşmanın safından değil de bizzat kendi saflarından yapması gerekmiyor mu? -Müslüman gençler her işçi hakkı, adalet, eşitlik, ekmek, özgürlük diyenin üstüne atlamaktan niçin gocunmazlar? Hem de bu samirilerin en azılı sol örgütleri, ibneler, fahişelerle beraber iş tuttuklarını bilmelerine rağmen. -Suriye direnişini söz konusu olunca mezhepçi takıntılarından ya da şahsı husumetlerinden İran’a katil diyemeyen, koalisyona hayır maskesi altında en azılı sol örgütleriyle platform oluşturan Müslümanların Erdoğan’a olan kinleri kaşarlanmış bu pisliklerle yan yana poz vermeye devam mı edecek? -Gezi parkının samirileri Cuma namazı kıldırırken diğer ortamlarda musalık edebiyatını başkasına kaptırmayan stk cemaat liderleri neredeydi? Cilt cilt kitap yazıp “gerçekte İslam’ın ne olduğunu, salatın ritüel değil kıyam etmek dik durmak mücadele etmek olduğunu anlatan nice şahıslar ola gelen

bunca hadise karşısında acaba neredeydiler? Niçin paralel din söylemi bile dinleme listeleri yayınlandıktan sonra ortaya atıldı? -Tüm bu olaylar karşısında sessiz kalan bu cemaat stk ve derneklerin Allah’ın gündeminden ne denli uzak kaldıkları ve sonu gelmez teolojik tartışmalardan ne denli haz aldıkları aşikar olmadı mı? Ülkede darbe üstüne darbe yapılırken, 300 bin insan Suriye’de katledilirken hala temcit pilavı gibi tekrar tekrar “kader ya da şefaat var mı yok mu, Hz.İsa öldü mü ölmedi mi, kabir azabı var mı yok mu” gibi Allah’ın gündemi olmayan teolojik tartışmaları meydana atıp dindarlıklarını yağlayan güruhların Müslümanların siyasi kaderleri üstünde bir vizyonları olmadığı görülmüyor mu? Allah’ın gündemi mazlumların gündemiyse ve İslam için hiçbir teolojik tartışma-Allah’ın birliği de dahil- mazlumların gündeminden öte değilse bu yapılanlar nedir? - Elitleşme ve “biz onlardan değiliz” demek uğruna “öküze erkek öküz dercesine” isimlerinin önüne antikapitalist sıfatını koyup sırf muhalif olmak için muhalif olmayı marifet sayan elit Müslümanlar Ak parti dönemindeki bir çok yanlışı ve hatayı eleştirirken saf safa durdukları kişilerin şeytani kişiliklerini neden görmek istemezler?. Söz gelimi sürekli doğuda katledilen

çocuklar üzerinden kendine mehdilik devşirip hükümete deccallık vasfını yükleyen nicesine 6-7 ekim olaylarında katledilen nice masum insan sorulduğunda selo amcalarına kıyamayıp klasik azgın sol jargonuyla hitap ettiklerinin bile farkına varamıyorlar. Nedense geylerle lezbiyenlerle beraber olmayı içlerine sindirmelerine rağmen Erdoğan ile birlikte olmayı sindiremiyorlar. -Yüzyıldır bu firavunvari baskının, asimilasyonun, aşağılamanın ve fakirliğin üstesinden gelebilmek için önde giden birilerini mehdi gibi bekleyen Müslümanlar ne oldu da eksikliğiyle kusuruyla bu liderlerle karşılaştığında gördükleri ilk nehrin suyunu içer oldular? Neyi unuttular da mızrakların ucunda yolsuzluk yaftasını görünce mücadeleyi bıraktılar? Nesiller boyunca torunlar dedelerinden miras kalan bu onursuzca seçimlerin sırtlarına yüklediklerini taşımak zorunda mı? -İktidara karşı eleştirimizin samimiyeti ona karşı en ağır söylemleri dahi onu TOKİ tanrısına tapan, kolunda 700 bin liralık saat takan, şehirleri parsel parsel satan, bakara makara diyen, halkın anasına küfreden, daha fazlasını kazanma arzularında madencileri toprağa gömen, kibirle göğe meydan okuyup gökdelen diken, parası kadar olanlara doğru itmeden yapmak değil midir?

Mayıs’15 • 47


Atölye

Atölye

Cennetten Çok Uzakta Kübra ÜÇÜNCÜ

O

ldum olası kendimi bir yere ait hissedemedim. Ama şunu iyi ki biliyorum: içine doğduğum şu ‘dünya’ dediğimiz şey pek de iyi bir şey değil. Kendini arayarak yaşayan –yaşamaya çalışan- köksüz, oradan oraya savrulan yapraklara dönmüş vaziyetteyiz. Çünkü nerede olduğumuzu bilmiyoruz –bulanlar ancak arayanlardır.- Kimine göre zevk-ü sefa yapma yeri, kimine göre bir amaç edinip o amaç için savaşma yeri kimine göreyse ‘işte geldik gidiyoruz’un telaşesi… Bulunduğum yeri nasıl mı tarif ederim? Denildiği gibi ‘Cehennem boş, maddi manevi tüm şeytanlar burada.’ İşte öyle bir yerdeyim ki hiçbir şeyin kemaline ulaşamıyor, kamil olan hiçbir şeyden söz edemiyorum. En’ler biz nefes alıp verenler –canlılar ve cansızlığa nişanlılar- ve bir

48 • Mayıs’15

gün nefes alıp veremeyecekler için asla çıkılamayacak noktalar. Kamil dediğimiz mertebe de kulaktan kulağa fısıldanan bir masaldan başka bir şey değil –“artık ruhumuzu ısıtacak bir masal kalmadı ama belki sabah olur” (Tarık Tufan)- Kamil dost, kamil hoca, kamil öğrenci, kamil anne, kamil evlat, kamil vatandaş… Hangisi imkanlı? Hangisini ağzımıza alırken hakikatin verdiği saygıyla huşu içinde ürperebiliyoruz? Ne saygı ne de ürperme gerçek değil evet. Çünkü ortada hakikat yok. Kemal nokta ölüm müdür acaba? Olmadan bilinmeyecek dolayısıyla bilmeden olunmayacak olan. Kemal nokta mıdır bilmem ama kemal eşitliğin olduğu bir nokta olduğu kesin. Sadece canlıların yaşayabileceği ve de tüm canlıların ya-

şayabileceği, yaşamadan bilemeyeceği hakikat! Bu durumda öldüğümde mi oldum diyeceğim? Dünya ağacında ermeyen meyve ölüm toprağında humus olabilir mi? Canlı halim güzel işler yayamazken leşim kokudan başka ne yayabilir? Yoksa ölümü kamilleştiren hakikate vasıl olunan son durak olması mı? Öyle bir durak ki vasıtayı da vasıl olanı da yüceleştiren! Fakat vuslat olgusu ölüm anıyla başlamadığından daha hayat yolundayken vasıta da insan da makul olmalı ki vuslatın mahiyeti aziz olsun. Bunca laf-ı güzaftan sonra vardığımız mana Efendimiz (sav) ‘in hadisi ‘Nasıl yaşarsanız öyle ölür, nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz.’ Oluyor. Peki nasıl bir yer? Hani öyle bir yer ki burada hem kendimi bir yere ait hissedemiyor hem de bir yere ait olmak için türlü acılara katlanıyorum. Ait olacağım yerler ya da insanların alnıma yapıştıracağı etiketler ve de onların etiketlerinden roller, paylar kapmaya çalışarak… Gözümü açtığım anda mücadeleye başlayarak… Yarının ne getireceğini bilememe endişesi belki de hiç yapmak istemediğim, istemeyeceğim şeyleri yaptırıyor. Bu acımasız yerde kendimi tanıtırken adımı söylemem yetmiyor. Adımdan, benliğimden, kalbimden daha önemli şeyler var. Hayatımı neyle idame ettirdiğim mesela. İşim yani mesleğim, makamım, mevkim, dolayısıyla param. Hani öyle bir yer ki adımdan önce öğretmen, doktor, mühendis, avukat vb gelecek. Gelecek ki tek başına pek bir cüretkar ve sevimsiz duran adım beni anlamlandırsın(!) Beni olduğum gibi kabul etmeyen, tanımlamak için başka başka adlandırmalara gerek duyan bir yer işte burası. Hani öyle bir yer ki emin olabildiğim hiçbir şey yok. Öncelikle benim olan hiçbir şey yok. Sahip olmayı iddia ettiğim andan itibaren ait oluyorum. Emin olduğum, bir iddiaya sahip olduğum andan itibaren de iddiamı çürütecek daha okkalı bir iddiaya sahip oluyorum(!) Hani öyle bir yer ki bana ait bir şeyin olmadığı gibi zamanı bile bana ait kılamıyorum. Yarının bana neler getireceğini bırakın, benim için yarın olacak mı onu bile bi-

