Ă–YK girdap zack unthatow
asimetrik kişilik bozukluğu 1: bir seks hikâyesi
“yaşadığımız yalanlar üzerine verilmiş akıllı kararlar” - 2pac
1. bir akşam, her akşam olduğu gibi, evden amaçsızca çıkıp, rastgele bir bara girdim.. içerisi kalabalık değildi, saymaya çalıştım ama her seferinde baştan başlamak zorunda kaldığım için bir son verdim bu işkenceye ve bir içki istedim.. içkimi yudumlarken dans edenleri izliyordum ve bir anlam veremiyordum bu hazırlığa, ‘benimle sevişir misin’ diye sormak kestirme bir yol gibi gelmişti bana her zaman, evet ya da hayırdan başka bir cevap alamazdınız nasıl olsa ve eğer hayır ise cevap, bu, dans seansı sonrası da hayır olacaktı.. uğraşmaya değmezdi..
herkesin bir ailesi vardı ve de bu nedenle gittikçe boşalıyordu bar, özgürlük ise seni merak edecek birinin olmayışıydı.. 2 saat sonunda, eski işime geri döndüm ve bu kez karıştırmadan ulaştım sona; tam 12 kişi kalmıştık.. öykünün başından beri barda tek başına oturan kadının yanına gittim ve “konuşmak ister misin?” dedim.. "ne hakkında" dedi "size gitmek hakkında" dedim.. "olabilir ama biraz daha içmeme izin vereceksin öyle değil mi?" dedi.. "neden izin istiyorsun ki?" dedim "bu görünmez bir zincirdir" dedi "izin istemek mi?" "elbette" "ben senin zincirini tutmak istemiyorum" dedim ona "yanlış anladın" dedi, "izin isteyen tutar zinciri, senden izin isteyerek şirin gözüküyorum ama aslında yaptığım şey, senin de benden izin istemeni sağlamak" "ne konuda izin isteyecekmişim ki senden?"
içki geldi ve daha sonra, yani çok sonra demek istiyorum, bardan çıkmaya hazırdık, ancak bir sorunumuz vardı, o da, bu hatunun benim öpücüklerime karşılık veremeyecek kadar sarhoş oluşuydu ve bir ayyaşla sevişmek ile bir ölü ile sevişmek arasında hiç bir fark yoktu.. onu belinden kavradım ve ayağa kaldırdım, garson bizi gördü ve yanımıza yanaştı, hatun, "beni bu arkadaş götürecek bugün” dedi, “size gerek yok.."
dışarı çıktık, "arabam var" dedi, "kullanmayı biliyor musun?". "denerim" diye cevap kullanabilirdim sanırım..
verdim. ben çok
fazla içmemiştim ve
araba
"şu karşıda, kırmızı renkli olanı, anahtarlar çantamda" hatun arabaya dayandı ve bende çantasını kurcalamaya başladım, anahtarları buldum, kapıyı açtım, onu bindirdim ve bende direksiyona geçerek arabayı çalıştırmayı denedim.. "kanyak" dedi, "çevir hadi, hiç mi film izlemedin sen?" arabadan çıktım ve biraz ilerdeki büfeden bir kanyak aldım, tekrar arabaya bindim ve, şişeyi ona uzattım.. "teşekkür ederim" dedi, "kanyakı çevir hadi" "önce onu bitir" dedim, "bu gece bu kadar yeter hem" "izin istemiyorum ki senden" dedi "hem kanyak da istemiyorum.. şu lanet şeyi işte, çevirmen gerek onu, öyle çalışıyor diye hatırlıyorum, orada bak" eli ile torpido gözünü işaret ediyordu, belki de kontak anahtarını çevirmemi istiyordu, hiç bir şey anlayamıyordum.. "sigara yok" dedi "bende de" "e al o zaman" "param bitti" dedim, "o elindeki şişe son paramı emdi.." "çantamda var" dedi.. çantasını açtım.. parayı aldım, arabadan çıkarak tekrar büfeye gittim.. sigara aldım ve döndüm.. tekrar arabaya bindim.. sızmıştı.. onu arabadan indirip arka koltuğa yatırdım.. ön koltuğa geçerek bir süre daha arabayı çalıştırmayı denedim.. olmuyordu.. ve ben hiç bir şey için çok fazla uğraşmak gerektiğine inanmıyordum, olmuyorsa olmuyordur, zorlamanın anlamı yoktur.. ön tarafa da ben yattım ve böylece mutsuz bir çift olduk bir süre için.. mutsuz çiftler ayrı yatarlar.. aynen anneniz ve babanız gibi.. siz olmasaydınız çoktan boşanırlardı, siz onların hayatını mahvediyorsunuz!
sabah oldu, uyandırdı beni, "kalkar mısın, işe gitmeliyim, naptığını sanıyorsun sen söyler misin?" "uyuyordum sadece" "iyi, arka koltukta daha rahat uyuyabilirsin, hadi çabuk, geç kalıcam".
arka koltuğa geçtim ve uyumayı sürdürdüm.. uyandığımda, 4 kapısı da kitli bir arabanın içinde esir kalmıştım.. ön koltuğa geçerek radyoyu açmak istedim, radyo yoktu, torpido gözünü kurcaladım, bomboştu, etrafa bakındım, loş bir
ortamdı, sanırım bir garajdaydım.. bekledim, bekledim, bekledim, bu süre içinde kaç kez mastürbasyon yaptığımı hatırlamıyorum ama son bi kaç kez zirvede iken bi gram bile akmadım.. vanayı sonuna kadar açarsınız ama bi gram bile akmaz, sular kesiktir, bunun gibi bişi.. akşama doğru, sanırım akşama doğru, çünkü loş ortam biraz daha kararmıştı, uyumak için tekrar arka koltuğa geçtim ve bu yorgunluğun üzerine iyi bir uyku çektim kendime.. uyandığımda sokak lambalarını gördüm ilk olarak ve kafamı kaldırıp camdan dışarı bakınca da, aracın, dün gittiğim barın önünde park edildiğinin farkına vardım.. kapılar kitli değildi, çıktım ve bara girdim.. dünkü hatun aynı masada oturmuş içiyordu, "merhaba" deyip masaya oturdum.. "günaydın" dedi, "kendine bi içki iste, hemen gelicem". kalktı ve bardan dışarı çıktı.. 2 dakika sonra içerdeydi..
"nereye gittin?" dedim "arabanın yanına.. kapıları kilitledim" "beni onun içinde unutma bir daha" "sende koltuklarımdan çocuk edinmeye çalışma.. koltuk bu, hamile kalarak çoğalmıyor, fabrikası var onların.. ama sen bilirsin, ben bir sonuç elde edemeyeceğini bilmeni istedim sadece.. yoksa önemli değil koltuklara yaptığın.. koltuk bu, tuvalet olarak bile kullanılabilir, anlamaz o bunu, hissetmez", "çok içiyorsun.. ve ben araba kullanmasını bilmiyorum” “önemi yok bunun” “benim için var” “o zaman defol” “ne?” “sana şu ana kadar herhangi kötü bir şey söyledim mi? senden şikâyet ettim mi? hayır! sana kontak diyorum, sen kanyak alıyorsun, arabayı çalıştıramıyorsun, bu yüzden evden yürüyerek 1 dakikada ulaşabileceğim bir işe, senin yüzünden geç kalıyorum, üstelik gece boyu iki büklüm yattığım için her yerim ağrıyor ve ben ağzımı bile açmıyorum, seni anlayamıyorum, gerçekten anlayamıyorum”
donmuştum.. tek bir harf dahi çıkartsaydım, büyünün bozulacağını biliyordum, susup gözlerine bakmayı sürdürdüm.. sonunda olmuştu işte, onu bulmuştum, ve bırakmayacaktım..
“özür dilerim” dedi.. “haklısın ama” “olabilir, gene de özür dilerim” “çok içiyorsun”
“hı hı” “bugünlük, sadece bugün az iç, söz, yarın araba kullanmasını öğrenicem” “yarın sabah anahtarları bırakırım sana, içkime karışma”
tekrar arabaya kadar taşıdım onu.. ve tekrar denedim arabayı çalıştırmayı, o sızdı, arka koltuğa taşıdım, ona bir not yazıp ön koltuğa yattım.. uyandığımda, onun sabah işe giderken beni uyandırmaya çalıştığını hayal meyal hatırlıyordum, “hadi kalk, işe gidicem ben” “tamam kalkıcam” “hadi ama” “ya tamam dedik ya sana” diye bağırdım.. sonrasını hatırlamıyorum, sanırım bi daha seslenmedi.. direksiyona bir bant ile yapıştırılmıştı sabah yazdığım not; “anahtarı bırakmayı unutma”. kâğıdı söktüm ve arkasını çevirdim, o da bana bir not yazmıştı; “arka koltuğa kahvaltılık bir şeyler bıraktım, anahtar için üzgünüm”.
anahtar yoktu ve kapılar kitliydi.. ama camlardan çıkabilirdim, ama bu kez de garajdan çıkamazdım.. bekledim.. bekledim.. bekledim.. koltuk itiraz etmiyordu hiç bir pozisyona.. ve tekrar sızdım.. ve tekrar uyandım.. barın önünde park edilmişti araç, indim, bara gidip yanına oturdum, o kalktı ve arabanın kapısını kilitlemek için çıktı, tekrar geldi, oturdu ve bir içki istedi..
“anahtarı neden bırakmadın?” dedim.. “kaçmanı istemedim” “kaçmak?” “hı hı.. garajdan eve giden bir merdiven var, ve, yani yaşadığım yeri görünce falan, ya da benden bıktıysan, bu gece içmiyorum bak, eve gidicez birazdan, ben kullanıcam”. içkiyi benim için istediğini anladım ve gidelim o halde dedim, bende içmek istemiyorum.. çıktık.. arabaya bindik.. ve bana nasıl çalıştırıldığını gösterdi..
bir evin önünde durdu, arabadan indi, garajın kapısını açtı, arabayı soktu, daha sonrada içerdeki merdivenden evine çıktık..
2. ertesi gün, sabah uyandım.. çok değişik bir cümleydi bu benim için, ‘sabah uyandım’, alışıldık bir şey değildi, sabahları genelde uyurdum, uyanırsam da, bi fantezi kurar, sonra gene dalardım uykuya, akşamdan kalma olduğum zamanlarda işkenceydi sabahlar, ama değiyordu buna.. ancak hala, kusarken her
şeyi çıkartamamıştım içimden, mutlaka bir şeyler kalıyordu içerlerde, yerleşip büyüyorlar ve akraba çıkıyorlardı ondan öncekilerle.. “bir düşünce diğerine bağlanır ve derken kapı çalar”, kimin dizeleriydi bu? yoksa şu an mı uydurmuştum, evet bu daha mantıklıydı galiba, dizeler mantıksızdı oysa.
dün gece için bir sansür uygulamamıştım.. olan herhangi bir şey yoktu yani.. sadece içki içme mekânı değişmişti, hepsi bu.. sonrada sızılıp kalınılmıştı.. ve zaten evde olunulduğu için de bir problem yaratmamıştı sarhoş olmak.. uyandım ve uyumaya çalıştım tekrar.. saat yediydi.. sabahın yedisi.. yanımda yatıyordu lita ve memnundu halinden.. en azından öyle görünüyordu rüya görürken uyanmaya çalışıyor gibi bir hali yoktu.. ama uyanmalıydı mutlaka.. uyanmak zorundaydı.. omzuna dokundum.. sarstım biraz.. tepki yoktu.. biraz daha dürttüm.. bir değişiklik olmadı.. şiddeti arttırdım.. hala uyuyordu.. ve benim başımdaki ağrı onu taklit etmemi engelliyordu.. uyuyamıyordum.. ama gene de bunu denedim.. olmuyordu.. sıkışmıştım.. bunu hissedebiliyordum.. bunu çok sık hissederdim.. uyanırsınız ve kusarsınız.. başınız ağrıyordur, aynada kendinize şöyle bir göz atıp, dün geceden kalma bir değişiklik olmadığını fark edince, tekrar yatağa dönersiniz.. ama uyuyamazsınız.. yatıp beklemek dışında yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur... biraz daha dürttüm.. bir değişiklik olmadı, başka bir yöntem denedim uyandırmak için, bir inilti sesi işittim.. doğru yoldaydım.. aynı bölgeyi biraz daha kurcaladım.. biraz daha.. ve uyandırmayı başardım onu.. konuşmasına fırsat vermeden, hey hey bi saniye, aklıma bişi geldi, sanırım 17 yaşındaydım, ya da onun gibi bişi, gece arkadaşlarda kalacaktım, eve telefon ettim ve izni kopardım, ama gece arkadaşımla kavga ettik, ve, sanırım saat 2 gibi onlardan çıkarak eve doğru yol aldım, otobüs yoktu o saatte, yürüyerek gidebilmek dışında başka bir alternatif yoktu, ya da beklemek, günün ilk otobüsünü, neyse ben yürümeyi seçtim ve kemeraltından geçmem gerekiyordu, geçiyordum da, bir polis çıktı karşıma, karakolun yakınındaydım, amca burdan basmaneye nasıl gidebilirim dedim, konu değişmişti, kimlik sormak yerine yolu tarif etmeye girişti ve ardından zamanımıza hızlı bir dönüş ile, “başım ağrıyor, hap var mı” dedim lita’ya.. “uyanmıyordun, amacım taciz etmek değildi”. esnedi ve kalktı ayağa, yatak odası ile mutfak aynı odadaydı, ve birde içki odası vardı evde, o bu ismi vermişti odaya; “burası yeme odası ve burası içme odası, burası boşaltım odası, ve burası da, aaa, burası da, hmm, burası böyle boş işte” bomboş bir oda vardı, her şeyiyle boş, duvarları bile renksiz, bomboş, hiç anı yok.. boşaltım odası tuvaletti ve yeme odası ise yatak odası ile mutfağın senteziydi.. içme odasının farkı neydi derseniz, bir bar gibi inşa edildiğini söyleyebilirim size, 5 adet masa, masalarda oturan heykeller, heykel barmen, heykel… her şey heykel.. ve o odada içtikten sonra hareket etmemeye özen gösteriyordunuz, sadece dikkat çekmemek için, heykeller hareket etmiyordu, ani bir hareket, kafalarını size döndürmelerine neden olabilirdi belki de.. kim bilir.. ben bir heykel değildim, bilemezdim bunu.. hap ve su, bir baş ağrısı hapı, içtim, “büyük olasılıkla işe yaramayacak ama” dedi.. “neden” dedim, “uyku ilaçları baş ağrısını geçirmiyorlar sanırım, ama hissetmezsin en azından, elimizdeki tek alternatif buydu”. oldukça zekiydi.. tekrar uyudu.. ve uyandırıldığımda (uyandırmak için benim tarzımı denemişti) saat öğleni geçiyordu, ya da zaman.. her neyse işte, “bugün tatil” dedi, “gün benim günüm, satmak zorunda olmadığım bir gün bugün..”
dolaptan bir bira aldım ve birayı elimden alarak dolaba koydu o, “yemek yiyelim” dedi, “karşıdaki kafede, oraya içkili gidemiyorum, içkili olduğum zaman almıyorlar beni, ve yumurta sevmem, hayatta en nefret ettiğim şey yumurtadır, ne yazık ki pişirmeyi becerebildiğim tek şeyde o”. kafeye gittik, güzel bir kafeydi, “ne yiyeceksin lita?” “2 patates, birerde çay”. benim yerime karar vermesinin nedeni neydi ki? “ben yumurta istiyorum” dedim, “ve de ayran”. garson gitti ve geldiğinde elinde iki tabak kızarmış patates ve iki bardak çay vardı, “bu ne” dedim, “ben yumurta istedim, ve de ayran”. garson kız - doğruyu söylemek gerekirse, ki çoğu zaman gerekmez, lita’nın ruhunu o garsona sokmak ve daha sonra o bedene kendimi sokmak hoş olurdu, fantezi işte, klişe ve fantastik, neyse, garson kız mavi renk kalem ile süslenmiş olan göz kapaklarını yumarak lita’ya döndü, lita’ya başımı çevirdiğimde garson arkasını dönmüş ve yan masa ile ilgilenmeye başlamıştı.. lita’nın ona nasıl bir hareket çekmiş olabileceğini düşünmeye başladım ve sokağı izlemeyi sürdürdüm bir süre.. sessizlik.. ortamdaki gerilimi size yansıtamıyor olabilirim belki de, ama bunu söyleyip hayal gücünüze güvenebilirim; ortam gerginleşmişti.. “neden yemiyorsun?” “bekliyorum” dedim “neyi?” “yumurta ve ayranı” “gelmeyecek” dedi, “ama ben yumurta ve ayran istedim” “bende getirmemesini… ” “ne sikim iş bu” dedim, “ye” dedi, “hepsi bu, ye ve gidelim” “yemeyeceğim” “o halde defol”. haklıydı, izin isteyerek görünmez bir zincir ediniyordunuz.. patatesi yedim ve oradan çıktık, açtım, protestomu tam anlamıyla gerçekleştirememiştim, sadece çayı içmemeyi başarabildim, üstelikte içine şeker atıp karıştırarak.. yürüyorduk, temas oluyordu bazen, omuzların değmesi gibi, yan yana yürüyen iki insan nereye gitmesi gerektiğini bilmiyorsa, virajlarda çarpışabilirler, gayet doğal bu, neden sorun ediyorsun ki? “bunu bilerek yapıyorsun” dedim.. “yumurta sevmem, söylemiştim sana, öyle değil mi?” “ama ben yiyecektim sen değil” “orada yumurta yenmiyor, mekân arkadaşımın, garson arkadaşım”
“mekân sahibi garson mu?” “elinden gelen tek iş bu, para biriktirdi, mekânı açtı ve garsonluk yapmaya başladı, boş durup gelen kârın bir kısmını alıp geri kalanları orada çalışanlara vermeyi içine sindiremedi” “çok garip arkadaşların var” dedim “pekte garip gelmiyorlar bana..” “ama öyleler..” “seni bırakmamı istediğin bir yer var mı?” “benden sıkıldın mı”? “elbette, şimdilik, herkes sıkılabilir zaman zaman”. bir sonraki virajda farklı yerlere döndük.. bilinçsizce, öyle aniden döndük işte.. ve yolumuza devam ettik.. yürüyordum.. ve kendi kendime söyleniyordum, kimse göründüğü gibi değildir, görünen gerçeğin arkasındaki gerçeği görmek gerekir, bunun için arada sırada kahvaltı ederken yumurtayı tavana fırlatıp yere düşmesini bekleyebilirsiniz.. 2-3 sokak sonra karşıma çıktı, sanırım köşede beni bekliyordu, “özür dilerim” dedi, “deliyim, bunu kabul et” “sorun değil” dedim, “herkes zaman zaman delirir”. tekrar yürümeye devam ettik, bu kez nereye gitmemiz gerektiğini biliyorduk, içeri girdik ve 15:15 seansının yeni başladığını gördük, bilet aldık, yerimiz gösterildi ve oturduk.. izledik.. bitti, çıktık, akşam olmuştu ve hava kararmak üzereydi… onun evine doğru yürümeye başladık ve bu sırada yağmur başladı, gittikçe hızlanıyordu, adımlarımız gibi.. tanrıyla yarışıyor gibiydik.. kapının önünde durduk..
3. “içeri gel hadi, hasta olacaksın, aptallık etme”. yolun karşısına baktım, içerisi boştu ve güzel görünüyordu, denemeye değerdi, “hayır” dedim lita’ya, “akşam o bara gelirim”. yolun karşısına geçerek içeriye girdim, sabah oturduğumuz masaya oturdum, garson kız geldi, “merhaba” “oturmaz mısın?”. garson kızı, ya da mekânın sahibini, masama davet ettim, teklifimi geri çevirmedi.. kimse yoktu içerde, sanırım kapatmak üzereydi o da.. “arkadaşın..” dedim, 3-5 saniye duraksadım ve devam ettim, “sorunu ne?” “sorunu yok” dedi.. “var” dedim, “hiç dikkatini çekmedi mi bu senin?” “insanları neden sağlıklı ve hasta olarak sınıflandırıyorsun” dedi, “standardize olmak boktandır, farklı işte, hepsi bu, farklı, anlamıyor musun” kafenin camları indi.. bir sopa tarafından sert bir darbe.. sıçradım ve ayağa kalkarak geri çekildim, garson kız sakin sakin oturuyordu masada, mutlaka görmüş olmalıydı lita’nın elinde sopayla evden çıkıp üzerimize doğru koştuğunu..
“sorun değil lita” dedi, “geçti..” “hı hı” dedi lita, dudakları bile titriyordu ve soğuktan olmadığını anlamak güç değildi, daha sonra gözler, yaşlar, boşalmak, ve yere oturdu.. bende gidip yanına oturdum..
“özür dilerim” dedi, “yapmamam gereken bir şey yaptım sanırım” “çok sık özür diliyorsun” dedim.. “bunun için de özür dilerim” dedi.. “çok sık özür dilediğim için falan işte yani..” eve çıktım bu kez, garson kız gelmedi, evine gitmesi gerekiyordu.. öyle söyledi.. yalnız bırakmak istediği belliydi.. yalnız kalmak isteyen kimdi? böylesi bir deliyle.. ölümü göze alıp ayakkabılarımı çıkardım ve geçtim içeri.. heykellerinin birini masadan kaldırıp oturdum, “ne içersiniz Beyefendi?” dedi, gülüyordu, deliydi – muhtemelen.. “siz ne tavsiye edersiniz” dedim, neyse lafı uzatmayacağım, yataktaydık gene, ve bir şey olamayacak kadar sarhoştuk, o istiyordu ama bir şey olmayı, ben bir şey olmayı istemeyi bırakalı yıllar olmuştu, sırt üstü yatıyordu o ve ben ise yan yatıyordum, yüzüm ona dönüktü, oda bana döndü, elini aletime attı, “uyumuyorum” dedim, “uyandırmaya çalışmıyorum” dedi, “yapma”, “yapıcam”. elini tuttum ve vücudumun yarısını onun üzerine attım onu sırt üstü çevirerek, ellerini de yukarı kaldırmıştım, tecavüz etmenin zıttını yapıyordum, elini aşağı indirmeye çalışıyordu ama buna izin vermiyordum ve böylece bir süre mücadele ettik, yüzü ile yüzüm arasında mesafe yoktu, hatta dudaklarımız birbirine temas ediyordu.. ama öpüşmüyorduk, bu daha çok, sürtmeydi, istem dışı bir şekilde, belli belirsiz bir temas, o an amacımız bu değildi çünkü ve ellerini aşağıya indiremiyordu.. çok güçlü biri değildi lita, en azından bana göre, ve neden bunu yapmasına izin vermediğime gelince, yarın sabah o sopanın benim kafama inmeyeceğinden emin olmalıydım.. “ben sarhoştum beni kullandın” dırdırına katlanamazdım doğrusu, daha önceleri birçok sarhoşla yattım, hatta çoğu ile ilk seferimizde sarhoştuk, ama bu başkaydı, korkutucuydu lita.. yaptığı heykeller gibiydi.. belirsiz bir rotada ilerliyor gibiydi.. ve bu galiba kaos demekti.. dudaklarımı ısırdı, çok zekiydi, ve teslim oldum.. üzerime çıktı.. bana giymem için verdiği eşofmanı çıkardı altımdan, içine aldı beni, rahat ve soğuktu, kısa zamanda ısındı ve patladı.. üzerime yığıldı.. uzun sürmemişti, amacı buydu, ben sızmadan içine getirtmek beni.. lanet olsun dedim, duymadı, ya da duymak istemedi..
4. sabah uyandığımızda, bu konuda hiç bir şey konuşmadık.. işe gitmeyeceğini söyledi bana, ve daha sonra evinin karşısındaki kafede garson olduğunu öğrendim.. yaşadığım yere gittik bu kez de, görmek istemişti.. gördü.. beğendi.. özellikle, her köşede bir kâğıt parçası ve her kâğıt parçasında birkaç cümle bulmak hoşuna gitmişti.. “demek yazarsın” dedi, “herkes yazar” dedim.. “yayınlıyor musun?”
“yayınlamak için yazmıyorum” “neden yazıyorsun?” “senin dekorun gibi bişi bu da..” “anlıyorum, bana taşın” “böylesi iyi”. eğildi ve yerdeki yastıkları toplamaya başladı, “telefonun var mı”, telefonu gördü, ahizeyi kulağına dayadı, “lita, bırak lütfen”. numarayı çevirdi, “alo”, bana döndü, “adresini söyle” ahizeye döndü, “hemen gelir misin?”. kimdi çağırdığı? zor olacaktı, evet zor.. ama oldu.. onun evinin boş odasına sığmıştı eşyalarım..
5. pardon, anlatmayı unutmuşum, tam evden çıkarken telefon çaldı, arayan henry’ydi.. muhtemelen.. beni sık sık arardı zaten.. henüz 18 yaşındaydı o zamanlar.. lita açtı telefonu.. “alo?”. ve bana uzattı, “bir kadın arıyor”. kadın mı? ben kadınlara telefon numaramı vermem ki.. “alo, kiminle görüşüyorum acaba?” “alo” “..” “tanıdın mı beni?” “tanımaz mıyım.. naber?”, beni yılda bir kez arayan, yılda bir kez de mektup yazan eski sevgilimdi telefondaki, hala istiyordum onu ama geçen yıl evlenmişti.. belki de bir bebeği olduğunu söylemek için aramıştı.. yo hayır bu olamazdı nedeni.. o beni sadece canı sıkılınca arıyordu.. “iyiyim. sen napıyorsun” “hiçbir şey” “telefonu açan kimdi?” “aa..ooo.. şey.. telefonda anlatılamayacak bir şey bu” “neden ki? şekil çizerek mi anlatacaksın?” al sana bir deli daha.. “şu an onun evine taşınıyorum” “sevgilin mi?” “bu konuda ne düşündüğümü anlattığımı sanıyordum” “düşünceler değişebilir” “her şey değişebilir, evet, ama bu başka bişi”
“karın? evlendin mi yoksa?”, telefonun ahizesinden girdi ruhum ve diğer taraftan çıkıp gördü yüzünü, dudağını bükmüştü o bunu sorarken.. evin önünde bir anadolun aniden fren yaptığını gördüm camdan, ev birinci kattı, lita kaş göz hareketi yapıyordu telefon konuşmamı bitirmem için, “bi saniye” dedim telefona, lita’ya, “telefon numaranı ver” dedim, “önemli!”, “beni seviyor musun?” dedi lita, sırıtıyordu, tatlı bir gülümse vardı gözlerinde.. “bi saniye, şu an meşgulüm, sana bir numara vericem, beni oradan 1 saat sonra ara”, dedim telefona.. eşyalarımı lita’ya taşımak bir saatimi alır sanıyordum.. “hay lanet böcek, sırtımdan içeri girdi, çıkar şunu, çıkar, ben hamamböceğinden nefret ederim, çıkar, çıkar, çabuk ol” diye tepinmeye başladım, ahizeyi bırakamıyordum, çünkü karşı taraf, “daha sonra arayamam, anla lütfen, 2 dakika, lütfen” diyordu, belki başka şeylerde diyor olabilirdi ama anlayamıyordum, hamamböceğinden nefret ederim! neyse, böcekten kurtardı beni lita ve adam anadoldan çıkıp kapıya doğru yaklaştı.. kapının zili çaldı.. “hadi, çabuk ol, gidicez” “numarayı ver lita, numara!” “beni seviyor musun?” “lita! numarayı ver”. ona seni seviyorum dememiştim hiç, oysa içine geldiğim sırada bana seni seviyorum demişti o, fısıltı halinde çıkmıştı sesi ve karşılık olarak aynı anda ve aynı desibelde, “lanet olsun” demiştim.. birbirimizi duymazdan gelmiştik o an.. ahizeden ağzımı uzaklaştırdım ve yumuşak bir tonda, “elbette seviyorum lita, yoksa burada işin ne, numarayı ver, o benim kardeşim, anlamıyor musun? görümcen senin o.. gö..rüm..ce” “ensest diye bir şey vardır..” dedi aynı tatlı sırıtışla, “hem böcekler de var burada, onların işi ne? onlardan nefret ediyorum dememiş miydin?”. ve numarayı verdi, gıcık ediyordu insanı bazen, zorluyordu, yoruyordu, ama o böyleydi, değiştiremezdim.. değişmesi gereken bendim.. ve çekim alanına girdiğiniz an kurtulamıyordunuz ondan.. kapı hala çalıyordu, “kapıyı aç lita” “peki hayatım, hemen defoluyorum, rahat konuş”. ve telefona döndüm.. “alo, ya, şimdi konuşamam, neden anlamak istemiyorsun” “bende sonra konuşamam, izmir’e geldim, 3 gündür seni arıyorum ama yoksun, mektup gönderdiğim adrese gittim, evde kimse yoktu, telefona da çıkmıyordun! ya.. görüşmeliyiz.. anla lütfen” lita içeri girdi, “şoför acele etmemizi istiyor” dedi, “ne kadar zaman o kadar para dedim ama işi varmış 1 saat sonra, ‘nakliyatçı değilim ben, çağırdın geldim, ne işin varsa halledelim hemen’ dedi bana”. yalan söylüyordu, kesinlikle yalan söylüyordu, nereye ne cevap vereceğimi şaşırmıştım, telefona döndüm tekrar ve numarayı söyledim.. “param bitti, başka telefon kartı alamam, otelde de kalamam bu gece, başka param yok, asıl sen anlamak istemiyorsun..” dedi telefondaki..
“çabuk ol” dedi lita.. “nerdesin?” dedim telefona, “bir oteldeydim.. attılar beni. şimdi otelin karşısındaki kulübedeyim.. otelin adı.. adııı.. bi saniye, hah gördüm levhayı, maviii..ış..ık.. mavi ışık yazıyor..” derin bir duraksama.. “sana ihtiyacım var..”, lita yastıkları yüklendi ve dışarıya doğru yöneldi.. “tamam, kapatmak zorundayım, aramaya çalış”, lita dışarı çıktığında, “almaya gelicem seni” dedim ve kontur bitti.. “orada bekle!”. duymuş muydu acaba beni? lita’yı bırakamazdım, onu istiyordum, ama diğerini de istiyordum, ve garson kızı da, hepsini istiyordum.. aslında istediğim telefondakiydi, ve lita’nın beni istemesi hoşuma gitmişti, kendimi bi bok sanmama neden oluyordu lita, bunu sonra anlatıcam.. kasetlerimi bir kutuya koydum ve camdan lita’ya uzattım, daha sonra koltuğu yüklendim ve dışarı çıktım, şoför izliyordu sadece, pos bıyıklı, kırk yaşlarında bir herifti, zayıftı – her anlamda.. muhtemelen daha önce düzüşmüştü lita’yla, lita bu herifi nerden tanıyordu? hayır hayır, bunu lita’ya soramazdım, lita’ya ne kadar çok ‘sahiplenmeci’ gibi davranırsam o kadar çok kaptırıyordum ona zincirimi.. kasaya attım koltuğu, ailemden kalmaydı koltuk, bir tek o, ailemden bana bir tek o düştü miras olarak, içeriye döndüm ve müsveddeleri toparladım, ve elbette ufak bir kasetçalar, lita ise kitapları koydu bir kutuya, evde birkaç adet kutu vardı, daha önce buraya taşınırken kullanmıştım onları ve atmamıştım.. evim 2 oda, bir mutfak ve bir tuvaletten oluşuyordu, banyo yoktu, gerekte yoktu, tek başıma yaşıyordum, bazen kadınlar oluyordu evde ama sorun olmuyordu tuvalet, ‘banyon yok mu?”, “bu fanteziyi senin evinde gerçekleştirebiliriz”, neyse neyse, anılara bir son vermeliydi, bu odada ki son parçayı da yüklenerek çıktım, şimdi 2 oda da bomboş kalmıştı.. şoföre “içerde buzdolabı var, başka bir şey kalmadı, bi el atsan”.. dedim, kafasını uzattı pencereden ve “kol”, dedi, “bende bir tane kol var ahbap, lita sandığından güçlüdür hem”. lita sandığından güçlüdür.. lita sandığından güçlüdür.. gebertmeliydim pezevengi.. evet bunu hak ediyordu o.. kim ne derse desin o bunu hak ediyordu, lita çıktı kapıdan, elinde bir şey yoktu, olması da imkânsızdı, ne kadar güçlü olursa olsun buzdolabını tek başına taşıyamazdı, “buzdolabını karşı komşuna sattım, içinde hiç içki yoktu, yemeklerin ise bozuktu, hadi gidelim”, “lanet olsun! lita, neden benim yerime karar veriyorsun” “sen ben yok artık, biz, ikimiz, aynı kişiyiz”. dişlerimi sıkıyordum, gidip o lanet arabanın lanet kasasından eşyalarımı alıp, gerisi geriye evime yüklememek için kendimi zor tutuyordum, neydi beni çeken? siyah küt saçlar mı? bir amcık mı? göğüslerinin, bugüne kadar dokunduklarımın en büyüğü oluşu mu? kalça? hayır, gözler? hayır, dudak, eh belki, yo yo kesinlikle hayır!!! o halde ne? aşk değil, emin olun değil, az önce telefonda konuştuğumuz için düşünürsek, bakın buna evet diyebilirim, onu da istiyordum çünkü, ona aşığım diyebiliyordum hem, lita söz konusu olunca ise karar veremiyordum ne olduğuna, ama çekiyordu işte, farklıydı lita.. hepsi bu.. daha fazlası da vardı, herkes onu istiyordu, gördüğüm herkes âşıkmış gibi bakıyordu lita’ya, lita’ysa bana.. kısa bir etek giyiyor ve bacaklarını sergiliyordu herkese, ve deli ediyordu herkesi, ona kafasını çevirip de bakmayacak erkek yoktu, ama benimdi o, her şeyiyle benim, ve onla olduğum
süre içinde o yanımdayken her arkasını dönüp ona bakan erkekle kavga ediyordum, ve hoşuna gidiyordu bu durum lita’nın ve benim.. gördüğüm herkes lita’ya âşıktı.. lita için kumsaldaki kar tanesiydim ben..
ama onla olmamın asıl nedeni bu da değildi! lita neyse o’ydu, beni çekende buydu, rol kesmiyordu bana, gerçekti o. beni kaybetmemek için rol kesmemişti hiç.. belki de aradığım oydu, bunu daha önce de söylemiştim, onu buldum demiştim, ve bırakmayacaktım.. kesinlikle bırakmayacaktım, o beni bırakmadığı sürece ben onun olacaktım, ama zor olacaktı.. gerçekten zor..
6. bir saat olmuştu.. ve hala çalmamıştı telefon.. acaba yazabilmiş miydi verdiğim numarayı? lita hissedebiliyordu benim telefonun çalmasını beklediğimi, karşımda oturmuş beni kesiyordu, hiç konuşmuyorduk.. arada sırada göz göze geliyorduk sadece.. getirdiğim kasetlerden birini koymuştu teybe.. eski bir rap kırıntısı yükseliyordu odada.. çok eski.. “i'm havin illusions, all this confusion's drivin me mad inside. i'm havin illusions, all this confusion's fuckin me up in my mind”. sevmemişti lita.. alışmaya çalışıyordu.. bir şeytanlık düşünüyordu kesinlikle, bende boş değildim ama.. ne yapıp edip onu alt edecek ve mary’yi eve getirecektim.. telefon kulübesinde mi bekliyordu acaba? otel mavi ışık nerdeydi ki? mary.. evet adı buydu.. böyle diyordum ona.. ayak ayaküstüne atmıştı lita, sallıyordu ayağını, çok hızlı sallıyordu üstelikte “kes şunu” dedim, kesti sallamayı.. söz dinliyordu.. ve söz dinletiyordu bu şekilde.... “gidecek misin?” diye sordu “nereye gidecek miyim?” “o kaltakla görüşmeye” “laflarına dikkat et, sana kardeşim olduğunu söylemiştim” “annende olabilirdi, akrabalık dereceni sormadım ki sana”, sesimi yumuşattım tekrar; “lita,” gözlerini dikti üzerime, gözleri ile duyuyor olabilirdi, “anlaşmaya ne dersin” “evime saç telini bile sokamaz” lanet olsun, çok hızlı algılıyordu her şeyi, ve kestirip atıyordu hemen.. “tamam peki” “pazarlık yok” “tamam dedim ya..” “o ‘tamam peki’nin arkasından ne gelir bilirim ben.. gerçekten kardeşin de sanki”
“elbette öyle”. yalan söylüyorsanız, mümkün olduğunca kurmalısınız! çok dallı bir yalan, mutlaka çürük bir meyve verir..
kısa
cümle
“gidip bakalım şu görümceye.. öncelikle görmeliyim onu, daha karar vermedim” “gidelim o halde?” “nerde?” “otel mavi ışık diye bir yerdeymiş, nerde olduğunu bilmiyorum!” “ben biliyorum!” nerden biliyorsun?
yola çıktık.. ben film izlerken, ‘hemen bitsin’ hissi verirse, kapatırım hemen.. kitap içinde aynı şekilde.. hayatta böyledir benim için ama henüz o his gelmedi.. geldiği gün intihar edicem.. aslında intihar yeni bir başlangıç için kesin bir yöntem değil.. hafıza kaybettirici bir ilacın icat edilmesi gerek hemen, ve birde başka bir geçmişi üzerime inşa edebilecek arkadaşlar edinmeliyim.. canım sıkıldıkça yapmalıyım bunu.. yapmalıyız.. - ve işte bu yüzden, yola çıktık dedikten hemen sonra şunu derim; otele vardık.. yola çıktık.. otele vardık.. anlatım bu, aha, aklıma ne geldi; “benim var, diğer müptelaları sikiyim, anlayış bu, kıskanç polisler, bizim hayatımızı cehenneme çeviriyor”. hell 4 hustler..
yola çıktık.. otele vardık.. akşamüstüydü vakit.. iyi bir oteldi - kötü bir yerdeydi.. otelin karşısında telefon kulübesi vardı, kulübenin yanında da bir bank.. bankta oturuyordu mary.. masum ve sakin bir yüz ifadesi vardı onda.. at çantana, kutuplara götür, gıkını çıkarmaz hesabı.. ama öyle değil işte.. sadece dene.. ve kimin çantaya konulup nereye götürüldüğünü gör.. “dur lita, şurda oturuyor işte”. indik arabadan ve o da ayağa kalktı bizi görünce, sadece tokalaştık ve bu işi çakozlamasına neden oldu mary’nin.. 1 yıldır görüşmüyorduk, normal şartlarda sarılmalı ve öpüşmeliydik.. lita bir kasırgaydı.. hiç konuşmuyordu.. tanıştırılmayı beklemediği açıktı, “mary bu lita, ve bu da kardeşim mary”. mary yüzüme baktı, ve durumdan iyice emin oldu artık… lita aşırı derecede zekiydi, hata yapmıştım, “ve buda kardeşim mary” dememem gerekiyordu, lita zaten biliyordu onun kim olduğunu, ben mary’yi kendi kendisi ile tanıştırıyordum bu sözle, kardeşim olduğunu söylemeye çalışıyordum ona..
“merhaba mary, ‘sen kardeşim mary’sin’ demiş oldun işte, anlamıyorum sanma” diyecekti lita aynı günün gecesi.. uzatmaya da gerek yoktu..
arabaya bindik.. ve eve doğru yol aldık.. evin önünde durduk.. ben lita’yı ikna ettiğimi sanıyorken, “hey, böyle gidiyoruz, bu tarafa” diye bağırdı, evinin karşısındaki kafeyi işaret ederek.. evinin kapısından geri döndüm mary ile ve kafeye girdik.. oturduk.. garson kız geldi, bak bu hiç dikkatimi çekmemişti, gayet pek tabi, evet evet olabilirdi, bu garson kızda da kalabilirdi mary..
7. akşam evdeki barda oturuyorduk lita ile.. loştu ortam.. sarhoş olunca, kendinizi bir barda sanıp dışarı çıkabilirdiniz, heykeller sanat kokuyordu ve böylesi bir sanata kimse değer vermiyordu.. kimse değer vermeyecekti.. hatta sanat olarak bile görülmeyecekti.. ne olarak görüldüğü lita’nın umurunda değildi.. yapmıştı işte.. canı sıkılmış ve yapmıştı.. ama canı sıkılıyordu hala.. “bu iş böyle olmaz” denirdi çoğu zaman, “türkçeyi bozuyorsun, bu iş böyle olmaz”. “yazar, yırtar atar” dönemine geri dönerdiniz sonra.. yazarlığın belli dönemleri vardı, öncelikle işe yazmak ve yırtmak ile başlardınız, bunlar ısınma turlarıydı, yazardınız ve belki hemen belki bir saat belki de bir gün sonra yırtıp atardınız.. ‘iyi yazdım’ duygusu bir süre sonra ‘bok gibi yazmışım’a dönüşürdü.. bu süre zamanla artardı, bir hafta sonra yırtıp atardınız, bir ay sonra yırtıp atardınız, bir yıl, 10 yıl… sonra “yazar, yırtar atar” dönemi sona ererdi ve “yazar, okutur tatmin olmaz” dönemi başlardı.. bu kez de, yazdıklarınızı çevreniz üzerinde denerdiniz.. kobaylar yalancıdır.. “iyi yazıyorsun devam et”, “iyi yazıyorsun sende ne cevherler varmışta haberimiz yokmuş”, “iyi yazıyorsun neden yayınlamıyorsun”.. beğenmezdiniz oysa.. bir kitap okur ve “nasıl yazmış orospu çocuğu” diye iç geçirirdiniz.. “bende yazarım ki”, “bende yazıcam ki”, “benim neyim eksik ki”, sonra ufak birkaç dergide yayınlanırdınız.. bu doğru yolda olduğunuz anlamına gelmekteydi.. bir süre sonra, bir bok sıçar ve devam ederdiniz sıçmaya.. yazarlık böyle bir şeydi.. benim başıma hiçbiri gelmedi.. yanlış yolda olduğumu biliyordum.. ama çıkamıyordum işin içinden bir türlü.. “bir yazar olabilmen çok kitap okumalısın evlat.” okumuyordum.. ya da çok çabuk sıkılıyordum.. bir öykü yazıyorlardı önce kafalarında, daha sonra onbinbeşyüz tane tasvir ile örtüyorlardı üzerini ve iş uzadıkça uzuyordu.. 400 sayfa.. adı da roman.. sokarım öyle işe demiştim..
“sonra ne oldu” dedi lita.. ilk defa anlattığımı dinleyen birini bulmuştum… am peşinde değildim ben, denk gelirse yapıyordum.. ama koşmuyordum peşinden.. kovalamıyordum.. onlarda beni buluyordu.. nasıl olduğunu bilmiyorum, genelde sakin takılırım.. sonra ne oldu? “internete bulaştım“ dedim.. “ve senin heykellerine döndü iş” “anlıyorum” “ve bıraktım.. bir iş bulmalıydım.. ve çalışmalı.. ama yazmak beni bırakmadı” “bırakmaz.. yapışır.. bilirim bu duyguyu.. ve gerçektir işte o zaman..” “yazmak için yaşamak ya da yaşamak için yazmak” “…” “sonra bir iş buldum.. bir fabrikada ve o eve taşındım ailemden ayrılıp.. ve daha sonra işten attılar..” “sana bir iş bulabilirim ben” dedi, “çok kişi tanır beni”. çok kişi tanır beni.. çok kişi tanır beni..
“mary nolucak?” “şimdilik idare edicez ama kardeşin değil o” göz teması ve sessizlik.. “merhaba mary, ‘sen kardeşim mary’sin’ demiş oldun işte, anlamıyorum sanma” gülüyordu, bu kez o pis sırıtış yoktu, ruh vardı gülüşünde.. hastaydı.. “neden bunu yapıyorsun” “çok mu hızlı geldim sana” “gelenin ben olduğumu sanıyordum” “bebekler seni korkutur mu?” “büyümesi için mama almam gerekiyorsa korkutur.. her türlü “gereklilik” beni korkutur” “ben alırım” “başa alalım mı ne dersin?” “baş?” “başa alalım ve orada bırakalım, şimdi eşyaları benim evime götürelim ve senide o bara bırakıp gideyim ben” “mary kalıcak ama, burda benimle” “kaç gün..” “buna ben karar vericem”
8. uyandım.. ve karanlık.. rüyaydı.. peki nereye kadarı? evet, lita yatakta ve mary de, boş odada.. hiç bişi olmamıştı, akşam evdeki barda oturmuyorduk, yazarlıktan laf açılmamıştı, lita mary’yi almamıştı ve her şey olağan süreğenliğinde ilerliyordu.. tekrar uyudum..
9. “garson kız geldi” demiştim, ordan devam ediyorum, evet, pek tabi garson kızda da kalabilirdi mary diye düşünmüştüm hani, yani lita’yı ikna edemezsem eğer, bu da bir ihtimal… üçümüzde birer çay istedik.. lita sigarasını yakarken gözleri üzerimdeydi, mary ise çay bardağının içine bakıyordu.. kötü görünüyordu, onu ilk kez böyle berbat bir halde görüyordum, saçları dağınık.. ve makyajsız.. ve buruşuk giysiler.. ve yırtık pırtık bir ayakkabı.. çorap yok.. bunlara ek olarak bir tek çantası vardı yanında.. her şeyi ardında bırakmıştı.. hatta kendini bile! biliyorum bunun imkânsız olduğunu söyleyeceksiniz ama o gelirken kendisini evde bırakmıştı bu sefer.. ve bana gelmişti.. ilk kez, temelli.. böylesi bir zamanda.. ben böylesi pejmürde iken.. işsiz güçsüz, 5 aylık kira borcu, yarı aç
yarı tok, ölmek üzere… neyse ki lita beni borçtan da kurtarmıştı, buzdolabımı satarken kira borcumu da kapatmış.. ve tüm bunlar ona veda etmemi engelliyordu ki ben de bunu istemiyordum zaten… sadece bekliyordum.. bu iki kadın aralarında anlaşacak ve birlikte yaşamayı öğreneceklerdi, başka çıkar yolu yoktu, ben aradan çekilirdim, bu sorun değildi, nerde olsa yaşardım ben, bir hatun bulur ve yanına sığınırdım belki, yazardım bişiler..
ortak yaralar.. bu birbirinden nefret eden iki hatun ortak yaralara sahipti muhtemelen.. mary’yi iyi tanıyordum, oldukça iyi! şu son bir senede başına gelenler hariç, kocası ile yaşadıkları hariç.. ve lita.. onun gözlerini ilk gördüğüm an perde kalktı aramızdan.. neler yaşadığını ya da kim olduğunu bilmiyorum, ama onun koltuklarına tecavüz ettiğim gün, onun nasıl biri olduğunu anladım, ve ne yapmaya çalıştığını da.. yaralarını görüyordum onun ve -kimler tarafından nasıl oluşturulduğunu bilmesem de- o yaraların neye yol açtığını anlamıştım… bir parça huzur, tek istediği buydu onun da.. heykeller mi? sanırım henüz oraya gelmedik, ama bunu, bazı orospu çocuğu yazarlar gibi, bir merak oluşturup 400 sayfalık saçmalıklarımı okutturabileyim diye gizlemiyorum, her şeyin zamanı var.. zamanı gelince anlayacaksın, bizi sadece tanrı kurtarabilir! bu yüzden devrime inanmam ben.. değişime de! bir yol olarak düşünün bunu, ilerleme, ama yol aynı, gidişat bu, değişim yok, sadece ilerliyoruz, şu an 2004’ü gösteriyor takvim, 2 ay sonra amorti 5 olacak, kime denk gelirse… benim modelimin amortisi 2! bu da bir tür burç işi.. aya göre değil, doğduğun yılın son rakamına bakarak kişiliğin belirleniyor… ve daha sonra nasıl yaşayacağın alnına kazınıyor.. ve tabi kişiliğinde.. ve bu nedenle en çok ettiğim dua nedir lita bilir misin? “tanrım, alışkanlıklarımı değiştirmeme yardım et, bu ben değilim! böyle yetiştirildim!”. ama düşünüyorum da, asıl yalvarmam gereken nüfus memurları sanırım, amortimi değiştirirlerse belki bende değişirim.. hile…
mary gülümsedi, ve lita da.. ortamı yumuşatmak için attığım bu palavra işe yaramıştı..
“o halde” dedi lita, uzun süredir çayı karıştırırken çıkardığı şangur şungur sesini keserek ve kaşığı bardaktan çıkartıp tabağa koyarak, “benim amortim 3, ben ne oluyorum, anlatsana…” “heeey” dedi mary, “benim de üç”. bu kez de ben gülümsedim, “ortak yaralarınız var zaten sizin” diyerek.. hayır, bu kez oyun oynamıyordum, mary’nin yeni hikâyesini dinlediğimiz andan itibaren oyun oymayı kesmiştim, ah evet onu henüz siz dinlemediniz, sadece lita ile ben biliyoruz bunu şimdilik… ama her şeyin zamanı var demiştim, sıra buna geldi;
***
“mary, canım sen arka koltuğa geç, yolda konuşursunuz” dedi lita mary’ye, mary bana son bir yılda başına neler geldiğini anlatmaya çalışırken.. ve otel mavi ışığın önündeki telefon kulübesinden eve doğru hareket ettik, lita’nın evine doğru.. ve ben ön koltuktaydım, ve lita da direksiyonda..
--
“evli miydin sen canım?” dedi lita mary’ye, çünkü az önce onun sözünü kesip arabaya binmesini isterken, mary kocasından bahsediyordu bana.. “hı hı” dedi mary.. “ama.. şey.. artık değilim” “boşandın mı?” dedim ben kafamı gövdemle birlikte arkaya çevirip elimi arka koltuğa atarak.. “devlet nezdinde değil.. ama önemli olan da bu değil..” “ne kadar süredir evliydin peki” dedi lita.. “1 sene” “çocuk falan” “yok hayır, aslında, şey, hmm, şöyle bişi olmuştu” dedi mary zorlanarak, sanırım gözleri dolmuştu ve lita bunu görebiliyordu aynadan… sözünü kesti onun, “siktir et” dedi, “en çok sevdiğin şarkı ney” ve söyledi mary.. ve şanslısın dendi ona.. torpido gözünü açtı bunun sonrasında lita.. ve oradaki tüm kasetler, oraya zorla sıkıştırılmış olan tüm kasetler üzerime döküldü.. ne zaman buraya tıktı bu bunları? beni arabada kitlerken kaset maset yoktu ki, teybi de o esnada fark ettim.. yeni olamazdı, ama şu an bunu konuşmanın zamanı değildi çünkü lita gözünü yoldan ayırmıştı… “yola bak lita” diye bağırdım ona, “yola bak yola!”. ama o sol eli direksiyonda, sağ eli ve gözleri bacaklarımın arasını dolduran kasetlerde, devam ediyordu gitmeye ve aramaya.. aletime değiyordu bazen eli, ama bunu bilerek yapmıyordu, o anda mary’ye “o şey bana ait tatlım” der gibi bir hali yoktu yani, sadece kaseti arıyordu, hepsi bu! ve buldu.. bunun ardından bana kaseti verdi ve “şunu tak, b yüzünü” dedi, taktım ve play’e bastım, “evet, biraz ileri al, bundan sonraki şarkı” ve tekrar gözlerini yola çevirdi. “hala hayattayız”
“hala erkeğiz” dedi mary arka koltuktan.. üçümüzde güldük buna, hüzün dolu bir kahkaha.. aynı kareyi hatırlıyorduk aynı anda; bob’un koca göğüsleri vardı… çünkü testosteron oranı çok yüksekti. testosteron seviyesi yükseltildiğinde, vücut denge kurmak için östrojeni yükseltir.
“onu aldırmamı istedi” dedi mary arka koltuktan.. “çünkü ben çalışıyordum.. bir işte.. ve eğer çocuğu hemen aldırmazsam işten ayrılmam gerekiyordu.. ve işten ayrılırsam benden ayrılacağını söylüyordu..”
“orospu çocuğu” dedi lita, sonra şarkı başladı.. ne şarkısı olduğundan size ne! “sonrasında, yani 4 gün önce, paramız bitti, birçok yere borcumuz vardı ve paramız bitti.. yok hayır, param bitti.. borçları ben ödüyordum ve o aldığı para ile hayatını yaşıyordu.. o gece, beni öldürmek istedi, aslında her zaman öldüresiye dövüyordu beni.. ama elinde bıçak olmuyordu o zamanlar.. bu kez vardı.. ve bir şekilde evden kaçtım, tek alabildiğim şey şu çantaydı.. bana her şeye rağmen, ‘geçmiş geçmiştir” diyebilecek tek kişiye geldim sonrasında.. başka şansım yoktu.. belki bu kötü, yani benim bu huyum, sadece işim düşünce sana sarılıyorum prens” o an da sustu, sesi titredi, pot kırıyordu.. “siktir et” dedi lita gülümseyerek, “ensest mensest, ben sır saklamasını bilirim” durumu iyi idare ediyordu ve ondan böyle bir şey beklemiyordum ben.. mary devam etti.. “özür dilerim böyle yaptığım için ama bu son.. tamam benden ‘özür dilerim bu son’ sözünü onlarca kez duydun ama gerçekten bu kez son.. özür dilerim… her şey için!” bu kez de ben “siktir et” dedim mary’ye, “boş ver özrü”. “sikerim ya..” dedi lita, birden kızdırmıştık onu, “ters şeride girip karşıdan gelen tıra önden girmemi istemiyorsanız bu muhabbeti ben yokken yapın”
bunun sonrasında ise bir süre sessiz kaldık.. şarkı bitince lita bir radyo açtı.. aptal bir kadın konuşup duruyordu, arada sırada da pop masalları çalıyordu… ama 15 dakika konuşuyor, arada bir şarkı çalıp, şarkının yarısında gene konuşmaya başlıyordu.. ne mi anlatıyordu? bilmem… ses işte.. ne olduğunun önemi yok.. araba sesine eşlik eden bir insan sesi.. arabadaki diğer üç kişinin sessizliğini örtmesi için.. otel mavi ışık mary’nin evine biraz uzaktı.. 1 saat kadar… mary’ye dönüp, “neden bu kadar uzakta tuttun oteli? evimi biliyordun zaten..” dedim ve o’nda daha önce onlarca kez gördüğüm o ifadeye büründü birden.. “param yoktu” dedi.. “herifin teki buraya attı beni.. üzerimden geçmek için.. ve bu sabahta, senden sıkıldım dedi bana, beş dakikada bir onun cep telefonundan seni arıyordum kız kardeşimi arıyorum diyerek ve param yoktu işte.. ilk geldiğim gün, mektup attığım adresi bulduğumda akşamdı.. ve gece yarısına kadar gelmedin sen.. birkaç kötü seçenekten en iyisi buydu.. kötü ama diğer kötülerin yanında iyi. seni seviyorum” lita ters şeride kırdı direksiyonu, ve mary hemen susunca tekrar eski şeride çekti arabayı.. ve eve gelene kadar, lita’nın radyoda konuşup duran aptal kadına ve trafikteki diğer araçlara ettiği küfürler dışında kimse sesini çıkarmadı.. ve eve geldik.. önünde durduk.. lita arabayı garaja sokarken ben ve mary evin kapısının önünde bekliyorduk.. ev mi? tek kat, müstakil ve bahçeli.. para, gözle görülüp elle tutulan her şeyi satın alır! bu nedenle ruhunu satmak diye bir şey yoktur! ruh alınır satılır bir şey değildir, sadece hissedilir ve herkeste olmaz.. ve lita garajdan çıkıp işaret çekti bize, ““heey, böyle gidiyoruz, bu tarafa”
***
ve oturduk işte.. garson kız geldi.. buraya kadarı ve bundan sonrasının birazını biliyorsunuz..
