9 771307 007009
ISSN 1307-007X
99
EDİTÖR'DEN
Allahın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun. Sahibi PINAR YAYINLARI A.Ş. Adına Şemsittin ÖZDEMİR Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Furkan Gençoğlu Yayın Sorumlusu Mehmet Semih Özdemir Yayın Kurulu Furkan Gençoğlu Mehmet Semih Özdemir Fatih Yavuz Furkan Kahraman Asım Ebrar Yıldız Uğur Demirel Sümeyye Akgül Zozan Demirci Ayşenur Özdemir Senanur Yaşaroğlu Gülsüm Cemile Damar Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar Abdullah Etka Ayan Asım Ebrar Yıldız Aybüke Ekici Betül Babacan Bedri Sinan Ateş Büşra Kösesoy Dücane Demirtaş Elif Balat Ervanur Erdoğan Fatih Razi Mihrican Can Mustafa Fatih Yavuz Müfit Aydın Orhan Özer Rüveyda Karahan Sümeyye Aydın Yusuf Mutlu Zehra Yurdan Adres İskenderpaşa Mah. Yeşiltekke Sok. No:4/1 Fatih / İSTANBUL genconculereyaziyorum@gmail.com Görsel Yönetmen Tekin Öztürk Grafik Tasarım Projesanat Tan. Org. Tel: 0212 640 20 90 www.projesanat.com.tr
Baskı Sanatkar Ofset Son. Tic. Ltd. Şti. Maltepe Mh. Litros Yolu 2. Matbaacılar Sit. 4NF/4-5 Topkapı / İST. Tel: (212) 567 39 40-41
Sevgili arkadaşlar; daletsiz küresel sistem her geçen gün yeni coğrafyaları sömürmeye, yeni canları katletmeye, yeni hayalleri sürgün etmeye devam ediyor. Son dönemlerde Suriye iç savaşı ile birlikte tekrar büyüyen göç dalgaları bin bir türlü dram ve trajedinin kamuoyu önünde açık seçik görülmesini ve bu travmaların toplum zihninde normalleşmesini beraberinde getiriyor. Küresel emperyalist güçler ve onların bölgemizdeki yerli işbirlikçi diktatörleri eliyle adeta ölüm kıskacına alınan mazlumlar kendilerini soğuk sulara atıyorlar. Akdeniz kıyılarına vuran insanlığımızın düştüğü bu çukur halinden kurtulabilmesinin çaresini arıyoruz. Biz Genç Öncüler ekibi olarak tüm bu yaşanan vahşetin, zulmün, feryadın tıpkı bedenlerin akdeniz sularına gömülmesi gibi zaman tüneline gömülmemesi adına bu yeni göç dalgaları ve mültecilerin serencamını bu sayımızda kayda geçirdik. Furkan Gençoğlu Gaziantep Nizip Sığınmacı Kampına yaptığı ziyaretin ayrıntılarını ve sığınmacı hikayelerini bizlerle paylaştı. Asım Ebrar Yıldız Star Gazetesi Yazarı Selahattin Eş Çakırgil ile kendi mültecilik yaşamı üzerine konuştu. Bedri Sinan Ateş bir mülteci gencin sevdiğine kavuşma çabasını anlatan “Hoşgeldiniz” filmini tahlil etti. Zehra Yurdan geçtiğimiz yıl Kurban Bayramında vahşice katledilen Yasin Börü’nün hikayesini ve davasını yazdı. Mazlumder Genel Başkan Yardımcısı Av. Halim Yılmaz Mültecilerin hukuki statüleri ve yapılması gerekenler hakkında bilgi verdi. Ve daha bir çok özel içerik siz değerli okuyucularımızın bu meseleye daha anlamlı yaklaşabilmeleri için derlendi ve yayına hazırlandı. Genç Öncülerin genç yazarları olarak temel gayemiz, toplumsal yaşamımızda karşılaştığımız iyilikleri,kötülükleri,kolaylıkları, sıkıntıları siz değerli okurlarımıza en anlaşılabilir şekilde aktarmaktır. Kadromuz adaletle şahitlik vazifesini unutmayarak, bu bilinçle yazılarını kaleme almaktadır. Çünkü bu bize inandığımız rabbimizin vahiyle sabit kıldığı bir görevdir. Çıkarttığımız bütün sayıları bu görev bilinci ile çıkartıyoruz. Bu çalışmamızın hayırlara vesile olmasını diliyor, keyifle okumanızı temenni ediyoruz. Allah’a emanet olun. Ey inananlar! Kendinizin, ana babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine dahi olsa, adaleti titizlikle ayakta tutan ve sırf Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın)! Çünkü Allah her ikisine de (sizden) daha yakındır. Öyleyse, kendi boş arzu ve heveslerinize uymayın ki adaletten uzaklaşmayasınız. Eğer (gerçeği) çarpıtırsanız ya da (şahitlikten) kaçınırsanız, biliniz ki Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Nisa/135
A
Eylül-Ekim’15 • 1
Eylül-Ekim 2015 • Sayı 99 • Yıl 12
04
64
1923’TEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE’YE GÖÇLER Asım Ebrar YILDIZ
Suriyeli Misafirlerimizle Antep’te Kamplarda Buluştuk! / Furkan GENÇOĞLU..................... 4 Selahaddin Eş Çakırgil İle İltica Etmek Üzerine / Röp.j: F. Gençoğlu - A. E. Yıldız.............. 12
İnsan İnsanın Sığınağıdır / Betül BABACAN................................................................... 18
Küçük Avrupa’nın Büyük Mültecileri
Suriye’li Misafirlerimizle Antep’te Kamplarda Buluştuk!
Büyük İstanbul Otogarındaki Mülteciler İle Mülakat / Abdullah Etka AYAN....................... 20 Hisset ve Görev Al! / Abdulvahap YAMAN.................................................................... 28 Ö. Behram Özdemir İle Suriye’de Son Durum ve Göç Dalgaları Üzerine / Röp.: F. GENÇOĞLU.. 30
Mustafa Fatih YAVUZ
Küçük Avrupa’nın Büyük Mültecileri / Mustafa Fatih YAVUZ.......................................... 35 Kocaeli Mülteciler Kom. Sözcüsü Dücane Demirtaş İle Mülakat / Röp.: F. GENÇOĞLU........ 38 Kimliksizlik ve Aidiyet / Aybüke EKİCİ.......................................................................... 42 Lütfü Günlüoğlu İle Mülakat / Röportaj: Büşra Kösesoy, Mihrican Can........................... 44
35
Furkan GENÇOĞLU
Hukuki Açıdan Mültecilik ve Sığınmacılık / Elif BALAT.................................................... 47 Av. Abdulhalim Yılmaz İle Mülakat / Röp.: F. GENÇOĞLU............................................... 50 Bir Mülteci Oyunu / Asım Ebrar YILDIZ......................................................................... 54
68
Suriyeli Çocuklara Özel Dergi / Ruveyda KARAHAN....................................................... 55
Hangi mülteci makbul? Akif EMRE
Film Tahlili / Yaşamın Dokunaklı Bir Şarkısı: Hoşgeldiniz / Bedri Sinan Ateş...................... 56 BM’nin Döşeğine Göç Bildirisi / Ervanur ERDOĞAN........................................................ 58 Bir Ateş Yak! Karanlık Denizlere Işık Olsun / Yusuf MUTLU............................................. 59 Göç Hareketleri ve Suriye’li Mültecilerin Bugünü / Dücane DEMİRTAŞ............................. 62
BİR ATEŞ YAK! KARANLIK DENİZLERE IŞIK OLSUN
1923’ten Günümüze Türkiye’ye Göçler / Asım Ebrar YILDIZ............................................. 64
Yusuf MUTLU
Etkinlik / Genç Öncüler Liseli Erkekler Lapseki’de Buluştu!......... 78
59 2 • Eylül-Ekim’15
Hangi Mülteci Makbul? / Akif Emre............................................................ 68 Amed Sokaklarında Vuruldum Anne / Zehra YURDAN............................... 70 Hamza Hürel Yetimler Okulu’nun Hikayesi / Müfit AYDIN........................... 75 Etkinlik / Laaaaaapseki!.......................................................... 76 Etkinlik / Üniversiteli Genç Öncüler Lapseki’de Buluştu.............. 79 Etkinlik / Salıncak Çocuk Kulübü Yaz Okulu............................... 80 Eylül-Ekim’15 • 3
Karantina
Karantina
Suriye’li Misafi rlerimizle Antep’te Kamplarda Buluştuk! Furkan GENÇOĞLU
20
Eylül Pazar sabahı namazı kıldıktan sonra Abdulvahap Yaman hocam beni ayvansaraydan aldı ve atladık gittik Sabiha Gökçen havalimanına. Genç Öncüler “Yeni Göç Dalgaları ve Mülteciler” konulu 99. Sayısının hazırlıklarını yapmak için Gaziantep yoluna koyulduk bayram öncesi. Heyecanlıydık çünkü hep kulaktan duyma bilgilerle fikir sahibi olduğumuz Türkiye’nin Suriye’li misafirlerimizle olan devletsel bazda ilişkisini birebir görme şansı bulacaktık. Hem de siz değerli okuyucularımıza bu satırları yazma imkanına ve bilgisine sahip olacaktık. Daha önce gerekli görüşmeler yapılmıştı. Ve Antep havalimanında bizleri AFAD Gaziantep Şube Müdürü Adil Şiraz hocamız karşıladı. Kendisinin rehberliği ve hoşsohbeti eşliğinde Gaziantep Nizip Barınma Merkezine yolculuğumuz başladı. Kendisi de bir çok barınma merkezinin kurulmasında görev yapmış olan ve bazılarınında müdürlüğünü yapmış
4 • Eylül-Ekim’15
olan Adil hocamız yol boyu bizlere Suriye’li misafirlerin hukuki statüsünden, barınma merkezlerinin kuruluşundan, uluslararası heyetlerin ziyaretlerinden bahsetti. 500’den fazla heyet şu ana kadar ziyarete gelmiş. Fakat Türkiye’li STK’lar olarak belki bu ziyaretlerin %5’ni bile gerçekleştirememişiz. Kendi öz meselemizde bile bu kadar çekingen bu kadar geri kalmamız hayret verici değil mi? Kampa vardığımızda bizleri kampın güvenliğini sağlayan özel güvenlik personeli, jandarmalar ve kamp müdürümüz İbrahim Halil hocamız karşıladı. İdare binasında uzunca bir sunum yaptı İbrahim hocamız bize. Daha ilk görüşümde burada çalışan insanların sıradan devlet memurları olmadıklarını anladım. Çünkü bu iş ancak aşk ve gönüllülük ile yapılabilecek bir iş. Binlerce, onbinlerce zor duruma düşmüş insanla muhatap olmak, onların sorunlarına çare bulmak zorundasınız. Onlarda meselenin cid-
diyetinin farkındalar ve bu minvalde mesai mefhumu tanımadan, cumartesi- pazar tanımadan çalışıyorlar, görevlerinin başındalar. Kamp yani resmi adıyla barınma merkezi hakkında biraz bilgi verecek olursak Fırat nehrinin kıyısında 145 bin metrekare alana kurulmuş kamp iki kısımdan oluşuyor. Birinci kısmı çadırkent olan kısım. Bu kısımda yaklaşık on bin misafir barındırılıyor. Konteynır kısmında ise beş bin kişi barındırılıyor. Konteynırda kalanlar biraz daha ayrıcalıklı muamele görmeye ihtiyacı olan insanlar. Kocasını savaşta yitirmiş hanımlar, anne babasını kaybetmiş yetimler, engelliler gibi. Kamplarda yeme-içme ihtiyacı önleri hazır yemek yani catering hizmet alımı yoluyla gideriliyormuş. Daha sonra hem israfın önüne geçmek hem damak tadı uyuşmazlığının önüne geçmek için kamplarda kalan fertlere özel bireysel kartlar çıkartılmış. Her ay bu bireysel kartlara fert başı 85 TL yükleniyor ve kamplarda kalan her fert bu haktan faydalanabiliyor. Yeni doğmuş bir çocuk bile bu kartın sahibi oluyor. Merkezde bulunan marketten günlük gıda ihtiyacını alabiliyorlar
ve kamp müdürlüğünün tedarik ettiği mutfak malzeme setleri ile kendi mutfaklarında kendi yemeklerini pişirebiliyorlar. Kampta anaokulu-ilkokul-ortaokul-lise eğitimi veriliyor. Yaklaşık 1800 okullu çocuğu var kamp ahalisinin. Ayrıca Türkiye’nin her yerinde faaliyet gösteren dikiş nakış kursları halkeğitimden gelen hocaların katkılarıyla kampta da kurulmuş. Kuaförlük, halıcılık, mozaik eğitimleri veriliyor. Kampta bir sahra hastanesi var. Hasta olanlar buraya geliyorlar poliklinik hizmetlerinden faydalanabiliyorlar. İlaçlar ise öğleden önce muayene olduysa öğleden sonra, öğleden sonra muayene olmuşsa ertesi gün sabah ellerine ulaşıyor. Kampın dış kontrolünü jandarma, iç kontrolünü ise özel güvenlik görevlileri sağlıyor. Ayrıca kamp merkezinin ufak bir itfaiye ekibi de her ihtimale karşı hazır bekliyorlar. Kampa vardığımızda saatler öğlene doğru yaklaşıyordu. Ufak tefek hareketlenmeler başlamıştı. Yetkililerle beraber kampın sokaklarında dolaşırken hayat telaşesinin her yerde olduğu gibi burada da devam ettiğini gördük. Konteynırların önüne atılmış masaEylül-Ekim’15 • 5
Karantina
larda çocuklar bilgisayarlarında oyun oynuyorlar, kadınlar halı silkeliyorlar, erkekler ise kısım kısım toplaşmış muhabbetlerini koyulaştırıyorlardı. Kampın ortasında bulunan markete girdik ve alışveriş heyecanına ortak olduk. Akşama dolma pişirecek olan ufak dolmalık biberleri seçmeye çalışıyor. Kasap reyonunun önünde hararetli konuşmalar var. Ödeme noktasında alışverişini bitirenler sıralarını bekliyorlar. Fiyatlar Nizip ayarında markette. Ve kamp idarecileri tarafından sürekli kontrol ediliyor işletmeci. Kamp içinde dolaşırken canayakın bir abi tarafından yolumuz kesiliyor. Hararetle kucaklıyor bizi bu güzel insan. Bizleri konteynırına kahve içmeye davet ediyor. Bizde kendisini kırmayarak peşine düşüyoruz. Kendisi Suriye Hava Kuvvetlerinde 25 yıl pilotluk yapmış Çerkes bir aile babası. Beşşar Esad tarafından halkını vurması emredilince ordudan firar ederek Şam yakınlarındaki kasabasından kalkıp buraya gelmiş. Katilliği reddedip hicreti seçmiş namuslu bir mümin. Donanımlı bir insan olması hasebiyle neden sende aileni alıp Avrupa’ya gitmiyorsun dedim. Minarelerden yükselen “Allahu Ekber” sesi benim burada kalmam için yeterli dedi. İki oğlu var birisi Şam Üniversitesinde okurken ayrılmak zorunda kalmış. Bu sene Harran Üniversitesini kazanmış fakat burs bulamadığı için okuyamıyor. Aslında pilot 6 • Eylül-Ekim’15
Karantina abimizin derdi de burada başlıyor. Çocuklarının geleceği meselesi en büyük dert kendisi için. Sadece kendisi için değil tüm Çerkes sığınmacılar adına konuşuyor aslında. Dedelerinin İstanbul’dan Şam’a göç ettiğini söylüyor. Türkiye’yi vatanı olarak görüyor artık. Asla geri dönmeyeceğiz diyor. Devlete yaptığı her hizmetten dolayı teşekkür ediyor. Üç talebi var pilot abimizin. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmek istiyor. Çalışma izninin çıkartılmasını istiyor. Daha müreffeh bir yaşam inşa etmek istiyor. Aslında tüm sığınmacıların kafasını kurcalayan soru bu. Kamp iyi güzel de nereye kadar burada kalacağız? Artık buraya gelen 10 yaşındaki çocuk 15 yaşında ergen bir delikanlı olmuş durumda. Gelecek kaygısı tüm kaygıların önüne geçiyor. Aslında bu manzara Türkiye Cumhuriyeti devletinin de bir soruya artık net cevap vermesini gerektiğine işaret ediyor. Bu insanlar bizim misafirlerimizler. Fakat bu insanlar kalıcı mı gidici mi? Bunun cevabı bulunup buna yönelik politika geliştirilmesi gerekiyor. Kamptaki diğer tüm misafirlerin talepleri bu yönde. Türkiye’de bir gelecek düşlüyorlar. Özellikle hanımlar ve çocuklar daha fazla kalmak istiyor. Çünkü Türkiye’de kendi kimliksel haklarının farkına varmış durumdalar. Hanımların eşlerine karşı Türkiye’de daha güçlü hissettikleri söyleniyor. Çocukların da Türkiye’de ki modern şehir hayatını bırakıp geri dönme gibi bir arzusu bulunmuyor. Türkiye’de kurgulayacakları bir geleceğin kendileri için daha parlak olacağını düşünüyorlar. Ayrıca dışarıda tarım işçiliğinde ve günlük işlerde çalışmaya devam ediyorlar. Kampın büyük kısmı sabah işe çıkıyor. Yövmiyelerini kazanıp geri dönüyorlar. Yövmiyeleri ile birikim yapıp, kamptan çıkıp bir iş, hayat, düzen kurmanın derdini taşıyorlar. Çünkü erkekler kampta yan gelip yatmayı kendilerine yedi-
remiyorlar. Kadınlar mahremiyetlerini daha fazla korumak istiyorlar. Çocuklar şehir hayatının getirdiği modern imkanlara kavuşmak istiyorlar. Bizim gittiğimiz zaman fıstık tarımı bitmişti. Antebin bu sene fıstıklarının büyük kısmını Suriye’li misafirler toplamışlar. Antep’liler ile çok fazla problem yaşanmıyor diyor yetkililer. “Antep’liler işinde gücünde ticaretinde insanlar. 7 organize sanayi bölgesinin bulunduğu aktif, üreten bir kent. İşlerin stabil olarak akması önemli Antep’li tüccar, sanayici, çiftçi için. Irk, mezhep, din ayırmıyorlar. Ticaretin düzgün işleyip işlemediği ile daha çok ilgileniyorlar.” Ayrıca yüzyıllardır kopagelen tarihi, kültürel, insani bağlar da Antep insanı ile Suriye’li misafirlerin birbirlerini anlamaları noktasında önemli bir dayanak oluyormuş. Doğru ya Suriye dediğimiz yer 100 sene önce bizim topraklarımız değil miydi? Ta ki küresel emperyalist güçler sykes-picot ile yapay sınırlar inşa edene dek. Sorumluluk sahibi vicdanlı müminler arasında elbette kardeşlik sınır tanımıyor. Yetkililer bizleri kampları yukarıdan gözleme şansımızın olduğu bir seyir tepesine çıkardılar. Tepede bir tribün çok garibime gitti. Dönemin büyük devlet adamı Süleyman Demirel geleceğinden dolayı Birecik Barajının açılış töreni için inşa ettirmiş burayı. Fırat nehrinin kenarında yaşayan on binlerce hayata bakıyoruz. Eskiler “Fırat akar, Türkler bakar.” Derlerdi. Şimdi hem Fırat akıyor, hem Türkler hem Araplar hem Kürtler birlikte bakıyorlar. Aslında bir noktayı daha iyi anlamlandırabiliyoruz bu tepede. Kamplardaki nizamiliği, insanlara verilen değeri, devletin engin misafirperverliğini görüyoruz. Finlandiya 300 mülteciyi, Norveç 500
mülteciyi almayı tartışadursun Türkiye Cumhuriyeti devleti ve milleti el ele 2.5 milyon misafiri ülkelerinde ağırlıyor. Sadece imaj ve halkla ilişkiler çalışması yapmıyor pek. Aslında bu bizde “sağ elinin verdiğini sol elin görmeyecek” anlayışından da ileri geliyordur belki. Fakat bir tane Suriye’li misafiri ağırlamaktan imtina eden Danimarka bir polisinin bir sığınmacı çocuğu ile samimi diyaloğuna bianen tüm dünyada müthiş bir heyhula yaratıyor. Türkiye’de ise en ufak münferit bir olay sanki bütün resmin görüntüsüymüşçesine kamuoyunda pazarlanıyor. Tepede bu fedakarlığını izlerken bu ülkenin, bu ülkenin halklarının düşmanı gibi davranan gazetecileri, sanatçıları, aydınlarını düşünüyorum. Muhalif olmayı vatan hainliği ile karıştıran bu topraklara, bu kardeşliğe, birlikteliğimize herhangi bir aidiyeti kalmamış insanları düşünüyorum. Ah keşke görebilseler şu manzarayı. Belki gariplere 7 milyar dolar harcamaktan imtina etmeyen bu devlete “nasıl zarar verebilirim?” sorusunun cevabını aramayı bırakır, Danimarka’lı polisin görüntüsü üzerinden duyar yapmayı bırakır kendi devletinin, kendi askerinin, kendi Eylül-Ekim’15 • 7
Karantina
halklarının çabalarını görmeye çalışırlar. Öğleden sonra kamp hareketleniyor. Koşuşturan çocukların sayısı artıyor. Müdürlerimiz ile kampı dolaşmaya insanlarla hemhal olmaya devam ediyoruz. Yolumuz bir ana okuluna düşüyor şimdi. Yüzlerce çocuk karşılıyor bizi okulda. Beraber ilahiler okuyoruz, kendi türkülerini söylüyorlar. Selamunaleykum diye bağırıyor abimiz. Aleykumselam ve rahmetullahi ve berekatuhu diye hep bir ağızdan cevap veriyorlar. Hama’nın, H u m u s ’ u n , Dera’nın, Halep’in, Şam’ın, Lazkiye’nin özgür ve inançlı çocukları. Hepsinin başı dimdik, yüzleri güleç, gözleri umut dolu. Bir
Karantina
nesil bir yetişiyor gümbür gümbür burada. Artık beşşar ve avaneleri daha fazla korksun. Çünkü bu çocuklar bu coğrafyada belamların, tiranların, karunların sonunu getirecek. Çocuk dünyanın neresinde olursa olsun, hangi ırktan, hangi dinden, hangi mezhepten olursa olsun her yerde umudun cisimleşmiş hali adeta. Okullarda 86’sı Suriye’li olmak üzere toplamda 96 öğretmen görev yapıyor. Öğretmenlerin %90’ı gönüllü olarak hizmet veriyorlar. Müfredat ise Arap müfredatı fakat BAAS rejiminin müfredatı değil. Türkiye Cum-
huriyeti yetkilileri ile eğitim otoritelerinin ortak olarak hazırlandığı bir müfredat. Ayrıca kamplarda Türkçe öğrenmek isteyenlerin bu talebi de karşılanıyor. Fakat öğrenme konusunda herhangi bir zorlama yok. Kampta dolaşmaya devam ediyoruz. Bizleri gören ilk önce kamp müdürümüz İbrahim Halil hocamıza sarılıyorlar. Onu çok seviyor herkes. Kendisi kampın kuruluşundan beri kamp sakinlerinin her türlü sıkıntı ve ihtiyaçlarıyla birebir ilgilenmişler. Tüm kampın ortak talebi Ankara’nın İbrahim müdürün yetkilerini artırması. Kamplardan 10 günlüğüne izin alıp çıkanlar 11 gün sonra döndükleri an firari sayılıyorlar. Veya kampa akrabalarının ziyarete gelip gitme noktasında bir takım rahatlıklar gösterilmesini bekliyorlar. Bu noktada İbrahim müdürün kendilerine yardımcı olmak için çırpındığını fakat yetkilerinin kendilerinin taleplerine cevap vermesinde onu kısıtladığını söylüyorlar. Bilhassa “üstaz” denilen kampın kanaat önderleri kendisini çok seviyor. Hatta ziyaretlerimizden birinde bir hanımefendi kendisinin karakalem resmini çizmiş ve yanımızda hediye etti.
geniş büyük çamaşırhanelerde çamaşırlarını yıkatıp kurutabiliyorlar. Bu konuda sorumlu olan personeller gün boyu misafirlerin ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışıyorlar. Bilgisayar salonları, oyun salonları, spor salonları mevcut. Buralarda gençler ve çocuklar okuldan arda kalan vakitlerini geçiriyorlar. Ayrıca kampta futbol,basketbol,voleybol sahaları mevcut. Camiden çıkanlara bakarken dikkatimi çekti. Fıratın kenarında halı sahada futbol keyfi. J Bağrış, çağrış bir oyun kurulmuş. Küresel emperyalist güçlerin oyunlarının yanında oldukça masum bir oyun. Kamerayı çıkartıp çekmeye başlayınca artistik hareketler ardı ardına gelmeye başladı sahada. Bizde halı saha kültürü çok gelişmiştir. Parasıyla oynadığımız halde halı sahalar özellikle akşamları sürekli doludur eskiden beri. Dedim burada arkadaşların ilgisi nasıl. Onlarda da akşamları hep doluymuş.
Kampta açılan kurslarda üretilen pike takımları, kanaviçeler, masa örtüleri sergileniyor. Ayrıca kampta çok güzel resimler yapmış çocuklar ve yetişkinler. Kendi hayat hikayelerini resmetmişler. Resimlerdeki duygu yoğunluğunu anlatmak imkansız. Ayrıca 8 • Eylül-Ekim’15
Eylül-Ekim’15 • 9
Karantina
Kim bilir belki buradan bir Ronaldo çıkar, bir messi çıkar. Hikayesi de Nizip konteynır kentte başlamış olur. Camiden çıkanlarla selamlaşıyoruz bizleri camilerine davet ediyorlar. İçeri giriyoruz içerisi tam bir sosyal yaşam alanı olmuş. Araplar zaten camii içerisinde ve çevresinde yaşamayı oldukça seven bir toplum. Bizdeki gibi camilere müze muamelesi yapmıyorlar. Camiler onların sohbet, eğitim, istişare ortamı. Biz içeri girdiğimizde halka halka Kur’an
10 • Eylül-Ekim’15
Karantina
dersleri yapılıyordu. Çocuklar rahlelerini ve kitabı almışlar hocalarının etrafında dizilmişler. 700’den fazla öğrenci Kur’an’ı Kerim eğitimi alıyormuş kampta. Ayrıca onlarca öğrenci de hafızlık çalışıyor. Hocalarımızdan biriyle konuşmaya başlıyoruz. Kendisi Halep yakınlarından buraya gelmiş. Doğuştan bir yürüme engeli var. Fakat bu onun için çok fazla dert değil. Kendini eğitime ve ilme vakfetmiş. Gününün çoğunluğunu çocuklarla geçiriyor. Kendisi kamplarda herhangi bir ayrımcılık ve baskıya uğramadığını beyan etti. Kamplarda çok fazla sıkıntılarının olmadığını ifade etti. Onunda derdi bu ülkede bir geleceklerinin olup olmayacağı sorusu. Açıkçası Türkiye’de kalmak isterim diyor. Suriye’ye dönmeye pek niyeti yok. Dönsek ne yapacağız diyor. Belki bugün oluşan olumsuz atmosfer kendisine bunları düşündürüyor olabilir. Hemen hemen kimsenin bugünden ve şartlardan derdi yok. Herkes cümleye bundan sonra ne olacak sorusu ile başlıyor. Gelecek burada en önemli gündem. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti yıllardır kamplarda
olağanüstü fedakarlık ve çabayla ağırladığı misafirler ile ilgili kararını henüz verebilmiş değil. Burada doğan çocuklar, buraya çocuk olarak gelip şimdi birer genç olmuş delikanlılar ne olacak sorusunun cevabını kimse veremiyor. Ne bir eğitim planlaması yapabiliyorlar, ne bir kariyer planlaması. Çok bilinmeyen bir denklem gibi hayatları. En büyük istekleri ise kendilerinin gerekli yasal mevzuat değişikliklerinin yapılarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapılmaları. Devletin bunu sağladığı takdirde kendi hayatlarını burada çizebileceklerini belirtiyorlar. Bu güvencenin verilmesi ile sığınmacılara yönelik ucuz iş gücü istismarınında büyük oranda önüne geçilebilecek. Çünkü vatandaşın çalışma izni olacak. Türkiye’de kesin kalıcı oldukları tescillenecek ve çocuklarına burada bir eğitim planlaması yapabilecekler. Akşam hava kararmaya başlıyor ve bizlerde havalimanına doğru yola koyuluyoruz. Kısa bir şehir turunun ardından havalimanına doğru yola koyuluyoruz. Şöför abimiz bizleri havalimanına kadar bırakıyor. Ziyaretimizin gerçekleşmesi için gerekli girişimlerde bulunan Başbakanlık Müşaviri Dr. Mehmet Babacan abimize, ziyaretimizde tüm samimiyetleri ile bizlere destek olan ve bir bölümünde bizlere eşlik eden AFAD Gaziantep İl
Müdürü Ahmet Taşkesen hocamıza, ziyaretin başından sonuna kadar her türlü ihtiyacımızda yanımızda olan AFAD Gaziantep Şube Müdürü Adil Şiraz hocamız ve Nizip Konteynır Kent Kamp Müdürü İbrahim Halil hocamıza teşekkür ediyoruz. Ağır bir sorumluluk altında tüm samimi hizmetleri ile insanlığa faydalı olma çabasındalar hepsi. Bunu sadece bir iş için değil en başta Allah rızası için yapıyorlar. Hepsinden Allah razı olsun. Güçlerini ve gayretlerini artırsın. Ayrıca bu ziyaret boyunca bana yoldaşlık eden dergimizin yayın danışmanı Abdulvahap Yaman hocamıza da hususen teşekkür ediyorum.
Eylül-Ekim’15 • 11
Karantina
Karantina
SELAHADDİN EŞ ÇAKIRGİL İLE İLTİCA ETMEK ÜZERİNE Röportaj: Furkan GENÇOĞLU - Asım Ebrar YILDIZ
S
elahaddin EŞ (ÇAKIRGİL), 12 Eylül 1980 Darbesi öncesinde Türkiye’li Müslüman gençler üzerinde etkili olan ve onlara öncülük eden önemli yayıncılık faaliyetlerinin içerisinde bulunmuştur. Katkı sağladığı yayınlar arasında dönemin Selam Gazetesi, Sabah Gazetesi, Milli Gazete ve aylık Şura, Tevhid ve de Hicret Dergileri vardır. Okurlarının Ağabey’i olan Selahaddin Ağabey, bu yayınlar içerisinde yazdıklarından dolayı dokuz ay Paşkapı Cezavi’nde kalmıştır. Cezaevinden çıktıktan sonra ise Ümmet için olan mücadelesine hız kesmeden devam etmiş ve Ümmet ile ilgili hemen hemen her meseleye değinmeye çalıştığı yazılar yazmıştır. Hicret Dergisi’nde yayınlamak üzere Afganistan-Rus Savaşı sırasında gittiği Pakistan-Afganistan gezisindeyken ise 12 Eylül İhtilali gerçekleşmiş ve Türkiye’den göç etmek zorunda kalmıştır.