lemiyorum. Benim olup olmayacağımın kesin olmadığı dünyada, dünyanın olup olmadığı da kesin değildir. Çünkü benim dünyam bensiz hiçtir. Ben yoksam dünyam da yoktur. Yarın olacak mı bilemezsem, yarın benim olup olamayacağımı, dolayısıyla dünyanın olup olamayacağını da bilemem. Şu halde de her daim biri kaçmaya diğeri kalmaya odaklı ayaklarım da ne yapacaklarını bilemez haldeler. Hani öyle bir yer ki bugün severek edindiğim hiçbir şey sonsuza dek benimle olmayacak. Çünkü sonsuz dediğimiz mefhum biz nefes alıp verenler için nefes alıp verdiğimiz sürece sonsuz kadar uzak! Ben olmadığımda sevmemin de edinmemin de hiçbir anlamı kalmayacak. ‘Ee sonra?’ sorusuna hiçbir zaman cevap alamayacağım. Yani belki de uzun lafın kısası anlamın az, acının çok olduğu bir yer. Hani öyle bir yer ki hayal diye fikir diye bir şeyler var –kurduğumuz tüm hayallere rağmen değişmeyen dünyanın şerefine- O küçük ama güzel kapılar da olmasa zavallı fani aklımız da artık yerinde olmayabilir…Çünkü iyi bir yer değil. İyi olsa ötesi düşünülür berisine dair hayaller kurulur muydu? Daha iyisini ya düşleyeceğim ya da düşünüp üreteceğim zira şu haliyle katlanılır dert değil. Hani öyle bir yer ki bugün etrafımda olanlar yarın yok. Dün olanlar bugün yok. Evet değişmeyen tek şey değişimin kendisi de her değişim bu kadar acıtmalı mı be? Hayatımın sonuna kadar hayatım ve ben varız ki ben ve hayatım bile değişim gösteriyoruz. İnsan sabit bir can simidine de tutunmak istemez mi? Hani öyle bir yer ki yeşili, mavisi, güneşi, ayı olsa dahi kaçasımız gelir. Hani öyle bir yer ki türlü türlü sanat dalları olsa da nefes alamayacağımız tutar. Hani öyle bir yer ki kötülüğün gizli kalabildiği, birileri ağlarken diğerlerinin müstehcen edalarla gülebildiği bir yer! Öyle bir yer işte! Evet buradayız, dünyada. Cennetten çook uzakta! Mayıs’15 • 49


Atölye

Atölye

ACABA BİZ MÜSLÜMAN MIYIZ? Serkan Adnan BİRİCİK Fatih Sultan Mehmet Uluslararası Imam Hatip Lisesi

H

iç şüphe yok ki Alemlerin Rabbi olan Allah, Kur’an’ı Kerimi biz insanlara bir hidayet rehberi olarak indirmiştir. Peygamber Efendimiz (sav) ise ancak alemlere rahmet, bir uyarıcı ve müjdeliyici olarak gönderilmiştir. Kur’an’ı Kerim Allah indinde insanlara indirilen son ilahi kitap ve Peygamberimiz (sav) ise son gönderilin peygamberlerin sonuncusudur. Hz. Adem (as) dan başlayan İslam, Hz. Nuh (as), Hz. Musa (as), Hz. İsa (as) ile devam ederek Efendiler Efendisi olan Hz. Muhammed (sav) ile son halini almış, insanların üzerindeki nimetini tamamlayan Allah insanları için din olarak İslamı seçmiş ve Ümmet-i Muhammedi insanlar için çıkarılan en hayırlı ümmet olma vasfını yüklemiştir. Bu dinin ilk muhattapları olma şerefine hiç şüphesiz Ashab-ı Kiram vasıl olmuştur. Vahyin ilk muhattapları olan Sahabiler, ilk olarak Mekke’de Darü’l Erkam’da sonra ise Medine’de Ashab-ı Suffe’de bizzat Peygamber Efendimiz önderliğinde vahiy ile yoğrularak eğitilmişlerdir. Yeri gelmiş ayet-i kerimeler Peygamberimiz (sav) ile beraberken nazil olmuş, yeri gelmiş işledikleri güzel ameller Allah’ı hoşnut etmiş ve buna karşılık Yüce Rabbimiz onları cennetiyle müjdelemiştir. Yeri de gelmiş Rabbi-

50 • Mayıs’15

mizin tehditine ve azabıyla karşı karşıya kalmışlardır. Vahiy ile yoğrulan Sahabiler, Efendimizden sonra bizlere örnek olmuşlardır. İslamı bir yola benzettiğimiz zaman, Ashab-i Kiram bu yoldaki işaretlerdir. Onlar bu yolda yürüyerek altından nehirler akan, edebi saadet yurdu olan cennete doğru yürümüşlerdi. Peygamber Efendimiz (sav) Ashabını anlatırken ‘’Ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsınız hidayete erersiniz’’ buyurmuşlardı. Bizlere İslamı ulaştıran onlar değil miydi? Veda hutbesini dinleyen binlerce sahabi Peygamberimiz (sav)’in vefatından sonra dünyanın dört bir tarafına dağılarak İslam davasını dert edirek İslamı bir sonraki nesillere aktarmışlardır. Peygamberimiz (sav)’in Medineyken evinde misafir eden Eyüp El-Ensari’nin 90 yaşlarında İstanbul surlarına kadar neden gelmişti? İslam Tarihinin ilk deniz donanması ile fethedilen Kıbrıs’ta Ümmü Haram’ın ne işi vardı? Ve daha niceleri… Kur’an’ı Kerimi koruyacağını bildiren Rabbimiz, eksiksiz bir şekilde ilk halinde olduğunu gibi bizlere ulaştırmıştır. Kur’an’ın emir ve yasakları, helal ve haramları Sahabe döneminde hüküm sürdüğü gibi şimdi de hükmünü kaybetmeden