“ama ortak yaralar insanı düşmanda kılabilir” dedi mary.. “ben seninle düşman olmam” dedi lita bunun üzerine, “sadece beni yolda gelirken ki gibi delirtme bir daha!” “tuvalet?” “şu karşısı”. ve mary gitti.. “onda beni rahatsız kılan bir şey var” dedi lita. “mary de bana senin için aynısını söyledi” dedim, “boş bırakmaya gelmiyor sizi” dedi, “hemen dedikodumu mu yapıyorsunuz?” “şu an da onun dedikodusu yapılıyor ama” “ee başka ne dedi peki?” “yok bunu gözleriyle belli etti bana, sen garajdayken söylemedi bunu, seni onunla tanıştırırken onun bana bakışlarından ben bunu anladım.. ama bu seni sevmediği anlamına gelmez”. ve hava kararana kadar orada geyik döndürdük.. ama kimse anı anlatmadı orada, ya da kimse kimseyle yakınlaşmadı… lita çok zekiydi, kendine saklıyordu mary’nin hikâyesini.. ve o gece, içmek için bir bara gittik.. garson kızda geldi.. ve henry de.. ve bir de kurtiz geldi.. aah, tamam peki, şakaydı, kurtiz diye biri yok öykümüzde, hem bir yabancı isme daha katlanamazsınız sanırım, ama napabilirim ki? dış mihrakların bok yemesi! ben emir kuluyum.. türk edebiyatına sinsice dalıp kültürünüzü bozmaya çalışan bir amerikan ajanı..
düşünüyorum da, melekleri… ben melekleri sevmezdim! yani şu tanrının her istediğini yapan melekleri kast ediyorum! tanrının memurları değil mi onlar? gerçek emir kulları! öyle yaratılmışlar, bir şey diyemezsiniz… ama şu kanatlı melek figürleri var ya, filmlerde, resimlerde, heykellerde.. melekler böylemi yani gerçekten? ıh ıh, melekler bence başka türlü takdim edilmeli filmlerde ve görünür kılınıldıkları her yerde.. peri.. cadı.. cin.. ben inanırım bu tip şeylere, şakacıktan inanmış gibi yaparım.. sadece insandan ibaret olduğunu düşününce bu evrenin, canımı sıkar bu.. bir tür eğlence yani bu inanç.. geceleri gördüğüm sanrılar gibi yani… sanrılara inanırım, hepsi hafızamda değerli bir yere sahiptir.. doktora götürüldüm, bi kaç kez, lita da götürülmüş, mary de.. ama onlarınki başka türlü görüntülermiş.. bir dayım vardı, şöyle demişti ona sanrılarımdan bahsedince, “bir noktaya doğru çok fazla bakarsan ve çok fazla düşünürsen, istediğin nesneyi görebilirsin o noktada”. ve inanmadı bana.. ya da aldırış etmedi.. lita evde dolaşan insanlar görüyordu.. heykelleri bu yüzden yapmış.. yalnızlık.. mary’nin gördüğü şeyler sevişen insanlar… ve iniltiler.. ve bağrışlar.. ve bebekler.. ve babalar.. ve anneler.. ve bir de ben.. hala gerçekten var olduğuma inanmıyor
çünkü, “sen gerçek olamazsın” diyor onu her affedişimden sonra, “senin gibi biri gerçek olamaz. ama siktir et” diyor.. “halüsinasyon da olsan seni seviyorum.. gerçeklerden sıkıldım” sonra gülüyor ve “ama anlayamadığım şey şu böcek” diyor, bana prens der, böcek der, bi çok şey der.. ben ona mary derim, hepsi bu, bugüne kadar ‘canım’ bile demedim ona tek bir kez! “anlayamadığım şey şu böcek, başkalarının da seni görüyor olması, o halde diğerleri de mi benim halüsinasyonum? tüm bu dünya benim halüsinasyonum olabilir mi? bilinçaltıma hapsoldum belki de… belki de ben o gece gerçekten aklımı kaybetmeyi başardım, ha? ne dersin?”
neyse, barda oturuyorduk.. henry erken gitmişti.. ve garson kız, sekizde bırakıp işi aramıza katılmıştı biraz geçte olsa… ve hala bizimleydi.. içiyorduk.. saat biri geçiyordu.. “içmesen artık lita? artık gitsek ha?” dedim, cevap vermedi, dalıp gitmişti elinde tuttuğu sigaradan çıkan dumana, “lita?”, ayıldı, “tabi tabi, arabada mary ve seni kilitlemek zorunda kalmak istemiyorum sabah”. güldü, kimse bi bok anlamadı onun ve benim dışımda, ama sorun etmediler bunu, ve kalktık.. yine çok içmişti.. ve belinden kavradım onu.. bana sarıldı.. ve çıktık bardan.. arabaya bindik.. ben ve mary arkaya, garson kız ile lita öne.. ses çıkarmadı lita bu işe.. ve sürdü arabayı.. sarhoş bir şoför.. zil zurna sarhoş.. ve ev.. ve birer kahve.. sonra ben sızmışım.. ve sabah birden uyandım.. şimdi ben değil siz flashback yapın!! sekizinci ayetim.. işte o sabah.. rüya.. lita benle yatakta.. mary ise evdeki boş odada.. hani hiç anı olmayan oda vardı ya.. hatırlıyor musunuz? dikkatli olun, hepsi bu, ayrıntılara önem verenleri severim… böyle demiştim pelin’e, “ayrıntılara önem veririm ben!”, o da bana, “satanist misin” dedi, çok ince bir espriydi ve belki de çoğunuz hala aptal bir ifadeyle sırıtıyorsunuz.. hiç bi bok anlamadan her şeye gülenler vardır ya, iğreti bir maske taşıyanlarda olur bu ifade, anlamazlar sizi ama gülerler, çünkü komik bir şey söylediğinizi zannederler.. sahte olan her şeyden nefret ederim! “evet” demiştim peline o zaman, ve gülümsemiştim, komik değildi esprisi ama çok inceydi, “şeytan ayrıntıda gizlidir” dedim ona, onu anladığımı anlatmak için.. gülümsemişti o da buna cevaben.. sanırım 2 yıl önceydi bu olay.. ve o olaydan 2 yıl sonrası bir sabah… ayrıntıyı bırak, lita’nın “mary sen boş odada yatarsın bu gece” deyişi dışında hiç bi şey hatırlamıyordum.. ve birde rüyamı.. lita ile evdeki barda konuştuğumuz şu rüya,
“mary kalacak ama, burada benimle” “kaç gün..” “buna ben karar vericem”
neyse, bu rüyanın tamamını hatırlamaya çalışıyordum.. saatin kaç olduğunu bilmiyorum ve yine akşamdan kalmayım! “lita beni gece gene boşaltmadın umarım..” dedim, gözbebekleri belirince yastığımın diğer ucunda.. yeni açılan gözkapaklarını iyice açıp, gözbebeklerini
üzerime tükürmek istercesine dışarı çıkartarak, (sanırım gözleri ile duyuyor ve görüyor olmasının yanı sıra bir de konuşurken kullanıyor onları..) “günaydın hayatım. banyo yapman gerekmiyor, rahat ol!”. dedi.. dişleri gıcırdıyordu.. ama bu kez o tatlı sırıtış yoktu, nefret vardı gülüşünde.. gıcık ediyordu bazen, ama gıcık da olmuyordum sanki, tuhaf, değişik bi his, çok orijinal, belki de bu yüzden tarif edemiyorum! dünya üzerinde ilk kez benim hissettiğim bir duygu.. ve henüz bir kelime icat edilmedi bunun için.. bu duyguya girdap adını koyuyorum.. ama çağrıştırdığı mana ile bazen denizde oluşan şu gerçek manası arasında en ufak bir bağıntı yok - bu benim, adımı sonsuza kadar yaşatabilmek için yaptığım bir salaklık…
kalktı.. ve lavaboya doğru yürüdü.. sırtı harikaydı, bunu henüz fark ettim ama o sırtı açık bırakan gecelikten gördüğüm kısım ve kalçaları gerçekten heykelleri gibi sanat kokuyordu.. teşekkürler tanrı.. ve buzdolabının kapağını açtı.. peynir ve zeytin çıkartıyordu.. buzdolabının kapağı açıktı, ve o eğilmişti.. “lita uyku hapın var mı, gene başım ağrıyor da, çok içmişiz dün gece, saat kaç ki? susamışım.. soğuk suyundan rica etsem?” çok sakindim ben bunları derken, o ise neden olduğunu bilemediğim bir sinir taşıyordu üzerinde… ani bir refleks ile yorganı üzerime çektim, dışarda tek bir parçam bile kalmayacak şekilde örttüm yorganı üzerime, siper ettim.. ve lita’nın fırlattığı şişe yorganı biraz esnek tutmam sayesinde kırılmadan yatağın içine düştü, kapağı açıktı, yorgan, yatak ve ben. ıslandık işte.. kış günü buz gibi su döküldü taşaklarıma..
“bu şekilde kısırlaştırılmaz erkekler” dedim. “sikerim erkekliğini” dedi, oysa ben gene özür dileyeceğini sanıyordum! hayır, o direk bunu söyledi bana… çok sert bir şekilde… ve çok hızlı.. “neyin var?” dedim, “bir papaz ve iki kız” dedi bana. “sen kazandın!” “acemi şansı” dedim, “ilk kez poker oynuyorum”. ikinci bir şişe.. bu kez hazırlıksız yakalandım ama o da ıskaladı.. duvarda asılı duran bir çerçeve düştü yere.. ve sanırım ıslandı da.. üzerinde ki resim için, “o benim hayatımı anlatıyor, eğer bir gün deprem olurda bu ev yıkılırsa, ilk kurtaracağım şey o resim!” demişti bana, onun evine ilk geldiğim gün… ve ben durumun ciddiyetinin farkına vardım, resmin ıslandığını görmüş ve kılını bile kıpırdatmamıştı.. buzdolabından kahvaltı için bir şeyler çıkarıp masaya koyuyordu.. yataktan kalktım hemen.. resmi aldım yerden ve güneş vuran bir yere koydum.. “umarım kurur” dedim, “bilmediğim bir şey mi var? gece ben uyuduktan sonra bir şey mi oldu?” “siktirip gider misin lütfen” dedi.. “git yüzünü yıka, ne bileyim, heykelerime bak, mary’cigim uyanmış mı diye bak, ayakkabılarını boya, tıraş ol, kendini as, naparsan yap, sofrayı hazırlıcam ben, sonra da o bara gidicez işte, her şey istediğin gibi olacak, her şeyi başa alalım diyen sendin, şimdi lütfen git!”. “evden çıkayım mı yani?”
“hayır, hayır, odadan, bu odadan çık.. içmeye gir, boşa gir, boşaltıma, garaja, istersen eşyalarını getirdiğimiz kutunun birine gir.. nereye istersen.. yeme odasından çık.” “peki” dedim.. ve çıktım.. ve mary uyandı.. bana günaydın bile demedi.. sanırım gece lita’nın yanında yattım diye.. ve kahvaltı ettik.. lita ile mary kendi arasında konuşuyordu ama her ikisi de benimle konuşmuyordu.. gülüyorlardı, espri yapıyorlardı, ben gülünce ikisi de bana öldürecekmiş gibi bakıyordu ama benim hiçbir şeyden haberim yoktu.. anlam veremiyordum, üçümüzde aynı rüyayı görmüş olabilir miydik? bunu öğrenmenin tek bir yolu vardı,
“dün gece bir rüya gördüm” dedim onlara.. oralı olmadılar.. bende anlatmaya başladım rüyamı.. size anlatmadığım kısmı ile beraber, size son 5 dakikasını anlatmıştım, o an o kadarını hatırlıyordum çünkü.. bilirsiniz, bazen uyandıktan uzun bir süre sonra birden rüyanın daha fazlası hatırlanır..
10. evden çıktık ve bara girdik.. ben arka koltuğa oturdum.. lita direksiyona.. mary ise ön koltuğa.. ve lita ile tanıştığım o bara gittik.. arabadan indik.. barın kapısında lita bana döndü ve “rüyan gerçek oldu bebeğim” dedi, “işte burada başlamıştık ve burada bitiriyoruz. en başa aldık yani.. her şey 4 gün önceki gibi.. sana kalan tek şey, evinin önünden eşyalarını alıp gerisi geriye eve taşımak. eyvallah”. mary’ye baktım, “eyvallah” dedi ve lita ile birlikte bara girdiler.. o an hatırladım gerçeği.. rüyaydı evet.. ama gerçekti de.. bir gerçeği, rüyamda da görmüştüm sanırım.. ya da beynim beni yanılttı, sarhoş bir gecemi biraz değiştirerek hatırlattı bana.. ve ben rüya sandım.. rüya ya da değil, sonuçta gerçek şuydu ki, ikisi tarafından da terkedilmiştim! henry’ye barın kapısında terkedilişimi anlattım ve bana dedi ki, “gene de kârdasın bab, en azından 5 aylık kira borcun ödendi senin! ve bir deliğe girdin.. bi de benim halime bak! sahi lita sana verdi mi?” “siktir lan” dedim, “kaybettim işte”. ve evime geldim.. dün geceyi hatırlamaya çalıştım evimde ama bir türlü tam olarak hatırlamıyordum, eksik olan birçok parça vardı.. bi defa lita ile barda değil yatakta konuşuyorduk! beni içine getirmişti gene.. ve ardından konuşmaya başladık.. mary ise boş odada uyuyordu o esnada.. ve lita mary’yi istedi ondan ayrılmamın karşılığında.. tamam ama hepsi bu kadardı işte. başka bir şeyi hatırlayamıyordum.. henry’yi bir şekilde atlattım ve eve tek başıma geldim, o gece yarısı, lita’nın evinin karşısındaki lokantaya gittim.. lita, mary ve garson kız masaları düzeltiyordu.. kapatacaklardı az sonra. bunu hatırlıyordum, o gece lita mary’ye “garsonluk yaparsın” demişti, “zaten ben tek başıma yetişemiyorum, ve bi kaç müşteri bu nedenle öfkeleniyor, dava açtılar bana, çorba ile yıkadım saçlarını onların, evet çalışırsın sen bizimle”.
“siz?” demiştim lita’ya “lokantanın bir diğer sahibi de benim” demişti lita o gece.. “ya da kafenin,
henüz ne olduğuna karar veremedik..”
ve onlar tam mekânı kapatıp çıkarken, garson kıza, “konuşabilir miyiz” dedim, lita bana dönerek, “o lezbiyendir” dedi, “işine yaramaz”. ve lita ile mary yolun karşısına geçerek evlerine girdiler.. kapıyı kapattı garson kız.. ya da diğer adı ile pelin.. hani şu iki yıl önce şeytan ve ayrıntı esprisini yapan pelin… onunla tanıştığımız günden beri görüşmüyorduk.. biliyorum tamam tamam, kesin sızlanmayı, bir müptela ile karşı karşıya olduğunuzu daha önce söylemiş olmalıyım size, ve hafızam sikik ve konsantre olamıyorum, bu nedenle dikkatli olun ve flashbacklerime katlanın.. ne diyorduk? hah hatırladım, garson kız, yani pelin, kapattık onunla mekânı ve onun evine doğru yürümeye başladık..
“am peşinde olduğumu sanıyorlar” dedim “sana inanmıyorlar” dedi.. ve ona o geceden hatırlananları anlattım.. o sesini çıkarmadan dinledi.. “hatırlayabildiğim her şey bu” dedim ona, “sende o gece bizimleydin, ve sonrasını sana anlatmış olmalılar.. anlatsana..” “eve gidelim önce” dedi, “uzak mı?” “çok değil, 10 dakika kaldı” ve bu on dakika boyunca başka şeyler hakkında konuştuk.. 2 yıl içinde neler yaptığımız hakkında.. ve iş arıyor olduğumu söyledim.. rahattım onun yanında, çok rahat, “yanlış anlama, beni işe al demek istemiyorum sana” gibi bir açıklamaya gerek duymadım.. “aklımda bulunsun iş mevzusu” dedi, “ve ben sana parasal olarak yardım edebilirim sen de bir iş bulunca geri ödersin”.
ve evine geldik..
11.
“hayatında biri var mı” dedim ona evdeki bir koltuğa oturduktan sonra… “siktir et” dedi, “uzun hikâye, ayrıca bu yaşımdan sonra cinsel tercihimi değiştirmiş değilim, lita’nın saçmalıklarını siktir et.. seni özlemişim, bir türlü konuşamadık karşılaştığımızdan beri.. lita seni nasıl bulduğunu anlattı bana ama seninle tanıştığımızı henüz söylemedim ona” “teşekkür ederim, bende söylemedim” dedim ona
“tamam, şimdilik bu aramızda kalsın o halde, dün gece deli gibiydin, seni tanıyamadım ve bir an şüphe ettim sen olduğundan” “noldu ki?” “çok şey, başlangıçta şunu söyleyeceğim, mary sana âşık değil bunu kafana sok, lita’ya âşık değilsin biliyorum ama o sana âşık, onu almalıydın bence, tercihini yanlış yaptın ve bu her şeyi altüst etti! mary seni seviyor, ama âşık değil, başkalarına âşık oluyormuş sürekli, ama sana âşık olduğu tiplerden daha fazla değer veriyormuş.. muş diyorum çünkü artık her şey değişti…” “nerden biliyorsun bunca şeyi?” “bugün uzun süre konuştum onunla” “muhbir” “siktir et şimdi bunu, sana sadece ben yerinde olsaydım napardım bunu söylücem, gerisi sana kalıyor, her şeyi berbat etmişsin dün gece” “hatırlamıyorum ki” “bu hiçbir şeyi çözümlemiyor ama, lita her şeyi hatırlıyor” “anlat hadi” “o gün mary lita’nın kalmasına izin verdi, bunu hatırlıyorsun” “evet sonra?” “ve sen bunun üzerine mary’ye sulanmaya başladın, yanındaydı o ve sen onunla sevgili gibiydin, o da rahatsız değildi bu durumdan, her öpücüğüne karşılık veriyordu, nerdeyse altına alacaktın kızı” “her zaman ki halimiz bu, ee?” “ama lita’nın o an gözlerine baktın mı hiç?” “ama bugün, yoldayken, biz gelirken, o an tavrı iyiydi, ben sandım ki beni anladı ve vazgeçti benden.. bitti bu iş sandım.. ve sarhoştum üstelik” “lita’yı tanımıyorsun sen, hem de hiç” “tanıyorum” “nefretini kazanabilecek kadar iyi tanıyorsun o halde..” “nefret mi ediyor?” “tam olarak değil, bir karışım şu an onun hisleri. damıltmak sana kalıyor” “kimsenin peşinden koşacak değilim, ya mary?” “o sana âşık değil. ama senin ona şefkat göstermeni seviyor.. ve seni istiyor! her şeyinle onun olmanı istiyor.. onun tabiatı bu.. o ister.. hoşuna giden her şeyi! ama sende kimse de bulmadığı başka bir şey buluyor, ama âşık değil” “o gece noldu?” “mary sızdı bir ara”
“sonra?” “ben çıktım sizden.. sen lita ile düzüşmüşsün, hem de aşk dolu bir şekilde, lita öyle söyledi bana, ve bu kez ona seni seviyorum demişsin, bu belki de mary’nin sana seni seviyorum demesi gibi bir şeydir, ben bilemem ne hissettiğini.. neyse, sonrasında muhabbet etmeye başlamışsınız, ve sen birden öyküyü başa sarmaktan, lita’dan ayrılmaktan, mary’ye âşık olduğundan falan bahsetmişsin, tüm bildiğim bu, lita özel ilişkilerini kimseye tam olarak anlatmaz, ve her gördüğü erkekle sevişmez o.. mary tam tersi onun.. o seks için adamı çeker.. lita ise aşk için.. ikisi de bunları biliyor.. ve mary artık senden nefret ediyor.. seni istemiyor! onu her affedişinde aynı günün gecesi düzüşmüşsünüz.. çok sık düzüşmüşsün onla.. nerdeyse her seferinde.. ve o gece lita, sen başa alalım öyküyü deyip sızdıktan sonra, mary’yi uyandırıp konuşmuş onunla.. ve lita’nın anlattıklarından sonra mary senin her seferinde düzüşmek için onu affettiğini düşünmeye başlamış… onu çeken şefkatti, ona duyduğun aşk ile zerre ilgilenmiyor… o şefkat istiyor.. ve şimdi işler böyle bir hal alınca, işte aynen durum bu, şimdi evine gitmek zorundasın, sonra da sen benim sorunumu çözeceksin..” biraz para aldım ondan ve evin yolunu tuttum..
12. o gün gündüz mary ile lita beni siktir edip bara girdikten sonra eve döndüm.. onları umursamıyor değildim ama özür dileyecek olan da ben değildim.. kapının önüne atılmıştı tüm eşyalarım.. lita’nın bunu nasıl becerdiğini bilmiyorum.. pelin’e bunu sormayı unuttum.. ama sanırım ben onları bıraktıktan sonra onlar hemen bardan çıkıp eve döndüler ve eşyalarımı toplayıp eski evimin önüne bıraktılar..
ve sonra henry aradı.. her zaman ki gibi.. sonra da ben kafenin kapanış saati gidip pelin’i aldım.. sonrasını biliyorsunuz.. çok klişe oldu bu; “sonrasını biliyorsunuz..” ama saat sabahın altısı, bu saatte, yayınlanmanın bir yolunu arayan ve işsiz ve aç bir yazardan daha fazlasını bekleyemezsiniz.. şimdi uyucam ve yarın sabah bi gazete alıp iş ilanlarına bakıcam.. gerçekten! inanmak istemeyebilirsiniz, ama bu gerçek! ve bir gün yolunu bulucam… bu öykü mü? belki bir gün tamamlarım, ama iyi bir senaryo çıkar bu zırvadan.. belki.. her neyse.. hoşça kalın..
7 ağustos 2005
asimetrik kişilik bozukluğu 2: bir aşk hikâyesi
telefon çaldı.. arayan henry'ydi.. "alo, bab, naber, nasıl gidiyor hayatın" henry herkese bab derdi, kadınlara bile.. nedeni bu olabilirdi belki de, kadınlar bu yüzden ona vermiyor olabilirdi, bir kadın değildim, bilemezdim bunu, ama kendimle kıyaslayınca anlayabiliyordum onu, yakışıklı biriydi henry, temiz giyinir ve her gün tıraş ederdi kendini, bir kadın olsaydı eğer, bana nasıl hitap ettiğine aldırmaz, sorgusuz sualsiz düzerdim onu.. ama kadınları anlamak zordu gerçekten, anlamak da gerekmiyordu zaten, 'hı hı' der geçiştirirdiniz ve bir gün aniden patlardı gerçek, eğer devletin onayladığı bir aşk ise sizinkisi, zokayı yutardınız, bu yüzden kötüydü devlet, sizin kiminle iş tuttuğunuzu bile zapturapt altına almaya çalışırdı.. neyse, telefonda çok beklettik henry'yi.. "bir değişiklik yok henry" dedim.. "ya sende?" "bende de yok bab" diye karşılık verdi henry.. ikimizin de hayatında değişiklik yoktu ama farklı bir durağanlıkta ilerliyordu hayatımız; ben kayıyordum, o ise izliyordu.. ikisi de aynıydı, hemen hemen.. sonuçta boşalabiliyordunuz, yarıklı da yarıksız da değişmiyordu sonuç; iki şak şak ve bir pat..
"artık dayanamayacağım" dedi henry bana, "şimdi sapıkları daha iyi anlıyorum" "saçmalama" dedim ona "sen nasıl yapıyorsun peki" "ben yapmıyorum" dedim "bir erkek asla yapmaz, yapan kadındır, iplerimiz onların elinde.." "bana da öğretir misin?" dedi henry, öğretilecek bir şey yoktu, seçilmeyi beklemeyi bilmeliydi henry, bir piyangoydu seks, şans işiydi - genel evleri saymazsak.. devlet her şeyi berbat ettiği gibi, üstüne bir de sekse el atmıştı.. genelevler yasal olarak tecavüz etme yerleriydi.. kimse anlamıyordu bunu.. para yolu ile ya da fiziksel yolla, sonuç aynıydı, zor kullanıyordunuz.. "akşam bir bara gitmeye ne dersin henry? senin için bir sürprizim var, şimdi aklıma geldi" "tamam, akşam sekizde seni alırım"
telefonu kapattı henry ve beklemeyi sürdürdü.. bu aralar bir televizyon kanalının saat başı haberlerinin fanatiği olmuştum, her saat başı boşaltabiliyordu beni sunucu, "son aldığımız bir habere göre, meclis zinayla ilgili yasa tasarısını…" pat.. sonra uyurdum, bir saat sonra uyanır ve televizyonu açardım, "…347 evet
ile onayladı, artık zina suç kapsamına…" pat.. uyur uyanır ve haberleri izlerdim.. telefon çaldı, arayan henry'ydi.. "alo" "alo bab" "henry?" "olacak mı?" "ne olacak mı?" "bu akşam" "çok sabırsızsın henry, beklemeyi bilmelisin.."
saat 7 oldu.. her gün saat yedide markete giderdim ve 2 paket altılık bira alır, oradan çıkar, parkın oradaki korsan sidiciden bir film kiralardım.. filmin hangisi olduğuna bakmazdım bile, herifin göz zevkine güveniyordum, sonra eve gelir ve filmi izlerken bir altılığın yarısını tüketirdim.. saat sekiz buçuk olunca biterdi film, tüm pornolar 1 saat sürüyordu ya da kazıklanıyordum.. film bitince yazmaya başlardım, ta ki güneş doğana kadar.. güneş doğmadan uyuyamazdım, kendimi güvende hissettiriyordu tanrının güneşi, tanrıdan ise korkardım, korkağın tekiydim zaten.. herkes korkağın tekiydi, sadece rol kesiyorduk, hepsi bu hemen hemen.. film izliyor ve bira içiyordum, sigara kullanmazdım, sigara aptalcaydı, nefes almak bile aptalcaydı, sarhoş etmiyorlardı adamı.. ekrana kenetlendim, iyi bir sahneydi, belladonna kendini düzdürürken telefon çaldı, arayan henry’ydi muhtemelen..
“alo” “alo bab” “henry?” “buluşuyor muyuz bab?” “evet evet, unutmuşum, hemen giyiniyorum” “seni almaya gelmemi ister misin?” “arabamı aldın kendine?” “peder erken sızdı bugün, araba bende..” “tamam peki gel al”. anlaşılan çok heyecanlıydı henry, ve çok fazla film izlemişti, oysa gerçek hayatta olmuyordu bu iş, en azından ben yapamamıştım, çok defalar denemek zorunda kalmıştım.. bunun için araba kiralamak gerekmiyordu hem, arabası olan bir hatunla düzüşmek yeterliydi, ama dedim ya, olmuyordu arabada, rahat bir pozisyona denk gelene kadar saatler geçiyordu.. kapı çaldı..
“kim o” “benim bab, henry” “gel henry, kapı açık” kapıyı açamadı henry, güçsüz biriydi, ondan korkmuyordum, korktuğum şey, kapımı açabilecek kadar güçlü olan hırsızlardı, güneş güven veriyordu adama.. çalınabilecek bir şeyim yoktu, öykülerim dışında, ve öykülerimi satarak kazanıyordum bazı şeyleri, hatunlar hediye olarak geliyordu tabi.. yayınevinin değildi hediye, yayınevine para ödeyerek alırlardı kitaplarımı ve daha sonra kayınevini ziyaret ederlerdi.. “naber henry, heyecanlımınsın?” “evet bab, ilk kez olacak, sen ilk defasında heyecanlı değil miydin yani? “hayır henry, değildim” “eminsin değil mi, olacak bu iş” “telaş etme henry, kamışını sıkı tut, gidiyoruz”
henüz yayınlanmamış olan öykülerimi aldım yanıma, ve evden çıktık, arabaya gerek yoktu aslında, evimi her zaman barlara yakın yerlerde kiralıyordum, yol parası ile daha fazla içebiliyor ve eve kadarda taşıttırabiliyordum kendimi, gene de arabaya bindik ama.. “nasıl olacak, anlatsana bi” “görünce şaşıracaksın” dedim ona, “çok hoşuna gidecek, ancak sonrasına karışmayacağım” onu, en az gittiğim bara götürdüm, bu bara, uzun bir süre boş delik bulamazsam giderdim, bir fıstık takılıyordu bu barda, bana müptelaydı ama ona öğretmiştim beni sıkmaması gerektiğini, çok fazla birlikte olursak senden bıkarım, nedeni bu bebeğim, sık sık değil ama ömür boyu, yetmişine de gelsem seninle vuruşacağım..
bara girdik, lita hemen karşıladı beni, onu henry ile tanıştırdım ve masamıza oturduk, bir adam geldi yanımıza, “lita, aşkım, beni unuttun sanırım” dedi.. “gider misin başımdan, seni hatırlamak istemiyorum” dedi lita, öpücüğünü de yanağıma kondurdu, bunu adam için değil benim için yapmıştı, adamı defetmek benim için zor iş değildi, ama lita benim gönlümü almaya çalışıyordu, adamın yanında beni öpmesi bir lütuftu sadece.. adam aşkım kelimesinin harflerini tek tek yerden toplayıp bardan çıktı.. biraz içtik ve biraz sohbet ettik..
lita’ya, ‘lita, bak bu henry, çocukluk arkadaşım, hâlâ bakire, yap bi kıyak, ölmeden önce sikişmek onunda hakkı” diyemezdim herhâlde, ama henry bunu söylememi bekliyordu, bir ara lita tuvalete gitmişken bana, “hadi bab, ne zaman açacaksın konuyu” dedi, ona sabretmesi gerektiğini yoksa lita yerine onun düzüleceğini söyledim.. lita geldi ve kulağıma eğilerek, “arkadaşın ne zaman gidecek” dedi bende onun kulağına eğildim ve ısırdım.. bu hoşuna gitti ve bir daha benim yanımda üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokmadı
“ee, napıyoruz” dedi henry.. ne lita, ne de ben bir cevap vermedik.. lita çok güzel bir hatun değildi, ama işi biliyordu, aptal değildi ve çok tehlikeliydi, ona ‘henry seninle sevişmek istiyor ne dersin’ diye sorsam, henry’yi bıçaklardı, bundan emindim, ama bana zarar vermezdi, ona âşık olduğuma inanmıştı bir kere, âşıktım da gerçekten, ama bu benim başka kutucukları ve onun başka aletleri yalamasına engel değildi.. “zina yasa tasarısı da neyin nesiydi allah aşkına? siktirin be oradan..” diye bağırdım, sohbetin bu noktaya nasıl sarktığını hatırlamıyorum, politika konuşmuyorduk, ama henry bir kurnazlık yapıp konuyu açmış olabilirdi, buradan sekse doğru bir yol almak istemiş olabilirdi.. “içkilerinizi bitirin” dedim, “henry bizi eve bırakacak lita”, henry yüzüme haince bir bakış attı, ne düşündüğümü anlamaya çalışıyor gibiydi, lita ise memnundu halinden, bir öpücük daha kondurdu yanağıma.. dudaklarını daha iyi hissetmek için, bundan sonra her gün tıraş olmaya karar verdim.. lita ve henry biralarını içerken yarış yapıyor gibiydiler, benim biramı bitirmemi beklediler daha sonra, acele etmiyordum, nasıl olsa gecenin kazananı henry olacaktı.. bu gecelik hakkımı ona vermiştim.. arkadaş arasında olur böyle şeyler.. sorun lita’nın ona ne yapacağıydı, henry’ye zarar gelsin istemiyordum, ama içinde bulunduğu durum üzüyordu beni.. beş parasızdı henry, ailesi ile kalıyor ve iş arıyordu, babası alkolik bir herifti ve annesinden arta kalan zamanlarda onu dövüyordu, henry 21 yaşındaydı ve askere gidip ölmekten korkuyordu, bari bir kez diyordu bana, en azından bir kez.. o iş olmadan ölmek istemiyorum bab.. henry çok kez âşık olmuştu ama bir türlü söyleyememişti bunu, bense birçok hatuna ‘sana aşığım’ demiştim ama çok az âşık olmuştum.. belki bir defa, belki de hiç.. aşk bittikten sonra inkâr ediyordunuz çünkü o günleri.. unutmanın bir yoluydu bu, ve daha sonra, uzun süren abazalık dönemlerinde, o günlerin seks ile alakalı olan anılarını hatırlayıp otuzbir çekiyordunuz.. işte aşk böyle bir şeydi..
sarhoş değildik, az içmiştik.. masadan kalktık ve benim eve doğru yol aldık.. henry yarı yolda babasının arabasını çaldığını hatırladı ve geri döndürdü bizi, 10 dakikadır yürüyorduk, aynı yolu geri tepmesi 5 dakika sürdü, insan sinirliyken daha hızlı yürür, arabaya bindik ve 5 dakika içinde evimin önüne geldik, matematik meraklısı bir okur öyküyü yarıda bırakıp, bardan eve gelişimizin kaç dakika sürdüğünü hesaplamaya çalıştı.. lita’ya anahtarı verdim ve eve çıkıp hazırlanmasını söyledim, ben beş dakika sonra gelicem dedim ona, henry ile özel bir görüşme yapmam gerekiyor, söz dinledi ve eve çıktı lita..
“bak henry, yanlış anlama ama şu an ereksiyon halindeyim ben, bana izin ver, önce onu bi güzel düzeyim” “ama bab, sen demiştin ki…” “dinle beni henry, daha bitirmedim, sen içeriye ben ışığı iki kez söndürüp yakınca geleceksin, tamam mı, al şu anahtarı”
cebimden yedek anahtarı çıkardım, henry’ye güveniyordum, öykülerimi çalmazdı o, yazar olduğumu bile bilmiyordu, ona söyleyemezdim, onun iyiliği için, sonra tılsımın bu olduğunu zannederek öykü yazmaya başlayabilirdi, sorun bana rakip olması değildi, yanlış yolda ilerleyecekti o zaman, tılsım olan öykü değildi çünkü ve ne olduğunu asla bilemezdiniz.. ama tanrı bazılarına 5 bazılarına da 255 hatun yazıyordu.. eve çıkıp kapıyı çaldım, lita açtı kapıyı, ve elbiselerini değiştirmiş olduğunu anladım, bir deri giymişti lita, ayakucundan saç teline kadar deri “çıkar şunları” dedim ona, “nefret ettiğimi biliyorsun..” daha sonra hâlâ kapının önünde dikiliyor olduğumun farkına vardım, otu bırakmıştım ama halüsinasyonlar beni bırakmamıştı.. kapıyı çaldım, bu kez emindim, ve kapı açıldı.. öncelikle dokundum ona, sarıldım, “gerçeksin değil mi?” 4 yıldır beraberdim onunla ve gülüyordu karşımda.. “halüsinasyonlar da yalan söyler ama ben gerçeğim” dedi. “benim halüsinasyonlarım dilsizdir” dedim. ve soydum onu.. yatağa attım.. kendisine sert davranılmasından zevk alırdı.. onu memnun ettikten sonra benim tarzımda sevişmeye başlardık, ben de sert davranılmasından zevk aldığım için değişen bir şey olmuyordu roller dışında; saç çekmek ve ısırmaktan fazlası yoktu ama, bir sadist ya da mazoşist değildim ben, sadece hedonisttim.. ve iki devre olarak sevişirdik onunla, birinci ve ikinci bölüm olarak.. birinci bölümde yönetmen o olurdu, ikinci bölümde de ben.. bazen 3 devre yapardık.. eğer altın gol olmazsa dördüncü devreye bile kalabilirdik.. bir keresinde sırf nereye kadar gidebileceğimizi denemek için penaltılara kaldık, önce o üzerime çıkıyor ve zıplıyordu, boşalınca bu kez ben altıma alıyordum onu.. böylece sonsuza kadar devam edebilirdik, ta ki tanrı bizi izlemekten sıkılana kadar, tanrı sıkılınca kopacaktı kıyamet, ki sıkılmazdı tanrı, kendini tanrının yerine koy ve birazda amelia ekle sahneye.. şu an dünyada kaç kişi orgazm yaşıyor? ve tanrı hepsini görüyor.. lita’ya bugün yeni bir şey denemek istediğimi söyledim, ve arkasına geçerek gözlerini bağladım, “sakin ol tatlım” dedim, “şimdi ben dilsizim, sen de kör.. rol yapıcaz”
bazen böyle rol yapıyorduk onunla, bana, “bunun için gözümü bağlaman gerekmez, ben kaparım gözümü ya da sende ağzını bağlarsın” dedi, “eşitlik istiyorum!” “tamam” dedim ağzımı bağlıcam.. daha sonra onu tekrardan giydirdim ve “tuvaletim geldi” dedim, “üzgünüm, hemen gelicem”
bana, tanrımdan başlayarak doğacak olan kız çocuklarıma kadar küfür etti.. doğacak olan kız çocuklarıma tanrıdan daha çok değer vereceğimi biliyordu.. neyse, tuvalet yerine kapıya gittim ve öncelikle ışığı iki kez yakıp söndürdüm, daha sonra henry geldi, ona durumu anlattım ve işi berbat ederse lita’nın ikimizi de öldürebileceğini söyledim, “sakın gözlerini açmasına izin verme” dedim, “ve işin bitince defol git..” onun da ağzını sıkıca bağladım, bağlamadan önce bana “ne yani hiç yalamayacak mıyım, hiç öpmeyecek miyim onu, meme uçlarını emmeyecek miyim?” dedi, “başka şansımız yok” dedim ona, “hadi hadi çabuk, koş” kıçına bir şaplak attım..
lita sırt üstü yatıyordu ve henry üzerine çıktı, çok nazikçe soydu onu, lita ben olmadığımı anlayacaktı kesinlikle, bir hayvan gibi gidip gelmeye başladı onun içinde henry, lita kesinlikle anlayacaktı.. benim tam zıttı mı oluşturuyordu henry yatakta.. neyse, henry boşaldı ve tam bu esnada olan oldu, gözlerini açtı lita..
“lanet olsun” dedi henry, “ellerini de bağlamalıydın bab, ellerini bağlamalıydın onun” “kez sesini henry” dedim, “onu daha fazla kızdırma” “seni orospu çocuğu” dedi lita bana, bunu her zaman söylüyordu zaten, “seni adi üçkâğıtçı pezevenk” bana hiç pezevenk dememişti, ölümümün yakın olduğunu hissedebiliyordum, lita daha önce ona sarkıntılık eden 3 kişiyi bıçaklamıştı, sabıkalıydı ve en nefret ettiği şey sevmediği birinin onunla birlikte olmak için onu zorlamasıydı, oysa şimdi sevmediği biri tamamlamıştı işi..
“hey, bak adamın şu haline, ilk kez yapıyor bunu, ona borçluydum lita, manevi borç, anlıyorsun ya?” “anlamıyorum” dedi lita, “defolup git, seni öldürmeden defolup git ve beni bu pezevenk ile baş başa bırak” hiç itirazsız çıktım evden, öykülerimi de alarak tabii ki, daha sonra gelir ve henry’nin cesedini kaldırması için polisi arar, lita’yı da ele verirdim.. sorun yoktu, lita bana âşıktı, tek güvencemde buydu, öldürmezdi beni.. aşk böyle bir şeydi..
evden çıktım ve en yakın bara gidip 2 bira istedim.. adam birini bekleyip beklemediğimi sordu, sana ne dedim ona, 2 bira ver ve defol git.. 10 dakika sonra lita geldi, rahatlamıştı, özür diledi benden, sorun değil dedim, “hakladım o pezevengi” dedi.. pezevenk kelimesi onun için bir hakaret sayılıyordu, orospu çocuğu deyince de iltifat etmiş sayılıyordu.. çünkü annesi bir orospuydu onun, ve pezevenklerden nefret ederlerdi her ikisi de.. lita ise hiç bir şey değildi, sadece âşıktı, belki de bu her şey olmaktı ya da her şey olmanızı sağlıyordu.. bardan çıktık ve eve geldik, henry yoktu,
“ölmemiş” dedi lita “yeni bir halı almalıyım” dedim ona “bana taşınmanı istiyorum” dedi “peki ya sen nerde yaşayacaksın” dedim “birlikte yaşamamızı istiyorum” dedi, “domuz gibi anlıyorsun bundan bahsettiğimi” “peki” dedim.. “ama bu evde 20 gün daha oturmalıyım, kirasını ödedim, parayı çarçur etmeyi sevmem, biliyorsun, çok zor kazanıyorum ben”
öykü yazmak zordu gerçekten hiç yazmamış olana, bir kez yazınca alışıyordunuz oysa, sonra her gece oturur ve bir şey sallayabilirdiniz.. herkesin uyduracak bir hikâyesi vardı.. benimki biraz fazlaydı.. iyi bir yalancıydım ve ertesi gün henry’yi ziyarete gittim, ciddi bir yara almamıştı henry, evinde yatıyor ve babasının işten gelip onu pataklamasını bekliyordu.. bana teşekkür etti.. “bir şey değil” dedim, televizyonun saat başı haber spikerini değiştirmişlerdi ve saat başı otuzbirim için lita’ya taşındım..
***
evde oturmuş, cacık içiyordum.. lita çok güzel cacık yapardı.. telefon çaldı.. arayan henry'ydi - muhtemelen..
"alo?" "alo bab?", lita ahizeden yüzünü ayırmadan "orospun arıyor" dedi bana, "bu karının dedikleri için özür dile" dedi henry, telefona alo der demez ben, kendini daha erkekleşmiş hissettiği kesindi, oysa beni rahatsız etmişti onun bu yeni tavrı.. "kimse kimsenin adına özür dileyemez henry" dedim, "neden aradın?" "acaba biz tekrardan bir plan yapsak, lita için" "olmaz henry" dedim, "senin ölmeni ve benin cacıksız kalmamı sağlayacak bir işe yardım edemem ben" "ama bab, çok zor durumdayım, anlamalısın" "seni bir süre idare edecek bir yöntem biliyorum" dedim ona, "nasıl bir şey bab?" "bak şimdi, tuvalet kâğıdını üzerine sardıkları o karton silindir var ya?"
"evet bab, yazdım devam et" "kes henry" dedim, "yemek tarif etmiyorum sana, dikkatlice dinle, o şeye aletini yerleştirebilirsin, bir süre idare eder seni, sonra başka yöntemlerde öğretirim, şimdi beni rahat bırak, bugün beşinci kez arıyorsun farkındasın değil mi?" "ama bab, ben gerçek bir şeyler arıyorum".
telefonun kablosunu kesti lita.. hayatta kaldığım için kendimi şanslı hissediyordum..
01.eylül.2004
yayıncılık ve yazarlık üzerine
“arada nokta kullansan nasıl olur” diye girdi söze. 3 kitabı olan bir yazardı kendisi. ilk iki kitabı tükenmiş, üçüncüsü yeni çıkmıştı. adını söylemeyeceğim çünkü unuttum. bilsem söylerdim. bilen bilir, gerçek karakterlerden ve gerçek isimlerden hiç kaçınmadım. ama hayaletlerimi daha çok seviyorum. ne diyordum. “arada nokta kullansan nasıl olur” diye girdi söze. eski sevgilim göndermişti yazdıklarımı ona. adamı tanımıyordum. hiç kitabını okumamıştım. eski sevgilimin arkadaşıydı. o kadar da söyledim gönderme diye. belki yayınlanmana yardımcı olur demişti. istemiyordum yayınlanmak falan. o dönemden bu yana bu bakış açım pek değişmedi. aslında isteyebilirdim ama ben seçmeliydim onu da. yani neresi olduğunu. hangi yayınevi. bu önemli olmalıydı bir yazar için. bazen fanzine yazılar gelirdi. e-postaya. adam tüm dergi ve fanzinlere aynı anda göndermişti. adres satırında bir dolu dergi fanzin ismi ile beraber gelmişti yazı. iyi olsa bile basmazdım bu tip şeyleri. sevmiyordum yayınlanma derdine fena kafayı takmış insanları. seçici olmak gerekiyordu. ben de denemiştim bunu. ilk olarak parantez’i istemiştim. siklenmedim. sonra, kaan’ı sevmesem de, şenol’un hatrına altı kırkbeşi denedim. siklenmedim. denemek istemiyorum artık. birileri teklif etsin istiyorum. ki o zaman bile seçici olacağım. farz-ı misal doğan yayınları gelse, sekiz kitabıma, ödeyemeyecekleri bir mebla isterim. kabul ederlerse, gelen parayla bir dokuzuncu kitabımı bandrolsüz basarım. yöntem bu. yerse. yemiyor ama. ki ben de bu durumu siklemiyorum. kendim basıyorum zaten. ne gerek var. ne diyordum?
“arada nokta kullansan nasıl olur” diye başladı söze. buluştuk bir barda. eski sevgilim buluşturdu bizi. kendisi işteydi. buluştuk. yazdıklarımı öncesinde epostayla göndermişti sevgilim. her neyse, o yıllarda güvenmiyordum yazdıklarıma, ne diyeceğimi bilememiştim, pek eleştiri almamıştım o güne dek, şimdiyse eleştirinin biri bin para. daha çok bok atmalar şeklinde gerçi onlar da. her neyse her neyse. bi türlü anlatamadım tanrısını satayım. tekrarlıyorum.
“arada nokta kullansan nasıl olur” diye girdi söze, bilen bilir, hiç noktasız yazardım eskiden, pek az nokta bol virgülle bölerdim heceleyerek betimlediğim karabasanlarımı. 12 yıl önceydi söz konusu hikaye ve ben “bilmiyorum” dedim, “yazıyorum işte.” “zihin halim adlı şey iyi bir öykü bak” dedi, “ama diğerleri bir şey anlatmıyor sanki. yayınlamazlar.” “yayınlanmak gibi bir amacım yok” dedim, “ben kendim basıyorum zaten.” “e ne diye gönderdin bana yazdıklarını?” “yasemin’in fikri. o attı.” “anlamadım” dedi, sert bir şekilde.
“abi ben seni tanımıyorum, hiç okumamışım, yanlış anlama, bir önyargım da yok, buluşmak istemişsin, buluştuk, ama olay bundan ibaret.” “okudun ve biliyorsun, o yüzden gönderdin sanıyordum.” “dediğim gibi ben göndermedim.”
o sırada biralar geldi. imdadıma yetişti garson kardeş resmen. sıkı bir yudum alıp rahatladım.
“nesi kötü geldi sana yazdıklarımın” dedim “kişisel meselelerden bahsediyorsun” dedi, “başına gelenlerden.” haklıydı. fazlasıyla kişiseldi tarzım. ama olması gerekenin bu olduğuna inanıyordum. hiç tanımadığım aysu’dan ve onun hayatından neden bahsedeyim ki size? ki kendimden bahsetmiyorum. hayaletlerimden bahsediyorum çoğu zaman. öyle değil mi şöbi?
“olabilir” dedim, “benim de tarzım bu.” “tarzın oturmamış henüz.” dedi. bak bu konuda haksızdı işte. ama üstelemedim. şimdi olsa, muhabbeti uzatmam bile, cevap bile vermem yani, anlıyor musunuz? evet evet küstağım. söz konusu yazarlıksa benden küstahını bulamazsınız. bi bukowski bi ben. bakın gene küstahlaştım kendimi buk ile eş değer görerek. böyle diyorum, çünkü bugün anti-girdap timinden böyle bir eleştiri alıcam. onlardan önce davranıp onları susturayım bare kendi kendime batırarak oku.
“olabilir abi” dedim, “deniyorum işte.” “virginia woolf’tan çok etkilenmişsin belli.” “hiç okumadım.” “inanmıyorum. bariz etkilenmişsin.” “okumadım ama.” “tuhaf”
tuhaf geleceğini biliyorum ama, hala okumadım. az okurum. çok yazarım. genellikle fanzin ve teorik şeyler okuduklarım. ve şiir sevmem. edebiyata pek bulaşmam. yüzde doksanı boktur çünkü. kesin ve net. çok azın içinde de tanrım ambjörnsendir. ben müzikle ilgiliyim daha çok. müzikteki ritmi yazıya aksettirmek gibi bir derdim var. akıcı olmak yönünde. akış. buz üstünde kayıyormuşçasına hızlı akmalı cümleler. ki yazarken bunu yapıyorum. tek oturuşta yazarım. üzerinde hiç düşünmeden ve duraksamadan. fondip.
okunurken de böyle olsun isterim. bunu becerebiliyor muyum bilmiyorum gerçi, okuyanlara sormak lazım. ne dersin izmarit?
yanında denyomatriks arkadaşımız son kitabını getirmişti, yeni çıktığı için henüz almamış olduğumu düşünüyordu sanırsam. imzaladı bir de üstüne, kendi kendine. ben benden imza istenmediği sürece hiçbir şeyi imzalamam. imza günü de biraz para kazanalım kafaları çekelim hesabı. açığım bu konuda. okuyucuları da siklemiyorum. ne düşünecekleri üzerine düşünerek eğip bükmüyorum harfleri. hiç kimse okumasa da olur. yıllarca kimse okumadı zaten. ben yine de devam ettim, büyük bir ısrarla yazmaya. çünkü kendime yazıyorum. kendime yazılıyorum. yazarken keyif alıyorum çünkü. çünkü bu durum, kendi psikolojim için en iyi terapi. sonrası hiç. ama yayınlamayı ve bu sayede bir iletişim kanalı oluşturup kafa dengi insanlarla tanışmayı seviyorum. fanzin çıkarmaktaki tek amacım kendi tarzımda bir merhaba diyebilmek insanlara. gerisi onlara kalıyor. selamı alıp almamak yani. alıp karşılık verip vermemek. verilirse de, kendimce bazen devam ediyorum sohbete, bazen kısa kesiyorum. bu sayede edindim dostlarımı. fanzin fanzinin dostu değildir. fanzin sayesinde kazanılan dostluklar vardır. nokta.
ilk biralar bitmişti. kitabını imzaladı. hala okumadım. bi ara deneyip sıkıldım. hiç kişisel değildi. ikinci biralar geldi. ve bana büyük edebiyatından dem vurmaya başladı. aha sikildik şimdi dedim. konuştukça konuştu. nasıl yazdığını kimleri okuduğunu falan söyledi. anlattıkça anlatıyordu. susmak bilmiyordu adam. ben hiç konuşmadan dinliyordum. sevgilimin hatrı olmasa diyeceğim ama hatır gönül işlerine inanmam. o zamanlar daha yumuşaktım insanlara karşı. anlamaya çalışıyordum. anlamak istemiyorum artık. alacağımı aldım bu dünyadan yana. verme tarafındayım. dünya barışına bir katkım olsun diye yazıyorum ben diyecek oldum sustum. geyik yaptığımı anlamazdı muhtemelen, ciddiye alırdı ve muhabbet uzadıkça uzardı. o konuştukça ben biraya yumuldum. dördüncü biradan sonra sarhoş oldu kahramanımız. o dönemlerde ben de çabuk sarhoş oluyordum. hala çabuk sarhoş olurum. sadece, sarhoş olduktan sonra da içtiğim bira sıra sayısı arttı hepsi bu. ikimizde sarhoş olmuştuk ve ben fazlasıyla sıkılmıştım. kalkamıyordum. dostoyevski ve kafka’dan bahsetmeye başladı bana. birer kitabını okumuştum her ikisinde de sadece. hala öyle. sevmediğimden değil canım. o kadar da küstahlaşmam. ki bu komik olur. iki koca tanrı’dan söz ediyoruz burada. tek kitapları yetmişti tanrı olduklarını anlamama. edebiyat’ın tanrıları olduğuna inanırım. bazıları sahte gerçi. kendilerini öyle sanıyorlar. her neyse. ne diyordum. ben de ona crispin sartwell’den bahsetmek istiyordum ama yapamazdım. muhabbet uzardı.
her neyse dostlar, yakın arkadaşlarım ve saygı değer anti-girdap timi, muhabbetin sona bağlanacağı yoktu. “abi benim kalkmam lazım” dedim, “daha erken ama” dedi. erken buluşmuştuk. “çok sarhoş oldum, gidip yatacağım” diye bi yalan söyledim.
“hay hay” dedi, “tekrar görüşelim. kitabımı okuyunca bi geri dönüş yaparsın.” “olur” dedim. okumadım. yapmadım. bi daha görüşmedim. o ara sevgilimden ayrıldık zaten. ve isabet oldu bu. sonrasında bu tip adamlar sürekli karşıma çıkmaya başladı. sürekli ama. büyük yazarlıklarından dem vuran ama tek kitapları olan, onu da arkadaş ilişkisi sonucu basabilmiş olan, edebiyata tapan, övülmekten zevk duyan, kitap fuarlarından çıkamayan, ve yazmayı çok ciddiye alan. ben uzağım hepsinden. o yüzden yerimde sayıyorum. “o yüzden onlar orada / ve bizde burdayız.”
kapatalım artık bu bahsi. başka konulara geçmek isterdim ama işim var. fanzin tarayacağım. tararım fanzininizi. de hade eyvallah.
26 mayıs 2017
deliliğe yolculuk
ali son derece zeki ama aylak bir adamdı. liseyi kopyalar ve öğretmenlerinin yardımı ile güç bela bitirmiş, üniversite sınavının olduğu gün uyuyakalmıştı. babası bir saat başında durmuş, uyandırmaya çalışmış, o bana mısın dememiş, hatta sadece “girmicem sınava rahat bırak beni” serzenişleri ile bilmem kaçıncı rüyasına devam etmişti.