12 • Eylül-Ekim’15
-Öncelikle farklı bir ülkeye iltica etme kararını verme süreciniz nasıl gelişti, darbe haberini ilk aldığınızda neler düşündünüz? Selahaddin EŞ: 12 Eylûl Askerî Darbesi beklenmeyen bir şey değildi.. Üstelik, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi’ni; sonra, Harbokulu Komutanı Tal’at Aydemir’in 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963’deki başarısız kalan darbe teşebbüslerini ve 12 Mart 1971 Askerî Darbesi’ni ve bütün bu dönemler içinde eksik olmayan Sıkıyönetim uygulamalarını yaşamış birisi olarak, 12 Eylûl 80 Darbesi gibi bir müdahale daha beklenmiyor değildi. Samuel Beckett’in “Godot’yu Beklerken..’’ isimli eserinde anlattığı gibi bir durum hâkimdi kamuoyunda.. Çünkü, ‘sağ-sol’ terimleri etrafında odaklaşan çatışmacı güçler, ülke çapında, hergün, hemen her yerde, kendilerine düşman
bildikleri herkesi öldürmeye başlamışlardı. Anarşinin önü alınamıyordu.. Günde, ortalama 30-40 kişi öldürülür hale gelinmişti ülke çapında.. Böyle bir durumda kitleler bir ‘kurtarıcı’ bekler hale getirilmişti ve esasen darbeciler de, ‘mevcud- müesses nizam’ı, yani, kemalistlaik rejimi kurtarmak ve inisiyatifi tamamen yitirmemek için, müdahale etmek üzere müsaid zamanı kolluyorlardı.. Sadece ne zaman olacağı, zamanlaması üzerinde rivayetler muhtelif idi.. Nitekim, daha sonra, o dönemin 2. Ordu Kom. olan Org. Bedrettin Demirel’in hatıralarında açıkça yazdığına göre, askerî darbenin 11 Temmuz 1979 tarihinde yapılması kararlaştırılmıştı, ama, halkın askerî darbeyi benimsemesi ve ‘asker ve halkın karşı karşıya gelmesi’ şeklindeki tehlikeli ihtimale karşı, durumun daha kabul edilebilir hale ge(tiri)lmesi için, , 12 Eylûl 1980 tarihine ertelenmişti.. Yani, cinayetlerin ve anarşi ortamımın planlı şekilde devamı, belli odaklarca, belli hedefler için tezgahlanıyordu.. Bu ertelenme sırasında da, ülke çapında binlerce insan daha birbirini öldürmüştü. O günleri bilmeyenler için bugün masal gibi gelecek bir durumdu ama, biz de durumu bütün dehşetiyle kavrayamıyorduk.. ‘Ol mâhîler (balıklar) ki, derya içredir, deryayı bilmezler..’ misali, etrafımızda cereyan eden o korkunç anarşi ortamını, hayatın tabiî bir yansıması olarak görüyor gibiydik.. * Evet, 1980 Mayıs sonunda ülkeden normal yollarla çıkmıştım. Ama, 1974 tarihinde, (henüz İstanbul Hukuk’u yeni bitirmiş ve yazı hayatında yeni birisi olarak) ‘Bâb-ı Âli’de Sabah’ gazetesinde yazdığım bir yazıda, dönemin C. Başkanı Fahri Korutürk’ün İslam hakkında yaptığı açıklamaları yersiz bularak yazdığım bir makalede, ‘Devlet’in İslamî esaslara göre yönetilmesi yolunda propaganda yaptığım’ suçlamasıyla TCK. 163. maddeden aldığım 15
aylık hapis cezasını 1978-78’de yattıktan sonra, hemen her yazımdan da benzer suçlamalar arka arkaya gelmişti.. Mimlenmiştim bir kere.. Hakkımda görülmekte olan 30’dan fazla Ağır- Ceza dâvası görülmeye başlanmış ve bu dâvalardan birisinde de aldığım bir ceza da Temyiz tarafından onaylanarak kesinleşmişti.. Ben o cezanın bana tebliğ edilmesine ve tekrar yakalanmama fırsat vermeden, o arada, hemen, normal yollarla yurt dışına çıkmıştım, İran’daki bir uluslararası konferansa katılmak üzere.. İran, Pakistan -ve birkaç gün de Hindistan’da olmak üzere- ve daha sonra da Afganistan’da üç ay kalmıştım. İran inkılab / devrim çalkantıları içinde idi.. Pakistan’da General Ziyâ-ul’Haqq’ın askerî yönetimi vardı.. Afganistan’da Sovyet Rusya ordusu ve yerli komünist güçler her tarafı kana buluyordu ve dünyanın en fakir halklarından birisi olan Afgan halkı, en büyük çaresizlikler içinde, direnmeye çalışıyordu.. Oralarda yapabileceğim fazla bir şey olmadığını görünce, değişik bir kimlikle Eylûl- 1980 başında, -mahkumiyet kararım olduğunu bildiğim halde, o şartlarda gizlenebileceğim ümidiyle- ülkeye geri dönmek kararı aldım ve 10 gün geçmeden bu kez de 12 Eylûl Askerî Darbesi gerçekleşiverdi.. Darbeyi, o gecenin saat 03.00 civarında İstanbul’da Beylerbeyi’nde kalmakta olduğum -kendisi askerde olan- bir arkadaşın evinde, yan taraftaki komşuların yüksek sesli konuşmalarıyla uyanarak, hemen televizyonu açınca öğrenmiştim.. Ordunun açıklamaları yayınlanıyordu.. Tıpkı geçmiş darbelerde de çok dinlediğimiz üzere, ‘Ülkenin içine düştüğü durumdan kurtarılması için..’ gibi bildik açıklamalar.. İlkokul- 2. sınıfa gitmekte olan kızım da uyanmış ve beni düşünceli ve kaygılı görünce, ‘Yani, şimdi Atatürkçüler mi kazandı, baba...’ demiş, ona, ‘kızım zâten onlar iktidardaydı..’ Eylül-Ekim’15 • 13
Karantina dediğimde de, ‘Yani, demek istiyorum ki, şimdi daha çok mu kazandılar?’ karşılığını vermişti.. Acı bir tebessümle, ‘Evet kızım, aynen öyle..’ demiştim.. Artık, yeniden yakalanmadan nasıl ve hangi yollardan yurt dışına çıkabileceğimin çare ve yollarını düşünmeye başlamıştım.. Darbenin gerçekleşmesinden üç gün sonra, ise, arka arkaya verilen kararlarla, mahkûmiyetim -yine 163. maddeden, 15 seneye varmıştı.. Gerisi de gelecekti.. Sıkıyönetim bildirilerinde ‘aranan kişiler’ listesinde okunan binlerce isim arasında benim ismim de okunuyordu.. O sıkıntılı şartlarda, bazı dostlar beni Suûdî rejimine götürmek istediler. Orayı tercih etmedim.. Aynı şekilde Karadeniz üzerinden bir balıkçı teknesiyle Bulgaristan’ın Burgaz şehrine ve oradan da Almanya’ya götürmek önerilerine de sıcak bakmadım ve karadan ve gizli yollarla İran’a geçmeyi düşünmeye başladım. Bu kararımı çok sınırlı sayıda, birkaç arkadaş biliyordu.. (Rahmetli) hanımım ve kızımı -kendilerine 3-5 ay yetecek kadar bir harçlık bırakıp- Allah’a emanet ederek İstanbul’dan ayrıldım. Ve konaklamalardan maceralı bir bekleyiş sonra, cebimde 500 alman markı, 29 Ekim 1980 gecesi Yüksekova- Esendere üzerinden, normal giriş-çıkış kapısı dışında yollardan İran tarafına geçtim. -Sığınacak yer olarak -1979 devriminden de sonra- İranı seçmenizin sebebi ne idi? Selahaddin EŞ: İran, 1979 başında Rûhullah Khomeynî isimli bir din âliminin liderliğinde gerçekleşen İslam İnkılabı ile, Şah’ı ve Şahlık rejimini devirmiş ve beşer tarihinin son 200 yılında yaşanmış olan en büyük halk hareketlerinden, inkılab / devrim hareketlerinden birini yaşıyordu.. Ve o ınkilab atmosferi içinde milyonların harçeresinden yükselen duygu, düşünce ve mesajlar, benim de kalbimi ve bey14 • Eylül-Ekim’15
Karantina nimi dolduran ve doyuran düşünce, inanç ve mesajlardı.. Hem bu büyük hareketi gözlemlemek ve hem de onun bir kenarında karınca kararınca, kendi gücümce tutunmak düşüncem vardı.. -İran’da ne tür sıkıntılar yaşadınız, burada iltica etme hususundaki hukûki süreci nasıl ilerlettiniz? Selahaddin EŞ: Gerek İstanbul’da, İslam İnkılabı’nı destekleyen yayınlarımızın bilinmesinden kaynaklanan tanınmam ve gerekse, 1980 yazında o coğrafyada geçen 3 aylık süre boyunca bir takım âşinalıklar yüzünden fazla bir zorlukla karşılaşmadım.. -İran’da maişetinizi nasıl kazandınız? Selahaddin EŞ: Matbuat (medya) âleminden gelmiş olmam hasebiyle, bazı yayın organlarında çalışmak imkanı buldum.. Maişetimi temin edecek bir mikdar geçiyordu elime.. Benim ülke dışına çıkışımdan üç ay kadar sonra hanımım ve kızım da geldiler, kalacak ev açısından bazı kolaylıklar da sağlandı. Çalıştığım medya kuruluşları/ gazeteler tarafından.. -Türkiye’ye geri dönmeyi düşündünüz mü? Selahaddin EŞ: Türkiye’de geçmişteki askerî darbelerin etkisinin en fazla 4-5 sene sürdüğünü bildiğimden, bu askerî darbenin de daha fazla sürmeyeceğini düşünüyordum.. Ama, 12 Eylûl 80 Darbesi, sosyal bünyeyi çok daha derinden etkileyecek şekilde uzun vâdeli değişim ve kemalist-laik düzenlemeler içinde geçti ve on yıllarımızı aldı.. Ki, onların etkileri hâlâ da tamamen giderilebilmiş değil; başta anayasa olmak üzere.. Üstelik, İran-Irak Savaşı da en kanlı şekliyle devam ediyordu.. O karmaşık yıllarda, hakkımdaki yığınla cezaî takibat da devam ettiğinden, dönmemi sağlıyacak bir olumlu işaret yoktu..
Üstelik, yakalanamıyacağım anlaşılınca, 1982 tarihinde Kenan Evren rejimi tarafından vatandaşlıktan da atılmıştım.. Bu durum 10 yıl sürdü.. Bütün malvarlığıma elkonulmuştu, kanun gereğince.. (Hamdolsun ki, hiç bir şeyim yoktu.. Ama, ben yurt dışındayken vefat eden babamdan kalan ufak çaplı miras malın benim hisseme düşeni üzerine de ‘hazine payı’ kaydı düşülmüştü..) * Turgut Özal’ın vefatından kısa süre önce, vatandaşlıktan atılanlar (12 Eylûl Darbesi’nden sonra vatandaşlıktan atılanların sayısı 14 bini aşkındı.) tekrar vatandaşlığa alındılar. Ama, kendilerinin başvurmaları kaydıyla.. Yani, bir bakıma, pişmanlık belirteceksiniz, devletten özür dileyen bir duruma düşeceksiniz, vs.. Tabiatiyle, çok az kimse başvurdu bu kayıt altındaki bir vatandaşlığa tekrar kavuşmaya.. Ben de başvurmadım.. Bu kanun daha sonra, herhangi bir başvuruya gerek kalmadan, vatandaşlıktan atılanların tekrar vatandaşlığa otomatik olarak, re’sen yazılmaları şeklinde düzeltildi, 1994’lerde... Ancak, ben de o sırada hanımımın vefat etmesi ve ayrıca Türkiye bazı laik kişilere karşı işlenen suikast eylemlerinin üzerime yıkılması ve medyada aleyhimde gerçekdışı, hayalî yığınla hikayeler anlatılması.. O kadar ki, , kesinlikle ilgim olmayan bazı yayınlar bile, benim uslûbumu andırdığı gibi ilginç bilirkişi raporlarıyla benim üzerime yıkılmıştı. Ne de olsa ben dışardaydım..
Bu gibi iddialara daha sonra da ‘Kudüs Kurtuluş Ordusu’ gibi bir örgüt kurup yönettiğim gibi iddiaları da eklendi ve bunların savcılık iddianamelerine kadar girmesi üzerine, ülkeye dönmek fikrini bir kenara koymuştum.. Çünkü, bu ididalar asılsız olsa bile, kendimi o sistemin yargı mekanizmasının dişlileri arasından kurtarmamın kolay olmayacağını biliyordum.. Ben bu arada, Pakistan ve İran’daki bazı gazetelerde de günlük yazılar yazıyordum.. muhatablarının çoğu Avrupa’da olan çevrelere, türkçe aylık dergilerin hazırlanması ve gönderilmesinde de emek harcıyordum, ‘Kudüs Yolu’, ‘İslam Çağrısı’ ve ‘Keyhan-Türkî’ gibi.. Yani, boş bir ânım olmuyordu ve yoğun meşguliyetlerim de vardı.. -Daha sonra İran’dan Almanya’ya göç ediyorsunuz. Almanya’ya gitmenizdeki sebep ne idi? Selahaddin EŞ: Avrupa’ya geçiş kararı almama gelince.. İran’da İslam İnkılabı’nı yapanlarla ona karşı olanlar güçler arası mücadelede tarafım belliydi.. Ben inkılabın yanındaydım.. Ama, daha sonra.. Özellikle, İmam Khomeynî’nin vefatı ve de İran- Irak Savaşı’nın bitmesi ve daha sonra 1990 Ağustosu’nda Kuveyt’in Saddam tarafından işgal ve ilhakından sonra 1991 Baharı’nda patlak veren Irak- Amerika Savaşı’nın ortaya çıkması gibi büyük hadiselerden sonra.. * İran’da inkılab’ı yapan kesimler arasında da, bir ayrışma başlamıştı.. Bu fasıl da gözlemlenmesi gereken önemli bir sosyal tablo oluşturuyordu.. Ama, benim iki taraftan da yakın dostlarım ve iki tarafın da kendilerine göre haklı sayılabilecek argümanları vardı.. İran’da, Keyhan ve Cumhurî-i İslamî gibi önde gelen gazetelerde günlük makaleler yazıyordum; tarafımı ortaya koymazsam, bu da yanlış olacaktı.. Ben bir ayrı ülkenin insanı olarak o ayrışmada taraf olmaEylül-Ekim’15 • 15
Karantina
Karantina Ama şu kadarını söyleyeyim ki, başka sığınmacıların yaşadığı sıkntıların büyük bir kısmını ben yaşamadım. Çünkü, hayatını kalemiyle geçirmeye çalışan birisi olarak yazılar yazıyordum, konferanslara katılıyordum. Sığınılan devletten de hiç bir yardım almaksızın hayatımı idame ettiriyordum. Bu da, o gibi devletlerin size daha bir ılımlı bakışlarını beraberinde getiriyordu..
mayı tercih ettim ve İran’dan ayrılmaya karar verdim.. * Bir Doğu Ülkesinden Batı Ülkesine göç edince ne gibi değişiklik ve sıkıntılar yaşadınız? Doğu dünyasını büyük çapta görmüştüm.. Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya kadar.. Ama, Türkiye’nin batısına hiç geçmemiştim.. Bu bakımdan bu dünyayı da tanımak, görmek ve gözlemlemek istiyordum.. İran’daki inkılabı yapan kitleler arasındaki sözkonusu o iç huzursuzluklar ın de etkisiyle, başka dünyalara gitmenin daha uygun olacağını düşündüm ve Batı Avrupa ülkelerine gittim.. Hollanda, Belçika, Fransa ve Almanya gibi ülkelere.. Orada, müslüman kitlelerin yoğun olarak bulunduğu yerlerde olmayı tercih ettim.. Bu bakımdan çok büyük sıkıntılar yaşadığım söylenemez. Ama, ilticanın içinde bir insanın iç dünyasına dokunan, batan bir taraf daima vardır.. Hele de ‘Hicret’ kelimesi, ‘hicran’ kelimesiyle aynı kökten gelir. Hicran acı veren ayrılık ve yalnızlığın artması demektir.. Bu bakımdan ilticanın, -ya da bazılarının deyimiyle- hicret’in elbette acıları olacaktır. Ama benim kendi adıma çektiğim sıkıntılardan sözetmek hoş olmaz.. Bir takım ideolojik, siyasî ve ya itikadî mücadelelere girenler bu gibi sıkıntılı durumlarla karşılaşabileceklerini taa baştan kabul etmelidirler.. Bu bakımdan, burada, ilticanın özünde zaten yığınla tarif edilmez acılar, yalnızlıklar, ruhî yaralanmalar olduğunu -olacağını hatırlatmanın ötesinde kendimden daha fazla söz etmeyi doğru bulmuyorum.. 16 • Eylül-Ekim’15
-Almanya’ya iltica etmek hususundaki hukuki süreci nasıl ilerlettiniz, iki ülke arasında nasıl bir tutum farkı vardı? Selahaddin EŞ: Almanya‘da o zamanlar, 2000’lı yılların öncesinde özellikle Türkiye’den yapılan iltica başvuruları biraz farklıymış.. PKK’lı olduklarını söyleyenlere epeyce kolaylıklar sağlanmış.. İslamî eğilimlerinden dolayı sığınanlar çok fazla değilmiş ve bu da fazla bir mes’ele olmuyordu.. Ama, yani bugünkü gibi paranoia derecesine varmış bir ‘İslamofobia’ / İslam korkusu’ sözkonusu değildi.. Bugün Almanya ve Avrupa’da İslam’a duyulan hassasiyetler ve korkular, özellikle de Amerika içinde meydana gelen 11 Eylul 2001 Saldırıları’ndan sonra gelişti.. -Yaklaşık 35 yıl sonra Türkiye’ye geri döndünüz, bu dönüşte neler yaşadınız, nasıl karşılandınız, yürüttüğünüz yayın ve çalışmalardan dolayı hakkınızda çeşitli yargılama süreçleri devam ediyordu, bunlar hakkında neler söylemek istersiniz? Selahaddin EŞ: Türkiye’ye dönüşümü özellikle sessiz sadâsız yapmayı tercih etmiştim.. Bu bakımdan sessizce, çok yakınımda olanlardan çok sınırlı sayıdaki kimselerin bilgisi ile ve en üst siyasî iradenin vazifelendirdiği birkaç hukukçu millet vekilinin hazır bulunduğu bir şekilde 10 Ocak 2015 sabahı saat 07.00 civarında, Ankara Esenboğa Havaalanı’na geldim.
Mahkeme tarafından, ‘mahkemeye gelmem
karışık duygular içinde ve bunun için de özel
halinde, tutuksuz yargılanacağıma dair güven-
bir itina gösterilmesi gereken kimselerdirler.
ce belgesi verilmesine’ dair bir karar üzerine
Nitekim, fikrî- ideolojik, itikadî özelliklerinden
gelmiştim. Dönüşüm üzerinden 45 gün kadar
dolayı baskıya maruz kalanlara bulunduğum
geçtikten sonra gittim mahkemeye..
hemen hemen bütün ülkelerde, emniyet’ler-
Yargılama halen de devam ediyor.. Açık olarak bir suçlama yapılmıyor.. Sadece bazı hadiselere karışmış sanık durumuna düşmüş kimselerden bazılarının da benimle görüşmüş kimseler olduğundan söz ediliyor, iddianamede.. Tabiatiyle, 40 seneyi aşkın bir zamandır matbuat hayatında olan birisi olarak, gerek ülke içinde, gerekse yurt dışında yüzlerce değil, binlerce-onbinlerce insanla görüştüğümü, bunların içinde her tip insanın bulunabileceği-
de, başkalarından farklı bir muamele uygulandığını çok yaşamışımdır.. Hattâ, o gibilerin fikir, ideoloji ve inançları hakkında ilgi ve bilgisi olmayan güvenlik güçleri bile, o gibilerle karşılaştıklarını anlayınca, onlara daha farklı davranırlar ve onları rencide etmemeye daha bir dikkat gösterirler. Bu bakımdan, bu tür ilgi ve davranışları, hemen bütün ilticacılara da uygulamak gerekir. Ve, STK’larının ve güvenlik birimlerinin,
mi, herkesi tanımamın mümkün olmayabile-
bu konuya yabancı olmaması ve her mülteci-
ceğini söylemekle yetiniyorum.. Çünkü daha
nin, kendi ülkesinde potansiyel olarak, belli bir
fazlasını bilmem mümkün değil..
ağırlığı varken, her şeyini terketip başka bir dünyaya sığınmak zorunda kalmış yaralı kim-
-STK’ların ve dahi devletin mültecilere
seler olduklarını düşünmeleri gerekir.
karşı tutumu hakkında görüş ve tavsiyeleriniz neler?
-Son olarak mültecilere karşı gençlerin yapabilecekleri hakkına daha önce farklı ülke-
Selahaddin EŞ: Türkiye’de hele de iltica gibi konuların önemi ve insan hak ve haysiyetine uygun tavırların geliştirilmesi düşüncesi yeni yeni gelişmeye başladığından, STK’lar da yeni yeni gelişiyor.. Ayrıca, ülkenin ekonomik durumunun iyileşmesi, bu çalışmaların gelişmesine de önemli katkılar sunuyor.. Bu bakımdan, geçmişte hele de içerden bakıldığında yeter de artar bile denilebilecek düzenlemelere, dünya ortalaması açısından bakıldığında yetersizliklerimiz görülebilir. Mülteciler, genelde,
bize
açlıktan kurtulmak için sığınan aç-sefil insanlar
lere iltica etmiş bir kimse olarak neler söylemek istersiniz? Selahaddin EŞ: Mülteciler, cismanî açıdan daha çok korunmaya muhtaç, ruhî açıdan ise daha bir paramparça olmuş duygulara sahib insanlardır. Onlardan, çok sağlıklı tepkiler beklemek de gerekmez.. Bazen hırçın ve bazen uyumsuz, ve tutarsız tavırlar bile sergileyebilirler.. Onlara bu gibi durumlarda, geldikleri ülkenin kanunlarına saygılı olmaları ve minnet
olmayıp, çok kere, kendi ülkelerinde tahammül
borçlu oldukları gibi hatırlatmalar bile rencide
edilemiyecek bir durumla karşılaşan ve ora-
edebilir.. Yani, iltica mekanları, makamları ve
da rahat yaşarken, yerini yurdunu terketmek
onlarla ilgilenen STK’lar tahammüllü olmalı ve
zorunda kalan ve bu bakımdan , sığındıkları
bir psiko-terapi merkezinin yetişmiş eleman-
ülkelerde sadece karınları doyurulmakla tat-
ları gibi hassas davranacak şekilde eğitimden
min olmayan, kalbleri kırılmış, beyinleri karma
geçmelidirler. Eylül-Ekim’15 • 17
Karantina
Karantina
insan insanın sığınağıdır Betül BABACAN
E
ylül ayı başlarında, kucağında oğluyla Macar polislerden kaçan Suriyeli göçmen bir babayı çelme atarak yere düşüren gazeteci vakasıyla, göçmenlerin; mevcut yerlerinden ölümleri pahasına gitmek zorunda olanların hali modern dünyanın insanlığını bir kere daha zorunlu olarak sorgulamaya açtı. Yalnızca Suriyeli göçmenler değil, Afrika’dan kaçarak Avrupa’da vatandaş veya kaçak statüsünde bir hayat umudu kuran milyonlarca göçmenin yaşam standartları; ülkelere giriş koşulları; göçmen kaçakçılığı; sosyal uyum, adaptasyon, psikolojik destek ve toplumdan dışlanmaları gibi meselelerin gündeme getirilmesi kaçınılmaz bir ihtiyaç halini aldı. 2011 yılından bu yana Türkiye’ye iltica eden Suriyeli göçmenlerin sayısında dramatik biçimde artış yaşanmıştır. 2013 yılında, kayıtlı mülteci sayısı kamplarda 2001 bin, kamp dışında ise 300 bin iken; 2014 yılı resmi rakamlara göre 1.62 milyonu bulmaktadır. Vatanlarından ayrılmak zorunda kalan binlerce Suriyeli aileyi konuşurken, ilk adımda çocukları, gelecek kuşakları gözeten bir çerçeve çizerek giriş yapmak gerekir. Kendi evinde/ memleketinde savaşa tanık olmuş, kayıpları olan veya kamp alanında sıkıntılar yaşamış veya ailesinin zorunlu yerleşime maruz kaldığı bir ülkede do-
18 • Eylül-Ekim’15
ğarak hayata tutunmaya çalışan çocukları... Bu metinde İstanbul’da yaşayan, Suriyelilerin eğitim gördüğü okullara devam eden, 9-15 yaş aralığındaki çocuklara psikososyal destek sağlamanın gerekliliğine ve bu alanda örnek bir uygulamaya yer verilecektir. Travmatik olaylara maruz kalarak iltica eden çocukların çoğunda yoğun düzeyde kaygı bozukluğu, sosyal uyum problemleri ve kayba bağlı uzun dönemde yas hali gözlemlenmekte. Göç sonrasında, burada doğan çocukların yaşamındaki en önemli tehdit unsuru ailenin sosyoekonomik durumu ve yaşadıkları travmayla başedebilme kapasiteleridir. Tesev’in aktardığı Sağlık Bakanlığı 2014 verilerine göre, Türkiye’de 35.000 Suriyeli doğu-
mu gerçekleşmiştir ve bu yeni doğanlar için sağlıklı gelişim koşullarından bahsedebilmek, anne-babalara koruyucu, önleyici çalışmalar yapmakla yakından ilintilidir. Kendilerini ve sevdiklerini güvende hissetme duygusu çocukların psikolojik ve sosyal gelişimlerinin sağlıklı olarak devamı için vazgeçilmez bir unsurdur. Özellikle de savaş gibi olağanüstü durumlardan sonra oluşan zorunlu yer değiştirmelerin mülteci çocukların ruh sağlığını derinden etkilediği bilinmektedir (Reed & Fazel 2012; Derezotes, 2000). Bunların yanı sıra ağır ekonomik koşullar ve yoksunluklar içinde yaşanan bu travmatik savaş sürecinin oluşturduğu sıkıntılara, göç sonrasında da adaptasyon sorunu, sosyo-ekonomik sorunlar ve belirsizlik durumu eklendiğinde sorunun boyutları ve etkileri daha da iyi görülebilmektedir. Travmatik olaylara maruz kalmış veya tanıklık etmiş çocuklarda belirgin bir kayıp duygusu ve yas tablosunun yanında (Macksoud et al. 1993) depresyon (%39-64 sıklığında) ve travma sonrası stres bozukluğu (% 20-74) en sık görülen ruhsal durum bozukluklarıdır. Ayrıca, kaygı bozuklukları, davranış sorunları, madde kullanımı ve akademik başarısızlık da sıkça bildirilen sorunlardandır. Yeryüzü Doktorları Psikososyal Destek Birimi bünyesinde yürütülen İlaf Projesi, yaşam güçlüklerine karşı çocuklara psikolojik destek sağlayarak, adaptasyonlarını artırmayı hedeflemektedir. Proje grubu, Mülteci Çocuklar İçin Okul Temelli Destek Programı oluşturarak çocuklarda duygu, düşünce ve davranış arasındaki ilişkiyi anlatma, problem çözme, altenatif-işlevsel düşünce geliştirme, zorluklarla başetmelerine yardımcı olma temel amaçlarıyla çalışmalarına başlamıştır. Proje grubu tarafından tespit edilen en yaygın problemler kaygı, depresif duygu durumu ve içe kapanma, riskli davranışlar, korkular ve kaçınma davranışları, kızgınlık ve dürtüsellik ve uyumsuz davranışlar olmakla beraber bazı öğrencilerde ileri düzeyde psikiyatrik bozukluklar olduğu ve müdahale gerektirdiği de görülmüştür. Uygulanan projede bilişsel davranışçı terapi teknikleri ve grup terapide uygulanabilir çeşitli ısınma ve drama aktiviteleriyle hedef kitlede uzun vadede fayda sağlayacak-
ları ve çevrelerine de destek olabilecekleri bir bilinç düzeyi hedeflenmektedir. Suriyeli çocuklarla aynı okulda eğitime devam ediyor olmak, çocukların her birinde yalnız olmadıklarını, tecrübe ettikleri zorlayıcı olayların (ölümlere tanık olma, yaralanma, bomba sesleri, görüntüler, birinci dereceden kayıplar, göç, vatan hasreti, toplumda dışlanma, yabancılaşma vb.) sadece kendi başlarına gelmediğini görmelerini ve grubun üyesi olma hissiyle diğer ortamlara nispeten kendilerini daha çok güvende hissetmelerini sağlamaktadır. Bunun yanı sıra, ailenin gelir düzeyinin iyi ve stabil olması çocukların duygu durumlarının korunmasına yardımcı olmaktadır. Esas itibariyle çocuklara yalnız olmadıkları ve tüm yaşananların, sıkıntı ve kayıpların üstesinden gelebilecek güçte olduklarını telkin etmek, insan olmak sorumluluğumuzdan ötürü dertlerini bilmek, onlara zor olanı kolaylaştırmak gerekmektedir. Psikososyal destek sağlamak, bir doktorun elinde neşterle ameliyathanede işini yapması ve sorunun çözülmesi gibi somut çıktıları olmayan fakat, örneğin hava karardığında tek başına oturamayan, dışarı çıkmaya korkan, gece tek uyuyamayan bunlara bağlı olarak gece uykusu rahatsız ve genel olarak kaygı bozukluğu yaşayan 10 yaşlarında bir çocuğun, zaman içinde kendi normalini bulması ve yeni düzenine adapte olması anlamına geliyor. Haksız bir savaştan yaralı çıkan bir çocuğun kendini daha iyi hissetmesi ise, yazıyı ilk cümleye dönüp tamamlamaya yardımcı oluyor: insan insanın sığınağıdır. Kaynakça Fazel, M. & R. Reed. “Mental health of displaced and refugee children resettled in high- income countries: risk and protective factors” The Lancet: 379. (266-282): 2012. Macksoud, M. “Helping Children Cope with the Stress of War”. UNICEF. New York, 1993. Mazlumder “Türkiye’de Suriyeli Mülteciler: İstanbul Örneği; Tespitler, İhtiyaçlar ve Öneriler” Raporu. Aralık 2013. “Suriyeli Sığınmacıların Türkiye’ye Etkileri” Raporu. ORSAM - TESEV: Ocak 2015. Dipnotlar 1 Mazlumder “TÜRKİYE’DE SURİYELİ MÜLTECİLER: İstanbul Örneği; Tespitler, İhtiyaçlar ve Öneriler” Raporu. Aralık 2013. 2 ORSAM - TESEV İşbirliği ile hazırlanan “Suriyeli Sığınmacıların Türkiye’ye Etkileri” Raporu. Ocak 2015
Eylül-Ekim’15 • 19
Karantina
Karantina
BÜYÜK İSTANBUL OTOGARINDAKİ MÜLTECİLER İLE MÜLAKAT Abdullah Etka AYAN
Y
az tatilinin son zamanlarıydı. Gezmeler, tozmalar, dinlenmeler, uykular, işler, güçler gibi sebepler yüzünden tatile başlarken aklımdan geçen ve gerçekleştireceğim dediğim aksiyon ve fikirlerin çoğundan geride kalmıştım. Okumalarım fena devam etmiyordu fakat kalemi elime ancak haftada bir alabiliyor, bir türlü istediğim derecede bir harekete girişemiyordum. Derken Eylül ayının 17’sinde, Cumartesi günü dergiden bir mesaj geldi: ‘’Esenler Otogarındaki mülteciler ile ilgili fotoğraflama ve mülakat yapılması lazım, orada
20 • Eylül-Ekim’15
sıkıntılı bir durum var’’ diyordu ağabeylerden biri. Edirne’ye gitmek isteyen mültecilerin otogarda olduklarını biliyordum fakat herhangi vahim bir durumun olduğunu sanmıyordum. Keza mesajın geldiği gün farklı bir platformdan bir arkadaş da beni arayıp otogara gelip gelmeyeceğimi sormuş , ben ise belki gelirim cevabını vermiştim. Hem kendime bir aksiyon arayışım hem de dergide bir işin ucundan tutmak isteyişimden ötürü mesaja hemen cevap verdim: ‘’Ben yarın gideceğim otogara, dergilik bir şey olursa kaydederim.’’
Cuma günü öğleden önce saat on bir gibi evden yola çıktım. Aklımda gidip orada bir kaç saat bulunmak ve Cuma Namazını otogardaki Cumhuriyet Camii’nde kıldıktan sonra eve geri dönmek vardı. Aksaray’dan metroya bindim. İneceğim yere 6-7 durak uzak olduğumu fark edince bir köşeye doğru ilerledim ve sırt çantamdan Nureddin Yıldız Hocanın Arş’ın Gölgesindeki Genç adlı kitabını çıkardım. O aralar motivasyona ihtiyacım olduğunda bu kitabı okuyordum. Bana zirveyi aşılıyordu Hocanın kitabı. Her yönden imar edildiğimde alacağım hal bu kitapta yazıyordu bir genç olarak. Kitapta kaldığım yeri açtım. ‘Ümmetin Parçasıdır’ bölümündeydim ve ilk paragrafta da aynen şöyle yazıyordu: ‘’Alırken hissettiği hazzı verirken de hisseder. Mülkün asıl sahibi Allah Teala olduktan sonra o emanetçinin elinde durması ile bu emanetçinin elinde durması arasında ne fark olacak diye düşünür. Bu düşüncesi onun imanından kaynaklanır.’’