aynı tazeliğinde hükmünü devam ettiriyor ve kişinin kardeşinden, anasından, babasından, çocuklarından kaçacağı kıyamet gününe kadar devam edecektir. Peki bizlere ne oluyor? Nereye gidiyoruz? Ashabın inandığı gibi bizlerde Allah’a, peygamberlerine, meleklerine, kıyamet gününe, kadere, Kuran’ı Kerime iman ediyoruz. Sahabinin bile her istediği zaman ulaşamadığı bilgiye bizler kolayca ulaşabiliyoruz. Çoğu ashabın Kuran’ın bir bütün olarak, Mushaf olarak görememiştir. Cilt cilt tefsir, hadis, fıkıh ve benzeri kitaplarımız var. Bu kadar imkanlar içerisinde nedir bu halimiz? Ashab-i Kiram şimdi aramızda olsaydı bu kadar imkan ve nimet içerisinde bizleri görüp de bizlere ne derdi acaba? Kafir mi? Cehennemin en altında yanacak olan iki yüzlü münafıklar mı derlerdi bizlere? Seyyid Kutub ne güzel açıklamıştı durumumuzu: ‘’ Bu dinin ilk nesli, Kur’an’ı okuyarak, anlayarak, hayatlarına tatbik etmekle meşgullerken şimdi nesil ise Kur’an’dan haz alma peşindeler.’’ Evet gerçekten öyle değil mi? Bizler yetiştirdiğimiz kurra hafızlara övünüyoruz. Kurra hafızlarımız okuduğu Kur’an’lara ağlıyoruz. Ama okunan Kur’anlar kalbimize inmiyor. Neden inmiyor? Yoksa kalplerimiz mi mühürlü? Kur’an okuyalım, anlayalım, hayatlarımızda tatbik edelim ve bizleri edebi saadet yurdu olan cennete taşıması için bir vasıl olarak indirilmemiş miydi? Ne zaman Kur’an’dan uzaklaştık etrafımız kan

gölüne döndü. Artık haberlerde gördüğümüz ‘’Müslüman ölümleri’’ bizler şaşırtmıyor. Yazıklar olsun bunları yapanlara deyip kanalı değiştirir olduk. Kur’an’ı okusaydık ‘’Müslümanların ancak kardeş’’ olduklarını bilirdik. Yoksa kardeşliğimiz sözde kaldı? Kendisi için istediğini kardeşi için de istemezse gerçek iman etmiş olmaz. Kardeşini zalimin eline bırakan hakikati ile iman etmiş olur mu acaba? İman ettik demekle iman etmiş oluyor muyuz? İman ameli gerektirmez mi? Bizler için birer örnek olan Ashabı Kiram böyle mi yapmıştı? İmanından dönmesi için Mekke’nin kızgın kumlarını üzerine yatırılan hatta üstüne kaya koyularak işkence yapılan Habeşli Bilali’ni gören Peygamberimiz (sav)’in hicret arkadaşı olan Hz. Ebubekir (ra) Köle olan Habeşli Bilali satın alarak hürriyetine kavuşturmuş, kardeşine sahip çıkmış, onu zalimin eline bırakmamıştı. Bizlerinde bunu yapması gerekmiyor mu? Aslında bütün sıkıntı Peygamberimiz (sav)’in bizlere bıraktığı Kur’an ve sünnet emantine sımsıkı sarılmadığımız için oldu. Sanki Peygamber (sav) bu günleri görmüştü ve bizleri uyarmıştı. İlk kıblemiz olan Kudus’un şu an esaret ve işgal altında olmasında bizler sorumlu değil miyiz? Sokaklarda ki fuşihattan, kötülüklerin cirit attığı bir ortam bizim yapmamız gereken nelerdir? Bizler emri bil maruf nehyi anil münkeri yerine getirseydik böyle olmazdı. Cihadı hakkı ile anlasaydık bu durumda olmazdık. Hala akıl etmiyor muyuz? Aslında bu kadar sorudan önce kendimize sormamız gereken bir soru var. Acaba biz Müslüman mıyız?

Mayıs’15 • 51


Medya

Medya

Basından Yansıyanlar Bu Trajedi Karşısında, Hele de, Muhteşem Bir Hayat Sürenler Selahattin Eş Çakırgil Diriliş Postası- 22 Nisan 2015 imdi de 950’den fazla insanın daha, ‘belki kurtuluruz ümidiyle, Afrika’dan kaçıp, Avrupa’ya sığınmak için ‘umuda yolculuk’ adına çıktıkları bir yolculuğun, Akdeniz’in karanlık sularının dibine doğru bir faciayla noktalandığı haberi ulaştı. Libya ile Sicilya arasındaki denizdibi vadisi denilebilecek ve beş bin metre derinliğindeki bir mekanda, Lampadusa adası civarında alabora olduğu bildirilen bu son gemiden geride kalan sadece 30 kadar cesed.. Canlı ise, hemen hiç yok.. Buradan, diğerlerinin geminin anbarlarına balık istifi dolduruldukları ve üzerlerinin kilitli olarak tutulduğu anlaşılıyor. Bu gibi köhne deniz araçlarına insanları doldurup, paralarını alan insan tâcirlerinin, o deniz araçlarını kaptansız olarak ya da çıraklarına bırakarak o gemileri terkettikleri iddiasının doğru olması da mümkün.. Bu da, trajediyi daha bir katmerleştiriyor. Birileri para derdinde, birileri hayat.. Müslümanlık gösterisinde bulunan petro-dolar zenginlerinin umurlarında değil bu durum.. Onlar ve onların yönetiminin devamı için hayır-dua edip fizikî bünyelerini daha bir kalınlaştırmakla ve zevklerini, daha bir doyumsuzluklara ulaştırmak için iştihalarını sonuna kadar kullanıp, ellerine geçen dünya saltanatının tadını çıkarmakla meşguller.. ***

Ş

Şiddetperestlik yayılıyor mu? Atilla Yayla Yeni Şafak- 25 Nisan 2015 ütün solun şiddete karşı pozisyonunun bu olduğunu söylemek el-

B

52 • Mayıs’15

bette haksızlık. Ancak, solun özellikle Ortodoks geleneğine mensup olanların şiddet sarmalından çıkması hayli güç. Bunu başaranlar zaten sosyalist solu terk edip sosyal demokrasiye geçmiş olur. Ne yazık ki, Türkiye’de sosyal demokrat sol bile şiddeti benimser. Darbelerin en büyük destekçisinin milliyetçiler ve sosyal demokratlar olması tesadüf mü? Radikal Türkiye solu ise yıllardır şiddetin meftunu ve gönüllü mahkûmu. Bu yüzden, şiddetin her türlüsünü açıkça telin edemiyor, lanetleyemiyor. PKK şiddetini net bir şekilde, ‘ama’lara müracaat etmeden kınayamıyor. Pinochet’yi eleştiriyor ama Castro gibi sosyalist diktatörleri aklıyor ve göklere çıkartıyor. Şiddetin sol olmayanına karşı sert bir söylem tuttururken sol olanını övüyor, yüceltiyor, efsaneleştiriyor. Ortodoks sol aslında karşı ideolojik şiddeti ve polis şiddetini de seviyor. Çünkü daimî kutuplaşmaya ve savaşa dayanan sert dünyasında kendisine yönelik gerçek ve hayalî şiddet onun için adeta hayat öpücüğü oluyor. Günlük olayların heyecanı bu mühim vakıayı gözden kaçırmaya sebep olmasın. Her şeyden önce felsefî ve ahlâkî berraklığa ihtiyacımız var. Cevabını aradığımız soru şu: Türkiye solu, ılımlısıyla radikaliyle, siyasî amaçlara ulaşmak için (ister organize sol ve sağ sivil gruplar, isterse devlet aygıtları tarafından) şiddet kullanılmasına kayıtsız şartsız, ayrımsız, kategorik olarak karşı mı?” Yazının yayımlandığı günden bugüne hiçbir şey değişmedi. Sol şiddete tapmayı sürdürüyor. Ne yazık ki, şiddet severler ve şiddete düşkünlüğü açığa çıkanlar arasına kimisi “liberal” diye de etiketlenen ama aslında doğru sıfatları “modernleşmeci seküler” olan bazı aydınlar da eklendi. Bunların çoğu yine soldan gelmekte. Erdoğan düşmanlığı gözlerini öylesine karart-