40 yaşına kadar da hiç çalışmamıştı herhangi bir yerde. babası ona iş buluyor, o sabah ya kalkmıyor ya da kalksa bile iş görüşmesi yerine kahveye gidiyor, o günkü iddia bültenine çalışıyor, babasının verdiği yol parasıyla bir kupon yapıp eve dönüyordu. babası yılmıştı artık ali’den. son demlerinde o’nunla uğraşmayı bırakmıştı.
bi gün aniden öldü babası. kalp krizinden bir anda gitti öbür tarafa. ali’yi istemsizce, ya annem de ölürse, korkusu sardı. o zaman beş parasız naparım, diye düşündü. elbette tek düşündüğü bu değildi ama düşüncelerinin arasına parasız kalıcak olması da giriyordu. söz konusu olan sadece annesinin ona ender olarak verdiği beş-on liralar değil, ev kirası ve faturalardı da aynı zamanda. ve korktuğu gibi de oldu. babasının ölümünden beş ay sonra, bir sabah uyandığında, annesini hala uyurken buldu. oysa annesi sabah ezanıyla uyanır, bir daha da yatsıya kadar uyumazdı. birkaç kez seslendi annesine, tık yoktu. kalbini dinledi, atmıyordu. göğsünü izledi, nefes de almıyordu. öylece kaldı bir beş dakika. hiçbir şey yapmadan. dondu. sonra ağlamaya başladı. yaklaşık bir saat sessizce, feryat figan etmeden ağladı. sonra, kendi derdine düştü. üzülmesine üzülmüştü elbette, içi yanmıştı, ama şimdi bir sorunla daha karşı karşıyaydı, çalışması gerekecekti, buna mecburdu, 40 yaşına kadar hiçbir şekilde çalışmamış ve hayatı boyunca çalışmayı düşünmemiş olan ali’yi her gün işe gitmek zorunda kalma telaşı sardı. ölmüş olan annesinin yanı başında, bu düşüncelere kapıldığını fark edince utandı kendinden ve biraz daha ağladı.
ağlaması geçince dehşet verici bir plan geldi aklına. annesinin öldüğünü kimseye haber vermeyecek, böylece babasından kalma annesinin çektiği maaş kesilmeyecekti. pek akrabaları yoktu zaten. olanlar da şehir dışındaydı, arayıp sormazlardı annesini. tek çocuktu. kardeşleri de yoktu. kimseye haber vermemek en iyisiydi. ama ceseti nasıl saklayacaktı. düşündü. küçük parçalara ayırmayı düşündü annesinin cesetini. ufacık parçalara bölüp azar azar köpeklere veririm diye düşündü. epeyce bir süre kurdu bunu kafasında. en ince detayına kadar planladı. sonuçlarını ölçüp biçti. annesi zaten ölmüştü ama buna rağmen kesip biçeceği beden annesine aitti. bundan dolayı değil de, hapse düşme korkusundan vazgeçti bu plandan. yakalanma endişesi olmasa yapıcaktı. o derece istemiyordu bir işe girip çalışmayı. politik bir tavır falan da takındığı yoktu bu konuda. politikayla ilgilenmezdi. tek ilgilendiği iddaa ve alkoldü. arada bir annesinin ona verdiği beş lirayla, ancak o kadar verebiliyordu kadın, ufak ve
rütübetli bir evde kıt kanaat geçiniyorlardı zaten, annesinin verdiği beş lirayla bire beş veren bir iddaa kuponu yapar, tutarsa akşamına gelen elli lirayla sokakta kafayı çekip eve gelirdi. zaten iddaa ile ilgilenmesinin tek nedeni de alkoldü. alkolü aklını biraz rahatlattığı için seviyordu.
hiç arkadaşı yoktu. mahallede kimseye selam vermez, mahalle sınırlarından da bir milim dışarı çıkmazdı. ufak bir hayatı vardı ali’nin. iddaa bayii, tekel bayii, tütüncü, ev. ev dediysek, onun da tek odasına tıkılıp kalır, saatlerce hiçbir şey yapmadan uzanıp duvarları izlerdi. boş boş izlemiyordu duvarları, düşünüyordu, neden bu dünyaya geldiğini, bir tanrının olup olmadığını, varsa ne bok yemeye hayatı icat ettiğini, gerçekte etrafında dönen dünyanın var olup olmadığını, başka bir ailede doğmuş olsa aynı insan olup olmayacağını. temel felsefi sorulara kafa patladırdı kısaca. ama bugüne kadar değil felsefi bir kitap, ders kitabını bile okumuşluğu yoktu. ahlak, vicdan, din gibi konular üzerine de çok düşünmüştü, bunların toplumun uydurduğu bir baskı unsuru olduğuna kanaat getirmiş olucak ki, annesinin ölümünün ardından, onu kesip ufak parçalara bölmesine engel olan tek şey hapse girme riski olmuştu. hapse girmek istemiyordu. orada aynı hücrede onlarca insanla kalmak onu öldürebilirdi.
aşağı yukarı dört saat geçtikten sonra telaşla camiye koştu. öğlen ezanı okunuyordu. imamı camide yakalardı. hemen imama ezan bitimi yetişip durumu haber verdi. bu durumda başka ne yapması gerektiğini de bilmiyordu ama sela okunması en acil işmiş gibi göründü gözüne. imam ona başka nereye başvurması gerektiğini, defin işleminin nasıl olabileceğini anlattı. sela okunurken duymamak için acil evden biraz para alıp -belki lazım olur diyeyıllar sonra belki de ilk kez kendini tıktığı dar çemberden dışarı çıktı.. belediyeye gitti. ölüm kağıdı ve birkaç başka işlemi halledip geri eve döndü. cenaze arabasını beklemeye başladı. komşular haberdar olup eve doluşmaya başlamıştı. bir an önce bitmesini istiyordu bu faslın. insanları sevmiyor, teselli babında söylediklerine kulak asmıyor ve ağlamıyordu. ağlaması geçeli ve duruma alışalı epey olmuştu. en sonunda yıkama işlemi için evden çıkardılar annesinin bedenini. ikindiye kalkıcaktı cenaze. bu kadar erken olacağını tahmin etmiyordu. ikindi okundu. namaz kılındı. ve annesini gömüp evine gelebildi nihayet. komşu kadınlar evde bi yasin okuyalım dediyse de tersledi hepsini ve kovdu evden.
şimdi ne yapacaktı. duyduğuna göre, her şey artık bilgisayara bağlı olduğu için, ölüm bildirildiği anda maaş kesilecekti. akrabalarından medet ummak istemiyordu. zaten şehir içinde bir akrabası yoktu. evdeki kalan son parayla uzun süre geçinemezdi. buna rağmen paranın bir kısmı ile, bir buçuk litrelik bir köpek öldüren aldı. hızlıca içti onu. kesmemişti ama. bitince bi bir buçuk litre daha, tütünü kalmadığı ve sigara sarmak istemediği için de bir paket chesterfield. o bir buçuk litreliği de çar çabuk içti. sigarayı da içmiyor, yiyordu adeta. sızıp kaldı en sonunda bir köşede.
ertesi gün sabahın köründe uyandı ve ilk işi bir gazete almak oldu. gazete ve sigara. iş ilanlarına bakıcaktı. yoktu başka çaresi. hayatı boyunca tek bir iş görüşmesi bile yapmamıştı. babasının bulduğu yerlere de gitmemişti hiç. yıllardır yaşadığı mahalleden bile adımını dışarı atmamıştı, ta ki dün sabaha kadar. yumurta kapıya dayanmıştı ama bir kere. yıllardır bunu hesap ediyordu aslında kafasında, ama anne babasının bu kadar ani bu kadar yakın zamanda öleceğini aklına getirmiyordu. 58 yaşındaydı babası öldüğünde, annesi de 55. ikisi de kalp krizinden. yıllardır inanmadığı tanrı, eğer varsa, ona kötü bi sürpriz hazırlamış olmalıydı. yukarıdan ilgiliyle seyredip kahkahalar atıyor olmalıydı. “iyi eğlendiriyor muyum seni çakal, muradına erebildin mi” dedi kafasını yukarıya kaldırıp. ardından tekrar önüne döndü. birçok ilanı işaretledi. işaretlediği ilanlardan bir kaçını aradı. kimisini, telefona çıkan kişinin ses tonunu güvenilir bulmadığından eledi, kimini de yaşadığı eve uzak diye. otobüse binmeyeli bi on yıl olmuştu. uzak bir iş yerini çekemezdi hiç. en sonunda birinde karar kıldı. hastanede temizlik görevlisi olacaktı. tecrübe ve yaş aramıyorlardı. büyük olasılıkla asgari ücret vereceklerdi. bir kez daha aynı yeri arayıp, görüşmeyi telefonda yapıp yapamayacaklarını sordu. en azından şartları öğrenseydi bare. boşuna gitmiş olmak istemiyordu. en sonunda, telefondaki kızın, “mutlaka yüz yüze görüşmeniz lazım” serzenişinden sonra, “bir saat sonra gelsem olur mu” dedi. taşeron bir firmaydı çalışacağı yer. taşeron firma eve biraz uzaktı ama neyse ki hastane yarım saat mesafedeydi.
ancak iki saat sonra çıkabildi evden. o günkü iddaa bültenine çalışması gerekiyordu maçlar başlamadan. ince eleyip sık dokudu. birkaç maçı gözünü kestirip kuponu hazırladı ve ardından evden çıktı. önce iddaa bayiine ardından otobüs durağına. otobüse bindi. ardından bir otobüse daha. ve vardı varacağı yere, bir iş merkezinin dördüncü katı. içeri girdi, kapıdaki güvenliğe durumu anlattı. asansöre bindi. ve tam bu sırada aklına geldi, tıraş olmadığı. doğru ya. tıraş da olunmalıydı sanırsa. öyle işitmişti yıllarca babasından, “akşamdan tıraş ol, sabah sana bi iş görüşmesi ayarladım”. bazen de annesi bir gazete alır, oğlu adına ilanları arar, “ben oğlum için aramıştım” dedikten sonra, doğal olarak oğulu istedikleri ve ali telefona çıkmadığı, odasından bile çıkmadığı için, sonuç alamazdı. “neyse tıraşı da iş başlayınca oluruz artık” derim diye içinden söylenip, girdi firmanın kapısından. girişteki kıza da güvenliğe kurduğu cümlelerin aynını kurdu, kız “biraz bekleyin lütfen” dedi. bir koltuğa oturup yarım saat boyunca öylece hareketsiz duvarları izledi ali. tuhaf görünmek istemiyordu ama iş görüşmelerinde insanlar nasıl görünür bilmiyordu. yarım saat sonra, “daha bekleyecek miyim?” diye sordu. “bilmiyorum, müdürümüzün işi bitsin çağıracak” dedi. “hay sokayım müdürüne” dedi içinden ali. oysa bu yaşa kadar bir kadınla da beraber olmuşluğu yoktu. sevgilisi bile olmamıştı hiç. ilgi de duymamıştı buna. çocukluk aşkı bile olmamıştı ali’nin. kendisinde bir sorun olduğunu düşünmüyordu ama. sorun insanlardaydı, onda değil, emindi kendinden, bir psikolağa da götürmeye çalışmıştı ailesi onu, daha ilk okulda da bir kereliğine zorla götürmüşlerdi hatta, okula gitmek istemiyor diye. doktor ilaç yazmış o da ilaçları içer gibi yapıp çöpe atmıştı. bir daha da değil psikolog bir hastanenin kapısından bile içeri adımını atmamıştı. işe alınırsa, on yıllar
sonra ilk kez bir hastanenin içine girmiş olacaktı anlayacağınız. neden sonra çağrıldı ali müdür tarafından. açık bir şekilde dürüstçe meramını anlattı ali, bu yaşa kadar hiç çalışmadığını, ama anne babasının kısa aralıklarla öldüğünü ve artık bir işe ihtiyacı olduğunu, eğer işe alınırsa uzun yıllar çalışabileceğini.. vs vs. hiç iyi yapmamıştı böylesi bir girizgahla. yoluncak tavuk olarak göründüğüne şüphe yoktu. “tamam şartlarımızı kabul ederseniz” diye girdi söze şef, asgari ücret dedi, yol parası ve ekstra mesaiye ödeme yapmıyoruz dedi. yapıyorlardı aslında. ama ali madem acil işe ihtiyacı olan biriydi, bazı haklardan da mahrum olsa bir şey olmazdı. “tamam” dedi ali, “işe ne zaman başlayabilirim, kabul ediyorum” “hemen” dedi müdür, “yarın başlayabilirsiniz. az sonra sekreter sizi birim şefimize yönlendiricek, ondan giysilerinizi alıcaksınız. bir de doldurulması gereken birkaç evrak. yarın da iş başı yapmadan önce bir sağlık kontrolünden geçersiniz olur biter”. “anlaştık” dedi ali.
içinde kötü bir his vardı. başarabilecek miydi acaba. sabahın altısında uyanabilecek miydi mesela. kesin işe girersem daha çok içmeye başlarım diye düşünüyordu. parasızlıktan içemiyordu dilediği kadar daha önce ama bundan da şikayetçi değildi. yemekle de arası pek yoktu. ne bulursa yer, her gün aynı yemek bile çıksa şikayet etmezdi. herhalde yemek giderim olmaz artık diye düşündü, bi sabah kahvaltısı. işyerinde yediğimle akşamı yaparım. akşamları da yemeye vereceğim parayla bi bir buçukluk iş görür.
eve gelirken kalan parasıyla, bi bir buçuk daha aldı ali. bir de sigara. kalan parayı idareli kullanmalıydı aslında, ilk maaşına kadar elindekiyle idare etmesi gerekiyordu. kala kala dört yüz elli yedi lira kalmıştı annesinin çantasında.
nasıl olduysa o kadar şarabı içmesine rağmen, alarma uyanıverdi ali. yataktan kazıdı resmen kendini. ilk kez bir iş için, hatta okul zamanlarından beri ilk kez herhangi bir şey için, uykusunu almadan bir alarma uyanıyordu. uzun süre düşündü işe gidip gitmemeyi. ama başka çaresinin olmayışı zorluyordu onu. kalktı. giyindi. iki lokma bir şey atıştırdı ve “hay aksi” dedi, “gene tıraş olmayı unuttuk iyi mi. şimdi olsam işe geç kalırım. ilk günden geç kalmayalım yarın oluruz.”
neyse ki iş görüşmesi yaptığı yere göre daha yakındı hastane. tek otobüsle yarım saat. sabahın köründe işe giden insanların yüzüne bakıyor ve yıllarca gerizekalı ve idiotça olarak gördüğü bu seçimi şimdi o da uyguluyordu. işe gitmek. daha önce de dediğim gibi, bunu politik bir söyleme de giydirmiyordu. o aylaklık peşindeydi hepsi bu. saatlerce yemek yemek dışında hiçbir şey yapmadan duvarları izlese, sıkılmazdı. “hayatın şifresini çözecek sanki pezevenk düşüne düşüne” derdi babası ona. bir şifresi varsa hayatın, bunu
çözmeyi çok isterdi aslında. ama olduğuna dair bir umudu da yoktu. bir anlamı yoktu yaşamanın. olsaydı onca yıl içinde, çıkardı karşısına mutlaka. çözerdi yani. kitaplardan yardım almayı düşünmedi hiç bu konuda, hayatın sırrını çözmeye de çalışmıyordu çünkü. inanmıyordu bir sırrı olduğuna hayatın, “tanrı” diyordu, “eğer varsa, yalnızlıktan çok sıkılmış olmalı ki, eğlencelik bir şey yarattı kendine, insanlar eğlencelik bir filmi nasıl izliyorsa, aynı edayla o da bizi izliyor işte. başkaca da bir anlamı yok bu ebegümecinin. yok eğer tanrı gerçekten yoksa, o zaman daha kötü. biz kendi kendimize bir sürü anlamlar duygular üretmişiz demektir binlerce yıllık evrim sonucunda. gül gibi hayvanlıktan sıyrılıp insan adında kodlanmış bir varlığa dönüşmüşüz. bir sürü görevler, ahlaklar, kurallar, duygular, roller.. hepsi de sonunda ölüp gitmek için. iki hiçliğin arasını –doğumdan önce ve doğumdan sonra- tıka basa doldurmuşuz. hava alıcak yer yok.”
bu düşünceler içerisinde otobüsten indi ali. hastanenin yolunu tuttu. durağa iki dakika uzaklıktaydı hastane. kapıdaki güvenliğe durumu anlattı, şef dedikleri adamın dokuzda geleceğini, o gelene kadar beklemesi gerektiğini öğrendi. tıraş olsam mı acaba bu arada diye düşünüp siktir etti. dolaşmaya başladı hastanede. gördüğü temizlik görevlilerin naptığını dikkatlice süzdü. kolay bir iş gibi görünüyordu gözüne. yapabilirdi. yapmak da zorundaydı aynı zamanda. binbir küfürler ediyordu bu esnada tanrıya ve evrime. bir kedi ya da köpek olsa bunların hiçbiri olmayacaktı. bir daha dünyaya gelirsem maymun olucam, dedi içinden. aslında bir ejderha olmak istiyordu o. bu dünyada hiç yaşamamış sadece masallarda olan bir varlık. öylesi daha kolay olurdu. insan zekası, evrimin kanserli hücresiydi ona göre. teknoloji de bu kanserin en gelişmiş versiyonu. ama bunların hiçbirini politik bir kimliğe bürünerek söylemiyordu. hiç kitap okumamıştı hayatında ve ne devrimden yanaydı ne de iktidardan. ona göre çözümsüz bir meseleydi bu. insan denen varlık işin içinde olduğu sürece tüm çıkış yolları tıkalıydı. insanı ortadan kaldırabilirsek eğer ve tüm insanlar bir hayvana dönüşebilirse ya da hayvansal içgüdülerle yaşayabilirse, anca o zaman, o da belki, bi çözüme kavuşulmuş olurdu. bilgi boktu. bilgelik de öyle. ve artık daha çok bilgi uğruna, bugüne kadar hiç test etmediği sadece adını ve tarifini duyduğu internet diye bir şey icat edilmişti. artık bilgi durmadan yayılıyor ama kimsenin aklında kalmıyordu. hız artıkça, zekaya gereksinim kalmamıştı. böylesi daha iyi olmuştu belki de. zamanla insan evrimi zekayı yiyip bitirir en başa, olduğu şekle, içgüdüleri ile hareket eden bir hayvana dönerdi belki. bu düşünceler içerisindeyken, şef geldi. güvenlik bahsetmişti şefin dokuzda odasında olacağından. kapıyı çaldı.
içeri girer girmez “hoş geldiniz ali bey, ama neden tıraş olmadınız” dedi şef. “şey, sabah geç kalktım da, yetişemedim. yarın böyle gelmem.” “akşamdan olsaydınız” “unutmuşum.”
“bu şekilde olursa sorun yaşarız bilginiz olsun. bir saniye sizi bekleticem” deyip telefonla bir yeri aradı. telefondakine “yanına yeni personeli gönderiyorum, işi tarif et, iki gün beraber takılın” dedi. ali’ye döndü. ikinci kattaki 205 nolu odaya git, orada sercan var, işi şana anlatıcak, görüşürüz, yarın tıraş olup gelip lütfen”. “anladım”.
sinirden kendini sıkıyor, bir dolu küfürler ediyordu ali. o gün sercan’la beraber çalıştılar. tuvaletleri temizledi. koridorlara paspas çekti. falan filan. sercan sürekli ali’yi işi düzgün yapması gerektiği konusunda uyarıyordu. baştan savma yapmıyordu aslında ali işi, sadece çok sıkılmıştı. bir an önce gün bitsin istiyordu. en sonunda paydos edip eve varınca rahat bir nefes aldı. bir de tabii ki gelirken yine, bir buçukluk şarabını almayı ihmal etmedi. bu kez sigara yerine tütün aldı ama. böyle gitmezdi. parayı kısa zamanda bitirirse, maaş gününe kadar tek kuruş borç alabileceği kimse de yoktu. ertesi gün için de bir paket sigara sardı, şarabı yudumlarken. müzik de dinlemiyordu hiç. müziği de sevmezdi ali. müzik, resim, sinema, edebiyat. sanatın her türlüsüne tiksintiyle bakıyordu. hayvanlar sanat yapıyor muydu hiç. bu da insan oğlunun diğer uğraşları gibi içi kof bir şeydi ona göre. yemek yapmak bile içi boş bir meşgaleydi. doğada ne bulduysak yiyorduk bir zamanlar. ne zaman avladığımız hayvanları pişirmeye başladıysak orada süreç başladı diye düşünüyordu.. ateşin icadı, tanrının icadından daha tehlikeli bir şeydi ona göre. şarap bitince o da uzandı. gene tıraş olmayı unutmuştu.
ertesi gün sabah gene jiletle kazınırcasına yataktan çıktı. otobüse bindi. hastanede sercan’la buluştu. “bugün de benle takıl, yarın tek çalışırsın artık” dedi sercan. “görev bölgeni belirler şefimiz. bana laf düşmez ama sakallı gelme abi, işten atmaya sebep arıyorlar zaten. yine de sen bilirsin.” “unutuyorum ya, olurum akşam.” “dediğim gibi bana laf düşmez de…”
tam bu esnada şefle karşılaştılar. arada bir geziyordu şef zaten ortalıkta. işleri denetliyordu. ona da bunun için maaş veriyor olmalıydılar. onun üstündekiler de onu denetliyordu. silsile patrona kadar böylece devam ediyordu. şef yine tıraş olmadığı için ali’yi azarladı.
ertesi gün yine tıraş olmadı ali. bu kez unuttuğundan değil de üşendiğinden. şişenin yarısındayken aklına gelmişti. yarın işten gelir gelmez olurum, diye düşündü. tek çalışmaya başlamıştı artık. ama işinde de kurnazlığa kaçıyordu. kimi yerlere tek paspas çekiyor, kimi yerleri temiz göründüğü için hiç ellemiyordu bile. en çok camlarda faso veriyordu. camdı ona göre işte. leke de yoktu. her gün her gün silmeye ne hacet. bir hafta içinde işten çıkardılar ali’yi. bu süre boyunca da tıraş olmayı sürekli erteledi unuttu. zaten ailesi sağken de
pek tıraş olmazdı. çalıştığı dönemde de sakalları da en fazla üç haftalıktı, pek uzun sayılmazdı, ne alakası vardı sakalla işin…
işten atılınca, o da şaraba ara verdi. yine iş araması gerekecekti. buldu da. ama bulduğu her işte en fazla bir hafta dayanabildi. tıraş olduğu halde üstelik. işe özen gösterse de bu kez de hiç konuşmadığı için şefin gözüne giremiyor, şeflerin bazı sorularına alakasız veya ters cevaplar verdiği için, işten çıkarılıyordu.
en sonunda kalan para da bitti ve dilencilik yapmaya karar verdi ali. sapasağlam adamdı. ona para verirler miydi acaba. başka çare gelmiyordu aklına. en eski ve en kirli giysilerini giyip çıktı sokağa. işlek bir caddede bağdaş kurup açtı mendilini, bekledi başlamaya. pek para atan yoktu. ilk gün beş lira toplayabildi. ikinci gün bir kartona “ölmemi istemiyorsanız üç beş kuruş. bu cinayete ortak olmamak için üç beş kuruş” yazdı. orijinal bir dilenci olmuştu. ama yine de beş liradan fazla toplayamadı. üstüne bir de zabıta ile köşe kapmaca oynamak zorunda kalmıştı. hatta zabıtanın teki, dilenceksen bile bu yazı ile olmaz dedi. bir hafta sonra işin içine polis girdi. kartona yazdığı yazıdan vazgeçmiyordu çünkü ali.
en sonunda da akıl hastanesine attılar aliyi. ilk başlarda iğne vuruyorlardı. iğneden kaçış yoktu. hastabakıcılar zorla tutar, hemşire iğneyi vuruverirdi. ama hapa geçildiğinde, rahatladı biraz. hapları içmeyecekti sonuçta. ve psikiyatristin sorularına, son derece aklı başında bir insan gibi cevap veriyordu. bu kez de ilaç dozajını artırmakta çözümü görüyordu doktor. elektroşok bile verdiler iki kez. şok hoşuna gitmişti alinin. şok sonrası gün bomboş bir zihinle pek bir şey hatırlamadan dolaşıyordu. ama sonra yine, o kaçınılmaz düşünceler peydahlanıyordu zihninde. hiç olmazsa burada çalışmak zorunda değildi. yine de askeriyeden farkı yoktu. askerliğini anlatmadık ali’nin, onu da üç firarla ve onlarca sopayla bitirmişti.
en sonunda kafaya koydu intiharı. kararı kesin ve netti. bu toplumda ona yer yoktu. o da bu topluma yer vermiyordu kendi düşüncelerinde. mantıklı tek bir izah bulamıyordu zihninde, onlar gibi yaşamak için. ama akıl hastanesinde nasıl intihar edilsin. kafaya koymuştu ama bir kere. yapıcaktı. kaçarı yoktu. umarım tanrı yoktur ve hiçliğe kucak açarım ya da dünyaya tekrar geliceksem de bir hayvan olayım diye kurdu hayalini. onlarca gün, doktorun her ilaç saatinde suyla beraber verdiği hapı dil altında saklayıp, bahçeye çıkınca cebine, akşam olunca da yastığının arasına sakladı. iki hafta sonra yeterince olmuştur herhalde diye düşündü ve hepsini toparlayıp bir gece vakti, tuvalete gidip, tuvaletteki musluktan kana kana su içerek yuttu. gidip yatağına uzandı.
olmamıştı ama. becerememişti. haplar onu öldürmemiş, sadece delirtmişti. olsun. bu da kafiydi psikoza girmeden önceki ali’nin düşlerine göre. en azından akıldan kurtulmuştu. hala manisa’da yatar kendisi. ben tanıştım. ama sakın ziyaretine falan gitmeyin. yeteri kadar rahatsız ettik ali’yi. rahat bırakalım artık.. gördüğü halüsinasyonlarla mutlu o.
10 aralık 2016.
her şey kedidendi…
o gün, uzun bir aradan sonra ilk defa işporta tezgahı açıcaktım. bu kez sadece fanzinlerden oluşacaktı tezgah. birkaç da kendi kitabım. uyanınca ilk işim arşivdeki fanzinlerin en sevdiklerimden birkaç kopya basmak oldu, yazıcıda kalan mürekkeple. eski tip bir yazıcım vardı ve toneri çok ucuza doluyor, tek dolumda 2000 sayfa kadar bir şey basıyordu. üç dört saatimi aldı fanzinleri basmak. ardından evden çıktım.
akşamüstü dört gibi tezgahtaydım. siyah bezimi, eski evimin perdesi olan bezimi serdim ve tek tek sıraladım üzerine fanzinleri. tam bu sırada çıkıp geldi vak vak. adının vak vak olduğunu söylemişti. kafası bir kediyi andırıyordu ve insan bedenine sahipti. onu ilk gördüğümde apalladım aslında. “kolay gelsin ihtiyar, oturabilir miyim” demişti arkamdan, ben eğilmiş, fanzinleri istiflerken. işportadayken, tanımadığım insanların eğlenceme salça olmasından hazzetmiyordum, özellikle çok konuşuyorlarsa. günümün içine ediyorlardı resmen. içimden “sıçtık” dedim. arkamı döndüğümle apallamam bir oldu. insan bedenli bir kediyi çağrıştırıyordu. “tabii oturabilirsin” dedim. ilacımı bırakalı altı ay olmuştu. halüsinasyonların baş göstermesi kaçınılmazdı. ama bu kadar gerçeğini ilk kez görüyordum.
“adın ne” diye sordu, “girdap” dedim, “ya senin?” “vak vak demen yeterli. sigara?” çıkarıp paketini uzattı. hiç değilse sigara içiyordu. bir ayrım gözetmiyorum ama sigara içen insanlarla daha iyi anlaştığım bir gerçek. aldım sigarasından. kendiminkini yaktıktan sonra çakmağı ona uzattım. “seni daha önce de gördüm buralarda” dedi, “geçmiş yıllarda.” “evet daha önceleri de açıyordum tezgah” dedim. “parasız kalınca mı yapıyorsun bu işi.” diye sordu. “parayla ilgisi yok” dedim, “terapi gibi düşünebiliriz.” “anlıyorum” dedi, “beleşe ver öyleyse”
çattık diye düşündüm, genelde halüsinasyonlarımla iyi anlaşırdım, sonuçta kendi kendine konuşmak gibi bir şeydi bu. “beleşe veremem” dedim, “maalesef artık sadece parayla satın aldıkları şeylere değer veriyor insanlar. iki, üç lira bir şey zaten fiyatları.” “ucuzmuş.” “öyle.” “şarap içer misin?” “birazdan bira alıcam kendime” dedim. fazla yakınlık kurmak istemiyordum. “sen bilirsin” dedi, şişesinden bir litrelik bir şişe çıkardı. şişenin gerçek olmadığını bilmesem ben de içerdim elbette. ama, işte, bu, yanı başımdaki, kedi kafalı herif, günümün ve belki de kalan günlerimin içine edileceğinin habercisiydi. ilaçları bırakmakla iyi mi etmiştim, bilmiyorum. ama onlarla da yaşanmıyordu. bir çıkmaza saplanmıştım, ya ilaçlarla ve ölü bir bedenle devam edicek ya da onları bırakıp biraz tuhaf varlıklarla ve paranoyalarla birlikte yaşamaya başlayacaktım.
“ben bira almaya gidiyorum” dedim vak vak’a. iki yanımda da başka işportacılar vardı ve beni daha öncede kendi kendime konuşurken görmüş olmalılardı. ama yoldan geçen insanlara durumu açıklayamazdım. hiç olmazsa önümdeki birayla durumu dengelerdim. “sarhoş işte, kendi kendine konuşuyor” der, geçip giderlerdi.
“tamam” dedi, “paran varsa bana da alır mısın?” “yok” dedim, kesin ve hızlıca söylendi bu. ki gerçekten yoktu, tezgahtan para gelirse getirecektim alkolün devamını. “tamam” dedi. “sonra ben sana ısmarlarım. şarabım bitince yani.”
işimiz vardı bu vak vakla. gidip biramı aldım, geldim, tezgahın başına oturdum. ilk yudumdan sonra, bir sigara sardım kendime. o da kendine yaktı bir tane, kendi paketinden. “şu kitaplar ne?” dedi, benim kitaplarımı göstererek. “benim” dedim. “sen mi yazdın” dedi “evet”
“hiç yazar tipi yok sende” “değilim zaten” “ama kitabın var. kitabın varsa, yazarsın demektir.” “öyleyimdir o zaman. boş verelim.” “onlar kaç para” “onlar on beş” dedim. “çokmuş” dedi. “maliyetini düşersek kalanla bi şişe bira içeceğim işte. çok mu şey istiyorum. kitabımı okuyacak kişiden bir bira sadece.” “öyle düşününce haklısın.” dedi.
bu sırada tezgaha bir kadın yaklaştı. 20’li yaşlarında. fanzinler ne kadar, diye sordu. kalınlığına göre bir iki üç lira, dedim. ikinci kitabıma göz kestirdi. elini alıp sayfalarını çevirdi. rastgele okuyup, okudukça kahkahalarla gülmeye başladı. oysa ben, berbat acı çektiğim dönemlerde yazmıştım onu. her gün, intihar etmekle hayatta kalmak arasına kurduğum salıncakta salladığım dönemlerde. okudukça kahkahalarla gülüyordu. “bu ne kadar?” diye sordu ardından. “on beş” dedim. “tamam, dönüşte alıcam” dedi ve gitti.
kadın gittikten sonra vak vak’a dönüp, “dönmeyecek” dedim. “almayacak.” “neden öyle düşünüyorsun” dedi, “dönücem dedi ya. hem kahkahalarla gülerek okudu bak.” “belki alaya aldığı için gülüyordur.” dedim. “sanmam” dedi, “dönücek, görüceksin.” “ufacık bir şey için bile umut etmeyi bırakalı yıllar oldu” dedim. “dönüp dönmeyeceği üzerine düşünecek değilim. dönerse bi bira daha içerim demektir. hepsi bu.” “yeni bir okuyucu kazanacak olmakla ilgilenmiyor musun?” dedi vak vak. “hayır” dedim, “yeteri kadar var. belki bir elin parmaklarını geçmez ama, yeterli.”
“ben kitap okumam. okuyacak olsam alırdım” dedi. “hiçbir şey okumam.” “en iyisini yapıyorsun” dedim, “ben de okumuyorum. okumayı bırakalı yıllar oldu. çok fazla çöp var piyasada, arada iyi şeylere de denk gelmek güçleşiyor böylece. bazen fanzinlerde ya da ufak dergilerde karşıma çıkıyor iyi yazarlar, onlar da bir süre sonra yazmaya devam etmekten vazgeçiyorlar. pes ediyorlardır belki de kim bilir.” “sen iyi yazıyor musun?” diye sordu bana vak vak, ama bunu bilinçli olarak, benim ukala ukala konuşmam sonrası söylediğini hissediyordum. “bilmiyorum” dedim, “kimileri iyi diyor, kimileri boktan. ne önemi var. ben keyif alıyorum ya işte. yeterli.”
bu sırada önümdeki biramdan bana sormadan bir yudum aldı. bu yakınlık hoşuma gitmiyordu. dediğim gibi, genelde halüsinasyonlarımla iyi anlaşırım, ama bu kedi kafada beni iten bir şey vardı. sırf onu görmemek için ilaçlarıma geri dönebilirdim. hatta yanımda olsaydı şimdiden içmiştim bile bir tane. bu sırada, ilk biram, tuborg gold, bitmeye yakınlaşmışken, 16-17 yaşlarında bir genç geldi tezgaha. “merhaba girdap abi, internetten gördüm, fanzin alıcam ben” dedi. evden çıkmadan önce, internetten duyuru geçmiştim, bugün tezgah açacağıma dair. bazen işe yarardı. bugün o günlerden biriydi. ayağa kalktım, ve “bak seç” dedim. “on liraya ne kadar olur” dedi “istediğin kadar olur” dedim. hepsinden birer tane alsam olur mu deseydi, evet diyecektim. ama o sadece altı tane seçti. “istediğin kadar alabilirsin” diye yineledim sözümü.” “diğerleri var” dedi, “nerden buldun” dedim, doksanlarda çıkan birkaç iyi fanzindi söz konusu olan. “geçen sene senden almıştım” dedi. pot kırmıştım.. “tamam öyleyse” dedim. “kolay gelsin” diyerek yoluna devam etti, bende gittiği yönde, peşinden, bakkala yollandım. biramı alıp geri döndüm.
vak vak ayaktaydı. “dört tane fanzin sattım” dedi. “parası yokmuş. sen bedava olur demiştin değil mi?”
fanzinleri inceledim. gerçekten de dört tanesi eksikti. ilginç olansa, vak vak’ı benim dışımda kimsenin göremeyecek olması gerçeğiydi. nasıl satmış olabilirdi ki. ya da o dört tanesi nereye gitmişti. az önceki çocuk on tane almıştı muhtemelen. beynim bana oyun oynasın diye eksik saymıştım. bir sigara sardım, o da kendine bir sigara çıkarıp yaktı. o gün kayda değer başka bir şey olmadı. başka satış yapamadım, böylece başka bira da alamadım. vak vak da ısmarlamadı. bir halüsinasyon olduğunu düşünürsek ısmarlaması komik olurdu. akşam ilacımı içtim ki, tekrar vak vak’la karşılaşmayayım. gerçi bu ilaçlar ilk seferde etkili olmazdı. olmadı da zaten.
ertesi gün cumaydı. oysa bir gün önce, nerdeyse hiç iş yapmayınca, bu soğuk aralık ayında, bir daha tezgah açmıcam demiştim. akşamüstü ise, kendimi evden çıkarken buldum. işportacanın tövbesi hafta sonunu görene kadarmış, diye bir söz vardır.
tam bezimi sermiş, fanzinleri çantadan çıkartıyordum ki vak vak yine geldi. “selam adamım, bugün de burdasın ha?” oysa dün ona, yarın açmayacağım demiştim. “evet” dedim. “beni mi bekliyordun sen” “şansımı deneyeyim dedim”
vak vak’tan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. hiç değilse benimle eve kadar gelmemişti dün. bu da olabilirdi. ve tezgahı henüz yeni açıyordum ki, biriyle konuştuğunu gördüm vak vak’ın. konuştuğu da başka bir halüsinasyondu muhtemelen. boku yedik diye düşündüm. “bir lira iki lira üç lira” dedi herife vak vak, “çok güzel şeyler var abi. ben okudum. sen de oku. pişman olmazsın”.
konuştuğu herif kırklı yaşlarda, top sakallı, kel kafalı bir elemandı. “bir bakalım” dedi. fanzinleri inceliyordu. üzerimde hiç para yoktu. gerçekliği test etmek için bir şans doğdu. eğer fanzin alırsa, o parayla bira alamazdım. çünkü para gerçek olamazdı. vak vak gerçek biri ile konuşuyor olamazdı. yine de bir şüphe belirdi içimde. ne yazık ki, adam inceledi inceledi, sonra uğrarım deyip gitti. sonra uğrarım diyenlere güvenmezdim. geçiştirmek için söylenmiş bir sözdü bu. yıllar içinde işporta aça aça, öğrenmiştim kimin gerçekten alıcı, kimin bakıcı olduğunu. ona göre davranıyordum insanlara. bir şeyler alıcak biri olduğunu
hissedersem karşımdakinin, ayağa kalkar, laf satar, bir şeyler anlatırdım. hiçbir şey almayacağına inandığım biriyse karşımdaki, yerimden bile kalkmazdım ki çoğunlukla da haklı çıkardım bu konuda. bu sırada yoldan vak vak’a benzeyen, aynı kedi kafalı biri geçti. “bak” dedim vak vaka, “arkadaşın geçiyor.” “arkadaşım mı? hani nerde? sen nerden tanıyorsun arkadaşımı?” “bak” dedim, “kafası aynı senin gibi.” “nasıl, kimin?” “şu geçen, yürüyor bak” “yüzünü görmedim” dedi. “kafası aynı senin ki gibiydi” dedim, “sahi kafana noldu senin?” “nolmuş kafama?” “kedi kafası var ya sende.” “yoo değil” dedi. “benimle dalga geçme.” “dalga geçmiyorum” dedim. “hem sen gerçek değilsin.” “ne demek bu” dedi, “nasıl gerçek değilim?” “kedi kafan var” “hayır yok” “tamam peki öyle olsun” dedim. “fazla zorlamayacağım” “ne istiyorsun benden” dedi, “neden dalga geçiyorsun kafamla” “unut gitsin” dedim.
bir süre sessizce oturduk. beş sigara süresi kadar boşluk. o da benim gibi peş peşe yakıyordu sigarayı. bir süre sonra yoldan bir kedi kafa daha geçti. ses çıkarmadım. ilacımı yanıma almıştım bu kez. bir tane yuttum. susuz.
bir saat kadar sonra, ilk satışımı yaptım. beş fanzin on kağıt. aslında gelen paranın bir kısmını ayırmam gerekiyordu ki tekrar fanzin çoğaltabileyim. sonrakinden ayırayım dedim. gidip bir şişe bira aldım. geri döndüğümde, vak vak yine biriyle konuşuyordu. ben yanlarına gelene kadar, konuşmaları bitti, adam iki fanzini eline almış, vak vak’a bozuk paraları uzatıyordu ki, vak vak beni işaret etti,
“tezgahın sahibi o” diyerek. “kolay gelsin” dedi, “aldım ben bunları. bütün bozuklukları veriyorum. fazla vardır orada. üstü kalsın.” “teşekkür ederim” dedim. dönüp fanzinleri saydım. iki tane eksilmişti. cebimdeki bozuklukları baktım. yedi lira vardı. biram bitince, bu bozukluklarla bir bira daha alıcaktım. tabii gerçekse paralar. kaybolmazlarsa. sonuçta satışı yapan vak vaktı. bu sırada tezgaha biri daha yanaştı. kedi kafası vardı onda da. “iyice hapı yutmuşuz desene” dedim kendi kendime. “noldu” dedi vak vak. “hiç” dedim, “giderek çoğalıyorsunuz.” “gene saçmalamaya başladın sen. kaçıncı biran bu.” “ilk” “başka içme o zaman.”
kedi kafalı adam, hiç ses çıkarmadan fanzinleri inceliyordu. kitaba takıldı sonra gözü. ilk kitabıma. ilk sayfasını açıp okumaya başladı. birkaç dakika sonra, vak vak’a dönüp, “ne kadar bu?” dedi, “on beş” dedi vak vak. “arkadaş yazmış. çok iyi kitaptır. ben okudum. sevdim.”
okumamıştı. hatta hiçbir şey okumadığını söylemişti bana. kedi kafalı adama yalan söylüyordu. bir iyilik için söylenmiş olsa da yalan yalandı. ve işportamda yalan işitmek istemiyordum. “alıyorum ben bunu o halde” dedi, kedi kafalı. yirmi lira uzattı. cebimdeki bozukluklardan beş lira geri verdim. şimdi de halüsinasyondan yirmi liram vardı. bakalım bu parayla bira alabilecek miydim. üstelik kitap da kedi kafayla birlikte gitmişti.
biram bitince, kedi kafa, ben bakkala gidiyorum sana da bira alayım, dedi. yok ben alırım, dedim. sana da ısmarlayayım..
işe yaramıştı. bakkal yalandan olma yirmiliğim karşılığı iki bira vermişti. üstüne de para üstü. irkilmiştim bu sırada. kedi kafa gerçekti. kedi kafalar gerçekti. peki kafaları neden böyleydi. tek ben mi onları bu şekilde görüyordum. yoksa birisi bana bir şaka mı hazırlamıştı. biraları ve para üstünü alıp tezgaha geri döndüm.
“hadi yırttın” dedim vak vak’a, “gerçekmişsin.” “çok içme bence” dedi, “sana yaramıyor. gerçeğim elbette.” “ama kafan kedi kafası şeklinde görünüyor bana adamım” “sen uyuşturucu falan mı kullanıyorsun” dedi, “ne kedi kafası.” “valla billa, kafan aynı bir kedinin kafasına benziyor. benzemekle kalmıyor tıpatıp kedi kafası.” “sana benle dalga geçmemen gerektiğini söylemiştim değil mi?” dedi vak vak, “arkadaş olabileceğimizi sanıyordum.” “dalga geçmiyorum moruk” dedim, “gerçek bu.” “pazartesi hemen bi psikiyatriste git bence” dedi, “normal değil bu, tabii benimle taşak geçmiyorsan.” “geçmiyorum” dedim, “gidicem.”
o gün başka satış yapamadım. ama bir çok kedi kafalı insan gördüm.
günlerden cumartesi olmuştu ve evden çıkıp çıkmamak konusunda tereddüt yaşıyordum. ama evde olsam bu düşüncelerle daha çok kafayı yemem olasıydı. hafta sonu olmasa doğrudan gidip doktoruma gözükürdüm. ilacın dozajını arttırmıştım. akşamüstü gidip tezgahı açtım ve vak vak yanımda bitti. “hey adamım bugün ne var ne yok, hala kedi kafalı mıyım?” “evet öylesin, üstelik otobüste de de bir çok kedi kafa vardı.” “durum vahim desene.” “öyle.”
o gün işler iyi gitti. nerdeyse fanzinlerin tamamını erittim ve çoğunu da biraya verdim. vak vak’a da ısmarladım bir iki tane. o da bana ısmarladı. hatta, “tütün içme, ben de para var” deyip, iki paket sigara aldı. chesterfield mavi. her neyse, saat ona geliyordu. tezgahı toplamaya hazırlanıyordum, “bara gidelim mi?” dedi, “biralar benden.” “olmaz” dedim, “yeterince içtim, eve gitmeliyim.”
“bir iki bira içeriz. ben de kalırsın. biralar da benden.”
aslında sevmemiştim vak vak’ı. beni iten bir şey vardı ve bu emin olun kedi kafalı oluşu değildi. severim kedileri. ama muhabbeti sarmamıştı. fazla yakınlık kurmaya çabalıyordu ve ben bundan hoşlanmıyordum. fazla yakınlık kurmazdım insanlarla, çok fazla da konuşmazdım. neden bilmiyorum ama vak vak’ın teklifini kabul ettim. tezgahı toplayıp dinazor’a gittik. neyse ki gördüğüm kafalar kedi kafasıydı. başka bir hayvan kafası olsaydı daha katlanılmaz olurdu, kesin.
barda bir çok kedi kafalı insan vardı. bir kısmı da normaldi. iki ellilik söyledi vak vak. ve canının çok sıkıldığından, pek arkadaşı olmadığından yakındı. babası ölünce kendisine sağlam bir miras kalmıştı. dört ev, büyükçe bir arazi, kaç dönüm olduğunu söylemedi, ben de sormadım. o da hepsini satıp parayı bankaya atmıştı. para bitene kadar takılıp sonra intihar etmeyi planlıyordu. emindi kendinden. sözcükler o kadar inandırıcı bir şekilde çıkıyordu ki ağzından, palavra sıktığını düşünemiyordunuz. onu yolundan çevirmeye çalışacak değildim. ya da kendimin bile inanmadığı, hayatın kutsallığı üzerine gevelemeyecektim ona. bu samimi olmazdı. onikiye doğru bardan çıktık. hala çantamda birkaç satmadığım fanzin vardı. “gel biraz dolaşalım” dedi vak vak, “kitaplarını çıkar, satarız belki.” “yok olmaz” dedim “insanları rahatsız etmeyelim. ben kaldırımda sessizce beklemeyi tercih ediyorum.” “olur mu” dedi, “daha çok kişiye ulaşmak istemez misin.” “isterim elbette” dedim, “ama bunun için çaba sarf etmeyi bırakalı yıllar oldu. sadece yazar yayınlarım ben. beni de okuyun, diye yırtınmam. beklerim. gerçekten okuyacak kişiler, yıllar sonra da olsa keşfedecektir. su akar yolunu bulur.” “tamam öyleyse eve” dedi. “eve” dedim.
alsancak’ın arka sokaklarından birindeydi vak vak’ın evi. birinci kat. temizdi. bekar bir adama göre oldukça da derli topluydu. sadece salonun ortasında bir ip vardı. intihar etmek için hazırlanmış. düğümlenmiş bir ip. dekor olmadığı aşikardı. yapıcaktı bunu. bitirecekti kendi işini. sadece parasının bitmesini bekliyordu.
neden beklediğini bilmiyorum. neden ertelediğini. ama yapacağından emindim. öyle bir izlenim vermişti bana. şimdi salonun ortasındaki ipi de görünce resim tamamlanmıştı.
ertesi sabah uyandığımda, öğlene doğru uyanmıştım. değişen bir şey olmamıştı. hala aynı kedi kafaydı vak vak. ama bu kez sesi de miyavlama şeklinde çıkıyordu. “ne dediğini anlamıyorum moruk.” “miyav miyav.” “sadece miyavlama şeklinde geliyor sesin. “miyav miyav.” “dostum duyamıyorum sadece miyavlama.”
sonra kağıda yazdı. evden çıkana kadar kağıda yazarak anlaştı benimle. gidip tezgahımızı açtık. fanzinler ve kitaplar azalmıştı, üstelik yerine yenisini koyacak parayı da biraya kaptırmıştım. “muhtemelen bugün son günüm” dedim vak vak’a. vak telefonun notlar kısmına, neden öyle düşünüyorsun, diye yazdı. “fanzinler bitiyor” dedim, “param yok.” tekrar telefonuna, “bende var” diye yazdı, “veririm sana, çoğaltırsın” “yok olmaz” dedim, “üstelik bu halde.” “olsun” diye yazdı, “veririm ben sana.."
o gün de akşama kadar içip, bu kez çoğunu vak vak ısmarlamıştı, muhabbet ettik, ve gelen kedi kafalarla o anlaştı, -çünkü diğer kedi kafalarında sadece miyavlamasını duyuyor ve ne dediklerini anlamıyordum- insan kafalarla ben. akşamı ettik ve tekrar onda tezgahı kapatıp dinazora gittik. yine o telefona yazdı, ben konuştum. ve etrafımda gördüğüm kedi kafaların sayısı giderek artıyordu.
ertesi gün uyandığımda kendi kafamda bir tuhaflık hissettim. kedi bıyıklarım dikkatimi çekti ilk önce. ardından kulaklarım. koşarak aynaya baktım. benim de bir kedi kafam vardı artık. vak vak benden önce uyanmıştı. ve bir şeyler söyledi, daha doğrusu miyavladı. ben de miyavladım. normal konuşamıyordum.
konuşmak isteyince sadece miyavlama çıkıyordu ağzımdan. şimdi iyice sıçtık, diye düşündüm. psikiyatriste gitmekten vazgeçtim. bu şekilde kesin tımarhaneye kapatılırdım ve oraya tekrar girmek istemiyordum. ilacı boş verdim ve vak vak’ın evine taşındım. onunla sürekli yazarak anlaştık. çünkü ikimizde konuşmak istediğimizde sadece miyavlamalar duyuluyordu. tabii bu bana öyle geliyordu. onda bir sorun yoktu. diğer insanlarla rahatlıkla iletişim kurabiliyordu vak vak. diğer insanlar da birbiriyle. sorun bendeydi ve vak vak dışında herhangi birine anlatılamayacak kadar büyük bir sorundu. vak vak’ınsa hiç arkadaşı yoktu, kimse onu sevmiyordu, nedenini bilmiyorum, ve vak vak’ın parası bitene kadar onunla beraber yaşadık. sürekli işporta tezgahı açıp, her gün kafayı çekerek. zamanla işaret dilini de öğrendik. insanlar benim sağır dilsiz olduğumu düşündü. ama tek duyabildiğim şey, sadece miyavlamalardı. üstelik artık tek bir insan kafalı insan göremiyordum. herkes kedi kafaya dönüşmüştü. ve bugün, vak vak’ın son parasıyla son kez alkol aldık. bu süreç içinde odaya bir idam ipi daha eklendi. benim için. vak vak’la beraber intihar edicektik. ikna etmişti beni. zaten ben de yaşayamaya pek meyilli değildim. kimseye anlatamazdım derdimi. beni iyileştirmeye, tedavi etmeye çalışırlardı ve dediğim gibi, tekrar akıl hastanesine kapatılmak istemiyordum. bu öyküyü size bırakıyorum. inanırsınız inanmazsınız bu size kalmış. birazdan vak vak’la beraber sandalyelere çıkıcaz. hoşçakalın… ya da miyav miyav.
15 aralık 2016.
ceset ne yapacağını bilmiyordu. ne yapması gerektiğini de. sabah uyandığında annesini ölü bulmuştu ve kafası karışıktı. hem annesinin ölümüne hem de sonrasında düşeceği duruma ağlıyordu zack. adı zack değildi elbette, bu ismi kendi kendisine, o koymuştu. ve nihayet ortada kalmıştı işte. beklenen son, kaçınılmaz gerçeklik, her türlü farklı olasılığı sollayan o tek ihtimal ne yazık ki en nihayetinde vuku bulmuştu. ortada kalmıştı artık. işsiz, parasız ve evsiz kalmıştı.
ve, başta da dediğim gibi ne yapacağımı bilmiyordum, ne yapmam gerektiğini de. annem ölmüş, beni ortada bırakmıştı. kardeşlerim vardı elbet, birkaç gün kalabileceğim kardeşlerim. istemiyordum ama. ne kimseye yük olmak ne de yük olacağım kişilerin özgürlüğümü kısıtlamasını istiyordum.
beklemeye başladı. saat sabahın sekizinde uyanmış ve anneme seslenmiştim. her sabah tok karnına içeceğim ilacı verecekti ona. yani bana. kendimi karıştırıyordum. şizofrenin belirtileri atmış, artık ilaç fayda etmemeye başlamıştı. seslendim. seslendim seslendim. annesine seslendi zack. kalkmıyordu. hareket belirtisi yoktu. bir kez daha seslendim, anne sabah oldu, kahvaltı yapalım.
normalde hemen hareketlenir ve onun için aceleyle kalkardı. ölmüştü ama. ilaca inanıyordu annem. ve muskalara. ben ise her şeye karşı inancımı yitirmiştim. geçmişe inanıyordum sadece. geçmişimin ve iyi zamanlarımın olduğu günlere.
aslında her şey kolumun kırıldığı gün başlamıştı. 2 buçuk aylık rapor, aklımı oynatmama neden olmuş. en sonunda istifa edip, ardından akıl hastanesine düşmüştüm. çıktığımda, hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı bir zaman dilimine uyandım. ama hikaye, gerçekte, çok daha gerilere uzanıyordu. en başa. 1984 yılında peşimden koşan köpeğe kadar.
iki yaşındaydım o zamanlar. peşimden koşan köpekten çok korkmuş, kendime eve zor atmış, ve bülbül gibi konuşan çocuk kekeme olmuştu. yani ben. o günden sonrasını uzun uzun içimden geçen her şeyin içimde kaldığı bir film şeriti takip etti. alaylar, gülmeler ve dalga geçmelerde ekstrası oldu bu işin.
en sonunda bir gün, tamam demiştim. alsancağa inip bir bira almış ve o bitince istediğim ikinci birada kekelememiştim. ilk kez olmuştu bu. o güne
kadar isteyeceğim her şey için, bakkalları kekelemeliğimle oyalar, bunun karşılığında da ya sırıtışlara ya da azarlara denk gelirdim. ilk kez o gün, bir şişe biranın etkisi ile kekelememiş, ve daha sonra sürekli içmeye başlamıştım.
doktorlar bunu bilmiyor muydu? reçetesine hap yerine bira yazamazlar mıydı? olabilirdi öyle değil mi? o güne kadar boşuna uğraştırmışlardı ailesini. o hoca senin bu hoca benim, o hastane senin bu hastane benim, dolaştırmışlardı onunla beraber ailesini. çözmüştü işte, en sonunda hastalığı yenmişti.
ardından bir psikoz geldi. yıl 2002 idi ve ilk defa olmuştu bu. çünkü öncesinde, tam iki sene boyunca, aralıklı olarak, kullanmadığı hap içmediği cigara türü kalmamıştı. amfetamin iyileştiriyordu onu, ve adını bile unuttuğu reçetesiz olarak eczaneden alınabilen bir dolu kafa yapan hap.
ikinci psikoz 2009’da ve sonucusu da annesi ölmeden üç ay önce gerçekleşmişti. ardından annesinin cesedini bırakıp, mutfağa yöneldi. önce kahvaltı yapıp hapını içecekti, akinetondu adı hapın. sonra verirdi komşulara ve akrabalara haber. mutfağa yöneldi. tam bu sırada arka bahçeye açılan kapıdan çıkıp gelmişti annesi. olağandı. ama sorun şu ki, artık iki annesi vardı. biri, hala koltukta yatan ceset, diğeri arka bahçeye asılan çamaşırlarla işi bitip mutfağa dönen anne. ikisinden birisi halüsinasyondu ve hangisi olduğunu bilmiyordu. kafası iyice karışmıştı ve o günden sonra, asla hiçbir şeyin gerçekliğinden emin olamadı. olamadım. yani ben. akıl hastanesine düşene kadar da, emin olduğum her şeyi çaldı haplar hafızamdan, akineton, seroqual ve rixper.