Saat on ikiye çeyrek kala otogara vardım. Mültecilerin bulunduğu Cumhuriyet Camii benim otogara girdiğim kısmın arka tarafında yer alıyordu. Bu yüzden önce her şey gayet normal seyrinde ilerliyor gibiydi (otobüs kornalarının sesleri, yolcu uğurlama ve karşılamaları, otobüse geç kalanların çevrelerini umursamaz koşuşturmaları, bayram tatili gidişi trafiği, klasik otogar manzarası). Bir otobüs şirketinin içinden geçerek otogarın caminin bulunduğu tarafına geçtim. Önümdeki otobüsleri aştım ve caminin ana girişinin tam önünde, o müthiş manzara karşısında kala kaldım. İnternet’ten birkaç şey görmüştüm fakat bu kadarını beklemiyordum. Caminin ana girişinin önünde yaklaşık yüz elli insan, çoluk çocuklarıyla birlikte, altlarına serdikleri battaniyelerin üzerinde sanki yıllardır buradalarmış gibi bir bıkkınlıkla duruyorlardı. Caminin ana girişinden başlayarak bütün çevresi ve camiye çıkan her yol da polis barikatlarıyla çevrilmişti. Bunların çoğu artık bazı Eylül-Ekim’15 • 21
Karantina
insanlar için normal bir durum haline gelmiş olsa da benim için hala kanıksanamaz ve kanıksanmamalıydı. Bu manzara karşısında ilk olarak telefonumu çıkardım. Fotoğraf çekmeye ve çevremi gözlemlemeye başladım. Daha sonra caminin ana girişinin sol tarafında bir basın mensubu topluluğunu fark ettim. Belki onların yanında caminin içine girerim düşüncesi ile yanlarına gittiğimdeyse çok daha vahim bir durumun olduğunu gördüm. Basın mensuplarının durduğu yükseklikten caminin avlusu ve iç tarafının bir kısmı gözüküyordu ve gözüken durum, dışarıdakinden çok daha kötüydü. Caminin avlusunda, Fatih Saraçhane Parkını en az iki defa dolduracak kadar çadır ve insan vardı. Bunun karşısında ben yine telefonumu çıkartıp fotoğraf çekmeye başladım. Ta ki arkadan bir ses
22 • Eylül-Ekim’15
Karantina ‘’Çekme kardeşim çekme ne var burada’’ diyene kadar. Arkama döndüğümde bana seslenen kişinin bir polis olduğunu gördüm. ‘’Öğrenciyim, dergicilik yapıyorum, sıkıntı ise fotoğraf çekmem, caminin avlusuna girebilir miyim’’ diye cevap verdim. Buna karşın benim aldığım cevap tabii ki hayır oldu. O kadar basın mensubu varken, polislerin bana izin verecek halleri yoktu. Ben de bunu biliyordum zaten. Yalnızca birazdan meşru olmayan bir şekilde caminin içine sızmayı planladığım için vicdanımı rahatlatıyordum. ‘’Sordum izin vermediler, işimizi de mi yapmayalım arkadaş’’ diyordum içimden. Caminin avlusuna girebileceğim bir yer aramak için dolaşmaya başladım. Dolaşırken aynı zamanda mültecileri izliyordum. Dışarıdakilerin çoğu 8-10 kişilik gruplar halinde duruyordu. Hemen hemen hepsinin yanında birkaç tane çocuk ve bir iki de çanta vardı. Erkeklerin hepsi ayakta dikiliyor, kadınlar oturuyor, çocuklarsa sağda solda oyun oynuyorlardı. Neredeyse bütün erkeklerin elinde bir sigara, yüzlerinde ise baygın, yorgun ve üzgün ifadeler vardı. Caminin iç tarafına giremeyen haberciler dışarıdaki insanlarla röportaj yapmaya çalışıyor, mülteciler ise bundan çok memnunmuş gibi gözükmüyor, sıkboğaz edilmek istemiyorlardı. Ben, telefonumdan ses kaydını açıp cebime koydum ve dolaşmaya devam ettim. Daha sonra yanlarında çocuk, çanta yada bir kadın bulunmayan yirmili yaşlarda gösteren üç genç gördüm. Sanki olağanüstü hiçbir şey yokmuş gibi yanlarına gittim ve selam verdim. Selamımı aldılar. Sonra ben iki kelime Arapçam ile konuşmaya başladım. Güldüler, Türkçe bildiklerini söylediler. Rahatladım. ‘’Ne zamandır buradasınız’’ diye sordum önce. ‘’Gazeteci misin’’ diye cevap verdiler. ‘’Hayır, ben öğrenciyim, dergicilik yapıyorum’’ dedim. ‘’He iyi’’ dediler, ‘’Biz beş gündür buradayız, ‘’Buradaki insanların çoğu da hemen hemen dört gündür buradalar.’’ ‘’Buraya nereden geldiniz?’’ ‘’Türkiye’nin her yerini dolaştık.
En son Antalya’daydık, oradan İstanbul’a geldik Edirne’ye gitmek için.’’ ‘’Edirne’den nereye gideceksiniz?’’ ‘’Nasipse Yunanistan’a geçeceğiz, oradan da Almanya’ya gideceğiz.’’ ‘’Bu ülkeler sizi ya almak istemezlerse, haberlerde bazı Avrupa ülkelerinin sınırlarına tel ördüklerini görüyoruz?’’ ‘’Telin üstünden atlarız.’’ ‘’Karşınıza askerler çıkarsa’’ ‘’Savaşırız’’ (gülüşmeler) ‘’O biraz zor olabilir, isimleriniz nedir?’’ ‘’Muhammed, Kâsım ve Muhiddin’’ Ben Muhammed ile konuşmaya devam ederken, Kâsım ve Muhiddin kendi aralarında sohbet etmeye başladılar. ‘’Türkiye’ye nereden geldin?’’ ‘’Halep.’’ ‘’Kaç yıl oldu Türkiye’ye geleli?’’ ‘’İki buçuk sene.’’ ‘’Yalnız mı geldin, ailen nerede?’’ ‘’Ailem hala Halep’te, ben yalnız geldim.’’ ‘’Onlar neden gelmediler?’’ ‘’Şartlar yüzünden.’’ ‘’Peki ne içindir o zaman bu Avrupa sevdası?’’ ‘’Yanlış anlama kardeş biz size teşekkür ediyoruz, her şey için Allah razı olsun. Savaş yüzünden başlamıştı bu göç yolu, ailemizi, akrabalarımızı terk etmek zorunda kalmıştık, siz de bize kucak açmıştınız, ama
ne olursa olsun misafiriz biz burada ve şimdi gitmemiz lazım. Benim ağabeyimi IŞİD götürdü , neden dersen ben de bilmiyorum. Bir gün önümüzü kesip yalnızca isimlerimizi sordular. Ağabeyimin ismi Abdullah’tı. Sonra hiçbir şey demeden ağabeyimi alıp götürdüler. Beni almadılar. Ben de düştüm yollara. Allah da bizi buralara kadar getirdi. Ailemden uzağım ama olsun. İnsan alışıyor. İnşallah bir yere yerleşebilirsem bir aile kurarım, o zaman hiç bırakmam ailemi.’’
Eylül-Ekim’15 • 23
Karantina
Muhammed’in anlattıklarından sonra (burada ancak beşte birini nakledebiliyorum) sarsılmıştım. Bir anda çevremde ne varsa sorgulamaya başladım (polisler, barikatlar, caminin içine girmeye çalışan mülteciler, bebeklerin ağlamaları, aç annelerin yavrularını tok tutma çabaları, yüzünde benim en az iki ekmeğe sürebileceğim kahvaltılık sos kadar makyaj olan basın mensubu hanımefendiler, el ele tutuşup oyun oynayan çocuklar ve ben) Muhammed ile sohbetimiz biterken yanımızdan bir simitçi geçti. Arkasından seslendim. ‘’Simit ne kadar ağabey’’ dedim. ‘’2 lira’’ dedi. ‘’İki liraya simit mi olur arkadaş’’ diye geçirdim içimden. ‘’Öğrenciye ne kadar’’ dedim. ‘’Yine 2 lira’’ dedi. ‘’Her yerde bir lira’’ dedim. ‘’Onlar belediyenin, devletin simitçileri’’ dedi.
24 • Eylül-Ekim’15
Karantina ‘’Ne olmuş yani onlara fırınlar daha mı ucuza satıyor’’ diye sordum. ‘’Herhalde, sen kendini devlet babayla bir mi tutuyorsun’’ dedi. ‘’Ne devletmiş arkadaş’’ diye geçirdim içimden, ‘’Bir biz rastlayamadık.’’ Üç tane simit aldım. Bir parça koparıp geri kalanları Muhammed ve arkadaşlarına uzattım. Önce almadılar, ‘’Yemek istemeyiz’’ dediler. ‘’Biz kardeş sayılmaz mıyız’’ dedim. ‘’Yok yine de istemeyiz’’ dediler. Ben de direk oturdukları yerin yanına, beton üzerine bıraktım simitleri. Bu sefer alıp yemeye başladılar azar azar. ‘’Burada size yemek dağıtılmadı mı’’ diye sordum. ‘’Hayır’’ dediler. ‘’Kahvaltı bile mi’’ dedim. ‘’Beş gündür bize herhangi bir şey veren olmadı’’ dedi Muhammed. Simitçinin söylediği devlet babayı hatırladım. Nedense devlet baba buralarda gözükmüyordu. Sorsan baba tabi. İşe gelince sınıfta kalmıştı bu defa. Yardım kuruluşları da pek farklı değillerdi. Belki de güçleri yetmemişti. Yalnızca caminin iç tarafına gıda dağıtımı yapılmış olduğunu öğrendim. Fakat durum caminin içinden ibaret değildi. Çok daha vahimdi. Sosyal ihtiyaçları, Türkiye’den çıkma meseleleri bir yana dursun, buradaki insanların çoğunun ekmek, su gibi temel şeylere ihtiyaçları vardı. Simit bitince ben, Muhammed ve arkadaşlarına ‘’Eyvallah’’ deyip cami çevresinde dolaşmaya başladım. Dolaşırken bir yandan etrafı gözlemliyor bir yandan da ne yapmalıyım, ne yapabilirim sorularını düşünüyordum. Düşünürken bir otobüs şirketinin bürosunun altına inen merdivenlerde anormal gözüken bir insan giriş-çıkışı fark ettim. Yirmili yaşlarda genç mülteciler bir girip çıkıyorlar, sürekli bir şeyler taşıyorlardı. Taşıdıkları arasında battaniyeler, dolu poşetler ve küçük koliler vardı. Ne olduğunu anlamak için merdivenlere doğru yaklaştım. Sonra caminin ana girişinin orada, benim simit aldığım yerde de bir hareketlilik başladı. Simitçi var olan bütün simitlerini ikişer-üçer mültecilere dağıtıyordu (Allah Allah bana iki liralık simidi bir liraya vermeyen adam nasıl böyle bir işe girişti diye dü-
şündüm). Simitçinin yanına yaklaştım. Derken aynı zamanda sarı saçlı, zayıf, gözlüklü, küçük bir çocuğun da su dağıttığını fark ettim (Neyse ki telefonum elimdeydi ve fotoğraf çekmeyi unutmadım). Çocuk elindeki bütün suları dağıttıktan sonra arkadan bir ses ‘’Yûsuf’’ diye seslendi, çocuk da ‘’Geliyorum anne’’ diye cevap verdi. Yüzümü sesin geldiği yöne doğru çevirdiğimde, biri anne kucağındaki bebek olmak üzere dört kişi gördüm (Bir baba, bir anne, bir bebek, bir kız çocuğu ve onlara doğru gelen Yusuf ile de beş kişi). Simitleri ve suları onların dağıttırdığını anladım. İçimden ‘’Vay be yaşadığım zamanda bile ölmeyen bir iki insan var demek arkadaş’’ diye geçirdim. Telefonumu bu hayırsever ailenin fotoğrafını çekmek için çıkardım. Tam fotoğraflarını çektim ki ailenin annesi nazik bir sesle bana doğru seslendi: ‘’Bizi mi çekiyorsunuz?’’ Yanlarına gittim. ‘’Merhabalar, Allah razı olsun, herhalde bir şeyler yaptınız buradaki insanlar için, birkaç fotoğrafınızı çektim, dergicilik yapıyorum, izin verirseniz dergide yayınlarız’’ dedim. Bu dediğime pek de aldırış etmediler. Ailenin babası ‘’Ne oluyor burada?’’ diye sordu bana. Anlattım mültecilerin bütün
çilelerini. ‘’Daha ne kadar böyle sürer?’’ dedi. ‘’Bilmiyorum, aslında buralardaki hiç kimse bilmiyor. Her şey birkaç belirsizlik üzerine kurulu’’ dedim. ‘’Bir şeyler yapmak lazım’’ dediler, ‘’Burada bu insanlara hiçbir şey dağıtılmamış mı?’’ diye de sordular. ‘’Görünürde bir şey yok’’ dedim. Sonra biraz daha konuştuk. Ben dergi çalışmalarından, öğrencilikten, klasik tanışma merasimi şeklinde kendimden bahsettim. Onlar da kendilerinden söz ettiler. Ailenin babasının ismi Ali’ymiş. Ali Ağabey ile bir kaç dakika daha konuştuk ve akabinde birlikte bir şeyler yapmaya karar verdik. Onlar bana göre biraz daha şaşkınlardı otogardaki manzara karşısında. Zira kendileri televizyonda bu durumu gördükleri an evlerinden çıkıp gelmişler, maddi güçleri oranınca yiyecek-içecek bir şeyler almışlar ve mültecilere ellerinden geldiğince yardım etmeye çalışmışlardı. Hali ile diğer insanlardan da bu tarz bir şeyler bekliyorlardı. Hatta ailenin annesi gelirken, otogarda mültecilere yardım etmek isteyen insanlardan bir kuyruk meydana geleceğini düşünerek aceleyle gelmiş. Yine hali ile bir hayal kırıklığına uğramışlar. Eylül-Ekim’15 • 25
Karantina
Ali Ağabey ile birlikte hemen orada taslak bir bütçe planladık. İlk olarak su ve sandviç dağıtımı yaparız diye düşündük. Allah razı olsun, Ali Ağabey hemen hemen her şeyi üstlendi gücü yettiğince. Ben de organizasyonu elimden geldiğince yapacağımı söyledim. Birbirimize iletişim bilgilerimizi verdikten sonra ayrıldık ve ben eve doğru yola çıktım (Bu arada Cuma namazı için Cumhuriyet Camii açılmadı. Bu sebeple Cuma namazı civar esnafı ile birlikte otogarın belirli bir yerinde kılındı.) Eve giderken bir kaç telefon görüşmesi
26 • Eylül-Ekim’15
Karantina yaptım. Sandviçleri, suları nereden alabiliriz, saat kaçta dağıtalım vesaire. Daha sonra telefon rehberimi açıp herkese otogarda çektiğim fotoğrafları mesaj attım. Bundan sonra da İstanbul’da yaşayan bütün tanıdığım insanları tek tek aramaya başladım. ‘’Burada çok vahim bir durumun olduğunu, buradaki insanların yardıma ihtiyaçlarının olduğunu, bizim de onlara yardım etmeye ihtiyacımızın olduğunu’’ anlatmaya çalışıyordum. Bütün görüşmeler toplamda yarım saat sürdü. Sonuç olarak ise müstesna olan bir iki kişi haricinde -ki Allah onlardan razı olsun- telefon rehberimde ki kişilerin yarısını silmek zorunda kaldım. Aslında hiç kimseden bir yardım beklemiyordum. Yalnızca belki benim gibi bu durumdan bihaber olanlar vardır diyerek arıyordum herkesi. Aldığım cevaplarsa benim için dehşet verici oldu. Kusura bakma yardım edemem, yardım etmek istemiyorum, yardım etmem gibi cevaplar şöyle dursun, telefonda olması gerekenin o insanlara yardım etmememiz gerektiği olduğunu, o insanların oraya kendi rızaları ile geldiklerini ve başlarının çaresine kendilerinin bakmak zorunda olduklarını, hatta o insanlara bilinçli olarak yardım edilmediğini çünkü devletin bu durumdan haberdar olduğunu fakat Batıya bir ders vermek ve ses çıkarmak için insanların aç bırakıldığını, o insanlara birinin bakması gerekiyorsa bunun yalnızca devlet olduğunu söyleyen, bu kadar insaniyetten uzak ve cür’etkâr kişiler dahi oldu. ‘’Ne yapmalıydık’’ yani diye geçirdim içimden. ‘’Devletin bu durumdan haberi var, bu insanlar da buraya kendi rızalarıyla geldiler deyip köşemize mi çekilmeliydik, bizi ve kardeşlerimizi yaşatmayan bir otoriteye saygı mı duymalıydık? Hayır. Bunların hiçbirini yapamazdık. Bizler insanı yaşat ki devlet yaşasın diyen bir medeniyetin torunları, yönettiği beldede sadece bir aç insan dahi görünce o insan kendi maişetini sağlayabilecek kadar bir iş buluna dek yalnızca ekmek ve su ile beslenen kadıların çocukları idik. Kayıtsız kalamazdık.’’
İkinci gün öğleden sonra ben, Ali Ağabey ve de yakın bir dostum bir araya geldik. Sandviç, su, ayran vesaire birkaç şey alıp otogara gittik. Yanımızda Ali Ağabey’in çocukları Yusuf ve Zeynep de geldiler. Bence yapacağımız her hayır işinde yanımızda en az bir kız ve erkek çocuk bulundurmalıyız. Kendi kardeşimiz veya çocuğumuz olmasa da bir yakınımızın çocuklarını yanımızda götürmeliyiz. Yaptığımız işten çocukların da bir pay sahibi olmasını sağlamalı, böylelikle onlara bu sorumlulukları aşılamalıyız. Otogara gittiğimizde saat üç-dördü bulmuştu. Herkese yetecek kadar malzememiz olmadığı için prensip olarak yalnızca kadın ve çocuklara dağıtım yapma kararı aldık. Bu kararı almamıza neden olan bir başka sebep de herkese yönelik olarak yapılan dağıtımlarda meydana geldiğini fark ettiğimiz bir husustu. Bizler otogardayken gördüğümüz dağıtımlarda umumiyetle erkekler dağıtımın yapıldığı merkezin önüne doğru yığılıyor, erkekleri aşamayan kadın ve çocuklar da hiçbir şeyden yararlanamıyor yalnızca aileleri yanlarında ise baba yada erkek kardeşlerden birinin getirdiklerine ulaşabiliyorlardı. Elimizdeki malzemeleri dağıtmamız beş dakikayı almadı. Sürenin azlığından anlaşılacağı üzere etkimiz de süre kadar kısıtlı oldu. Yaptığımız dağıtım büyük bir yangına bir damla su taşımak gibi ancak bir karınca işiydi. İşin daha kötüsüyse elimizdeki malzemeler bittiğinde yanımıza gelip bize de var mı diyen çocuklara kalmadı demek zorunda kalmaktı. Bir sonraki gün bize katılan bir hayırsever Ağabey ile birlikte etki gücümüz biraz daha arttı fakat yine de yeterli olmadı. Önceki günden farklı olarak ise bugün, bir şeyler dağıtmak için caminin dışındaki insanların yanına gittiğimizde kabul etmediler. Caminin içeri tarafındaki insanların daha fazla ihtiyaçlarının olduğunu söyleyerek bizi oraya yönlendirdiler. Belirttiğim gibi caminin içeri tarafına girmek yasaktı ve her yer polislerle çevriliydi. Bundan dolayı
gidip polislerden yardım istedik. Girmemize izin vermediler. ‘’Biz girmeyelim siz dağıtın’’ dedik. Yine ‘’Olmaz’’ dediler. Benim sebebini anlayamam ile birlikte otogar çevresindeki polisler sürekli sıkıntı çıkarmak uğraşındaydılar. Daha sonraysa Muhammed, benim iki gün önce fark ettiğim otobüs şirketinin bürosunun altına inen merdivenleri gösterdi. Meğerse bu merdivenlerin altından devam eden yoldan caminin avlusuna çıkılıyormuş. Ben, Muhammed ve birkaç mülteci daha birlikte, o gün otogarda bize katılan hayırseverlerin verdikleri malzemeleri de yanımıza alarak caminin avlusuna girdik (Aslında bu yolun cami avlusuna çıkışında da bir polis duruyordu fakat insaflı bir kimseydi ki getirilen yardımları görmemezlikten geldi). Yine elimizden geldiğince insanlara yardım etmeye çalıştık ve lakin yine gücümüz yeterli olmadı. Yarın tekrar buluşmak üzere vedalaştık ve evlerimize doğru yol aldık. Öbür gün uyandığımda Ali Ağabey telefonla bana bir haberi müjdeliyordu. Aslında ilk gün olması gereken bir hafta sonra gerçekleşiyor, otogardaki bütün mülteciler tekrar kamplara götürülüyorlardı. O bir haftadan bize kalan ise, açlık, kardeşlik ve belki yeni birkaç dostluk oldu. Eylül-Ekim’15 • 27
Karantina
e v t e s His ! l A v e r Gö
Z ŞARMA A Y Z i evlatÖ d G n N e k A D u A n AĞLAM çmak, o ıp bulmak ve a P L k A a c K u i y iyoruz k mez. Yetime k alışanları ara l i b r e l t ç . Biz mak ye lar için a bir görevdir a n l o ğ , a k a k lm nc Anca rasına a a ve müslüma a n ı z ı larım insanc k a m l o destek
Karantina
Abdulvahap YAMAN
"YOLA ÇIKANLARIN GÜLDÜRDÜĞÜ YÜZLER LEHLERİNE ŞAHİTLİK EDECEKLERDİR. YOLA ÇIKANLARIN ÇABALARI CENNETİN YOLUNA DÖŞENMİŞ KÖŞE TAŞLARIDIR." -Başını okşadığınız bir yetim çocuğun kedi gibi size sokularak gösterdiği davranışıyla ağladığınız oldu mu? -Bir yetimin yüzüne bakarken ne kadar acı hissettiniz? -Bir yetimi kirli yüzünden öperken iğrenmeden sevgi ile öpebildiniz mi? -Bir yetimi rengi solmuş, kirden ve yıpranmışlıktan ne olduğu belli olmayan elbisesi ile kucaklamanın zevkini hiç tattınız mı? -Kucağınıza aldığınız ve burnundan sümükleri akan yetimin sizi öpmesine hiç izin verdiniz mi? -Altını kirletmiş, ancak kendini kucağına alacak, bir baba, bir anne, bir abi, bir abla arayan bakışları yüreğinizde hiç hissettiniz mi? -O yetimi iğrenmeden elbisem kirlenir demeden kucağınıza aldınız mı? -Bu bakışların yüreğinizin tam orta yerine bir ok gibi saplanışını ve tedavi edilme şansı olmayan açtığı yaranın acısını hiç duydunuz mu? -Anlamadıkları dilde konuşan amcaların ve teyzelerin yüzlerine bakarken ki masumluklarını hiç gözlemlediniz mi? 28 • Eylül-Ekim’15
-Annesi babası olan yaşıtları evlerine giderken, büyüklerin yanlarından ayrılmayan, onların aralarında dolaşan yetimin bacaklarınıza dolanmasını hiç yaşadınız mı? -Dolandığı hiç bırakmak istemediği sizin bacaklarınızın sıcaklığında ev sıcaklığı arayan yetimin gözlerindeki sevgi açlığını hiç yakaladınız mı? -Arkadaşları ile iletişim kuramayan ve 35 derece sıcak altında yapayalnız, umutsuz, çaresiz ve hiç bir dahli olmadan ve üstelik kendi başına gelenleri anlamadan oturan bir yetimin çaresizliği ile karşı karşıya kaldınız mı? -Amcaların kendisine verdiği taze bir cevizi, başka bir amcaya veren üç yaşındaki bir yetimin gülümsemesini ve sümüklü dudağıyla amcanın yanağından hiç bırakmamacasına öpüşünü hiç yaşadınız mı? -Ceviz ikramındaki ve yanak öpmedeki sevgi ve coşkuyla hiç karşılaştınız mı? -Tel örgüler arasında 35 derecede her sokağı birbirinin aynı olan kampların sokaklarında dolaşırken yavrum sıcakta dolanma gel evimize hasta olursun diyen bir anne sesi duymak isteyen bir yetimin şaşkın, şaşkın dolaşmasını arkasından hiç izlediniz mi?
-Anne sıcaklığı duymak ve hissetmek için tanımadığı kadınların aralarına dalıp, bunlardan birisi benim annem olabilir mi diye onların yüzlerine bakan bir yetimin acısını hiç hissettiniz mi? -Herkesin anne babası var, benimkiler nerede diye sorduğu soruya verecek cevabınız var mı? Bu soruları daha da çoğaltmak pekala mümkün. Ama fazla söze gerek yok. Bu sorular küresel emperyalist güçlerin İslam coğrafyasına yerleştirip, desteklediği ve kendi ülkelerini harap eden, kendi vatandaşlarını bilmedikleri yerlere ve coğrafyalara göç etmek zorunda bırakan zalim bir yöneticinin zulmünden kaçarak ülkemize sığınanları ve sorunlarını anlamak üzere yaptığım bir kamp ziyaretinde gördüklerim, yaşadıklarım ve ağlayarak yazabildiklerim.