mış ki, AK Parti’ye ve Tayyip Erdoğan’a zarar vereceğini umdukları her şiddet eylemine ve şiddet eylemcisine neredeyse kayıtsız şartsız destek vermeye teşneler. Hatta bazıları, bir iç savaş tehlikesine işaret ediyormuş gibi yaparak, iç savaş çıkmasını temenni etmekte. Şiddet siyasette iyi sonuçlar veren bir yol değil. Şiddet meftunlarına hatırlatmak isterim ki, kullandıkları ve/ veya alkışladıkları şiddet sadece düşman olduklarını değil onları ve yakınlarını da yakabilir. Selim akla dönüp şiddeti kınamaları, şiddete başvuranları dışlamaları, aktif veya pasif şiddet destekçisi olmaktan vaz geçmeleri ve demokratik mücadele yöntemlerini kullanmaya çalışmaları kendileri için de ülkemiz için de hayırlı olacaktır. *** Ben Sizden Utandım! Haşmet Babaoğlu Sabah- 27 Nisan 2015 şakşakçılara takıldım. İzlerken onlar adına utandım. Genel başkanları savaştan, tecavüzden, açlıktan canını zor kurtarıp bu ülkeye sığınmış Suriyelilere “defol” deyince ayağa kalkıp hararetle alkışlayanlardan söz ediyorum. Koskoca adamlar, kadınlar, laci takımlar, mizanplili saçlar ırkçılığı... Nasıl bir ruhsa, nasıl bir ahlaksa, sorulunca da sular seller gibi hümanist nutuklar atarlar! İnsanın canını sıkan bu takımın halleri... Yoksa Kılıçdaroğlu’nun Suriyeli mülteciler hakkındaki sözlerini tartışsak ne olur! “Suriyeli kardeşlerimizi geri göndereceğiz” deyip kendisini dinleyenleri zalim heyecanlara sürükledikten hemen sonra “yüreğimizde insan sevgisi var” diyebilen biri nihayetinde... “Bak bu sana oy kazandırır!” denilen

O

hangi fikir varsa, hepsine açık bir megafon artık. Tutarlılık deseniz, zaten hiç olmamıştı. *** Gelelim, Gezi döneminde göklere çıkartılan Y Kuşağı’nın derin sefaletine... Ne zaman Suriyeli mülteciler konusu açılsa, bu gençlerin içinden minik Hitlerler fışkırıyor. Hani “çok zeki, fazlasıyla sorgulayıcı ve samimi”ydi bu kuşak? Üstüne üstlük solcu ve demokrat oldukları da söyleniyordu. Şimdi hepsi sarışın mavi gözlü olmayan bütün yabancılara ve elbette özellikle Suriyelilere duydukları nefreti pislik bir dille, küfür kıyamet halde sosyal medyaya boşaltıyorlar. Bir arkadaşları gayet saf biçimde “kardeşim o insanlar keyiften mi buradalar?” diye sorunca nasıl linç ettiklerini dakika dakika izledim, içim ezildi. Zekâ mı, demiştiniz... Düşünün, Kılıçdaroğlu’nun “Ortadoğu’ya barışı getireceğiz” lafına inanmışlar. Yani o kadar “orantısız” bir zekâları var. *** Sistemde elit değişimi Akif Emre 7 Nisan 2015 urada eski elitlerle yeni elitler arasında bariz biçimde ortaya çıkan ve hayli önemsediğim farklardan biri medya ve kültür alanındaki göstergelerdir. Yeni elitlerin en büyük zaaf alanları kültür ve medya alanlarında kendini gösterdi. Kurulan yeni semtlerden kentsel peyzaja, kültürel ve sanatsal alandaki etkinliklerden medyadaki kaliteye bakıldığında sorunun ne denli derin olduğu anlaşılır. Değişim denilen olgunun içinin nasıl ve ne şekilde doldurulacağına ilişkin ipucu verecek bol miktarda malzeme var etrafımıza baktığımızda. Ne insani bir hayat sürülecek yeni şehirler kurulabildi ne de var olanların estetize edilmesi mümkün oldu. Tarihsel aidiyete yapılan vurgu bir toplum için elbette önemli. Bu toplumun ta-

B

rihi birikimi ile bugünü arasında gözlemlenen tarihi açık, çelişki aslında tarihle kurulan bağın neden sağlıksız olduğunu da açıklıyor. Toplu konut yığınlarının arasına son derece primitif bir saat kulesinin taklidini yerleştirerek ne tarihe sahip çıkılmış olur ne de sıkça dillendirildiği gibi medeniyet kurulur. Kültür ve sanatın birkaç geleneksel zanaatın yaygınlaştırılmasından ibaret olmadığını söylemeye gerek yok. Oysa İslami düşünce birikimine sahip aydınların yıllardır biriktirdiği, çoğalttığı, geliştirdiği dil çok farklı iddialara sahipti. Bu iddianın içinin doldurulması ayrı bir konu olmakla birlikte en azından gelecek tasarımı, tasavvuru olarak etik ve estetik kaygıların korunması beklenirdi. İktidarın seçkinleri değişti ancak “seçkinler iktidarı” belli alanlarda iktidarını sürdürüyor. *** Ah işte tam yaşanacak bir Türkiye Yıldıray Oğur Türkiye- 20 Nisan 2015 CHP ulusalcılığa veda ederken, Batı Orta Doğu’da Kemalizme yaklaştı. Harika bir zamanlama! Batı’nın, Mısır, Suriye en son IŞİD meselesiyle tüm Orta Doğu’da yükselen küresel 28 Şubat çizgisine, CHP’nin sekülerlik, laiklik vurgularını artık işlevsizleştikleri iç politikadan dış politikaya kaydırıp uyum sağlaması çok zor olmasa, böyle bir Batı’yla “İslamcı” iktidara ve iktidarlara karşı tam bir iş birliği vadetmesi CHP için bir değişim olmasa gerek. Mısır’la ilişkileri toparlamayı “Mısır’ın iç siyasetini, Türkiye kamuoyunu yanıltmak üzere kullanan anlayışa son vereceğiz” heyecanıyla dile getirmiş CHP. Tabii “Suriye’de sürmekte olan savaşta taraf tutmayacak” olmayı vadeden, “iç savaşın taraflarıyla görüşebilen bir siyasi parti” olduğunu gururla söyleyen bir CHP var karşımızda. Suriyeli sığınmacılar konusunda Kılıçdaroğlu ve ekibinin Türkiye’deki işsizliği Suriyelilere hükümetin iş bulma-

sıyla açıklayan, Avrupa’daki yükselişe geçmiş göçmen karşıtı partileri kopya ettiği politikasının izlerini bu bildiride bulmak mümkün. “Suriye’deki savaş nedeniyle ülkemize sığınan kardeşlerimizi insanlığa yakışır koşullarda, düzenli bir şekilde misafir edeceğiz” diye başlayan ilk bakışta düzgün görünen cümlede “düzenli” kelimesinin içine saklanmış o izler, sonraki üç vaatle kendini ele vermiş. CHP 2 milyon çaresiz sığınmacıya şunları vadediyor: “Sığınmacılara yapılan yardımların şeffaf ve denetlenebilir olmasına özen göstereceğiz.” “Şaibeli yardımları ya da insani yardımların suistimalini kararlılıkla araştıracağız.” “Sığınmacı kardeşlerimizin, Suriye’ye dönebilmeleri için gerekli barış ortamının yeniden sağlanması için yürütülen girişimlere aktif destek olacağız.” Olası bir CHP iktidarı Suriyeliler için pek “yaşanacak bir Türkiye” gibi durmuyor. CHP, Suriyeli mültecilere kafayı öylesine takmış ki, bildirinin bir yerinde esnafların sorunlarından bahsederken birden karşınıza şöyle bir cümle çıkıyor: “Özel bir statü ile ülkemizde yaşayan Suriyelilerin vergiden ve yasal yükümlülüklerden muaf şekilde iş yaparak haksız rekabet etmesini önleyeceğiz.” Tutunmaya çalışan göçmenlerin haksız rekabeti yüzünden zaten ekonomi bu halde olmalı. Belki de CHP’nin Ali Taranvari popülist vaatlerinin finansmanı göçmenleri kaçırarak sağlanacaktır. Bizim gibi seçime giden İngiltere’deki göçmen karşıtı UKİP’in lideri Farage’in geçenlerde açıkladığı seçim bildirgesinde bile bu kadarı yoktu. Demek CHP, CHP’liliğini bu seçimde artık gündemden düşmüş, demode başörtülü kızlara karşı değil, göçmenlere karşı göstermiş. İçeride herkese demokrasi, eşitlik, hazinedeki paraları bölüşmece (tabii Suriyeliler hariç), dışarıda darbecilik, İslamofobi, Kemalizm…İçeride yeni CHP dışarıda klasik CHP.