7 eylül 2014
cüzdanınızın karşılığı
"kelime aralarına konulan noktalardan ve bir harf eksiltilerek yazılan küfürlerden nefret ederim" dedim "iyi ama bu şekli ile de biz yayınlayamayız, hatta bizim uygun gördüğümüz şekliyle bile devletin izin vereceğini sanmam. toplatırlar mutlaka, çok küfürlü ve sert şeyler var" "ah. evet. sert. beni azdırıyorlar ve sertleşiyorum. bazı destanlar kanla yazılmıştır ya. benimki de üreme sıvısı ile yazılıyor" "benimle düzgün konuş" "seninle düzgün konuşayım. devlete göre hâlâ reşit değil miyiz yani?" "ben işin iç yüzü ile ilgilenmem ve riske de giremem. kabul ediyorsan et, etmiyorsan da defol git. başka yayıncı bul kendine" "başka yayıncı bulayım kendime. asıl sen basıyorsan bas. ya da başka yazar bul kendine" "benimle düzgün konuşmanı söylemiştim"
kapıyı çarpıp dışarı çıktım. nereye gitmem gerektiğini bilmiyordum. elimde bir çok öykümün çıktıları vardı. değersizdiler belki de. ama tek mülkiyetim onlardı. ve hiç param yoktu. bir bara girip, bir masaya oturdum. bir kadın geldi;
"ne alırdın canım?" "yapmacık davranmayı keser misin? buradaki hiç kimsenin canın olmadığını biliyorum.. pezevenk, puşt, göt de. ama yapmacık davranma. ve bir bira" "peki seni adi küstah orospu çocuğu" "ve ailemi işe karıştırma"
bir bira geldi. karşı masadaki adam oturduğumdan beri beni kesiyordu. hiç param yoktu ve dövülmeye hazır bir bedenim ile oradan buradan kırpılarak yayınlanmasına izin vermeyeceğim bir çok öyküm vardı sadece. “hey, adi küstah orospu çocuğu bir bira daha içecek” diye bağırdım kadına. herkes bana baktı.. karşı masadaki adam ve herkes. bir bira geldi. içtim. iç cebimden müsveddeleri çıkarıp yakmayı düşündüm. çıkardım. bunu çok sık yaparım. çıkardım. ve biraz durup onları yan cebime koydum. daha sonra da yakmak için çıkartıp başka bir cebime koyacaktım muhtemelen. “hey, canın bir bira daha içecek” diye bağırdım kadına
herkes “goool” diye bağırarak ayağa kalktı. televizyona arkam dönüktü. bir bira daha. bir bira. bir "bir sıfır mı maç?" "hayır bir bir oldu" "güzel" kadın topuklarıma vurdu ve "dayak yemek istemiyorsan sesini kes, buradaki herkes şu an gol yiyen takımı tutuyor" dedi. dikkatli bir okuyucum olsaydı mantık hatamı es geçmezdi
"ama gene de güzel. gol bu. gol paraya benzer benim için, renksizdir. hesabı alabilir miyim?" "tabi"
tuvalete gittim. arkamdan biri daha geldi. genç bir çocuktu. pisuara iyice sokulmuş, işini görüyordu. benim işim bitince, aleti yuvasına sokup fermuarı çektim ve tipin yanından geçerken boynuna sıkı bir yumruk geçirdim. daha sonra bir tane daha. bir tane de karın boşluğuna. bir tane daha. yere yığıldı. bir kaç kez tekmeledim. eğildim. ceplerini kurcaladım. artık bir cüzdanım vardı. tipi bir tuvaletin içine doğru çektim ve kapıyı kapadım. telaş etmeye gerek yoktu. sahip olduğum tek şey bedenimdi ve dövülmeye hazırdım. hapse girmeye hazırdım. ölmeye hazırdım. bara döndüm. iki bir olmuştu. güzel dedim içimden. masama oturdum. karşı masadaki adama kaç kaç dedim. "iki bir mağlubuz" "vay orospu çocukları, bi tuvalete gittik, gol yemişiz" cebimden cüzdanı çıkardım. iyi para vardı. 3 gün idare ederdi beni. hesabı ödedim. dışarı çıkıp, ucuz bir otel aramaya başladım. hiç eşyam yoktu. ve yazdığım öyküleri yayınlatmak istemiyordum aslında. sadece yayıncılara okutuyordum. içleri gidiyordu orospu çocuklarının. bunu gözlerinden anlayabilirdiniz. kelime aralarına konulan noktalar yada bir harf eksiltilerek yazılan küfürler umurum değildi. ucuz bir otel buldum ve ucuz otelin en ucuz odasını tutup tavanı izlemeye başladım. kalemimi çıkartıp bir öykü yazmayı tasarladım. bir adam, bir bara gidiyor, bir adama tuvalette saldırıyor, bayılana kadar dövüyor ve son yazdığı öyküyü adamın cebine koyup cüzdanı alıyordu. cüzdan, öykünün karşılığıydı. ve daha sonra adam bir otel tutuyor ve bu öyküyü yazıyordu. her öykü aynıydı.. adam bir yayıncıya gider. hepsi, ufak farklar içeren ama özünde aynı olan yüzden fazla öyküsünü yayıncıya okutur. yayıncı mırın gırın eder. sonra oradan çıkar. bir bara gider. parası yoktur. tuvalette bir adamı soyar. soyduğu adama en son yazdığı öyküyü bırakır. bir otele gider ve bunu yazar. tüm öykülerdeki tek fark, yayıncı, bardaki kadın ve soyulan adamdır. ve bu öyküyü okuyor iseniz, sanırım siz de soyulanlardan birisiniz, cüzdanınızı kontrol etseniz iyi olur bayım. ve aşağılık adi puşt herif bir bira daha istiyor 9.haziran.2004
çalışmak zararlıdır “çalışmak zararlıdır” dedim ona. karşılıklı oturuyorduk. bir hatun ve bir erkek. yani iki kişi. bir bar. bir barın bahçesi. sigara. doğal olarak. o içmiyordu sigara, sigara kullanmıyordu, hiç kullanmamıştı, kullanmayı düşünmüyordu ve ona göre benim de bırakmam gerekiyordu, bana göre de benim bırakmam gerekiyor olabilirdi belki ama.. neyin ne zaman ne durumda ve neye göre “gereken” olup olmadığı konusuna kafam basmıyordu ve hiçbir zaman da basmayacaktı.. “çalışmak zararlıdır” dedim ve bunu neden söylediğimi hatırlamıyorum, yani hangi olaya binaen. öyle söyleniyordu değil mi? “hangi olaya binaen”, böyle davrandın, böyle söyledin, şuraya gittin, şununla konuştun, bunu terk ettin.. falan filan falan filan.. neye binaen.. yani hemen hemen herkes hemen hemen her şeyi bir şeylere dayanarak ve son derece bilinçli bir şekilde yapıyormuş gibi.. yani aslında hemen hemen herkesin bir sebebe ihtiyacı varmış gibi.. şöyle oldu çünkü onun öncesinde böyle olmuştu, ve onun öncesindeyse, ve daha öncesinde… uzayıp gider geçmiş.. anlata anlata bitiremezsiniz, ve hemen hemen hepsi, sanki birbirine zincirleme bir reaksiyonla bağlıymış ve peş peşe olmasa da birbirinin sonucu gibi gerçekleşmişçesine yaparsınız bunu.. oysa anlayamadığımız şey, galiba, sanırım, dakikaların yavaş, yılların hızlı geçtiği gerçeğidir.. ve bu gerçek bile olmayabilirken, sırf aptal bir adam salak bir yazıda, göze güzel görünen ama sadece göze güzel görünen bu sözü ettiği için, tutar altına çizer, sonra bazı konuşmalarda aklınıza gelince alıntı yaparsınız, oysa hiçbir anlamı yoktur bu sözün ve aslında sadece bir mantık hatasıdır.. ve yaşanan her şey, sizin yaşadığınız ve karşınızdaki insanın yaşadığı, ve birbirinize anlattığınız ve bu konuşma sırasında anlaşamadığınız her şey, birbirinize göre, karşınızdakinin mantık hatası yapıyor olduğu izlenimine kapılmanıza yol açar.. ve aslında açılan yoldan devam etmek istemeyişinizin tek nedeni de, kendi gerçeklerinize yeterince güvenmiyor olmanızdan kaynaklanıyordur.. neden bahsediyorum? koca bir hiç, sar başa ve on kez oku, gene de içinden çıkamazsın bunun.. o yüzden ileriye doğru devam et, tekrar üzerinden geçme.. hiçbir şeyin üzerinden tekrar geçme.. hatta yapabiliyorsan, hiçbir şeyin üzerinden geçme, başını eğ, eğil, çömel, emekle, sürün, ne gerekiyorsa, tünel kaz, geri dön, dur.. ama tırmanmaya çalışma, bu duvarı aşamazsın.. bizden istenen aynen bu işte, teslim olmuş ruhlar topluluğu. teslim alınmış değil, teslim olmuş! kendi kendine.. özgür teslimiyet safları.. teslimiyet? temsiliyetle arasında bir bağ var belki. teslim olanları temsil eden vekil safları. “çalışmak zararlıdır” dedim ona ve gerçekten şu an, bunu bu kadar uzatıyor oluşumun nedeni, kafamda dönüp duranın çıkamıyor oluşu değil, yani biliyorum, diyalogları biliyorum, karakteri biliyorum, barda neler konuşacaklarını, nerede durup nerede susacaklarını ve ne zaman bira içip ne zaman sigaralarının biteceğini, bardan ne zaman kalkacaklarını, sevişip sevişmeyeceklerini, aşık olup olmayacaklarını, ne zaman öleceklerini, ölümlerine neyin sebep olacağını, ve hangisinin ön sol dişinin kırık olduğunu ve hangisinin sırtında nasıl bir dövme olduğunu, her şeyi, ve bu bir yalan, biliyor olduğum değil, bildiğim şeylerin gerçek olmadığı gerçeği.. ve böylesi daha kolay.. sizin başınıza gelen her bir şeyi anlatıyor olma hastalığınıza karşılık, ben yalan söylüyorum.. ya da söylemiyorum.. sonra biri çıkıp, yazılanla yaşanan arasında bir köprü inşa edip o
köprünün üzerine yazarı koyuyor, böyle bir durumda programın otomatikman köprünün altına bir bomba yerleştirdiğini bilmeden, amacı yazı ya da yaşanan ya da yazar değil, kendisini bu üç öğe arasına sıkıştırmak.. kendini onamak veya onarmak, sizinle bir ilgisi yok meselenin, cümlenin öznesi o, ve siz sadece soru işareti süsü verilmiş bir virgülsünüz onun pek sevdiği yazarlarından biri olarak, çünkü kendi yaşam cümlesini asla bitiremiyor, ve o yüzden bana “yalan söyleyip söylemediğinden veya nerde gerçeğe döndüğünden asla emin olamıyorum” diyor “çalışmak zararlıdır” dedim ve ardından bana “olur mu canım” dedi, “para kazanıyorsun, ihtiyaçlarını karşılaşıyorsun, hem çalışmasan nasıl yaşayacaksın ki?” “çalışmak zararlıdır” diyorum tekrar, ve o’na, bugüne kadar vardiyalı bir işte çalışıp çalışmadığını soruyorum, bu arada kahramanımız 36 yaşında olsun, olur mu? o kadar var mıydın sen? tahmin yürütüyorum jessika, sakin olalım.. bana çalışmadığını söylüyor ve ben de başlıyorum müthiş sıkıcı vaazıma, gece mesaisi diyorum, kanser riskini arttırır, üstelik başka birkaç hastalığa da yakalanmak isteyenler için de epey faydalı bir yöntem” “bunu bilmiyordum” diyor bana, ki olabilir. “sonrasında” diyorum, “şu an yaptığım işin de içeriğinden dolayı kansere yakalanma riskini epey yükseğe çektiği bir gerçek, bir öncekinden bir önceki işim fıtık konusunda çok etkiliydi, daha başka işler için daha başka hastalıklar sayabilirim, ve bunlar sadece fiziksel olanları” saymaya devam edecekken sözümü kesiyor “ama” diyor bana ve duruyor, çünkü bu, onun bilmediği ve asla bilemeyeceği ve bilmek de istemeyeceği bir dünya, çünkü ona göre her şeyin bir sebebi var eğer bir insan isterse, yani isteseydi, kendisine farklı bir yaşam da satın alabilirdi, buradaki satın alma deyimini ben kullanıyorum, o buna “kurabilirdi” diyor, “yani prefabrik bir ev kurmak gibi mi” diye soruyorum alaya alarak, çünkü söylediklerinin bir kısmında haklı olduğunu biliyor olsam da, ve bunu gülümseyerek söylenmiş basit bir “tercih” sözcüğü ile geçiştirebilecek olsam da, alaya alıyorum onu, alaya alıyorum çünkü bu şekilde baskın çıkabiliyorum, o kendinden emin değil, bense son derece eminim.. ya da öyleymiş gibi yapıyorum.. “kurallarını bilmediğin bir oyunda kural ihlali yapma hakkın var mıdır?” diye soruyorum, anlamadığını söylüyor “bir oyun oynuyorsan, öncelikle o oyunu öğrenmen gerekir” diyor, “üç aşağı beş yukarı” “peki” diyorum, diyelim, öğrenemiyor, kafası çalışmıyor, o kadar zeki değil belki ya da oyunu sevmiyor, ya da yeteneği yok ya da henüz oyunu oynayabilecek yaşa gelmemiş” “o halde niçin oynuyor” diye soruyor, başka şansı olmadığını çünkü herkesin bu oyunu oynadığını söylüyorum, çevresindeki herkesin, bütün çocukların, ya tek başına bir köşede oturup onları izleyecek ya da bilse de bilmese de, anlasa da anlamasa da, sevse de sevmese de oyunu oynayacak”
hiçbir şey anlamadığını söylüyor, hiçbir şey anlatamadığımı söylüyorum. ve yine anlamayacağını veya yine anlatamayacağımı bildiğim halde, söze başlıyorum, söyleyeceğim her şey, 10 yıl önce de söylediğim ve on yıl sonrada söyleyeceğim şeyler olduğu için, pek fazla zorlanmıyorum; “dünyaya geldiğin anda” diyorum ona, “dünyaya geldiğin anda, hatta daha gelmeden önce, her şey bir şans işidir, tesadüf değildir, ben tanrı’ya inanırım sadece teslim olmuyorum o’na, ama yine de şans kelimesini kullanacağım, tanrı’nın bir seçimi olan bazı şeyler senin için, ya da benim, ya da diğerleri, şanstır.. kadın ya da erkek olarak doğarsın, siyah ya da beyaz, herhangi bir ülkede, herhangi bir şehirde, herhangi bir aileden, ve uzun bir süre de gerçekten hayatını etkileyebileceğini hesap edebilecek kadar düşünmezsin tercihlerinin üzerinde, ali’yle top oynarsın, volkan’la kavga edersin, gülçin’e aşık olursun, cumhur abi’ye özenirsin, ve gerçekten artık tercih edebileceğin bir hayatı düşleyebilecek duruma… burada ‘duruma’ kelimesi yerine sen, ‘olgunluğa’, ‘seviyeye’ veya ‘yaşa’ kelimelerinden birini koyabilirsin bu arada, ben duruma diyorum çünkü diğer üç kelimenin de benim için kayda değer bir anlamı yok, ve sözünü ettiğim duruma geldiğinde, tercih yapma hakkın kalmamış olabilir, yani pişmanlıklarla dolu bir hayat yaşamaya mahkum olabilirsin ve böyle bir durumda yapabileceğin pek bir şey yokmuş gibi hissedip durumu kabullenmek insanı rahatlatır, ve kendini suçlarsın, oysa işin sadece bir şanstan ibaret olduğunu bilmek gerekir, kafanın çalışıyor olması bir şanstır, belli işlerde bazı yeteneklerinin olması bir şanstır, etrafında senin yaşamına yön vermende bir insanın, belki anne ve babanın o durumda olması şanstır, sen yine durum kelimesi yerine istediğin herhangi bir kelimeyi koyabilirsin, ve baktığın zaman, şu an olduğun seni, olmaya iten sebepleri bile irdelesek, içerisinde gerçekten sana bağlı olarak gelişen şeylerin de sana bağlı olarak gelişmeyebilme ihtimallerini açığa çıkartabiliriz” “yani bulunduğum konumu hakketmedim mi sence?” diyor, bir alacaklı gözü ile bakarak bana, bilirsiniz o safsak “başardım” hissini, safsak diyorum çünkü bir şey başardığımız falan yok.. “sarhoş olmayı başardım” bu kelime ne kadar aptalcaysa, hangi ‘başardım’ı hayatın neresine koyarsanız koyun, benim zihnimde örnek olarak verdiğim cümledeki hali ile yansıyacak.. başardım.. başardık. başardınız. başarı.. acaba diyorum bazen, tasarı ile başarı kelimeleri arasında bir denklem olabilir mi, başarı tesadüfen gelişmeyen bir şey ise, tasarlanmış olması gerekiyor, ve tasarlanan bir şeyde her şeyin tasarlandığı şekli ile gitmesi gerekiyor, yani üç bant bilardoda, eğer sizin hesap etmediğiniz bir banttan sayıyı aldıysanız, bu şans işidir ve gerçek bir başarı değildir, öyle değil mi? ya da yüzde ellisi şans olabilir. o halde ben, hayatın bütününü, tavlaya bağlayabilirim: gelen zarlar, ve yapılan seçimler.. pekala pekala.. diyaloğa dönelim: “hakketmeye inanmam” diyorum ona “yerine neyi koyuyorsun” diyor “boş olarak kalabilir” diyorum, “eskiden de boştu belki de, bunu bilmiyoruz, bundan 3bin yıl önce böyle bir kelimenin var olup olmadığını bilmiyorum ama başlangıçtan ne kadar zaman sonra aklımıza böyle bir kelimenin kazındığını ve onu düşünce dünyamıza ve sonra yaşama alanımıza ne zaman katmaya başladık
merak ediyorum, ve daha başka bir çok kelimenin kökenlerini, kelimelerin ortaya çıkış süreçlerini, geçmiş toplumların kelime dağarcıklarını ve..” “bunun bir cevabı vardır belki” diyor bana, “eğer araştırırsan”, “araştırmaya gerek yok” diyorum, “geçmişi ortaya çıkarmak yerine, ilerlediğimizi ve geliştiğimizi söyledikleri bu yolculukta, tarıma geçiş anımızdan itibaren her şeyin izlerini silerek yol olmayı tercih ederim, geriye doğru yani, toplumsal anlamda, bireysel değil, anılardan söz etmiyorum” “bunun nasıl yapılacağını söyler misin?” diyor, alaycı, yani gerçek anlamda alaycı ve inançsız ve inançsız olduğu için umutsuz ve umutsuz olması değil mutsuzluğunun kaynağı, umursuyor olması sadece, bir veya bir çok şeyi, kendiyle veya başkalarıyla ilgili, gelecek veya geçmişle ilgili, ve daha çok nasıl göründüğü ile ilgili, zihinsel anlamda nasıl göründüğü ve zihninin fiziksel yansımasını.. ve bu yüzden konuşurken saçmalayamaz o ve ben konuşurken saçmaladığımda, ona göre saçmaladığımda, ve kendime göre çoğu zaman saçmalıyorumdur bu arada ve herkesin saçmaladığını kabul edersek bu kadar çok konuşmaya ihtiyaç duymazdık ve belki de sadece içgüdülerimize göre davranırdık ve bu konuya daha sonra dönebiliriz ve asıl konuya geri dönersek.. ona göre de saçmaladığımda, gözündeki değerim düşüyor, başlangıçta tavan yapmış olan değerim, aykırı marjinal bulunmaz hint kumaşı olan ben bir anda sıradanlaşıyorum, ve ben zaten bunun farkında olduğum için, gerçeği keşfeden o, ve beni de bu gerçekle müşerref kılmak istercesine diyor ki; “bu arada, aslında hayal ettiğim gibi değilmişsin” ne düşlüyordun ki? kafamda bir kukuleta ile kıbrıs şehitlerinde dolaşsaydım ve her gördüğüm insana üzerinde telefon numaram yazan ve çok yalnız olduğumu belirtiğim bir kağıt parçası dağıtsaydım, tutar mıydı, önce – ve sonra.. çalışmak zararlıdır, demiştim ona, ve bu konuya nerden geldiğimizi hatırladım, radyo, radyoda zırvaladığım, radyoda zırvaladığımız, radyoda kurşunkalemle zırvaladığımız şeyler hakkında, birkaç kelam etmişti bana.. nasıl gidiyor? bu şekilde kendini tekrarlayan cümleler kurarak, tahmini beş yüz sayfa boşluk yazabilirim öyle değil mi? best seller olmak için yapmam gerekenler basitken, hâlâ hiç kimsenin okumadığı yazılar yazmak için inatla bir mücadele veriyorum.. güzel.. pekala devam edelim.. ne diyordum? radyoda, kapitalizm hakkında bu kadar çok laf salatası yapıyor oluşumuzu yadırgıyor, çünkü ona göre, çok basit konuşuyoruz, basit diyor ve burada aslında vurguladığı şey entelektüel düzeyde olmadığı salatanın, yani ona göre, eğer politik veya sanatla ilgili veya kravatın nasıl bağlanamayacağı ile ilgili, yemek tarifleri verirken, benim şu an kurduğum cümleden çok daha derinlemesine analiz yaptırılabilecek anlamlar inşa etmeliyiz, mesela sanayi devriminden bahsederken, ya da bir mayıs olaylarından, ve ister istemez, soru, benim o eşek arısı sokasıca dilime batıyor, neden sovyet rusya hakkında laf etmişim, hayır komünizmi savunmuyor o da, kapitalizmi de savunmuyor, hatta savunduğu ya da karşı çıktığı hiçbir şey yok gibi nerdeyse kendi refahı ve huzuru dışında, ve olan biteni anlama veya yorumlama konusunda ki egosal
kaygılarından kaynaklanıyor merakı, ona diyorum, ona, kronştadt kelimesi hakkında ne düşünüyorsun diyorum, bilmesi gerekiyor bunu, çünkü benim bilmediğim bir çok şeyi bildiğini düşündüğümü bildiği için, bildiğim bazı şeyleri bilmiyor oluşunu biliyor olmam, entelektüel anlamda verdiği üstünlük savaşını, onun verdiği savaşı, benim biraz dengelememle sonuçlanacak.. ve bu durum onun içine sinmediği için, “bilmiyorum” yerine “hatırlayamadım” diyor, ben biliyorum bilmediğini, es geçelim diyorum, 1921 kronştadt şeklinde araştırırsan, meselenin özünü kavrayabilirsin diyelim, ve aslında ne var biliyor musun? “ne var”, “sınıf savaşına inanıyorumdur sence?” “kesinlikle öyle bir havan vardı” diyor, “yayında, o kadar çok iş ve işçilerin hali hakkında laf yaptın ki” “anlamamışsın” diyorum, ve öykünün bu noktasında veya gerçekte yaşanan dramın, bu noktasında, benim yerimde olsaydı, diğer kahramanlar, “bi bok anlamamışsın” yazabilirlerdi oraya, gerçekte böyle söylememiş ya da söyleyemeyecek olsalar bile, ve gerçekte böyle söyleyebiliyor olmaları da bir sorun teşkil etmezdi aslında, sonuçta ben nazik olmaya çalışmıyorum, ama kaba olmaya çalışmak bana göre, yazıda veya hayatta, yapmacık kibarlıktan daha rahatsız edici bir unsurdur. ve sorun şu ki, o gün tam bu noktada, bahsettiğim, -ve bana son derece yapmacık gelen- zengin aile çocuklarının şatafatlı ortamlarında ki teoriksel sol politik tartışmaları ile, çalıştığım işyerinde ki işçilerin çoğunun kendi aralarında ki sağ ve muhafazakar yapmacıcıkla süslü konuşmalarını karşılaştırıp, verdiğim konferans sonrası, ona düşüncelerine ve yaşam tarzına karşı saygısızca konuştuğum gerekçesi ile ilginç bir savunmaya başladı, “ne yapmalıydım” diyerek, “ne yani okumamalı mıydım?” şeklinde başlayan, “iyi bir şirkette üst düzey bir yönetici olmak yerine ezilen sömürülen insanların yaşadığı gibi bir hayatı mı tercih etmeliydim” şeklinde devam eden ve kendini aklama kaygısı ile biten.. oysa tek yaptığım, mülkiyetin hırsızlık olduğu yönündeki çok da kişisel olmayan cümlemi, kendi seçimim olan yaşam tarzımın ayrıntılarıyla bitirmekti. bir insanın çalıştığı işten, maaşından, ya da geldiği aileden değil; günlük yaşantısındaki, ikili ilişkilerinde ki davranışından politik tavrı ile ilgili bir samimiyet oranı çıkardığımı söylediğimde, gitti. çünkü, ilk karşılaşmamızda, fanzinleri edinmek isteyen insan, iyi bir üniversite bitirmiş, klas bir işi olan ve üst entelektüel ağızdan konuşan birini beklemişti; üniversiteden atılan ve yıllardır pek düzenli olmayan iş yaşantısında daima en alt kademe işçi konumunda üç kuruşla geçinen birini değil. ve o an yüzünün ekşimesi, bu öyküden sonra da, devam edecektir. çünkü bazı insanları, bir takım şeyler anlatarak değiştiremezsiniz, terk ederlerse yaşayamayacakları bağlarla bağlıdırlar kapitalizmin bilinçaltımıza deklare ettiği çıkara dayalı duygusal impulslara.. fiziken olduğu kadar manen de iyi görünmek onlar için ne kadar önemliyse, görüntü kirliliği oluşturduklarını düşündükleri insanlar da onlar için o kadar önemsizdir. onlar iyiler, kötü olan biziz.. ve buna rağmen öldürülen de.. çalışmak zararlıdır. nokta. 5.ekim.2011
"ben toplumdışı değilim, toplum benim dışımda"
"eğer uyarıcılara bir kez bulaşmışsan" diyor gökçe, "günün birinde bıraksan dahi, hiç bir zaman tekrar başlamayacağından emin olamazsın, ama eroin farklı" diyor, "bütün arkadaşların eroin yüzünden ölmüş olsa bile, bu yüzden hayatta sahip olduğun herşeyi, maddi ve manevi herşeyini kaybetmiş dahi olsan, ondan kurtulamazsın, pişman olmuş olsan bile, tekrar pişman olacağını bilsen bile, tekrar tekrar geri dönmek zorunda kaldığın, gizli bir mağaran gibidir o senin, ferah, geniş, sınırsız, özgür. evet, özgür. özgür, çünkü efendin teke inmiştir, düşüncelerin teke inmiştir, yaşama amacın teke inmiştir, bir sonraki vuruş. sürekli bunu düşünür hale gelirsin, kendine geldiğinde, tekrar hastalanana kadar, tek amacın, bir kaç gram bulmaktır, hepsi bu kadar basit, hayat bu kadar basit, bedenini önemsemezsin, ahlakı önemsemezsin, örf ve adetleri, ailevi değerleri, geçmişini, geleceğini, herşeyin silinir gider, yaşama yükün hafiflemiştir, nasıl olsa bir kaç sene içinde ölüceksindir, bunu bilirsin, herhangi bir hastalığa yakalanmasan dahi, kendi işini bitirirsin, aynen tuncay gibi, sıranın bana geldiğini düşünüyorum".
bu hatun, 3 yıldır eroin kullanıyor ve izmir'de yaşıyor, kendisiyle 2005 yılında tanıştım ve bu sözleri de o zaman sarf etti, yani o zaman, yani 2005 yılında, 3 yıldır eroin bağımlısı olduğunu söylüyordu.
"bu aslında" diyor gökçe, "porno bağımlısı olmaktan farksız, kardeşim tam bir porno bağımlısı, her gün yeni bir kaç sahne seyredip attırmak zorunda hissediyor kendisini, o sırada beyninin salgıladığı hormonlara bağımlı aslında, bunu o bilmiyor, ve halinden memnun görünüyor, kendisini bana göre şanslı hissediyor, sonuçta porno, eroine göre, daha kolay sürdürülebilir bir bağımlılık, buna rağmen toplumsal ve ahlaki açıdan değerlendirdiğimiz de, eroin daha masum görünüyor".
ben o zaman, yani aramızda bu konuşmanın geçtiği gün, 3 yıllık aradan sonra, amfetaminle öpüşmüştüm, aslına bakarsanız, o gün için aldığım, saf amfetamin değildi, metamfetamin de değildi, metilendioksiamfetamin bile değildi, parametoksimetamfetamin de değildi, şu bizim şişkoların, iştahını kesmesi için reçetelerine yazdırdıkları, mefenoreks içeren bir haptı. mefenoreks, amfetamin ve türevleri ile aynı etkiyi gösterir, sadece, etki süresi diğerlerine göre oldukça kısadır.
aslına bakarsanız, dexedrin veya ritalin’i tercih ederdim, yani şu an gökçe adında yarattığım sallama karakter yerine, bi kaç dexedrin'im olsa, fena olmazdı. en azından etki sonrası, tekrar bir kaç tane daha yutma şansım olabilirdi. sahte mutluluk sonrası oluşan ruhsal çöküntü, gerçek mutluluk sonrası oluşan ruhsal çöküntüden bin kat daha iyidir.
yeri gelmişken, asıl sözünü etmek istediğim şey şu; bazı duyguların, gerektiğinden yoğun hissedilmesi sonucunda, psikotrop'ların yarattığı algı değişikliğini yaratabileceği gerçeği, yani eğer siz birine ayaklarınız yerden kesilecek şekilde aşık olduysanız, ya da zafer sarhoşuysanız, hayatınızda ki herşey yolunda gidiyorsa, veya diyelim ki ters giden hiçbir şey olmadığını düşünüyorsanız, çok ama çok çok çok mutluysanız, -bunun nedeni aşk, başarı, para, herhangi bir şey olabilir- bu mutluluk hali, sizde, psikotrop’ların yarattığı etkiyi yaratabilir, yani demem o ki, zihninizde bir algı değişikliği vuku bulabilir, yani sonuç olarak kim mutlu olmak istemez ki? yani sonuç olarak, hepimizin biraz mutluluk halüsinasyonuna ihtiyacı var, öyle değil mi? yani sonuç olarak, aynı amfetamin alımı sonucu, beyinde gerektiğinden fazla salgılanan noradrenalin'in yarattığı halüsinasyonlardan farkı yok diyorum, dünyevi olan herhangi bir aşırı mutluluğun, yani demem o ki, ister madde alımı ile, ister yaşanan olaylar sonrası meydana gelsin, gerektiğinden fazla salgılanan endorfin, yani opioit reseptörleri, zihinde bir tür algı değişikliği yaratabilir, bunun sonucunda siz, gerçekte olan bitenin farkına varamayabilirsiniz, ve farkına vardığınızda, yani ister kullandığınız madde, ister size mutluluk veren olay, insan, eşya, para, başarı, vs vs'nin etkisi geçmiş olsun, sonuç daima aynıdır, siz gerçeğe geri dönmüş, ve eskiden içinde bulunduğunuz o gerçekliği kabullenemediğiniz için, ruhsal bir çöküntü içersine girmişsinizdir. yani aslında, sizin "uyuşturucu" benim "algı değişikliği yaratan maddeler" demeyi tercih ettiğim tüm o psikotropların, normal insan hayatında var olan, hissedilen, heyecanlardan, duygulardan, hislerden, hiç bir farkı yoktur. Depresyon, bu yüzden ortaya çıkar, gerçeği kabullenemediğimiz için, normal koşullarda, normal düzeyde salgılanan dopamin, enkefalin, noradrenalin, testosteron, endorfin, adrenalin vs vs, tüm vücut içi salgıları ve beyin aminleri, normalden fazla salgılandığında, gerçek dünyayla algılarımız arasında bir fark oluşur, ve dediğim gibi, bu algı değişikliği, yani bir nevi hafif ölçekli ve geçici psikoz durumu, ister herhangi bir uyarıcı veya onirojen ile, yani; kokain, amfetamin, efedrin, izoprenalin, klobenzoreks, fentolamin, mefenoreks, prenilamin, benzidamin, ketamin, lsd, psilosibin, meskalin vs vs ile oluşsun, isterseniz hayatınızdaki herhangi bir değişiklik sonrası aşırı mutluluk ile beyninizde normalden fazla seviye de salgılattığınız noradrenalin ile, veya adını bile bilmediğim bir sürü beyin içi fonksiyonlar ile, ve tabii ki opioit reseptorleri sayesinde, zihninizde, yani algı düzeyinizde, bir yanılsama meydana gelebilir, bunun sonucunda, yani herşey tamamladıktan sonra, mesela boşandıktan sonra, ya da şirketiniz iflas ettikten sonra, ya da anneniz öldüğünde, kısacası size mutluluk veren şey bir an da ortadan kaybolduğunda ya da anlamını yitirdikten sonra, ruhsal çöküntü ve depresyon kaçınılmazdır.
“o nedenle” diyor gökçe, benim eroin bağımlısı karakterim, "eroin kesinlikle dünyanın en boktan buluşu".
"ama" diyor, "aşk, dünyada ki herşeyden daha tehlikeli ve dengeli alınmadığı, yani siz, ayaklarınız yerden kesilecek şekilde, kendi özünüzde ve
karakterinizde değişiklikler yaratıcak şekilde yoğun bir aşk hissediyorsanız, kesinlikle bir tür psikoza girmişsinizdir, ve bu psikoz, eroin veya lsd'den daha tehlikelidir.”
"bir insanın bağımlısı olmak" diyor, "bir maddenin bağımlısı olmaktan çok daha tehlikeli bir şey, sonuç olarak o maddeyi, eğer paran varsa, ya da bedenin para ediyorsa, ya da hırsızlık yapabilecek durumdaysan, ya da başka başka başka yollardan, o maddeye ulaşma şansın varsa, kriz geçirsen bile-krizi geçirebilirsin, tekrar tekrar aynı şey, damar, şırınga, damar, şırınga",
"bir insanın bağımlısı olmak" diyor tekrar, "kesinlikle, bir maddenin bağımlısı olmaktan çok daha tehlikeli bir şey, sonuç olarak, insanlar ölümsüz değil, hatta daha da ötede, insanlar güvenilir değil, sizi herhangi bir zamanda terk edebilir, veya aldatabilir, veya hissedilen duygular bir taraf için anlamını kaybedebilir, böyle bir durumda yaşadığımız ruhsal çöküntü ve depresyon halini giderebilecek insana ulaşma şansınız olmadığı için, daha doğrusu, o insan artık sizi sevmediği için, intihar bile edebilirsiniz, ben sadece madde bağımlısıyım diyor, benden daha kötü durumda olan insanlar var dünya üzerinde; tek başlarına yaşayamayan insanlar… insan bağımlısı olan insanlar… bu, aşk veya arkadaş ihtiyacı olabilir, tek başlarına var olamayan insanlar",
"bu" diyor, "insan bağımlılığı yani, çok zararlı. üstelik, bir süre sonra, biraz da popülerleşirseniz, yani herkes sizi sevmeye ve saygı göstermeye başlarsa, yaptığınız işi övmeye başlarsa, yani hayatta başarılı olursanız, örneğin son yılların en iyi pop şarkıcısı olursanız, ve bunun sonucunda, zihninizde ve algı dünyanızda, aynı psikodisleptikler'in yarattığı algı değişikliği meydana gelirse." burada susuyor ve ona uzattığım listeyi alıyor eline, herhangi bir eczaneden, reçetesiz veya normal bir reçete ile satın alabileceğiniz bir sürü hap ve şurubun adı, ve yanlarında kullanım şekilleri yazıyor, dozajlar, ve evet bu noktada yazıyı yarıda bırakıp, bana bir mesaj atabilirsiniz, size de böyle bir liste vermemi isteyebilirsiniz, daha önce isteyenler oldu çünkü, ama hiç kimsenin, en azından madde alımı ile, algısının değişmesini gerekli görmüyorum, ya da hiç kimsenin, girdiği depresyondan bir öksürük şurubundan, günde yarım şişe içip sedasyona girerek çıkacağını sanmıyorum, yani demem o ki, uyuşturucu kötüdür, bunu artık herkes kabul ediyor, ne kadar çok alkol içtiği ile övünüp, bunu da marifet sayan denyo türleri dışında tabii, ama gerçeklerden kaçmak için değil de biraz eğlence için alınan lsd, sizi üç beş günlüğüne alis harikalar diyarına gönderebilir, ama şey, pardon, lsd sizi ilk kullanım sonrası o diyardan geri getiremeye de bilir, daha hafif bir şey olarak, içersinde amfetaminin herhangi bir türevi olan, herhangi bir hapı kullanabilirsiniz, ama şey pardon, bu kez de, amfetamin ve türevlerinin yarattığı mutluluk halüsinasyonlarına ve dünyayı toz pembe görmeye bağımlı olabilir, ve bunu hep yapmak isteyebilirsiniz. Aynı, sürekli birine aşık olma ihtiyacı hisseden, aşk bağımlısı olan, veya porno bağımlısı olan, veya seks bağımlısı olan, veya işkolik olan, veya servet bağımlısı olan, veya kariyer bağımlısı olan, veya aile bağımlısı olan, veya tanrı ve din
bağımlısı olan, veya milli duygularının, şanlı tarihinin, anne babasının veya çocuklarının bağımlısı olan insanlar gibi.
sözünü ettiğim şey, söz konusu tehlikenin, uyuşturucudan değil, yalnızlığı kanıksayacak kadar yalnızlığa itilmiş olmayışımızdan ya da artık mutsuzluğu önemsemeyecek kadar mutsuzluk çekmemiş olmamızdan kaynakladığı, yani demem o ki, herşeyin iyi olması iyi bir şey değildir ama herşeyin kötü olması kötü bir şeydir. önemli olan, dengede kalmaktır. bu denge hali, iki iyi bir kötü, olabileceği gibi, hep kötü bir iyi de olabilir, bu oran kişiden kişiye değişebilir, ama gerçeklik algımızı, yani crispin sartwell'in sözünü ettiği gerçeklik algımızı kaybedersek, sonuçta bir hayal dünyasında gerçekten delirmiş bir şekilde, sahte sorunlarla mutsuz olabilir veya sahte güzelliklerle avunabiliriz. o yüzden alkol, kendini unutmak için içildiğinde, ertesi günü katlanılmaz kılabilir, yani gerçeğe dönüş hali esnasında, yani akşamdan kalmalık durumlarda, yani amfetamin kişi de bir ruhsal çöküntü meydana getirir diye bağıran o gerizekalı psiko-tiyatrocuların, en azından uyuşturucu kullanan insanlar ve uyuşturucu maddeler hakkında yaşamsal bazda, benim sahip olduğum kadar bilgi sahibi olması gerekir, bu nedenle, bir cankinin en yakın dostu, bir başka cankidir, ve bir cankinin en yakın düşmanı da bir başka cankidir, neden bahsettiğimi anlayabiliyor musun dominik? gönderdiğin öykü, hiç sigara içmemiş olan bir yeşilaycının, sigaranın zararları hakkında bir öykü yazmasına benziyor, komik geliyor bana yani, herşey fazlasıyla komik geliyor, gönderdiğim 8 sayfalık bir yazıyı, gönderdikten bir dakika sonra "beğendim" diyenler de komik geliyor şu lunaparkım haline gelen facebook'ta. Yani, kişi okumadığı bir şeyi nasıl beğenebilir, kişi sekiz sayfayı bir dakikada nasıl okuyabilir. kişi, kişilik sahibi olmadan nasıl aşık olabilir? hadi oldu diyelim, ve aşk bitti, sonrasında girdiği depresyon veya psikoz türevlerinin herhangi biri için, ona niye sadece; lityum, diazepam, benperidol, zopiklon, trifluoperazin, kloral ve tek tek saymaya devam edersem öykünün sıkıcı bir hale dönüşebileceği maddelerden birini içeren sikik bir hap verilir? sonrası sedasyon, sonrası kas gevşemesi, hipnotik etkiler, uyuşma, şu, bu, vs, sonra kişi normale dönüp, hala tek başına var olamadığı için, tekrar bir depresyona girer ve tekrar o sömürgeci ilaç şirketlerini zengin edicek reçetelere muhtaç kalır. Çünkü kapitalizm uyuşturucu karşıtı değil, özgürlük karşıtı bir ideolojidir, nokta!
ben ölmeden önce, lsd alıp, heotoskopi (kendi halüsinasyonunu görmek) yaşamak istiyorsam, bundan size ne? çalışmadan yaşayıp, bir şekilde hayatımı sürdürebiliyorsam, bundan size ne? uyuşturucu zararlıdır, evet doğru, uyuşturucu zararlıdır, ama gerçeklik algımızı kaybetmemize yol açan medya, uyuşturucudan daha zararlıdır, televizyon dizileri, sigaradan daha zararlıdır,
tıpta artık hiç bir kullanım alanı kalmayan bir sürü madde hala üretilmeye devam ediyor, onları da saymamı ister misiniz? iyice boka batmak istiyor mu tıp dünyası?
şunu tekrar etmekte fayda görüyorum, uyuşturucu ya da uyarıcı maddelerin tümü, aslında, ruhsal veya fiziksel hastalıkları çözümlemek için üretilmişlerdir, ve dahası ruhsal veya fiziksel tüm hastalıkların tek nedeni de kapitalizmdir, bu ilaçları hala üretmeye devam eden şirketlerde kapitalisttir, o halde kendini kötü hisseden herhangi bir insanın, eroin yerine reçetesiz alabileceği sik gibi bir ilaca bile bağımlı olması olasıdır, hatta ona depresyona girdiği söylendiği için reçete ile verilen bir ilaca bağımlı yapılması da olasıdır. o halde biz hangi sik için tartışıyoruz şimdi?
gökçe, tüm bunlardan sonra bana döndü ve, "kardeşim bir porno bağımlısı olduğunu zannediyor ama aslında sadece beynindeki salgıların bağımlısı" dedi, "onu kurtarmak istiyorum, asosyal kişilik bozukluğu demiş geçen gün doktoru",
asosyal kişilik bozukluğu, bunu askerde bana da söylediler, bende bu sayede 15 ay boyunca, haftada bir gün, psikolojik tedavi görme bahanesi ile, eğitimlerden sıyırdım, çünkü gerçekten ama gerçekten, asosyal olmak benim kendi tercihim, ki bunu kabul etmiyorlar, ki şunu kabul etmek zorundayız, bir insan, toplumdışı olabilir, toplum onu dışlamıştır, toplumda kendine bir yer edinememiş, dışlanmış ve itilmiştir, ama şunu da kanıksamak gerekiyor, benim gibi düşünen herhangi bir insanın "toplumdışı" olarak nitelendirilmesi, bana tamamen fiyasko bir tanımlama gibi geliyor, çünkü gerçekte, toplumu, toplumun yarattığı yaşam tarzını, insanları, insanların tutarsız ve çıkarcı dünyasını dışladığım, ittiğim, ve toplum içinde kendime bir yer edinmek istemediği için, toplumun dışında kalmış olmuyorum, toplumu ben dışlamış oluyorum, yani toplum benim dışımda, ben toplumun değil.
o halde sorun tekrar, uyuşturucuya geliyor. bu ülkede çok fazla insan, uyuşturucu üzerine çok fazla şey yazıp çiziyor gibime geliyor, ve daha trainspotting'i bile dün bitirmiş biri olarak, uyuşturucudan ölen insanlara karşı saygılı olunulması gerektiğini düşünüyorum ben. çünkü bir insan, istediği kadar uyarıcılara, sedatiflere, onirojenlere, halusünajonlere, bulaşırsa bulaşsın, onu tüm bu ebegümecinden, sınırın ötesine, yani eroine doğru geçiren, temel bir neden var diye düşünüyorum, işte o temel nedeni çözmediğiniz şekilde, çözemediğiniz değil çözmediğiniz şekilde diyorum, çünkü çözülemeyecek bir mesele değil, ve çözmediğiniz şekilde, hiç bir şekilde, kendi kendinize ürettiğiniz hiç bir sorunu çözemeyecek ve bu işin içinden çıkamayacaksınız. ve bu işin içinden çıkamayan çoğunluk yüzünden, bazı şeylerin farkında olduğunu sanan bizim gibi gerizekalılar da, sefil bir hayat sürmeye mahkum kalıcak, yaşadıkları hayattan şikayet etmiyor olsalar bile. tek şikayet ettikleri şey, gerizekalı yaşam tarzınız. ve onu da değiştirmeye güçleri yok. kendileri de değişmek istemedikleri için, sefil bir hayat sürüyorlar. ya da en sonunda, mücadele etme güçleri tükeniyor ve intihar ediyorlar. ya da uyuşturucuya başlıyorlar. ya da ya da ya da, bu kadarı yeterli. lafın sonu. sizin boktan dünyanızdan nefret edip, kendi içlerinde, bir rüyalar alemine dalmayı, bilinçli bir şekilde tercih ediyorlar diye, geri zekalı olmuyor o insanlar.ya da etki sonrası
oluşan ruhsal çöküntü, sizin dediğiniz gibi amfetamin ya da başka bir siktiri boktan maddeden kaynaklanmıyor, gerçek dünyaya, sizin o gerizekalı dünyanıza geri döndükleri için meydana geliyor, o ruhsal çöküntü.
"dünyaya, huzursuz olduğum için, suçlu hissettiğimi söyle" 2pac.
17mayıs2009
delilere ve kaçıklara..
yavaş hareket ediyordu esra, murat’ın kucağında, kanepedeydiler, bi sigara yakmalıyım” dedi. “ne sigarası kancık” dedi murat. “tadını çıkara çıkara düzüşmek istiyorum seninle” dedi esra, “rahat ol, sabaha kadar seninim, paranı hak edeceksin.”
kucağından indi murat’ın. o koca aleti içinden çıkarması uzun sürdü. ve montunu aramaya başladı evin içinde, hangi lanet olası köşeye attığını hatırlayamıyordu. esra’yı izliyordu murat, evinde. kendi evine bir fahişe getirmişti, pahalıya patlamıştı bu o’na. karısı, kayınvalidesinin yanına tatile gitmişti, kızı kalmıştı sadece sorun olabilecek, 17 yaşında, lise sonda olan kızı, babasının bir telefon konuşmasına kulak misafiri olmuştu;
“evet dostum karımın gitmesi iyi oldu, kızımı da postalayabilirsem sözünü ettiğin orospuyu eve getireceğim, ya da dediğin gibi otelde denerim o zaman, anlattığın gibi çıkmazsa parasını sen ödüyorsun, anlaşmamız bu.”
fırsatı değerlendirmişti kızı, “babacığım bu gece selin’lerde kalabilir miyim? ders çalışacağım, ösys yaklaştı biliyorsun”, “tabii kızım, kal, ama unutma sadece böylesi hassas bir konuda izin veriyorum sana, ders, yaramazlık yok”, “bana güvenmiyorsan gitmem baba” dedi kızı, kinayeli bir şekilde, “git kızım” dedi babası, gülerek, “şaka yapıyordum”,
normal şartlarda asla izin vermezdi buna, ama çüküydü söz konusu olan, ve kızı da düzüşmeye gidecekti aslında, ve karısı da düzüşmeye gitmişti “annemlere gidiyorum” diyerek, hepsi düzüşüyordu kısacası, bütün dünya düzüşüyordu, düzüşme ve savaştan ibaretti dünya tarihi, hep böyle olmuştu ve hep böyle olacaktı, bir deliğe satılmıştı koca imparatorluklar, dev şirketler, kadınlar şekillendirmişti dünyayı, erkekler değil, arka planda hep bir dişi vardı, düğmeye basmıyorlardı belki, ama bastırıyorlardı, ve esra’yı izliyordu murat, “ne kancık ama” diye düşünüyordu, “iliğimi kurutacak, ona fazladan bahşiş vermeliyim.”
sigarayı buldu esra, bi tek çıkarıp yaktı, “sana yok” dedi murat’a, “ben içicem sadece”, paketi murat’la seviştiği kanepenin üzerine atıp “dokunma
sakın pakete” dedi, kararlı bir ses tonu vardı, kendinden emin bakışlarla ilerledi murat’ın üzerine, çömeldi ve ağzına aldı tekrar, “sönmüş bu” dedi, “şişirmek gerek”, sigaradan bir duman alıp murat’ın aletine üfledi, sonra yeniden ağzına aldı, işini iyi yapıyordu, ardından bir nefes daha, “kıvama geldin” dedi murat’a, “yeniden üzerine oturabilirim”, ve yavaş yavaş gidip gelmesini sağladı yeniden murat’ın, sigarayı içiyor, külünü murat’ın saçına atıyordu, bir tane daha yaktı eğilip paketi alarak, çakmağı söndürmedi, murat’ın göğüs kıllarına tutuyordu, bir şey diyemiyordu murat, canı yanıyor ama bir şey diyemiyordu, etkilenmişti, bir düşteydi sanki, karısı soracaktı, göğsün nasıl yandı, diye, asla yanmayacak bir bölge, “nasıl yandı burası” diyecekti, önemsemedi murat bunu, “bir daha sevişmeyeceğim karımla” dedi, “karımı boşayacağım, bana böyle bir muamele yapmadı o hiç.” “hah ne bi şey mi diyorsun” dedi gülerek esra, duymuştu o’nu, konuştuğunun farkında bile değildi murat, “yok bir şey sürtük” dedi, “devam et sen işine.” “sürtük anandır” dedi esra, ısırdı onu, dudaklarını ve boynunu, bağırdı murat, izi kalacaktı mutlaka, bu esnada kapı yavaşça açıldı dışardan, içeri bir hırsız girdi, çok değerli şeyler vardı evde, tarihi eserler, epey zengindi anlayacağınız murat, şirketleri, parası ve ünü vardı, ve şimdi her şeyi yitirmesine ramak kalmıştı, bir delik uğruna, diğerlerinden hiç bi farkı olmayan bir delik, neydi bizi çeken, daima farklı hissederiz her kadında, oysa aynıdırlar, daima aynı, hepsi, 2 göğüs, bir göbek, iki delik, bacaklar, kimisi ufak kimisi büyük, şişman, zayıf, sarışın, esmer, ama hepsi aynı, biçimsel ve sonuç olarak, orada, o odada, “hayatımın düzüşü bu” diye düşünürken murat, her şeyini kaybediyordu, tüm servetini, telefonda ona “çok iyi muamele çeken bir fahişe tanıyorum” diyen arkadaşıydı eve giren hırsız, planlanmıştı her şey, karısının gitmesi ve kızının da o konuşmaya kulak misafiri olması fırsat vermişti bu planın işlemesine, ve şimdi, murat’ın karısı, murat da bulamadığı ruh ve ışığa doymak için, başka bir adamın koynunda ucuz şarabı yudumluyordu ölümsüz bir ayyaşla, çok çok eskilerden kalma sevgilisi ile, bir zamanlar terk ettiği, parası ve işi olmadığı için terk ettiği eski sevgilisi ile birkaç güzel gün geçirirken, ve murat’ın kızı da, annesi gibi ve ananesinin de kızının yaşındayken yaptığını yapıp, babasına söylediği bir yalanla yanına kaçtı başka yalanlar söylemek için sevgilisine, ve aynı yatakta hayal kuruyorlardı şu an, düzüş sonrası.
“evet” dedi ali, hırsız olan ali, “bizim balık oltaya gelmiş, güzel”, ve mutfağa gidip kasayı açtı, biliyordu, her şeyi önceden biliyordu, bir çok kez gidip gelmişti bu eve, ve şimdi bu, son gelişiydi, ertesi gün, murat’ın koynuna attığı karısı ile birlikte, çaldığı tüm parayı da yanına alıp, dünyanın bir ucuna uçmanın hayalini kuruyordu, -saçma mı geldi? para kazanmalıyım, o yüzden bu kadar saçma yazıyorum artık, bunu istiyorlar bizden, bu kadar dolambaçlı şeyler yazmamızı istiyorlar, basit yazmamamızı istiyorlar, iyi gibi görünen, karmaşık gibi duran, ama kolay hazmedilir senaryolar, onların istedikleri, aslında hiçbir şey anlatmayan, sadece “ali buraya gitti, oradan şunu aldı, derken araya giren murat’a bir el ateş etti, olayı gören bir fahişe çığlık attı, sonra ali fahişeyi de öldürüp kaçmaya başladı, hey hey bi saniye, burada buna bir son verip,
izninizle yine kendime, ve boktan ve muhteşem ve salak ruhuma dönmek istiyorum, bir sigara yakmama izin verin öncelikle, bi saniye, devam edicem..