Sizlerin de bir miktar ağlamınızı ve acıyı hissetmenizi istemek arzumdan yazılmıştır. Bizler biliyoruz ki KALP AĞLAMADAN GÖZ YAŞARMAZ Ancak ağlamak yetmez. Yetime kucak açmak, onu kendi evlatlarımızın arasına almak, onlar için çalışanları arayıp bulmak ve destek olmak insanca ve müslümanca bir görevdir. Bu görevi inananlar her zaman ve her daim çok güzel yerine getirdiler ve günümüzde de getiriyorlar. Yaşamak için hissetmek, hissetmek için de çabalamak ve yola çıkmak gerekir. Kalbinin yumuşaması ve ihtiyacının giderilmesini sever misin? Yetime merhamet et, onun başını okşa, ona yediğinden yedir. kalbin yumuşar ve ihiyacın görülür. Hz. Muhammed (sav)
Eylül-Ekim’15 • 29
Karantina
Karantina
Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstütüsü Öğretim Üyesi
Ömer Behram Özdemir* ile Suriye’de Son Durum ve Göç Dalgaları Üzerine Konuştuk. Röportaj: Furkan GENÇOĞLU
Genç Öncüler: Kendinizden biraz bahsedermisiniz? Uluslararası ilişkiler alanında çok daha steril çalışma alanları varken neden Suriye hakkında çalışmak istediniz? Ömer Behram Özdemir: Yüksek Lisanstan sonra doktoraya başlarken zaten Ortadoğu çalışacağımız belliydi. Çünkü ben doktoraya başlarken Sakarya Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi kurulma aşamasındaydı. Bizde kurumda çalışan asistanlar olarak oraya intisap ettik. Yüksek Lisansta Avrupa’da silahlı hareketler meselesini çalışmıştım. Doktoraya başladığım zamanlar belli bir konuya odaklanmam lazımdı ve Suriye’de iç savaşın ilk olarak patlak verdiği zamanla kesişti. İlk olarak Suriye iç savaşını takip etme ile başlamıştı benim için süreç. Daha sonra dününe ve bugününe dair detaylı araştırmalar yapmaya başladım. 30 • Eylül-Ekim’15
Genç Öncüler: Türkiye ve Küresel Batılı Güçlerin 6 ayda devrilir dediği Esad diktatörlüğünü halen yaşatan sebep nedir sizce? Ömer Behram Özdemir: Tüm tarafların karşılarındaki düşmana dair yanlış hesaplamaları vardı. Esad 6 ayda devrilir diyenlerin aksine İran ve Rusya’da Suriye’de çıkan bu ayaklanmaların dış destekli basit asayiş sorunları olduğunu söylüyorlardı. Bugün geldiğimiz noktada Beşşar Esad’ın Suriye topraklarının %35-40’lık bir bölümüne hakim olabildiğini görüyoruz. Türkiye ile çok az bir sınırı kaldı. Ürdün ve Irak’la neredeyse hiçbir sınır etkinliği yok. Biraz olsun Lübnan ile sınırı var. Yani Esad hanedanlığının dış bağlantısı bir anlamda çöktü. Ordusu firarlar ve asker kayıplarıyla yarı yarıya küçüldü. Esadın gitmesi gerektiğini düşünen aktörler Rusya ve İran’ın ne derece
rejimin arkasında duracağını hesap edemediler. Türkiye’nin bilhassa ABD olmak üzere az yada çok yardım beklediği aktörlerden beklenen desteği göremedi. Esad güçleri kimyasal silahlarla saldırılar yapmadan takriben 9-12 ay önce Suriye ordusu ciddi bir biçimde zayıflamıştı. Bu dönemde eğer uçuşa yasak bölge kararı alınabilseydi Esad güçleri daha fazla dayanacak durumda olamayacaktı. Batıdaki aktörlerin Esadı düşerecek hamleler yapmadıklarını meseleyi sürüncemede bırakacak hamleler yaptıklarını görüyoruz. Ama ben karşılıklı olarak tüm tarafların birbirlerinin hamlelerini iyi hesap edemediklerini düşünüyorum. Bu durumda ülkede insani ve askeri kayıpların boyutunu fazlalaştırdı. Ve bugüne geldiğimizde 300 yüz bin insan hayatını kaybetmiş durumda. Genç Öncüler: Esadın devrilmemesinin Batı’ya negatif bir etkisi var mı? Ömer Behram Özdemir: Meseleye Amerika üzerinden bakarsak demokratlar-cumhuriyetçiler mücadelesinde aslında Esad’ın devrilmemesi İran’ın devrilmemesi anlamına geliyor. İran ve ABD bir anlaşma gerçekleştirdiler fakat ABD içerisinde ciddi bir tartışma konusu. Bu durum cumhuriyetçilerin çok fazla hoşlandığı bir durum değil. Eğer ABD içerisinde bir iki senede eğer cumhuriyetçi bir lider iş başına gelirse ABD’nin Suriye politikasında ne gibi değişimler olur bu merak konusu. IŞİD’in yükselmesi ve IŞİD içerisindeki batılı savaşçıların fazla olması batıyı ürküttü. IŞİD’in batı başkentlerinde eylem yapma noktasında tehditler savurması Batı’da IŞİD’in Esad’dan daha fazla tehlikeli olduğu algısını yarattı. Batı biz ancak Esad’la işbirliği yaparak IŞİD ile mücadele edebiliriz düşüncesine kapıldı. Esad’ın iktidarda kalmak için ortaya attığı tezlere benzer tezler savunmaya başladılar. Fakat her türlü insani, vicdani, ahlaki ilkeleri bir kenara bıraksak, Esad’ın yaptığı katliamları görmezden gelsek dahi şunu net olarak görebiliyoruz. Esad güçleri IŞİD ile mücadele edebilecek yeterlilikte değiller. IŞİD’e karşı ciddi bir başarı elde edebilmiş değiller. İsimleri düzen ordusu fakat ül-
kenin bir çok noktasında İran’ın, Hizbullah’ın ve onlarla beraber savaşan Şii milislerin güdümündeler. Sayıca çok fazla gibi görünen ama düzen olarak bir milis grubunu andıran ama ismen düzenli bir ordu gibi lanse edilen bir yapıdalar. Yani Esad güçlerinin IŞİD’e karşı mücadelesinin pratikte bir karşılığı yok. Eğer Batılı aktörler Esad güçlerine IŞİD’e karşı desteklerse Esad’ın ordusunun ne kadar vahim durumda olduğunu kendileri yaşayarak göreceklerdir. Ama kısa vadede kendi içlerindeki politik tartışmaların dışında Esad’ın düşmemesinin Batı için çok büyük bir negatif etki oluşturduğunu düşünmüyorum. Genç Öncüler: Suriye’de şu an IŞİD ile Baas rejimini karşılaştırırsak hangi yapı daha fazla ölüm daha fazla vahşet üretiyor? Ömer Behram Özdemir: Aslında savaşın başından beri kayıt altına alınabilen ölümler içerisinde uluslararası kuruluşların raporlarına baktığımızda ölümlü saldırıların %90 ve daha fazlasının Esad güçleri tarafından yapıldığını gözlemliyoruz. Bu çok anormal bir oran. Esad güçleri vahşi ama şunlarda şöyle şöyle denilebilecek bir kıyas durumu yok ortada. Şu örneği verebiliriz mesela; Bosna savaşında da Boşnaklar içerisinden savaş suçları işleyenler oldu. Bunların bir kısmı yargılandı bir kısmı yargılanmadı. Bu Boşnakların savaş suçu işlediğini gösterir. Ama Sırplarda savaş suçu işledi Boşnaklarda savaş suçu işledi gibi bir kıyasın yapılacağını göstermez. YPG-Muhalifler-IŞİD bu kadar çok silah ve otorite boşluğunun olduğu bir ortamda herkes az çok savaş suçu işliyor fakat işin vahşet ve ölüm boyutunda Esad rakipsiz. IŞİD Suriye denkleminde birkaç yıllık bir örgüt. Bu yüzden IŞİD’in öldürdüğü sivil sayısına baktığımızda %2-3’lük bir orandan bahsediliyor. Bunların çok büyük kısmı intihar saldırıları sonucunda yaşanan ölümler. IŞİD’in güçlü bir hava kuvvetlerine sahip olmadığı müddetçe Esad’ı yakalama ihtimali yok. Askeri kayıplar anlamında muhalifler IŞİD katliamlarından epey etkilendi. Geçen senenin başlarında muhaliflerin IŞİD ile çok fazla sınırı vardı. Muhalifler ile IŞİD arasında bir iç savaş çıktı. Eylül-Ekim’15 • 31
Karantina IŞİD 6 ayda muhaliflerden 3000-4000 arasında savaşçıyı katletti. Savaşçı ölümü açısından bakarsak Esad bu kadar savaşçıyı 9-12 ayda anca öldürebilirdi. Bu açıdan muhalif kanadın askeri kayıpları noktasında IŞİD daha tehlikeli bir unsur. Fakat tablonun bütününe bakıldığında Esad güçlerinin başta varil bombaları, hava saldırıları, topçu ateşleri ve sistematik işkence infazlar olmak üzere ölüm ve vahşet üretmede açık ara farkla bir numara olduğunu görüyoruz. Genç Öncüler: Suruç saldırısından sonra Türkiye IŞİD’e içeride ve dışarıda bir çok operasyon başlattı. Fakat operasyonlar kısa süreli oldu aynı anda PKK’ya yönelik operasyonlar halen sürüyor. Yakın dönem TürkiyeIŞİD ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ömer Behram Özdemir: Türkiye zaman zaman IŞİD’e yönelik içeride ve dışarıda operasyonlar yapıyordu. Gerek dışarıdan gelen baskılar gerek IŞİD’in içeride tehdit olabileceği durumundan dolayı geçte olsa bu operasyonlar başlatıldı. Operasyonların geç başlamasının sebebi IŞİD’in geçmişte Türkiye ile daha fazla sınır etkileşiminin olması ve Türkiye’nin sınır bölgelerinden daha fazla saldırı alma riskinin bulunmasıydı. Yıllardır PKK ve Türk Silahlı Kuvvetleri çatışıyorlar. PKK ile çatışma tecrübesi var ordunun ve aynı zamanda bu güçlü bir gelenek oluşturmuş. Bir yandan da IŞİD’e karşı operasyonlara katılmak istiyor. Çünkü IŞİD’in elindeki bölgelerin IŞİD güçlerinden arındırılmasını ve bu bölgelerde muhaliflerin güçlenmesini istiyor Türkiye. Türkiye Halep merkezli mevzileniyor şu anda. Telabyad düştükten sonra ki Telabyad Arap nufusun yoğun olarak yaşandığı bir yerdi. Türkiye fıratın batı tarafını kırmızı çizgi olarak belirledi. Amerika muhaliflere vermediği hava desteğini sürekli YPG’ye veriyor ve YPG sürekli alan genişletiyordu. Bu Türkiye’yi endişelendirdi epey. IŞİD eğer Azez, Carablus hattına çekilir ve buralara da YPG gelmesi Türkiye’yi ciddi anlamda tedirgin ediyor. Hatta IŞİD’e karşı operasyonlar yapılırken, YPG güçlerinin bazı sızma girişimlerine karşı Türkiye tankçı birlikleriyle top ate32 • Eylül-Ekim’15
Karantina şi yaptı YPG güçlerine karşı. Bu noktada belki ABD’yi dahi karşısına almaktan çekinmeyecek Türkiye. Peki Türkiye hiç mi IŞİD’e saldırmıyor diyecek olursanız şunu diyebiliriz. Kilis’in karşısında yaşanan çatışmalar IŞİD ile muhalifler arasında yaşanıyor. Ve Türkiye’nin bu bölgede IŞİD’e karşı savaşan muhalif gruplara açıktan lojistik ve zaman zaman silah desteği verdiğini biliyoruz. Türkiye kendi askerleriyle çatışmıyor ama Türkiye ile yakın ilişkide olan gruplar zaten IŞİD’e karşı önemli mücadeleler veriyorlar. IŞİD’in Türkiye’ye bakışı için şunu söyleyebiliriz. Örneğin IŞİD en önemli propaganda araçlarından biri olaran DABIQ dergisinde sürekli Erdoğan’ı tağut lider ilan eden söylemlerde bulunuyor ve açıktan Erdoğan-Türkiye düşmanlığı sergiliyor. Buna karşılık IŞİD lideri Bağdadi konuşmalarında Suud ve Ürdün’ü açıktan hedef alacaklarını söylemesine rağmen Türkiye’ye rağmen böyle bir söylem geliştirmedi. Mısır’dan Dağıstan’a kadar aktif olan bir örgüt IŞİD fakat Türkiye’ye karşı çok dikkatli söylemler geliştiriyorlar. Türkiye ile IŞİD doğrudan birbirleriyle savaşacak duruma geldiğinde savaşı açan taraf olmak istemiyor IŞİD. Bunun en önemli sebebi Türkiye’nin askeri gücü IŞİD için büyük bir tehdit. IŞİD gerilla savaşında Türk ordusuna belki büyük bir zarar verebilir. Fakat Türk ordusu da hava güçleriyle tüm bu zararlara karşın IŞİD’i büyük kayba uğratabilir. Türkiye’de IŞİD’in diğer ülkelerde arayıpta bulduğu bir ortam yok. Yani büyük çaplı iç savaşa neden olabilecek dinamikler yok. Yani Sünniler ile Alevilerin bir dengesizliği ve Sünnilerin bir koruyucu arayışı yok. Ayrıca IŞİD her ne kadar batılı savaşçıları içinde barındırsada ideolog ve tepe kadroları göz önünde alındığında Arap dünyasından çıkmış bir örgüt. İngilizce ve Arapçanın Türkiye’de çok konuşulmamasını veya bilinmemesini de göz önünde bulundurursak IŞİD’in bir İngiltere bir Tunus’ta insanları etkileme gücünün Türkiye’de bulunmadığını görebiliriz. Şimdiye kadar gördüğüm kadarıyla IŞİD’in her ne kadar sürekli Erdoğan’ı tekfir eden söylemleri olsa da Türkiye ile ciddi bir savaşa girme durumu yok. Bunu en bariz Suruç saldırısında da gördük. Suruç saldırısı-
nı IŞİD hücrelerinin yaptığı söylense de (belki yapmışta olabilirler) fakat IŞİD bu saldırıyı üstlenmedi. Yarım ağızla bile üstlenmedi. Buradan iki sonuç çıkarabiliriz. Ya IŞİD Türkiye’yi üstlenmediği isimsiz saldırılarla tehdit etmek istiyor. Ya da hakikaten bu saldırıyı IŞİD yapmadı. Tunus ve Kuveytte yaptığı saldırıları aynı gün enformasyon kaynaklarında üstlenen IŞİD üzerinden hemen hemen iki ay geçmiş olan Suruç saldırısını henüz üstlenmedi. Genç Öncüler: Bütün bu karmaşa ve kaosun ortasında Suriye’de insanları göçe sevkeden etmenler neler. Sadece rejimin hava saldırıları mı? Yoksa daha başka etmenlerde var mı? Ömer Behram Özdemir: İlk göç edenler genelde ya ekonomik durumu iyi olanlar ya da tam sınır bölgesinde oturanlardı. Ekonomik durumu iyi olanlar en çok kaybedecek şeyi olanlar oluyor ve daha kolay kaçabiliyorlar. Sınır bölgesinde olanlarda Suriye ile tarihi bağlarımızdan dolayı sınırın öte tarafındaki akrabalarının yanına geldiler. Bir yerden sonra geride kalanlar ya çok fakir oldukları için gidemeyenler ya da savaşın bir şekilde duracağına dair inançlarını kaybetmeyen insanlardı. Suriye’de geleceğin olmadığı hissiyatı güçlendikçe göç hareketleri ve dalgaları artıyor. Hava saldırıları ne kadar yoğunlaşırsa göç dalgaları o kadar artıyor. Bir kasaba veya ilçenin muhaliflerin eline geçmesiyle göç dalgaları artıyor. Çünkü bir
yerleşim biriminin muhaliflerin eline geçmesi demek oranın artık rejim tarafından saldırıya açık bir konuma gelmesi anlamına geliyor. Bunun haricinde ülkede otorite yok. Vergi adı altında her örgüt haraç alıyor. Örgütlerin içinde veya şebbihaların içinde insafsız olanlar bu vergilendirmeleri bir zulüm aracı haline getiriyorlar zamanla. İnsanlar bu zulümden de kaçıyorlar. Rejim bölgelerindeki zorunlu askerlik uygulamalarından kaçmak isteyenler bu göç hareketlerine katılıyorlar. YPG’nin Türkmen ve Araplara ve kendi siyasi çizgisine yakın olmayan Kürtlere yönelik baskı ve sindirme politikaları sonucunda da göç hareketleri artıyor. Hatta geçtiğimiz günlerde Kürt liderler Suriye’de yaşayan Kürtlerin topraklarını terk etmemelerine yönelik çağrılarda bulunmuşlardı. Çünkü insansızlaştırılmış topraklar üzerinde gelecekte hak iddia edemeyebilirsiniz. Yani örgütlerin ve devletlerin demografik planlamaları da maalesef insanları göçe zorluyor. Genç Öncüler: İnsanlar neden Türkiye üzerinden Avrupa’ya gitmeye çalışıyor. Türkiye’de kalmak Akdeniz’de boğulmaktan daha mı kötü? Ömer Behram Özdemir: Her gelen ilk etapta Avrupa’ya gitmedi. Her ülkenin üst doyum noktasının olduğunu düşünelim mülteci meselesinde. Türkiye artık üstdoyum noktasını doldurdu. İlk mülteciler geldiğinde yabancı düşmanlığından korunmak adına topEylül-Ekim’15 • 33
Karantina lum içinde çok fazla gözükmemeye çalıştılar. Türkiye’de şu an sadece 2 milyondan fazla Suriye’li mülteci olduğunu da biliyoruz. Ve her gelen mülteci mültecilerin Türkiye üzerindeki durumunu daha kötü hale getirebiliyor. Giden mültecilere de baktığımızda genelinin bir vasıf sahibi insanlar olduğunu görüyoruz. Bu vasıflı insanların Türkiye’de çok düşük ücretlerde çalıştırılmaları noktasında ciddi mağduriyetlere uğradıklarını biliyoruz. Çalışma izinlerinin olmaması bunun en büyük sebebi. Çalışma hadisesi tamamen Türkiye devletinin göz yumması ve işverenin insafına bırakılmış durumda. Türkiye’den giden mültecilerle yapılan röpörtajlara baktığımızda büyük kısmı Türkiye devletine teşekkür ediyor fakat genel itibariyle Türkiye’de hayatın çok zor olduğundan bahsediyorlar. Bunun yanı sıra Türkiye’de mülteciler hukuken mülteci değiller. Geçici koruma statüsündeler ve bu statü onların belli haklar kazanmasının önüne geçiyor. Ayrıca geçtiğimiz seçimlerde bazı partilerin Suriye’lilere yönelik onları evlerine göndereceğiz şeklinde propaganda yapmaları Suriye’lilerde ciddi anlamda bir güven problemi yarattı. Bizim kendimize yönelik eleştiri getireceğimiz en temel nokta Suriye’li Müslüman kardeşlerimizin batının hukukunu bizim hukukumuza, batının verdiği güvenceyi bizim veremediğimiz güvenceye tercih etmek istemeleridir. Çünkü kişi şunu biliyor. Almanya beni almak istemiyor olabilir fakat ben Almanya’ya adım attığım anda en kötü ihtimal ben Avrupa Birliği içerisinde bir ülkede bir yere yerleşeceğim. Bu güvence göçe sevkeden en büyük motivasyon kaynağı. Genç Öncüler: Yakın gelecekte Suriye’de ne öngörüyorsunuz. Savaş bitecek mi yoksa daha sürüncemeli bir hale mi gelecek? Ömer Behram Özdemir: Rusya’nın Suriye’ye danışman desteğinin fiili savaşçı desteği boyutuna evrildiğini gösteriyor yaşanan son gelişmeler. Bir kere Rusya ne kadar müdahil olursa iş daha da fazla karışacak. Rejim tarafından yapılan kimyasal silah saldırısından sonra batının bu konudaki duyarsızlığı ülkedeki muhalif İslamcı grupların daha fazla prestij 34 • Eylül-Ekim’15
Karantina kazanmasına sebep olmuştu. Suriye’li siviller Rusların bizzat savaşçıları tarafından öldürülmeye başlarlarsa bu en çok bence Nusret Cephesinin güçlenmesine yol açabilir. Bilhassa Kafkas savaşçılara en çok kucak açan grup Nusret Cephesi. Çeçen savaşçıların da Ruslarla hesaplarını Dağıstan dağlarında değil de Suriye ovalarında görmek isteyeceklerini düşünüyorum. Bu hareketlenme Rusya için büyük bir hata olur. Belki asker kaybı Rus ordusu için çok önemli değil fakat Rusya’nın önemli şehirlerinde terör saldırıları görürsek çok şaşırmamak lazım. Çünkü siz bir arı kovanına elinizi sokarsanız, elinizin zarar görmemesini beklemeniz fazla iyimserlik olur. Bunun dışında muhaliflerin İdlip kent merkezini alarak Hama’ya doğru ilerlemeleri Rusya’yı ciddi biçimde korkuttu. Halep ve Hama kırsalında rejimin durumu kendi lehine çevirmesi onbinlerce Rus askeri Suriye’ye girmezse pek mümkün gözükmüyor. Son tahlilde çatışmanın bitmesi için Uluslararası unsurlarının bir tarafta İran-Rusya-Suriye bir tarafta Türkiye- Katar- Fransa- Suudi Arabistan ortada da ABD’nin bir ortak noktada buluşması lazım. Yoksa bir yandan Rusya ve İran rejime inanılmaz destek verirken bir yandan Suriye’de muhalifler sürekli toplumsal taban kazanırken bu işin savaşla bitmesinin imkanı yok. Bütün savaşlar ateşkes ve müzakere ile son bulur. Kimsenin kimseyi sonuna kadar yok etme şansı yok. Dış aktörler ciddi inisiyatif almazlarsa bir süre daha savaşın süreceğini düşünüyorum. Suriye-İran hattınında Esad’lı çözüm isteğinin muhalifleri masaya oturtabileceğini sanmıyorum. Ömer Behram Özdemir 2009 yılında Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdi. “Avrupa’da Milliyetçi Ayrılıkçı Hareketler: IRA ve ETA Örnekleri” başlıklı tezini 2012 yılında vererek Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’ndeki Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. Halen Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde Doktora eğitimine devam etmektedir.
Küçük Avrupa’nın
Büyük Mültecileri Mustafa Fatih YAVUZ
Gümbürtüsüz gitti bu sefer dibine su verilmiş çiçekler
S
uriye direnişinin başladığı 2011’den bu yana sayısız kalp çarpıntıları yaşamış olan bölge insanı, yine savaşın yıkıcılığının bir sonucu olarak toprağından, emek verdiği ülkesinden maalesef göç etmeye, kimi çevrelerin ihtirasları, kimi çevrelerin ise kasıtlı temizlik politikaları sebebi ile zorlanmaktalar. Suriye merkezli çalışma yapan kişi ve gruplar mülteci krizine olabildiğince vurgu yapmalarına rağmen, 2015 yaz ayları, Suriye iç savaşının, Avrupa Birliği adına mülteci akınına dönüşmesi sebebi ile zirve yaptı. Şu anda kaydına ulaşılabilen 4 milyon civarında Suriyeli mülteci bulunuyor. Bunların yaklaşık 1.9 milyonu Türkiye’de bulunuyor. Neredeyse var olan Suriyeli mülteci sayısının yarısına ev sahipliği yapan Türkiye yeni mülteci akınlarına sadece bir köprü vazifesi görüyor. Yeni mülteci akınlarının ana adresi ise Avrupa. Avrupa Birliği Konsey Başkanının yaptığı açıklamaya göre birliğin alması gereken mülteci sayısı ‘’sadece’’ 100 bin. Son kriz öncesinde ise almayı hedeflediği mülteci sayısı ise sadece 40 bin ile sınırlı ide. Şimdi bu rakamlar üzerinde duracak olursak, ilk akla gelen Avrupa’nın, diğer kriz yaşamayan ülkelere örnek olarak gösterilen refah seviyesinin, mülteci krizinde ise, yine Avrupa’nın övülen sistematiğine takılmış olması.
Birleşmiş Milletler Göçmenlerin İnsan Hakları Özel Raportörü François Crepeau ise yaptığı yazılı açıklamada, “AB ülkelerine, insan hakları odaklı, tutarlı ve kapsayıcı göçmen politikası oluşturması gerektiği çağrısında bulunuyorum. Bu, AB’nin sınırdaki durumu yatıştırabilmesi ve etkin biçimde insan kaçakçıları ile mücadele edebilmesi için tek çare” ifadelerine başvurmuştu. Ayrıca Crepeau AB’nin göçmen politikalarının yetersizliğine vurgu yapacak ifadeler kullanmıştı. İfadelerinden bazıları ise şöyleydi; “AB ve üye ülkelerinin göçmen kriziyle mücadele yönteminin işe yaradığı numarası yapmayı bırakalım” “Tellerle sınırları örmek, göz yaşartıcı gaz kullanmak ve gözaltına alma ile barınma, gıda ve su gibi basit ihtiyaçları kısıtlama ve nefret söylemlerinde bulunmayla g ö ç menler
Eylül-Ekim’15 • 35
Karantina
Karantina vurgulamıştı. Daha evvelden de Almanya mültecileri Türkiye’de tutma adına ‘’yardım’’ çağrısında bulunmuştu. Bir parça yorum yapmış olsak da kalanı yoruma açık bırakmak adına, konuya iktisadi açıdan kuzey-güney ilişkisinde bakan çalışmalara göz atmakta yarar olacaktır.
Aylan Kürdi, Macar Gazeteci ve Macar Treni
Resim 1: Cansız bedeni Bodrum sahiline vuran Aylan Kürdi
ve sığınmacılara karşı diğer şiddet yöntemlerine başvurmak Avrupa’ya göçü durdurmayacak.” “Eğer Avrupalılar, hükümetlerinin tekrar sınırlardaki durumu kontrol altına almasını istiyorsa hükümetlere göçmenlerin Avrupa’ya ulaşması için koridorlar oluşturması çağrısına bulunmalı”
AB sistematik yaklaşımı eleştirilmeli mi? Aslında hepsi ayrı başlıklar altında incelenmesi gereken vakalar olmasına rağmen, Avrupa Birliğine üye ülkelerin politikacılarının böylesine insani bir vakaya, bu denli sistematik bir şekilde yaklaşıyor olmasının kafalarda soru işaretleri bırakması gerektiği kanaatindeyim. Bu denli ‘’kısıtlı’’ olan rakamların eleştirildiği, eleştirileceği ve eleştirilmesi gerektiği aşikar. Ancak, krizin çözümüne katkı sunacak herhangi bir politika olmadan, insani krizi çözmek adına, olabildiğince mülteciye ev sahipliği yapmak da haklı eleştiriye sebep olacak konulardan. BM Mülteci Örgütü Başkanı Antonio Guterres, mültecileri karşılamak adına Yunanistan’da amaca uygun merkezler yapılması gerektiğini
36 • Eylül-Ekim’15
Çiçeği burnunda bir basın mensubu olarak, gazetelerde kullanılan resimlerin ve doldurulan içeriğin konuyla ilgili bilgiyi oluşturmakta ne kadar etkili olduğuna gün be gün şahit oluyorum. 2015 yaz ayları, mülteci krizi adına pek çok dramatik görüntüye sahip olsa da, kendi açımdan, ilk 3’ü sanırım benim ve fotoğrafları görenlerin aklından kazınmayacak cinstendi. Büyük ağabeylerin sıktığı kurşunlardan kaçarken, o ağabeylerden daha büyük bir adam olarak hayatını kaybetti Aylan Kürdi. Sadece babası hayatta kaldı… Hayatta kalan babası ise ölüm anlarını şöyle anlatıyordu. “Çocuklarımı ve karımı tutmaya çalıştım ama başaramadım. Birer birer öldüler.’’ The Sun gibi mültecileri uzaklaştırma çağrısı yapan gazeteler, Aylan Kürdi’nin Bodrum kıyısına adeta insanlığın kısmi felcini simgeleyen fotoğrafına kayıtsız kalmamıştı. Aylan’ın kıyıya vurmuş görüntüsü Suriyeli muhacirlere soru işareti ile bakan herkesin gönlünü yaralamıştı. İşte sadece bu sebepten ötürü bile Aylan Kürdi ağabeylerinden daha büyüktü o gün. Böylesine dramatik sahnelerin yaşandığı zamanlarda dahi, kalbi kurumuş insanlar, maalesef insanlığa dair olan inancı sorgulatmaya yeter cinsten. Sadece canını kurtarıp, ailesine ve çocuklarını rahat bir şekilde yaşatmak isteyen Suriyeli Osama Abdul Mohsen kucağında oğlu ile birlikte polislerden kaçarken, aşırı sağ
Resim2: Macar gazetecinin saldırdığı Suriyeli göçmen baba ve oğlu Macaristan sınırında
çizgideki Jobbik Partisi’ne (Daha İyi Macaristan Hareketi) yakınlığıyla bilinen N1TV kanalı için çalışan Petra Laszlo’nun onur kırıcı hareketi ile oğlu ile birlikte yere düşmüştü. Daha sonradan kanal yaptığı açıklamada ahlaksız hareketinin karşılığında Laszlo’nun işten çıkarıldığını açıkladı. Baba Mohsen’e daha sonra İspanya futbol klüplerinden birinde iş imkanı sağlanmıştı. Olay görüntüler saldırıya uğrayan baba ve onunla hemhal olanlar için onur kırıcı olsa da, çirkinliğin simgesi ırkçılığı iyi bir şekilde anlatması açısından özellikle sosyal medyada geniş yer buldu. Diğer yıkıcı görüntü ise yine Macaristan’dandı. Ülkenin başbakanının ırkçı söylemleri ve mültecileri aslında Almanya’nın bir problemi olarak gören yaklaşımının bir devamı olan Başkent Budapeşte’de Keleti tren istasyonunun açılması ile mültecilerinin akını ise başka duygu sellerine sahne olacak cinstendi. Binlerce mülteci, umut ışığı olarak gördüğü yolculuğu tamamlamak için Keleti trenini hınca hınç doldurmuşlardı. Macar mülteci karşıtı Başbakan Viktor Orban’ın ifadelerinde mültecileri aslında Almanya’nın bir sorunu olarak görüp, var olan krizi Hristiyan kökenlere tehdit olarak gördü. “Hiç kimse Macaristan’da, Slovakya, Polonya ya da Estonya’da kalmak istemiyor. Hepsi Almanya’ya gitmek istiyor. Bizim işimiz onları kaydetmek. Avrupa düzeyinde açıkça belirlenmiş kurallarımız var. Alman Başbakanı dün hiç kimsenin kaydolmadan Almanya’ya gidemeyeceğini söyledi. Alman Başbakanı kayıtta ısrar
ediyorsa bunu yapacağız, yapmak zorundayız” ‘’Hristiyan kökler tehdit altında’’ Ayrıca, Macaristan Başbakanı Orban Alman Frankurter Allgemeine Zeitung gazetesi için yazdığı makalede de “ülkesinin Avrupa’nın Hristiyan köklerinin tehdit eden sığınmacılarla istila edildiğini” söylemişti. Macar Orban’ın ifadelerine paralel oluşturacak ifadeler ise Rum İçişleri Bakanı Sokratis Hasikos’tan gelmişti. Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin Hristiyan kimliğinin korunmasına yönelik olduğu çok net olan ifadeleri, AB’nin mülteci kotası çerçevesinde Hristiyan mültecileri misafir etmek istediklerine vurgu yapıyordu.
Bir Göçmen Limanı Olarak Suriye Mevcut krizde Suriye’de yaşayanların mağdur olup, hakları olan sığınmalardan yararlanmak istemesinin yanı sıra, Suriye bir zamanlar mültecilere kapısını açan bir limanmış. 1839: İbrahim Paşa’nın ordusundan ve zulmünden kaçanların sığınağı 1860: Kırgız mültecilerin sığınağı 1914: Ermeni mültecilerin sığınağı 1948: Filistinli mültecilerin sığınağı 1967: Yine Filistinli mültecilerin sığınağı 2003: Irak’lı mültecilerin sığınağı 2006: Lübnan’lı mültecilerin sığınağı. Koskoca dünyanın sığdıramadığı, altın tahtlarda oturan, petrol içinde yüzen ahmakların kurbanı olan Suriye’li mültecilerin ülkesi Suriye bir zamanlar sığınacak limanmış…
Eylül-Ekim’15 • 37
Söyleşi
Söyleşi
Kocaeli Mülteciler Komisyonu Sözcüsü
Dücane Demirtaş İle Mülakat Röportaj: Furkan GENÇOĞLU Kocaelide ilk sığınmacılarla ilişkiniz nasıl başladı? 2013 yılının son aylarında, doğulu ve batılı emperyalistlerin Suriyenin kaderini Suriye halkına bırakmayacakları ve savaşın umulandan daha uzun süreceği öngörülmüştü. Özellikle batıdaki iş olanakları ve güneydoğuyla kıyaslanmayacak hayat standartı sebebiyle batıdaki büyük şehirlere doğru bir sığınmacı akını başladı. İstanbul, sığınmacılar için umudun ütopyası gibiydi adeta. Konuştuğumuz bir çok Suriyelinin ilk hedefi ne olursa olsun İstanbuldu. Bilindiği üzere Kocaeli İstanbul yolundaki en önemli kavşak ve iş olanaklarının geniş olduğu Türkiye’nin en büyük sanayi kenti bu yüzden sığınmacı akınından en fazla etkilenen şehirlerden birisi olması kaçınılmazdı. Özellikle kış aylarında İzmitin neredeyse birçok parkında sığınmacıların barınmaya çalışması üzerine Kocaelili bir kaç genç arkadaşla sosyal medya üzerinden bir araya geldik. Uzun bir değerlendirme ve görüş alışverişinden sonra sığınmacı bir kaç aileyle konuşarak iletişime geçtik. Daha sonraki buluşmalarız kurumsallaşma ve sorunlara odaklanarak çalışma yolunu açtı. İlk başta Kocaelindeki sığınmacılarla ilgili karşınızda nasıl bir tablo vardı? Açıkcası ilk başta tablo pek de iç açıcı değildi. İzmit’in merkezleri Yenicuma, Fevziye, Sabri Yalım, Perşembe pazarı ve yürüyüş yolu bir kaç hafta içinde çoluk çocuk sığınmacıyla doldu. Barınma, giyinme ve yiyecek ihtiyaçları karşılanamıyordu çünkü böylesi ani bir yığıl-
38 • Eylül-Ekim’15
ma beklenmemişti. Bir kaç hafta içinde benzer tablolar Gebze, Körfez, Gölcük ve Kartepe gibi Kocaelinin diğer ilçelerinde de görülmeye başlanmıştı. Tablonun kötü yanı, karşımızda sadece giyinme, barınma ya da yiyecek ihtiyacı olan bir topluluk değil aynı zamanda iletişim kurulup kente uyum sağlanması gereken insanların olmasıydı ve herkes -STK’lar, vakıflar, belediyeler ve resmi kurumlar- bu duruma hazırlıksız yakalanmıştı. Sığınmacılarla ilgili bir komisyon hazırlamışsınız, komisyonun çalışmaları hakkında bilgi verebilir misiniz? Öncelikli olarak yapmak istediğimiz sahaya inmekten çok şehrimizde ortak bir akıl oluşturmak, başkalarını yönlendirmek ve diğer vakıfların birbirleriyle iletişim kurmalarını sağlayıp onları sığınmacılar konusunda daha işlevli kılmaktı fakat kaçınılmaz olarak sahaya indik ya da itildik. Bunu kötü bir şey olarak söylemiyorum fakat bu durum bizim işe başlama maksadımızı gerçekleştirmeyi çoğu zaman engelledi ve enerjimizi bireysel işlerde boğdu. Bunu doğal buluyorum çünkü uzun soluklu düşünülen entegrasyon ve uyum projelerinden daha reel. İnsanlar iş bulmak, aç ve açıkta kalmamak ister ve öncelik her zaman “hayatımı nasıl devam ettirebilirim?” sorusudur.Kocaeli’nde sığınmacılarla ilgili işleri başkasının üstüne yıkmak isteyen birçok STK vardı. Çünkü bu durum sıradan bir yardım kolisi dağıtma işinden daha fazlası. Biz amatörce de olsa arkadaşlarla şehrimizdeki sığınmacıların entegrasyonunu
hızlandırmayı amaçladık ki şurası kesindi bu insanların çoğu savaş bitse de geri dönmeyecekti ve sorun bu duruma kulak tıkayarak çözülemezdi. Nihayetinde Kocaeli IHH altında kurumsallaşmaya karar verdik fakat IHH da dahil sadece bir vakıf ya da STK’nın değil Kocaelideki İslami oluşumların tamamının desteğini almayı çabaladık. Zaten her arkadaşımız farklı dernek ya da STK lar ile bağlantılıydı bunu pekiştirmek için kısa zamanda bir çok STK ve resmi kuruluşları ziyaret ettik bilgilerimizi paylaştık ve desteklerini talep ettik. Bu, bürokrasi de işlerimizin boğulmaması için önemliydi. Çalışmalarımızın ilk aşaması Kocaelindeki sığınmacılarla ilgili doğru bir bilgi kanalı oluşturmaktı çünkü emniyet ve valilik de dahil herkesin elinde güvenilir olmayan karma karışık listeler vardı. Kim kime ne yardımı yapıyor, gerçekten muhtaç sahibi mi değil mi? bilinmiyordu. İki ay içerisinde yaklaşık 120 ailenin listesini çıkardık
ki bu en az 600 kişi demekti. Bu listeyi yardım kuruluşlarına ulaştırdık bu sayede kış boyunca kömür ve gıda ihtiyaçları karşılandı. Birçok ailenin giyinme ihtiyacı karşılandı ve bazı çocukların kırtasiyeleri temin edildi. Bazı günler moral ziyaretlerinde bulunduk ve bunların dışında veri alamayacağımız kadar yetersiz ya da hayata geçirilemeyen kardeş aile, reklam ve hastanelerde tercümanlık gibi projelerimiz oldu. Sizin yardımlarınıza bakışları nasıl oldu? Malum Hafız Esad’tan sonra oğlu da Suriye’de Baas korku imparatorluğunun sürmesine izin verdi. Her mahallede beş kişiden birinin muhbir olduğu iki kişinin yan yana gelip rahatça konuşamadığı, faili meçhul ve işkencenin normalleşitiği bir ülkeden bahsediyoruz. Bu korkunç bir durum. Firavun’un İsrail oğullarına yaptığından bin kat daha fazlası. Eylül-Ekim’15 • 39
Söyleşi Böylesi bir durum altındaki toplumu sağlıklı olarak addedemezsiniz çünkü korku ve güvensizlik hissi birkaç kuşaktır genetikleşmiş. Doğal olarak sığınmacılar herkese karşı güvensizlik içinde. Çoğu zaman geçmişleri ve Suriye hakkında konuşmaktan korkuyorlar, sizinle tedirgin bir şekilde iletişim kuruyorlar ya da hiç kurmuyorlar, sanki Muhebaratın gölgesi her daim üzerlerindeymiş gibi yaşıyorlar. Tabi bu gözlem genç nesil için geçerli değil. Genç nesil ülkeleri ve gelecekleri hakkında korkusuzca konuşup yorum yapabiliyor. Sanırım bunun sebebi de onların sistemin korku makinesine ya geç girmelerinden ya da hiç girmemelerinden kaynaklanıyor. Bu durumu yansıtan büyüklerin küçük küçüklerin büyük gibi davrandığı birçok tabloya şahit olduk. Bunun yanında bir şey daha eklemek isterim, ilk görüşmelerimizdeki korku ve güvensizlik hissinin yanında kimi zaman beklenmedik heyecanlarla da karşılaştık. Bu heyecan yüzyıl aradan sonra kayıp kardeşlerini bulma heyecanı gibiydi ve bizim ütopya dediğimiz ümmet profilinin ta kendisiydi.