Mayıs’15 • 53


İslam Dünyası

İslam Dünyası

İslam Coğrafyasından Haberler

İran’da ‘Farinaz’ isyanı ran’ın kuzeybatısında Kürt nüfusun yaşadığı Mahabad kentinde, bir kadının güvenlik görevlilerinin tecavüzden kurtulmak için kendisini otelin dördüncü katından atıp yaşamını yitirdiği iddiası üzerine protesto gösterileri ve çatışma çıktı. Batı Azerbaycan eyaletinde Kürt nüfusun yoğunlukta olduğu Mahabad kentindeki gösteriler, 26 yaşındaki Farinaz Hoşravani’nin, bir otelde İran güvenlik güçleri mensupları tarafından tecavüz ve saldırıya uğradığı sırada kurtulmak amacıyla dördüncü kattan aşağı atlayıp hayatını kaybettiği iddiası üzerine başlamıştı. Göstericiler olayın gerçekleştiği Tara Otel’i ateşe vermişti. Güvenlik güçlerinin müdahalesi üzerine kentte çatışmalar başlamıştı. Kentte çıkan olaylarla ilgili fotoğraflar sosyal medyaya düştü. Mahabad Valisi Cafer Ketani, resmi haber ajansı IRNA’ya yaptığı açıklamada, olay hakkında incelemenin sürdüğünü, tüm delillerin ve telefon kayıtlarının toplandığını söyledi. Kesin bir bilgiye ulaşılmadan dosyaya ilişkin ayrıntı verilemeyeceğini belirten Ketani, “Sanık yakalandı ve soruşturma tamamlanıncaya kadar gözaltında tutulacak. Sanık, basında iddia edildiği gibi herhangi bir resmi kurum mensubu değil, otel çalışanlarındandır” sözleriyle tecavüz girişimi iddialarını doğruladı. Al Jazeera’ye konuşan İran Kürdistan Demokrat Partisi (İ-KDP) Dış İlişkiler sorumlusu Muhammed Salih, rejim güçlerinin Kürt kentlerin-

İ

54 • Mayıs’15

de yoğun güvenlik önlemleri aldığını söyledi. Salih’e göre, Mahabad’da cuma günü yapılan gösterilerde 15 kişi yaralandı ve onlarca kişi gözaltına alındı. Salih ayrıca Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde internetin kesildiğini ve kentlere giriş çıkışların kontrol altına alındığını ifade etti. Tam olarak sayı bilinemese de, nüfusu 79 milyon olan İran’da yaşayan Kürt sayısının 10 milyondan fazla olduğu tahmin ediliyor.

Nasrallah: ABD Arapları bölmek istiyor izbullah’a ait Manar televizyonunda konuşan Nasrallah, ABD’nin IŞİD’e karşı oluşturduğu koalisyonun önce Irak sonra tüm bölgeyi “mezhebi ve etnik” temellere göre bölmeyi hedeflediğini iddia etti. Nasrallah, “Arapları, Kürt, Şii, Sünni diye mezhebi ve siyasi temelli bölmek istiyorlar. Bölge ülkeleri zayıflatılacak, birbirleriyle savaştırılacak ve bölünecek. Irak’ın bölünmesi için attıkları ilk adım, ABD Kongresi’nin aldığı Iraklı grupları silahlandırma kararıdır. Irak’ta yapılan, bölgede yapılandan bağımsız değildir. Yemen’i, Irak’ı, Suriye’yi, tüm bölge ülkelerini bölmek istiyorlar. Hatta kendileriyle işbirliği yapanları bile bölecekler. Gün gelecek Suud’u da bölecekler” dedi.

H

I

Barzani: Bağımsız Kürdistan geliyor rak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesut Barzani, Kürt hal-

kına kendi kaderini belirleme hakkının referandumla verilmesi gerektiğini belirterek, “Ne zaman olacağını söyleyemem ama bağımsız Kürdistan geliyor. Referandumumuz olacak ama şimdi DAEŞ ile mücadeleyle uğraşıyoruz, o nedenle ertelendi ama yapılacak” dedi. Maliki hükümetiyle krizler yaşayan Kürt yönetimi, İbadi yönetiminden memnun. Barzani, Erbil-Bağdat arasındaki ilişkilerin öncekine göre çok daha iyi olduğunu söyledi. Ancak hala sorunlar ve farklılıkların bulunduğunu dile getiren Barzani, “Yine de sorunların çözümü için iki taraf da ortak istek olduğuna inanıyoruz” dedi. Barzani, petrol konusunda varılan anlaşmayı Bağdat’ın kabul etmesini ve gelirlerden bölgesel yönetimin payını alabilmesini beklediklerini ifade etti.

İsrail’de ‘ırkçılığa’ karşı öfke büyüyor srail’de Etiyopya asıllı bir İsrail askerinin, polis tarafından dövülme görüntülerine tepkiler büyüyor. Irkçı uygulamaları protesto eden binlerce Etiyopya Yahudisi, perşembe akşamı Kudüs’te düzenledikleri eylemin ardından, dün de Tel Aviv’deki Azrieli Kulesi önünde gösteri yaptı. Slogan atarak hükümet binalarının olduğu Ayalon yoluna kadar yürüyen kalabalık, “şiddete bulaşan

İ

polisler hapsedilmeli” çağrısında bulundu. İsrail vatandaşı Etiyopya asıllı Yahudiler, şehirdeki bazı ana yolları trafiğe kapatarak, “siyah değil, beyaz değil, hepimiz insanız”, “Irkçılığa ve ayrımcılığa hayır” ve ““Artık söz değil eylem istiyoruz” şeklinde slogan attı. Bazı İsrailli aktivistler de eyleme destek verdi. Göstericilerin, polis şiddetini ve kelepçeli tutuklamaları simgelemek üzere ellerini başlarının üzerinde çapraz şekilde bağladığı gözlendi. İsrail polisi protestonun başında, eylemcilere müdahale etmemeyi tercih etti. Polisin, Tel Aviv’in merkezi caddelerinden Ayalon yolunun açılmaması halinde göstericileri zor kullanarak dağıtacağını duyurmasının ardından protestocular Rabin Meydanı’na yürüdü. Bu esnada Azrieli Kulesi yakınlarında polisle göstericiler arasında arbede yaşandı. Rabin Meydanı’da toplanmayı başaran kalabalığa ise polis biber gazı ve ses bombaları ile müdahale etti. Çıkan olaylarda 56’sı polis 68 kişi yaralandı, 43 eylemci ise gözaltına alındı.

Suriyeli Bakan’dan İran itirafı ran Resmi haber Ajansı (İRNA)’nın haberine göre Casım Freyc, Tahran’da İran Savunma Bakanı Hüseyin Dehgan ile yaptığı görüşmede ‘İran, direnişin temel taşıdır. İran’ın desteği olmasaydı, bu büyük başarılar elde edilemezdi. Suriye halkı hiçbir zaman İran halkı ve devletinin yardımları ve desteklerini unutmayacaklardır’ ifadelerini kullandı. Freyc, Dehkan ve diğer İranlı yetkililerle yaptığı görüşmelerde, iki ülke yetkililerinin terörle mücadele konusunda gelecekte atılacak adımlar hakkında hemfikir oldukla-

rını ifade ederek, teröre karşı savaşa devam edeceklerini söyledi. Gözlemciler, Casım Freyc’in iki günlük İran ziyaretinin muhaliflerin özellikle ülkenin kuzeyinde stratejik bölgeleri peş peşe ele geçirmesinin ardından geldiğine dikkat çekti.