..
evet, geldim. ne diyordum? hey bakın size ne anlatıcam, 4 gün önce noldu biliyor musunuz, evden çıktım ve çıkar çıkmaz bir sigara yaktım, son sigaramı, gazete almaya gidiyordum, ve de sigara, yolda bir adam gördüm, pijamalı, öğlenin biriydi saat, ve bizim muhitten değildi pijamalı adam, yabancıydı, onu ilk kez görüyordum, mahalleden olsa tanırdım, evi buralarda bi yerde olsa pijamayla çıkması pek de tuhaf gelmezdi-her ne kadar yine de tuhaf gelecekse de öğlenin birinde, ki ben de çıkarım öyle, eğer üzerime giyecek başka bişi bulamazsam tabii, neden çekineyim, bakışlardan mı, ne önemi var, insanların kendimiz hakkında ne düşündüğünü neden bu kadar çok takıyoruz, başkalarının hakkımızda düşüneceği şeyler hayatımızın içine ediyor, bizi yönlendiriyor ve şekillendiriyor, ve nasıl yaşayacağımızı, nerede nasıl davranacağımızı, kiminle birlikte olacağımızı, kimi ret edeceğimizi ve çocuğumuzun nasıl biri olması gerektiğini belirliyorlar, ve ama her neyse, biz yine de şu pijamalı adama dönelim;
“bi sigara versene” dedi elimdeki sigaraya bakarak, “valla başka sigaram yok abi” dedim, ve gerçekti, yoktu, alacaktım ama, geçip gittim önünden, durmadım, durup sormak istedim ama, “moruk, konuşalım biraz, hikayen ne senin, neden pijamayla geziyorsun, boktan ve kirli bir pijamayla, saç sakal birbirine karışık bi halde. seni kim çıldırttı?” “siktir et” diyecekti muhtemelen, “canın sağolsun, başkasından bulurum sigara, eyvallah”
nezaketen denmiş olmayacaktı bunlar, içten, içerden gelen sözcükler olacaktı, ama rencide edebilirdi onu, kırabilirdi tüm bunları sormam, yürüyüp geçtim ve “keşke” dedim kendi kendime, “elindeki yarıya inmiş sigarayı verseydin, aptal, aklına neden gelmedi bu.” gazetemi ve sigaramı aldım, bakkaldan çıkar çıkmaz paketi açıp bi sigara yaktım, yürümeyi sürdürdüm, ve yine aynı adam, göz göze geldik, bi sigara verdim adama, param olsaydı, paketi de verirdim, ama işsizdim, askerden yeni gelmiştim, beş kuruş param yoktu ve günde 40 sigara ile 2 şişe şarap ya da 7 kutu bira, ve bir bardak su içmem, ve de bir dilim ekmek yemem gerekiyordu, yaşama devam edebilmek için, ve sigarayı uzattım adama, “abi valla demin yoktu, şimdi aldım, ateşin var mı?” elindeki yanan sigarayı işaret etti, birkaç furt içilmiş olan bir sigara, kim verdi, nasıl, bilmiyorum, tek söz etmedim, ama bi tek o ve ben değiliz dedim sadece içimden, o da tek söz etmedi, sigarayı işaret etti, verdiğim sigarayı aldı, ve orada kaldı o, caddede karşıdan karşıya geçiyordu bazen, kaldırıma
oturuyordu, ve arada bir gelip geçen tiplere “bi sigara versene” diyordu, iyi biri olduğu su götürmez bi gerçekti, 40 yıllık veya 400 milyonluk bi şarap içecek parası yoktu belki, elinde çok şey bildiğini kanıtlayacak bir diploması da yoktu, ya da onu hayatta tutacak bi karısı –kesin bi çok kadın tarafından terkedilmiş ve sonuncusu çok koymuştu ona.. çocuğu var mıydı acaba, diye düşündüm, parası yoktu, işi yoktu, karısı yoktu, hiçbir şeyi yoktu, elle tutulur hiçbir şeyi, günümüz toplumunda kabul görülebilecek, getirisi olabilecek hiç bişi, tıpkı benim gibi, getirisi olan öyküler yazmak istemiyorum jori, anlıyor musun, sadece, günün birinde, senin o hüzünlü sesini dinleyip, sigaramı ve biramı içerken, aşık olduğum kadın, -eğer olacaksa bi kadın-, kendine sarılmış halde uyurken o, gecenin bi yarısı bi baş ağrısı ile, ve ölümüne susamış bi şekilde uyanıp, yarı sarhoş uyanıp, bi sigara yakarak, toplumun dışında öyküler yazmak istiyorum, “ben toplum dışı değilim aslında, toplum benim dışımda zaten” demişti bi arkadaşım, “heey” demiştim ona, “bu sıkı bir laf, bi sigarayı hak ettin”
kendime bi sigara alıp, paketi masaya atmıştım sonra, ortaya. paketi ortaya atmak çok şey ifade eder, siz anlamazsınız, pek çoğunuz anlamaz, pek çoğunuz pijamalı adam ile benim aramdaki farkı da anlamaz, ve bana hayran olur, oysa yoktur farkımız, ben sadece yazmışımdır başıma gelenleri, içimi dökebilmiş kendimi ifade edebilmişimdir, bu yüzdendir delirmeyişim, ki bu da hiç delirmeyeceğimin garantisini vermiyor bana, güvende hissetmiyorum kendimi, asla güvende hissetmedim, kıçımı sağlam bir duvara yaslayıp, “evet, biz kazandık, bitti”, diyemedim asla, “kimse bunu diyemiyor” mu dediniz? yalan.. “ayağı yere sağlam basan” olmak istemiyor musunuz siz? bu yüzden değil mi onca çaba, lise, dershane, üniversite, staj, lisans, vs vs, bu yüzden değil mi sağlam bir kadını kafalama telaşı, ve sonrasında, iyi bi işte çalışıp, karınız evinizde çocuklarınız ile otururken, arabanızda güzel bir manzaraya karşı suni sorunlarla içişi bazılarının, eğer içtikten sonra, ertesi güne gülerek başlıyorsanız, suni sorunlara içmişsinizdir, bundan emin olun, 10 yıllık profesyonel bir içiciyim ben, ve yolun başındayım daha, bi 10, hatta 20 yıl daha içmem gerekiyor, meseleyi çözmem için, ama çözdüğüm kadarıyla, size rahatlıkla ve yüzde yüz emin olarak söyleyebilirim ki, akşamdan kalmalık olduğunuz o sabahlarda, sadece fiziksel olarak kötü durumda olmanın, mide ve baş ağrısının yarattığı fizyolojik baskının altında, gülerek başlıyorsanız güne, suni sorunlara içmişsinizdir, boşadır yani litrelerce alkol -ki litrelerce de içemezsiniz zaten suni şeylere, alkolün ruhu bunu hisseder, bu kokuşmuşluğu anlar o, ve kabul etmez, kusturur sizi, ve allah belamı versin ki her akşamdan kalmalık olduğum sabah, bin bir küfürle açıyorum gözlerimi, olduğumdan daha beter bi halde, ruhsal olarak bin beter bi halde uyanıyorum, ve “devam” diyorum yine de, içmeye, acıya ve ölmeye devam, ve hafif gelebilirim size, gidin öyleyse, nobelli yazarınızı okuyun, ama unutmayın ki, biz burada bin bir türlü pisliğin ve çamurun içinde, bizi neyin öldüreceğini düşünerek ve önemsemeyerek bunu, yaşamaya devam ediyoruz, ve emin olun, birileri, o üç kağıtçı faşist köpeklerden birisi, günün birinde, bizden birine “kendine dikkat etsin” derse eğer, tehdit ederse, öldürdükleri birinin ardından mahkeme çıkışı
“seni de öldürücem, kendine dikkat et” diye, emin olun kaçmayız başka bir ülkeye, çünkü ölüme muhtacız biz, ama gelmiyor lanet olası, orgazmı geciktiriyor piç kurusu, ve hey jori, biraz daha ağlayabilirsin dostum, üzgünüm ama tekrar edecek bu şarkı, tekrar tekrar bana “angels playground’u söyleyeceksin bu gece, çünkü canım öyle istiyor, çünkü binbir olumsuzluğun ve kederin içinde içiyor, içiyor ve ölmüyorum, ve tüm bunları size, bir “bana yardım edin” çığlığı eşliğinde yazmıyorum, kendim için yazıyorum, düşünmemek için, başka boktan şeylerin içine ve kendi içime düşmemek için, ve hey, lafın sonuna geliyoruz, kısacası dostlarım, o pijamalı adam ile benim aramda, hiçbir fark yok, eğer bir sokakta arkadaş grubunuzla içerken, yanınıza gelen şarapçıyı kovuyorsanız, o halde defolun sayfalarımdan, siktir olup gidin, siz beni anlayamazsınız, ben de sizi anlayamam, ve sahte övgülerle pohpohlanmaya ihtiyacımız yok, çünkü ardından ne geleceğini biliyorum, “iyi yazıyorsun, muhteşem yazıyorsun, siten muhteşem”, ve birkaç gün sonra, “benim yazım neden kabul edilmedi, o sitede olmayı çok istiyordum, hak ediyordum bunu”, ve daha sonraki birkaç gün içinde, “iğrençsin, kendini beğenmiş bir ahmaksın.” ahah! oysa bebeğim, ne ilk söylediğin sevgi sözcüklerini ne de son söylediğin nefret sözcüklerini aklımda tutabilirim, hepsini bana yazdığın e-postadan kopyaladım, silmemişim, bunu gördüm bir de, ve sildim, çünkü bizim gibi insanlar, hayatı korkaklardan daha iyi deşifre etmiştir korkak olanın biz olduğu söylense de ve biz de bunu kabullenmiş “korkağın tekiyiz” demiş olsak bile- yıllar yılı gözleri yumulu bir şekilde şarabı diklerken kafalarına, çözmüşlerdir hayatın şifresini şarapçılar, ve bu yüzden içerler, şifreyi çözdüklerinde anladıkları şey için, hayat; öncekilerinden kopya edilmiş ve boktan ve izlemeye katlanılmayacak milyar dolarlık bir filmden daha kötü, daha iğrenç, ve daha katlanılamaz bir şeydir.. ve o yüzden bilirler, bir insan yanlarına yaklaştığında amacının ney olduğunu, arkasından nelerin geleceğini.. tahmin edemedikleri tek şey, yanlarına bi yudum şarap ve biraz sohbet için yaklaştıkları o gençlerin onlara ne tepki vereceği, bunu da kafalarının yüksek oluşuna bağışlayın, ve dediğim gibi, lafın sonuna geldik, merak ediyor musunuz murat’a, ali’ye, o fahişeye, murat’ın kızına ve karısına ne olduğunu? o halde bir kitapevine gidip o tarz bir kitap edinin, çok var, çoklar, çok varlar.. ukalayız, ve bir o kadar da tevazulu, iğrenç ve muhteşemiz, karma, yine de, kaçmayacak ve çok satan olmayacağız, satmıyoruz çünkü, anlayabiliyor musunuz? satılık değiliz.. “çok satanlar” satılık olanlar için bir listedir.. dipteyiz ve gurur duyuyoruz dipte olmaktan, ve sizin bukowski’yi dilinize pelesenk etmenizden, en az o’nun kendisi kadar nefret ediyoruz, ve siyahı popülerleştirmenizden, ve fanzinleri de, ve daha bi çok şey.. miyav miyav miyav.. lafın sonu bu.. miyav miyav! ben şimdi izninizle, jori’nin hüznünde boğulacağım. siz dilerseniz, ve buraya kadar dayanabildiyseniz bana, ve çükünüzü kaldırmayı başarabildiysem öykünün başlangıcında, ya da içinizi gıcıkladıysam, bir karşı cinsinizle vuruşabilir, ya da otuzbir çekebilirsiniz, ama lütfen beni rahat bırakın, bize gelip, “mükemmelsin” demeyin, değiliz çünkü, hiçbirimiz mükemmel değiliz, ve asla olamadık, o yüzden burada, cebimiz delik bir şekilde içiyor, ve defalarca bıçaklanıyoruz, ama sorun değil, öyle değil mi jori, sorun değil, hadi bi sigara yakalım jori, sen bana şarkı söylemeye devam et, ve üzerimizde gezinenlerin verdiği açıklara, onların ahmaklıklarına gülelim, biri bizi öldüre dek -buradayız, ve kaçanlar da, öldürücem diyenler kadar suçlu, kalıp ölenler sadece, kazanacak, ya da bir pijama ile sokağa fırlayıp, kafayı yiyicez hepimiz, ama
şimdilik buradayız, müzik ve alkol tükenene dek.. kendinize dikkat edin, ve dikkatli olun, tuzaklara karşı, sizi seviyorum, hepinizi, eyvallah..
07.mart.2007
iki yüzlü
1 bulaşıkları yıkıyorum gecenin on birinde. 23 değil yani, on bir. size göre sabah on bir, bana göre gece. çünkü sabahlıyorum her tao’nun gününde, sabahlıyor ve siz yaşarken uyuyorum, seviyorum bu hayatı, seviyorum evet. daima bu şekilde yaşayabilmem mümkün olsaydı şu an, ben de sevmeye devam edebilirdim sanırım… ama çalışmak zorunda hissediyor kendilerini insanlar, çalışmadan olmaz, diye düşünüyorlar, herkes böyle düşündüğü için ben de çalışmak zorunda kalıyorum, çünkü çalışarak ürettikleri şeyleri çalışarak kazanılan kağıt parçaları sayesinde takas ediyorlar. fanzinlerimi edinmek istiyorsanız, fanzin çıkarın, takas yapalım, olur mu? bu daha makul geliyor bana, hatta dini manada, caiz diyelim. fanzin dinine göre…
2. bulaşıkları yıkıyorsun.. sabahın on birindeyiz, bize göre. bir erkek bulaşıkları yıkıyor, bir erkek evi süpürüyor, ailesi ile beraber yaşayan bir erkek delirmiş bir şekilde ev işi yapıyor zaman zaman. doğduğundan beri yapıyor bunu aslında, çünkü çocukken annesi çok hastaydı ve o da ev kadınlığını öğreniyordu, kadınlığı ya da bir anlamda, ama tam olarak öğrenememiş olsa gerek ki, sonra bir kadından da öğrenmeye çalıştı erkekliği. onda da ıskaladı, sen, tanrı’nın, tamamen fiyasko olan bir ürünüsün girdap, kabul et… bizim gibi yaşamak zor geldiği için, yaşamak istemediklerini yazıyorsun kimi zaman, bir anti kahraman yarattın kendine, henüz adını koymasan da, ve şimdi ondan bahsedeceksin bizlere, seni dinliyoruz… söz senin.
3. merhaba. benim adım henüz konmadı. birkaç öyküde sizlerle beraber olmuştum. yalancı, üç kağıtçı, iki yüzlü, adi, düzenbaz… o, benim! tam üstüne bastınız, ben de zaman zaman tam üzerinize basıyorum, çünkü hayattan nefret ediyorum, çünkü insanlardan nefret ediyorum, tamamen siyahım ben, içim de tek bir nokta beyaz yok, daima kendimi düşünür yaşamımı ancak bu şekilde sürdürebileceğime inanırım, yani sizin tepenizde gezinip vır vır konuşan politikacılarınızdan hiçbir farkım yok, iş yerinize sahip olan patronunuzdan da farkım olduğu söylenemez, elbette tüm politikacılar ve patronlar böyle değildir, ama büyük bir çoğunluğunun bencil, ikiyüzlü ve vicdansız olduğu su götürmez bir gerçek, ben de iki yüzlüyüm, bencilim ben de, vicdanım sadece kendime acımama izin veriyor, hayvan sevmem, kadın ruhunu sevmem, pısırık erkekleri sevmem. erkeklerin sevmediği kadın türünü severim ve kadınların sevmediği erkek türünü. bu, ne mi demek? bu, şu demek; bir kadın eğer samimi, dürüst ve güçlü ise, ben onu sevmem. bir erkek güçsüz, pısırık ve korkak ise, ben onu da sevmem. çünkü daha önce de dediğim gibi, aşık olmak bir erkeği zayıflatır ve kadınlar zayıf erkeklerden hoşlanmazlar, ben hiçbirinden hoşlanmam aslında, erkeklerin de, kadınların da hiç birinden hoşlanmam, sadece kendimden
hoşlanırım ve sözünü ettiğimiz politikacılar ve patronlar ne kadar çoksa, sizin aranızda da benim gibiler o kadar azdır, tamamen benim gibiler demek istedim. yoksa her insan, az biraz yalancı, az biraz bencil az biraz iki yüzlü ve az biraz vicdansız olur, bu oranlar yükseldikçe, hayatta da yükselmeye başlarsınız, değeriniz artar. sonra birden herkes, yüzünüze karşı “bey”, arkanızı döndüğünüzde “orospu çocuğu” der, bu işler böyle yürür ve ben de böyle yürütüyorum, hedefim hayatta yükselmek değil, insanların sırtından geçinmek… üç gün orda beş gün burada. yakışıklı değilim ama gerekli süre dolana dek kendime bakarım, romantik değilim ama gerekli süre dolana dek romantik davranırım, aşık da olmam ama gerekli süre dolana dek aşıkmışım gibi davranırım, gerekli süre ne demek? gerekli süre, bir ete doyma, bir serveti tüketme, ya da birini kendine tamamen bağımlı yapmak olabilir. kısaca, çıkara doyma süresidir, gerekli süre. hayat, çıkar ilişkileri üzerine şekillenir, anneniz ve babanız bile bir süre sonra çıkarları ölçüsünde boşanmadan evli kalabilir. pekala, pekala geçelim bunları ve öykümüze başlayalım.
4. o günlerde yine kadınsız, parasız ve doğal olarak tek başıma bırakılmıştım. bana “senden nefret ediyorum” diye bağırıyor bir taraftan da ağlıyordu pınar, ağlıyordu çünkü aldatmıştım, en yakın arkadaşının üzerinde yakalamıştı beni, böylece arkadaşlıkları bozuldu ve pınar ona aşık olmadığımı öğrendi, pınar’ın kardeşi ilknur’da ona aşık olmadığımı öğrendi, doğal olarak onlar ev arkadaşlıklarına son verdiler, bende iki kadından ve onların bana birbirlerini çekiştirmesinden kurtuldum. durmadan birbirlerine olan nefretlerini anlatıyorlardı bana, sıkılmıştım bu saçmalıktan, yakalanacağım kesin olan bir zaman diliminde ilknur’u kandırdım ve o’nun üzerindeyken üzerine geldi pınar, olayın üzerine demek istiyorum, insanları böyle şoke etmek hoşuma gidiyor, günahsız olduğuna beni inandırmaya çalışan insanları, bir iyilik meleği olduğuna beni inandırmaya çalışan insanları, yalansız dolansız bir hayat istediklerine dair bana taleplerde bulunan insanları, ne yalanı ne dolanı, direk yalanın etrafında dolanıyor ve onlara yalanıyordum, yalanmak yani, anladınız değil mi? başlangıçta iyi görünüyor ve ikinci yüzlerini keşfedecek açığı yakalamaya çalışıyordum, insanlar böyledir, karşılarında tamamen dürüst olduklarına inandıkları bir insan bulunca tüm yelkenlerini suya indirirler, sonra bir bakmışlar ki denizin ortasındalar ve rüzgar yok, neler olacak? her şey apaçık meydanda güzelim, en az benim kadar yalancısın, girdap’a bana bir isim bul artık diyorum, o da bana her öyküde seni farklı bir yere koyup karakterini değiştiriyorum diyor, pekala diyorum ona, pekala tanrım diyorum, o benim tanrım çünkü, beni o yarattı ve insanlığın gerçek yüzünü görmemiz için bana bir yaşam verdi, bu biraz garip bir yaşam aslında bu, her öyküde karakterim, huyum, ruh dünyam değişiyor, bir öyküde lita’yı henry’e bafiletiyor, bir başka öyküde evime gelen sevgilime porno izlettiriyorum uyuya kalana kadar, sonra başka bir öyküde okulda uyuşturucu satıyordum bir öğrenci olarak, sonra başka bir öykü de birini aldattım, o girdap’ın ilk öyküsü idi ve çalan bir telefonla başlıyordu, hatırladınız değil mi? adı “seni aldatıyorum” öykünün… sonra lavuk benden sıkılıp kendisini anlatmaya başladı, zaman zaman gene bana geri dönüyor ama. ha ne diyordum, evsiz kalmıştım yine, bende bir tatil beldesinde iş buldum, antalya, sikmediğim iki uyruk kalmıştı,
uyruk diyorum, uyruk, anlayabiliyor musunuz? japon denedim, rus denedim, fransız denedim, alman, romen, macar, ingiliz, italyan, hindu, pardon lan o bir dinin adı, hintli diyecektim… acaba antalya’da dişi bir uzaylı var mıdır? bunu öğrenmek için yola çıkmadım elbette, ama sonuçta antalya’daydım, işim bir kafede garson olmaktı, askerlik arkadaşım sağlamıştı bana bu işi, “oğlum antalya’da süper bıjırlar var diyordu, öyle diyordu kadınlara, bu ne demek diye sormadım elbette, argoyu yalayıp yutmuş ve tükürmeye başlamıştım artık, sıkılmıştım argodan, herkes argo konuşuyordu zaten, hatta argoyu bir adım geçmiş jargon konuşur olmuştuk, yani rol kesiyorduk aslında, televizyonda izlediğimiz kahramanların gün içinde taklidini yapıyorduk, işe mafya kabanı ile gider olmuştu bazılarımız, kadınlar kendi acıları için ağlamayı bırakmış şehrazatın ucuza gittiğini düşünmeye başlamıştı, toplum olarak sapıtmıştık yani, sapıtmak, toplumsal anlamda, bende bu sapkınlıkla oyun oynuyor, onların açıklarını yakalıyordum, büyümüştüm artık, 27 yaşına girmiştim, ve ailemi öldürdüğüme inanıyordum, ailemi öldürmüştüm, tüm eski sevgililerimi öldürmüştüm, tüm eski dostlarımı öldürüyordum, hayatıma giren herkesi öldürüyor ve defediliyordum hayatlarından, insanlar onların gerçek yüzünü açığa çıkardığınızda sizden hemen nefret ederlerdi, bende öyle yaptım, gizlim saklım yoktu nasılsa, daha doğrusu gerçek yüzümün görülmesinden korkum yoktu, ben herkesin gerçek yüzünü görüyordum zaten, görüyor ve gösteriyordum, otobüste sevgilisine sarılan kadının beni nasıl kestiğini görüp ayartıyordum. sonra, boom! öldürücü darbe. sevgilisini makine olarak gören erkekleri öldürmekten daha çok zevk alıyordum aslında, ama onları ağıma düşürmek, kadınları düşürmekten daha zor oluyordu, sonuçta kadınlar için bir çekiciliğim vardı, erkekleri ise bu çekiciliğimden faydalanıp yanımda klas görüneceklerini düşündürterek tavlıyordum. evet ben toplumun bir parçasıyım, evet ben de sizden biriyim, ama ben daha çok toplumun aynası olmaya çalışan biriyim, tamamiyle iki yüzlü ve çıkarcı bir yapımız var, dahası geri zekalıyız, din diye inandığımız şeye iki elle sarılırken bunu bile çelişkilerle yapıyoruz. bir düşünsenize, dindar bir adamı düşünün, dindar bir adamın, söz konusu efsanelere göre, (dinlerden söz ediyorum), diğer tarafta korkacağı bir şey kalmamalı, yani mahşer alanında, yani hepimizin tüm sırlarımız ve yalanlarımızla çırılçıplak kalacağımız alanda, orada onların hiçbir şeyden kaçmaması gerekiyor, çünkü tanrıları onların günahlarını gizleyip ayıplarını örtüyor, bu yüzden bu dünyada her türlü boku yiyip üzerine cuma namazından çıkarken şirin bir fotoğraf çektiriyor olabilirler, bende gittim cuma namazına, yeni kurbanım türbanlı bir kadınken, veya dini bütün bir takkeli iken gittim, sonra onu da listemden sildim ve yoluma devam ettim, ben tanrı rolü oynuyorum, tanrı’nın bu dünyada yapması gereken bir şeyi üstleniyorum, herkesin sırrını açığa çıkartmak, böylece gerçek yüzlerimizi gösteririz veya intihar ederiz, ne dersiniz? hadi bir yarışma yapalım, kim daha dürüst, bir internet sitesi kuralım ve orada herkes, herkes hakkında isim vererek bildiği her şeyi anlatsın., yazarım girdap anlatıyor zaten, ben de yapıyorum, siz de yapmalısınız bence, herkes hakkındaki her şeyi bilirsek yaşam kimileri için daha da kolaylaşır, çoğunluk için zorlaşacağını biliyorum, ama kafası paranoyalarla dolu olan aşık adamların hayatı kolaylaşır, sonra her an terk edilme korkusu yaşadığı için gerçekleri göremeyen genç kızların da hayatı kolaylaşır, ha bu arada yazarken yalan atmak dünyanın en kolay işi, ama on bin küsur sayfa yazıp kendinizle çelişmiyorsanız, doğru söylüyorsunuz demektir, doğruyu söylemek de hiç öyle sanıldığı gibi erdem falan değildir, ya da erdem, getirisi olan bir şey değildir, bakın ben ne kadar da iki yüzlüyüm ve yine
de beni sevecek yeni insanlar bulabiliyorum daima, çünkü insanlar gerçeklerden korktukları için yalanla yaşıyorlar, ve gerçeklerden kurtulmak için yalandan ibaret hayatları izliyorlar, bu yüzden yalancılar iktidar oluyor daima, ve bu yüzden yalan söylemeye devam ediyoruz bizler de, insanların arkalarından konuşuyoruz, herkesi kıskanıyoruz, toplu bir dayanışma halindeyiz rekabet etme konusunda, herkes herkesle rekabet ediyor, çünkü kapitalizm bize sadece güçlünün kazanabileceğini öğretiyor, güçlü olan kazanır diyor kapitalizm, çalışan kazanır elması kızarır diyor, bu konuda düşünelim, orada gizli bir anlam olabilir, elması, hmm, doğru olabilir evet, elma ile neyi kast ediyorlar acaba bu dangalaklar, yarım elma gönül alma var bir de, bu da tamamen üç kağıda dayalı bir fiyasko, verilen her şeyin alınması gereken bir karşılığı olmalı diye düşünüyoruz çünkü, o yüzden minnet borcu diye bir şey üretti gerizekalı toplumsal yapımız, üretti çünkü manevi anlamda da maddi anlamda da bizim sürekli borçlu hissetmemiz gerekiyor, gerekiyor ki kendi hayatlarımızı unutalım, namaz borcu, vatan borcu, vergi borcu, namus borcu, faiz borcu, minnet borcu. ve zarafet var bir de, zarafet, düşünebiliyor musunuz? herkes zarif olmak zorunda, estetik görünmek zorunda yani, estetik görünmeli ki hayatta bir yerlere gelebilsin, hiç birimiz şişmanlığa tahammül edemiyoruz, ama elbise dolaplarımız şişmanlayabiliyor giysilerden dolayı, sorun değil, sorun değil, pekala burada sorun üretimde mi yoksa tüketimde mi? anti karakterimi bir kenara itiyor ve girdo olarak yazmak istiyorum, sizce sorun üretim de mi yoksa tüketim de mi? her ikisinde diyorsanız yanılıyorsunuz, tüketimde diyorsanız yine yanılıyorsunuz çünkü biz tüketim değil üretim toplumuyuz, sürekli üretiyor ve üretim esnasında doğal kaynakları tüketirken, ürettiklerimizin çoğunu tüketmeden çöpe atıyoruz, yemekler çöpe gitsin, hayvanları da toplayın sokaktan, hah şöyle, elbiseleri de birine vermek yerine eskilerin içine atalım, biriktirelim ne varsa aldığımız, evimiz hurdaya dönsün, hurdacılık da öldü zaten, büyük büyük büs büyük bir ev alalım kendimize, sonra o evin ufacık bir yerinde yaşamaya başlayalım, ekranın karşısında mesela, bilgisayar ekranı da olabilir bu televizyon ekranı da, onların istediği şekilde kullanıyorsak ekranlarımızı, ayrım yapmamak da beis görmüyorum, hard disklerimizi de çöpe çevirelim hatta, durmayın indirin ne varsa internetten, indirip dinlemeyin, indirip izlemeyin, evimiz cd yığını olsun, ha bir de onları tekrar tekrar bir yerlere yükleyin ki internette çöpe dönsün, sonra konuşun durmadan, konuşmadan duramayın hatta, msn pencereleri arasında can çekişirken saat ilerlesin, her yerde girdaplar var oğlum, evrenin her yerinde ve beyninin içinde, ben bu ismi boşuna almadım, kara deliklerde bile girdap var, samanyolu galaksisinde girdap var, gök cisimlerinin hareketi girdapla meydana gelir, kendimden bahsetmiyorum, evrenden bahsediyorum, büyük bir girdap olan evrenden, dışımızdaki evrenden, içimizdeki evrenden, ve bizim görmemizi engelledikleri bilimsel bilgiden, dünya güneşin etrafında dönüyor, ay dünyanın etrafında, güneş de sabit değil tanrısını satayım, her şey bir şeylerin etrafında dönerken aynı anda kendi etrafında dönüyor, insanlar para kazanmanın etrafında dönerken kendi etrafında dönmeyi unutuyor oysa, ve bu doğal olarak bir dengesizlik meydana getiriyor, çünkü kendi ekseni etrafında dönmeyen bir şey hiçbir şeye etki edemiyor demektir, kendi ekseni etrafında dönüp çevresindeki şeyleri görmeyen insan, hayatını yaşamıyor demektir, ve girdaplar, evet şimdi de denizlerdekinden bahsediyorum, merkezdeki ufak bir noktadan güç alır, sonra dönerek yayılır ve maksimum seviyede su yüzüne çıkar, her şeyi içine alabilecek kadar yüksektir emiş gücü o merkezin, ve insan kendisinin merkezi olmadığı
sürece bir boka yaramaz, ve insan aslında tamamen hatalı bir üretimdir, olağanüstü mükemmel harikulade bir yaratılış değildir insan, öyle olsaydı dünya bu halde olmazdı, hayvanlara bir bakın, hayvanların yaşamlarına, ne kadar saf ve doğallar, ve biz onların doğallığını mahvediyoruz, onları kafese tıkıyor ve üzerlerinden para kazanıyoruz, onları öldürüyor ve yine para kazanıyoruz, bizler tüketim değil üretim toplumuyuz, her şeyden önce üretiyoruz biz, araba üretiyoruz, bilgisayar üretiyoruz, elbise, et, kağıt, sonra ya yakıyor ya da nasılsa uzayın sonsuz bir boşluğu var deyip oraya döküyoruz, uzay çöpleri yani… bunu bir araştırın. ölen insanların neden öldüklerini araştırın, intihar edenleri araştırın, okulda çocuklarınıza ne öğrettiklerini araştırın, hiç bir şey öğretmiyorlar aslında, tek başına nasıl yaşayabileceklerini öğretmiyorlar, daha çok bağlılık yemini, daha çok borç, evlenip çocuk yapar sonra hayatını ona satarsın, çünkü kural bu, çünkü hepimiz sonsuza dek yaşamak istiyoruz, bu mümkün olmadığı için, bizi öldükten sonra anacak bir çocuk yapıyoruz, çünkü hayatımız boyunca başarısız olduğumuz için hayallerimizi gerçekleştirecek bir çocuk ediniyoruz, çünkü çocukları şekillendirebiliriz, altı yaşına kadar şekillendirip sonra buna devletle ortaklaşa devam ederiz, ki topluma faydalı bir birey olsunlar, çünkü “toplum yapısı çökerse” diye başlayan nutuklara büyütüldük biz, “aile toplumun en küçük yapı taşı” dediler bize, “taş yerinde ağırdır” dediler bir de, her şey birbiri ile bağlantılı ve o bağlantıları kurmadan kolaj yapamazsınız, dünya da her şey parça parça görünür, gözümüz bile parçalar halinde alır görüntüyü ve hareketsel devinimin videosunu karanlık odasında montajlar, anlayabiliyor musunuz? hayır anlamıyorsunuz, dünyada bize bir şeyler söylemek isteyen parçalar var demek istiyorum, fotoğrafın tamamını görmek için onları birleştirin diyorum, kenny arkana isyan ediyor, this empty flow’da isyan ediyor, hepsinin derdi, tüm sanat eserlerinin derdi, kendisi olabilmekten geçiyor, kendisi olmaya çalışan insanların yarattığı parçaları toplayın, henüz kendisini kaybetmemişken hala yeraltında yaşam mücadelesi veren sanatçıların parçalarına bakın, hepsi tek bir ağızdan isyan etmek istiyor, insanlar artık isyan etmeye başladı, insanlığın tarihsel gelişimi nasıl şekillendi bilemiyorum ama komünal yapıdan kapitalizm’e geçen evre hayret verici, komünal diyorum evet, ilk insanlardan bahsediyorum yani, adem ve havva’dan değil, masallardan değil, gerçek ilk insanlardan, avlanarak beslenen ve tüketmeden üretmeyen insanlardan, sonra neler oldu? sonra birisi bu insanları etkisi altına almaya çalıştı, sonra birisi de etki altına girmek istemeyenleri kendi etkisi altında aldı, böylece iktidarlar ve muhalifler diye iki ana unsur çıktı ortaya, ikisinin de birbirinden farkı yoktu ve kimi zaman a grubu kimi zaman b grubu üstünlük sağladı bu savaşlarda, sonra c grubu ortaya çıktı, sonra d, gittikçe parçalara bölündük o parçalarda parçalanmaya devam etti, en sonunda 1900’lere geldik ve birileri tüm parçaları yönetmek için adım attı, bunu daha kolay yaşamaları ve çocuklarının da daha kolay yaşamaları için yaptı, çünkü sonsuzluğa inanmak işte böyle boktan bir şey, çünkü öldükten sonra yaşayacağına inandırılan insan bu dünyadaki hayatını önemsemez, çünkü milli itibara inanan insan kendi hayatını önemsemez, çünkü topluluk olmadan var olamayan insan kendini ölüyormuş gibi hisseder, çünkü yalnızlık çok soğuk ve bir o kadarda sessiz bir şey, bu yüzden kendi düşüncemizi ortaya koymaktansa bizim yerimize düşünen insanları desteklemeye başladık, sonra işte vakti zamanında zeki ve zengin birkaç insan para fonunu ve bankaları yarattı, birileri de bankaları kontrol altına alarak parasına para kattı, sonra bu birkaç iyi adam hükümetleri esir aldı, orduları esir aldı, medyayı esir aldı, neyseki sonunda başa
çıkamayacakları bir internet yarattık kendimize ve hala konuşabiliyoruz, artık susturamıyorlar, ama bu kez de, daha güçlü bir salgın olan, sosyal iletişim ağlarını devreye soktular, insanlığın en zayıf noktası olan yalnızlığını kullanarak tüm sosyal ağları kontrolleri altına almaya çalışıyorlar, şimdi siz bu yazımı, eğer, ne bileyim işte, facebook’ta okuyorsanız, okuduğunuz siteye bir şikayette bulunursanız, üyeliğim hemen silinir, hatta şikayetlerinizi kolaylaştırmak için internet’i abuk subuk eklentilerle donattılar, durmayın, microsoft kullanmaya devam edin, bende onların ürünlerini kullanıyorum, ve emin olun bilgisayar programları içine ufak gözetleme delikleri açmanın planlarını yapıyorlar, bunun örneklerini geçmişte gördük, bilgisayarınıza gizli bir kayıt cihazı koyup her hareketinizi kayıt altında tutmaya çalışıyorlar, bunu kısmen başardılar, geliştirmeye devam ediyorlar, ama onlarda şaşırmış durumdalar, çünkü insanlar artık bağımsız programcıların ürettikleri açık kaynak kodlu yazılımlara yöneliyorlar, çünkü artık bedava ulaşabilecekleri işlere para vermek istemiyorlar, bu yüzden korsan engellenemiyor mesela, çünkü artık insanların sevdiği şeyleri destekleyecek parası kalmıyor, bu da bir kısır döngü yaratıp iyi sanatçıları elemine ediyor gibi görünüyor, ama aslında onların sesinin -kendileri ortadan kaybolsa bile- sonsuza dek dağıtılması sağlanıyor, peki burada bir devrimden söz edebilir miyiz? hayır burada devrim değil isyandan söz etmek gerekiyor, devrim işe yaramıyor çünkü, ufak isyan patlamaları daha etkili oluyor, bu isyan patlamaları arasındaki periyod sıklaştıkça, sistemin kalbi sıkışabilir, ama bunu bizim embesil toplumumuz göremeyecek kadar körleştirildi, o yüzden sistemin içinden sisteme karşı duran bono gerzeğinin gerizekalı filmini izlemeye gidiyor, bir yerlerde insanlar hala isyan ediyor, isyan ediyor ve bu arada kendi yaşama alanlarını kurmaya çalışıyor, bolo bolo gibi yani, hiç bir şey kaybolmuyor artık, kitaplar, şarkılar, filmler, resimler, hiç bir şey yasaklanamıyor, acımızı öfkeye dönüştürmemiz gerekiyor, insanları rahatsız eden yazılar yazmamız gerekiyor, insanları rahatsız eden resimler, insanları rahatsız eden müzikler…. insanları rahatsız eden dedikodular üretelim, suni yalanlarına karşılık abartalım onların gerçek yüzlerini, çünkü gerçeği yumuşatmaya ve katlanılabilir kılmaya çalışıyorlar, karşımızda bir düşman da yok üstelik, en büyük düşmanımız kendimizis, kendimize düşman olup bu hayatı hak ettiğimizi düşünmemiz için ortaya hak etmek diye bir kavram çıkardılar, hak etmeyi eğitiminiz ve zeka düzeyinizle eşlenik kıldılar, ne kadar çok çalışırsanız o kadar çok kazanacaktınız, tembellik ayıplanan bir şey oldu, yan gelip yatmak hor görülüyor, peki o halde ne yapmamız gerekiyor? “çiçekçi elektrikli testere katliamı”nı bir kez daha piyasaya sürebiliriz mesela, yeni yeni şeyler sürebiliriz piyasaya, eskiden olan bitenleri yeni bir gündemmiş gibi sunup, aslında geçmişin bugünden daha iyi olduğunu kanıtlayabiliriz, giderek daha da kötüye gittiğini her şeyin, giderek daha da kötüye gideceğini, her geçen gün biraz daha kötüye gideceğini yaşanan hayatların, ve anti-deprasanlarla sinirimizi yatıştırmalarına izin vermeden yeterince ağlayarak yapmalıyız bunu, çünkü acı’nın son noktada öfkeye dönüşmesi muhtemeldir daima, ve sen o anda kendini tüm bu yaşananlardan dolayı suçlu hissediyorsan öfkeni kendine yansıtıp intihar edebilirsin, suçlu bir bilinç üretmek ve insanın kendi ‘kendi’sini suçlu hissettirtmek, sistemin en büyük kozlarından biri çünkü… intihar yerine isyan etmemizden korkuyorlar çünkü, kendimizin farkına varıp, kendimize değer verip, bize dayattıkları tüm değer yargılarını, kutsal olarak önümüze sunulan herşeyi linç etmemizden korkuyorlar. bu yüzden kutsal olan her öğretiyi dokunulmaz kılıyorlar, yasalarlar veya örf ve
adetlerle, bir şekilde normalleştirilen fedakarlık kavramı, peki ama ne için hayatlarımızdan fedakarlık yapacağız? daha ne kadar fedakar olmalıyız? ölene dek sürecekse, feda edilmiş olmayacak mıyız? şunu unutmayın, fedakarlık süresi uzarsa, feda edilmiş olursun. birilerinin daha rahat yaşaması için fedai olarak mı yaşamamız gerekiyor? her şeyi, tüm arzu ve istekleri, adaleti ve refahı öldükten sonrasına mı bırakacağız? peki ya yoksa öyle bir şey? ilahı adalet denilen bir şey yoksa? neden herkes “ya tanrı varsa” diye düşünüp, öldükten sonraki yaşama bel bağlıyor? neden herkes “ya çıkarsa” kavramına tutulup şansını deniyor? ya çıkmazsa? ya tanrı yoksa? ya devlet hiçbir zaman ekonomik anlamda düzelmeyecekse? ya bize vaat edilen her şeyi, hiçbir zaman vermeyeceklerse? daha ne kadar süre kemer sıkmalıyız sizce? daha ne kadar sabretmemiz gerekiyor? emekli olamayacaksınız… hayır günün birinde anarşi de olmayacak. günün birinde sosyalist bir dünya olmayacak. günün birinde kapitalizm ölücek, doğru, ama ondan sonra tarih tekekkür ederek en başa dönmeyecek, tarih tekerrür etmiyor çünkü, tekerrür eden bir tarih yok, düz bir zamansal çizgi var, ve o çizginin nereye doğru akacağını insanlık belirliyor, kader diye bir şey yok, irade diye bir şey, eğer sizler iradenizi sınayıp idare etmeye devam edeceksiniz, buyurun, kimse size engel olamaz, aksine takdir edileceksiniz, ve benim gibi, bizim gibi düşünen, sırf kendi hayatını önemseyen, hatta buna rağmen kimsenin üzerinden geçinmeyen, ama devrimi sırf kendi öz varlığı için isteyen, bireyselliği savunan, toplumu red eden insanları kafese tıkmaya devam edecekler, kafese tıkamadıklarını öldürecekler, gittikçe daha da çok güç kazanıcak ve en sonunda george orwell’in 1984’ünden bile daha karanlık, keskin, kalın parmaklıklar yaratacaklar, , peki o zaman napacaksınız? makinelerinin çalışabilmesi için makineleştirildiğiniz zaman napacaksınız? tuvaletlerinize kamera yerleştirdiklerinde napacaksınız? konuştuğunuz herşey kayda alınırsa napıcaksınız? teknolojiyi zihninizi okuyabilecek kadar geliştirdiklerinde ve sizi aklınızdan geçenlerden dolayı işkence odalarına tıklarında napacaksınız? napmak gerekiyor? benim bir çözüm önerim yok. bana bıraksalar, yani elimde olsa, insanlık denen mefhumu, kendimle beraber yok eder, ve dünyayı hayvanlara bırakırdım. çünkü bir çözüme inanmıyorum, çünkü insanlığa inanmıyorum, çünkü hepiniz ölümden korkan iki yüzlü sahtekar riyakar bencil ahmak aptal gerizekalı ve yalancısınız… çok mu ileri gittim? o zaman ilgiliniz olan makamlara şikayet edin… benim başımda bir “ilgilim” yok, ben kendimle ilgiliyim sadece, kendim dışında hiçbir kutsal değere inanmıyorum, bir de “canlı” olan her varlığın yaşamaya hakkı olduğuna inanıyorum, canlılık barındıran her yapı taşının, bu dünyada var olan veya üretilen her şeyden bir pay alması gerektiğine inanıyorum… insanlar, dünyadaki yiyecek kaynakları bittiği için açlıktan ölmüyorlar; onları, yemek yemeyi hak edecek bir işlev gerçekleştirdiklerini düşünmedikleri için açlıktan ölmeye terk ediyor tanrı rolü oynayan şarlatanlar, arada bir de iyi görünmek için yardım yapıyorlar, ama çözmüyorlar hiçbir meseleyi, sadece, arada sırada, isyan etmememiz için, her şeyin yoluna girdiğine dair bir ilizyon yaratıyorlar, günü birlik gündemler, günü birlik çözüm paketleri, “huzur isyanda”1 oysa, huzur kendin olabilmekte, geçmişi kendi içine sinen ve pişmanlıklar barındırmayan bir varlık olabilmekte yatıyor, size mutluluğun anahtarını vermiyorum, çünkü ben de mutlu değilim, size cennetin anahtarını da
1
“Huzur isyanda” İç-mihrak ekibinin bir sticker çalışmasından alınmıştır.
vermiyorum, çünkü cennet de cehennem de yaşadığımız dünyanın içinde, size ne yapmanız gerektiğine de söylemiyorum, çünkü bana ne yapmam gerektiği konusundaki önerilerinde ısrarlı davranan insanları öldürmek istemiyorum, ben değişmeye değil kendim olabilmeye çalışıyorum sadece, zaman döngüsel değil düz ilerler, o yüzden günün birinde tarihin tekerrür etmesini, ve ilkelliğe geri dönmemizi beklemeyin, kötüleşecek her şey, ve en sonunda, dünya kendini imha etmezse o güne dek, mesih yerine mad max gelecek. umut yok, çözüm yok… çünkü insan denen şey, bencil korkak ve ikiyüzlüdür, ve bazı insanlar, diğer insanların üzerinden yaşar. o diğer insanlar fırsatını bulabilse, üzerindekilerin yerine geçip, sistemin işlevini sürdürmeye çalışır. çözüm yok, umut yok, olabildiğince kendin olup, yaşama devam ederken, arada sırada böyle sivri oklar fırlatıp, deşarj olmak dışında…
böyle düşünen, bunları görebilen bir varlığın da, insanlar arasında yaşamakta zorlandığı için, evinden çıkmamasını anlayışla karşılayın, evet girdap bir gün evinden hiç çıkmadan yaşayacak, ve siz onun saçma salak öykülerini okuyup, karşılığında ona kitap, fanzin, internet, müzik, ekmek, su, elektrik ve ruh vereceksiniz… para istemiyorum… takas yapalım istiyorum. ve burada bir emek sarf ettiğimi görmezden gelen ikiyüzlülere de şunu söyleyeceğim, ben inatçı, ölümsüz ve zaman zaman kör sağır ve dilsiz olabilen biriyim, o yüzden çenenizi kapayıp bir şeyler üretin…
5. şimdi en başa dönüp, bulaşık yıkamaya devam etmek istiyorum, çünkü kendimi suçlu hissediyorum o kirli tabak çanak yüzünden, ama bu benim pisliğim, ve başkalarının pisliğini temizleyerek para kazanmak zorunda da değilim, ama işim bu benim, temizlik, temizlik ve hijyen, ofis de bunu yaptım, uçaklarda bunu yaptım, sırada otel odaları var… çünkü herkes çalışmayı kutsal sayıyor. yazının başına dönüp birinci bölümü tekrar okursanız, ne demek istediğimi anlarsınız. şimdilik hoşça kalın.
14 nisan 2009
jilet ve hap
3 kişinin horladığı bir odadayım.. karşımdaki duvar saatinin akrebi 3’ün üzerindeyken, yelkovanının 12’ye tırmandığı bir sırada, ‘roads’, ‘boş çay bardağı’, ‘antiem’, ‘böcekler’ ve ‘horlama anne-ler’ eşliğinde, hiç bi bok yemeden pinekliyorum..
tek bir şarkı.. saatlerdir dönüp duran tek bir şarkı.. günlerdir dönüp duran tek bir şarkı.. aylardır dönüp duran tek bir…
uyuyor, uyanıyor, garip düşler görüyorum.. garip olan, düşlerin uyandığımda da devam etmesi.. gerçeklik duygumu tamamıyle yitirdim.. ‘sanmak’la meşgulüm.. emin değilim ama, (artık hiçbir şeyden emin olamıyorum zaten) sanrı ile sanmak kelimeleri arasında bir bağlantı olmalı..
her şeyi sanmaya başladığınız anda, sanrı görmeye de başlarsınız!
şarkı başlıyor.. şarkı bitiyor.. tekrar başlayıp tekrar bitiyor.. sonra tekrar başlayıp tekrar bitiyor.. ölümsüzlük?
başlıyor.. ve beş dakika beş saniye sonunda tekrar bitiyor..
yeniden başlayacağından emin olsaydınız eğer, bir son verir miydiniz hayatınıza? başka bir bedende, başka bir zamanda.. ya da aynı bedende, aynı zamanda.. ne fark eder ki? önemli olan, anıların yok edilebilmesi.. geçmişimin bir kertenkele kuyruğuna benzemesini isterdim.. bana sıkıntı verdiği anda onu düşürür ve yeni bir tanesi çıkana kadar, ‘hatırlamıyorum’ kelimesi ile idare ederdim..
şarkı tekrar başlıyor.. ve şarkıda neden bahsedildiğini ya da neden bahsedilebileceğini bilmiyorum.. çünkü o dili bilmiyorum.. ve öğrenmek de istemiyorum.. çünkü büyünün bozulmasından korkuyorum.. sadece dinliyorum.. ve sadece düşünüyorum.. bozuk bir vcd’ye benzediğimi düşünüyorum.. güzel bir film.. en azından güzel başlayan bir film.. ilerliyor.. ilerliyor.. ilerliyor.. sorun yok.. normal akışında her şey.. nefes alıp veren ve hareket edebilen bir canlı.. ve zaman geçtikçe, yani devam ettikçe dönmeye, vcd çiziliyor.. ama daha filmin başı, anlaşılabilir olmak için erken bir zaman.. kimse kaptırıp koyvermemiş yani.. yavaş ilerleyen ve henüz hiçbir şeyin açığa çıkmadığı bir senaryo.. (başrolde olduğumu zannediyorum) tanrı bile merak içinde.. tanrı bir klozetin içinde bence.. ve şifonu çekmemizi bekliyor.. kıyameti koparmaktan
vazgeçtiğini söylemişti bana, havada asılı kaldığım zamanların birinde.. “kıyamet kopmayacak” dedi “siz zavallı yaratıklar, zamanın sonsuz döngüsüne hapsedildiniz”
artık gücüm kalmadı.. boşlukta kanat çırpabilecek kadar gücüm yok.. bu nedenle de fazla yükselmiyorum zaten.. alçak uçuyor - hey hey bi saniye, kanat çırpamayacak kadar güçsüz olduğumu söyledim size.. daha ne uçmasından bahsediyorsunuz ki? sadece düşüyorum, hepsi bu.. yani yukardayım ama uçmuyorum.. enerjimin olduğu zamanlarda aldığım avansı harcıyorum sadece; düşüyorum! anlıyorsunuz ya?
azalmak istiyorum.. hatta yok olmak.. yok bile, olmamak.. hiçbir şey olmak.. hiçbir şey bile olmamak.. sadece olmamak. hepsi bu, ‘olmamak’
işte başlıyor.. büyük hava boşluğu, düşüsün hızlandırılışı karşısında son kanat çırpış.. boğaz kuruluğu.. ve ardından hızlı bir şekilde fethediliş.. şakak, çene, boyun, diz ve dirsekler, göz kapakları, göğüsler.. yavaşlayan nefes alışverişi.. uyuşmak, daha çok uyuşmak, sonsuza kadar uyuşmak…
eğer uçamayacak kadar güçsüzseniz ve düşemiyorsanız da yere, (ya da zemini bulamıyorsanız) o zaman kendi hava boşluğunuzu yaratmanız gerekir.. bu daha çok, tedavi edemeyeceğin ve acısını her an hissettiğin bir hastalığı, daha ağır ve daha çok hissedilebilir, ancak tedavi edilebilir bir hastalık yardımı ile süspansiyon etmeye benzer.. aşk yarasını jiletle kazımak, içinden imdat diye bağırmaktır!
öldürücü olmayan derin kesikler.. öldürücü olmayan noktalara çizilen doğru parçaları.. kan! ve acı.. hayatta kalabilmek, için son kanat çırpış!
eğer yaşayamıyor ve aynı zamanda da ölemiyorsanız, o halde bakkaldan bir jilet alırsınız.. süspansiyon için! şefkat gösterisinin ne yeri ne zamanı diyen ya da sizin jileti ne için kullanacağınızı anlayamayacak kadar kör olan bir bakkal size jileti satar.. çünkü insanın gözleri ölür ilk önce ve bir gözün ölmüş olduğu ilk bakışta anlaşılır.. buna rağmen jileti alabildiyseniz, bu, bakkalın size şefkat
göstermeyi ret ettiği anlamına gelir.. o halde ölmüş olan gözlerinizi de yanınıza alarak bakkaldan çıkarsınız.. eve gider ve yatağınıza oturarak bileğinizin üzerinde öldürücü olmayan derin bir çizik açarsınız.. acıya karşı acı! yeterince derine inerseniz, bu, doz aşımı demektir.. sızı ve sızan kan eşliğinde gözler kapanır ve bilinç o noktaya doğru yönelir.. sol el bileğinizin kölesi oluverirsiniz.. etki uzun sürer.. oldukça uzun.. bazen bir gün bazense bir hafta.. bu süre sizin bünyenizle ilgilidir.. ve bu acı, sizin geçmeyen diğer acınızı (manevi bir acıdır bu) bir çırpıda ödünç alarak, sizin, kendisini düşünmenizi sağlar.. jilet bir tür uyuşturucudur! ve müebbet hapse mahkûm edildi iseniz, dışarı çıkmanın tek yolu, derin kazmaktır. gerçek acı, insanda müebbet mahkûmudur. vücudunuza açacağınız bir tünelin sizi özgür kılacağını zannederek jiletsel doz aşımını gerçekleştirirsiniz.. dünyanın en az kullanılan uyuşturucusu jilettir.. jilet çoğunlukla tek kullanımlık alınır ve o zaman adına uyuşturucu denemez.. dünyanın en az kullanılan uyuşturucusu jilettir. hiçbir acı sonsuza kadar sürmez lafı bir safsatadır.. gerçek acı sonsuza dek sürendir! ölümcül acı! bazen iyileşiyor gibi yapar ama asla iyileşmez.. dışarı çıkıp top oynamanıza izin verir bazen, parklarda koşmanıza aldırmaz bir süre, sonra aniden indirir sağanak, kimse görmez.. sırılsıklamsınızdır ve kimse görmez.. doğruca eve koşar, odanıza girer ve kapıyı kapatırsınız.. saatlerce, günlerce, hatta haftalarca dışarı çıkamazsınız.. alkol ve jilet ile beslenirsiniz.. ya da alkol, su ve hap ile.. ve bir gün aniden, bir tünel kazılır bedeninizde; ruhunuz hapisten kaçar..
o’nu bulduğumda, işte bu haldeydi.. tüneli açmaya hazır bir beden ve dışarı kaçmaya hazır bir ruh.. dışarı diyorum, çünkü bazen içeri de kaçılır..