40 • Eylül-Ekim’15
Söyleşi Sığınmacıların İzmit halkıyla ilişkileri nasıl, gerginlikler yaşanıyor mu? Şu ana kadar büyük bir gerginlikle yüzleşmedik fakat şehrimizde küçük doğancılık oyunu oynayan kartel uzantısı bir medya grubu Kocaelilerin sığınmacı arka planını olumsuz yönde değiştirmek ve halkı sığınmacılara karşı tahrik etmek için can atıyor. Manşetler çoğu zaman insanlık onuruna hakaret eder şekilde ve kontrolsüzce. Gazetecilik oyunu oynayan bu grup Çeçen sığınmacıların İlimtepe’de ikametlerinin dolmaları üzerine “Çeçenler İlimtepe’yi işgal etti” diye bir manşet atmıştı. Şimdiyse ufak bir adli vaka da bile Suriye ismini manşete taşımaya gayret ediyor hatta ve hatta herhangi bir suçta görgü tanığı bile olsa Suriyeli sıfatını çize çize yazıyor. Tabi insanlar partizan ve aşırı değiller, çoğu zaman toplum itidal çizgisindedir. Bu oyunları bozan birçok sıradan insanla tanıştık. Mesela ben bir gün sığınmacılara kimlik çıkartmak için yabancı şubeye gittiğimde mahallesindeki Suriyelileri toplamış yaşlı bir ülkücü amcayla tanıştım bana sığınmacıları sokakta bulduğunu ve hemen evinin altına yer-
leştirip yukarda ne pişirdiyse aşağı indirdiğini söylüyordu. Bir kaç dakika sonra içerde benzer hikâyeli başka bir amcayla da tanıştım. Herkesten öte gecesini gündüzüne katan Rabia teyzemizi söylemeden geçemem. Hamdolsun halkımız sahip çıkma erdemini unutmadı. Sığınmacılar arasında herhangi bir etnik, mezhebi gerginlik olduğuna şahit oldunuz mu? Mezhebi bir gerginliğe şahit olmadık fakat çoğu zaman Halep çingelerine karşı olumsuz bir hava var. Konuştuğumuz birçok sığınmacı Halep Çingenelerinin kendi itibarlarını zedelediğini ve insanların Suriyelilere karşı bakış açılarını değiştirdiğini düşünüyor. Çoğu “biz sizin gibiyiz onurumuzla çalışıp geçiniyoruz, dilenmiyoruz” diyorlar. Dilenciliği meslek haline getirmek herkes için olduğu gibi onlar içinde onur kırıcı ve Suriyeli denince “dilenci, sığıntı” yakıştırmasından hoşnut değiller. Kocaeli’nde çalışan STK’ların sığınmacılarla ilişkisi ne boyutta? Öncelikle bu muhteşem bir soru. Kocaeli şu an bir STK cenneti. İki Yahudi yan yana gelse şirket iki Kocaelili yan yana gelse dernek kurar. Özellikle İslami STK’ların durumu hiç iç açıcı değil. Mayoz bölünmeyle ayrılmanın hazzını alan herkes kendi derneğinin başkanı. Çoğu dernek faaliyet raporuna geçsin diye ıkına ıkına etkinlik yapıyor. Çoğunun beraber hareket etme konusunda kaprisleri var ve artık Kocaeli halkının kafasını dahi çevirip bakmadığı, halkın gündeminden uzak toplantı ve eylemlerde flama sallayıp boy gösterme derdindeler. Aslında bu konuda tecrübesiz birkaç gencin sığınmacılar için böyle bir kurum kurma çabası onların sahadaki yokluklarından kaynaklanıyor. Ne yazık ki İslami faaliyet denince akla monolog şeklinde konferans verme, üst dersten alt derse inme ve özel gün ve gecelerde(!) belirgin sloganlar atmak geliyor ki üzülerek ifade ediyorum bunlar bile çoğu zaman kişisel kapris
ve kırgınlıklardan dolayı adam akıllı yapılamıyor. Yerelde bazı STK’ların içindeki az sayıdaki birimler sığınmacılar için pansuman tedbirler alıyorlar. Bizimse derneklerden elde ettiğimiz imtiyazlarsa yardım listelerimizi ulaştırmak, toplantı ve buluşmalarımızda mekan kullanmak, kurumsallaşma ve görev dağılımda teknik ve teorik bilgiler almak oldu. Bunun yanında itibarlı vakıfların isimlerini de kullanma şansına sahip olduk. Ev ve iş bulma dışında sığınmacılara ne kolaylıklar sağlayabilir insanlar? Genel olarak bu insanlar şehrimize ilk ulaştıklarında mazlum olarak görüldüler. Devletin yapabileceğinin ve yapması gerekenin çoğunu halk kendi arzusuyla yerine getirdi. Fakat belirgin kültürel farklılıklar ve bu sürenin uzaması hasebiyle “mazlum” imajı “yük” imajına dönüşmeye başladı. Şunu herkes biliyor bu insanlar dönmeyecekler o halde sonsuza kadar da bu şehirde yabancı olarak yaşayamazlar. İnsanlarımızın sığınmacılara yapabileceği en büyük iyilik onların şehrimize uyum saplamalarını kolaylaştırmak ve onlara normal bir insan gibi muamele etmek. Bu; bu toprakların neredeyse tamamını oluşturan biz göçmenlerin yapmadığı bir şey değil. Kocaeli’de önümüzdeki dönem Suriyelilere yönelik gerçekleştirmeyi düşündüğünüz herhangi bir proje var mı? Panayır projesi adı altında bir çalışmamız var. Allah izin verirse bir dahaki baharda düşünüyoruz. Projenin temel hedefi sığınmacıların iş kabiliyetlerini göstermelerine yardımcı olarak kendileri için oluşan önyargılara karşı halkın nezdinde olumlu bir izlenim yaratmak. Bunun için çeşitli iş kabiliyetlerine sahip belirlenen sığınmacı kardeşlerimiz Kocaeli’nin en işlek yerlerinden biri olan Yürüyüş yolunda stant açacaklar, maharetlerini gösterecekler. Umarız ki normalleşme adına ufak da olsa bir adım olabilir.
Eylül-Ekim’15 • 41
Karantina
Karantina
KİMLİKSİZLİK VE AİDİYET Aybüke EKİCİ
K
imlik, kişinin kim olduğunu tanıtan yazılı bir belge olmanın dışında insanı toplumda bir varlık olarak niteleyen, belirli bir kimse olmasını sağlayan şarttır. Bu anlamda kimlik, her insanın doğuştan sahip olduğu haklarını tanımlar ve hatta bu haklara ulaşmasını sağlayan tek vasıtadır. Bugün kişiler vatandaşlık bağı ile tabi olduğu devletin kendisine verdiği kimlik ile eğitimden sağlığa, seyahatten evlenmeye kadar bütün sosyal, siyasi ve ekonomik haklarını kazanmakta, hak ihlali ile karşılaştığında ise diğer kişilere, devletine ya da diğer devletlere karşı yine bu kimliği ile kendini savunabilmektedir. Ancak ne yazık ki, çoğu savaş ve zulüm nedeniyle olmak üzere çeşitli sebeplerle ülkesini terk etmek ve yabancı bir ülkede yaşamını devam ettirmek zorunda kalan mülteciler, en temel haklarından olduğu gibi kimliklerinden de mahrum kalıyorlar. Mülteciler ülkelerinden, birkaç parça giyecek, aidiyetini hatırlatacak birkaç eşya dışında bazen kimlik ve pasaportlarını bile alamadan her şeyini bırakıp kaçmak zorunda kalıyor. Beşinci senesine giren Suriye’de de bugün itibariyle beş milyonun üzerindeki Suriyeli mülteci/sığınmacının en önemli sorunlarından birini de “kim-
42 • Eylül-Ekim’15
lik” sorunu oluşturuyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği(BMMYK) ve AFAD verilerine göre 2015 itibariyle Türkiye’de bulunan Suriyeli mültecilerin sayısı 2 milyona yaklaşmış durumda. Bu sayının sadece yüzde 10’u kamplarda, geri kalanı ise büyükşehirler başta olmak üzere Türkiye’nin çeşitli illerine dağılmış olarak yaşıyorlar. Türkiye’nin savaş nedeniyle kapılarını çatığı ilk günden itibaren sığınmacı/mülteciler hakkındaki en önemli sorun, onları kayıt altına alarak kimlik verilmesi idi. Kayıt altına almakla da hem istatistiklerin sağlıklı tutulması hem de sığınmacı/mültecilere hakların sağlanmasında daha etkin hareket edilmesi amaçlandı. BMMYK ve AFAD’ın ortak çalışmaları ile geçtiğimiz 4 sene içerisinde kayıt ve kimlik işlemlerinde önemli gelişme sağlansa da Suriyeli sığınmacı/mültecilerin büyük çoğunluğu hala kimliksiz olarak hayıtını devam ettiriyor. Savaştan önce de Suriye’de kimlik ve pasaporttan mahrum bırakılanların olması, “ne yaşar ne yaşamaz” dedirten cinsten bu insanların aslında hiçbir yere aidiyetlerinin sağlanmadığını, kimliksiz olarak yaşamaya mecbur bırakıldıkları gerçeğini de karşımıza çıkardı. Anne- babalarının dahi kimlik sahibi olmadığı yabancı bir ülkede sığınmacı/
mülteci olarak doğan bir bebeğin kimlik sahibi olmaması!? Bu bebekler hangi ülkenin vatandaşı olacak? Kan bağı esasını kabul eden Türkiye’de, doğumla vatandaşlık kazanamayan ama anne-babalarının ülkelerine de dönemeyen, oraya da kayıt olamayan kocaman bir nesil kendini hangi kimlik ve aidiyetle tanımlayacak? Kilis, Hatay ve Antep’te AFAD ve İHH İnsani Yardım Vakfı’nın kamplarında yaptığımız sayısız ziyarette bizzat tanıklık ettiğimiz, oyunlar oynayıp gözlerindeki umudu gördüğümüz bu çocuklar ve bu ülkede gözlerini hayata açan bebekler için kimlik sahibi olmaları ilk ve en önemli hareket noktası olmalıdır. Kocasını, babasını, kardeşini savaşta kaybetmiş, küçük çocukları, Türkiye’de hayata gözlerini açan bebekleri için annelere yapılabilecek ilk ve en büyük yardım, çocuklarına kimlik kazandırmak olacaktır. Çünkü kimlik, çocuğa bir yere ait olduğu hissini, orada yaşamanın ona mutluluk getireceğini ve geleceği umutla beklemesini sağlayacaktır. Kamplar her ne kadar bombalar altında yaşamaktan kaçanlar için bir sığınak ve güven yeri ise de, bu kamplarda doğan ve şu an beş yaşına gelen, hala savaşın bitmediği için de belki uzun yıllar bu kamplarda kalacak olan kocaman bir neslin, tel örgülerle çevrilmiş ve sınırlı imkanlara sahip bu alanda yetişmesine, bütün bir hayatını burada geçirmesine yetmeyecektir. Savaştan kurtulmuş ise, denizde boğulmaktan kurtulmuş ise, sığındığı yabancı ülkede “kimliğini yitirmedi ise”, “ait olduğu” topraklara geri dönerek ülkesini yeniden ayağa kaldırması, ailesinin yeniden bir araya gelmesi için öncelikle bu bebeklerin, Suriye’nin geleceğinin kimliğe kavuşturulması ve kayıt altına alınması gerekmektedir. Türkiye, sığınmacı/mültecilere kapılarını açarak bütün Avrupa ülkelerine ve hatta dünyaya örnek teşkil edecek bir insaniyet ve misafirperverlik örneği gösterdi. Bu başarısını, Suriye’nin gelecek nesli olacak ve şu an Türkiye’deki kamplarda kalan bebek ve çocukları önce kayıt altına alıp, gerekirse vatandaşlık da vererek eğitmesi ve yetiştirmesinde de göstermelidir. Bazen milyonlarca mazlumun sesi bir araya gelse insanlık bu sese kulak tıkar. Bazense minicik bir bedenin kıyıya vurmuş fotoğrafı ve bu fotoğrafın
sessizliği bütün dünyayı ayağa kaldırır. Aylan bebeği yaşatamayan dünyanın, onun gibi Suriyeli sığınmacı/mülteci bebek ve çocukların yaşaması, denizlerde yitip gitmemesi ya da kimliksiz olarak bir kampta unutulmaması için harekete geçmelidir. Kimlik sorunu, sosyal ve ekonomik haklardan mahrumiyetin yanı sıra başlı başına bir hukuk sorunu, yaşama şartıdır. Okula, doktora gidebilmek, ihtiyaçları için bir işe girebilmek için “kimlikten” başka şansları olmayan sığınmacı/mültecilere “dünya vatandaşı” olarak kimlik ve aidiyet kazandırılmalıdır. Türkiye’yi Suriyeli sığınmacılar konusunda yalnız bırakan Avrupalı devletlerin ve hem millet hem de din olarak bağı bulunduğu halde bugüne kadar Suriyeli sığınmacı/mültecileri barındırmayan Arap ülkelerinin bu sorunda Türkiye’nin yanında olması, gelecek neslin inşası için maddi ve manevi yardımların yanı sıra kimlik kazandırma sorununu bir an önce çözüme kavuşturması gerekmektedir. Son on yılda 10 binden fazla mültecinin Avrupa birliği ülkelerinde, son bir yılda binlerce mültecinin Akdeniz’de hayatını kaybettiğini haberlerde ve raporlarda tanıklık ederken sadece sayılarını bildiğimiz bu insanların bir ailelerinin olduğunu, hatta bir isimlerinin olduğunu bile bilmiyoruz. AB ülkeleri, ölümleri önlemekte aciz kalınca kayıpların yakınlarına saygı için kimliklerin belirlenmesi çalışmaları başlatıyor. Bizse Türkiye olarak onları hayatta tutmak için kimlik kazandırmaya çalışıyoruz. Sadece Türkiye’de ve kamplarda kalanlar için değil diğer ülkeler için de - Öncelikle yeni doğan her bebeğin kayıt altına alınması - Resmi olmayan evliliklerin belirlenerek bu evliliklerin ve bu evliliklerden doğan çokcukların kayıt altına alınması için ayrıca çalışma yapılması - Vatanasızlığın önlenmesi için doğum esası ve kan esası ilkelerinden önce her yeni doğan sığınmacı/mülteciye “vatandaşlık hakkı” tanınması - Seyahat, eğitim, sağlık hakları için anne- baba ve her çocuğun en azından bir tanıtma katrına sahip olmasının sağlanması - Ülkelerine geri dönecekleri güne kadar aile birliğinin ve neslin korunması için bu kayıtların tüm ülkelerle koordineli bir şekilde yürütülmesi için gerekli çalışmalar bir an önce yapılmaldır. Eylül-Ekim’15 • 43
Röportaj
Röportaj
Mardin Suriye Yardımlaşma Platformu Başkanı
Lütfü Günlüoğlu ile Mülakat Foto: Sümeyye AYDIN Röportaj: Büşra KÖSESOY, Mihrican CAN Genç Öncüler: Mardin sınırda olması hasebiyle savaş sonrası yoğun göç alan bir şehir, legal yada illegal yollarla yapılan girişler hakkında bilgi alabilir miyiz? Lütfü Günlüoğlu: Sizin de dediğiniz gibi legal illegal girişler oldu. Eskiye nispeten girişler azalmış vaziyette. Hatay, Nusaybin, Kilis, Şenyurt kapılarından ülkeye girişleri var. Şuan Mardin’de kamplarla birlikte 70.000 Suriyeli bulunuyor. Nusaybin kampında Ezidi’ler kalmakta, Midyat ve yeni açılan Derik kampı ile birlikte 3 kampımız var. Toplamda 10 12bin Suriyeli kardeşimiz bu kamplarda ikamet etmekte.
Genç Öncüler: Mardin kamp koşulları ve doluluk oranları ne durumda? Lütfü Günlüoğlu: Yeni yapılan kampta boş yerler var, kapasitesi 20 bin kişi. 3-4 bin Nusaybin, 3-4 bin Midyat, 3-4 bin kişi de Derik kampında kalıyor. Kamplar çadırlardan ibaret. Genelde her aileye 1 çadır verildi ama bir kaç ailenin ortak kullandığı çadırlar da var. Sağlık ocağı, okul, halk eğitim kursları, market vs. hizmetler bulunmakta. Daha önce sıcak yemek hizmeti vardı sonra bu uygulamadan vazgeçildi şuan 15 günlük periyotlarla kişi başı 40 lira market alışverişinde kullanılabilir bakiye veriliyor. Ayrıca zaman zaman izinli çıkış yapıp çalışma imkânları var.
Genç Öncüler: Önümüz kış kamplar buna hazır mı? Lütfü Günlüoğlu: Maalesef, çadırlarla yazın sıcak kışın soğuk bu sebeple insanlar, verdiğim rakamlardan da anlayacağınız üzere çok zor durumda olmadıkça tercih etmiyorlar. Bir kaç çadırdaki yanma hadisesinin ardından yanma korkusu da var o yüzden kalmak istemiyorlar. Genç Öncüler: Sınırı geçtikten sonra ilk kimlerle muhatap oluyorlar? Kamplara ya da şehirlere doğru herhangi bir yönlendirme var mı? Lütfü Günlüoğlu: Bazılarının akrabaları var ötekilerde park ve bahçelerde kalıyor. Park ve bahçelerde kalanları görünce kamplara yönlendiriyoruz. Çalışabilir durumda olanlar ev kiralayıp yerleşiyor. Akrabaları olduğu için de işleri daha kolay ancak yaşam koşulları tabi ki çok zor. Genç Öncüler: Halkın Suriyelilere bakışı nasıl? Lütfü Günlüoğlu: Hassas bir konu ama Türkiye’deki en iyi şehir diyebiliriz. Buraya çok rahat adapte oldular. Din, dil, kültür yakınlık en önemlisi de akrabalık bağlarının olması. Mardin hem Arapça hem Kürtçeye sahip bir şehir olduğu için dil problemleri yok. Olaya maddi açıdan bakanlar da mevcut, gelip bizi ekmeğimizden ettiler diyenler vs. Ama bereket başka bir şey. Mesela Mardin Mardin olalı geçen seneki kadar güzel süt ve yoğurt görmedi. Bu insanlar da tüketici alım gücü az ya da çok ama tüketici konumdalar ve bir şekilde şehrin ekonomisine katkı sağlıyorlar. Genç Öncüler: Dil büyük oranda sıkıntıları çözüyor anladığım kadarıyla peki daha farklı problemler var mı? Mesela büyük şehirlerde ev bulamama gibi problemlerle karşılaşıyorlar. Burada nasıl sıkıntıları var? Lütfü Günlüoğlu: Normal vatandaş değiller. Bunun getirdiği sıkıntılar her alana yansıyor. Resmiyette abonelik işlemlerini yapabilecekleri düzenlemeler bulunmuyor. Bu yüzden faturaları üzerlerine alamıyorlar ya da kontrat imzalamıyorlar. Borç bırakıp gitme gibi yaşanmış bir kaç hadiseden dolayı bazı insanlarda güven kaybı oluştu. Bunun yanı sıra iş yeri açamıyorlar, ev-
44 • Eylül-Ekim’15
lilikten boşanmaya her işleri sıkıntı. Koşulların iyileştirilmesi için uğraşılıyor ancak zor bir iş, normal vatandaşlarla aynı haklara sahip olmak isteyeceklerdir. Mesela resmiyette işlem yapmaları çok zor olduğu için bazı evliliklerde Suriyeli kızlar mağdur olabiliyor. Çocuk olduktan sonra ortada kalabiliyorlar. Bunun yanında iyi şartlarda evlenenler de var. Hatta 70 kadar ailenin resmi işlemlerini yaptırarak evlendiğini biliyoruz ancak geriye kalanlar belediye işlemlerini yaptığı halde Suriye’den belge getirmeleri mümkün olmadığı için resmi nikâh yapamıyor. Ayyuka çıkmış sorunlar yaşanmadı bu konuda ama bizde olduğu gibi onlarda da evliliklerle ilgili bu tarz sıkıntılar olabiliyor, gördüğümüz bir kaç vaka oldu bu şekilde. Genç Öncüler: Eğitim olanakları ne durumda? Lütfü Günlüoğlu: Devlet çok iyi imkânlar sağladı. Suriyelilerin 400 öğrencilik kendi okulları var. Aynı zamanda devlet okullarına kaynaştırma öğrencisi olarak kayıt yaptırabiliyorlar. Üniversite için Türkçe öğrenme koşulu var. Burslar yetmiyor bu yüzden okulu bırakanların sayısı artıyor. Genç Öncüler: Çalışma koşulları neler? Nasıl işlerde çalışıyorlar? Hangi meslek grupları var? Lütfü Günlüoğlu: Önemli bir bölümü vasıfsız; inşaat, sıva, boya gibi işlerde çalışıyorlar. Vasıflılar ise genellikle kendi işlerini yapamıyorlar. Tanıdığımız doktor bir arkadaş çaycılık yapıyor. Tabi bazı iş grupları dilde biliyorlarsa daha şanslılar örneğin bir inşaat mühendisi kendi işini yapabilir ya da öğretmense Suriyelilerin okulunda çalışabiliyor. Tabi bu okulda sadece 20 öğretmen çalışıyor. Genç Öncüler: Suriyelilerin şu an içinde bulundukları duruma karşı tutumları nasıl? Lütfü Günlüoğlu: İnsanlık hali, yalancı var huysuzu var, iyisi kötüsü var… Gelip bağıran çağıran da var; nezaket kuralları çerçevesinde yardımı alıp teşekkür eden de var. “BM’den yardım alıyorsunuz ama dağıtmıyorsunuz!” gibi farklı ithamlarla da karşılaşıyoruz. Alıştık artık, üç dört yıldır bu işin içindeyiz. Gönüllülük esas olmasa bu iş yapılmaz. Onları bu şekilde kabul etmek zorunEylül-Ekim’15 • 45
Röportaj dayız; kapatıp gidemeyiz. Memnun olan var olmayan var, kapıların açıldığına şükredenler var… Özellikle gençler arasında gerek devlet gerek platform tarafından sağlanan yardımların dışarıdan geldiğine inananlar var. Bunu kasıtlı olarak yaymaya çalışanlar var. Algı operasyonu birkaç yıldır sık duyulan bir kavram ve bunu çok güçlü işliyorlar. Söylenen her söz sosyal medyada rahatlıkla müşteri bulabiliyor. Genç Öncüler: Daha önce gelmiş olanlar artık bazı sıkıntılarını kendileri çözebiliyordur diye düşünüyorum yeni gelenlere yardımcı oluyorlar mı? Lütfü Günlüoğlu: Sadece kendi akrabalarıyla ilgilenebiliyorlar. Genç Öncüler: Kardeş aile projenizden biraz bahseder misiniz? Lütfü Günlüoğlu: Mardin’de toplam 30003500 aile olduğunu düşünüyoruz. Bizim ilgilenebildiğimiz aile sayısı 2150. Zaman zaman kaynak yetersizliğinden dolayı yardımı dondurduğumuz aileler oluyor. Kardeş aile sayımız maalesef istenen düzeyde değil. Şuan 15 aile var. Çok ilgilenenler var ancak bunun yanında devam ettiremeyen aileler de oluyor. Her ailenin bir aileyi sahiplenmesi birçok sorunu çözer. Ancak kültür ve etnik farklar bazı problemlere yol açabiliyor. Bu yüzden devam etmeyen ailelerimiz oldu. Genç Öncüler: Peki mezhepsel bir sıkıntı var mı? Lütfü Günlüoğlu: Hayır, pek yok. Ezidiler gelmişti. Onlar Nusaybin kampında kalıyorlar, ne yerler ne içerler pek bilmiyorduk. 300 e yakın kişiler. Sünnilere pek karışmıyorlar. Geldikleri bölge, Şengal, şimdi rahatladı ama geri dönmediler. Ara sıra ziyaretlerine gidiyoruz.
46 • Eylül-Ekim’15
Karantina Genç Öncüler: Şu günlerde Avrupa’ya doğru bir göç dalgası var. Mardin’deki Suriyelilerin bu konudaki eğilimi ne durumda? Gitmek isteyenlerin sebepleri neler? Lütfü Günlüoğlu: Avrupa’ya değil ama İstanbul’a gitmeye çalışanlar var. Ama artık şehirlerarası yolculuklar izine tabi. İzin de sadece hastalık ve akraba ziyareti sebebiyle veriliyor. Biliyorsunuz az ve münferit olmakla birlikte bazı olaylara karışanlar olduğu için böyle bir önlem alındı. En fazla göç İstanbul, Adana ve İzmir gibi büyük şehirlere yapılıyor. Avrupa’ya geçmek isteme sebeplerine gelince; Avrupa 30 bin mülteci alıyor, Türkiye’de 2 milyondan fazla Suriyeli var. Sayı arttıkça imkânlar azalıyor ve Avrupa’ya göç isteği artıyor. Avrupa’da akrabaları olanlar birbirleriyle haberleşip rahat etmek için yanlarına gitmek istiyorlar. Tabi Avrupa ne kadarını alacak? İnsanları seçiyorlar. Genç Öncüler: Çalışmalarınızda devletin size maddi manevi destekleri oluyor mu? Lütfü Günlüoğlu: Devletten herhangi bir maddi destek almıyoruz ama sosyal medya üzerinden Türkiye’deki derneklerle haberleşiyoruz. Güven önemli... Çevre ve dostlardan yardım sağlıyoruz; bazen de radyodan duyuru yapıyoruz.
HUKUKİ AÇIDAN MÜLTECİLİK VE SIĞINMACILIK Elif BALAT
M
ültecilik ve sığınmacılığın ele alınması gereken en önemli boyutlarından birisi de hukuki durumlarıdır. Dolayısıyla ulusal ve uluslararası mevzuatlarda var olan haklarını bilmek şu ana kadar yüzeysel bilgi sahibi olduğumuz bu kavramları daha yakından tanımamızda etkili olacaktır. Mülteci diye tanımlanan kişi; ülkesinde ırk, din, sosyal konum, siyasal düşünce ya da ulusal kimliği nedeniyle kendisini baskı altında hissederek kendi devletine olan güvenini kaybeden, kendi devletinin ona tarafsız davranmayacağını düşüncesi ile ülkesini terkedip, başka bir ülkeye sığınma talebinde bulunan ve bu talebi o ülke tarafından ‘kabul’ edilen kişidir. Sığınmacı ise; Yukarıdaki nedenlerden dolayı ülkesini terkeden ve henüz sığınma talebi, kaçtığı ülkenin yetkilileri tarafından ‘soruşturma’ safhasında olan kişidir. İskan Kanunu Madde3/3’e
göre “Türkiye’de yerleşmek maksadıyla olmayıp bir zaruret ilcasıyla muvakkat oturmak üzere sığınanlara sığınmacı denir” Uluslararası mevzuat olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde; Mülteci ve sığınmacılar, tüm insanlar gibi, özgürlüklerinden yoksun bırakılmadan ve insan onuruna yaraşır bir muamele görmelidirler. Tutulma ve alıkonulmayı gerektirecek bütün koşullarda mülteci ve sığınmacılar temel haklarının yanı sıra prosedürel hakları konusunda da bilgilendirilmeleri ve tutuldukları ortamdaki standartların hak ve özgürlükler bakımından uluslararası standartlara uygunluğu sağlanmalıdır. Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi ise, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 14 Aralık 1950 tarih ve 429 sayılı Kararıyla toplanan Konferansta kabul edilmiş, 28 Temmuz 1951 tarihinde Cenevre’de imzalanmıştır.
Genç Öncüler: Bu insanlar savaş bitince ülkelerine dönecekler mi sizce? Lütfü Günlüoğlu: Dönemeyecek ciddi bir çoğunluk var. Bunların geneli orada kurulu bir iş düzeni olmayanlar. Savaş bitse dahi Suriye’nin tam manasıyla inşası 20 yıla kadar anca yapılabilir. Bu sebeple dönmek istemeyeceklerini düşünüyorum. Foto: Sümeyye Aydın Röportaj: Büşra Kösesoy, Mihrican Can
Eylül-Ekim’15 • 47
Karantina 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne göre devletler mültecilere çalışma, ülke içinde veya ülke dışında serbest dolaşma, iş kurma, mülk edinme, taşınabilir kıymetli varlıklarını değerlendirme gibi hakları tanımalıdır. Ancak Cenevre sözleşmesi’ ne göre mültecilik tanımına bakmamızda fayda vardır. Türkiye’ nin de tarafı olduğu bu sözleşmede mültecilik; “1 Ocak 1951 den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahıs” olarak tanımlanmaktadır Uluslararası mevzuatların ardından iç hukukumuzda var olan ve değişen uygulamaları inceleyerek konumuza devam edelim. Türk hukukunda mülteciler ile sığınmacıların hukuki durumu, Türkiye’nin taraf olduğu 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi ve 1967 tarihli New York Protokolü dışında, yönetmelik ve kanunlarla düzenlenmiştir. Bahsi geçen milletlerarası antlaşmaların iç hukukun bir parçası olmalarının yanı sıra, mülteciler ve sığınmacıların hukuki durumu ile bunların barınma ve güvenlikleriyle ilgili yeni düzenlemeler getirilmiştir. Türk hukukunda mülteci kavramı, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu md 61’ de şu şekilde tanımlanmıştır;
48 • Eylül-Ekim’15
Karantina “ Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar nedeniyle; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancı veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen vatansız kişi.” Bu kanundaki tanımlamada yer alan “Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar nedeniyle” cümlesi dikkatimizi çekiyor. 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde de bulunan, ancak 1967 protokolü ile kaldırılan “coğrafi sınırlama” Türkiye tarafından halen uygulanmaktadır. Coğrafi kısıtlama sebebiyle Avrupa dışındaki ülkelerden gelenlere “mülteci” statüsü verilmemektedir. Bu durum da mevzuatlarda mültecilik kadar hukuki hak barındırmayan sığınmacılık statüsünde kalmak insanlara çeşitli sıkıntılar yaşatmaktadır. Son 50 yıldaki mülteci ve sığınmacı durumları istatistiklerine baktığımızda Avrupa’ dan gelenlerin sayısının oldukça az olduğunu görüyoruz. Buna rağmen Türk Hukuku’ nde hala böyle bir coğrafi çekincenin olması çeşitli zorlukları beraberinde getiriyor. Bu kısıtlama nedeniyle ortaya çıkan sorunlar yeni kanunla getirilen “şartlı mülteci” ve “ikincil koruma” tanımları ile giderilmeye çalışılmıştır.
Türkiye, henüz 11 Nisan 2014 tarihinde yürürlüğe giren Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile iltica hakkında sistematik bir kanuni düzenlemeye sahip olmuştur. 2014 yılına kadar yabancılar ve mülteciler hakkındaki düzenlemeler kanun, yönetmelik ve yönergelerle dağınık ve çok çeşitli olarak bulunmakta, ayrıca idareye tanınan geniş takdir yetkisi nedeniyle uygulamada pek çok sorunun ortaya çıkmasına neden olmaktaydı. Türkiye’nin özellikle son on yılda, ekonomik, siyasi ve kültürel anlamdaki gelişimi ve tanınırlılığının artması iltica sisteminin ayrı bir kanuni düzenleme ile sistematik hale getirilmesi gereğini doğurmuştur. Zira, mülteci ve göçmenlerin öncelikli hedefi olan Avrupa ülkelerine geçişte köprü vazifesi gören Türkiye, artık transit ve kısa süreli kalışın adresi olmaktan çıkmıştır. Ekonomik gelişme ve istikrar kadar, Ortadoğu ülkelerinde yükselen değer olarak görülen Türkiye, mülteci ve göçmenler için hedef ülke haline gelmiştir. Şüphesiz ki bu durum, Türkiye’yi yoğun bir mülteci talebi ile karşı karşıya bırakmıştır. Dağınık mevzuata rağmen idareye tanınan geniş takdir yetkisi ile iltica alanındaki sorunlar çözülmeye çalışılmış, bu durum milyonlara ulaşan mülteci yoğunluğuna kadar Türkiye’nin sistematik bir iltica prosedürüne sahip olmasını geciktirmiştir. Mültecilerin zorla geri gönderilmesi, geri gönderme merkezi ve yabancı misafirhanelerinde yaşanan insan hakları ihlalleri, sınır dışı işlemlerinde ve yabancılarla ilgili diğer işlemlerindeki keyfi tutumlar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye’nin mahkumiyetine varan davalarla sonuçlanmış, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek
Komiserliği başta olmak pek çok sivil toplum kuruluşu ve kurumun eleştirilerine neden olmuştu. Gerek son on yılda yaşanan mülteci yoğunluğu gerekse Türkiye’nin hukuk sisteminde başlattığı Avrupa Birliği standartlarındaki iyileştirme gayreti 2014 itibariyle bize Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile iltica sistemini kazandırmıştır. Bu incelemelere ek olarak; son zamanlarda sıkça gördüğümüz açık sularda batan botlar, ölen mülteci ve sığınmacılar… Bir yanda kapılarını açmamak için direnen ve zorluklar çıkaran Avrupa Ülkeleri... Avrupa Birliğini oluşturan ülkeler, iltica ve göç konularında özellikle son dönemlerde sert uygulama ve politikalar oluşturma çabası içinde iken buna karşılık Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyadaki karışıklıklar nedeni ile sınırlarını zorlayan milyonları bulan insan akını yaşanmaktadır. Incelememizde mültecilik ve sığınmacılığın hukuki durumlarını, kavram tanımlamaları ardından ulusal ve uluslararası mevzuattaki konumlarında gördük. Son olarak eklemek isterim ki; Kimse yerini yurdunu kolay kolay terk etmez, köklerini bırakıp her şeye sıfırdan başlama kararı kolay verilmez ve istenemez… Mülteci ve sığınmacı olmanın bir tercih olmadığını tüm dünya olarak anlamalıyız ki kıyıya vuran insanlığımız olmasın. https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/belge/gocmen_raporu.pdf http://bianet.org/bianet/insan-haklari/2953-multecisiginmaci-gocmen-nedir http://multecihaklari.org.tr/kavramlar/ http://dergi.kmu.edu.tr/userfiles/file/Mayis20141/6m.pdf
Eylül-Ekim’15 • 49
Mülakat
Mülakat
Mültecilerin Hakları Üzerine Av. Abdulhalim Yılmaz İle Mülakat Röportaj: Furkan GENÇOĞLU
K
imlere mülteci denir? İnsanlar ilk olarak ne zaman mülteci konumuna düşmüşler? Kısaca, zulüm nedeniyle yurdunu terk etmek şeklinde mülteciliği tanımlayabiliriz. Daha teknik ifadeyle, dininde, ırkından, siyasi görüşünden, mensup olduğu sosyal sınıftan veya benzeri sebeplerden dolayı zulme maruz kalan veya bu zulüm riski altında olup da ülkesini terk edip başka ülkelere sığınan insanlar mültecidir. Zulüm kavramının içeriğinin doldurulması, ülkelere ve kültürlere göre değişkenlik gösterebilir. Mülteci olmak için, zulümden dolayı evini ve yaşadığı yeri terk etmek tek başına yeterli değildir; yaşadığı ülkeden başka bir ülkeye geçen kişilere mülteci diyoruz. Zulüm nedeniyle ülke içinde bir yerden başka bir yere göç edenler, hukuki olarak mülteci tanımına girmezler. Ayrıca, sırf ekonomik nedenlerle, yani çalışma veya para kazanma; daha iyi ekonomik koşullar için göç eden insanlar göçmen olarak adlandırılmakta, mülteci olarak kabul edilmemektedir. Toparlarsak, bir insan dini inancı, ırkı, siyasi görüşü,
50 • Eylül-Ekim’15
farklı bir sosyal sınıfa mensup olması gibi veya savaş ve silahlı çatışmaların yaşanması nedeniyle zulme maruz kalması konusunda haklı bir korku ile hareket ederek ülkesinden ayrılmak zorunda kalmış ve başka bir ülke sınırını geçmişse onlara mülteci diyoruz. Mülteci ile Sığınmacı kavramları arasında bir fark var mı? Kelime anlamıyla her ikisi de aynı anlamı taşımaktadır; mülteci Arapça, sığınmacı kavramı ise Türkçedir. Ancak hukuki olarak anlam farklılıkları taşıyabilmektedir. Mültecilik bir durum olmakla birlikte, mülteci olduğu için başvuran ve işlemleri henüz devam edenlere sığınmacı, işlemleri tamamlanıp hukuki olarak kabul edilenlere mülteci denilmektedir. Türkiye’de 2014 yılında yürürlüğe giren 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununa göre genel olarak “uluslararası koruma” kavramı kullanılmakta, alt kavramlar olarak mülteci, şartlı mülteci, ikincil koruma ve geçici koruma gibi teknik hukuki kavramlar kullanılmaktadır. Kitlesel olarak gelen sığın-
macılara, “geçici koruma” statüsü verilebilmektedir. Suriye’den gelen Suriye vatandaşları, vatansızlar ve Filistinli mülteciler “geçici koruma” kapsamındadırlar.