Bosna-Hersek’te karakola silahlı saldırı osna Hersek’te iki entiteden biri olan Bosna Sırp Cumhuriyeti’nin Zvornik şehrinde, polis karakoluna yapılan silahlı saldırıda bir polis hayatını kaybetti, iki polis de yaralandı. Biyelina Kamu Güvenliği Merkezi Sözcüsü Aleksandra Simoyloviç, silahlı saldırganın saat 19.00 sularında tekbir getirerek Zvornik Polis Karakolu’na girdiğini ve ateş açarak bir polisi öldürüp, iki polisi de yaraladığını söyledi. Simoyloviç, çıkan silahlı çatışmada saldırganın da öldürüldüğünü ifade etti. Bosna Sırp Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı, saldırganın adının Nerdin İbriç olduğunu açıkladı.

nusu olmadığını söylemişti. Kabil’deki mahkemede görülen davada 4 gün sonunda karara varıldı. Linç eyleminin sanıklarından diğer 8 kişi 16 yıl hapse mahkum edilirken, 18 kişi suçsuz bulundu. 19 Mart’taki linç eylemi sırasında görevlerini yerine getirmemekle suçlanan 19 polis hakkındaki kararın ise Pazar günü verilmesi bekleniyor. Olayın ardından ülkede kadınlara yönelik yaklaşım büyük gösterilerle protesto edilmişti.

B

İ

Ferhunde’yi linç edenlerden dördüne idam cezası fganistan’da dövülerek öldürülen ve sonra da cesedi yakılan Ferhunde’yi linç edenlerden 4 sanık idam cezasına çarptırıldı. 28 yaşındaki Ferhunde, Kur’an’ı yakmakla suçlanmış; olayın görgü tanıkları ise böyle birşeyin söz ko-

A

Cisr El Şuğur’da Direnişçilerin Büyük Zaferi etih ordusunun 30 kilometrelik bir alanı kapsayan kuşatma ve saldırısı, Hama’nın kuzeybatı (Sahl el Gab) bölgesinden başlayarak, İdlip, Mastume, Eriha, Cisr El Şuğur, Gane, Istebra ve Freyke noktalarını içine alıyor. Zafer Operasyonu (Maareket en Nasr) adı verilen operasyonun en kritik noktasını İdlip’e 50 kilometre uzaklıkta, Lazkiye tarafından yer alan Cisr El Şuğur kasabası oluşturuyor. Sabah saatlerinden itibaren Fetih Ordusunun komutasındaki direniş örgütleri Kasaba merkezinde denetimi tamamen ele geçirdiklerini duyurdu. Kasabanın dış kesimlerinde bazı noktalarda ise çatışmalar devam ediyor. Lazkiye’ye 75, Hama’ya ise 58 kilometre uzaklıkta bulunan Cisr es Sugur’un Nusayri nüfusunun yoğun olarak yaşadığı Lazkiye’ye bağlı yerleşim birimleri ile sınırı bulunuyor. Kaynaklar AA Al Jazeera BBC Haksözhaber

F

Mayıs’15 • 55


Haberler

Haberler bir görüntü ya da fotoğraf bulunmuyor. Buna karşın “Alevi katliamını lokum dağıtarak kutladığı” iddia edilen Bağımsız Fikriyatlı Müslüman Gençlik ise bugün yayınladığı basın açıklamasıyla iddiaları yalanladı. CHP milletvekili Veli Ağbaba’nın “Suriye’de sırf Alevi olduğu için insanları katleden IŞİD ile bunu kutlamak için Türkiye’de lokum dağıtan kafanın birbirinden farkı yok.” tweeti sonrası sosyal medyada lokum dağıtan gençlerden de bir açıklama geldi ve Ağbaba’nın ‘Dava açacağım’ beyanına karşın Bağımsız Fikriyatlı Müslüman Gençlik üyeleri de hedef gösterenlerle hukuk önünde hesaplaşacaklarını duyurdular.

İŞTE O AÇIKLAMA “Basına ve Kamuoyuna

Lokum Dağıttıkları İçin El Kaideci İlan Edildiler! Timeturk Haber Merkezi

G

eçtiğimiz haftanın sonunda İdlib kırsalında bulunan Cisreşşuğur ilçesi Suriyeli muhaliflerin eline geçerken savaş, ilçe merkezinden güneye doğru kaymıştı. Cisreşşuğur düştükten sonra ise “Bağımsız Fikriyatlı Müslüman Gençlik” ismi altında bir araya gelen bir grup genç, Fatih ilçesinde lokum dağıttılar. “Cisreşşuğur zaferi için” yazılı kutularla lokum dağıtılması, Komünist Parti’ye yakın haber.sol.org.tr tarafından haberleştirilmiş ve herhangi bir dayanak olmaksızın lokum dağıtan gençlerin “El Kaide’ye yakın” olduğu öne sürülmüştü. soL’un haberi sonrası ise lokum dağıtan gençler, “Bu lokum Cisreşşuğur zaferi için Haber soL’a ikramımızdır” diyerek internet sitesinin adresine de bir kutu lokum göndermişlerdi. Ancak Komünist Parti’ye yakın yayın organlarının ardından ise iddialar hızlı bir şekilde yayıldı

56 • Mayıs’15

ve ilginç bir şekilde İran lideri Hamaney’e bağlı ABNA’nın (Ehlibeyt Haber Ajansı) da içerisinde olduğu pek çok yayın organı tarafından “Alevi katliamını lokum dağıtarak kutladılar” şeklinde haberleştirildi. Posta ve Oda TV de aynı başlıkla haberi gündeme taşırken Oda TV’nin haberindeki ilginç iddialar oldukça dikkat çekiciydi. Pek çok muhalif grup tarafından İdlib’in Esed’in elinden alınması için oluşturulan Fetih Ordusu’nun “El Nusra”ya bağlı olduğu öne süren Oda TV, lokum dağıtan gençlerin fotoğraflarını yüzleri açık olacak şekilde yayınladı. Yayınlar sonrası Ekşi Sözlük isimli internet sitesinde de lokum dağıtan kişilerle ilgili özel bilgiler paylaşıldı. Suriye’de birkaç gündür Cisreşşuğur’un güneyindeki İştebrak’ta sivil Alevilerin katledildiği iddiaları sosyal medyada sıkça paylaşılırken, bahsi geçen katliam iddialarını destekleyecek herhangi