jilet ve boş bira şişeleri.. ölü gözler.. ve şefkat isteyen gözler.. kan lekeleri bulunan bir çarşafın üzerinde bağdaş kurmuş, bir şeyler okuyordu.. hayatta kalmaya çalıştığını anlamak uzun sürmedi.. ve jilet yerine şefkat sattım.. oysa asıl jilet bendim, kalbi delik deşik edecek bir jilet.. kalbi delik deşik etmiş ve yarım kalan işini tamamlamak için geri dönmüş bir jilet…
yeterince uzun süre ot kullandı iseniz, 1 senelik tütün sonrası, ota sımsıkı sarılırsınız.. o sizin tek kurtarıcınızdır. secdeye yatıp af dilenmekten başka seçeneğiniz yoktur. o da öyle yaptı, büyük kurtarıcısına…
ama dur bi saniye.. buraya nasıl geldik? bir müptelanın gücünü asla hafife almayın.. biliyorum, bakışlarım asla bir noktaya konsantre olamıyor.. düşüncelerim kesik çizgilere benziyor; biri uzun biri kısa olan ama asla
birleşmeyen çizgiler.. ama gene de anlatacak bir hikayem var benim.. bazen virajı alamayıp duvara toslayacağımız, bazen geri vitese takacağımız, hatta sayfalarca tek bir noktaya bakıp kalacağımız bir hikayem.. ama asla, bir müptelanın gücünü hafife almayın…
27.temmuz.2004
uçan balon 1. “beni it” diyordu mary, “hadi” diyordu, “başarabilirsin, it beni, öldür, lütfen öldür, lütfen, at şu otobana beni, yalvarıyorum sana, bir araba çarpacaktır mutlaka, hadi, yap şu boku” otobanda falan değildik oysa, evdeydik, ağlıyordu mary, aşırı şekilde uyuşturucu ve alkol ile yüklü beyni, dünyasını kaydırmıştı. ve bizleri görmüyordu, bir yastığa sarılmış, koltukta oturuyor ve karşısında biri varmışçasına konuşuyordu, boşluğa doğru. onu izliyorduk, napabileceğimizi bilmiyor ve izliyorduk sadece, geçmesini bekliyorduk, kendine gelmesini, “hadi lan” diyordu, “itsene” 2. herkes bir şeyler hakkında atıp duruyor yine mary.. kimse ne kadar içerde olduğumuzu görmüyor, ne kadar derinde olduğumuzu, bir şeyler sallayıp duruyorlar yine, oy veriyorlar, bir şeyler değişecek çünkü, değişecekmiş, değiştireceklermiş, ve sonrasında sonuçları bekliyorlar, bir şeyleri değiştirecek birileri, yeni bir yönetici yeni bir hayat verecek bize, bekliyorlar, ve sonuç değişmiyor, hiç değişmedi, âdem’den beri değişmedi, bi gram bile oynamadı terazinin dengesi.. bir illüzyona emanet edilen arzular.. alâeddin’in sihirli lambasını arıyorum ben sadece, hepsi bu 3. uyuşturucuya bulanmış ve uyuşturucuyla bulanmış bir beyin kadar tehlikeli hiç bir şey yoktur, inanın bana. ufak bir tablet her şeyi değiştirir, isa’dan önce isa’dan sonra gibi, milat, hayatınızın miladı. nerede durmanız gerektiğini bilmiyorsanız, dönemeçlerin sonunda sizi neyin beklediğini, ve durmanız gereken noktaları, gördüğünüz levhaların ne anlama geldiğini, hangi kapının nereye çıktığını, bilmiyorsanız, sonrasında o sizin dünyanızı değiştirmekle kalmayıp, o dünyaya bir çok sınır çizgisi koyacaktır. başlangıçta, bu dünyanın oluşturduğu sınır çizgileri kalkacak, sonrasında oluşan özgürlük alanında yeni sınırlar belirlenecektir. iğne zamanları 4. aferin kullandığını öğreniyorum bir şekilde, seviyorum herifi, ve “daha ileri gitme” diyorum ona, “nasıl kullanacağını bile bilmiyorsun” diyorum, “benim yıllarım geçti o şekilde” diyorum, “biraz kulak as bana” diyorum, “midenin amına koyacaksın en sonunda, daha ileri gitme” dinlemiyor beni tom, hoşuna gittiğini söylüyor bu hayatın, bir adım ileriyi görüyor, sonra bir adım daha, sonra kollarda iğne izlerini görüyorum, aradan sadece 6 ay geçmiş oluyor, ve sonra bir 3 ay daha, ben askere gidiyorum, sonra bir 15 ay daha geçiyor, geri dönüyorum, “tom’a” noldu diyorum, “uzaklara uçtu” diyorlar, anlıyorum meseleyi, istanbul’daydı diyorlar, sonra haberini aldık. bu işler böyle yürüyor, kendinizi kontrol edemiyorsanız, o sizi hiç kontrol edemez
5. herkes bir şeyler hakkında atıp duruyor yine mary. kimse ne kadar içeri girdiğimizi görmüyor, bu dünyanın bize borcu var mary. tanrı bize bir özür borçlu 6. “bugünkü gençlerin en büyük sorunu: uyuşturucu” yazıyor eski bir gazetede, şirketteyim, paspas çekiyorum odalara, daha sonra kuruyana kadar batmasın diye gazete kağıdı koyucam yere, ve eski bir gazetede dikkatimi çekiyor bu başlık, okuyorum, nedenler, ailevi nedenler, arkadaş ortamları, cahillik, özenmek. büyük bir palavra dönüyor burada! tamam mı? bir gram acid için yapamayacağın hiçbir şey kalmadığında, o zaman tekrar görüşelim bu meseleyi, olur mu çok saygı değer köşe yazarı, o zaman tekrar görüşelim 7. “ben bir balonum” diyor mary, yanaklarını şişiriyor önce, nefesini tutup içinde, ve sonra gözleri gülümsüyor, bana bakıyor ve “ben bir balonum” diyor, “uçan balonum ben", sonra tekrar nefesini tutuyor ve şişiriyor yanaklarını, kendini balon zannediyor, tamamen bilinçaltı, uçmak istiyor çünkü. hatırlıyorum. birkaç gün önce. gökyüzünde kaybolan bir balonu izliyoruz. balon istiyor öncelikle benden, uçan bir balon, “tamam” diyorum, “alıcam”, çocuk gibi seviniyor, “onu gökyüzüne bırakıp izlemek istiyorum” diyor, öyle yapıyoruz, kordonda, çimlerde, gündüz, bırakıyoruz balonu, havalanıyor, “nereye gidiyor sence” diyor, “bilmiyorum tatlım” diyorum, “uzaklara gidiyor” “ben de uçan balon olmak istiyorum” diyor bana, “nereye gittiğini bilmiyor” diyor, “ne güzel! uçuyor. ve sonra gözden kaybolacak. ne güzel! ve sonra patlayacak.. ne güzel! kimse görmeyecek patladığını ama, herkes yükselip kaybolduğunu sanacak, uzaklara, çok uzaklara uçtuğunu.. kimse bilmeyecek yok olduğunu, patladığını, havasının onu sonsuza dek taşımaya yetmediğini, öldüğünü bilmeyecek kimse, herkes uzaklara uçtu diyecek. öldüğümü bilmiyor kimse, biz çoktan öldük ve kimse görmüyor” ona bakıyorum sadece, çok mutlu balonu uçtuğu için, ve kafasını gökyüzünde kaybolan balondan bana çeviriyor, gözlerime bakıyor kaygıyla “ne durumda” diyor çantamdaki tabletleri işaret ederek “iki gün idare eder bizi” diyorum “ya para” “kalmadı” “yarın gene tezgah açacaz o zaman, bu gece bi kaç yeni kolye yapayım ben, boncuk var mı evde?” “yürütürüz dönüşte” “boncukçu açık mıdır? bugün pazar” “açıyorlar onlar pazarları da” “peki” 8. ne yapılabilir? hadi onlara yardımcı olalım. ne yapabiliriz? öyle diyor adam, çözüm önerisi sunmaya çalışıyor falan, çözmeye, yok etmeye bu illeti, illet diyor,
uyuşturucu illeti, gençlerimizi koruyalım, hadi, öncelikle aileler çocuklarına arkadaş gibi olmalı diyor, sonra da toplum olarak uyuşturucu satan insanları gördüğümüzde, duyduğumuzda polise bildirmeliymişiz. uzaktan taş atmanın anlamı yok çok saygıdeğer joe, bak sana ne anlatıcam: 3 yıl önceydi, fena halde harman kalmıştım ve 24 saat devriye gezilen bir noktadan karşılayabilirdim sadece ihtiyacım olanı, ve gittim elemana, “hacı naber” dedim, “eyvallah baba” dedi, “zarbolar etrafta, dikkatli ol dönüşte” “pekala” dedim “sana bişi olmaz da paranı alırlar baba” dedi “ve malını” “anladım. el mahkum göt gardiyan durumu desene” “aynen öyle baba” parayı verdim, ufak bir poşet aldım, attım cebime, cebim delik ve pantolonun altındaki şortun cebine girdi zabazingo. sonra geri dönüş yolculuğu, üç üniforma, köşeye çektiler, “seni gördük” dediler, “üzerinde ne olduğunu biliyoruz” dediler, “nası ya” dedim “onu bize vereceksin” dendi. açık açık konuşuyorlardı, çünkü tüm güç onlardaydı, eğer insanlara taşıyamayacağı sorumluluk ve görevler verip üzerlerini de epey yüksek yetkilerle donatırsanız, hiçbir şeyi çözümleyemezsiniz, bu da öyle bir şeydi işte. “tamam” dedim, “ama sorun ney? çakozlayamadım da mevzuyu”, “cebinde ne olduğunu biliyoruz evlat” dedi, “bizi zorlama” sonra üstüm arandı, sonra bulunamadı, ama ben çıkarıp vermek zorunda kaldım, mecburdum. her konuda sınırsız mecburiyetlerle donatılmışız yarattığımız yaşam tarzında, ve hepimiz nefret ediyoruz bunlardan, yaşamak için gerekli zorunluluklar, faturalar, hadi faturanızı sizin yerinize bankanız ödesin, otomatik ödeme talimatı, yakın bir zamanda otomatik oy verme talimatı da icat edilecek, çünkü hiç kimse fatura kuyruğunda beklemek istemediği gibi, hiç kimse oy vermek de istemiyor artık. oy verenlerle vermeyenlerin oranı neden gözümüzün içine sokulmuyor, toplam oy oranı, oy vermeme oranı, gözümün içine sokulmalı bence tüm bunlar, sonra birde uyuşturucu kullanma ve kullanmama oranları, her neyse, verdim üç üniformaya dalgayı, onlar da geri dönüp benim zavallı kanalıma geri sattılar, bu işler böyle yürüyor, her işte bir pislik dönüyor, ve daha önce de dediğim gibi, en son kimin üzerine bulaştı ise pislik, o çekiyor tüm cezayı. aradaki tüm kurumlar ak. o yüzden, uyuşturucu, sizin tabirinize göre, gençler arasında hızla yayılan bir hastalık falan değil, sizin yarattığınız boktan dünyanızdan uzaklaşmak için bir araç, hepsi bu, ve sınır çizgilerini göremeyenlerin geriye dönemediği bir yol, kabul ediyorum, ama “uyuşturucuya hayır” demektense, “uyuşturucu sayesinde kaçılabilen dünyaya hayır” denmeli bence, içinde bulunduğumuz bu dünyaya yani, bu daha iyi bir tespit, o zaman uyuşturucuyu yok etme savaşında bizim gibiler de size yardımcı olacaktır, çünkü memnun değiliz bizler de.. nedenler. başlama nedenlerine dair tespitleriniz yanlış, çekim gücü yanlış, belirlenen faktörler yanlış, bu kadar
9. “mary” diyorum “hııı” diyor, kafasını kaldıramıyor “mary” “hıı” sonra onu yatağa taşıyor ve üzerini örtüyorum. o durumdaki bir hatuna dilediğiniz her şeyi yapabilirsiniz, mary bana güvendiği için bir tek benimle uyuşturucu kullanıyor, beni kaybedince bırakırmış kullanmayı, eğer ben bir gün onu terk eder veya ölürsem o da artık hap atmazmış, tek suçlu oluyorum, kendini yok etmeye devam etmesinin tek nedeni benim, gülüyor sonra, yaşama devam etmesinin tek nedeni olduğumu biliyorum, bu işin kesin çözüm yöntemini kullanıp intihar etmemesinin tek nedeni olduğumu. üst dünyada yaşama devam etmenin tek yolu, kendinize bir yada birkaç suç ortağı edinmektir 10. herkes bir şeyler hakkında atıp duruyor yine mary, hem de herkes, biz de dahil herkez.. (evet biliyorum, “herkes” ve “herkez” kelimelerinden hangisinin yazımının doğru olduğunu, kıllık yapmak için ararda iki kez farklı şekilde yazdım, resmin bütününü küçük detaylarda aramaya devam edin ama siz yine de) 11. uyuşturucuya karşı olanlar bir tarafta saf tutmuşlar, yanlış noktalardan saldırıyorlar, kendilerine iyi bir imaj oluşturmaya çalışıyorlar, yardımsever insanlar bunlar, öyle olmalılar, sadece neye karşı olduklarının farkında bile değiller, hepsi bu. kendinize tanımadığınız bir düşman edinmeyin, yanlış kişileri öldürebilirsiniz. bir de, hayatlarında, örneğin deniz kenarında güneşlenirken yanlışlıkla bile olsa burunlarından iki gram kum tanesi kaçmamış olanlar var, övünen kesim, kullanıyoruz diye övünen kesim, asıl tehlikede olanlar onlar, biz değiliz. bu övünme, bir süre sonra denemeye, üçüncü aşamada ise iğne izlerine dönüşüyor. biz, burada, neyi nasıl yapmamız gerektiğini biliyoruz, ne zaman kaçmamız gerektiğini, nerede duracağımızı, hangi yöne ve ne zaman koşulacağını. o yüzden, bize yanaşmayın. o sizin yaşama savaşınız, bu da bizim mary bir uçan balon, ben de uçan balonunun ipinden sımsıkı tutan çocuğum, anlaştık mı? bize bir şey olmayacak 18.mart.2007
post paradoksal embriyo 1. her zaman oturduğumuz yerde, pinekliyoruz cenk ile. ben öksürükten boğulurken, o hatunları kesmeye devam ediyor. yakında ölecek olmam herifin sikinde bile değil ve kendisi en yakın dostum... belki de bu yüzden? hastaneden çıktıktan, ve doktorun açık yüreklikle yüzüme karşı ifşa ettiği test sonuçlarını kendisine telefonda, boğuk bir ses tonu ile, icra ettikten sonra, “hepimiz bir gün ölecez nasılsa” demişti, “siktir et”. ardından annemi aramış, ve durumumun iyi olduğunu, hatta dilerse ölümüm halinde organlarımı en yakın ihtiyaç sahiplerine satabileceğini iletmiştim. espri anlayışım boktandı. gülmedi. ağladı. “nasıl konuşuyorsun” dedi, “ne ölmesi?” “ölmüyormuşum anne” dedim ona, “en azından henüz değil, şaka yapıyorum, iyiymişim, basit bir enfeksiyondan kaynaklanıyormuş öksürük krizlerim, geçecekmiş..” ağlaması durmadı. işin aslı, ölecek olmama ağlıyor olması umurumda bile değildi, beni sigaradan men etmeye çalışacak olması, neden oluyordu, öleceğimi saklamama. nasıl olsa ölecektim, bunu şimdi öğrenmiş olması, acısını hafifletmeyecekti. hatta, gözünün önünde, hâlâ hareket edip konuşabilen, arada sırada ağzından dumanlar çıkartan bir ejderha olarak kalışım, yakında öleceğim düşüncesi ile birleşince, kronik bir gözyaşı seline meydan vericekti. hiç olmazsa şimdi, en azından bir süre sonra, ölmeyeceğim düşüncesine alışacak, ve bu arada ben de, sesimi çok iyi taklit edebilen birini kiralayıp, yurtdışı eğitimi yapmaya gittiğim yalanı ile, iletişimimi, telefondan telefona şekline büründürecektim. aklıma ilk gelen fikir buydu. o an. hastaneden dışarı ilk adımımı atar atmaz. çözülmesi gereken bir sürü açığı olan bir fikir olduğu açıktı. fotoğraf isteyecekti. amerika’ya gelmek isteyecekti. tatillerde kendisini ziyaret etmem konusunda ısrar edecekti. ve aklıma peş peşe gelen olası istekler dahilinde, bu fikri çöpe kaldırıp, telefona baktım. rehberde a harfi, c harfinden önce geliyordu ve her ikisine de kısa yoldan ulaşmanın tuşu aynıydı: iki. annemi es geçip, bir sonraki kişiyi aradım, zaten kayıt altındaki numara sayısı topu topu ondu ve geriye kalan sekiz kişinin ölücek olduğumu bilmesi, yaşamımın geriye kalan evresini daha da çekilmez hale sokucaktı. cenk, “hepimiz bir gün ölecez nasılsa, siktir et” dedikten sonra, “annemi siktir edemem” dedim, “napıcaz?”
2. her zaman oturduğumuz yerdeydik. elini cebine attı. iki sigara çıkartıp, birini bana uzattı. bir hatunu işaret etti. “olmaz” dedim. “sen bilirsin” dedi. sabaha kadar göte çalışmış yarak gibi hissettiğimi söyledim ona. “bunu tümel argo literatürüne ekleyelim” dedi. “mezar taşına yazalım hatta, olur mu?” gülmüyordu, aksine öfkelenmişti. ona ne zaman, ölümü, kendi ölümümü, ölecek olduğumu, yakında ölecek olduğumu ima etsem, beni azarlıyordu. hayatım, yakında ölecek olduğumu keşfettikten sonra, elinizde tuttuğunuz ve yavaş yavaş tadını çıkarta çıkarta yemek istediğiniz ama bu sırada da bir yandan eriyerek elinize bulaşan, ve yeseniz de yemeseniz de yakında tükenecek olan bir dondurma halini almıştı. cenk doğduğum günden beri bunun farkında olmam gerektiğini söyledi bana. “her canlı ölü doğar” dedi. “ve yaşam, bunun bilincine vardığımız noktadan sonra başlayan sürecin tamamına verilen isimdir. anladın mı beni? herkes ölecek. ölüyor da. Her gün birileri ölüyor. şu an. bir an sonra. birkaç saniye içinde, binlerce insan ölüyor. şu hatun nasıl?” “olmaz” dedim. “sen bilirsin” dedi. iki sigara daha çıkartıp, birini bana uzattı. 3. hastaneden çıktıktan sonra, konuştuğum üçüncü kişi gülçin’di ve telefonu rehberimde kayıtlı değildi. “alo” dedim, “naptın” dedi, “sen kimsin” dedim, “telefonumu kaydetmedin mi” dedi, bozuk olduğunu söyledim ona, “ney bozuk” dedi, “telefon” dedim, “bazı tuşlar ve fonksiyonlar çalışmıyor”, “değiştirsene” dedi, “böyle iyi” dedim, “ve bir şey olmadı, ölecekmişim, sevişelim mi?” öleceğimi söylememiş olsaydım telefonu yüzüme kapatabilecek bir hatunken, sadece, travmada olabileceğim ve bir psikologla da görüşmemin faydalı olacağı yönünde, aklımda kalmayan cümlelerle, teklifimi geçiştirdi. “sen kimsin” diye yinelediğimde, ölecek olduğumu da tekrar edişim, telefonun yüzüme kapanmamasına neden oldu: “ben gülçin”. onunla, iki gece önce, cenk ile bir barda takılırken tanışmıştık. arkadaşımın arkadaşının arkadaşının arkadaşının arkadaşı. bilirsiniz. silsile bu kadar uzun olmayabilir. ya da, ilerleyen zamanlarda, onu sizinle tanıştırmak istediğimde, “bi arkadaşım” şeklinde kısalabilir. aynı okula gittiğimizi öğrendiğimizde, karşılıklı olarak, arada okulda
paslaşırız dedik, paslaşırız diyen bendim, o, bunun yerine, görüşürüz kelimesini tercih etmişti ve öykünün kapladığı alanı çoğaltmak için, bu tip gereksiz ayrıntılara yer vermeye devam edeceğim. telefonumu sordu. söyledim. çağrı yaptı. sonrasında, devam eden öksürüklerim sayesinde, gelen önerileri, ertesi sabah doktora gideceğimi söyleyerek savuşturdum. alternatif tıp olarak sigarayı kullandığımı ekledi cenk. 4. aslına bakarsanız, hayatım boyunca, bir kez bile doktora gitmemiştim. hastanede bile doğmamıştım. ve öksürük yerine, herhangi başka bir ön belirti şüphesini, tanılamak adına, doktora gitmezdim. ama 6 aydır aralıksız geceli gündüzlü süren öksürük krizleri, sigaradan tat almama engel olmaya başlamıştı ve bu durum fena halde canımı sıkıyordu. ve giderek artan göğüs ağrıları, ve ses kısıklığı, ve giderek belirginleşen cenk’in “kansersin, doktora gidip de keyfini kaçırma” imalı serzenişleri, ben de ölümün üzerine sürme hızımı yavaşlatmaya neden olmuştu. kırmızı yerine mavi renk paketli sigaralardan bahsetmiyorum, karşıdan karşıya geçerken daha dikkatli olmaktan, ya da prezervatif kullanmaktan, ya da düzenli uyku saatlerinden, ya da üç beyazdan, ya da alkolü bırakmaktan... cenk ile birlikte, uzun bir zamandır sürdürdüğümüz işi, ağırdan almaya, arada sırada da, bırakmamız gerektiği konusuna girizgah niteliği taşıyan cümleler kurmaya başlamıştım. cenk, oturduğumuz kafenin kasasında hesap için bekleyen, ve sırtı bize dönük olan hatunu işaret ederek, “bu nasıl” diye sordu. “olmaz” dedim. “sikecem ama” dedi, “değiştin sen. ölecek olma ihtimalin, tüm dünyaya acımana neden oldu. öleceksen ölürsün, anladın mı beni? iki gün sonra ölürsün. iki sene sonra ölürsün. hatta isa gibi iki bin sene hayaletinin dünyaya hakim olma ihtimali olsa bile, bedenen er ya da geç ölürsün..” sigara kaldı mı diye sordum. iki tane çıkardı. birini ağzıma götürüp, daha sonra yakacağımı söyledim. “al işte” dedi. “sigarayı da bırakırsın yakında.” 5. Ağzımda ki, henüz yanmayan sigarayla, günden güne eriyen hayatım arasında, zamansal bir denklem kurmayı deniyorum, cenk hatunları keserken. aslında, şu an, benim de, onun gibi, hatunları incelemem gerekiyor. bu şehir, onunla beraber yola çıktığımız günden beri, konakladığımız dokuzuncu durak. başladığımız noktaya geri döndük. izmir’deydik. ankaraya geçtik. oradan eskişehire. oradan sakarya. sonra izmit. sonra. istanbul. sonra bursa. sonra balıkesir.. ve izmirde, birkaç gün kalıp, oradan sırasıyla aydın ve muğlaya geçiş yapacaktık. altı ay demişti doktor, en fazla altı ay.
“bana bak” dedi cenk, “altı ay önce, şu an hayatta olacağının garantisi yoktu, şimdi de altı ay sonra hayatta olmayacağının garantisi var. ikisi arasındaki fark, seni psikolojik olarak nasıl bir ahmaklığa itti bilmiyorum ama, eylemimiz altı ay sürmeyecek zaten, şimdiden ülke çapında yarattığımız sorun neticesinde, basında çıkan yazılardan, akademisyenlerin haber kanallarındaki aritmetik demeçlerinden, yasanın geri çekilmesine, ramak kaldı diyebilirim. sonra güle güle ölebilirsin, işimize odaklanalım.” “sence doğru mu yapıyoruz” dedim. “sen başlattın” dedi bana. “fikir senden çıktı. kardeşine tecavüz edildiğinde. ve hamile kaldığında. ve kürtaj konusunda çok sıkı önlemler alındığında. ve kardeşini, tavan arasındaki bir ameliyat masasında ölü bulduğunda. sen başlattın. ve benim de hoşuma gitti. ve benim dışımda hiçbir aidsli, bu teklifini kabul etmezdi. ve sen de benim dışımda kimseyle, bu sapıkça planını paylaşamazdın. kabul et. işi bırakırsan, bırak, ama bana engel olmaya çalışma, git son altı ayı, hangi tatil köyünde geçirmek istiyorsan geçir.. ama yaptığımız şeyin, ahlak anlayışına, öleceğini öğrendikten sonra uymuyor olması, bana iğrenç geliyor. anladın mı beni? şu hatun nasıl?” kafamı bile çevirmeden olur dedim. fiskos şeklinde konuşuyorduk. kimse bizi duyamazdı. biz bile birbirimizi zor duyuyorduk. mekan oldukça gürültülüydü ve yaptığımız şey hakkında, herkes bilgi sahibiydi. sadece kim olduğumuz bilinmiyordu. telefon çaldı. açmadım. 6. hatunun bardan çıkacağı anı beklemeye başladık. bu arada, bira ve sigara takviyesi ile, zaman öldürüyorduk. birilerinin, bizi fark etmiş olma ihtimali, uzun zamandır izlenebiliyor olma ihtimalimiz, sivil polisler, sivil ahlak bekçileri, ahlaksız dindarlar, dinsiz imanlılar ve tabi ki yakında ölecek olmam üzerine, geyik döndürüyor, ve hatunla mümkün olduğunca göz göze gelmemeye çalışıyorduk. ölüm adaletli midir diye sordum cenk’e “biz adalet dağıtmıyoruz” dedi, “olması gereken şey, her zaman adil bir biçimde gerçekleşmez, ve olması gereken şey, her halükarda, kişiden kişiye değişiklik gösterir. toplumun, kanserli gördüğü bir fikri sansürlemeye çalışması, onun bulaşıcı olduğunun sanılmasından kaynaklanır, oysa kanser bulaşıcı değildir, sigara içmek kansere yol açabilen bir risk taşır. toplumca kanserli görülen fikirler de bulaşıcı değildir, sadece bu fikre kapılmaya yol açan faktörleri yaşayan insanlar o fikre yakalanır. oysa böyle bir durumda ortadan kaldırılmaya çalışılan şey, faktörler değil, fikirdir. ve zaten söz konusu sansürlenen fikir,
kendisinin oluşmasına neden olan faktörleri ortadan kaldırma veya düzeltme eğiliminde olduğu için, devlet medya yoluyla, o fikrin toplumca kanserli görülmesine neden olacak argümanları, dolaşıma sokar. ve halk, bir fikrin doğru olup olmadığını, fikre değil, onu kimin ürettiğine bakarak karar verir. bu doğrultuda da, demokratik olduğu öne sürülen rejimlerde, iktidar, daima, holistik bir yapıya sahiptir. ve bizim yaptığımız şey de, bu noktada, arı kovanına çomak sokmak değil, akrebi arı kovanına hapsetmektir.” telefon ikinci kez çaldı. açmadım. arayanın kim olduğunu bilmiyorum. 7. hatunun peşine düştük. çaktırmadan. aynı yol. aynı durak. aynı otobüs. cenk, arabayla otobüsü takip ederken, ben otobüste hatunu takip ediyordum. her zaman yaptığımız gibi. başlangıçta, her şey olağan görünüyordu, ben de izlek bağımlılığına yol açan neden, benim de yakında ölecek olduğumu öğrenmemle başladı. yakında ölecektim. cenk’in spermlerini bıraktığı kadınlar da, olasılık dahilinde, yakında veya uzakta, ölecekti, en azından bir süre sonra, ölebilecek olmalarının bilincinde olarak yaşamlarına devam edeceklerdi. çocuklarını da, ölü doğduklarının bilincinde olarak dünyaya getireceklerdi. kaçarı yoktu. babaları da. annelerinin de olmaması bir şeyi değiştirmezdi. devlet hem anne hem babaydı. yeri geldiğinde kardeş bile olabilirdi. devlet, her türlü rolü, rahatlıkla oynayabilecek kadar, şizofrenik bir organdı. kusursuzdu. halk dublörken, medya suflör konumundaydı. ve senaryoyu yazanlar hiçbir zaman yönetmen koltuğunda oturmuyordu. isimleri bile geçmiyordu. kalıcıydılar. suçlanamazlardı. eleştiriler sayesinde deforme edilip, yerlerinden indirilemezlerdi. yoktular. yönetmenleri değiştirip, senaryoya kaldıkları yerden devam ediyorlardı. bunları düşünürken çağrı yapmayı unuttum. hatun indi. ben inmedim. cenk aradı. meşgule attım. telefon çaldı. kimin aradığını bilmiyordum. açtım. doktorumdu arayan. “tedavi oldun mu” dedi. anlamadığımı söyledim. “tedavi” dedi, “tedavi oldun mu?” öleceğimi söylemiştin dedim. “herkes ölecek” dedi. “sana tedavi olup olmadığını soruyorum.” 8. ertesi gün, cenk’le buluştuk. dün geceki kurbanımızla beraber geldi mekana. şaşırdım. “merhaba” dedi kurban, “kardeşine olanları biliyorum, yüz yıl önce bu ülkede olanları da.”
“merhaba” dedim, “hiçbir şey anlamıyorum, dün, doktor, şimdi, sen.” cenk’e döndüm, gülümsüyordu, ona delice fikrimi anlattığımda planı kurmuştu. gerçekten aids olduğu dışında, aylardır peşinde olduğumuz her şey, bir düzmeceden ibaretti. medyaya bile, bunu yutturabilmeyi başarmıştı ve bunu asla ifşa etmeyecektik, tetiklediğimiz tartışma zaten kıvılcımı oluşturmuştu. hatunlara tecavüz etmiyordu ama tanıdığı doktorlar sayesinde asılsız raporlar ve beyanatlarla, ortalığı karıştırıyordu. sonrasında bana, uzun süreli öksürüğe neden olan ama öldürmeyen bir virüsü enjekte etmeyi başarmıştı. ölmüyordum. ama ölecektim. er ya da geç herkes ölecekti. ve geçmişte ölen birileri yüzünden, benzer nedenlerle başka birilerini öldürmek, devrim ve karşı devrim çatışmasından başka bir şey değildi. yüz sene önce kafa kesen fikrin şimdi kafası kesiliyordu. dünyanın her yerinde, benzer süreçler yaşanmış, intikamlar alınmış ve alınmaya devam ediliyordu. dünya değişmiyordu, ilerliyordu. insanlık da bir adım bile gelişmemişti. ilerlemişti. ilerleyip, doğadan ve birlikte yaşadığı canlılardan ayrışınca, kendine insan adını takmıştı. 3.ekim.2012
six different ways 1. her şey, işi nedensiz ve habersiz ektiği gün başladı. her şey, işi nedensiz ve habersiz ektiğim gün başladı. karar veremiyor. karar veremiyorum. üçüncü tekil mi, birinci tekil mi? ben mi, o mu? işi ektiği günler yazabiliyordu. yıllık izne çıksam, şu romanı bitiririm diye düşünüyordum. ama olmazdı. izin vermezlerdi ona. işi bıraksam? evdeki dırdırlar ve oğlum ile başlayan kaygılı ses tınıları, romanının sonunu getirirdi. hem bitirsem de bir şey olmazdı, diye düşündüm. mesele paraydı, diye düşündü. hayır! mesele yazmak, diye düzelttim. riske girmesi gerekiyordu. riske girmeme hayatım boyunca izin vermediler. ben mi, o mu? aynaya baktım. aynaya baktı kendime yabancılaştığını düşündü. (bu ifade, sorunu çözüyor) 2. ağzımdaki sigarayla aynaya bakıyorum. tıraş olman gerekli yazıyor, aynaya vuran duman. yarın ne söyleyeceksin, diye düşünüyor beynim, ellerim istemsiz bir şekilde ağzımdaki sigarayı alıp, klozete gönderirken, kalbimdeki tik-takların düzensizleşmesi sonucu. ayak tırnaklarım, üzerine, ‘beni kes’ yazdırtmış. gözlerim, belli belirsiz bir durağanlıkta gözlerime bakıyor. burnumla çocukken dalga geçerlerdi. her şeyin nedeni bu olabilir. burnum değil, dalga. benim mi onlar? onlar ben miyim? kendine yabancılaşan insanın, olan biteni anlayabilmek için, zihniyle ortak bir lisanı olmalı. bizim evde iki dil konuşulur, ‘bence’ ve ‘onlarca’ adında. aynı harflerle aynı sırada söylenen kelimelerimizin anlamları farklı. düşünüyorum. sessizlik 3. halının üzerinden bir roman alıp babasına verdi. kitaplar ayak altında. aklı başında değil. bunu bir tek o biliyor. insanlar, aklının nerede olacağını kontrol edemeyebilir. benim hatam değil, dedim onlara, isteyerek yapmadım. işe gitmediği için, kendisini suçlu hissetmesi isteniyor. devinimsiz bir ahenk var hayatımda üzgün. işi ektiği için değil, bir işi olduğu için. bir işi olduğu için değil, bir işi olması gerektiği için. bu gerekliliği oluşturan kendisi değil. üzgün olmasının nedenini çözümleyemiyor. insanlar çalışarak özgürleşir, yazıyor bir kupürde. usulca kesiyorum onu gazeteden. neşteri kullanıyor, keserken. gazeteyi ameliyat ediyor. basını ameliyat ediyorum. insanlığı tedavi ediyor. uhu ve makas. epidemik bir mikrop 4. her şeyin, işi nedensiz ve habersiz ektiği gün başladığından emin değilim. ilkokulu, nedensiz ve habersiz ektiğim gün başlamıştır. okulda bomba varmış. öyle söylemişti annesine. “okulu boşalttılar.” çocukça yalanlar, çocuksu dürüstlüğe terfi etmesine neden oldu önce “ders boştu” sonra “derse girmedim”
“okuldan erken çıktım” “hayır, bugün okula gitmedim” “okula gidemiyorum” öğretmen sormuyordu. ama patron sordu. rapor alırım. rapor alamıyordu. hasta değildim. hasta olmaya çalışmadı. hasta olduğunun bilincindeydi. kafadan sakat. aklı başında bir çocuk bu, efendi, sessiz. öyle diyordu komşu kadınları. kızları olsaydı, damadı olmamı isteyeceklerdi nerdeyse. arada sırada işi ektiğini bilmiyorlar. ölümüne alkol aldığımı. tek kötü alışkanlığı sigaraymış, gerçekte öyle mi? bırakır onu da canım, evlenince, çocuk masrafı, alışkanlıklarından fedakarlık ettirir insana yemek yemek alışkanlık mı diye sormak istiyordum. soramazdı. sigarayla yemeği kıyaslarsa, aklından şüphe ederlerdi. etseler fena olmazdı. belki deli raporu verirlerdi ona. maaşa bile bağlarlardı belki. maaş istemiyordum. çalışmak istemiyordu. hepsi bu intiharı düşünüyor musun, diye sordu bir kız. düşünmem, dedi. denedin mi hiç, diye sordu kız. intihar denenmez, dedim. ölmek basit. ölmeye çalışılmaz, ölünülür. ölmek isteyip de bunu başaramayan insan, eşeği sağlam kazığa bağlamamıştır. eşeği sağlam kazıya bağlamayan insana, sigorta bile para vermeyebilir. belki. bilmiyorum. anlamam o işlerden. para hesabını gerektiren her şeyden yıldım. elektriği kestiricem bir evim olunca. suyu da. telefon yok. kira sadece. camiden içerim suyu. duş, yağmurda. yemek? peynir pişirilmez, fırına gerek yok, fırın için elektrik lazım. internet, dedi. siktirnet, dedim. benimle aynı evde yaşamak istediğinden emindi. vazgeçti sonra bir evde yaşamak istemiyordu. ama yaşamak istiyordu. ölümü düşünmüyordum. kendi ölümü üzerine sürüyordu, büyük bir hızla. ölümü düşünseydi, sigara içmezdi. mantıklıydı. kendince. her ne kadar insanlar onun aptallık ettiğini düşünüyor olsa da. bir daha böyle bir iş bulamazsın, dedi babası, neden gitmiyorsun. bilmiyorum, dedim, canım istemedi, yarın giderim. yarın da gitmek istemeyecekti ama gidecekti. canının istemediği şeylere zorlanıyor olmasıydı, asıl canını sıkan. kalp spazmı? olası diye düşündü. kalbi ağrıyordu, kalp ritimleri çift akorlu bir besteyi icra ediyordu, sigara üstüne sigara koydu bestenin adını. kayda almadı neden işe gelmedin dün? dün yoktun? haber verseydin. tutanağı incelemedi. ezberlemişti artık. yalan söylemek istemiyordu. canım istemedi, diye yazdı. hayır, düşündü sadece. henüz yarın olmamıştı. ama olacaktı. bugün erken çıkabilir miyim? neden? ankara’dan bir arkadaşım gelecek. hayır hayır, bugün erken çıkmam gerekiyor çünkü. çünkü her gün erken çıkmam gerekiyor. her gün işe gelmesem olur mu? işi bırakmak istiyorum. ailemi bırakmak istiyorum. kendimi bırakmak istiyorum. olur mu? 5. sigarayı yaktım. cure açtı bir tane. robert’in sesi odaya ferah bir his kazandırdı. kahve. duvarlar. duman altı. camı açsana oğlum. kapıyı kapat anne. yarın eve gelecek misin gittiğin yerden? bilmiyorum. işe nasıl gideceksin oğlum
cumartesi. giderim. biri telaşlı, diğeri umursamaz olan, iki bütünleşik insan. haklı ve haksız. haklanmayı hakkediyorum kapı kapandı. robert’in sesi odada. sessizlikle bütünleşip, sigaranın gazına bastı. *başlık, the cure adlı grubun bir şarkısının adıdır 11kasım2012
sunulan hayatlardan muaf olmak
1. şimdi. düşününce. ortada bir sorun yokmuş gibi geliyor insana. işte, ne bileyim, oturuyorsun evinde, güzel, sigaran var, pekala, paran da gelecek yakında, son iş yerinden alacağın son maaşın da olsa bu, ona da eyvallah, ve her ne kadar kesintiye uğrayacak da olsa bu süreç, düşününce üzerinde, güzel gibi geliyor, içinde bulunduğun zaman dilimi. güzel zamanlar. yo hayır, elbette hayatımın en güzel dönemi diyemem ama, şimdilik idare eder. kendini yenileyebilecek bir düzeyde akan, aylaklık hali. sabahlamak. istemediğin hiçbir şeyi yapmak zorunda kalmamak. yaptığın her şeyi, isteyerek yapıyor oluşun. falan filan falan filan. buraya kadar her şey normal akışında seyrediyor, yani her şey normalmiş gibi geliyor sana. hep böyle gidebilirmiş de, gidemeyecekmiş gibi. çünkü sonuç olarak, insanların yaşaması için paraya ihtiyacı var. çünkü, paran yoksa, mesela, ne bileyim, örneğin karnın acıktığında, hatta günlerce yemek yiyemediğinde, evin içinde açlıktan ölebilirsin. dilenemezsin yani sen. anlayabiliyor musun? o yüzden dostum, çalışman gerekiyor. yani bir iş buldun sonuçta. gerçeği kabullen ve anın tadını çıkar bir süre. ne bileyim işte, geleceğe yatırım olarak harcama mesela, içinde bulunduğun anı! bırak aksın. düşünme bile 23 gün sonra neler olacağını. ne olabilir ki? insan kalabalığı sadece. daha fazla insan kalabalığı. sana hayatın hakkında soru sormadıkları, veya “sen neden hiç konuşmuyorsun” demedikleri sürece, bir problem oluşturmayan insan kalabalığı. deniz, kum, güneş. turist, tatil, sıcak. Boş ver yani. Boş vermek zorundasın bir defa. çünkü çalışmazsan yazamazsın ve yazamazsan yaşayamazsın. anlaştık mı girdo? olasılıkları siktir et, daha kötü ne gelebilir ki başına, hâlâ hayattasın, ve her şey hâlâ aynı. can sıkıcı hâlâ her şey ve yine de hiçbir şeyi ciddiye almayıp gülebiliyorsun sonuçta, o halde boş ver, siktir et tamam mı? tüm olasılıkları siktir et, en alt basamaktasın ve daha kötüsünü bile görsen yılmayacaksın, öğrendin artık bunu, kendini öğreniyorsun sonuçta, o halde pes etme bir daha, gerekirse sıkı bir yumruk at aynaya ama kimseye de kapılma, biliyorsun sonuçta olan biteni, öğrenmiş olman gerekiyor artık yani, salak değilsin, salak olma, klas bir adamsın sen, kendine gül ve kendi kendine ağla…
***
ha pardon geldiniz mi, ben de siz gelene kadar kendi kendime telkinlerde bulunuyordum (okuyucularımla konuşuyordum da sayın redaktörüm, aradan çekilir misin? biliyorum “da” ayrı). bugün sizlere bir öykü yazacağım, çünkü saygıdeğer ve (gerçekten saygıya değer!) beni seven redaktörüm, benden bir öykü yazmamı istedi. bana dedi ki; “uzun zamandır öykü yazmıyorsun”, ben de ona dedim ki; “sana ne bundan, sen otur boya kalemlerinle oyna”. yok hayır, böyle demedim tabii ki, yazarım bir gün dedim. ve galiba, o gün, bu gün. pekala pekala, öykü şu:
2. evde oturuyordu. evde tek başına. oturuyordu. adının bir önemi yok ama, karakterlerime isim vermezsem içim rahat etmiyor. resimlerine isim vermezse içi rahat etmiyordu! bir düşünelim, stelya desek? “yok beğenmedim”. angelika? “onu daha önce kullanmıştın!”. mary? “onu da kullandın”. hmm, bak şimdi buraya takılıp kalırsak öykü akmayacak. “bana bir isim ver lanet olası”. pekala pekala. biraz daha düşünelim. gerçek ismini kullanabilir miyim? “ahaha, hayır asla!”. hmm, tamam öyleyse, “son cinsel deneyimini ne zaman yaşadın sen?” hmm, bir dakika benden değil senden bahsedeceğiz öyküde. “iyi işte, sen ismimi bulana kadar senden bahsedelim”. neden merak ediyorsun? “senin hakkında bir magazin programı yapacağım”. ben de senin hakkında bir fanzin yayınlarım. “benim hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun ama”. anlat o zaman. “ne anlatayım sana, sor söyleyeyim.” hiçbir şey merak etmiyorum ki ben, ne önemi var geçmişte olan biten ebegümecinin, yaşadığın an içinde varsındır, nokta. “sen ismime karar verdin mi?”. seni tanımlamakta güçlük çekiyorum. “beni ne kadar iyi tanıyorsun?”. tanımaya inanmıyorum. kimse kimseyi tanıyamaz. anlattığın kadarını biliyor, bildiğim kadarını seviyorum. sesim geliyor mu? “bi’ saniye, ben geleceğim.” pekala.
***
çakmak-çakmak-çakmak… hayatım çakmak aramakla geçti sevgili okuyucularım. ne kadar itici bir kelime bu, okuyucu! ne demek gerekiyor bilmiyorum. bu, hesap etmediğim bir şeydi. başlangıçta yazılar yazıyordum. ilk yazımı eniştem ölünce yazdım. 12 yaşında olmalıyım. ya da on üç. eniştem öldü ve ben bir öykü yazdım onun hakkında. sonra da sobaya attım öyküyü ve o’na söylemek istediğim her şeyi de yakmış oldum böylece. ona söylemek istediklerimi yazmıştım çünkü öyküde. ama, o öldü. o halde, öykü de ölsün dedim. aynen bu şekilde başladı hikaye. alkolikti eniştem. ve kamyon şoförüydü aynı zamanda. teyzemin kocası. bi’ sabah telefon geldi, benim gibi kekeme olan kuzenim arıyordu ve “babam” dedi, “babamı kaybettik, tuvalette ölüsünü bulduk”. şoke oldum o an. ilk kez bir insanın ölüm haberini telefonda alıyordum, hatta ilk kez tanıdığım bir insanın ölümü ile karşılaşıyordum ve üstelik on iki yaşında olmalıyım. ya da 13. sonra? sonra ona söylemem gerekenleri yazdım ve yaktım. ve sonra, bu yazıp yakma süreci devam etti zaman içinde. yazdım ve yaktım. yaktım ve yazdım. ilk aşamada yakıp yazmak var aslında. sonra yazdığımı yakıyorum. bu ne demek? bu, şu demek: öncelikle hayatımda ve ruhumda bazı yanıklar meydana geliyor, sonra ben bunları yazıyorum. sonra zaman içinde bu yanıklar beni ölesiye güldürecek kadar komik bir forma dönüştüğü için, bu konuda yazdıklarımı yakıyorum. bir nevi iç boşalma o zamanki yazı serüveni. çünkü konuşabileceğim bir tao’nun parçası, şey pardon allah’ın kulu görünmüyor etrafta. insanların gözlerine bakıyorum sık sık. gözlerinden içeriye. ve hiçbir şey göremiyorum biliyor musunuz? beni dinleyebileceklerini hissettirebilen hiçbir şey göremiyorum. konuşmaya başladığım zaman kekeliyorum ve sonra, ya susuyorum ya da “istersen yaz” istemi ardından, yazmaya başlıyorum. ve dediğim gibi, konuşamıyorum. konuşamıyorum, çünkü kekemeyim. çünkü 2
yaşındayken peşimden bir köpek koştu. ben de korktum. ve sonra dilim tutuldu. sonra ben, on iki yaşımda eniştemi kaybettim. ve devam ettim kaybetmeye insanları. başlangıçta önemsiyordum bu durumu. insanları yani, seviyordum lan ben seni ey insan ırkı! sonra? sonra nefret etmeye başladım. kendime olan nefretimi onlara yöneltip, onlara olan sevgimi içime hapsettim. ve bir de baktım ki, benden nefret eden herkes, beni sevmeye başlamış. neler oluyor böyle? pekala pekala. yazarlık serüveni böyle başladı yani. geçenlerde sormuştu biri, ben de, belki başkaları da sorabilir bir gün diye, yazı içinde cevap verdim o arkadaşa.
***
“geldim”. hoş geldin. “n’apıyorsun sen?”. hiç. “gene kendinden bahsediyorsun değil mi?”. sıkılıyorsan susabilirim. “bozulma hemen”. bu bozulmak lafından nefret ediyorum, ama zamanla öğreneceksin beni neyin sinir edebileceğini. “sahi ne sinir eder seni?”. sigarama karışılması mesela. “başka?”. odamdaki eşyalarımın içine karışan yabancı maddeler. “yani?”. yani odamdaki herhangi bir şeyin yeri değişirse veya benim dışarıdan çekip sokmadığım bir şeyi odamda bulursam, ya da benim haberim olmadan odamdan bir şey dışarı çıkarsa, kızarım! “vaow, kızarsın. kızdığın zamanlarda nasıl davranıyorsun?”. hey bak, burada yazar olan benim, tamam mı? senin hakkında bir öykü yazmaya çalışıyorum, susar mısın biraz! “hayır efendim, tanıdığım girdap kendisi dışında kimseye başrolü kaptırmaz bir öyküsünde, o yüzden benim üzerimden kendini anlatman yerine, sorularımı cevaplamaya devam et. çünkü biliyorum ki yine kendinden bahsedeceksin”. pekala sor o halde. “kızdığın zamanlar n’aparsın?”. bir drakulaya dönüşüp seni ısırırım. “bunun gerçek olmadığını biliyoruz oğlum, kıvırma.” pekala. kızdığım zamanlar öfkelenmem. “nasıl yani?”. yani delirmem, agresifleşmem, sadece olayı anlamaya çalışırım. beni kızdıran şeyi ve bunun bir tekerrür olup olmadığını. “tekerrür derken?”. yani bir kişinin, bana yapmasını istemediğim bir şeyi, ikinci kez yapıp yapmadığı durumu. “hmm, tekerrür ediyor diyelim ki”. o halde, bu durumun farkında olunarak meydana gelen bir eylem olup olmadığına bakarım. “hmm, anlıyorum, devam et”. sıkıldıysan kesebilirim. “seni ben bi’ keserim şimdi, anlat işte oğlum, dinliyoruz, sıkılırsak söyleriz herhalde”. pekala, eğer bilerek ve kızıp kızmayacağım önemsenmeyerek yapılıyorsa, gerçekten o zaman patlarım, çünkü benim yaşama alanım içinde hiç kimse hiçbir şeyime karışamaz. “büyük konuşuyorsun”. son işimi bırakmamın tek bir nedeni var. o da, sorumlu bir herifin ‘geleceksin işe-izin yok’ demesi.. üstelik, izinli olmam gereken bir günde bana mesai yazıldığından dolayı, izinli günüme izin istediğim için. “bu kadar ani kararlar almamak gerekiyor bence.” ben ani kararlar almam, kızma evresindeki olayı değerlendirme sürecimi baştan anlatmamı ister misin? bu sürecin de, zihnimde hızlı bir şekilde sonuçlandığını ekleyeyim ayrıca. “tamam tamam, anladım, bir saniye geliyorum ben.” pekala.. gelince dürtersin.
***
öhöm. var olmayan bir karakteri yaratmak kolaydır sevgili okuyucularım. bu arada size “okuyucu” diyorum diye kızıyor musunuz? ama “okuyucu” yerine, daha güzel bir kelime bulamadım henüz ve ben de örneğin geppetto’nun sıkı bir okuyucusuyum, o da benim sıkı bir okuyucum. bu beni rahatsız etmiyor, ama rahatsız olan varsa, ya şimdi konuşsun ya da ömrünün sonuna dek sussun. geçmişe dair sonradan dile getirilen rahatsızlıklar çok can sıkıcı olabiliyor çünkü. ne diyordum? var olmayan bir karakteri yaratmak kolaydır. saçının rengini belirlersin, işte ne bileyim, ağzına bir sigara koyarsın, kepçeydi dersin, falan filan falan filan. sorun olan şey, gerçek bir karakteri, öyküde kullanmak. mesela henry’yi ele alalım. henry isimli karakterimi. onu kurgulamak kolay oldu. sünepe, çekingen ama bencil bir herif. herkesin nefret edebileceği kadar bencil, ama aynı zamanda acıyabileceği kadar da zavallı. gerçek hayatta, çevremde böyle bir herif olsaydı, onu da yazardım elbette, ama sonra o kişi ile aramdaki ilişki ne yöne doğru kayardı bilmiyorum, yani o insan, öyküdeki kendisini okuduktan sonraki evrede demek istiyorum. ki bu şekilde kaybettiğim insanlar da oldu. yeliz mesela. gerçek adı gonca. yok lan gonca değil şaka yapıyorum, gerçek adını siktir edin bence. yeliz diyelim biz. yeliz bir gün telefon açtı ve “siteye eklediğin öykümü okudum” dedi, öykümü dedi yani, o’nunmuş gibi, ağzıma sıçtı ve hayatımdan çıktı. ben de rahat bir nefes aldım böylece, çünkü yapışkan insanlardan hazmetmiyorum, onları nasıl kovabileceğimi de bilmiyorum. yazıyorum haklarında üç beş gerçek boyası, kendileri çıkıp gidiyorlar. yazı, güçlü bir silah yani. özellikle sıkı bir hayran kitleniz ve şizofren bir ruhunuz varsa, göründüğünden çok daha güçlü etkiler doğurabilir yazı. mesela ambjörnsen, hakkınızda, ne kadar adi ve şerefsiz bir iki yüzlü olduğunuzu anlatan bir roman yazsa, haliniz n’olur? yani yakın çevrenizde yaşayan bir yazar, yine yakın çevrenizde yaşayan bir insanla ilgili yaşadığı aşk hikayesini, gerçekçi bir dil ile anlatsa, neler olur… yazı dünyanın en güçlü silahıdır. ama şimdilik kapitalizm, uçaklarla ve medyayla ve ekonomiyle saldıra dursun. yakın gelecekte, dipten çok güçlü ve organize bir isyan doğmayacak olsa bile, partikül halinde meydana gelen isyan dalgaları, doğru yolda olduğumuzu gösteriyor bize. palahniuk için, “iyi ama o çok popüler” diyorlar. lan yarak kafalılar, adam daha çok kişiye derdini anlatabiliyor işte, daha ne istiyorsunuz? ha bunun sonucunda biraz daha fazla para mı kazanıyor, biraz daha rahat bir yaşam mı sürüyor? size ne bundan, hala zihinleri değiştirebilecek cümleler kurabiliyor mu? hissettirebiliyor mu yaşadığımız topluma olan öfkesini? siz ona bakın. çünkü öfkeyi hissettirebilmek önemli. dünyanın içinde bulunduğu durumdan rahatsız olduğumuzu dile getiren öfkeyi. öfke önemli. öfkelenmezsek, kapitalizm bizi öldürmeye devam edecek. belki bu savaşı kazamayacağız, ama bize önerdikleri gibi diğer yanağımızı da çevirmiş olmayacağız. çünkü cennet diye bir yer yok. çünkü tanrı diye bir şey yok. çünkü sadece insan denen bir varlık var ve mantık denilen olgu, eğer bencillik ve açgözlülükten arındırılmazsa, hayatta kalma şansımız gittikçe azalacak. azalacak, azalacak, ve bir gün, öncelikle hayvanların nesli tükendiği için, sonra bizim de neslimiz tükenecek. peki çok mu önemli, diyebilirsiniz bana, insan soyunun devamı? bunu bilmiyorum dostlarım. bu kapitalist düzenekte devam edeceksek daima, ben bir uzaylı istilasına razıyım. çünkü sonuçta bu şekilde devam ederek kendi dünyamızı istila etmekten başka bir bok yemiyoruz. sonuç olarak, evet, insan denilen olgu önemli, asl olan insan, ama bu soru, “nasıl
bir insan” ön takısı ile sorulunca anlamlı olabilir. ütopya, dediğinizi duyar gibiyim. ama düşününce, bu şekilde yaşıyor olmaktan da hoşnut değilim. çalışmak, çalışmak, boktan işlerde hayatını harcamak, boktan insanlarla muhatap olmak zorunda kalmak, merhaba demek, nasılsın demek, cevap alamamak, otobüste bir tipin ter kokusu ile burun buruna gelip bağıramamak, her gördüğü kediye taş atan bir çocuğa karışamamak, karıştığın anda camdan kafasını sarkıtan annesinden azar işiten taraf olmak, sonra bir ineğin makineleştirilmesi mesela, seri üretim halinde hayvan imal etmek, sonra onları seri bir tüketim bile yapmadan pişirip çöpe atmak, sonra mesela, örneğin bir kaplanın derisini soğuktan korunmak için değil de gösteriş için harcamak, sonra bir kuşu odanda ötüp dursun diye yakalamak, vesaire, vesaire, vesaire.. örnekler çoğaltılabilir, anlattığım şeylerden dolayı bir gün bana dava da açılabilir. ya da beyaz bereli bir denyo beni sırtımdan vurabilir. ama bu kadar basit değil diye düşünüyorum hâlâ, bu kadar basit değil hiçbir şey.. hrant dink bizi izleyip ağlamamalı diyorum mesela, gittiği tarafta, o taraf denen şey de eğer varsa, diğer taraf yani.. var mı acaba? bu neyi değiştirir söyler misiniz? diğer taraf? ölüm sonrası? neyi değiştirir? diyelim ki size bir kral, “80 sene götümü yalayacaksın, sonra sana sonsuz ve harikulade bir hayat vereceğim” diyor, eee? yalayacak mısınız yani? ben yalamazdım! görünmez kahramanlar ürettiler bize daima. günün birinde gelecek olan kurtarıcılara inanmamızı istediler. mesih gibi mesela. ama yok öyle bir şey. yok, çünkü ben biliyorum olmadığını tamam mı? burada anlaşalım! öncelikle bu noktada anlaşmamız lazım, bir kurtarıcının gelmeyeceği konusunda. 1900’lerin başlarında şekillenen yeni sistemi, tek bir kurtarıcının alt etmesi mümkün görünmüyor. o halde n’apalım? kendimiz olmakla başlayabiliyoruz olaya. kendimiz olmak, bize başkalarının da kendisi gibi olma hakkını tanımamıza yol açar bir defa, ütopya olarak nitelenen özgürlüğün temeli de bu noktada başlar zaten. ben çok fazla kitap okumadım, teoriyi konuşmuyorum size, yaşamsal deneyimlerimden yola çıkıyorum, hepsi bu, ve terimsel veyahut ansiklopedik bilgiler konusunda tamamen çuvallayabilirim ama, gerçeğim gerçek olarak kalmaya devam eder daima, 12 yaşındaydım sigortam yandığında! anlamıyor musunuz hala? on iki yaşında bir çocuk neyi nasıl bilebilir ki? ama sigortam yandı işte. sonra da ben yazıp yakmaya, sonra da yakmayıp yayınlamaya başladım. sonra başkaları yakmaya çalışır, ne de olsa, dedim. dedim ve şimdi bir sigara yakacağım. siz de içebilirsiniz eğer isterseniz, sigara kapitalizmin “bug” olan tüketim nesnelerinden biri. yani bizi çalışamaz duruma getirdiği ve onlara maliyet anlamında, göründüğünden daha pahalıya patladığı için, diyorlar ki; sigara içmek öldürür. hayır efendim! kapitalizm öldürür. nokta!
***
“hah, geldim”. hı hı.. “nerde kalmıştık?”. ben de. “ne diyordun en son”. ne bileyim yahu. “ben bi’ sigara içip sonra film izleyeceğim girdap”. nasıl istersen. “tamam. ismimi buldun mu bu arada?”. yok hayır, düşünmekteyim hâlâ. “düşün bakalım”. buldum lan, büyücü diyeceğim sana. “tamam, bu olur, ben bi’ film izleyeceğim, sen yaz, okurum sonra”. keyifli izlemeler sana. “sana da kolay gelsin, hoşça kal”. görüşürüz sonra, hoşça kal..
***
nerde kalmıştık pek sevgili okuyucularım? geyik yapıyorum, ciddiye almayın, ben de yazar değilim aslına bakarsanız, yazıyorum sadece, aklıma ne eserse. siz de okuyorsunuz. siz yazıyor olsaydınız, ben de okurdum sanırım. ama biraz problemlerim var internetten bir şeyler okumak konusunda. özürlüyüm yani. benim gibi monitörden okuma özürlüler için de fanzin yapıyorum işte. sonra n’oluyor? hiç. hiçbir şey olduğu yok, her şey aynı sıradanlığında, hatta gittikçe sıkıcılaşan, sıkan sıradanlığında sürüyor. değişmeyen tek şey değişimin kendisiymiş. değişim denilen olgunun nasıl bir şey olduğu konusunda bazı fikirlerim var, ama onu da sonra anlatırım. karakterimizin adını bulduğumuza göre, dilerseniz, söz verdiğim gibi, öykümüze başlayalım.