nel Müdürlüğü ve illerde de taşra teşkilatları kurulmuştur. Göç İdaresi, yabancılar ve mültecilere ilişkin hususları diğer kuruluşlarla (AFAD, Kızılay vs.) planlamakta ve uygulamaktadır
Mülteciler ile ilgili Türkiye’nin üzerine düşen ödevler nelerdir? Türkiye’nin tıpkı Avrupa gibi mültecilere kapılarını kapatma hakkı var mı? Türkiye, Birleşmiş Milletler tarafından 1951 yılında Cenevre’de hazırlanan Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme’nin tarafıdır. Türkiye, Sözleşmenin yapımında da görev alan ülkelerden birisidir. Daha sonra, Sözleşmedeki bazı çekinceleri ortadan kaldıran 1967 tarihli NewYork Protokolüne de taraf olmuştur.Ancak, Türkiye, Sözleşmedeki coğrafi sınırlama çekincesini yani sadece “Avrupa’da meydana gelen olaylar”dan dolayı ülkesini terk eden kişilere mülteci statüsü vermeyi kabul etmiştir. Bu çekinceye dayanarak Avrupa dışından gelen mültecilere, mülteci statüsü vermemektedir. Bu nedenle, ülkemize sığınan Asya ve Afrika ülkelerinden gelen mülteciler, ülkeye geçici ve şartlı olarak kabul edilebilmekte; Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından güvenli içüncü ülkelere yerleştirme işlemleri yapılmaktadır. Mülteciler, 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi dışında, insan haklarının korunmasına ilişkin diğer uluslar arası sözleşmeler ve Türkiye Cumhuriyeti anaysasında düzenlenen temel hak ve özgürlüklerin çoğundan faydalanma hakkına sahiptirler. Vatandaş olmaya özgülenmiş haklar (siyasal haklar gibi) dışındaki hak ve özgürlüklere sahiptirler. Ancak, bu haklar genellikle kısıtlanmaktadırlar. Mültecile riçin en temel v birincil hak, zulümden kaçtığı yere, zorla geri gönderilmemektedir. Sığındığı ülkede, yaşamak, ikamet etmek ve insanca yaşayabilmek; bunlara bağlı olarak sağlık, eğitim gibi temel hizmetlerden faydalanmaları gerekir. Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile İçişleri bakanlığı bünyesinde Göç İdaresi Ge-
Uluslararası toplumun Türkiye’de hızla artan mülteciler ile ilgili yerine getirmesi gereken yükümlülükler var mı? Türkiye’de resmi kayıtlara göre 2milyon, tahminlere göre iki buçuk milyon Suriyeli mülteeci var. Lübnan ve ürdün’de 1 milyonun üzerinde mülteci var. Bu iki ülke Türkiye’ye göre, hem coğrafi hem de ekonomik olarak çok daha dezavantajlı (küçük) durumda. Her ülke, öncelikle kendisine sığınan mültecilerden sorumludur. Bu hukuki bir sorumluluktur. Bunun sonucu olarak, kriz ve savaş bölgelerine yakın olan ülkeler büyük bir mülteci nüfusu ile karşılaşmaktadır. Kriz bölgelerine uzak olan ülkeler ise bundan etkilenmemektedir. Bu nedenle, Dünyada en çok mülteci barındırıan ülkeler, silahlı çatışma veya kriz yaşayan ülkelerin komşularıdır. Suriye’nin komşuları Lüban, Türkiye ve Ürdün; Afganistan’ın Komşuları Pakistan ve İran; Somali’nin komşuları Kenya ve Etyopya gibi ülkeler dünyada en çok mülteci barındrıan ülkelerdir. Bu kriz bölgelerinin çoğunun (Irak, Suriye, Afganistan, Somali vs.) ortak özelliği, ABD, İngiltere, Fransa gibi başka devletlerin silahlı müdahalesidir. Bu müdahaleler o ülkelerdeki insani krizlerin çok fazla büyümesine neden olmuştur. Suriye’de yaklaşık 5 yıldır devam eden ve yüzbinlerce insanın ölümüne, milyonlarca insanın mülteci olmasına neden iç savaş halen devam etmektedir. ABD, Suudi Arabistan, Katar, Türkiye, İran, Mısır, Rusya gibi ülkeler doğrudan veya dolaylı olarak Suriye’deki iç savaşa müdahildirler. Ancak, Suriyedeki insani krizin yükünün sadec e komşu devletelere yıkılması adil değildir. Çünkü, Suriyedeki krizden payı olan tüm devletlerin siyasi sorumlulukları vardır; bu nedenle mültecilere konusunda ellerini taşın altına koymaları gerekmektedir. Diğer Eylül-Ekim’15 • 51
Mülakat yandan, dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen felaketlerde, yardımlaşmak ve dayanışmak insani ve ahlaki bir erdemdir. Siyasi sorumluluk tartışmasını bir tarafa bıraksak bile, böyle bir insani felaket durumunda, herkesin gücü nisbetinde, mülteciler konusunda sorumluk alması gerekir. Bunun için mülteciler konusunu bir tarafa bırakırsak, öncelikle Suriyedeki savaşı durdurmak ve bir çözüm olması için çaba sarfetmeleri gerekir. Mülteciler kafalarına göre Türkiye’ye sınırın herhangi bir yerinden geçiş yapabilir mi? Mülteciler zorunlu olarak, zulümden kaçarken ülke sınırlarını yasal veya yasadışı geçebilirler. Bu zorunluluktan kaynaklanan yasadışı girişten dolayı ceza verilmez. Ancak, sığındıkları ülkeden çıkış, o ülkenin kurallarına tabidir. Kaçak olarak gelen mültecilerin toplandığı toplama merkezleri var. Buralarda mültecilerin ne gibi hakları var? Türkiye’de yasal sorun yabancıların ve mülteciler “geri gönderme merkezi” denilen yerlerde tutulmaktadırlar. Genellikle emniyet binalarında veya bu iş için ayrılmış özel binalarda, yasal sorunu olan yabancılar, sınrdışı edilmek amacıyla, gözetim altında tutulmaktadırlar. Bunların barınma ve iaşesi devlete aittir. Burda kalanlar, sınırdışı edilmemek için dava açabilirler veya serbest kalmak için mahkemeye bizzat veya avukatları aracılığıyla başvurabilirler. Ayrıca, mültecilerin kaldığı kamplar bulunmaktadır. Bu kamplar geri gönderme merkezleri ile karıştırmamak lazım. Türkiye’de Suriyeli mültecilerin barınması için AFAD tarafından hazırlanmış 20’den fazla mülteci kampı bulunmaktadır. Bu kamplarda yaklaşık 260 bin Suriyeli mülteci barınmaktadır. Avrupa Birliği’nin Türkiye ile geri kabul anlaşması olduğu söyleniyor. Bu anlaşmadan biraz bahsedermisiniz? 52 • Eylül-Ekim’15
Mülakat AB çok uzun yıllardır yasadışı göçle mücadele adı altında, göçmenlerin Avruapa’ya girişine engel olacak güvenlik politikalar uyguluyor. Öyle ki, artık Avrupa bir kaleye benzetilerek “kale avrupası” kavramı kullanılıyor. AB’nin dış sınırlarını koruma adı altında Akdeniz, Ege ve kara sınırlarında AB’nin sınır koruma birimi (FRONTEX) görev yapıyor veya operasyonlar düzenliyor. Ama bu engellemeler başarısız olduğu ortaya çıktı, çünkü bu politika daha çok mültecinin ölmesine neden oldu ve hala oluyor. Diğer yandan, yüzbinlerce mülteci Avrupa’nın içlerine kadar ulaştı. Geri kabul anlaşması, yasadışı yollardan gelen ve sırf ekonomik nedenlerle gelenleri yani mülteci olmayan kişileri istediği zaman geri gönderebilmek için yapılıyor. Anlaşma imzalandığında, bin bir zorlukla güvenli bir yere ulaşan insanlar, geldikleri yere veya ülkelerine geri gönderilebiliyorlar. Ayrıca, mülteci sistemleri iyi işlemiyorsa, mültecileri de geri gönderebiliyorlar. Avrupa’nın Suriye’li mültecilere olan tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz? Suriyede yaklaşık 5 yıldır devam eden savaşa ve milyonlarca mülteciye rağmen, Avrupa nültecileri görmezden geldi, ta ki mülteciler Avrupa ülkelerine bir şekilde gelinceye kadar. Avrupa ülkelerinin kabul ettiği veya etmek zorunda kaldıklar mülteci sayısı, hala nisbeten çok düşük. Lübnan gibi bir ülkede 1 milyondan fazla mülteci varken, AB’nin bazı ülkeleri hala birkaç yüz mülteci bile kabul etmiş değiller. AB, mülteciler konusunda, tekrar edegeldiği insan hakları ve Avrupa değerlerine uygun davranmadı, Suriyedeki iç savaşı ve mültecileri görmezden geldi. Dahası, mültecilerin AB’ye girmemesi için yaptığı engellemeler nedeniyle son birkaç yıldır Akdeniz’de binlerce kişinin ölümüne neden oldu. Türkiye’nin 2.5 milyon mülteciyi barındırmasına rağmen bunun konu edilmediği bir ortamda Danimarkalı bir polisin fotoğ-
rafının günlerce medyada yer bulmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Medya kullanımı devletlere göre değişebiliyor. Ama Avrupa’daki halkı ve dolayısıyla hükümetleri etkileyen Alan Kurdi isimli çocuğun cansız bedeninin Bodrum sahilindeki görüntüsü oldu. Türkiye 5 yıldır mülteciler ev sahipliği yapıyor, bunu medyada da genellikle iyi şekilde sunabiliyor. Ama medyada çok daha iyi şekilde yer alabilmesi mümkündür. Geçenlerde Fransa Cumhurbaşkanı 24 bin mülteciyi kabul edeceklerini açıkladı ve medyada manşet oldu ama bu mültecilerin toplam sayısı içinde çok komik sayılabilecek kadar düşük bir rakam. Sadece Türkiyede şu anda bunun 100 katı mülteci zaten var.
zeltilmeli, Meclise sevk edilen ve çalışma izni
Türkiye Cumhuriyeti devletinin mülteci politikası konusunda acil eylem planı öneriniz var mı? Genel olarak baktığımızda, Türkiye’nin Suriye savaşından sonra gelen mültecileri karşılaması ve tanınan haklar olumlu ve başarılı görünüyor. Bu kadar çok sayıda mülteci ile baş etmek, bir çok ülke için imkansızdır sanırım. Türkiye devlet olarak ve toplum olarak bu konuda iyi iş çıkardığı kanaatindeyim. Şimdiye kadar iyi sayılan bu fotoğraf için artık yeni adımların atılması gerekiyor. Suriyedeki savaşın ne zaman biteceği belli değil, mültecilerin güvenle dönebilecekleri bir Suriye uzun süre olmayacak gibi. Bu nedenle artık “geçici” değil, “uzun vadeli” göç politikasına ihtiyaç var. Türkiyeye sığınan bu insanların normal ve insani bir hayat sürmeleerinin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Örneğin kayıt yapmak, sağlık hizmetlerinden veya çocukların eğitim hizmetinden faydalanması konusunda bir engel artık olmaması gerekir. Örneğin 400 bin Suriyeli çocuğun okula gidemediği yani eğitimden mahrum kaldığı ifade ediliyor. Bu çok büyük bir sorun. Ya da, Suriyelilerin kaçak çalışmasına ve sorun yaşamalarına neden olan durum dü-
yatını kolaylaştırmak; uyum ve entegrasyon-
almalarını kolaylaştıran kanun bir an önce çıkarılmalıdır. Bu tür sorunlar üst üste geldiği zaman, mülteciler Türkiye’de bir geleceklerinin olmadığını düşünüyorlar. Türkiye birinci adımı başarılı olarak geçti. Artık ikinci adım atılmalı. Suriyeli mültecilerin entegrasyonu konusunda adımlar atılmalı. Şu gerçeği kabul edelim. Bu insanların dönebileceği bir ülke artık yok; hepsi Avrupa’ya da gidemez. Savaş bitse bile dönebilecekleri bir evleri ve şehirleri artık yok. Hepsinin dönmesini bekleyemeyiz. Ayrıca evlenenler, iş kuranlar bir şekilde Türkiyeyle bağı olanlar da var. Nerden bakarsak bakalım, en az 250 bin insan artık buraya ait olacak. Bu gerçeği kabul ederek bu insanların halarını sağlamak; dil-meslek veya oryantasyon kursları açmak gerekiyor. Bu konuda hükümetin yanında yerel yönetimlerin de bu işe el atması gerekiyor. Ayrıca, daha aktif göç politikaları ve göç planlamasına ihtiyaç var. Gelen mültecilerin meslek ve becerilerine göre istihdamlarını kolaylaştırmak; hem o insanlara hem de Türkiyeye faydası olacaktır. Bir çok devlet, göç planlaması yaparak emek ve beyin göçünü almaya çalışırlar. Ülkemizde de bu gerçekleri kabullenip buna uygun çözümler bulmamız gerekir. Eğer başarırsak, Türkiye toplumuna katılan mültecilere hem de Türkiye devlet ve toplumuna çok hayırlı bir iş olmuş olacak. Ama görmezden gelir ve çözüm bulmayı ötelersek, eğer yeni adımlar atmazsak; yeni sosyal sorunlara kapı açacağımız anlamına gelir. İleride hayırla anılmak veya hayal kırıklığı yaşatmak bizlerin elinde. Umarız ki, devletin yanında toplum ve bireyler olarak bu zor durumdaki insanlar için elimizden gelen tüm yardım ve kolaylığı yapar, bu sınavı başarıyla geçeriz. Eylül-Ekim’15 • 53
Karantina
Karantina
BİR MÜLTECİ OYUNU Asım Ebrar YILDIZ Önce bütün çocuklar el ele tutuşur. Sonra bir bütün halka halinde (tekerlek gibi), ortalarına oturttukları, elinde bir mendil tutan çocuğun (ebenin) etrafında fır fır dönmeye başlarlar. Dönerken bir yandan da oyunlarının (hayatlarının) hülasası olan meşhur Kayılı tekerlemelerini söylerler. ’’Eveleme, develeme, Yağı kaçar, kovalama, Çergi çember, Kılıç, mızrak, Vatan uzak, Gitsek, gitsek? Yola çıksak, Yol tükense, Göle varsak, Çöle gitsek, Çöl yarılsa, Yağmur yağsa, Bereket olsa, Kayı Han, Kayı Han, Yolunu bulsa, Yürüse, yürüse, İlini bulsa, İlimiz Herat, Kişnese kırat, Yağlıkçı yağlığı, Birine fırlat!’’ Tekerlemenin bitimiyle ortada oturan çocuk gözüne kestirdiği birine mendili fırlatır. Ebenin mendili fırlattığı çocuk (en iyi arkadaşı), mendili kapar. Herkes yere çömelir. Mendil elden ele dolaşmaya (tekerlek dönmeye) başlar. Sonra aralarından biri hiç kimseye belli etmemeye çalışarak mendili saklar. 54 • Eylül-Ekim’15
Ama yanındakine de verir gibi yapar. O yanındakine ve o da yanındakine. Daha sonra yine aralarından (mendili saklayanı görenlerden) biri mendil yok der. Yeniden el ele tutuşurlar. Yeniden dönmeye başlarlar. Yeniden tekerlemelerini söylerler‘’
*** Vatan uzak, Gitsek, gitsek? Yola çıksak, Yol tükense, *** Bereket olsa, Kayı Han, Kayı Han, Yolunu bulsa, *** İlini bulsa, ***
Yağlıkçı yağlığı, Birine fırlat!’’ Ve oyun uzayıp gider, göç gibi. *Bu yazı Yavuz Bahadıroğlu’nun Merhaba Söğüt adlı romanından iktibas edilerek, üzerine eklemeler ve kurgulama yapılmasıyla hazırlanmıştır. Yavuz Bahadıroğlu’nun kitabının ilgili pasajında asıl anlatılan ise Osmanlı’nın kurucusu Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi’nin Kayı Obası ile birlikte Söğüt’e göç ederken göç yolunda çocukların oyunlarının dahi bitmek bilmeyen göç arayışı ile ilgili olduğu ve dahi tekerlemede geçen ‘’İlimiz Herat’’ ifadesinden anlaşılacağı üzere bu tekerlemenin Ertuğrul Gazi’den yüzyıllar öncesine dayandığı fakat Kayı Obası’nın göç çilesinin hala bitmediğidir. Zira Kayı Obası Herat Şehrinden sonra birçok yere göç etmiş ve ancak yüzyıllar geçip Söğüt’e ulaştıktan sonra devletleşebilmiştir. Bugün de benzer şekilde dünyanın belirli bölgelerinden kardeşlerimiz, çeşitli etkenlerin birlikte oluşturduğu bir motivasyon sebebi ile yaşadıkları yerleri terk edip farklı bölgelere iltica ediyorlar. Ve bu süreçte yine benzer şekilde çocuklar, oyunlarından hayatlarına kadar bu çileden en fazla nasibini alan kesim halini alıyor.
SURİYELİ ÇOCUKLARA ÖZEL DERGİ
E
lhamdulillah vessalatu vesselâmu alâ rasulillah Bir bahar özledik ve düştük yola.. Evleriyle birlikte hayalleri ve umutları da yıkılan Suriyeli çocuklar yaklaşık 5 yıldır eğitimöğretimden uzak kaldı. Oyuncak uçak görünce bombaları hatırlayarak korkan, çiçek çizmeyi unutan, okuma-yazma hiç öğrenmemiş ve hayattan ümidini kesmiş bulunan bu çocuklarla birlikte bir nesil yok oluyor. Yeni bir neslin inşası vuku bulacaksa; bu neslin temel taşlarını koyan bu masum çiçekleri sulayan ensardan olma gâyesiyle harekete geçtik. Gâyemiz savaşın çocuklarına bir nebze de olsa çocukluklarını hatırlatmak ve yüzlerine tebessüm yerleştirmekti.. Harap olan iç dünyalarına dokunabilmek için psikologlarla birlikte sayfa sayfa çalıştığımız dergide, umut ve sabır temalı hikayelerimiz, eğlence- bulmaca sayfalarımız, kararan çocukluklarına renk katacak boyamalarımız, hayal dünyalarını harekete geçirmeyi hedeflediğimiz uzay bilgisi sayfamız, Önderimiz Muhammed Mustafa’yı kalplerine yerleştirmeleri için hadisler ve bir neslin inşasında önemli yere sahip olan eğitim sayfalarımızla ümmetin çocuklarını geleceğe hazırlıyoruz. Rabbimiz izin verdikçe ilmimizin rızkını vere-
Ruveyda KARAHAN
cek ve bu çiçekleri sulayacağız. Yeşerdikleri gün, umut ediyoruz ki Haleb’e de Kudüs’e de Kabil’e ve Amed’e de bir Fecr doğsun. Tüm zâlimlere inat: Onlar yıktıkça biz yeniden inşa edeceğiz.. Düştükçe kalkacağız. Allah için daha çok koşacağız. O’nun ipini bulacak ve sımsıkı sarılacağız. Buradan haykıracağız Bilad-ı Şam’da hayat bulacak sesimiz. Umutla, tebessümle, varlıkla, yoklukla, ölümle, hayatla, kalem ve kağıtla ; direneceğiz çocuklar adına! •Rabbim; desteğini ve duasını esirgemeyen herkesten râzı olsun, bizleri Suriye kıyâmına vesîle olanlardan eylesin. Bize bu amelimizi bereketli ve muyesser kılan Rabbimize hamdolsun. Ve son olarak; bizleri yola düşüren, öncülük eden, bu iş için çok ter döken çok değerli ablamız ve hocamız Tülay Gökçimen’e, tasarımlarıyla dergimize şekil veren kıymetli ablamız Saliha Eren’e, fırçalarıyla ‘biz de varız ‘ diyen gönüllü çizer kardeşlerimize, çevirileriyle yükümüzü hafifleten çevirmenlerimize, bizlere kapısını açan Urfa İHH ve Kilis İHH’ya, dergimizin hayat bulmasını sağlayan TRT Çocuk’a, TRT Genel Müdürü Şenol Göka ve Genel Müdür Yardımcısı İbrahim Eren’e, katkılarından dolayı Uluslararasi Mülteci Hakları Derneği ve AFAD’a teşekkürü bir borç biliriz. İnşa Grubu
Eylül-Ekim’15 • 55
Film Tahlili
Film Tahlili
FİLM TAHLİLİ
YAŞAMIN DOKUNAKLI BİR ŞARKISI:
HOŞGELDİNİZ Bedri Sinan ATEŞ
Y
aşadığımız asrın kanayan yarasıdır mültecilik. Ölümün sokaklarında haylaz bir çocuk gezdiği memleketlerden kaçan insanlar. Sonunun nereye varacağı belli olmayan, anılarını ve hayallerini geride bırakmak zorunda kalan insanlar. Açlık, soğuk, imkansızlıkların yanına vatan hasreti, eski günlerin özlemi eklenir. Göç etmek zorunda bırakıldıkları ülkelerin çoğu zaman katı devlet politikaları, hor görülme ve ya her an sınır dışı edilme korkusu ile milyonlarca insan bu karmaşanın içinde bir hayat yaşamaya çalışıyor. 2009 Fransa yapımı olan Hoşgeldiniz filmi de bu milyonlarca insanlardan birinin hayatına özel olarak yaklaşıyor. 17 yaşında olan Bilal, Irak’tan kaçan Kürt bir mültecidir. Fransa’ya göç ettiği günden beri göremediği sevgilisi Mina’ya kavuşmak için Londra’ya gitmek zorundadır fakat resmi yasalar buna engeldir. Kaçak olarak gitme çabası ise sonuçsuz kalır. Bütün umudunu Manş
Denizi’niyüzerek geçmeye bağlar. Bu düşüncesi ise hayatını yüzme antrenörü olan Simon ile karşılaştırır. Fakat Simon hem karısı Marion’dan ayrılmak üzeredir hem de mültecilere yardım ettiği için başına bela almıştır. Manş Denizi’ni yüzerek geçmek isteyen mültecilerden ilham alarak yola çıkan yönetmen Plippe Loriet, filmi vizyona girdiğiyıl ülkesi Fransa’da büyük tartışmalar yaratmış. Yönetmen bir söyleşisinde ‘kendimi 1943 yılında zulüm gören bir yahudiyi anlatmış gibi hissediyorum’ demesi dönemin Göçmenlerden sorumlu bakanı EricBesson tarafından tepkiyle karşılanmış ve yönetmeni ‘sarı çizgiyi geçmekle’ itham edilmiştir. Yönetmen ise bu yaptığının ‘yaraya parmak’ basmak olduğu cevabını verir. Göçmenlerin hikayesini anlatarak bu ‘kanayan yarayı’ tartışmalara açan yönetmenin bu çabası ise pek tabii takdire şayan.
Dramatik hikayesini başarılı bir şekilde başlatan film bu başarısını hiç bozmadan sonuna kadar götürürken seyircilerini de kendi içine çekiyor. Bir mülteci ile Fransa’da yaşayan normal bir insanın hayatını harmanlayarak anlatırken eline geçen ajitasyon fırsatını elinin tersiyle iterek hikayesine sadık kalıyor. Bu filmin hanesine bir artı koymamız için iyi bir sebep. Zira bu konu etrafında dolaşan bir çok film asıl hikayesini bir kenara iterek bambaşka bir filme dönüşebiliyor. 56 • Eylül-Ekim’15
Başrollerini Türk ve Fransız oyuncuların yaptığı filmde ekip ruhuna sadık kalarak bütün oyuncular mükemmel bir performans sergiliyorlar. Özellikle sinema deneyimi olmayan, Bilal karakteri ile karşımızda duran Fırat Ayverdi kendini bu konuda her zaman ön plana çıkarıyor. Mülteci olmak, çaresizlik gibi durumları kendine has bir biçimde gayet başarılı bir performans içinde, seyirciyi ikna ediyor. Film içerisinde Türkçe konuşan ve mülteciler ile beraber neden yaşadığını anlayamadığım bir karakterde var. Bütün film boyunca bunun nedenini düşünsem de, Türkçe’ yi böyle bir filmin içinde duymak beni mutlu etti. Türk seyircisi için bu ayrı bir mesajda olabilir. Filmin Türkçe ile birlikte Fransızca, İngilizce ve Kürtçe’ye yer vermesi ise hikaye içinde ayrı estetik konusu. Ülkesinin mülteciler hakkındaki sert ve insafsız tutumunu açık bir şekilde eleştirirken bizi de günümüze getiriyor. Deniz kıyısına vuran çocuklar, sınırda bekletilen insanlar, çelme takmayı bilen gazeteciler… Suriye dolasıyla gündemimiz de olan mülteci sorunlarını yıllar öncesinden gösteren Hoşgeldiniz, kendisini ajitasyona dönüştürmeden son yüzyılın en büyük insanlık ayıbına tavrını net koyarken bizi de bu net tavra davet ediyor.
Eylül-Ekim’15 • 57
Karantina
Karantina
BM'NİN DÖŞEĞİNE GÖÇ BİLDİRİSİ
Kaç dışişleri bakanı Ağarttı saçlarını Tedirginlik koğuşunda Afgan çadırlarında Arap çadırlarında Sizce çözüm Yetkili kişi Tapınaklardamı Obsidyen taşındamı Siyasa mikrobundamı? Ey BM Karnavalar gecelerinin Paskalya cumalarının Ağlama duvarlarının Yaralarına merhem süren Saygın kişisi
Bizler Vurmadıkmıydı karaya Deniz kıyısında mayalanarak Ve Sizler İnceleyerek kimyasal kalıntılarını Sonra yeniden Oturmadımıydınız Deri koltuklarınıza 58 • Eylül-Ekim’15
Daha ne kadar kan kusmalı Şam ve kül kalıntısı Yurtlarının dışında Ölecek olanlar için Konuyu değiştirmeyin Bu sefer Değiştiremeyceksiniz Bu bildiri döşeğinize Uğrayan Babalar ve oğullar için Koşuşunuz bir başka Tapışınız ayrı bir başka Öte putundan beri putuna İdam hırıltısını andırıyor Tv röportajlarınız Gazete yorumlarınız Bomba fitili Gibi İmza törenleriniz Fötr şapkacılarla Biz barbarlar Buna İhale-i insan diyoruz İhale-i insan
BİR ATEŞ YAK! KARANLIK DENİZLERE IŞIK OLSUN. Yusuf MUTLU
1400 Yıl önceydi..Mekke müşrikleri utanç vesilesi oldukları gerekçesiyle kız çocuklarını diri diri toprağa gömerken Mekke nin Emini Abdullah ın oğlu Muhammed As. Kızını omuzuna alıp Mekkenin sokaklarında dolaşırdı. Devrimci bilincin 1400 sene önceki en aksiyoner eylemi böyle bir şey olsa gerek. Anlatılması dile kolay gelir..Yapması ise yürek ister. Bir cana kıymak her kişinin işi olan bir yerde bir canı omuzuna almak er kişinin yapacağı iştir çünkü. Kutlu elçi den 1400 sene sonra yani bugün, Devrimcilik denilen olgu sırf mazlum oldukları için diri diri sulara gömülen muhacirlere el uzatmaktır diyebilirim.. Her ne kadar büyük bir iddia gibi görünse de ben şahsen bunun çok iddialı bir düşünce olduğu kanaatinde değilim. Devrimcilik deyince halkımızın, gençlerin kafasında çok farklı
şeyler uyanıyor. İdeolojik fikirlerden beslenenler devrimi ağdalı cümlelerle toplumsal karşılığı olmayan fantastik hareket tarzları ile anlata dursun. Biz zaten onların içine düştüğü acınası durumu görüyoruz. Rusya ile Amerika nın mandası altında mekik dokuyan teori devrimcileri pratikte reel politizmin çamurdan ekmeğini afiyetle yiyorlar. Yemeye devam etsinler elbette o çamurdan ekmek kursak tıkayacaktır. Devrimci duruş eylem meydanlarında slogan atmak değildir sadece. Devrimci duruş o sloganın içerdiği mesajın muhatabının açtığı yaralara melhem olmaya çalışmaktır. Başka yaralar açılmaması için gayret etmektir. İşte meydanlarda sövülen küfür edilen küresel istikbarın insanlığın bağrında açtığı yaralardan biridir mülteci dramı. Mülteci kavramını sadece Suriyelilere has kılmak istemiyorum. Allahın insanlık suçu
Ervanur ERDOĞAN
Eylül-Ekim’15 • 59
Karantina
saydığı insanları yurtlarından tehcir etme azgınlığını bugün mazlum coğrafyaların hemen hemen her yerinde yaşıyoruz. Kafkaslar, Orta Asya, Ortadoğu, Afrika, Burma, Arakan vs. Hemen hemen her yerden batılı ülkelere doğru göçler yaşanıyor. Herşey sadece olumsuz değil olumlu şeylerde var hamdolsun. Şu an ülkemiz tarihinde hiç görülmemiş bir şekilde yurtlarını terketmek zorunda kalan mazlumlara kucak açıyor, onları bağrına basıyor. Mülteciler üzerinden ucuz işgücü derdine düşen batılılar ise mülteci dramı konusunda tamamen çıkarcı davranıyor. Aslında zorumuza gitmeli. Son zamanlarda o kadar sıradanlaştı ki herşey. Ülkemizin sahil güvenlik ekiplerinin maalesef bir kısmını kurta-
60 • Eylül-Ekim’15
Karantina
bildiği diğerlerinin ise boğulup gittiği göçmen facialarına artık 3. sayfa gazete haberi muamelesi çekiyoruz. Aslında bu olayda gurur duyacağımız tek şey ülkemizin mültecilere kucak açmış olması ve yeryüzünde bu drama sessiz kalmayan vicdanların varlığından başka bir şey değil. O insanların yerlerinden yurtlarından edilmesi bizim utanç kaynağımız olmalı. Müslümanlar bir duvarın tuğlaları gibidir diyen Allah rasulünün bilincine sahip olup yollara düşen her kardeşimizin acısını yüreğimizde hissetmeliyiz. Bunu hissedememe düşüncesi bir yana asırlar önce bizim zenginliklerimize bakıp ağzının suyu akan ve sırf bunları yemek için kutsal Kudüs davası uydurup Avrupadan topladığı kimisi garip guraba kimisi çapulcu eşkıya takımını Müslümanlara musallat eden batının bugün mülteci sorunu karşısında idrakimizle alay etmesi de en büyük utanç kaynağı olmalı bizim için. Islah edici kılığına bürünüp İslam coğrafyasında fitne fesat çıkaran kan döken batının yerinden yurdundan ettiği mazlumları kendisine muhtaç etme girişimidir bu yaşananlar. Sen adamların memleketinde işbirlikçiler hainler casuslarla savaş çıkar. Zalim kukla rejimleri destekle adamların evlerine bomba yağdıranlarla aynı masaya otur, on-
larla cesur pozlar ver ondan sonra o dramdan çoluk çocuğunu kurtarmak isteyenleri kendi ülkene gelmeleri hususunda insan kaçakçılarına mahkum et, tel örgülerin arkasına hapset, kaçmak isteyenlere de faşist medya tetikçilerine çelme taktır. Bu dalga geçmek değildir de nedir? Ve daha iğrenci ülkesine mülteci almayanların bunun için girişimde bulunmayanların, o savaşların zalim rejimlerine destek vermesi de düpedüz içinden -Ben çıkarlarıma bakarım siz de ne haliniz varsa görün- diyerek pişkinliğin tarihini yazmasıdır. İşte bu yüzden mülteci dramı konusunda atılacak her adım bireysel kurumsal ya da toplumsal hiç farketmez devrimci bir adımdır. Mazlum halkarın üzerinde oyun kurup onların hayatı üzerine zar atanlara meydan vermemektir. Türkiye, halkıyla devletiyle bu konuda ciddi bir sınav vermektedir. Hükümetin bu konudaki sınavını (her ne kadar eksiklikler olsa da) ciddi adımlarla başarılı bir şekilde verdiğini görüyoruz.Ve daha bir kaç gün önce Sn. Başbakan Ahmet Davutoğlu nun BM genel konseyinde dile getirdiği Suriye de 3 tane şehir kurma teklifi güvenlikli bölgenin oluşturulması durumunda hayata geçerse mülteci dramı karşısında tarihe atılmış en güzel adımı gerçekleştirmiş olacaktır. Bireysel ve toplumsal olarakta mülteci dramına sessiz kalmamalıyız. Kardeşlerimizi mağdur edip acınası hale getirenlere muhtaç etmemeliyiz. Unutulmamalı ki Anadolu halkının önemli bir kısmı Balkan Kırım Kafkas göçmenidir ve halk arasında Muhacir olarak tanımlanmaktadır. Mültecilerin dramını
onların yaşadıklarını yaşamış insanların torunları olarak bizden daha iyi kim anlayabilir? Ve tabi herşeyden önce İslam kardeşliğiyle, o kardeşliği yüreğinde yaşayarak acısını sevincini yüreğinde hissederek onları daha iyi anlayabilir ve ensar olmanın hakkını verebiliriz. Son olarak Mülteci sorununu hiç bir şekilde gündemden düşürmemeli sürekli toplumsal bir algı farkındalık oluşturma çabaları içinde olmalıyız. Kalıcı projeler üreterek bu yaraya hepimizin yarasına melhem olmalıyız. Tabi şunu da unutmamalıyız ki mazlumun dini olmaz. Mültecilerle alakalı her çalışmaya din dil ırk mezhep ayrımı gözetmeden yaklaşmalıyız. Bir ateş yakmalıyız ki her gün karanlık denizlere gömülmeye terkedilen mazlumlara ışık olsun. Bunu hakkıyla başarabilirsek zulmün tuğyanın ifsadın cirit attığı bir çağın nesli olarak rabbimizin huzuruna çıkabilecek bir yüzümüz olsun. Gayret ve Cehd bizden, başarı ve mükafat Allah tandır.