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile, Suriye’de yaklaşık beş senedir bir insanlık dramı yaşanıyor. Burjuva diktatörü Beşşar Esad hanedanlığı tarafından sistematik bir biçimde katledilen Suriye halkı, ülkenin her köşesinde direniş cepheleri oluşturarak rejime karşı silahlı mücadele veriyor. Bizler de Türkiye’li Müslüman gençler olarak Suriye’de yaşanan bu insanlık dramına kayıtsız kalmamak için, Suriye’de mücadele veren Müslüman kardeşlerimize destek olmak için uzun zamandır bir takım faaliyetler yürütüyoruz. Mücadele her cephede devam ederken Suriye muhalefetinin birleşmesiyle kurulan Fetih ordusu bölgede rejime karşı ilerleyişini sürdürüyor. Bir çok bileşeni olan Fetih Ordusu İdlib’i fethettikten sonra geçtiğimiz günlerde Cisr el Şugur kasabasını da ele geçirdi. Kasabanın ele geçirilmesinden sonra İdlib’in fethiyle başlattığımız camiilerde lokum dağıtma geleneğimizi sürdürmek için 26 Nisan Pazar günü ikindi namazına müteakiben Şehzadebaşı, Fatih, Yavuz Selim ve Süleymaniye camiilerinde ve Saraçhane parkında fethin şerefine halka lokum ikram ettik. Fakat bu ikramımız mezhepsel saiklerle ön plana çıkmak isteyen ve yaklaşan seçim dolayısıyla Alevi toplumunu sokağa mobilize etmek isteyen güç-

ler tarafından “El Kaideciler İstanbul’da kutlama yaptılar”, “Alevi katliamını lokum dağıtarak kutladılar” gibi yalan ve iftira başlıklarla dramatize edilmek isteniyor. Değerli dostlar Bağımsız Fikriyatlı Müslüman Gençliğin El Kaide ile herhangi bir ilişkisi yoktur. Bizler Suriye Devrimini destekleyen ve bu devrim sürecinde mazlum Suriye halkının yanında durmaya çalışan, arkasında büyük sermaye grupları, istihbarat örgütleri, medya grupları, siyasi bir irade olmayan gençleriz. Aynı odakların yapıldığını iddia ettiği Alevi katliamı salı günü Türkiye’de duyulmuştur. Biz ise lokum ikramını pazar günü yaptık… Bu anlamda “Alevi katliamını kutlamak için lokum dağıttılar” iddiaları da yalandır, iftiradır. Bizim böyle bir niyet ve gayemiz asla olmamıştır. Sivil insanların öldürülmesinden keyif duyacak ahlakta ve tıynette değiliz. En başta bizim iman ettiğimiz değerler ve yasalar böylesine bir davranışa izin vermez. Bununla birlikte Alevilerin katledildiğini gösteren sözde argümanların Banyas, Halep, Humus, Dera, Hama ve diğer bölgelerde rejim ve işbirlikçilerinin öldürdüğü sivillerin fotoğrafları olduğunu bir kere daha hatırlatmak isteriz... (Bkz: Mihraç Ural’ın Banyas katliamı fotoğrafları) Suriye rejimi ve işbirlikçileri hemen hemen her gün yüzlerce masum sivili acımasızca katlederken “Esad da ülkesini koruyor” palavrası arkasına sığınan ahlaksızların, “Alevi katliamını lokum dağıtarak kutladılar” yalanıyla insanlığımızı sorgulama çabasına girmeleri karşısında şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz… 4 yıldır yarım milyona yakın sivilin katillerini türlü bahanelerle temize çıkaran ve onu adeta bir halk kahramanı ilan eden yerli şebbihaların bugün kalkıp da bizi katliam destekçiliği ile suçlamalarının da katımızda hiçbir bağlayıcılığının bulunmadığını belirtmek isteriz. Bu süreç içerisinde arkadaşlarımızı yalanlarla ve iftiralarla hedef gösteren kişiler ile mahkeme önünde hesaplaşacağımızı kamuoyuna bildiriyoruz…” Mayıs’15 • 57


Etkinlik

Etkinlik

Genç Öncüler

G

enç Öncüler Hareketinin başlattığı #haramıterket kampanyası, yaz aylarına girerken artan kadın bedenini teşhir eden reklam panolarının artması ile tekrar başlatıldı. Teşhire karşı tepki göstermek için biraraya gelen yaklaşık 60 genç İstanbul’un 12 bölgesinde fuhuşun toplumsallaşması ve sokakların kirletilmesine karşı tepki gösterdi. Genç Öncüler’den yapılan açıklama; Biz diyoruz ki, bizim tepkimiz ne bu reklamlara, ne bu markalara, ne bu şirketleridir. Bizim tepkimiz kadının metalaştırılmasınadır. Bizim tepkimiz kadın bedeninin sokaklarda ahlaksızca pazarlanmasına-

58 • Mayıs’15

dır. Bizim tepkimiz kadının onurunun, milyonlarca insanın dolaştığı kent meydanlarda aşağılanmasınadır. Bizim tepkimiz bu fazla önemsenmeyen ama sinsi bir şekilde toplumun ilkesel değerlerini, ahlaki bir takım tutumlarını yozlaştıran yoz anlayışadır. Bizim tepkimiz tüm bu pervasızlıklara çanak tutan, izin veren belediyeleredir. Seçim meydanlarında müslüman kimliğini ön plana çıkartıp, insanlardan inançlı oldukları için oy toplayan belediye başkan adayları, toplumsal ahlak nutukları çeken parti liderleri maalesef yozlaşmaya, değersizleştirmeye, ahlaksızlaştırmaya çanak tutar pozisyona gelmiş durumdadır. Belediyeler bu

#Haramıterket Dedi!

açık hava reklamcılığı mecralarını denetim altına almak zorundadır. Sözleşme şartnamesine ‘’genel ahlaka aykırı olmama’’ maddesi getirilmelidir. Ve bir şekilde bu hayasızlığa bir son verilmelidir. Kadına şiddetin her geçen gün arttığı, çocuklara tecavüzlerin her geçen gün arttığı, vahşetin, katlin, ahlaksızlığın, fahşanın, pespayeliğin her geçen gün arttığı yaşadığımız bu toplumda, ‘’iyiliği emredip kötülükten alıkoyma” vazifemiz olduğunu bir an bile unutmamak zorundayız. Devletlerin parayı önceleyen insan onurunu hiçe sayan neoliberal politikaları bizi ilgilendirmez. Biz doğru bildiğimizi okuruz ve insanlığın yararına olacak çalışmaları sürdürürüz. Ve bu tutumu göstermek her “ben müslümanım” her ‘’ben onurlu bir insanım’’ diyen kardeşimizin başlıca sorumluluğudur. Ne mutlu muttaki olanlara. Ne mutlu insan onurunu her şeyden üstün tutanlara. Ne mutlu Allah yolunda koşar adım çalışanlara. “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” [9:71] Mayıs’15 • 59


Etkinlik

Etkinlik

Genç Öncüler İzmit Apaçi Gençliği Konuştu

G

ençÖncüler Hareketi İzmit Gönüllüleri Kocaeli Üniversitesi Umuttepe Kampüsü Camii Konferans Salonunda Yrd. Doç. Dr. Ömer Miraç Yaman’ın sunumuyla Apaçi Gençlik meselesini konuştular. İstanbul’da alt gelir grubunda bulunan vatandaşların yaşadığı gettolarda Apaçi denilen gençlik gruplarının yaşadıkları mekanlarda apaçilerle beraber oturup kalkan, aylar süren bir gözlem sonucu çalışmasını hazırlayan Ömer Miraç Ya-

man “Müslümanların çevrelerinde olup biten gelişmelere kayıtsız kalamayacağını, müslüman bir gencin kardeşinin derdiyle dertlenmesi gerektiğini, yardım elini uzatmadan dışlamanın ve ötekileştirmenin müslüman ahlakından olamayacağını söyledi.” Konferans sonunda “Apaçi Gençlik” isimli eserini imzalayan Ömer Miraç Yaman’a Üniversite Gençliği yoğun ilgi gösterdi.

TURDEB Mayıs Ayı Toplantısında Genç Öncüler’in Misafiriydi!

T

ürkiye Dergiler Birliği Derneği (TÜRDEB)`nin Mayıs ayı toplantısı Fatih’te Genç Öncüler Dergisi ile Umran Dergisi’nin ev sahipliğinde onlarca derginin katılımı ile gerçekleştirildi. Toplantıda bu yıl 6.’sı düzenlenecek olan Uluslararası Dergi Fuarı enine boyuna ele alındı.Toplantı TÜRDEB Başkanı Asım Gültekin’in açılış konuşması ile başladı. Bu yıl 6.’sı düzenlenecek olan Uluslararası Dergi Fuarı enine boyuna ele alındı. Fuara dair tüm detayların konuşulduğu toplantıda ayrıca görev dağılımı da yapılarak fuarın en güzel şekilde geçmesi planlandı.Otuzu aşkın derginin katıldığı toplantı yaklaşık iki saat sürdü.