3. büyücü adında bir kadın. insanlarla konuşmuyor. adı büyücü ve insanlarla konuşmuyor. ağzı dikili. kimin diktiğini bilmiyoruz. sadece dikili olduğu bilgisi geçilmiş kayıtlara. dikmek zorunda da kalmış olabilir birileri, zorla dikmiş de olabilir. ilk kısım daha doğru gibi geliyor bana. küsmüş olmak belki. yo hayır, küsmemiş ama korkmuş. kendini ele vermekten korkmuş. ve dikmiş ağzını. konuşmuyor. insanlarla konuşmuyor. sadece hayvanlar. sadece hayvanların o’nu anlayabildiğine inanıyor. zack’in dişi versiyonu bir nevi. zack kim mi? post-girdap, zack olabilir. umarım olmaz ama. neyse, biz girdap’ı siktir edip büyücümüze geri dönelim. büyücü bir kadın. ama öyle sihirli iksirleri falan yok bu kadının. kafasında kukuletası da yok, cadılar gibi. son derece sade giyinen ve pek fazla makyaj yapmayan bir büyücümüz var. “sade giyinen” kısmını, değişik varyasyonlarda algılayabilir zihnimiz. sadece giyinen diyelim biz. sevdiği şekilde giyinen, sevdiği şekilde davranan, sadece sevdiği insanlarla konuşan, evinden zorunlu olmadıkça çıkmayan ve genellikle kedilerle konuşan bir büyücü söz konusu. ama aslında büyü yaptığı falan yok. yapıyorsa da farkında olmadan büyülüyor insanları. beni büyüledi mesela. büyüttü de hatta. sihirleri var yani kendisinin. ama bunun farkında değilmiş gibi davranıyor, yani son derece mütevazı bir büyücümüz var elimizde. ama büyücü olduğu da su götürmez bir gerçek. sonra bu büyücü, internet üzerinden, çalışmalarına değer verdiği bir sürü insanın, kendisi tarafından takdir edildiğini fark etmesi için, birkaç tuşa basıyor bazen. hatta arada sırada, konuşmadan, iç dünyasını gösteriyor bazı alanlarda. sonra o insanlardan bazıları, bu büyücüye, çalışmaları ile ilgili geri bildirim mesajları atıyor. bu mesajların bazılarını cevaplıyor büyücümüz, bazılarına da zamanı kalmadığı için yetişemiyor. sonra sonra, bu büyücümüz evde tek başına yaşıyor. başka bir insan yok evde. arada bir gelip giden iki üç insan dışında, evine kimse giremiyor, çünkü sevmiyor insanları. sevmemekte haklı da aynı zamanda, çünkü insanlar çok düşüncesiz ve sorumsuz olabiliyor. çünkü insanlar pis olabiliyor, çünkü insanlar başka insanların evlerinde, kendi yaşama alanındaymışçasına sapıtabiliyor ve bazı insanlar gerçekten ölmeli. hepsi değil, ama çoğu ölse veya kısırlaştırılsa iyi olur. hayvanlar yerine insanlar
kısırlaştırılmalı bana kalırsa. yani kendime tutuyorum mikrofonu şu anda, girdapoza, girdapolog diyor ki: “insanlar iki türdür ve birinci tür çoğaldığı için kapitalizm hüküm sürüyor.” sonra bir tane denyo diyor ki: “girdap sen faşist misin?”, ne alakası var lan. başka bir denyo, “girdap kapitalist bir pezevenksin” diyor. pezevenk olduğum doğru ve her ne kadar orospu olmasa da zihin akışım, ben onu satıyorum insanlara, başka satacak bir şeyim de yok aslında ama… bir de zamanımı pazarlayıp çalışmak zorunda olduğum için diyorsan kapitalistsin diye, eyvallah diyor ve büyücüme geri dönmek istiyorum ben. hakkımda yalan yanlış yorumlar yapan insanlara, ne düşündüğümü özel diyaloglarla açıklama taraftarı değilim çünkü. on bin küsur sayfa şey yazdım bugüne dek, bir de üzerine bire bir diyalog kurup laf satamayacağım. üzgünüm. büyücü demiştik. büyücümüz aynı zamanda bir hayvansever, ateist ve aynı zamanda sosyalist. yani tam da bu toplumun nefret edip, üzerine basmak istediği insan türlerinden. o yüzden evden dışarı çıkmıyor olmalı? yok hayır, nedeni bu değil. korkmuyor yani düşüncelerini açığa vurmaktan aynı zamanda da. cesur bir büyücümüz var elimizde. cesur ve güzel.
devam edelim. büyücümüz geceleri yaşayıp gündüzleri uyuyor ve…
***
“girdap orda mısın?”, hı hı, yazı yazıyorum, film bitti mi? “tamam yaz sen, bitti evet”. ara verdim şimdi yazıya. sonra devam edeceğim. “hmm, devam edebilecek misin?”. bu kez devam ederim, parça parça yazıyorum, sorun olmaz yani. “yalan söylüyorsun, ama neyse”. kurduğum cümleler için yalan söylediğimin düşünülmesi beni üzen bir şey. “sahi, seni ne üzer bu hayatta?”. türümü düzen her şey üzer. “türünü mü? ben insan değilim, unuttun mu? türüm ne ise, o’nu, o türe özdeş tüm canlıları yani. tüm hayvanlar ve insanların çok az bir kısmı bu türü kapsıyor. “vaow, güzelmiş bu”. güzelimdir, evet. “kendini çok önemsiyorsun değil mi?”. bu nerden çıktı şimdi? “sürekli kendinden bahsediyorsun”. kendimle oyun oynuyorum ben, kendi zihnimin içinde bir lunapark var, ve o lunaparkta dolaşmak beleş olsa da, herkes eğlenemiyor. “hı hı”. çünkü herkes arzularına kapılıp gitmiş bir durumda ve menfaatleri dışında bir şeyi önemsemiyorlar. “insanlar gerizekalı abi ya”. evet haklısın, gerizekalılar. körler de aynı zamanda. gerçek olan her şeyden korkuyor insanlar. düşünsene, ben öykümde mastürbasyon yapışımı anlatıyorum diye, “midem bulandı okuyunca” diyor bir herif, bu ne lan, sen hiç aletini eline alıp sıvazlamıyor musun? bunun neresi mide bulandırıcı, gerçek bu, iç organlar gerçek, iskeletler gerçek, kafadan vurulup öldürülmüş insan cesetleri gerçek, kolu bir bombanın etkisi ile koptuğu için sakat kalmış insanlar gerçek, çocukken amcası tarafından tecavüze uğradığı için intihar eden kızlar gerçek, konuşabileceği bir fare bile bulamadığı için intihar mektubu yazıp dördüncü kattan atlayanlar gerçek, gaz odaları gerçek, idamlar gerçek, savaşlar gerçek, asgari ücret gerçek, homoseksüeller gerçek, transeksüeller gerçek, fahişeler gerçek, hırsızlar ve katiller gerçek, tecavüz gerçek, ensest gerçek, çocuk tacizi gerçek, kadın düşmanlığı gerçek, hayvan
katliamları gerçek, insan katliamları gerçek, küfür etmek gerçek. öfkelenmek, kızıp bağırmak, ağlamak, duvarları tekmelemek, bir odada tek başına saatlerce ağlayıp sonra da sızıp kalmak gerçek, neyinden rahatsız oluyorsunuz gerçek olan şeylerin? gerçek olabilecek her şeye neden “ütopya” deyip pes ediyorsunuz? kurgusal gerçeklik mi mutlu olmak için tercih ettiğiniz şey? bu durum sizi tatmin ediyor mu gerçekten?
televizyon, evet. orası, bize sattıkları kurgusal gerçekliğin bir parçasını oluşturuyor. televizyonda gerçekler olamaz, mesela çocukların ruh sağlığı açısından küfür edilemez televizyonda, ama stadyuma 18 yaşından küçükler girebiliyor. çok güzel kandırılıyoruz ve bunu hak ediyoruz biliyor musun? çünkü aptalız. aptalız çünkü, düzülmeye doymadığımız için gidip aynı manyaklara bir daha oy veriyoruz. umut etmek, düş görme süresini uzatır. bu kadar basit. o yüzden, gerçek olan her şeyi yazıyorum ben. çünkü bir defa, ben gerçeğim. “neden sürekli başına gelenleri yazıyorsun girdap” diyor bir denyo. çünkü başıma gelen her şey gerçek. anlıyor musun? gerçekleri yazıyorum ben. ah evet, çok klişe bir slogan oldu bu. ama slogan falan değil o bebeğim. sloganlara ihtiyacımız yok. sokak edebiyatı’nın bir slogana ihtiyacı yok. sokak edebiyatı’nın, gerçek ve samimiyet dışında hiçbir şeye ihtiyacı yok. layne gidip, bok içinde kültürlenebilir! ama girdap, onu hapsettikleri zihinsel tünellerinden çıkıp, bildiği her şeyi anlatacağına dair yemin etti. o yüzden, sokak edebiyatı popüler olursa mutlu olacak girdap. çünkü popüler olabilen işlerin, arada sırada alt kültürlerden yükselmesi gerekiyor. ama, bu popülerleşme esnasında, sistemin kancalarına takılıp, kendini pazarlamaması gerekiyor. anlayamadığınız şey bu sizin! daha bi’ seksen bin sayfa da yazsam anlamayacaksınız. o yüzden gidip, simitçi hurşit’e turşunuzu satmaya çalışın. ama bu esnada, benim işime de burnunuzu sokmayın! çünkü, burada her ne kadar zihinsel bir akış da olsa, aynı zamanda zihinsel bir bütünlük de var! ve o bütünlük, bütün olarak suratınıza patlarsa, kalıcı etkilere neden olabilir. hatta bu etkiler, çevrenizdekiler tarafından fark edilebilir de olabilir. hatta, hayatınız boyunca onaramayacağınız şekilde, özgüveniniz yok olabilir. o yüzden gidip bir şey üretmeye çalışın önce, sonra dilerseniz gelip küfür etmeye, ardından da pişman olup götümüzü yalamaya devam edebilirsiniz. sorun değil, ben gerektiği zamanlarda sağır, dilsiz ve kör taklidi yapabiliyorum, ve böyle zamanlarda duvara konuşuyor olmanız mümkün. çünkü girdap dilerse, duvar gibi bir yüz ile donuklaşıp, saatlerce susabilir. kusura bakma ya büyücü, kaptırıp gittim ben, orda mısın?, “dinliyordum ben, devam et”. bitti. “söylediklerinde çok haklısın”. haklanmalıyım öyleyse.. “ehaha”. neden gülüyorsun bakayım? “sana ne oğlum”. peki, tamam bana ne. “ehah, hemen de küsüyorsun.” Küsme huyum yok benim.. “ben yatacağım girdap”. ben de yatacağım. var mı diyeceğin bir şey? “yok ya, bi’ sigara daha içip yatıyorum”. ben de bir sigara içip yatayım, zaten başka bir şey yapmıyoruz, çay-sigara-çay-sigara. mide kanserinden ölen insan sayısı kaç acaba? “kendine dikkat etmelisin”. artık ediyorum biliyor musun? “hı hım. güzel”. evet güzel. “hadi yatalım artık, sabah oldu”. oldu evet, öyleyse görüşürüz sonra. iyi uykular sana büyücü. “sana da iyi uykular girdap, hoşça kal”. hoşça kal…
***
ne diyordum? kısaca.. yani kısaca.. demek istediğim, kısaca… hayatınızın içine edebilirler, sizi ölümle tehdit edebilirler ve bunu yapmaya hakları olmasa bile, hak anlayışını bile tersine çevirebilecek kadar güçlüler. websiteleriniz engellenebilir. Kitaplarınız toplatılabilir. Ne giyeceğinizi ne yiyeceğinizi ne zaman kiminle ne kadar süreliğine görüşebileceğinize karışılabilir. günün birinde yaşamanızı bile engelleyebilirler. ama düşününce, yaşanılmasına izin verdikleri alanın, yaşam olarak görülemeyeceği de ortada. üniversiteye giderken, bir sınavda, hocasına tilt olduğum bir dersin sınavında, test kağıdına “seçmek istediğim cevap, hiçbir zaman şıklar arasında olmadı. ben de hiçbir zaman bana sunulan şıklar arasından bir şey seçip, buna da şükür demedim.” yazıp çıktım. inanmıyorsanız okul arşivine veya hocanın evine baskın düzenleyebilirsiniz. duruyor mudur o kağıt parçaları hâlâ? hiç kimse için değerli olmayan bir şey, yine de size değerli geliyorsa, peşinden gitmek gerek sanırım o değerin. o yüzden müzik yapmaya, resim yapmaya, yazı yazmaya, veya bütünüyle yaşamaya, çıkar gözetmeksizin devam etmek gerekiyor bence. sadece bence böyle bu.. kimseye öğüt verecek değilim. ben böyle yapıyorum, “bence böyle” diyorum. size gerizekalı gibi görünüyorsam, gülüp geçiyorum. sonuçta ben de size gerizekalı diyorum, siz de gülüp geçiyorsunuz.. anlatabildim mi? şimdi gidip uyuyalım.. ama önce bir sigara içmeliyim, zihnim bu stresi başka türlü kaldırmıyor. umarım akciğerlerim dumanımı daha 40 yıl kaldırır. eyvallah!
8 nisan 2009
not: başlık, “farazi&kayra” isimli rap grubunun, “şevket hamdi tan” isimli şarkısından türetilmiştir… şarkıdaki şu kısımdan: “inanmadım, mümkünatı yok
inanmadım, hayatlarıyla geldiler de yine de bıkmadım, çünkü ben, nemli bir tavan dikizledikçe, hayattan hep muaftım!”
zack
1. alsancak. ara sokakta bir bar. barın dışındaki masalarından birinde, tek başına bir adam oturuyor. adı zack bu adamın. insanları izliyor zack. belli bir amaçla yapmıyor bu işi. vakit geçiriyor sadece. birasını yudumluyor, sigarasını çekiyor ve diğer masalarda oturan insanlara bakıyor, yoldan geçen insanlara, zihninden geçen insanlara… bir şeyler düşünüyor, insanlar hakkında bir şeyler… duyduğu sesleri ve gördüğü gözleri değerlendiriyor ama hiç tepki vermiyor. yüz ifadesi katı, oldukça katı ve donuk. uzun süre hiç hareket etmese, biraz uzakta kalanlar bir vitrin mankeni ya da heykel olduğunu düşünebilir. her ikisi de değil oysa, o an orada olan herkesten, hatta dünya üzerindeki herkesten daha gerçek ve canlı, sadece bedenine yansıtmıyor ruhunun rengini. onu ilk kez tanıyanlar, hakkında iyi veya kötü hiç bir şey söyleyemez, “ilginç” diyebilirler belki sadece, “tuhaf”, “garip”, “değişik”. değişik değişik olmasına, ama isteyerek takındığı bir tavır da değil bu, istemeyerek de giriyor denilemez bu şekile, farkında bile değil çünkü, en doğal haliyle duruyor orada, ama konuşan bir ağaçtan farkı yok gibi. zaman zaman esen rüzgarda hareket eden tek şey kafası ve ağzıyla masa arasında gidip gelen elleri. sakalı yok, bıyığı yok, haftanın beş günü tıraş olmak zorunda çünkü zack, haftanın beş günü bir işte çalışmak zorunda, başka bir zorunluluk daha edinmek istemediği için tek başına yaşıyor, arkadaş yok, sevgili yok, hiç kimseyle yakın ilişki yok, telefonu yok, herhangi bir iletişim adresi yok, interneti yok, sadece zack var, gerçek hayatın içinde dünyanın bir yerinde ayakları tabana basan, barın boş bir masasında iki saattir oturup üç yetmişliği tüketmiş olan ve dördüncüsünün gelmesini bekleyen zack.
bu sırada karşı masaya iki hatun oturuyor. hatunlardan biri 42 yaşında ama otuzların başlarında gösteriyor. diğeri 27’sinde, görsel açıdan da yirmi yedi. zack 30’ların başında gibi duruyor ve kaç yaşında olduğunu bilmiyor, bunu önemsemiyor da, önemi olan çok az şey var hayatında zack’in, birkaç şarkı, birkaç film ve cevabını aradığı birkaç soru gibi. sorular sadece kendisiyle, kendi yaşamıyla ilgili, ama cevabı test ettiği insanlar da arıyor, inceliyor onları, hangi durumlarda nasıl bir şekle büründüklerini ve çıkarları ile davranışları arasındaki değişimi kıyaslıyor, durumları karşılaştırıyor, tavırları eşleştiriyor ve sonuç hiç şaşmıyor, bir gram bile oynamıyor zihninin içindeki terazinin dengesi: insan dünyanın en aptal mahlukatıdır.
27 yaşında olan hatun esmer, diğeri sarışın. esmer olanın üzerinde, dizinde biten bir etek var. sarışında mavi bir kot pantolon. her ikisi de orta kilolu. şişman değiller, zayıf değiller. “şişko bir hatunla evlenmek istiyorum, yemek yapmasını bilsin yeter” diye yazmıştı zack, yazmayı bırakmadan önceki öykülerinden birinde. yazmayı bıraktı zack, çünkü anladığını hissettiren bir insan bile çıkmamıştı karşısına, sekiz yıl süren internet ve fanzin yayınları boyunca. yazmasına gerek olmadığına karar verdi daha sonra, yazması gerekmiyordu çünkü ona göre tüm o öyküler, şiirler, zihninden bir anlık geçen ve o an düşünmek yerine hızlıca kaleme alınmış cümlelerden ibaretti, bir anda yazıyordu zack, üzerinde hiç düşünmeden, yazının başına oturuyor ve bitirip kalkıyor, sonra e-posta yolu ile arkadaşlarına gönderiyor, kendi internet sitesinde yayınlıyor, bazen de fanzin yapıyordu, bir gün her şeye nokta koydu. yazması gerekmiyordu, tüm o öyküleri, şiirleri, yazıyormuş gibi yapıp aklından da geçirebilirdi, bu bile yeterdi ona, içinden konuşurdu mesela, ama yazarak kayıt altına almaya ve sonra okuyan insanların ne hissettiğini dinlemesine gerek yoktu. hatta kimseyi dinlememeye karar vermişti. kimseyi dinlememeye, kimseyle konuşmamaya ve yaşamını sürdürmek için gereken bedensel ihtiyaçları dışında hiçbir şey yapmamaya. arada bir ruhunu da besliyordu elbette, yıllardır dinlediği birkaç şarkı, alkol ve sigara, bazen bir kitap okumak, hepsi ama hepsi ruhsal
ihtiyaçlardı ona göre. belki bira ve sigaranın bedensel etkileri de vardı, ama yaşamı sürdürmek için gerekli olan bir bedensel ihtiyaç değildi ona göre seks, ruhsal bir ihtiyaçtı ve ruhsal bir düzeyde gerçekleşmiyorsa, anlamı yoktu kesinlikle. hayvanları seviyordu zack. sadece kendini korumak ya da karnını doyurmak için öldüren hayvanları. insanların karnını doyurmak için hayvanları öldürmesine ihtiyacı yoktu, canları et yemek istiyorsa bile bunu vahşi yaşam şartlarına uygun olarak, teknoloji ve zeka ürünü icatlarla değil tamamen bedensel güçlerle avlanarak yapmalıydı. insanların zeki olduklarını düşünmesi mahvetmişti dünyayı ve canlılar aleminde ruhundan çok aklına güvenen tek tür insandı. bir ruh taşıdıklarına inanmıyordu zack insanların. değişmez bir ruhları yoktu çünkü kaypaklardı, zora koşmazlardı hiçbir şeyi, sorun sistem değil insanın kendisiydi. eğer günümüz sistemini yöneten insanlar ve yönetilenler yer değişseydi, sonuç yine değişmeyecekti. sorun yönetim sistemlerinde, rejimlerde, ideolojilerde, devletlerde, kapitalizm de ya da başka bir görünmez kuvvette değil insanlık denilen türün kendisindeydi. zenginler ve fakirler yer değişse de, zengin ve fakir yaşam tarzları değişmeyecekti, bu kez eski fakirler bulundukları konumdan eski zenginlerin fakirliklerini önemsemeyecek ve “daha çok yaşam” arzularından bir adım geri atmadıkları için tüm nimetler eşit olmadan paylaşılacaktı. ki eşitlikte insanlığın yarattığı başka bir aldatmacanın ürünüydü zack’e göre. hiç bir şey eşit değildi, eşit olamazdı, ama dengede olabilirdi. iki artı üç ile, dört artı bir, birbirine denk olabilirdi ama beş ile beş eşitti ve dünya üzerindeki hiçbir insan bir diğerinin eşiti olmadığı için, insanların eşitliği, söz konusu durumda bir saçmalıktan ibaretti. insanlar farklı durumlarda birbirlerinden üstündü, ama doğuştan gelen ya da sonradan edinilen üstünlükler, denkliği bozacak bir şekilde kullanılıyordu. herkes her şeyi yapma hakkına sahip olsaydı, kimse kimseyi öldürmezdi, ama insanın doğası söz konusu olunca zaten herkes herkese her şeyi yapıyor ama hiç bir şey yapmadığını iddia ediyordu... diğer hayvanlar açgözlülük nedeni ile birini öldürmüyordu zack’e göre, açgözlü olan tek tür insan olmalıydı, zaman zaman kaybettiğini ya da kazandığını düşünen tek tür de insandı ama ölümün hüküm sürdüğü bir yerde kazançtan söz edilemeyeceğine göre, bunun da çaresi öte dünya ile bulunmuştu. kendilerini bu şekilde kandırabiliyorlardı. kendini kandıran insan, herkesi kandırabiliyordu, zack kendine kanamamıştı bir türlü, bu yüzden yaşamak çekilmez bir hal alıyordu onun için, zaman zaman.. devletlerden nefret ediyordu zack,. her türlü yasal ya da toplumsal kuraldan, ihtiyacı olmayan şeyleri üreten insanlıktan, ihtiyacı olmayan şeyleri almak için çalışan insanlardan, insanlardan ve daima insanlardan, tüm insanlardan, hepsinden, her şeyden, nefretle kaplı bir sürahi gibiydi ve insanlar ölecek dahi olsa bir gram su istememeliydi ondan, buna hakları yoktu, hiçbir şeye hakları yoktu, buna rağmen hakketmekten ve emekten söz edip duruyorlardı, kazanılmış haklar, özgürlük, adalet, emek ve eşit yaşam hakkı. düpedüz saçmalık diyordu zack, hakketmek mi? bir şeyi hakketmek için aptal işlerde çalışmamız gerekmez…
ama gerekiyordu zack, ve oyunu kuralına göre oynamaya başlamıştın. kazanamayacaktın belki ama diskalifiye de olmayacaktın..
***
bu sırada karşı masaya iki hatun oturuyor. kırkiki-yirmiyedi-esmer-sarışın. zack onları izliyor. kırkiki olanın sırtı zack’e dönük, yirmiyedi’nin yüzü. yüzüne bakıyor zack yirmiyedinin. gözlerinin içine. garson geliyor. ikişer bira istiyor sarışın ve esmer. sigaralarını yakıyorlar. biraları geliyor. içiyor ve konuşuyorlar. içiyor ve bekliyor zack. içiyor ve izlemeye devam ediyor. bu kez gözünü ayırmadan. yirmiyedi olan da gözünü ayırmıyor pek fazla. ama sürekli konuşuyor, ya 42 ile ya da telefonla. ne sık telefonu çalıyor bu hatunun diye düşünüyor zack. 27 geriniyor bir ara, göğüsleri daha bir belli
oluyor… sonra birasından yudumluyor, sonra sigarasından çekiyor, sonra tekrar telefonu çalıyor, ve tüm bu olan bitenler sırasında zack gözünü hiç ayırmıyor hatundan. böyledir zack, insanları önemsemez, uzun süre bakar bazen, bazen de inatla görmezden ve duymazdan gelir, dürtersin de dönüp arkasına bakmaz.
o sırada zack’in aklından gündüz iş yerinde olanlar geçiyordu aslında. evet kadına bakıyordu, yirmiyedilik esmer hatuna, ve farkındaydı neye baktığının, ama aldırış ediyor sayılmazdı, zihninde gündüz havaalanında olan biten karmaşa vardı. bazen durulan ama aslında hiç bitmeyen karmaşa. yedi gün yirmidört saat 52 hafta aralıksız devam eden hayat. havaalanı. gece gündüz, gündüz gece, akşamdan sabaha ve sabahtan akşama. inen uçaklar. kalkan uçaklar. gelen yolcular. giden yolcular. iç hatlar. dış hatlar. follow me. kule. ground time. ground operation. kontuar. şut altı. tk. sunex. lufthansa. hasan. hangi hasan? yarak hasan. iş yerinde yıllardır süregelen tek geyikti bu. yıllar önce işe ilk girdiğinde ortaya çıkan geyik. bir gün postabaşılardan biri, “hani hasan gelmedi mi bugün” dedi yeni gelen vardiyeye, adamın te ki “hangi hasan” dedi, “yarak hasan” dedi postabaşı da. postabaşının adı hakan’dı. yıllarını bu işe vermiş ve seviye seviye yükselmişti. zack hala işçiydi oysa. yükselemezdi. alçalamazdı. sıkışıp kalmıştı hayatın bir noktasında. ne ileri ne geri. bir ileri bir geri. birkaç gün daha hakan hasan oyununa devam etti. hasan nerde, hasan düşmüş, hasanı gördünüz mü, hasan telefon açtı, hasan rapor almış, hasan işten çıkmış. her “hangi hasan” sorusuna verilen klasik cevap. ve yllar sonra da hala “hasanı tanıyonmu” sorusuna gelen karşılıklı gülüşmeler. otuziki yaşındaydı zack ve on aylık sözleşme ile girdiği havaalanına kadro kalmış ama hayat ile daima günü birlik sözleşmeler yapıp yaşamını sürdürmeye devam etmişti. ölmek istemiyordu, ama bu şekilde yaşamakta istemiyordu. bazen zihni bir karadeliğe düşer, ve bambaşka dünyalara ait bambaşka öyküler geçirirdi kafasından. ama yazmıyordu artık. yazmayacaktı. tek bir satır bile yazmayacaktı. yaşayacaktı sadece. geldiği gibi. her nereye giderse…
hatunlar yarım saattir oturuyorlardı. yirmiyedi ve kırk iki. esmer ve sarışın. zack’de oturuyordu. zack, pall mall ve votka-kola. dört yetmişlik bira sonrası, votkaya yumuşak bir geçiş. günün ikinci sigara paketi. gözler esmere kenetli. akıl gündüz iş yerinde olan bitene.
sessiz sakin sıradan bir havaalanı günü. rutin türk hava yolları uçakları. geceden duruma, mevsime ve güne göre üç dört veya beş yatı uçağı. sabah beş istanbul kalkış. sabah altı esenboğa kalkış. sabah yedi sabiha kalkış. sabah sekiz istanbul kalkış. sabah sekiz istanbul geliş. sabah dokuz istanbul ve esenboğa geliş. sabah dokuz istanbul gidiş. sabah on istanbul geliş. sabah on istanbul ve esenboğa gidiş. onbir boş. oniki dolu. on üç dolu. on dört dolu. on beş boş. on altı onyedi on sekiz dolu. on dokuz double veya triple geliş gidiş. yirmi dolu. yirmi bir dolu ve duruma göre yatı. yirmi iki duruma göre dolu kesinlikle yatı. yirmi üç yatı. yirmi dört duruma göre dolu ve duruma göre yatı. bir double dolu ve double yatı. bir dört arası sessizlik. sabah sekiz otuz akşam altı. akşam beş gece bir otuz. gece bir sabah dokuz. arada bir sarkan stabil vardiya. iki günde bir sekiz otuz, iki günde bir, on yedi, iki günde bir, bir işbaşı. iki gün tatil. havaalanı. TK-YB
o gün çıkışı yirmi otuzdu zack’in. sekiz otuzda iş başı yapmıştı. ve akşam altı uçağı kırk dakika rötar verdi. akşam yedi uçağı on dakika erken indi. akşam yedi on beş uçağı on beş dakika erken indi. çakışan üç uçağın arasında mekik dokuyan yedi kişi yemeğe çıkmaya vakit bulamadı. tüm bu hengame arasında terden bir baraj oluştu ve yer hizmeti karşılığında uçak başına ortalama bir milyar fatura kesen şirket bu işi yapanlara aylık bir milyarın yarısını bile vermiyor sayılırdı. birileri kazanırken birileri daima kaybederdi. “çok
laf yalansız çok para haramsız olmaz” dedi bu esnada traktörcülerden biri. adı mehmet idi ve sütçüydü aynı zamanda da. ve uçaktan artan kalan zamanlarda süt satarken arada bir kaydığı ev hanımlarından bahsederdi. gerçek mi yalan mı olduğunu kimse bilmiyordu ama bunun önemi de yoktu. her akşam izledikleri dizilerde bir yalandan ibaretti. gelmekte olan karanlığı düşünmemek için gökkuşaklarına ihtiyacı vardı insanların. zack sevmiyordu gökkuşağını. yaklaşınca kaybolan, içine girince kaybolan, elini uzatınca kaybolan, sevince kaybolan, nefret edince kaybolan ve yalan olduğunu bildiği hiçbir şeyi sevmiyordu. gerçeklerden yanaydı daima. her ne kadar kötü de olsa, gerçek, gerçek olarak kalmalıydı. sözünü etmeye gerek yoktu. gerçek olan bir şeyler vardı, bu yeterliydi onun için, arada bir evine götürdüğü kadınlarda gerçekti, ama asla söz etmezdi bunlardan, işyerinde kimse nasıl bir hayatı olduğunu bilmiyordu. evine gelen insanlar da bilmiyordu nasıl bir işte çalıştığını. hiçbir şeyi saklamıyordu zack, sadece pek fazla konuşmuyor, soru da sormuyordu pek fazla.. “nerelesin”, “buralıyım” “ne iş yaparsın”, “ne iş olursa”, “adın ne”, “bukelamun”. renk körü olan bir bukalemun.,
***
yirmiyedi bakmayı sürdürdü. zack de öyle. kırkiki aradabir arkasını dönücek gibi oldu, dönmedi. yirmiyedi tuvalete gitti, geldi. zack tuvalete gitti geldi. kırk iki tuvalete gitti. yirmiyedi ile arasında insan kalmamıştı zack’in. sadece iki masa, iki sandalye, iki kül tablası, üç şişe, ve derin sessizliği bozdu zack. “neye bakıyorsun?” “sana” dedi yirmiyedi. “niye?”. “bilmem” dedi hatun, “sen niye bakıyorsun?”, “neye?”, “bana tabiyki”, “ben sana bakmıyorum”, “yalan söylediğinin farkındasın”, “sende pek doğruyu söylüyor sayılmazsın”, “hangi konu da” dedi yirmedi, “bana niye baktığını bilmediğin konusunda”. zack, garsonu çağırdı, iki votka-kola istedi, votkaları çok olsun dedi ve sonra hatuna “karşıma otur” dedi, bu sırada kırk iki geldi ama yirmi yedi çoktan hipnotize edilmişti. arkadaşına üç beş cümle sayıklayıp. zack’in masasına yanaştı.
telefonu çaldı yirmiyedinin. bu sırada “adım çiçek” dedi yirmiyedi. “ya senin?”, “nerde olduğuma göre değişir bu” dedi zack, “nasıl yani?” dedi çiçek, “iş yerinde bir şey, aile arasında başka bir şey, arkadaşlar arasında başka bir şey, resmi dairelerde başka bir şey, bir zamanlar okullarda başka bir şey, evimde henüz kesinleştiremediğim bir şey, ve tanımadığım insanlar için ‘hiç bir şey’ olur adım”. “peki bay hiç bir şey”, “resmiyeti sevmem, bana istediğin herhangi bir ismi koyabilirsin bu gece için, aldırış etmem”, “gizem desem sana nasıl olur”, “karadelik daha zekice bir cevap olurdu, votkanı çabuk iç, kalkıcaz birazdan”.
telefonu sustu yirmiyedinin. tüm konuşma boyunca çalan telefon sustu ve tekrar çalmaya başladı daha sonra. iki dakika otuz yedi saniye boyunca sessizlik hakimdi masaya. birbirlerine bakıyor ve konuşmuyorlardı. zack’in kalkıcaz birazdan diyişine cevap vermemişti çiçek, ama zack onun kendisi ile beraber kalkıp, evine gideceğini biliyordu. telefonu açtı çiçek.
“alo, hayır canım, bu gece bir arkadaşım da kalıcam, msnde olmam, sen uyu.” ıvır zıvır, falan filan. üç dakika yirmi dört saniye… telefonu kapattı çiçek ve “aptal erkekler” dedi zack’e. o da “aptal kadınlar” diye eşitledi cinsel ayrımcılığı… cinsiyetlere inanmıyordu. kadınlara. erkeklere. erkekler yüzünden acı çeken kadınlara ve kadınlar yüzünden acı çeken erkeklere. bir insana bağlanmaya, aşık olmaya, hayatı paylaşmaya, aile kurmaya, çocuk yapmaya, tüm ilişkiler can sıkıntısını gidermek için yaratılan sanrısal duygulardı ona göre. o da aşık olmuştu. o da hayatını adamıştı. ama tıpkı yazı gibi, aşk meselesi de, kangren olmuş bir kol gibi kesilip atılmıştı hayatından. aşk yoktu, duygu yoktu, acı yoktu, iyi veya kötü hissettiği tek bir şey bile kalmamıştı. boşlukta bir zincir sallıyordu, çiçek’in masasına oturduğundan bu yana yaptığı üçüncü telefon konuşmasının bitmesini beklerken zack. siyaha boyanmış ince ufak bir zincirdi bu. uçakta bulmuştu. uçakta bulduğu bir sürü çöp ile doluydu evi. napıcağını bilmiyordu bu artıkları ilk bulduğu anda. ama cebine atar ve bir gün başka eşyalarla kolenize edip, kullanılır hale getirirdi. koliden masa ve raf gibi. kırılmış fermuar başlığından kolye ucu gibi. ve daha bir çok şey. ve kadınlara da cebine attığı çöplerden farksız davranıyordu. onları evine götürür, bir süre takılır ve gitmek istediklerinde bırakırdı gitsinler. ses çıkarmazdı. sevişmezdi. kötü davranmazdı. iyi davranmazdı. ama normal yaşantılara göre tutarlı bir davranış şekli olduğu da söylenemezdi. ev onundu. işe gideceği sabahlar hatunu uyandırmadan kapıyı kapayıp çıkabilirdi. kendisi dışında hiçbir şeyi düşünmezdi. ama kendisini de düşünmezdi. güneş gören bir düşü yoktu… tek bir güvencesi yoktu. güvendiği tek şey güçlü kolları olmuştu son zamanlarda. beş yıl boyunca haftada beş gün uçak ambarlarında yükleme boşaltma yaptıktan sonra, artık iki parmağı ile insanı boğacak duruma gelmişti. ama yapmıyordu bunu. ve insanlar daha ona dokunmadan boğulduğunu hissediyordu her zaman. kalabalıktan, toplumdan, haberlerden, tartışmaktan nefret ediyordu. ve yirmiyedi’nin dördüncü telefon konuşması sonrasında “şarjım bitiyor telefonumu senin hattına yönlendirsem olur mu” sorusuna “kulaklarım dışında başka bir iletişim aleti kullanmıyorum” dedi zack. “ne, telefonun yok mu?”,
“elektronik hiçbir şeyim yok, sadece telefonum değil”. “evini görmek istiyorum”, “votkanı hala bitirmedin.”
çiçek, telefon görüşmelerinden arda kalan zamanlarda, zack’e başına gelen şeylerden kesitler sunuyordu ama zack çiçek’i tepki vermeden dinliyordu. dinliyordu ama çiçek’i tanıması için bunları dinlemesine ihtiyacı yoktu. tanıyordu o çiçek’i. çiçek’i tanıyordu, kırk iki’yi tanıyordu, garsonu tanıyordu, arka masalardaki diğer herif ve hatunları, yan masalardakileri, yoldan geçenleri, diğer barlardakileri, herkesi tanıyor, biliyor, ama belli etmiyordu… insanlığın ruhsal dna’sını çözmüştü kendince, belki fiziksel dna’lar parmak izleri gibi tek ve biricikti. ama ruhsal dna pek fark etmiyordu insanlarda. çok azında farklıydı ve o çok azdan kendisi ile eşlenik olan tek bir taneye denk gelene kadar yaşamını sürdürecekti zack. tek bir tane… kendisinin xy’sine karşılık xx kromozomuna ait olan, ruhsal dna’sı kendisi ile tamamen aynı tek bir tanesine… bunun için yaşamıyordu aslında ama bunu bekliyordu. bunun için bazı hatunlarla tanışmıyordu ama. hatunlar, yada erkekler, can sıkıntısını gidermesi için, vakit geçirmek için evindeki gelip geçici dekorlar gibiydi. hayatının dekorları.. sık sık değişirdi dekorlar. eski ve uzun süreli pek dostu kalmamıştı… yaptığı ve onu değerli gösteren her şeyi bir bir terk edince, insanlar da onu bir bir terk etmişti. artık fanzin yayınlamıyorum dediğinde. artık yazmıyorum dediğinde. internet sitesini uzaktan takip etmeye başladığında. düşlerinin üzerine asit döktüğünde. tekrar uyuşturucuya döndüğünde. lsd, amfetamin, kodein, kokoin, ve daha nicesi. evde yalnız olduğu zamanlarda, sadece müzik açar ve beklerdi. öylece, hareketsiz… müzik akar ve o da yazıyormuş gibi yapıp aklından cümleleri geçirirdi. müzik dinlediği alet dışında tek bir elektronik ya da elektrikle çalışan eşya yoktu zack’in evinde. televizyon yoktu. buzdolabı yoktu. çamaşır makinesi yoktu. saç kurutma makinesi yoktu. fırın yoktu. şofben yoktu. florasan yoktu. evinin hemen dibindeki iki sokak lambası bir hayli aydınlık veriyordu aslında odasına. ama onlar olmasaydı da bir şey değişmezdi. geceleri ya işte ya da sokakta olurdu. evdeyse de yalnızken müzik dinler, bir hatunlayken de kısa sürede sevişmeye çalışan hatunlara ters teperdi söyledikleri. bu zack’in dönüşen, düşlemediği, istemeden yaşadığı hayatıydı… ruhsal ve iç güdüsel bir trafik kazası… enkaz.
çiçek’in votkası bitti. hesabı ödediler. kırkı iki ile vedalaştılar ve barın bulunduğu ara sokaktan, kıbrıs şehitlerine doğru yürümeye başladılar…
15 kasım 2011
zackeva
demokrasi adı verilen son derece totaliter bir sistem var. burada insanlar 4 yılda bir oy vererek kendilerini yönetecek insanı seçtiklerini düşünüyorlar, oysa bir pusulaya mühür vurmak dışında, yaptıkları hiçbirşey yok, sayılıp sayılmadıklarını bile bilmiyorlar, her şey olanca hızıyla belirsizliğini ve buna rağmen kesinliğini koruyor. burada adına pastacı denilen, ve her ne olursa olsun olanlardan bi haber ve memnun bir kitle var. en çok onların üzerine oynanıyor, çünkü en çabuk onlar kendini eleveriyor, hiçbirşey umurlarında değilmiş gibi bi halleri yok, kendileri dışında hiçbirşey umurlarında değil, kapana kıstırılmamışlar, kendi kendilerine girmişler o kapana, memnuniyetle, ve çıkmak da istemiyorlar, huzurlu değiller orada ama düşünmeleri gereken büyük büyük sorunlarla yüzleşmiyorlar, küçük dertler, ülkenin gidişatıyla bağlantısızmış izlenimi verilen kişisel tantuniler..
onu öldürmeliydim diyor zack, ilk anda yapmalıydım bunu, o zaman bunlar gelmezdi başımıza. kimi diye soruyorum, atatürkü elbette diyor, yo hayır, muhammedi öldürmeliydim, karar veremiyorum, peygamber ve süfyan arasındaki bu savaşta, bir kazanan ve kaybeden olmaması ne acı. ölenler var sadece. insanlar hâlâ ölmeye devam ediyor bir şeyler için, ama bu hiçbirşeyi değiştirmiyor. verilen üstünlük savaşı, alçaklar arasında bir çatışmadan ibaret.
hikayenin çok ama çok eskilere dayandığını söyledi bana. miladdan öncesine. hatta miladdan öncesinden de öncesine. ne kadar oldu diye sordum ona, ademden de önceydi dedi, ya da şeytandan sonra başladı, bilemiyorum, bir yerde bir şey rayından çıktı işte, pardon, rayına oturdu demek daha doğru. sonra? sonra olanca hızıyla gelişti her şey, ve şimdi buradayız. bir tek, somut demir parmaklıkları eksik olan ama yine de insanların kendilerini son derece özgür sandıkları bir ülkede, dünyada hatta. kendini özgür sanıyorsun, çünkü dileyebileceğin her şey, sistemin izin verdiği sınırlardan ötesine geçemiyor. zihnin öylesine yönlendirilmiş ki, hem özgür olduğunu düşünüyor hem de sistemin çizdiği sınırlar dışında herhangi bir şey düşleyemiyorsun. düşlemesine düşlersin ama, hayal gücün bu kadarına yetiyor. bu, tıpkı, avcı toplayıcı bir insanın interneti hâyal bile edemeyeceği bir zamanda, dilediği ağaçta dilediği kadar meyve yiyebiliyor olmasını özgürlük sanmasına benziyor, ama onun ki, gerçekten bir özgürlük, senin ki ise; verili komut sistemi dışında bir alana çıktığında, kendini bile suçlu hissettirebilecek kadar, derin bilinçaltı mesajlarıyla, kafeslenmiş bir
şuurdan ibaret. vatanın için kılını bile kıpırdatmayan sen, vatanının haini olduğu söylenen birini, kolayca linç etmeye hazır konumdasın; görevini yapmışsın çünkü, seçmişsin, gerisi onların işi, senin değil, diğerlerinin de. onların, seçilmişlerin yani. seçenler ise, bir tur daha beklemek zorundalar, pas demiş olsalar bile, bekleyecekler. olay bundan ibaretti, bundan ibaret kalmaya da devam ediyor, aradan geçen 13 sene sonunda. size bunları, geleceğinizden naklediyor olmam, sorununuza ışık tutmayacak, inanmayacaksanız çünkü, inanmayacak ve mücadele ediceksiniz, ve etmelisiniz de bana kalırsa, ama sonunda, sonucunda, kaybedeceğinizi bile bile, girdiğiniz bu savaşta, kazanın da olmadığını, görebiliyor olmanız. her iki şekilde de, sistem, error verdiği tarafları tamir ederek, yeni bir sürüm yayınlayacak, upgrade edicek kendini, her olası isyanda, bir yama yayınlayacak. ve medeniyetin dişlileri, giderek daha sık yağlanırken, pas tutan yanlarınızı, tek kişi kalana kadar, canavara benzetmeyecek. 18 haziran 2012
deneysel komplimanlar o zamanlar 45 yaşındaydım ve hayattan yeni bir şey beklemiyordum, çok şey gelmişti başıma, pek çok talihsizlik ve talihin benden yana olduğu zamanlar.. yeni bir şey mi? yeni bir aşk mesela, veya çoktan ölmüş olan eski karımın, mezarından kalkması.. çoğu insan, istedikleri yaşantıyı seçmiyorlar, olabilecekler arasında en iyi olasılığı seçiyorlar.. ben öyle yapmamıştım, biraz delilik, biraz risk, biraz intikam.. eski karım diyorum, çünkü benden boşandı, başka bir herif için, ve o başka bir herif, kendi karısını boşamadığı ve her iki bedenden de vazgeçemediği için, veya veya başka başka sebeplerden ötürü, karım, ona olan aşkını ispat etmek istercesine beni bir bok çukurunda bıraktı, bıraktıktan bir hafta sonra da öldü, trafik kazası. hazin bir öykü değil mi? hiç sanmıyorum, kimin için hazin? hazine mi ya da? izleyip görelim öyleyse: dediğim gibi, o zamanlar 45 yaşındaydım ve gerçekten hayatın bana getirebileceği herhangi bir giriş-gelişme-sonuç ve buluşa karşı kendimi kapatmıştım. hiçbir şeyle ilgilenmiyordum, hem de hiçbir şeyle, işe gidiyordum, eve geliyordum, ve kızımın yaptığı yemekleri yiyor, oğluma derslerini bitirip bitirmediğini soruyordum. bitirdim baba diyordu ve büyük olasılıkla yalan söylüyordu, herkes yalan söylüyordu, ve emin olsaydınız eğer, kendinizden, hayır başkalarından değil, sadece kendinizden, yalan söylemeye cüret edemezdiniz, ama değildiniz, ve kendisinden emin olmayan insan, başkalarından da emin olmuyordu, ve bu emin olmama hali karşılıklı yalanları besliyordu: seni seviyorum, hayır seni sikmek istiyorum aslında ama bunu gerçekleştirmem için seni seviyormuş gibi görünmem gerekiyor, seviyor olsaydım zaten sikmezdim, başka bir şey olurdu bu işin adı ve bir kişinin başka bir kişi üzerinde uyguladığı fiili çağrıştırmazdı, edil-edilgen olan iki kişi gelmezdi akla, siken ve sikilen gibi, ve çok küfürlü konuştuğumun farkındayım ama gerçek olan bu öyle değil mi? biz gerçeklerin üzerini süslü böceklerle örtüp, aa bak ne güzel bir bahçe diyoruz, bahçe falan yok ortada, fener bile tutsanız göremezsiniz siz o bahçeyi, ve burada takımsal bir gönderme yapmıyorum ancak takım takvalatına düşkün herkesin pişkin pişkin güldüğünü görebiliyorum, benim şu an her sikmek kelimesini söyleyişimde, komik olan ne? ben bunu bilmiyorum, gerçekten bilmiyorum ama onbinler hep bir ağızdan bir hakemin anasına avradına söverken veya herhangi bir trafik karmaşasında kendileri için şan şeref namus demek olan bacı ve karının değeri bel altına iniyorken, benim gibi, gerçek hayatını nerdeyse sıfır küfürle yaşayan bir adam, sırf olayları olduğu şekli ile izah etme derdinde olduğu için, ama am, göte göt dediği için, kötü uyarılara maruz kalıyor, ve bu durumu kâle almazsa, kale arkasında duran ve rakip kaledeki pozisyonu idrak edemedikleri için top nasıl birden kendi kalelerine döndü de, siyah kart cezalı oyuncu son vuruşu bilerek avuta vurdu anlayamayan top toplayıcıların eline düşüyor.. ama ben sansürlenemiyorum, onların gücü bana yetmez, bir fanzini yasaklayabilecek kaplan, henüz babasının ağzında lokma olmadı.. öyle olmuyor mu bu işler? insanlar veya hayvanlar veya bitkiler veya bizim bilemediğimiz bir sürü bir sürü bir şeyler, sürekli olarak elma armut kavun karpuz ya da ıspanaklı börek yiyerek, bir takım sıvılar salgılar algılar ve yargılar üretiyorlar, genler ve
impulslar söz konusu olan ama bu konu şu an buraya sığabilecek kadar uzun değil, o yüzden kısa kesemiyor ve asıl konumuza geçemiyorum: asıl konumuz neydi? iki karşı cinsin birlikte yaptığı ve böylece kendileri gibi bir canlı daha dünyaya getirme olasılığı. siz bunun adına sikişmek dersiniz, sevişmek dersiniz, aşk yapmak dersiniz, dilerseniz solucanların ikiye bölünmesini bile pornografik sayabilirsiniz ancak, sayın bayım, sayın hanımlar ve edebiyat adlı kuramsal bilgi karmaşasına gömülmüş ve elit olmamak adına elit olan kurbağalar, sizi öpmeyeceğim, çünkü ben prenses olmak istemiyorum.. edebiyat yapmak da umurumda değil, bedenimizle değil ruhumuzla ilgileniyorum, ve ama nedense her denemede, "boşuna deneme" diyorsunuz, "dolusu var." bu ne demek? bu hiçbir şey demek değil, konumuza dönelim.. yaş 45, eski karısı ölmüş, yeni karısı yok, o halde karısı ölmüş, boşandığı karısı öldüğüne göre, artık karısı olmayan bir kadın ölmüş.. böyle mi oluyor harbiden sayın bayım? siz 547 nokta on üstü sekiz sayfayı böyle mi yazıyorsunuz? bunun formülünü bana da öğretebilir misiniz? tekrar etmek.. bakın yukarıda yazdığım ifadeyi, eğer ben, tüm roman boyunca döndürüp dolaştırıp size yedirseydim, şu an burada olmazdınız, şu an elinizde yeni romanımla birlikte standıma gelir, ve "acaba bir imza lütfeder miydiniz" derdiniz, ve lütfederdim çünkü yayıncım olacak olan adam ya da kadın ya da heyetler birlikteliği topluluğu benden bunu isterdi: reklam, röportaj, fotomontaj ve biraz da sansasyonel iç geğirtisi.. peki ya sonra? elbette ben, bunları yapmanın bana kazandırabileceği para, şöhret, ve halk tarafından anlaşılmış olma duygusu peşinde olmadığımı kendi kendime ama sesli harflerle dile getirdiğim için, içim rahat bir şekilde gece gidip takdildomun başına geçecek ve tuşlara vuracaktım keyif içinde, son romanımı yazmak üzere, herkes öyle yapıyor, ben de yapabilirim: ne diyordum rebeca? 45 yaşındaydım o sırada, hayır ben değil, o 45 yaşındaydı ve ben o değilim, 45 yaşında da olabilirim, zamanı gelince ve hayatta kalınca ama o adam ben değilim, sadece o adamın, hayali ya da sahici, veya mazici olan adamın, yerinde olsaydım napardım tarzında da düşünmüyorum, siz öyle düşünüyorsanız, bu sizi ilgilendirir, ve beni ilgilendiren meselerle ilgilenmeye devam ederseniz, size maaş ödemek zorunda kalabilirim: öyle olmuyor mu bu işler kaptan angelica? hiç bir şey anlamıyor musunuz? şu an gerçekten ama gerçekten hiç birşey anlamıyor musunuz? hiç satmıyor olmamın nedeni bu değil ama, hiç satmıyorum çünkü satılık değilim, hepsi bu dostum, olay bu kadar basit ve sen bu basitlikte bir şey için: "ööğ çok sıkıcı" diyorsan ve hemen ardından, bir ya da beş ya da on ya da on beş saniye içinde, em, es, en, adı içinde kaç tane bayan kondisyoner olduğunu sayabiliyorsan, zaten sana alıcı gözüyle bakmazdım, eğer bir yazar değil de yazarkasa olsaydım.. yani biri diğerine okuyucu, ikisi öbürüne alıcı gözüyle bakıyor olabilir de, o yüzden şe ettim ben de..
çok mu sinirliyim? yazarken sinirli olabilen bir yazar, yazar değildir, çünkü yaptığı işten keyif alamayan, herhangi bir durum şart ve koşula bağlı olmaksızın her türlü hava şartlarına rağmen gökten düşen perilerin ona fısıldadığı anlarda, sinirli de olabilen veya sıkılan veya bitse de yatsak diye düşünen biri: yazar değil ancak ve ancak yazı işçisidir.. ve hiç bir işçi, yaptığı işi gerçekte keyif alarak yapmaz.. keyif alarak yaptığını söylüyorsa, patronla arasında özel bir bağ kurmak istediği içindir bu çünkü bedavaya çalışma teklif edildiğinde, melda da yoksa işin içinde, olmaz diyorsa, o adam rol yapıyordur ve rol yapmak demişken: 45 yaşındaydım o zamanlar ve eski sevgilim yeni karım olduktan ondokuz sene sonra eski karım haline dönüştü ve hemen ardından trafik kazası geçirdi ve hemen ardından adam ona saygı gereği onun cenazesi ile ilgilendi ve hemen ardından başlayacak olan bu güzide öykü de, kısa bir mola vermek isteyenler için araya aldığımız reklamların sonunda, sizinle tekrar birlikte olmanın heycanı ve mutluluğu içinde olacağımızı bilmenizi isteriz, sayın ve sevgideğer okurlar.. ne diyordum jessika? 45 yaşındaydınız ve henüz evli bir kadınla ilişki kurabilecek kadar sapıtmamıştınız efendim.. ancak eski karınızın, kendisi için sizi terk ettiği herifin tek karısı size asılıyordu.. hayır manyak orasını daha sonra yazıcaksın, öykünün henüz başındayız, herşeyin içine ettin, konu anlaşıldı, tüm sırlar deşifre edildi, şimdi ilgi ve merakı nasıl maksimum düzeyde tutup sayfalarca dedikodu yapacağız söyler misin? bilmiyorum efendim ama bana demiştiniz ki, ben tıkandığım zaman sen kendi kendine bir şeyler de uydurabilirsin ve ben işte tam o sırada hayır jessika hayır, bunları sil lütfen, öyküyü en baştan anlatmaya başlıyorum ve sen de lütfen en baştan benim söylediğim şekilde yaz, yoksa başka bir sekreter tutmak zorunda kalacağım, o kadar para kazanıyorum şu meslekten bir türlü kafası çalışan bir yazıcı bulamıyorum, özür dilerim efendim özür mözür dileme, baştan alıyoruz peki efendim yaz şimdi yazıyorum o zamanlar 45 yaşındaydım, ve benim için neyin doğru neyin yanlış olacağı ile ilgilenmiyordum, ve eski karım ölmüştü, trafik kazası, önce beni boşamış, ardından da, freni boşanan bir kamyonun altında gökten boşanarak yağan yağmurlur eşliğinde kalarak hayattan boşanmıştı.. sonra noldu biliyor musun?
kendisi için beni boşadığı herif kılını bile kıpırdatmadı, cenazede yoktu, cenaze namazında yoktu, günler sonrasında olay unutulduğunda dahi mezarlıkta görülmedi ve aradan tam üç yıl geçti, ve üç yıl sonra bir gün bir bankaya girdim.. bankadaki veznadar olan hanım, adamın eşi çıktı.. ve ben kredi başvurusunda bulunduğum sırada telefon numaramı almıştı, ve üç gün sonra beni aramıştı, gecenin bir yarısı, sarhoş, mutsuz, umutsuz, azgın bir bayan.. bu arada bayan demem gerekiyor öyle değil mi sayın kitapları inceltme kurulu baş heyeti? aradı ve dedi ki: "meraba ben bankadaki." falan filan. sonra ben ondan mükemmel bir şekilde istifa ederken, istifa değil istifade olucak efendim ne dediysem onu yaz amanda amanda değil efendim, jessika ben ne diyorsam osun, yaz peki efendim yaz, istifade yaz ama “de” ayrı olsun, “istifa de”. bakalım bu kez türkçeyi bozabilecek miyim.. sonra bu hatun sayesinde ben heriften intikam aldım.. bu kadar, bitti işte.. tamam. öykü bu. konu bu.. şimdi ben bunu, sırf sayfa sayısı arttıkça fiyat da artıcak diye 512 üssü sekiz kez sıkılarak yazsam, siz bana küfürler etmez misiniz, verdiğiniz 22 virgül sekiz kuruş için, edersiniz değil mi? şu an para vermiyorsunuz, ki ben de sizin 512 sayfa vaktinizi çalmadım, o yüzden şikayet etme hakkınız da yok, kapitalist kurallarla çalışıyorum ben, kapitalist olmasam da saygım var sisteme, ve buraya sizi ben çağırmadım, alın okuyun demedim, kötüyse, kötüdür, iyiyse iyidir, ben keyif aldım tuşlara basarken ve yazarken kulağıma fısıldanan notaları icat eden müzisyenler de keyif aldılarsa o güzide şarkıları yaparken, sorun yok.. sizin hoşunuza gittiyse, eyvallah, ne diyebilirim, gitmediyse, gene bekleriz efendim, gelir ya da gelmezsiniz, bu da tamamen sizi ilgilendirir, ben sadece kendimizle ilgiliyim.. eyvallah.. 17.10.2011 - 1100
Farklı Kaydet olanları anlatıyorum. nerden başlamak gerek bilmiyorum oysa. beynimde dönup dolaşan bir bütünü kağıt üstüne nasıl kusmalıyım. ilk ilmek. bu örgünün ilk ilmeği neydi acaba ki gerisi geldi. şu an hücremdeyim. işte karanlık, kapı, yatak, masa falan. bir pencere var. biraz yüksekte. geceleri bi kaç yıldız görüyorum. hepsi de bu. arada bi, bi gazeteci geliyor ziyarete. oda “bişiler anlatırsa gazetemde yayınlarım” hesabına. başkada gelen giden yok zate. bölesi daha iyi aslında. ilk zamanlar gelen giden bi kac eş dost vardı. gözlerimin içine baktıklarında, bi kitap dolusu küfrü yemiş gibi oluyordum. bunu hissediyor olmalılar. genede umursamıyormuş gibi, ‘naber’ diyorlardı ‘iyisimisin burda. yemekleri nasıl? alıştınmı?’ bu soru sizede tuhaf gelmiyormu? alıştınmı? alışmak. sizce önemli olan alışmakmıdır? geçmişi özlemiyor değilim. ama bu başka bişi. yani alışmak. bazı zamanlarda artık özlemeyede alışıyor insan. ve artık hissetmiyorsunda özlediğini. sanki bıçak saplıyorlar bi tarafına. ve ilk anda acıtıyor canını. ama çıkartmıyorlar bıçağı. ve zaman geçio. artık o acıya alışıyorsun. bıçak saplı. acıyorda olabilir belki. ama alışmışsın ya. hissetmiyorsun bile… hah… alıştım diyorum evet. siz de gelmeyin bi kaç ay bak nasıl alışıcaksınız benim olmayışıma.
gecmişe dönup baktığımda, sanki hayatım boyu burdaymışım gibi hissediyorum ken-dimi. hep burda. sanki dışardayken geçen o zaman, başka bi hayattaymış gibi. sanki ölmuşum o hayattada, 2. kez burda, bu hücrede doğmuşum gibi. tuhaf. bide neden yaptığımı sorup durdular. sustum. mahkeme sırasında da susmuştum zaten. ne diyebi-lirsinizki? birisini öldürmüşsünüz sonucta. her şey ortada. asıl serbest kalsaydım daha kötü olurdu benim için. o kadar gazete, tv, manşet falan filan. ve dışardasınız. nasıl yaşayacaksınızki? şimdi en azından hissettiğimi hisseden insanların yanındayım. dışarsı cehennem gibi geliyor artık. “şartlı tahliye 12 yıl sonra.” yok canım, şartlı bişi yok za-ten. izlediğim bi dizi geldide aklıma. adam birini gebertmiş. hapse girerken böle söle-niodu; “şartlı tahliye 12 yıl sonra.” oysa herşey normalmiş adam katil olmadan 2 dakika öncesine kadar. markete girmiş. alışveriş. kasa. ödemiş parayı. tam çıkarken de biri buna çarpmış. aldığı şeyler yere dökülmüş. çarpan kişi hiçbişi olmamış gibi yoluna devam edincede; boom! bir anlık işte. görüyorsunuz. herkesin başına gelebilir yani. benimki bir anlık değildi ama öncesinde herşey normal de değildi. şimdi anlatmaya calışıyorum işte, belkide anlamaya. gazeteci bir kağıt kalem, geceleride yazayım diye kucuk bi lamba ve bikac özel istek ayarladı. kabul görüldü müdür tarafından da…. hoş ben istesem ‘hadi ordan’ tarzı bi siktir çekme girişimi olurdu ya. bakış açısı işte. gazeteci ilgilenio benle… sevio gibi görünüo. eğer herşeyi yazarsam bana para vericeklermiş. bende işin ucunda para olunca, ‘yazarım’ dedim ‘ama para yerine uyuşturucu ayarla bana…’ her yerde var pislik. herkesde farkında aslında. herkeste bir noktada bulaşmış durumda. ama sadece, en son kimin ustune bulaşmışsa çamur, o çekiyor cezasını.
geceleri yatınca uyuyamıyorum 4-5 saat kadar… sabahta sayım oluyor… erkende kaldırıyorlar. bok varmış gibi. sanki biz uyurken sayılamayız. diziyorlar sıraya. 1 mehmet akın. 2 huseyin avni. vesaire… sonrada uyunmaz zate. şimdi herşey, sanki eskiden seyrettiğim yuzlerce filmden biriymiş gibi geliyor bana. ‘kötuluk iyidir.’; bunu bir pc dergisinde görmuştum. bir oyunu böle yorumlamışlardı. oysa ilk başlarda gusel gidiodu herşey. ama öylesine battımki, tekrar su yuzune cıktığımda bir balığa dönüştüğümü ve artık karada yaşayamayacağımı farkettim… tersine evrim geçirmek gibi bişi. hala örguye başlayamadım sanırım. kafamın icindekini nasıl boşalmalıyım? hmm. onu öldürdüm. baştan bunu söleyeyim… çok kez neden sorusunu sordum kendime. hic bi zamanda verdiğim cevabın doğruluğundan emin olamadım.
bazı geceler onun, beyaz ve vücudunu tamamen gösteren incelikte bir elbiseyle, bir şekilde bana yaklaştığını görüyorum. koşmaya başlıyorum. ama kaçamıyorum ondan. yetişiyor. ve beni yakaladığında “seninle deliler gibi sevişmek istiyorum” diyor. işte o an uyanıyorum her nedense. karanlık. gördüğüm tek şey karanlık oluyor.