Eylül-Ekim’15 • 61
Karantina
Karantina
Göç Hareketleri ve Suriye’li Mültecilerin Bugünü Dücane DEMİRTAŞ
G
öç, insan topluluklarının dini, ekonomik, sosyal, coğrafi ve diğer sebeplerden dolayı varlıklarını sürdürebilecekleri başka bir yere hareket etmesidir. Bir ülkede ırk, din, sosyal konum, siyasal düşünce ya da ulusal kimlik nedeniyle baskı altında olan kişilerin tarafsız olduğu düşünülen başka bir ülkeye sığınma talebinde bulunulup buna kabul edilmelerine iltica ve bu kişilere de mülteci denir. Sığınma ilticada sayılan sebeplerden dolayı ülkelerini terk edip talepleri kaçılan ülkenin yetkilileri tarafından hala soruşturma safhasında olma durumudur ve bu durumdaki kişilere sığınmacı denir. İskan Kanunu Madde3/3’e göre “Türkiye’de yerleşmek maksadıyla olmayıp bir zaruret ilcasıyla muvakkat oturmak üzere sığınanlara sığınmacı denir”. 1922-1938 yılları arasında Yunanistan’dan 384 bin kişi, 1923-1945 yılları arasında Balkanlardan 800 bin kişi, 1933-1945 yılları arasında Almanya’dan 800 kişi, 1988 yılında Halepçe katliamından sonra Irak’tan 51.542 kişi, 1989 yılında Bulgaristan’dan 345 bin kişi, 1991 yılında Birinci Körfez Savaşından sonra Irak’tan 467.489 kişi, 1992-1998 yılları arasında Bosna’dan 20 bin kişi, 1999 yılında Kosova’da meydana ge-
62 • Eylül-Ekim’15
len olaylar sonrasında 17.746 kişi, 2001 yılında Makedonya’dan 10.500 kişi, Nisan 2011- Eylül 2013 arasında Suriye’de yaşanan iç karışıklıklar nedeniyle yaklaşık 2 milyon kişi ülkemize sığınmıştır. Bunlarla beraber Çeçen, Mısırlı, Filistinli, Doğu Türkistanlı ve Orta Asya devletlerinden olanlarda eklenmeli. Ülkemizde sadece 19952012 yıllarında yakalanan yasadışı göçmen sayısı 900.000’i geçmiştir. Bu portreden de önce bir yüzyıl daha gidilirse fark edilecektir ki Türkiye göçmen yurdudur. 2011 yılında Suriye’de patlak veren iç savaşın bedelleri 18.000’nden fazlası çocuk; 18.000’i kadın olan 250.000 ölü. Tabi bunlar resmi rakamlar; resmi olmayan sayı 300.000’ne değin uzanıyor. Rastgele bombardıman ve infazların kurbanlarının yüzde 19’u kadın ve çocuklar. Raporlara göre Esed güçlerinin saldırılarında, 5 bin 150 varil bombası kullanılarak 12 bin 194 kişi katledildi. Sadece 2015 Eylül ayında öldürülen sivil sayısı 1497. Sadece 2015 yılının başından bugüne 673 kişi işkence altında öldürüldü, toplam resmi rakamsa 5047. Yaklaşık 610 sağlık görevlisi katledildi. Suriye İnsan Hakları İzleme Örgütü sadece 76.000 tutuklunun ismine ulaştı. Suriye dramından kaçmak isteyen 3 milyona yakın Suriyeli Türkiye’ye, 1.100.000’si Lübnan’a; 249.000’i Irak’a; 629.000’i Ürdün’e ve 132.000’i Mısır’a göç etti. BM’ye göre ülke içinde 7,3 milyon kişi göç etti. Avrupa’daki göçmen sayısı ise 270.000. Türkiye’de Suriyelilerin yüzde 80’ni kamp dışı yaşamaktadır. Sağlık Bakanlığı verilerine göre, 35.000 Suriyeli doğumu gerçekleşmiştir. Türkiye’nin 10 farklı ilinde kurulan 16 çadır kent, 1 geçici kabul merkezi ve 6 konteynerkentte 221.447 Suriyeli barınmaktadır. Kasım 2014 raporlarına göre sadece İstanbul’da 330 bin Suriyeli sığınmacı vardır ki bu rakam tüm Avrupa’dan daha fazla.
Suriye’de yaşanan iç savaşın siyasi düşüncesini etkilediğini düşünen İstanbulluların oranı yüzde 37,5, bunun yanında yüzde 83,1’i Suriyelilere dair resmi rakamları güvenilir bulmuyor. Yardımların yeterli olduğunu düşünenler %33. %69,3 sığınmacıların kamplarda ikamet etmesini istiyor. Asla Suriyeli komşu istemem diyenler %41 ve kesinlikle iletişim kurmayanların oranı yüzde 45,9. Sığınmacıların çalışıp iş sahibi olmasını istemeyenler 36,2. Yüzde 75, 18 yaş altı Türkçe bilen sığınmacı neslin eğitilmesinden yana. Bununla beraber yüzde 54, Suriyelilerin yoğun olduğu yerlerde güvenlik sıkıntısından şikayetçi. Yüzde 69 savaş sonunda sığınmacıların ülkelerine dönmelerini istiyor. Halkın yüzde 50’ye yakını Suriyelileri kabulü ortak tarih ve coğrafya duygusuna bağlıyor. Din kardeşliği diyenlerin oranıysa yüzde 52,9. Yüzde 41,1 sığınmacıları “zulümden kaçan insanlar” olarak tanımlıyor. Suriyeliler işlerimizi elimizden alıyor diyenler % 56,1. Bölge illerinde sığınmacıların asayişi bozduğuna dair kanaat yüzde 41 iken bu oran diğer illerde 22,7. Yüzde 49,8 Suriyeli komşudan rahatsızlık duyuyor ve bu oranın yüzde 52 sinin bu düşüncesinin sebebi şahsa ve mala zarar verebilecekleri korkusu. Halkın %60,2’si ülkede yardıma muhtaç bu kadar insan varken Suriyelilere devletin yardım etmesini doğru bulmadığını söylemektedir. Halkın % 81,7’si Suriyelilerin vatandaş yapılmasına açıkça karşıdır. Diğer taraftan vatandaş olmasa bile nüfusun Suriyelilerle birlikte artmasıyla daha güçlü bir devlet olunacağı tezini halkın sadece %12,3’ü kabul etmektedir. Suriyelilerin Türkiye’de kalmasının büyük sorunlara yol açacağını düşünenlerin oranı %76,5’tir. Bunun yanında Suriyeli sığınmacılara yöneltilen sorularda Türkiye’nin sağladığı desteği yeterli bulmayanların oranı 61,3. İstanbul tercihinin %68,8 ile sebebi iş imkanları. Sığınmacıların %51,6’sına göre İstanbullar kendileriyle iyi ya da kötü bir iletişimde bulunmuyorlar. Savaş sonrası Suriye yeniden inşa edilene kadar geçici güvenli bölgede kalmak isteyenlerin oranı yüzde 62,5. %90,2 TC vatandaşlığı istiyor. İstanbul’daki Suriyeli sığınmacıların yüzde 72’si hiç sınır kamplarında bulunmamış. Dilencilik geçim zorluğu sebebiyle yüzde 40’lık kesim tarafından normal karşılanıyor. İstanbul’dan ayrılmak isteyenlerin
oranı yüzde 90,3. Sığınmacıların uluslararası camiadan şimdi ve savaş sonrası beklentileriyse şöyle: %33,7 siyasi baskı, %25,7 iç işlerine karışmama. %41,1 Türkiye’nin şimdi ve sonrasında kendilerine yol göstermesini istiyor. Yüzde 50,9 neden Türkiye sorusuna güven cevabını veriyor. Kamplarda koruma kendilerini koruma altında hissetmeyenlerin oranı sadece yüzde 0,6. Sığınmacıların geldikleri şehir ve savaş sonrası istedikleri rejimlerse şöyle; Halep %42,6 İslami devlet %55,3 demokratik yönetim; İdlip %32,6 İslami devlet %60,7 demokratik yönetim; Lazkiye %33 İslami devlet %50 demokratik yönetim; Şam %100 demokratik yönetim. Toplamdaysa %59,2 demokratik yönetim istemekte. %74,4 Esed’in şuana kadar ayakta kalmasının sebebini dış desteklere bağlıyor. Savaşın ne zamana biteğini kestiremeyenlerin oranı yüzde 56. Yüzde 82,4 savaştan sonra psikolojik rahatsızlık çekiyor. Savaştan dolayı en az bir yakınını kaybedenlerin oranı yüzde 95. KAYNAKÇA UNHCR http://www.washingtonpost.com/news/morning-mix/wp/2015/03/13/conflict-has-ravagedsyrias-health-system-just-when-its-most-needed/ http://physiciansforhumanrights.org/press/press-releases/doctors-in-the-crosshairs-fouryears-of-attacks-on-health-care-in-syria.html?referrer=https://www.google.com.tr/ http://sn4hr.org/blog/category/report/monthly-reports/detainees/ TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİLER: TOPLUMSAL KABUL VE UYUM *Kasım 2014+ HUGO-M.Murat Erdoğan AFAD SURİYELİ SIĞINMACILARIN TÜRKİYE’YE ETKİLERİ- ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ Göç Politikaları, Toplumsal Kaygılar ve Suriyeli Mülteciler Doç. Dr. Oğuzhan Ömer Demir ULUSLARARASI STRATEJİK ARAŞTIRMALAR KURUMU Mehmet Güçer Sema Karaca O. Bahadır Dinçer Suriyeli Sığınmacılar Raporu İstanbul Örneği İstanbul Fikir Enstitüsü 2014
Eylül-Ekim’15 • 63
Tarih
Tarih
1923’TEN GÜNÜMÜZE
TÜRKİYE’YE GÖÇLER Asım Ebrar YILDIZ
1923, Türk-Yunan Mübadelesi
G
öç, tarih boyunca çeşitli sebeplerin birlikte oluşturduğu motivasyonlar sebebi ile insanlığın değişmez bir unsuru, sosyal bir hakikati olmuştur. Kimi zaman savaşlar, kimi zaman afetler, kimi zaman baskılar, kimi zaman tutsaklıklar, kimi zaman bir nefes de olsa daha fazla hürriyete kavuşma isteği, kimi zaman hakim olma tutkusu, kimi zaman sahiplenilme arayışı, kimi zaman ise görünürde bir neden olmasa da birlikte yaşanan mekanlardan, zamanlardan, şahıslardan ve dahi birlikte yaşanan kendi’likten kaçma arzusu veya bunların karma halde oluşturduğu sebepler yüzünden yüzyıllardır insanlar göç ediyorlar, göç ediyoruz. Göç yolunda bir çok yerden geçiyoruz. Bazılarımız terk ettikleri ortamdan sonra ulaştıkları ilk yere yerleşiyorlar. Bazılarımız ise daha ötelere yol alıyorlar. Yerleşmek istediğimiz yere giderken ayağımızı bastığımız her yer bir köprü vazifesi görüyor bizim için, buralarda ne kadar vakit geçirirsek geçirelim bir türlü alışamıyoruz, aklımızda hep öte ufuklar oluyor, yerleşmek istediğimiz yere her gün biraz daha yaklaşmak istiyoruz ki;
bitsin göç yolu, bitsin çektiğimiz çile ve vardığımız yer vatan olsun bize. Bazılarımız vardıkları yeri iyice sahipleniyorlar, beylikler, devletler ve hatta imparatorluklar kuruyorlar buraların üzerine. Bazılarımız yalnızca bir isim üretebiliyorlar. Soyumuzdan gelenler, akrabalarımız artık ismimizle tanınıyorlar. Bazılarımız ise tamamen entegre oluyorlar yerleştikleri ortama. Zamanla buranın ev sahiplerinden ayırt edilemez bir hal alıyorlar. Yediği yemeğim, taptığı taptığım diyebiliyorlar. Göçmenler için binlerce senedir hem yerleşim hem de köprü vazifesi gören nadir yerlerden biridir Anadolu. Anadolu, coğrafi şartlarının uygunluğu, yüzlerce medeniyetin beşik yeri oluşu ve ilahi misafirperverliği gibi nedenlerle daima bir göç merkezi olmuştur. Nitekim bugün bu göç merkezine Türkiye Cumhuriyeti ev sahipliği yapıyor. 1923’ten beri dünyanın çeşitli bölgelerinden genellikle Müslüman olan veya Türk Dil grubuna bağlı olan yerlerden insanlar iskânlı veya serbest olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne göç ediyorlar.
1923, Türk-Yunan Mübadelesi
Türkiye’ye göçlerin başlangıç dönemi tarihçiler tarafından ‘’ulusal inşa’’ olarak adlandırılan savaş sonrası toparlanma ve savaştan arda kalan iradede birleşme dönemidir. Zira bu dönemdeki en temel göç hareketi savaş sonunda Cumhuriyet Türkiye’sinin sınırları dışında kalmış Osmanlı topraklarında yaşayan Müslüman ve çoğunlukla Türk kökenli insanların, milli iradeye dayanan yeni anayurt göçleridir. Cumhuriyet döneminin en önemli ve ilk göç hareketi, 1923 yılında esasları belirlenen ‘’Türk - Yunan Mübadelesi’’ ile gerçekleşmiştir. Bu göç hareketiyle, Lozan Antlaşması’na ek olarak yapılan bir sözleşme uyarınca Türkiye ve Yunanistan arasında din esasına dayanarak karşılıklı insan değişimi uygulanmıştır. Bu kapsamda İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’da ikamet eden kişiler muaf tutulmak üzere Türkiye’den 200.000 Hristiyan zorunlu göçe tabi tutulmuştur. Aynı kapsamda Batı Trakya Türkleri muaf tutulmak üzere 350.000 Müslüman zorunlu şekilde Türkiye’ye göç ettirilmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki bir diğer önemli göç hareketi Yugoslavya’dan gelen kitlesel göçlerdir. Yugoslavya’da yaşayan Müslümanların, Türkiye Cumhuriyeti’ne ilk göç akını 1924 yılında gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki hakimiyetinin bitmesinden sonra tamamen
1923, Türk-Yunan Mübadelesi
yıkılması ile buralarda yaşayan Müslümanlar, maruz kaldıkları zulüm ve baskılardan ötürü göç etmek zorunda kalmışlardır. 1925 yılında, ‘’Türk - Bulgar İkamet Sözleşmesi’’ ile Bulgaristan topraklarından binlerce Müslüman Türkiye’ye göç etmeye başlamıştır. Bunu 1936 yılındaki ikinci göç dalgası izlemiştir. Tüm bu göç dalgalarında, bu topraklardaki yönetimlerin izlemiş oldukları politikalar ve Müslümanlara uygulanan baskılar etken olmuştur. 1946 yılında Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’nin ilanından sonra, 1949 - 1951 döneminde Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelen göçmen sayısı yaklaşık 156.000’dir 1949 yılından itibaren Çin’in Doğu Türkistan üzerinde yürüttüğü asimilasyon ve etnik zulüm politikaları Doğu Türkistan’dan Türkiye’ye göçün nedeni olmuştur. 1953 yılında Tito’nun Türkiye’yi ziyaret etmesinden sonra imzalanan ‘’Serbest Göç Anlaşması’’ ile Yugoslavya’dan Türkiye’ye üçüncü göç furyası başlamıştır. 1968 yılında imzalanan ‘’Türkiye - Bulgaristan Yakın Akraba Göçü Anlaşması’’ çerçevesinde Türkiye’ye daha önceden göç etmiş akrabası bulunan yaklaşık 117.000 kişi akrabalarının yanına göç etmiştir.
64 • Eylül-Ekim’15
Eylül-Ekim’15 • 65 1923, Türk-Yunan Mübadelesi
1923, Türk-Yunan Mübadelesi
1946,Bulgaristan’dan gelen göçmenler
Tarih
Tarih
1949,Doğu Türkistan’dan gelen göçmenler
1953, Yugoslavya’dan gelen göçmenler
1979’da yaşanan İran İslam Devrimi sonrasında, İran’dan Türkiye’ye bir milyona yakın insan göç etmiştir. Etnik kökenleri bakımından çoğunluk Azeri olmak üzere Fars ve Kürt kökenli birçok Sünni Müslüman temelde İran Şii Yönetimi’nin politikaları sebebi ile göç etmek zorunda kalmıştır. 1982 yılında Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi ile başlayan savaş sebebiyle, o bölgedeki birçok Türk kökenli Müslüman Türkiye’ye göç etmiştir. Gelenler arasında Özbekler, Uygurlar, Kazaklar ve Kırgızlar da bulunmaktadır. 1988 yılında Kuzey Irak’ta yaşanan Halepçe Katliamı sonrası yaklaşık 52.000 kişi Türkiye’ye göç etmiştir. Irak, 5.000 kişinin hayatını kaybettiği katliamdan ötürü büyük tepkiler alınca ateşkes yapmak zorunda kalmış, bu ateşkes sırasında da daha önce ülkeden kaçan kişiler Irak’a dönmeye başlamışsa da Kuzey Irak’ta yeni bir harekâtın başlaması üzere bir Halepçe Katliamı daha yaşamaktan korkan binlerce insan Türkiye’ye sığınmış, Güneydoğu Bölgesindeki şehirlere ve kamplara yerleşmiştir. 1989 yılında Bulgaristan’dan Türkiye’ye doğru olan son kitlesel göç hareketi, Türk - Müslüman Bulgaristan vatandaşlarının Bulgar hüku-
66 • Eylül-Ekim’15
1968,Bulgaristan’dan gelen göçmenler
meti tarafından Türkiye’ye göçe zorlanmaları ile gerçekleşmiştir. 1984 yılından itibaren Bulgar hükumeti tarafından, Müslüman - Türk nüfusun bulunduğu her yerde insanlık dışı bir politika yürütülmüş, Türk nüfusun yoğun olduğu kenar köylerden başlayarak önce her şey Bulgarlaştırılmış, adını değiştirmeyip Bulgar kimliği almayan Türklere toplu taşıma kullandırılmamış, ekmek alırken bile kimlik sorulmuş, kimliğini göstermeyenlere ekmek bile verilmemiş, hiçbir sosyal hak tanınmamış, Türk okulları kapatılmış, Türkçe yasaklanmış, bu ağır şartlara daha fazla dayanamayıp gösteri ve grevlerle hakkını aramaya başlayan insanlara ise kaba kuvvetle cevap verilmiş, işkenceler, gözaltılar, zulümler ve ölümler durmamıştır. Bunların ardından da tabii bir sonuç olarak göçler başlamıştır. Trenler, arabalar veya yaya kervanları ile kilometrelerce uzaktan Bulgaristan Türkleri, Kapıkule Sınır Kapısı’na üç ile beş bin kişilik kafileler halinde ilerlemiştir. Bu “Büyük Göç” karşısında Türkiye ise soydaşlarına kapıları sonuna kadar açmış ve iki ülke arasındaki vize uygulaması 2 Haziran 1989’da kaldırılmıştır. Vize uygulamasının tekrar başlatıldığı 22 Ağustos 1989’a kadar geçen iki buçuk ayda, 300.000’den fazla Bulgaristan Türk’ü Kapıkule’den ülkeye gi-
1988,Kuzey Irak’tan gelen göçmenler
riş yapmış, gelenlerden pek lardan hiç kimse bize sığınan çoğu Mehter Marşı ile karşıinsanlardan hiç kimseyi redlanmıştır. detmemiştir. 1991 yılında Körfez Savaşı Bugün de aynı şekilde bir sonrasında yaklaşık 470.000 tarihi tekerrür halinde ülkelekişi kaçarak Türkiye’ye gelrindeki iç karışıklıklar ve savaş miştir. İlk olarak Amerika’nın sebebi ile 2 milyondan fazla 1988,Kuzey Irak’tan gelen göçmenler öncülüğündeki müttefik kuvSuriye’li kardeşimiz Türkiye’ye vetler Kuveyt’i işgal eden Irak’a saldırmış, kısa sığındı ve sığınmaya da devam ediyor. Yine şübir süre sonra da kuzeyde Kürtler ve güney- kürler olsun ki biz yine bize sığınan insanlardan de Şiiler, Saddam Hüseyin yönetimini düşür- hiç birini reddetmedik, edemezdik, etmiyoruz, etmek üzere isyana kalkışmış, ancak bu muhalif meyeceğiz. Ama az ama çok, elimizden geldiğinhareketlere karşı şiddetli bir bastırma operasyo- ce, kalemimizin mürekkebi yettiğince, ocağımızın nu yürütülmesinden ötürü önce Şiiler sonra da ateşi yandığınca, mülteci kardeşlerimize yardım Kürtler komşu ülkelere kitlesel olarak sığınmak etmeye çalıştık, çalışıyoruz, çalışacağız. Millet mecburiyetinde kalmışlardır. olarak Ensar olma izzetine nail olduğumuz için 1999 yılında Kosova Savaşı sebebi ile yakla- şükrediyor ve üzerimize düşeni yapma çizgisinde şık 18.000 kişi Türkiye’ye göç etmiştir. 1991’de ilerliyoruz. Yugoslovya’nın yıkılmasından sonra Kosova’nın Lütfen mülteci kardeşlerimiz için herhangi bağımsızlık istemesi üzerine Yugoslavya Federal bir şey yaparken, büyük, küçük, bireysel, toplu, Cumhuriyeti Ordusu, Kosova Kurtuluş Ordusu’na maddi veya manevi ne yaparsak yapalım bunun karşı savaş başlatmış ve buna karşı NATO’nun bir sınav olduğunu, tarihi bir sınav olduğunu, temüdahalesinden sonra Sırplar, Yugoslovya adı kerrür eden bir sınav olduğunu, yine bir sınav altında Kosova’lı Müslümanlara karşı bir etnik te- olduğunu, yeni bir sınav olduğunu unutmayalım. mizlik girişiminde bulunmuş, bu sebeple binlerce Unutmayalım ki umut edelim ve umut edelim ki Müslüman Türkiye’ye göç etmiştir. kazanalım. Ayan beyan anlaşıldığı üzere 1923’ten beri *Sunulan rakamlar, İç İşleri Bakanlığı Göç İdamilyonlarca insan Türkiye’ye göç etmiş ve şükür- resi Genel Müdürlüğü Resmi İnternet Sitesinde ler olsun ki bizden önce vatanımızda yaşayan- yayınlanan istatistiklere dayanmaktadır.
Eylül-Ekim’15 • 67
Karantina
Karantina
Hangi mülteci makbul? Akif EMRE- YeniŞafak- 12 Eylül 2015
B
atılılılaşma tarihimiz, bir yönüyle Avrupa’ya sığınma tarihidir... Tanzimat’tan beri batılılaşma maceramızın serencamını belirleyen kuşak hem Batı’dan beslendi hem de başı sıkıştığında Batı’ya sığındı. Bu nedenle Batı’yla ilişkimizi, aşk-nefret ilişkisine döndüren, aydınların bizzat kendi hayat maceraları ve Avrupa’yla kurdukları çelişik ilişkilerdir. Avrupa bir yanda Osmanlı’dan başlayarak batılılaşmaya icbar ederken bir yandan da müdahil olabileceği insan unsurunu devşirmekten geri kalmadı. İlk bakışta fikir özgürlüğü, insan hakları savunuculuğu gerekçesiyle mağdurlara, muhalif-
68 • Eylül-Ekim’15
lere kucak açarken diğer tarafta Avrupa’nın her ülkesinin kendine göre bir sığınmacı politikası izlediği gerçektir. Batı’nın bu ikili tavrı batıcı aydınlarda zaman zaman travma etkisi de yapmıştır. İlk başlarda Ermeni saldırılarının arkasında güçlü bir Fransız desteği ortaya çıktığında Şeyh-ül Muharririn Burhan Felek’in Türk aydınlarına sığınmacı olarak kucak açan bu ülkeye yönelik duyduğu hayal kırıklığı yazısı hafızamda canlıdır. Şu bir gerçek ki, Batı Avrupa ülkeleri artık göçmen ülkeleri haline gelmiştir. Bunu, ihtiyaç duyduğu kas gücünden dolayı çoğunluk eski sömürgelerinden getirttiği göçmenler oluşturur.
Sayıca bu kadar olmasa da ülkelerinde baskı gören, iç savaşlardan kaçan, siyasi suçluların da sığınak yeridir. Asıl büyük göç dalgalarını, genellikle bölgesel savaşlardan, katliamlardan, siyasi kaos ortamından kaçıp Batı’ya iltica eden kitleler oluşturur. Bu siyasi mülteciler, aydınlar, örgüt mensupları canlı bir siyasi ve entelektüel hareketlilik oluştururlar. Belli sınırlar içinde, belli muhalif hareketlerin üssü işlevi görür Avrupa; en azından bunların düşünsel etkinlikleri propaganda savaşlarına yataklık eder. Bugünlerde Batı’nın neden yeterince Suriyeli, Iraklı mülteciyi almadığı, Türkiye’ye neden yardımcı olmadığı yönünde yükselen bir eleştiri dalgası mevcut. Batı’yı ikiyüzlülükle suçlayan bu eleştirinin eksik tarafı,İslam dünyasının bu konudaki yetersizliği, belki de duyarsızlığı konusudur. Hatta bu Müslüman mültecilerin neden İslam ülkelerini değil de Batı’yı tercih ettikleri itirazı da yer yer dillendiriliyor. Bunda haklılık payı yok değil. Zaten İslam dünyasının mevcut durumu aynı zamanda göçlerin de gerekçesidir. Irak’ı, Afganistan’ı harabeye çeviren Amerikalı ve Batılı güçler doğrudan bu göç olayının müsebbibi olduğu gibi göçmenleri kendi başlarına terk etmeleri de iki yüzlülüktür. Adeta ezberlenen bu görüş büyük ölçüde haklı ve bugün de geçerliliğini koruyor. Asıl sorun, Batı’nın her taraftan mülteci kabul ederken neden bazı bölgeleri görmezden geldiği yahut bazı siyasi, etnik kesimleri özellikle tercih ediyor oluşudur. Sanayileşmiş ülkeler mülteci kotalarını doldururken seçimi neye göre yapıyorlar? Tümüyle insancıl nedenlerle, hangi coğrafyada ağıt sesi daha yüksek çıkıyorsa onları tercih ettikleri düzeyinde bir algı, küresel travmanın emperyal politikalarını açıklamakta yetersiz kalır. Özellikle Avrupalı ülkeler için mülteci, her şeyden önce ucuz iş gücüdür. Avrupalının artık terk ettiği ucuz ve kas gücüne dayalı alanlarda çalıştırılacak elemandır. Beyaz Avrupalının tüketim gücünü koruyan, yani konforunun devamını sağlayan altyapıyı oluşturur. Avrupalılar için hayatın pratik gerçekleri bu olsa da bir de idealize edilen değerler kapsamında meşrulaştırılan, Avrupalının kendi değerlerinin bir tür kanıtlanması duygusunu sağlayan/ veren mülteci politikası işler. İdealize edilen Avrupa değerlerinin parıltısı altında gözleri kamaşan Doğulu aydınların gör-
mek istemediği göçmen stratejisi burada devreye girer. İlkin eski sömürgelerindeki despotik yapılarla kurduğu resmi ilişkiyle denetimi sürdürülen muhaliflere de kucak açar. İçten içe mevcut statükonun alternatif güçlerini destekler, muhtemel değişimin alt yapısını tek tek örer, denetim altına alır. Her devletin jeostratejik öncelikleri ve ilgilerine göre bazı bölgeler önem kazanır. Mesela, İtalya Libya ile kolonyal ilişkilerini bir şekilde sürdürmek istiyorsa Libya’daki her tür muhalefetle, siyasi oluşumlarla ilgilenir. Almanya için Türkiye’deki gelişmeler ve özellikle Kürt meselesi stratejik önemi haizdir. Fransa için de benzer ilgiler sözkonusudur. Hangi bölgeden ne kadar mülteci kabul edileceği o ülkenin ekonomik, stratejik önceliği ile doğrudan ilişkilidir. Amerika’nın Birinci Körfez Savaşı sonunda Kuzey Irak’tan beş bin Kürt’ü uçaklarla alıp götürmesinde olduğu gibi, gerektiğinde mültecilere yerinde hizmet bile verilir. Daha sonra eğitilmiş elit kadro olarak gerektiğinde sahaya gönderilir. Siyasi mülteciler her zaman bir yanı rehin alınmış garpzedelik halidir. Bir tarafı hep eksik, tutsaktır. Gerektiği zamanda, gerektiği kadar ve gereken alanda onlara özgürlük tanınır. Despot Arap yönetimlerinden Avrupa’ya sığınan, belli alanda faaliyet yapmalarına izin verilen İhvan gibi mutedil grupların bir anda siyasal düşman haline gelmeleri stratejik kartların yeniden düzenlenmesi ile ilgilidir. Özellikle Avrupalılar göçmen politikalarında da kendi aralarında rekabet halindedirler. Bir bölgeden alınacak kitlesel mülteci sayısı, zamanlaması ile siyasi ve stratejik hesaplarından bağımsız değildir. Müdahil olamayacağı, nüfuz alanın dışında kalan bir bölgeden alınacak mültecilerin sayı ve niteliği sembolik olacaktır. Benzer durum doğal afetlerdeki yardım politikaları için de geçerlidir. Yapılan tüm insani yardımları sadece yardım olarak gören miyopların Batılı ülkelerdeki eleştirel literatürü, akademik çalışmaları, muhalif sesleri dinlemelerinde fayda var. Eylül-Ekim’15 • 69
Atölye
Atölye
A D N I R A L K A K O S D E M A E N N A M U D L U VUR Zehra YURDAN
7
Ekim 2014 tarihi zihinlere kanla işlendi. Selahattin Demirtaş Suriye Kürdistanı’nda bulunan Kobane’deki İşid saldırılarını ve iktidarının olaylara tutumunu protesto etmek bahanesiyle halkı sokağa çağırmıştı. 6-8 Ekim Kürdistan’da yaşananlar sonrasında, bir süre kulakları sağır eden bir suskunluk yaşanmıştı. Vahşet günler sonra Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın görmesiyle basında yer buldu. Vahşetin haber yapılmasına sevinecek hale geldik! Zira, Kürdistan’ı İstanbul’dan okumak bir hayli zordur. Senelerdir süregelen olaylar yansıtılmak istendiği kadar, istenilen şekilde a kt arıl ı r.