60 • Mayıs’15

LİSELİ GENÇ ÖNCÜLER DOĞA YÜRÜYÜŞÜNDE

23

Nisan tatilini fırsat bilerek liseli hanım kardeşlerimizle birlikte bol muhabbetli, temiz havayı soluyarak Atatürk Arboretumunda bir yürüyüş yaptık. Fatih, Kağıthane ve Başakşehir şubelerimizdeki liseli hanım kardeşlerimizin katılım sağladığı yürüyüşümüzde tüm kardeşlerimizle samimiyetimizi artırmış olduk. İstanbul’un kalabalığından kaçıp tefekkür dolu saatler geçirmek hepimizi fazlasıyla mutlu etti. Ardından vakıfta muhabbet edip, çaylarımızı içip kardeşlerimizle ayrıldık. Mayıs’15 • 61


Atölye

Atölye

Soğuk Pencereden İstanbul Ervanur ERDOĞAN

G

ökyüzünden erguvanların serpildiği bir sabah, İstanbul’un yektane sokaklarında dolaşırken ansızın birbiri ardına dizilmiş surlar çarpıyor gözlerime… Bir kaç asır önce Fatih sultan Mehmet’in, fethin ahdine bürünmüş kılıcının değdiği surlar, mahzunca bekliyor, dönemin süregelen yelinde…Rüzgar esiyor surların saçlarına.. soluk almadan yürüyor ve uzaklaşıyoruz .Zamanın kırışıklığı benliğimizden alıyor bizi…. Sinsice kuşatıyor etrafımızı…Bir unutulmuşluk buğusu sarıyor şehri…sessizce çekiliyor deniz… iki sözcük mıhlanıyor, Galata kulesine .. ‘Sultan Mehmet’… Kırk kapıdan geçiyor da her yıl maruzatını sunuyor İstanbul. Onlarca cafe ismi biliyor, elit caddelerini turluyoruz da,bu şehre ruh üfürenleri ardımızda bırakıyoruz. Sahi Fatih’in kabri neredeydi…. Merak etmiyoruz Kız kulesinin hikayesini.. Fark etmiyoruz Mihrimah Sultan Camii’nin penceresine vuran ışığı.. Ne aşkı biliyoruz ne aşığı.. Varsa yoksa billboardlar şehrin albenili ışıkları…

62 • Mayıs’15

Boğaza karşı içilen bir yudum çayın lezzetini alamıyoruz… Tadına varamıyoruz şiirin…Yahya Kemal , Fuzuli ,Necip Fazıl ,Mehmet Akif… Hiç solumamış gibiyiz aynı havayı varsa yoksa kafiyeye bulanmış şarkılar… Sahi Çınaraltı neredeydi ?.... Dingin ikindi vakitlerinde nasılda fısıldıyor rüzgar bir Fatihin birde İstanbul’un kulağına… Mahfice unutuyoruz Ulubatlı Hasan’ı….Mehteranlar bilgisayar oyunları kadar heyecanlandırmıyor bizi..İstanbul yakıyor genzimizi… Yadsıdığımız topraklara gömüyoruz oku,yayı ve şehitlerimizi…İpek gibi kayıyor elimizden Rumeli…. Sahi sancağımız neredeydi ? Fakat İstanbul bu… Her haliyle şifa dağıtıyor eski çağın sancılarına. Eminönü’nden başımı kaldırıyorum ..Süleymaniye’den gelen berrak ezan sesine dualar karışıyor, yer titriyor.. Yüzlerce yılın suskunluğunu konuşuyor martılar,gün be gün azalıyor yükü ayaklarımın. Şaha kalkıyor yine İstanbul…! Canlanıyor Hezarfen Ahmed çelebi yeniden Galata kulesinde….

Şafak alacası vuruyor şehre ve kanatlanıyor İstanbul…Mayhoş bir kahve kokusu yayılıyor etrafa.. Fethi paşa korusundan kardeşliğe kanat açan ,Türk Yıldızlarını seyre dalıyoruz…Viyana semalarından bir kelebek gelip konuyor Sultan Ahmet meydan’ına…Yekpare çağlardan insanlar topluyoruz dünyanın merkezine…, Bahar aydınlığını vuruyor Ayasofya’ya İstanbul dilinde konuşuyor göçmen kuşlar.. Özgürce okunuyor ezanlarımız….. Akvaca çalıyor kilise çanları….. Bir tabak aşurede Rum komşularımıza ikram ediyoruz… Siyahın Beyaza, Arap’ın Aceme üstün olmadığı buşehirde karşılaşıyor tebessümlerimiz boğazın derinliklerinde.. Asyadan Avrupaya bir solukta geçiyoruz…Karadan yürütülen gemilerimizin sayfasını koparıp yapıştırıyoruz gönüllerin köprüsüne…

Seyre dalıyoruz bu tabloyu…. Beyoğlu’nun ıslak caddelerinde İstanbul’u anlatıyor şairler.Sessiz şehri yokluyoruz… Canlanıyor on dokuz yaşında delikanlıların kılıçlarının değdiği surlar… Ahengini dinliyoruz Kız Kulesi’nin… Rahmetle yad ediyoruz Akşemseddin’i….. Baharın örtüsüne bürünüyor İstanbul, ve nenemin yanaklarında birer gamze oluyor.Eyüp Sultanda tesbih çeken diller , bir İstanbul türküsü söylüyor Pierloti’de.. Hırçınca dalgalarını vuruyor Haliç…. Fatih’in ilk tefsir dersini aldığı ‘Soğuk Pencere’de’ İstanbulu heceliyor küçük hafızlar… Her fethin ardında bir Akşemseddin vardır.. Gün bitiyor ve Fatihin sözleri nakşediyor dilimize… ‘’Biz toprakları değil gönülleri feth etmeye gidiyoruz..’’…..

Mayıs’15 • 63


Şiir

İstanbul Zeynep TOPUZ

Seni hülyalıyorum gözlerimde Bir bebek kadar güzel Şehr-i İstanbul Kar taneleri gibi birbirine değmeden acı yağıyor Neşeli yüzlerine , Ey İstanbul! Elleri nazlı nazlı büzüşmüş , bir kız çocuğusun sen Ey İstanbul! Köşe başlarında ahkamsızca bekleşen delikanlılar gibi Yüreklerde yanık yanık söylenen tatlı bir ağıtsın sen Ey İstanbul! Kaldırımlarda hem yağmur, hem gözyaşı Alaboralı bir ruh halisin sen, Ey İstanbul! Sirkeciden bir tramway kalkıyor, Camlarına ‘’ tık tık’’ rahmetin ilişiyor. Yeryüzünün maneviyat kokan kubbeleri; Fatih, Eyüp, Beyazıt ve Ayasofya Yığınlarca kalabalığı ana kucağı gibi saran Gürültüsüyle, sukünetiyle yaşanılacak en naif beldesin Ey İstanbul! Gecesiyle, gündüzüyle curcunasına kurban olduğum mesken Gamıyla, cilvesiyle tabiatından soğuyamadığım Boğazına kadar dertle dolsan da Dibine kadar seveceğim seni EY İSTANBUL.!

64 • Mayıs’15


Afiş Hediyeli

Bizans Başkentinden İslam Başkentine

9 771307 007009

ISSN 1307-007X

95

istanbul 1453

FATİH’İN MANEVİ ORDUSU

FATİH SULTAN MEHMED

FETHİN SEMBOLÜ AYASOFYA


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.