70 • Eylül-Ekim’15
Birçok olay haber dahi yapılmaz. Özel bir çaba içerisine girmek gerekir olanlardan yalın haliyle haberdar olmak için. Bölgedeki akrabalarımızdan, dostlarımızdan aldığımız haberlerle, yansıtılanlar çoğu zaman birbirini tutmaz. “Ümmetin yetimleri Kürtler” tanımlamasıyla küçük yaşta, ilk defa bir kitap kapağında karşılaşan ben, zamanla pratikte de tanışıyordum bu tanımla. Malum medyayı es geçerek, camianın medya kuruluşlarında, sosyal medya hesaplarında bu vahşetin geniş bir şekilde yer alması şaşırtmıştı . Mustazaflar Cemiyeti mensupları sistematik bir şekilde hedef alınıyor, evleri ,dernekleri kundaklanıyor, can kayıpları oluyor, cemaate olan me-
safeli tutumdan dolayı olaylar görmezden geliniyor, sahip çıkılmıyordu. Bu sefer de Yasin Börü’yü simge haline getirip, sosyal medya hesaplarından paylaşıp, bu konuda da vicdanları rahatlatmanın huzuruyla kaldığımız yerden devam etmeyi seçiyorduk. 16 yaşındaydı Yasin. Acının en fiyakalısını paylaşmanın prim yaptığı sosyal medya hesaplarımıza en uygun, onun ismi olmuştu. Bu işi de böylece halledip, fazlasıyla layk almıştık… Peki ama Yasin’i cici çocuk yaparken, mensubu olduğu cemaati, davasını görmezden gelmek, küfretmek, nasıl bir ruh halidir! Bir cemaate olan kinimiz bizi adaletten alıkoymuştu. Bir cemaate olan kinimiz bizi dilsiz şeytan yapmıştı. Kimdi bu yiğitler, ne yaparlardı, neden defalarca bıçaklandılar, ne hayaller kurarlardı? Bizler evlerimizde kavurmalarımızı yerken, annelerini, eşlerini, ciğer pare yavrularını, evde bırakıp ne için çalışıyorlardı? Bu soruları akıllarına dahi getirmeyenler, Yasin’in kullanıldığını yazdılar. Zulmü görenler ise yaftalandı, hakaretlere uğradı. Vahşeti anlatmaya çalıştığımızda kimileri “Berkin “ dedi. Acıyı yarıştırma ustalığıyla duymadılar bizleri. Kimileri, “geçmişleri karanlık, oh olsun!”dedi. İnsaf! İnsaf! İnsaf, unutulan bir kavram olduğundan beri, şaşırmak müstahak bizlere.. Başa dönecek olursak; neler olmuştu, havasını dahi solumadığımız fakat ahkam kesmeyi iyi bildiğimiz coğrafyada! Aylar öncesinden, sistematik bir şekilde halk arasında, “İşidciler Amed’de” söylemleri yayılıyor. Hdp yetkileleri yaptıkları açıklamalarda İşid’e yakınlığıyla bilinen 400’ e yakın STK’ nın Amed’de olduğundan dem vuruyordu. İşid yalanı üzerinden olaylar sonrası hem haklı olacaklar, hem de siyasi sahaya adım atan Mustazaflar cemiyetinden karalamalarla kurtulacaklardı. Yasin’in annesine “oğlunuz İşidci miydi” sorusunu yönelten gazetecilerin olduğu bir dünyada anlaşılmaya çalışmak, bey-
hude olacak fakat hakka şahitliğimizin kayda geçmesi adınadır bu çabamız. Cemaatin İşid tarafından kafir ilan edildiği, Hüda Par Genel başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu’nun İşid’den beri olduklarını ifade etmesi eşliğinde savunma haline geçmek, ne kadar da ilginç. Bir insanın bir topluluğa üye olması vahşice katledilmesini meşrulaştırır mı? 6 Ekimde başlayıp 7 Ekim’de de devam eden olaylarda, sokağa çıktıklarında, önceden belirlenen evleri, dernekleri, iş yerlerini hedef alanlar yine işbaşındaydı. Kobane’den gelen insanlarında aralarında bulunduğu mankurtlaşmış topluluğu, hedef belirledikleri noktalara yönlendiriyorlardı. Olay akşamı Köy Der basılmış yakılmaya çalışılmış içeride bulunan 2 çocuk babası Turan Yavaş Hoca, Şehid edilmişti. Şehid Turan Yavaş, İslami faaliyetler yoluna ömrünü adamış bu yolda medrese-i yusufiye’ye düşmüş 2 çocuk babası, 40 yaşında bir müslümandı. Köy Der kuşatıldığında Amed o gün taif olmuştu. İşid’le savaştığına inandırılan insanlar, sakallı insanlara saldırıyor, balkonlarda telaşla eşlerini ,evlatlarını bekleyen hanımlara küfür yağdırıyordu. Yardıma gitmek isteyen müslümanların başına balkonlardan sıcak sular dökülüyor, evlerden ne bulunursa üzerlerine atılıyordu. Köy Der Üyesi 16 yaşındaki Yasin Börü,19 yaşındaki Hüseyin Dakak, 26 yaşındaki Riyad Güneş, 25 yaşındaki Hasan Gökgöz ve 18 yaşında ki Yusuf Er bayram günlerini kesimhanede geçirmiş, ardından yoksulların da tenceresine et girsin diye yola koyulmuşlardı. Bu sırada vahşi bir grupla karşılaşıp bir binaya sığındılar. Şeyh Said kıyamının çıkış sebeplerinden biri, kendilerine sığınan iki genci teslim etmemelerine dayanır. Olmadı o gün... Evin sahipleri sözlerinden döndüler. Anahtar, zamanın Yezidlerine atıldı. Üst katın balkonundan eve girildi ve vahşet başladı. Her yer Kobane olacak söylemiyle yola çıkan kalabalık Kobane’ye çevirdi Amed’i... Budist çetelerin saldırısına uğrayan müslümanların halinden farksızdı yaşananlar. Defalarca bıçaklanıp balEylül-Ekim’15 • 71
Atölye kondan atıldılar. Yasin’in üstünden arabayla geçen kadına, balkonlardan zılgıt çeken kadınlar alkış tutuyordu. Bir diğer kadının, annenin ise ciğeri yandı o gün. Annesi ayağındaki benle teşhis edebilmişti yavrusunu. Yasin Börü 11. sınıf öğrencisi Hüda Par gönüllüsüydü. Okuldan arta kalan zamanlarında fırında babasıyla çalışırdı. Köy Der ve İlim Der’de ders halkalarına devam ederdi. Yasin o gün babasından harçlık istemiş “bugün fırında çalış yevmiyeni al” cevabını almıştı. Yasin kurban eti dağıtma sırasının kendinde olduğunu söyleyip yollara düşmüştü... Annesi Yasin’ini anlatırken “sürekli harçlığını Suriyeli mültecilere yardım için verir, beni de teşfik ederdi” dedi. Hüseyin Dakak , pasta malzemesi satan babasının yanında çalışıyordu. Silahla vurulan Hüseyin’i 22 yerinden bıçakladılar. Annesi Hüseyin’i anlatırken “her pazar mahallenin çocuklarına şeker dağıtır sürekli Bakara Suresi’ni dinlerdi” derken boğazı düğüm düğüm olmuştu. Riyad Güneş esnaftı. 7 yaşında babası vefat eden şehid, 2 çocuk babasıydı. Annesi şehidini anlatırken “babası öldükten sonra hep çalıştı, bana sahip çıktı” dedi. Vurulduktan sonra 3. katın balkonundan aşağı atıldı. Hasan Gökgöz esnaftı. Şehadetinden sonra bir oğlu daha dünyaya geldi. Yavrusunu anlatması istenen annesinin: “Son gün, oğlum bize de et getirecek misin” dedim. “Anne fakir fukara çoktur. Sıra size gelirse getiririm. Yetişmezse hakkını helal et” demişti notu kalbimize kazındı. Babası oğlunun K o b a n e ’d e n , Ş e n g a l ’d e n , Suriye’den gelenlere yardım ettiğini vurguladı. Aynı gün bayram ziyareti için 72 • Eylül-Ekim’15
Atölye Urfa’dan Amede gelen 29 yaşında ki Cumali Güneş hastahaneye taşınan yaralı müslümanlara yardım ederken hastahaneye açılan ateş sonucu şehadet şerbetini içti. İstatistiki bilgilere boğulduğumuz şu günlerde hayatlara dokunmak, az da olsa haberdar olmak lehimize güzel bir adım olur inşaalah. Şehidlerin defnedilişini canlı yayınla izlemiştim. Mezarlıkta yapılan konuşmada bizlere şöyle sesleniliyordu “ Burdan Türkiye’deki bütün müslümanlara sesleniyorum. Eğer bu bölgede yapılan olayları, zulmü, bu alçaklığı, vahşeti görmezseniz, vallahi kıyamet gününde elimiz yakanızdadır ve Allah’a verecek cevabınız olmayacaktır” Bölgede devletin olmadığı günlerden bir gün daha yaşanmıştı. Buna hiç de yabancı değildi mazlum müslümanlar. Sığındıkları evden polisi arayan gençler “gelemeyiz can güvenliğimiz yok başınızın çaresine bakın “ cevabı almışlardı. O günlerde Emniyet’e, Jandarma’ya giden yüzlerce aramanın çoğu böyle cevaplanıyor çoğu telefonlara cevap verilmiyordu. Devlet askerini polisini çok iyi korumuştu. Yerde gökte havar sesleri yankılandı, kimseler duymadı. Adeta teslim edilmişlerdi. Esnaf ve öğrenci olan bu gençlerin maddi durumları iyi değildi. Paylaşmanın hikmetine ermiş olan gençler yardım topluyor insanları hayra teşfik ediyor öğrenci olanlar harçlıklarından, çalışanlar eve götürecekleri rızıklarından paylaşıyordu. Zamanlarını Allah yoluna adayan yiğitler şahid olarak geçirdikleri ömürleriyle şehadet şerbetini içtiler. Arkalarında yiğit anneler, eşler ve babalarını, abilerini başkalarından dinleyecek olan çocuklar, kardeşler bıraktılar. Aileleri, “kurban verdik Rabbim, kabul buyur. Şüphesiz ki emanet vermiştin,
emanetini geri aldın” diyerek bizlere ne güzel dersler veriyorlar. Bizlere de düşen onları kucaklamak. Kurban bayram’ında Amed’de başlatılan “Yasin Börü’nün ulaştıramadığı Kurbanları siz ulaştırın “kampanyası kapsamında iyi işler oldu. İnsanlar Türkiye’nin dört bir tarafından topladıkları kurbanları dağıtmaya Amede gitti. Türkiyenin bazı illerinde de kampanyaya destek verildi. Hakka ışık tutan insanlara selam olsun! Son olarak; o tarihlerde yaşanan onlarca olaya rağmen, medyanın ilgisini çeken Yasin börü ve 4 arkadaşlarının başına gelen olay dışında yaşanan hiç bir olay, can kaybı hakkında dava açılmadığını, küçük bir adım dahi atılmadığını not edelim. Yasin Börü davası avukatlarından Murat Sadak, açılan davayı şöyle özletliyor: “Nihayet, soruşturma başlatıldı. 3 Aralık 2014 ve devam eden günlerde bir takım operasyonlar düzenlendi. Bu operasyonlar sonrasında 30’dan fazla kişi tutuklandı. Soruşturma aşamasının sonunda savcılık 10.03.2015 tarihinde iddianame düzenledi ve iddianame Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinde kabul edildi. İddianamede 34 sanık görülmekte olup bunların 27 tanesi tutuklu, 6 tanesi hakkında tutuklanmak amacıyla yakalama emri çıkarılmış, 1 sanık da tutuksuz yargılanmakta. Ayrıca yaşı küçük olanlar hakkında ayrı bir iddianame düzenlendi. Bu iddianamede ise 6 çocuk vardı. Sanıklara “canavarca hisle veya eziyet çektirerek öldürme, Devletin birliğini ve Ülke bütünlüğünü bozma, terör örgütü propagandası yapmak” suçları yöneltilmekte. İddianamede organizeli, planlı ve örgütlü olan bu olay salt bu sanıklara yüklenerek, bazıları aklanıyor, bazı olaylar da örtbas ediliyordu. İddianamede bir terör örgütü yoktu. İnsanlığa karşı suça ilişkin bir değerlendirme yoktu. Azmettirenlere karşı tek bir cümle yoktu. Olayın sebebiyetine dair hiçbir veri ve değerlendirme yoktu.
Emniyetin sorumluluğu örtbas edilmişti. Emniyetin asayişi sağlamasından övgüyle bahsediliyordu. O gün hiç bir güvenlik zafiyeti yaşanmamıştı sanki. Dava Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesinde düştü. Suça sürüklenen çocuklar hakkında dava ise Çocuk Ağır Ceza Mahkemesine gitti. Daha sonra her iki dosya da güvenlik gerekçesiyle Ankara’ya alındı.Çocukların dosyası Ankara 1. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesine diğerlerin dosyası ise Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesine gitti. Ankara 1. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi müştekilere ve vekillere duruşma günü tebliğ yapma gereksinimi duymadan, yangından mal kaçırırcasına 02.09.2015 tarihinde yapmış olduğu duruşmada bütün çocukların tahliyesine karar verdi. Ayrıca, dosyanın Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen dosya ile birleşmesine karar verdi. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi bu birleştirme talebini kabul etmedi ve olumsuz görev uyuşmazlığından dolayı dosyayı Yargıtay’a gönderdi. Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi 06.07.2015 tarihinde yapmış olduğu tensiple savunması dahi alınmadan dört tane sanığın tahliyesine diğer 22 sanığın tutukluluk hallerinin devamına karar verdi. Duruşma günü de 5 Ekim 2015 olarak verildi. “ 5 Ekim de Ankarada gerçekleşecek olan duruşmaya, bir çok hukukçu ve sivil toplum kuruluşu katılacaklarına dair basın açıklmasında bulundu. “Musa’nın yanında yer almak yetmiyor, aynı zamanda Firavun’a karşı durmak da gerekiyor “ diyerek bizleri bu davaya sahip çıkmaya, takip etmeye davet ediyorlar. Rabbim, zulme sessiz kalmayanlardan, hakkı teslim edenlerden olabilmeyi nasip etsin. Eylül-Ekim’15 • 73
Etkinlik
Etkinlik
Hanımlar Üniversite Yaş Grubu
GENÇ ÖNCÜLER GÜZ DÖNEMİ SEMİNERLERİ
Güz Seminerleri
Saliha CAN ÜSTÜN /İhya-u Ulüm’id-din
İmam Gazali’nin Eserinden Kalp, Nefis, İbadet, Dilin Afetleri, İlim Vb. Konular 10.00 -10.50
3 Ekim cumartesi günü saat 10.30’da Araştırma ve Kültür Vakfı Konferans Salonunda hanım kardeşlerimizle bir araya gelip yeni döneme başlıyoruz. Samimi bir kahvaltıyla programımıza başlayacağız inşaallah. Abit YAŞAROĞLU /İslam Tarihi Ardından yılın ilk dersi Uzm.Psg. Saliha Can Üstün ile olacak. Raşid Halifeler Dönemi ;Şura Meclisi ,Fetihler ,İhtilaflar,Hz. Ömer ,Hz.Osman ve yaş grubu tüm Hz . Ali’nin Şehadetleri , Ortaya Çıkan Fırkalar ,Emevi DevletininÜniversite Doğuşu hanım kardeşlerimizi aramızda görmek bizleri çok memnun edecektir. 11.00 - 11.50 Allah’a emanet olunuz.
Bu yılki ders başlıklarımız; • Saliha Can Üstün /İhya-u Ulüm’id-din Şeyma Nur EKREN TAN /İslami İlimlere İmam Gazali’nin Eserinden kalp, Nefs, Giriş İbadet, Dilin Afetleri, İlim vb.konular Cumartesi 10.00-10.50 arası İslami İlimlerin Tarihi Gelişim Süreci, Usulün Önemi, Tefsir Usulü, Hadis Usulü ve Fıkıh Usulüne Dair Kavramlar
• Abit Yaşaroğlu /İslam Tarihi Raşid Halifeler Dönemi, Şura Meclisi, Fetihler, İhtilaflar, Hz. Ömer, Hz. Osman, 12.00 - 12.50 Hz.Ali’nin şehadetleri, Ortaya çıkan fırkalar, Emevi Devletinin doğuşu Cumartesi 11.00-11.50 arası
Hamza Hürel Yetimler Okulu’nun Hikayesi Müfit AYDIN İHH’nın Suriye’nin Atme çadır bölgesinde kurmuş olduğu konteynır okulunun işletme sorumluluğunu bir STK olarak FİKSAD’a teklif etmiş olması bizi heyecanlandırmıştı. Bölgeye yaptığımız ziyaret bize tam bir hüzün kaynağı olmuştu. Çünkü her türlü mahrumiyetin diz boyu olduğu, insanların gelecekleri ile ilgili büyük bir kaygı taşıdığını bizzat görmüştük. Fakat Antakya’da Dünya Şehit Çocukları Vakfının açmış olduğu Suriye şehitlerinin çocuklarının eğitim gördüğü kampı görünce umutlarımız tekrar yeşerdi. Çünkü vakıf yöneticileri okulun her türlü işiyle kendilerinin ilgilenmesinin yanı sıra hedeflerini gayet net koymuşlardı; “Suriye’nin geleceğinde bizimde sözümüz var. Ya Suriye cennet olacak, ya biz cennetlik olacağız.” Bu hedef bizimde ufkumuzu açtı. Neden bunun bir benzerini Reyhan’lı da inşa etmeyelim dedik.
Bu niyetle yola çıkınca Allah cc. Yolumuzu açtı. İHH’nın henüz yeni kurmuş olduğu anaokulunun işletmesine talip olduk. Okulun ismini Hamza Hürel yetimler okulu olarak değiştirdik. Yeni konteynırlar ekleyerek eğitim öğretime başladık. FİKSAD olarak artık bizimde şehit çocuklarının eğitim gördüğü bir okulumuz vardı. Burada duramazdık elbette ve bizde çıtamızı yükselttik. Şehit ailelerinin barınacağı aynı zamanda eğitim faaliyetlerininde yapılacağı bir yerleşim yeri kurmaya karar verdik. 28 dönümlük araziyi 10 yıllığına kiraladık. Eğer hedeflerimizi gerçekleştirebilirsek içinde ilkokul, ortaokul, lise ve evlerin bulunduğu geniş bir kampus kuracağız inşallah. Gayret bizden yardım yüce Allah’tandır.
• Şeymanur Ekren Tan /İslami İlimlere Giriş 3 Ekim Cumartesi ‘da gerçekleşecek olan açılış kahvaltımızda kayıtlar Hadis alınacaktır. İslami* İlimlerin Tarihi 10.30 Gelişim Süreci, Usulün Önemi, Tefsir Usulü, Usulü ve Fıkıh Usulüne Dair Kavramlar * Dersler üniversite yaş grubuna yöneliktir. Cumartesi 12.00-12.50
0554 671 51 56
74 • Eylül-Ekim’15
Eylül-Ekim’15 • 75
Etkinlik
Etkinlik
LAAAAAAPSEKÄ°! M
erhaba genç! Biz bu yaz tatilde yine Çanakkale - Lapseki yolunu arĹ&#x;ÄąnladÄąk. Yepisyeni etkinlikler, dopdolu dersler, lezzetli yemekler ve eÄ&#x;lence saatleri derken iki dĂśnemlik kampÄąmÄąz nihayete erdi. Tabi ki bu kadar kÄąsa bir giriĹ&#x;le bitirmeyeceÄ&#x;im kampÄą anlatmayÄą. Zira size bu yazÄąyÄą yazmaya baĹ&#x;larken bile içimden ‘yaz tatiline daha çok var deÄ&#x;il mi?’ diye iç geçirmiyor deÄ&#x;ilim. KampÄąmÄązÄą ortaokul – lise 1, 2 ve lise 3, 4 – Ăźniversite yaĹ&#x; grubu olarak iki dĂśnemde gerçekleĹ&#x;tirdik. Ä°lk dĂśnem kampÄąmÄązÄą 15 – 21 eylĂźl tarihlerinde gerçekleĹ&#x;tirdik. Son ßç gĂźnĂź ramazana denk geldiÄ&#x;inden bizim için çok bereketliydi ve gĂźzel bir tecrĂźbe oldu. Havuza her zamanki gibi gĂźndĂźz deÄ&#x;il de gece gireceklerini duyan
76 • Eylßl-Ekim’15
kardeĹ&#x;lerimiz bu fikri bayaÄ&#x;Äą bir sevdiler. J gĂźnlerimizi bereketli kÄąlmak adÄąna namazlarÄąmÄązÄą cemaatle kÄąldÄąk ve ilk teravihlerimize burada baĹ&#x;ladÄąk. KampÄąn ilk gĂźnĂź ilan ettiÄ&#x;imiz Rahman suresi ezber yarÄąĹ&#x;mamÄąz son gĂźnkĂź kapanÄąĹ&#x; programÄąnda hediyelerle taçlandÄąrÄąldÄą. Buradan ilk ßçß ve dereceye giren 20 kardeĹ&#x;imi tekrar tebrik ediyorum. Ä°simlerini yazmak isterdim lakin, daha baĹ&#x;ka Ĺ&#x;eyler de anlatmam için sayfaya sahip çĹkmam gerek. Sonra eylĂźl ayÄą geldi. Ä°stanbul’un bunaltÄącÄą havasÄąndan kaçmanÄąn ve gĂźzel dostluklar kurmanÄąn tam zamanÄąydÄą. 1 eylĂźlde kardeĹ&#x;lerimizle birlikte tekrar Çanakkale yollarÄąnÄą arĹ&#x;ÄąnladÄąk. KampÄąn Ĺ&#x;Ăźphesiz en bereketli zamanlarÄąndan biri geçlerin kendilerini anlatma fÄąrsatÄą bulduÄ&#x;u çalÄąĹ&#x;tay saatiydi. GĂźn içerisinde
her evin kendi arasÄąnda istiĹ&#x;are ederek hazÄąrlandÄąÄ&#x;Äą ‘gençlerle iletiĹ&#x;im nasÄąl olmalĹ’ konulu çalÄąĹ&#x;tay, yedi gĂźzel kardeĹ&#x;imizin sunumuyla gerçekleĹ&#x;ti. ÇalÄąĹ&#x;tay sonunda ablalara gelen ‘bu sonuçlarÄą anne – babalarÄąmÄąza da yazÄąlÄą bir Ĺ&#x;ekilde vereceÄ&#x;iz deÄ&#x;il mi?’ sorusunu kaç kiĹ&#x;inin sorduÄ&#x;unu inanÄąn hatÄąrlamÄąyorum. ;) AkĹ&#x;amlarÄą gerçekleĹ&#x;en sunum saatlerinde Senanur YaĹ&#x;aroÄ&#x;lu ve Rabia kardeĹ&#x;imiz gerçekleĹ&#x;tirdikleri Beyt’ul Makdis ziyaretini, tarihini, Yahudi iĹ&#x;galini ve tecrĂźbelerini, Fatmanur Ă–zdemir kardeĹ&#x;imiz de ĂœrdĂźn ziyaretini, yaĹ&#x;adÄąklarÄąnÄą ve tarihini anlattÄą. Malezya’da eÄ&#x;itim gĂśrmĂźĹ&#x; ve belli bir dĂśnem orada yaĹ&#x;amÄąĹ&#x; olan SĂźmeyye GĂźven ablamÄązÄąn Malezya sunumu çok keyifliydi. Ĺžeyma Dokak kardeĹ&#x;imiz adÄąnÄąn yanlÄąĹ&#x; sĂśylenmesinden muzdarip olduÄ&#x;u podoloji bĂślĂźmĂź hakkÄąnda ve ayak bakÄąmÄąnda dikkat etmemiz gereken unsurlarÄą bahsetti. Esmanur YakupoÄ&#x;lu kardeĹ&#x;imiz çocuklarÄąn çizdiÄ&#x;i resimlerle aslÄąnda neler anlatmak istediklerini ve bu resimlerin aslÄąnda bilinçaltlarÄąnÄąn bir yansÄąmasÄą olduÄ&#x;undan bahsetti. Selin GĂźmĂźĹ&#x; kardeĹ&#x;imiz iĹ&#x;aret dilini, mĂźslĂźmanlar olarak iĹ&#x;itme engelli kardeĹ&#x;lerimizde uzak oluĹ&#x;umuzun aslÄąnda ne kadar vahim bir durum olduÄ&#x;undan bahsetti. E tabi ki birkaç kelime de ĂśÄ&#x;renmedik deÄ&#x;il.
Ä°Ĺ&#x;lenen derslerin ne kadar bereketli olduÄ&#x;unu da anlatayÄąm isterim. Zira konu baĹ&#x;lÄąklarÄąmÄąz ve içerikleri her sene olduÄ&#x;u gibi bu sene de harikaydÄą! Sosyal anlamdaki fikir yorgunluklarÄąmÄąz ve buhranlarÄąmÄązdan kurtulduÄ&#x;umuz derslerde manevi anlamdaki birikimlerimize birikimler ekledik. AnlatÄącÄą ablalarÄąmÄązÄąn ĂźsluplarÄą zihin dĂźnyamÄązda farklÄą kapÄąlar açtÄą. Onlara da teĹ&#x;ekkĂźrĂź bir borç bilirim. YĂźreklerine ve emeklerine saÄ&#x;lÄąk. Aaaa! Az kalsÄąn Ĺ&#x;iir gecemizi unutuyordum! Sunucumuz Zeynep KÄąrbaĹ&#x;oÄ&#x;lu ve Derya Demirel kardeĹ&#x;ime Ĺ&#x;ĂźkranlarmÄą sunarÄąm efendim. Bize unutulmaz bir Ĺ&#x;iir gecesi yaĹ&#x;attÄąlar. YazdÄąklarÄą Ĺ&#x;iirlerle geceyi daha da gĂźzel kÄąlan kardeĹ&#x;lerimiz de çokça saÄ&#x; olsunlar. ;) AslÄąnda yazmayÄą istediÄ&#x;im çok Ĺ&#x;ey var lakin gĂźnlĂźk gibi olmasÄąn. Burada bitireyim. đ&#x;˜Š Bereketli iki kamp dĂśnemi geçirmemize yardÄąmcÄą olan Rabbimize hamdolsun. Fikirleriyle kamp Ăśncesinde, yardÄąmlarÄąyla kamp alanÄąnda kendilerini esirgemeyen kardeĹ&#x;lerimizden de Rabbimiz razÄą olsun. O’nun yolunda, O’nun rÄązasÄą için attÄąÄ&#x;ÄąmÄąz hiçbir adÄąmÄąn zayi olmadÄąÄ&#x;ÄąnÄą bildiÄ&#x;imiz nice kamplarda gĂśrĂźĹ&#x;mek Ăźzere. EylĂźl-Ekim’15 • 77
Etkinlik
Etkinlik
Üniversiteli Genç Öncüler Lapseki’de Buluştu
Genç Öncüler Liseli Erkekler Lapseki’de Buluştu!
E
ylül 6-13 tarihli bir Genç Öncüler lise kampını daha geride bırakmış bulunmaktayız. Kamp deyince içinizin kıpır kıpır olduğunu hisseder gibiyim. Çünkü hazırlıklara başlarken, yaptığımız onlarca kampa rağmen ilk günkü şevk ve heyecanı hissettik. 50 kişilik bir grupla bismillah deyip Çanakkale Lapseki yollarına düştük. Tanışık olmadığımız arkadaşlarla aynı odaları paylaşıp hem yeni dostlukların köprüsünü attık hem de paylaşmayı ve fedakârlığı tecrübe ettik. Yaş gruplarını gözeterek oluşturduğumuz ders halkalarında Rabbimizi tanımaya, ilahi buyruğunu bir nebze olsun anlamaya ve şeytana karşı “Rabbimiz Allah’tır!” diyebilmenin nasıl mümkün olduğunu idrak etmeye cehd ettik. Derslerin ya-
78 • Eylül-Ekim’15
nında akıl oyunlarıyla zihnimizi açtık, masa tenisi, futbol ve basketbol turnuvalarıyla hem eğlendik hem yarıştık. Havuzda hem yüzdük hem çimdik, e tabii kimi bulduysak boğduk. (Boğduk derken, genelde boğulan ben oldum. :/ ) Elbette bir kampın olmazsa olmazı kamp ateşidir. Deniz kenarında güneş yerini Lapseki’nin yedi kandilli süreyyasına bırakırken ateşi odunlarla buluşturduk, marşlar söyledik, oyunlar oynadık. Akşam namazını da kamp ateşinin yanında eda ettik. Kampın son günü öyle kahvaltı esnasında yağmura yakalandık. Fırtına desek daha yerinde de olabilir. Yalnız bu durumdan şikâyetçi olan var mıdır diye sorsak sanırım büyük harflerle HAYIR deriz. Velhasıl, şimdi dönüp aramızda baktığımızda tefekkürle ve keyifle geçmiş günleri yad ettiğimizi görüyoruz. Allah’tan duamız odur ki, nefes alıp verdiğimiz müddetçe, yaşımız kaç olursa olsun, bu ortamlardan bizi geri bırakmasın. Seneye de kamp maceramızı aynı heyecanla paylaşabilme duasıyla…
G
enç Öncüler 2015 üniversite kampını geçti-
yaret ettik. İstanbul’dan kaçmak isteyip de gide-
ğimiz Eylül ayı ile birlikte geride bırakmış bu-
cek yer arayan dostlara, hele bir de közde pişmiş
lunmaktayız. Şimdi kampı hatırlarken şükran ve
sade Türk kahvesi seven dostlara Çanakkale’yi
özlem ifade eden kelimeler de birbirini takip ediyor.
şiddetle tavsiye ettiğimi de belirtmeden yazıma
Lapseki’de kamp alanına varır varmaz başlayan
son vermek istemedim. Gidin, tadını çıkarın. Ya
ders hazırlıkları aklımıza geldi evvela. İlk derse
da şöyle yapalım: Seneye beraber gidelim, bera-
hazırlanma sürecini Cevdet Said’in ‘Ademoğlu-
ber tadını çıkaralım…
nun İlk Mezhebi’ adlı kitabıyla gerçekleştirdik. Kitabı okuyup Şemsettin Özdemir Hoca’mız ile tahlilini gerçekleştirdik. Bu tahlil, hem kitabın mesajı üzerine derinlemesine bir düşünceye hem de müellifin tavrını anlamaya vesile oldu. Öyle ki İstanbul’a döndüğümüz zaman kitabın tahliline daha derin bir şekilde eğileceğiz diyerek sözleştik. Kampın diğer günlerinde yine Şemsettin Özdemir Hocamızın öncülüğünde adalet ve özgürlük kavramlarını konuştuk. Derslerden arda kalan zamanlarda yeşilin ve temiz havanın tadını çıkardık. Sahilde yürüyüş yaptık, Suluca’yı gezdik. Son gün Çanakkale’yi ziEylül-Ekim’15 • 79
Etkinlik
SALINCAK ÇOCUK KULÜBÜ YAZ OKULU
GENÇ ÖNCÜLER GÜZ DÖNEMİ SEMİNERLERİ
Saliha CAN ÜSTÜN /İhya-u Ulüm’id-din İmam Gazali’nin Eserinden Kalp, Nefis, İbadet, Dilin Afetleri, İlim Vb. Konular 10.00 -10.50
Abit YAŞAROĞLU /İslam Tarihi
S
alıncak Çocuk Kulübü’nün düzenlemiş olduğu Yaz Okulu’nu bu sene de ardımızda bıraktık.22 Haziranda başlayan eğitim süreci 14 Ağustostaki kapanış programı ile sona erdi. ilköğretim ve ortaöğretim yaş grubundaki kız kardeşlerimizle yaz tatilini daha verimli geçirmek adına haftaiçi her gün biraraya geldik. Kur’an-ı Kerim,ilmihal,siyer,peygamberler hayatı ve sahabeler hayatı gibi dersleri işlerken yaptığımız farklı etkinliklerle eğlenceli dakikalar geçirdik. Cemaatle kıldığımız öğlen namazının ardından kardeşlerimizi evlerine uğurladık. Yaptığımız el işi faaliyetleri ile öğrencilerin el
becerilerini geliştirmelerine yardımcı olmaya çalıştık.Ezberlediğimiz ezgilerle ve izlediğimiz çizgi filmlerle islami değerlerimizi hem görsel hem de duyusal olarak sindirmeye gayret ettik. Oyun hamuru saatinde oynayacağımız hamurları kendimiz yoğurarak oyun hamuru yapımını öğrenmiş olduk. Ortaokullu kardeşlerimizle kısa filmler ve toplumsal deneyler izleyip karikatür analizi yaztık. Duamız ‘’Sizin en hayırlınız Kur’an-ı öğrenen ve öğreteninizdir.’’ Hadis-i Şerifine nail olabilmek. Gayret bizden tevfik Allah’tan.
Raşid Halifeler Dönemi ;Şura Meclisi ,Fetihler ,İhtilaflar,Hz. Ömer ,Hz.Osman ve Hz . Ali’nin Şehadetleri , Ortaya Çıkan Fırkalar ,Emevi Devletinin Doğuşu 11.00 - 11.50
Şeyma Nur EKREN TAN /İslami İlimlere Giriş İslami İlimlerin Tarihi Gelişim Süreci, Usulün Önemi, Tefsir Usulü, Hadis Usulü ve Fıkıh Usulüne Dair Kavramlar 12.00 - 12.50
* 3 Ekim Cumartesi 10.30 ‘da gerçekleşecek olan açılış kahvaltımızda kayıtlar alınacaktır. * Dersler üniversite yaş grubuna yöneliktir.
80 • Eylül-Ekim’15
0554 671 51 56
bilirim, bilirim ölümler hep sana kalır hep yorgun akan anne kucaklarını esirgenmiş düşleri yazacaksın başka kardeşlerini de unutma yuvası yağmalanmış olanları ellerinden katıksız ekmeği alınmış olanları sonra kurşun yemişleri bir gün elin kalem tutunca yazacaksın değil mi? yaz ki alınları ihanet secdeleri altına, kıbleleri kadına, dolara endeksli beyler utanır be çocuk bir gün utanır elbet ey yüzünü ay ışığı çizmiş çocuk gönül bağladım sana sen ki kör, sağır, dilsiz olma hainlikler karşısında Bünyamin Doğruer