9 haziran 2004
karınca duası
bir halısı bile olmayan, bomboş bir evde, oturmuş bekliyorum. bankanın tekinden çekmeyi başardığım yüksek meblağlı bir kredi sonucu almıştım bu arsayı, 2 ayda bitti inşaat.. ardından da, on dört yıldır çalıştığım işimden istifa ettim ve eve geldiğimde yaptığım ilk şey camları tuzla buz etmek oldu. sonra kapılara giriştim. banyo ve tuvalet ardından. sonra, tavan. ve tabii ki zemin. evin her yerini kırıp geçmek istiyordum ve beş kuruş param yoktu ve yaşım otuz altıydı. ardından, sağ bıraktığım tek odanın ahşap olan parkelerine baktım, çömelip. bir karınca, yürüyor, yürüyor, yürüyordu. izledim onu. diğer odaya geçti. oradan mutfağa. duvara tırmandı. pencereden çıkıp, ön balkona indi. oradan bahçeye. sonra sokağa. peşinden gittim onun ve bu sırada birkaç araba ve birkaç insan tarafından ezilmesin diye verdim mücadelemi. ne için yaşamıştım bunca zaman? öldürdüğüm onca insanın ardından, bir karıncaya, evine ya da her nereye gidiyorsa, oraya kadar refakat etmem, günahlarıma karşılık gelen bir iyilik sayılır mıydı? ama hayır.. sonra.. sonrasında, düşününce, karıncanın gidecek bir yerinin olmadığını fark ettim. evimde, arkadaşları ile beraber yaşıyorlardı diye düşündüm. ben o arsayı satın alıp, keyfime uygun bir şekilde tasarlattığım sırada, onları yurtlarından çıkarmıştım. istifa ederek, öldürmeyi ve dahası, başka bir takım insanları yerinden ve yurdundan etmeyi ret ettiğim gün, eve gelip, hayatımdaki hiçbir şeyi değiştiremediğimi fark ettim. ve O’nun gözleri çok güzeldi.
o kadar çok ölü göz görmüştüm ki, ve o kadar çok feryat, acı dolu haykırışlar, tahammül edemeyecek duruma gelmiştim artık. bir köye gidiyor ve orayı yerle bir ediyorduk. evlerini yakıyor, köyün kadınlarından istifade ediyor, ardından karakola dönüp, maskelerimizi çıkarıyor ve haberleri izliyorduk. “terör örgütü, bir köye daha saldırdı.” dünyadaki tüm devletler, kapsamlı ve son derece mekanize birer terör örgütüydü. bunu zaman içerisinde fark ettim ve şimdi sizden af dilenecek de değilim. günah çıkarmıyorum. aksine, son derece konformist bir şekilde yaşamaya devam etmeme de ramak kalmıştı. kapı çaldı sonra, kargo şirketi. karıncayı avcuma alıp, eve gelmiştim. onu bir etipuf kutusuna hapsetmiş, yanına da birkaç ekmek kırıntısı atmıştım ki, kapı çaldı. bir ay önce siparişini verdiğim, özel yapım eşyalarım gelmişti. teslim aldığıma dair belgeyi imzalayıp, taşıma şirketinin çalışanları ile beraber eşyaları bahçeye indirdim. eskiden olsa, elimi bile sürmezdim, bırakırdım taşısınlar. insan bazen, parayla satın aldığı hizmetler sonucu, kendisini, dar bir çevrenin tanrısı ilan edebiliyor. O’nu unutabilir miyim acaba?
ardından, yakınlardaki bir benzin istasyona gidip, benzin aldım. klişe ha? ne dersiniz. ne fark eder. bir konuda karar verirken, daha önce ne kadar çok kişinin aynı şeyi tekrar ettiğini ve ne gibi sonuçlar elde ettiklerini pek düşünmezsiniz, bunu ancak devletlerin ya da son derece kurumsallaşmış şirketlerin, vicdanları kurum bağlamış olan üst düzey çalışanları yapar. karar mekanizmaları, sadece kâr-zarar-kayıp-kazanç ilişkisine odaklanmıştır. ve O’nu öldürdüğümde henüz on dört yaşındaydı.
sonra gece oldu işte. beklersin ve güneş batar. beklersin ve güneş doğmak bilmez. gece yarısı, benzini, bahçedeki tüm eşyalarıma ve evin her köşesine boca ettim. ve güneş doğana kadar bekledim ki, yangın yan evlere sıçrarsa, birkaç kişinin daha, üstelik yanarak ölmesine sebebiyet vermeyeyim. ilk kez birini öldürdüğümde, yaşım yirmi beşti. yolun yarısını çoktan aşmış, sona yaklaştığımı hissetmiştim, birinin son duasını bile etmesine izin vermediğimde. ama gerçekten, o küçük kız, gözlerime baktığında, bunun son cinayetim olduğunu biliyordum. gerçekten bu hale gelmemek için yapmam gereken şey ise, ilk intikalimizde, timimdeki herkesi öldürmek, ardından da, onların terörist değil kendi askeriniz olduğunu, ifşa etmekti. imkansız artı imkansız olan şey yani. ve O öldüğünde ise, elinde ne bir taş, ne de bana zarar verebileceği bir eşya vardı.
doksanlarda, terör adını verdiğimiz şey, daha etikti oysa. şimdi şartlar eşitlendi. her iki tarafta, aynı derecede kirliliğe erişince, özgürlük adına verildiği söylenen mücadele, iktidar kavgasına dönüştü. ve iktidar, kanın en saf haline enjekte edilen panzehirsiz bir virüstür, mülkiyet aşkının ışıklarını yakan bir tutkudur ve otoritesiz hiçbir şekilde uzun ömürlü olmaz. bunları yeni yeni anlıyor değilim. kendimi satmaktan vazgeçtiğim için, artık böyle düşünüyorum. yani doğru olduğunu bildiğimiz şeyleri, bazen düşünmek istemeyiz öyle değil mi, çıkarlarımızla örtüşmedikleri için olmalı bu. ve inanın bana, o kız gibi binlercesi, dünyanın çeşitli yerlerinde, öldü ve ölecek, her an, her saniye, duymuyor ve görmüyor olmanız, bu durumu engellemiyor. güneş doğmak üzere. birazdan bu yazdıklarımı, telefonum sayesinde, internette paylaşıp, ardından bahçemi yanan bir meşaleye dönüştürücem. sonrası, sabah paramparça ettiğim evime girmek olucak. yan babylon yan. bir sigara yakıcam. ve boom. çünkü akşamüstü bir tüp aldım ve karıncamı bulduğum odada beni bekliyor O. umarım öbür taraf diye bir yer vardır ve orada O’nunla karşılaşırım. 6.temmuz.14
:: pejmürde ::
üzerine söz söylemeye değmez bir adamım ben.. ama bir kitap yazıyorum kendi üzerime.. değmiyecek biliyorum.. değmiyorda zaten.. değemiyor.. değemiyorum.. üzerime düşüyorum.. değer görmüyor bu estetik.. oysa filme alınmalı ve aktarılmalıyım sonrama.. bir pejmürdenin anıları.. değersiz.. tıpkı bir balığın kılçığı gibi.. insanlar değer vermez.. kediler ölür uğrunda.. bakış açısı işte.. oysa bir yaban otu olmak isterdim ben.. aniden çıkıvermek yerin dibinden.. kedi olmaya bile razıydım.. insan olmakla cezalandırıldım..
ve beni 'yenmeye değer' bulacak birkaç kedi bulmalıyım..
***
sanırım bir aldanış tüm kaçış planları.. ölürken söyleyeceğim son söz 'neyse' olucak.. 'neyse boşver' gibi.. 'neyse salla' gibi.. 'neyse işte' gibi.. 'neyse ney' gibi değil.. 'neyse oldu bikere' gibi.. ama tamamlayabilmeme izin verilmemeli.. neyse.. hepsi bu.. sonrada ölmeliyim..
sanırım bir aldanış tüm kaçış planları.. 'dünyayı değiştirmeye çalışmıyorum' diye bağırdımı hatırlıyorum, 'dünyayı değiştiremezsinki' diyen bir adama.. dünyayı değiştirmeye çalışmıyorum.. ama ayak uydurmakta istemiyorum.. ayak diremekte değil bu yaptığım.. sadece yaşıyorum işte.. ama sürekli kiprit çöpü sokuyorlar kulağıma..
tüm kaçış planları.. hemde tümü.. bir aldanış.. sanırım..
'sanırım' en çok sevdiğim kelimelerden biridir.. en çok sevdiğim kelime 'neyse'. mitoloji okumak istediğimi bilmiyor kimse.. çocukken yaptığınız bir hatanın bedelini ömür boyu ödemeniz isteniyor sadece.. ödüyorsunuz.. ödüyorsunuz.. ödüyorsunuz.. sonu yok.. bir lanet.. tıpkı lilith'inki gibi.. ondan bana geçen.. bir lanet.. alıştım artık.. alıştırdım onuda.. yada tam tersi!
sanırım.. bir aldanış.. tüm kaçış.. off.. neyse..
bu boktan öyküyü neden yazdığımı bilmiyorum.. canım sıkıldığı için yazıyorum diyorum ama gerçekten neden yazdığımı bilmiyorum.. işe yarayacakmı bilmiyorum.. bu kitap yazma işine çok taktım..
"Bu para kazanma işine çok taktım" diyor pac.. "korktuğumuz bir şey yok. Şimdi bana sorun çıkaran damgası vuruyorlar, çünkü bir gangsterim"
"Bir katil değilim" diyor pac.. "ama beni gaza getirmeyin. Öc almak am almanın yanında en zevkli şey olabilir. Anlatılan paragrafları düşünün, alıntı yapılan akıllıca sözleri"
"bu kitap yazma işine çok taktım.." diyorum.. "korktuğum bir şey yok.. şimdi beni toplatmaya çalışıyorlar.. çünkü ne? yazdığım paragrafları düşünün, alıntı yaptığım akıllıca sözleri.."
sanırım bir aldanış tüm kaçış planları.. en sevdiğim kelime gruplarından biride; "bakış açısı işte"dir.. bakış açısı işte..
kimse içinde bulunduğu durumdan memnun değildir yaşadığım yerde.. zerre umut yoktur yüzlerde.. 'başladık bir kere, yarıda bırakmak olmaz' edası ile yaşarlar bu hayatı.. ben mi?
Benim hayatım elimde patladı..
Bir ölü bombaydım ben.. hayat bomba.. ben ölü.. etrafıma sarmışlar bi kere.. hayat sarmıyor beni.. hayatı sarmışlar etrafıma.. 'gönül bağı' adlı ipler.. ve elimde patladı işte.. pimi ben çektim.. ölen ben değildim.. ben zaten ölüydüm, sölediğim gibi.. etrafımdakilerde ölmedi.. kimse ölmedi.. incindi ama ölmedi..
ve işte şimdi buradayım.. üzerine söz söylemeye değmez bir adamın anlatıları.. ve işte şimdi buradayım.. ama işlerin bu noktaya nasıl geldiğini anlatmayacağım.. en azından şimdilik.. neyse..
1. 'bir şeyemi kırılmıştı? insanlar çokmu kötülük yapmıştı ona? acımakmı gerekiyordu onun bu haline.. yani bumuydu doğru olan..'
sen, senin vicdanını rahatlattıran bu tip kaygılar, ve dahası bir yığın şüphe ile bakıyorsun yüzüme.. oysa birde bana bak, bak ben sana nasıl bakıyorum, kendine bak bir defa..
günlerim sokaklarda geçiyor.. uykumun geldiği yerde, salıyorum kendimi boş bir caddeye.. ben uyuduktan sonra o caddenin kalabalıklaşması değil önemli olan, ben uykunun derinliğine inene kadar ses olmasın yeter.. sonra pazar yerinede dönecek olsa o cadde, uyandıramazsın beni.. ancak ben uyanırım, uykuya ihtiyacım kalmadığı takdirde.. lakin yeni uyandım.. güneş henüz selam durmamakta bana.. gökyüzü bulutlu.. yağmurun yağma ihtimalini hiçe saymamak gerek..
saat sabahın… saat kaç? saat yok.. sen uyuyorsun hala.. işine giderken beni görecek olan sen'ler; uyumaktasınız hala.. güneşle birlikte uyanacak, ve havanın nasıl olduğuna bakacaksınız pencerenizden.. gözlerinizde de hep bir önceki gecenin borçları birikmiş olucak; uyku borçları bunlar.. lakin her pazar ödenir bu borçlar, şimdi işe geç kalmama vaktidir; acele etmeli! bense canım isteyince uyuyor, canım isteyince uyanıyorum..
sen şimdi televizyonun ve kahvaltın arasında bir kuklasın.. ellerin ağzına bir şeyler taşırken, kulakların ve gözlerin son havadisleri naklediyor beynine; kahvaltı haberleri? duvarlarını çok pahalı ve herkesinde öyle kolayca algılayamadığı tablolar ile donatmışsın.. evinin bir duvarını tamamen kaplayan kütüphanen.. ve işte cd'lerin, dvd'lerin.. hepside orijinal.. sen dürüst bir insansın!!
ah, işte gazeten.. bak bakalım bireysel emeklilik hakkında neler yazıyor.. ömrünün, en çok ne kadarını çalışmayarak geçirebilmeni, hangi sigorta şirketi karşılıyor.. bide bana bak; hayatın boyunca emekliydim.. çöpleriniz ise emekli maaşım.. çöp tenekeleri bankamatik.. şifre kullanmıyorum ben! kedilerle paylaşıyorum artığınızı.. onlar şifreden anlamaz..
karına, ortada hiçbir neden olmadığı zamanlarda bile kızıp bağırıyorsun.. gerginsin çünkü.. bugünkü mesainin yarattığı stres? bide bana bak, ne kadar dinçim.. televizyonun senin olsun.. kitaplarında.. ve tabloların.. hepsi senin.. bankaların, okulların, hükümetlerin, senin.. orduların.. fabrikaların.. hastanelerin.. hepsi senin… sen çok tükettiğin için mecbursun çok çalışmaya! bide bana bak; artıklarınız kadar tüketiyorum..
2. seninkine yaşamakmı denir?
hayır efendim, yanılıyorsun, asıl benimkine yaşamak denir..
hergün bir sürpriz çıkar ümidi ile, daldırıyorum elimi çöplere; birkaç parça kuru ekmek.. biraz süt, ama bozulmuş sanırım.. bir poşete konan makarna.. hmm fena kokmuyorlar.. 'yenilebilirler' kararını verdikten sonra, torbama koyuyorum ekmekler ve makarnayı.. olursa, birkaç parçada gazete kağıdı işte.. ardından başka bir çöp tenekesine doğru yol alıyorum.. bugün bir eğlence bulamadım.. bir mizah dergisi mesela.. yada eski püskü, yırtık pırtık bir kitap, belki yırtılmış resimler, mektuplar.. kediler ne anlar bunlardan.. çöpçüler zaten incelemez.. ama ben? bir keresinde, bir resim bulmuştum.. 3 parçaya bölünmüş bir resim, kız ve erkek sarılmış birbirine… yo hayır, saklamadım elbette.. salak değilim! ama düşündüm bu konuda, demekki dedim, erkek kızdan ayrılmış, ve resminide yırtıp atmış.. hepside bu kadar! daha fazla düşünmeye ne hacet! en çok bulduğum şeylere gelince; porno dergiler, gazeteler, okul kitapları, eskimiş giysiler ve yırtık ayakkabılar.. nadirende olsa yırtılmış resimler çıkıyor işte.. ama elbet bir gün, bir tomar aşk mektubu bulacağım.. sanırım yakılıyor onlar, çöpe atılmıyor..
nasıl yiyebiliyorum bunları?
sanırım aklınızı en çok meşgul edebilecek sorulardan biride bu.. iğrençlik mi? hayır asla! böle düşünmenizin sebebi, hayatınızı içinden geçirdiğiniz pota! korkularınız böle düşünmenizin nedeni.. ve elbette 'başkaları benim hakkımda ne düşünür' başlığı altında sıralanan kaygılarınız.. hayatınızın, içinden geçmekte olduğu pota!
hey, ya hastalık kaparsan?
Hah ha.. hastanelerden tiksindiğime göre, hastalık kapmamaya özen gösterebilirim öyle değilmi? ama mezardanda tiksinmiyorum çok şükür.. ölebilirim.. ölebilirmiyim? önemsenirmiyim?
Ama düşündümde, sizde pek steril besleniyor olamazsınız.. ha? Özellikle lüks bir lokantadan tıkınan zengin bir pezevenk iseniz? Gülerim halinize.. Pazar sabahları kahvaltınızı dışarda yapıyorsanız bir de.. gülerim.. hele hele garsonlara kıllık yapan bir tip iseniz..
Çayınıza tükürmelermi ararsınız, çorbanızı parmaklamalarmı.. intikam soğuk yenen bir yemekmiş.. sıcak bir çorbanıza işemek isterdim doğrusu.. intikam sıcak içirtilen bir çorbadır..
3.
sen iştesin şu an, ilk azarını işittin patronundan ve buna mukabil azarladın ilk işçini.. peki ya ben?
yoldan geçen insanlar.. burası şehrin kalabalık bir bölgesi.. günlerden ne? ben ne biliim! bide bunun hesabını tutmamı beklemeyin benden.. ben, hangi çöp kutusu daha çok ürün verir, bununla ilgilenirim.. bide yoldan geçen insanlarla.. giyimleri, konuşmaları, hal ve haraketleri.. elbette dış görünüşü ile yargılamam kimseyi.. bu hastalığı henüz bulaştıramadınız bana.. ama genede bakarım insanların giyimlerine.. ve konuşmalarına.. hal ve hareketlerine.. bir ülkenin ne kadar çok kalkındığı insanlarından belli olmazmı dersiniz? banane kalkınmadan! ben insanların müsrifliğinin ne kadar çok arttığı ile ilgilenirim.. e buda kalkınma ile alakalı olmasa gerek.. adaletlede.. hahha..
bu caddede iyi geçiyor zaman! eğleniyorum.. polisler ve korsan cd'ciler.. bir koşuşturmacadır gidiyor.. dört gün önce, yol kenarında bulduğum bir gazetede, bu konu ile ilgili bir yazı vardı.. okumamız yazmamız var çok şükür.. o kadarda cahil değiliz azizim.. şöle diyordu yazar; "devlet bu işi bilerek engellemiyor". ona göre, yazarların aç kalması devletin lehine imiş.. ilginç tabi.. bi ara, bu korsan kitaplara ne yapıldığına merak sarmıştım.. bi kitap okumak isterdim doğrusu.. bazen kitap edinebiliyorum elbette.. ama her kitapta okunmazki canım.. 'deniz arman' kitap yazsa mesela.. yada 'hadi uluengin'. hadi canım! yok deve! yok papirüs.. şimdilik sadece 2 gazetede birer köşe işgal etmekteler çok şükür, allah daha fazlasından korusun bizi.. amin..
hayatı henüz o kadarda boşlamadık gördüğünüz gibi, biliriz kim ne bok yer bu ülkede.. bir adam var, emekli albay olsa gerek.. her gün bi kaç gazete alır, ertesi günde onun evinin önündeki çöpten ben alırım.. ah keşke bulabilsem şu korsan kitaplar nereye götürülüyor.. benimde bu tip sıkıntılarım var işte.. peki ya senin?
sen şimdi, bu ayki taksitlerini ödemenin derdindesin.. kendini işe veremiyor olmalısın.. uyuma!
4. yavaş yavaş dolmakta sokaklar.. fırınlar ve gazete bayileri, çoktan yaptı şefteyi.. henüz korsan cdci ve kitapçılar yok görünürde.. ne zaman iş başı yapacaklarına, kendileri veriyorlar kararı..
otobüs durakları.. üniversite öğrencileri belli ediyorlar kendilerini.. hal ve hareketleri çok orijinal.. herkes bişey sanar bunları.. oysa ben bilirim işin iç yüzünü.. boş iş bunlar.. çok boş.. okul bir şey vermez adama.. ama bi müddet gitmek iyidir.. en azından sana birşey vermediğini anlayana kadar gitsen iyi olur.. bunu anlayabiliyorsan ne ala! ama okuma yazma öğrenmek iyidir..
"bir ayyaşın öğütlerini dinlemek ilginç olsa gerek" dedi biri.. bu benim arkadaşım.. geldiğini görmemişim.. benden oldukça küçük.. henüz lise 1'e gitmekte.. yada gitmemekte.. ben mani olmadım elbette.. bu onun kendi fikri.. bazen beni bulursa, takılırız onunla.. ama devamsızlık hakkı dolmuş.. henüz okul açılalı 1,5 ay oldu, bu ne hız! bana çekmiş, belli.. ama annesini tanımıyorum.. genlerden gelen birşey değil kısacası bu benzerlik.. zaten tanrının bu yaptığı bana çok yanlış gelmekte.. tanrı hata yapamaz kimine göre.. kimileride atalarını tanrılaştırır.. şimdilerde kapitalizm bir 'gen' gibi yapıştı içimize.. seri imalat yani.. genler.. neden genlerimiz belirlerki bazı şeyleri. tanrı neden böle bir şey icad etmişki.. genler.. yo hayır kapitalizm.. tüketim fetişizmi! ben dudakları tercih ederdim.. fetiş konusunda yani..
5. arkadaşım okula gitmek için durakta beklemeye başladı.. henüz onaltı yaşında.. benmi? boşverin bunu.. onu görebiliyorum.. yolun karşısında şu an.. günlerden cuma imiş.. ve okula geç kalırsa devamsızlıktan kalabilirmiş.. ayrıca sınavının olduğunuda söledi bana.. kopya çekecekmiş.. akşamdan hazırlamış.. aslına bakarsanız zeki bi çocuk.. ama daha öğreneceği çok şey var..
ben mi? ben öğreneceğimi öğrendim.. beynim tamamiyle doludur, istemem yeni bir fikir.. hele ki ülkenin yada dünyanın gidişatı söz konusu ise, hiç açık değilimdir yeni ve değişik çözüm yollarına.. ama genede merak ederim insanların ne düşündüğünü.. ama düşüncelerime pekte fazla etki edemezsiniz artık.. o yaşı çoktan geçtim ben.. eğer yapabilseydeniz, öğrencilik yıllarımda eğitebilirdiniz beni.. şimdi mi? Artık sıra bende;
"Çılgınlık yok, beni savunun, başaramayana kadar suçu üstleniyorum Beni sansürleyin ve öğrendiğim derslerden çocuklarınızı uzak tutun"
buradan 5-6 sokak ötede kaldığım bir yer var.. terkedilmiş, yıkık dökük bir ev.. 3 gün önce buldum orayı.. daha öncesindeyse, yetmişine basmış bir dedenin yanında kalmaktaydım, dedede bir caminin abdesthanesinde.. bu caminin abdesthanesi, camiye bağlı küçük bir kulübeydi ve 2 adet sedir vardı içerisinde.. bu dede orada kalıyordu geceleri.. gündüzleri ise, namaz vakitleri dışında limon satıyordu.. bir filesi vardı.. ve limonları.. kazandığı paranın bir kısmı ile yeni limonlar alıyor, diğer kısmı ilede gıda ihtiyaçlarını gideriyordu.. gevrek, poğaça, çay gibi ucuz yiyecekler işte.. fakirliği seçmek erdeme götürür! onun yanında kalmama izin vermişti.. ancak bir süre sonra, caminin imamı karıştı işe.. "hayır" dedi.. "olamaz.. bu serseri burada kalamaz.. baksanıza namaza bile iştirak etmiyor.." bu evi buluncada oradan ayrıldım.. ancak hala su ve tuvalet ihtiyaçlarımı oradan gidermekteyim.. imama görünmeden tabii..
kaldığım yeri anlatayım birazda.. 3 gün önce buldum burayı.. hiç eşya yoktu evde.. sanırım yarım kalmış bir gece kondu inşaatı yada yıkımı yarım kalmış bir gece kondu.. belediyeden 'yuva imha ekipleri' gelene kadar kalıcam burada.. elektrik ve su tesisatı yok hiç.. zaten su istersem camiye gidiyorum.. tuvalet içinde aynı şekilde.. ve elektrik ilede işim olmuyor zaten..
arkadaşımın otobüsü geliyormuş.. kafamı kaldırınca, 'ben gidiyorum' der gibi bir el hareketi yaptı.. bende 2 kez başımı eğip 'peki' demiş oldum.. şu an bir bankta oturmaktayım.. arkadaşıma, bana bir defter ve kalem alabilmek gibi bir lüksü olup olmadığını sormuştum.. oda, din derslerine giren hocanın onlara bir defter aldırdığını, fakat daha sonra hiç kullandırtmadığını söylemişti.. ve bide kalem aldı bana.. şu an bankta oturmuş bunları yazarken, yoldan gelip geçenler bakıyorlar.. 'ne yazıyor bu deli' diye düşünüyor olabilirler beni bu muhitte sık sık gören, yüzümü hatırlayanlar.. ilk kez görenlerin ise ne düşündüğü meçhul.. ama ben bunu umarsamıyorum elbette..
başkasının benim hakkımda düşündükleri ile ilgilenseydim.. bunu düşündükçe gülesim geliyor biliyormusunuz? başkası benim hakkımda düşünür?
Kendi hakkımızda kendimiz ne düşünüyoruz? Yalan yok..
Size bir tavsiye, birinin güvenini en kısa zamanda kazanabilmek için yapmanız gereken ilk şey, kendi hakkınızda önemsiz küçük itiraflarda bulunmanızdır.. bu itiraflar yalanda olabilir.. önemli olan küçük ve değersiz olmasına rağmen kimsenin söylemeye cesaret edemeyeceği şeyler olmasıdır.. daha sonra koskoca bir yalanı afiyetle yedirebilirsiniz..
insanların gözlerinin içine bakarak nasıl ustaca yalan söylenir? Siktiredin böyle şeyleri.. benim yukarıdaki tavsiyemide siktiredin.. her tür kişisel gelişim kitabını yakın.. işi bir adım ileri taşıyın.. tüm kutsal kitapları yakın.. bir adım ileri, tüm anayasa kitaplarını yakın.. daha ileri, tüm fen bilimi ve ileri matematik kitaplarını yakın.. daha ileri gidin.. yakın.. yakın.. daha yakın.. burnumun dibine.. yaklaş yaklaş.. kafanı çevir, kulağınla ağzım aynı hizaya gelsin.. yakın.. tanrıyıda yakın.. ve devletleride.. ileri teknolojiyi.. medeniyeti.. en baştan başlayalım.. yeni baştan!
6. "ne yazıyon lan" "kitap"
bu cevabım çok güldürdü onu.. ciddiye almadı elbette.. bu adam bir korsan cd'ci.. 28 yaşında.. kendiside iyi bir müzik dinleyicisi.. bir çok kez kaptırdı tezgahını.. ama işşiz.. mesleğide yok.. bu yaşa kadar hep bateri çalmış, bi kaç gruptan geçmiş.. iyiymişte, öyle sölüyor.. ama bakmış olacak gibi değil, ülkede yaptığı müziği kaale alan yok, oda satmış baterisini ve paranın tümü ile cd almış.. şimdide işi ilerletti.. her gün ne satarsa, onu evde kopyalayıp, ertesi gün tekrar getiriyor.. sipariş alıyor falan.. geçinip gidiyor işte.. ama oda kırmış benim gibi, 'hiç bi getirisi olmayan işler'le uğraşmaktan.. onun içinde bir 'gelecek yok' yani.. hala ailesi ile kalıyor.. hala öğrencilik yapıyor.. hala askerlikten yırtmak için kasıyor.. hala bir geleceği yok.. (hangi gelecek?) hala 'no future'. şimdi tezgahını açacak.. yardım etmeli.. boş durmamak gerek..
7. günün sonu.. kulübemin önündeyim yine.. çimlere oturmuş bu satırları yazmaktayım.. yarın nolucak çok merak ediyorum.. bok gibi meraklıyım.. size kaldığım yerden biraz daha bahsedeyim.. burası bir tren yolunun yanı.. biraz ilerisi ise anayol.. bulunduğum yer otlarla kaplı boş bir arazi.. 17 adet ağaç var.. bizzat saydım.. zamanı nasıl tükettiğimi sanıyorsunuzki? Sizce zamanım nasıl geçiyor? arada sıradada tren geçiyor buradan.. ve tabi sürekli arabalar geçiyor.. yol kenarında, düzenli aralıklarla konulmuş lambalar var.. işte bu ışıklandırmadan faydalanmaktayım satırlarımı yazarken.. karşı taraf bi tepe ve işte bu tepeye inşa edilen evler varoş diye tabir edilen bölgelerden birini oluşturmakta.. düzensiz bi sırada yapılmış evler var ama göz zevkimi bozuyo değiller.. isteyen istediği yerde yapsın evini.. kime ne? ama öle değil işte, seyrekte olsa yıkım ekipleri gelebiliyo oraya.. ama evlerin hepside gecekondu değil elbette.. bulunduğum yerin güneyinde burası.. doğuya doğru ise, yirmi dakikalık bir yürüme sonucunda başka bir yerleşim merkezine ulaşabiliyorsunuz.. biraz daha iyi orada yaşayan insanların geliri.. batıya doğru çok fazla yürümek gerekli.. uzun bir yol uzanıyor, şehrin diğer semtlerine bağlanıyor.. kuzeyimde, yani arkamda ise bir deniz var.. elbette yüzülemiyor orada ve bir işimede yaradığı yok açıkçası.. zemin toprak.. yaban otları kaplamış heryeri..
bir yaban otu olmak isterdim.. aniden çıkıvermek yerin dibinden..
bu topraktan verim alabilirmiyim dersiniz? ekip biçebilirmiyim? anneme sormam gerekli bunu.. evet benim birde ailem var.. başka bir boyuttan ışınlanmadım buraya.. k-pax gezegeninden mesela.. ama burdan k-pax'e ışınlanmak fena olmazdı doğrusu.. 3 hafta kadar önce sanırım, yada 4.. evden ayrıldım.. yo hayır bir sorunum yoktu ailemle aramda, geleceğimin nasıl olması gerektiği konusundaki ayrılıklarımız dışında.. ama yaşanmayı bekleyen bir hayat vardı önümde ve ben bunu haftasonlarına hapsetmek istemiyordum.. şu an olduğu gibide yaşamak istemiyordum ama.. böle işte.. artık böle.. 21. yüzyılda bir ilkel olmaya çalışmıyorum.. hiçbir şey işin çalışmıyorum.. karnım acıkınca,
bişeyler yemem gerekir.. sıçmak yada işemem gerekirse tuvalete giderim. canım sıkılıyorsa ve uykum gelmiyorsa, fantezi kurar ve boşalarım.. uykum gelince uyurum.. bir günde evde ayrıldım.. canım bunu istedi diye değil.. böyle olması gerekti diye.. koşullar bunu zorunlu kıldı.. bense koşulların bunu zorunlu kılmasını.. beni kim 'koşulları buna zorunlu kılmaya' kıldı? İşte işin sırrı burada yatmakta.. sır tutmasını beceremem.. ama deneyeceğim ve bu yüzden şimdilik susmayı tercih ediyorum.. bakalım ne kadar süre dayanıcam..
bi gün, okulu bitiremeyeceğimi ve ailemin o kadar emeğine karşılık, verebileceğim bir diploma elde edemeyeceğimi anlayınca ki bu arada sırrı açıklıyor olduğumu anlamış olmalısınız, dayanamadım, neyse, bir diploma elde edemeyeceğimi anlayınca; "farz edin evlendim" dedim.. "ve beni düşünmeyin.. ben sizi ziyaret ederim..", … "elbette.. sık sık"
bir münakaşa oldu.. olmadı değil.. hemde nasıl bir münakaşa.. hır gür.. bağrış çağrış, incitici sözler, incilmeler.. hemde nası.. ama sonuçta, değiştiremeyeceklerini anladıklarında görüşümü, onaylamasalarda engellemekten vazgeçtiler.. aynı zamanda bu fikirleri kimin bana öğrettiğinide merak ettiğiler.. en çok merak ettikleri şeyde buydu zaten.. 'kim öğretio sana bunları'. bu ayrılık faslını size daha sonra detaylıca anlatıcam.. belkide anlatmam.. keyfime kalmış bişi.. sonuç olarak buradayım işte.. önemli olanda bu.. insan ideallerinin peşinden koşmalıdır bence.. nasılkı steinbeck'in morgan'ın korsan olmak için bir ara köle gibi satıldıysada, korsan olmuştur sonuçta.. insan haz almak için yaşamalıdır.. her ne olursa olsun, başkalarının canını acıtmadan, canının istediği şeyi yapmalıdır; onun iyi yaşamasını sağlayacak şeylere teslim olmak yerine.. şahsen ben hiç ama hiç dayanamazdım bir şirket patronluğu yaşantısına.. dışardan çok sıkıcı görünmekte bana tüm patron takımının hayatları.. yada patron takımının ayak işlerine bakma işi, mühendislik salatası falan yani.. dehşet sıkıcı.. bu dünyaya, hayatımı hafta sonları yaşamak hafta içi ise birilerinin hesaplarını tutmak için gelmedim ben.. neden geldiğimi sorarsanız bir cevap veremeyebilirim, tıpkı nereye gideceğimi cevaplayamayacağım gibi.. bir yere gittiğimde yok zaten, zamanın sonsuz döngüsünde bir tekrardan ibaretim sadece!!! Sonsuz dönüş.. nietzsche.. çakozladınızmı? Neyse, 'neden geldiğine dair yalın bir cevabın yok tamam ama peki neden gelmedin ve nereye gitmiyorsun' derseniz.. neden gelmediğimi ve nereye gitmeyeceğimi söyleyebilirim, evet bunu yapabilirim, şöyleki; cennete gitmiyorum.. ve haftasonları yaşamak için gelmedim..
bu yaşıma kadar, yani 22 yılımı, öğrencilik taklidi yaparak harcadım.. şimdide sabah 2 saat, akşam 2 saat olmak üzere günde 4 saat toplayıcılık yaparak harcıyorum.. mutlumusun derseniz? Bunu şu alıntı ile cevaplayacağım, Lakutin şöyle diyordu;
"Dostum, bu başıboş hayatı seviyorum ben. Soğukla, açlıkla başbaşasın; ama özgürsün... Karışanın görüşenin yok... İstersen kendi kafanı dişleyip kopar, kimse ne yapıyorsun demez. Çok açlık çektim şu günlerde. Aklımdan çok kötü şeyler geçti... Ama şimdi yatmış, gökyüzüne bakıyorum... Yıldızlar göz kırpıyor bana... 'Lakutin' diyorlar; 'dünyayı dolaş, kimseye kulak asma... Her şey daha iyi olacak...' "
"Everything's Gonna Be Alright, Everything's Gonna Be Alright, Everything's Gonna Be Alright, Everything's Gonna Be Alright"
***
ama başlangıçta zorlandığımı itiraf etmeliyim.. ilk bir hafta.. zamanımı nasıl değerlendirmem gerektiği konusunda kafamda önceden tasarladığım tüm planlarım yan yatmıştı.. şimdi ise bir evdeyim işte.. buna ev denilirmi bilmiyorum.. yada sizin modern dünyanızdaki ev tanımınızı karşılarmı burası.. bilmiyorum.. umursamıyorum.. işte burası bir ev.. ve işte burası benim evim.. siz ne derseniz deyin..
toplam 3 bölmeden oluşmakta benim cici evim.. bir duvar tamamen yok.. savaş gazisi gibi.. ve bu duvarı olmayan bölüm ile birlikte ikinci odanında çatısı yok.. sokaklar gibi.. son bölmenin ise üstü kapalı olmasına rağmen, dışarıya bakan 2 duvarında diktörtgen şeklinde küçük boşluklar var.. hayatım gibi.. sanırım bu boşluklar pencere olarak kullanılmaktaymış.. odaların ikisi küçük, biride o iki küçük odanın toplamı büyüklüğünde.. yani bir kareyi ortadan ikiye bölmek sureti ile elde ettiğimiz parçalardan birini olduğu gibi bırakıp, diğerinide ikiye bölüyoruz.. işte size 3 adet oda.. anladınız değilmi? bi duvarı olmayan odanın, işte bu duvarsız tarafından sızıyoruz içeriye.. ve bu oda büyük (diğerlerine göre büyük bir oda ama aslında çok küçük) odaya, o ise sonuncu olan üstü kapalı odaya bağlanıyor.. ancak üstü kapalı oda ile büyük oda arasında bir duvar ve kapı olarak kullanabileceğimiz bir boşluk yer almakta.. bir duvarı olmayan oda ile büyük oda arasında, odaları bölen bir duvar yok.. tavan ise oldukça alçak.. boyumdan 2-3 karış yüksek diyebiliriz.. zıplarsam eğer, başım tavana çarpabilir.. zemin ise toprak.. henüz soğuklar başlamadı.. ancak montum var, şimdilik evde bırakıyorum onu.. çöpten buldum.. çok kullanışlı.. ve sıcak tutacağa benzer.. neden atmışlar bilmem.. zenginlik işte.. tüketim fetişizmi.. aah dudaklar..
artık yavaş yavaş bir çeki düzen vermeliyim kendime.. sonrada evime elbette.. işe sakallarımı keserek başlamam gerekmekte.. uzun zamandır yapmadım bunu.. çöpten traş bıçaklarıda bulmuyor değilim hani.. ama şu an onları bir makas yardımı ile azaltmam gerekmekte.. bir berduş değilim ben! ayyaş hiç değilim; ama olanları da çok severim.. bir şarapçıdan zarar gelmez
adama.. ama şarap satarak zengin olma planları kurandan zarar gelebilir.. 'kuran'danda zarar gelebilir.. namaz karşılığı huri satın alabilirsiniz.. bunun neresi kötü? Bu uzun bir öykü..
façamı düzelttikten sonrada evimi düzelticem.. henüz yağmurlar başlamadı ancak havalar griye bürünmüştü bugün.. bu dengesiz şehrin yağmurunu bilirmisiniz? bir naylon ile üstü kapalı odanın pencerelerini kaplayayım diyorum.. nası olur sizce? Canım biraz konuşun sizde ama ya, hep ben anlatıyorum, kafa sallamaktan yada yüz ekşitmekten başka bişi yaptığınız yok.. hadi canlanın biraz.. ne diyordum, bak benide şaşırttınız şimdi, hah hatırladım, biraz giyim biriktireyim istiyorum.. ıslanınca değiştirmek gerekebilir.. ayakkabılarım idare ediyor şimdilik, ama bir çift daha bulursam yedeklerim. ne dersiniz, sizce başarabilirmiyim bu şekilde yaşamayı?
8. işte başlıyoruz.. hava kızıllaşmakta.. yani yaklaşmakta sarı dev.. şimdi, öncelikle çöpler kurcalanmalı.. getirilmeli kullanışlı ne varsa eve.. yemeli bir şeyler.. sonrasındaysa sürmeli eşeği albayımızın çöplüğüne.. bir banka oturulmalı.. okunulmalı dün nelerin olduğu.. sonramı? sonrası allah kerim.. fırıncılar yapar öncelikle işbaşı.. ve gazete bayileri takip eder onları.. işe giden insanlar belirir ardından.. ve seyyar satıcılar almaya başlar yerlerini.. akşama doğru ise birkaç parça eski gazeteyi, kağıdı ve teneke kutuyu toplayıp satarım.. bir demli çay.. bir pohaça.. allah ne verdiyse artık yumulurum.. bu arada beni ziyaret etmeye gelir belki eş dost arkadaş.. aaa yapmayın ama.. arkadaşlarımda var benim tabi.. size bir serseri olmadığımı söylemiştim.. sadece sokakta yaşıyorum ve çalışmıyorum.. tek farkım bu değil elbette.. bir makas bulmalıyım, makas.. böyle gitmez bu.. sonrada traş makinesi.. ardından biraz naylon.. tahta.. çivi.. uzun bir gün bekliyor beni.. yola çıkmalı.. boş durmamak gerek..
9. heey.. bir banktayım yine.. arkamda bir butik var.. müzik çalıyor orada.. güzel bir şarkı.. ama ne olduğunu söylemeyeceğim.. vazgeçtim, ipucu vermek istiyorum.. şöle diyor efsane; "Avladığım hayvanları Beslemeye başladım"
güne müzikle başlardım lise ve üniversite yıllarımda.. evet ben bir zamanlar o haltıda yedim..
"günaydın abi" "suss! şarkı bitsin" işte ali geldi.. lise 1'e giden arkadaşım.. ve bugün cumartesi..
10. yolunda gitti işlerim.. makas getirdi ali evinden.. "annemden izin aldım" dedi ama tabi koca bir yalan bu.. ben bilmezmiyim.. bu çocuk bana iyilik yapmayı seviyor.. çöplerden 17 adet traş bıçağı buldum.. 5'i çok az kullanılmış tam onyedi bıçak.. az buz değil, 17! ve büyük bir parça naylon.. kalıncana üstelik.. onu evin üstüne çekmeyi planlıyorum.. çivileride bulur bulmaz bu işi halledicem ilk olarak.. ve elbette kırık bir ayna.. yüzümü komple görebiliyorum ama.. evvelcene bir parça sabun bulmuş idim.. deniz kayalıkların biraz aşağısında kalmakta.. inilmiyor.. bende ipe bağladım çanağımı.. sarkıttım ipimi.. ve bingo! sabun, jilet ve deniz suyu.. olmadı elbette.. hiç deniz suyu ile traş olunurmuymuş azizim? cami ne güne icad edilmiş sanıyorsunuz.. sonuç olarak sakallardan kurtuldum.. rahatladım biraz.. camide, yani ihtiyarın kaldığı yerde, üstünkörü bi duş aldım.. dırırırımmm.. işte prensiniz hazır.. arada bir yapmalı bunu..
11. bu sabah gazetede bir şey okudum.. 'us army' hakkında.. onların düzenledikleri bir eylem hakkında.. canım acıdı biliyormusunuz? sizinde acıdımı? bundan haberiniz varmı? yani 9 çocuğun ölümünden.. gerçekten ne kadar ilgilisiniz çevrenizde olup bitenlerlen? gerçekten hiç suçluluk duygusu oluşmuyormu içinizde.. bir zincirlemenin farkında değilmisiniz yoksa? herşeyin birbiri ile ilintili olduğunu düşünmüyormusunuz siz? Gerçekten bir zincirlemenin farkında değilmisiniz? öz babasının tecavüz ettiği, onaltısına bile girmemiş kızlar, sadece 3. sayfayı, oda bir günlüğüne işgal ediyor.. üstelik bedevi kanun şey pardon yani medeni kanun diyorki; sana tecavüz eden kişi ile evleneceksin.. kendi cinsimden utanıyorum bazen.. Lilith'e ise tapıyorum.. herşeyin birbiri ile ilintili olduğunun farkında değilmisiniz gerçekten? herşey genlerdenmi kaynaklanıyor yoksa? yada gerçekten tüm suçu üzerine yıktığınız şu zavallı şeytanmı bunların nedeni? mesela o dokuz çocuğun ölümü? bir general, bir evde terörist olduğuna dair istihbarat alıyor, pilotlarına emir veriyor.. ve pilotlarda 'eve' hava saldırısı düzenliyor.. daha sonra eve gidilip bakılıyor.. ve evde 9 çocuk ceseti bulunuyor.. ve sen bundan sorumlu değilsin öylemi?
"ben bunu nasıl engelleyebilirimki?"
bana bunu sölüyorsun öyle değilmi? ben bunu nasıl engelleyebilirimki diyorsun bana.. ama bunu engellemek isteyen, başka bir dünya isteyen, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan insanları bir 'ütopya'nın peşinde koşmakla suçlamaktada üstüne yok ha? öyle değilmi? değil değilmi? öyle değil.. başka bi dünya mümkün değil..
***
işte böyle başladım ben güne.. sabah sabah.. daha şehir uyanmamışken, gazetede gördüğüm bir haber ile.. işte ben bugün böle başladım güne.. işte ben böylede başlıyabiliyorum güne.. sırf bu döngünün içinde yer almamak için, sırf bu 'aptal döngünüzün' bir parçası olmamak için, sırf bu 'dev dişli çarkın' dişlileri arasına bi taraflarımı kaptırıp, istemedende olsa o yöne doğru dönmemek için.. sırf bu nedenle böle başlıyorum ben güne.. sırf sorumluluğumu azaltmak için, sırf suçluluk duygusunu en aza indirmek için ben böle başlıyorum güne.. önce hafif bi kızıllık.. KARAKIZIL gök.. camilerden yükselen 'allah en büyük' naraları.. ve işte bir pejmürde gözlerini açtı.. yıkık dökük kulübesinde yeni bir gün.. önce şu çok lüks semtlerden birine gidiliyor ve bir çöpe yaklaşılıyor.. el çöpe daldırılıyor.. el pisliğe bulanıyor.. el buna aldırmıyor.. el hissetmeye çalışıyor.. el aranıyor.. diğer el ise bir torbayı tutmakla meşgul o an.. derken bir evin önünden bi kaç gazete toplanılıyor.. derken kulübeye geliniliyor.. derken gazetedeki "9 çocuk yanlışlıkla öldü" başlığı göze çarpıyor.. derken göz habere takılıyor.. el gazeteyi tutuyor.. el gazeteyi göze yaklaştırıyor.. derken göz haberi okuyor.. derken can sıkılıyor.. işte ben böle başlıyorum güne.. peki ya sen?
çalan bir saat! "oww yinemi?" yada yada yada.. "hadi oğlum okula geç kalıcaksın" diyen bir ses.. "oww yinemi anne?" açılmak istemeyen göz kapakları.. işe gitme zorunluluğu.. yada okula.. ama önce kahvaltı.. gazete? ne o, gazeteyi okumaya son sayfadanmı başlıyorsun sen? sadece fenerbahçenin dünkü antremanı nasıl geçmiş, bu mu seni ilgilendiren? orta sayfaya ulaşabildinmi bugüne kadar.. gerçekten o seni içene çeken 'futbol' haberlerini aşıp gelebildinmi sağ sağlim orta sayfaya bir kez olsun.. yada bugüne kadar spor gazetesi dışında bir gazeteye el sürdünmü sen? Gerçekten aşıp engelleri, borsafinans çukurlarına batmadan arşınlayıp sayfaları, görebildinmi "9 çocuk yanlışlıkla öldü" başlığını.. banane mi? dolar mı çıkmış? faizler düşmüşmü? başbakan 'huzur dolu günlere az kaldı'mı demiş? 2005'de ab'ye girecekmiymişiz? siktir be!
işte ben bunları yazdım bugün.. ve işte güne böyle başladım ben bugün.. bir pejmürdenin anıları.. alıngan ve başı öne eğik.. usulca.. yaklaşmakta..
12. biliyorum bir sonu olmalı bu gidişin.. kaçıp saklanmalıyım.. olmamalıyım.. kayıt dışı ekonomide ne demek? ben kayıt dışı insan olmalıyım.. ne kimlik no ne vergi.. ne mülkiyet ne alışveriş.. tıpkı bir kedi gibi..
biliyorum bir sonu olmalı bu gidişin.. yorganımın altında biriktirdiğim göz yaşları, temiz içme suyu olabilsin isterdim.. afrika afrika..
sahne? sahne yok.. ben ne zaman çıksam sahneye, bir diğeri düşücek.. bir diğeri ne zaman çıksa sahneye, beni aşağı itecek.. bir izleyici şart, herkez sahneye çıkamaz, sahne dar..
biliyorum bir sonu olmalı bu gidişin.. bir bebeğin gözyaşlarından oluşan havuzda ölmeliyim; boğularak..
"ah ne kötü bir senaryo bu.. senden yazar olmaz", "yaaa öylemi, peki ya senden insan olurmu?"
13. öykünün nasıl devam ettirilmesi gerektiğini bilmiyorum.. takıldım ve öykünün nasıl devam ettirilmesi gerekiyor bilmiyorum.. sadece yazıyorum işte.. sadece yazıyorum ve sadece yaşıyorum.. sabah kalkıyorum, öncelikle çöpler kurcalanıyor, ardından albayın evinin önünden çöpe atılmış gazeteler alınıyor ve kulubeye dönülüyor.. tüm bunlar 2 saatimi alıyor.. 2 saatte akşam, 4 saat.. ancak bu 'çöpten beslenme' ve 'kağıt ve metal satımı' olayı uzun sürmeyecek.. beslenme olayıda uzun sürecek değil zaten ama 'çöpten beslenme'den daha uzun süreceği açık..
bir gün çok uzaklara uçacağız ve geçmişi geride bırakacağız
14. bu öykünün sonunun nereye varacağını gerçekten bende sizin gibi merak ediyorum.. bok gibi meraklıyım..
15. birkaç gündür hiçbir şey yazmıyorum..
16. çocukken ben bir adamla karşılaştım.. çoğu insanın 'adam' sıfatını layık görmeyeceği bir adamdı.. yaşı 45-50 civarı.. torbalar ile sarmıştı bedenini.. ve bir ip ile bağlamıştı beline laylon torbaları. nasıl yaptığını bilmiyorum, çocuktum ben o zamanlar, bantlamışta olabilir.. ama bir ip vardı kemer şeklinde beline sarılı duran ve dizlerine kadar uzanıyordu torbalar.. ama düşmüyorlardı işte.. aynı, hamamdan çıkarken belinize sardığınız havlu gibi sarılmışlardı.. onlarca torba.. ve bedeninin üstü çıblaktı.. inanmaya bilirsiniz, ama öyleydi ya işte.. bugün aklıma geldi birden.. ben o zamanlar ilk okula gitmekteydim ve ailem ile bir hafta sonu çarşıya giderken bu adamı görmüştüm.. biz, bana bayramlık almaya gidiyorduk.. son bayramlığımdı o.. hayır büyüdüm diye değildi son oluşu.. ama sondu işte.. bidaha istemedim, elde giyicek şeylerim varken fuzüli masraf yaptırmayı istemedim.. neye yaradı bilmiyorum ama ben bidaha eldekiler
eskiyene ve kullanılmayacak hale gelene kadar istemedim yeni bir şey.. bu neye yaradı bilmiyorum.. yo hayır vicdan rahatlatması değildi bu seferki.. sadece.. böle yani.. böle..
17. yazamıyorum..
18. yazmak can sıkıntımı gideren tek şey.. yazmıyorsam, iyidir.. iyiyimdir! ama yazıyorum işte.. tekrar yazıyorum.. tekrarları yazıyorum.. hahha.. ‘pazarları yazıyorum’ gibi oldu buda.. “bir gazetede TEKRARLARI yazıyorum..”, “hangi gazetede?”, “sen tanımazsın”.
19. bugün bir adam bana dediki; ‘senin adın ne’ ona dedimki; ‘polinezya’ durdu ve ‘böyle isimmi olur lan’ demesini beklerken ben,
‘ne iş yaparsın sen?’ diye sordu.. ‘yaşarım..’ dedim.. ‘peki ya başka?’ ‘hepsi bu.. kadınlar ve hayaller.. ölmeyi bekliyorum’
durdu.. ve yüzüme bir deliymişimcesine baktı.. gözlemledi beni.. saygıdeğer beyefendi önünde kobaymışım gibi davrandım.. elimi kafamın üstünden aşırarak, sağ elimle sol kulağımı tuttum.. ve dilimi dışarı çıkardım bunu yaparken.. anladı ne kastetiğimi ve uzaklaştı..
20. tekrar yazamıyorum..
21. asla yazamayacağım
18. şubat 2003
sigara içmeyenler genç yaşta ölür uyandı. bir sigara yaktı. sonra bir sigara daha. ve yataktan çıkmadan üst üste kaç sigara içtiğini saymadı. çok olmalı. son kez elini uzattığında pakete, bir tane daha, sonra kalkacağım, düşüncesi ile, eli boş sehpanın üzerinde gezindi. kafasını çevirince hatırladı, birkaç dakika önce son sigarayı içip, paketi de buruşturup duvara fırlattığını. kötü bir gece geçirmiş değildi, hayır kötü bir rüya da görmemişti. sadece, yolunda gitmeyen bir şeyler vardı, birçok şey hatta, ve neyin yolunda gittiğinden çok, yolun neresi olduğunu düşündü. bazen, bazı şeyler, yolunda gitmese de giderdi yine de bir şekilde, ilerleme kaydederdi yani, yolunda olmasa bile, hedeften uzaklaşmış olsa bile, bir hedefi olmasa bile, devinimi olurdu, en azından duruyordu her şey. her geçen gün, bir öncekinden farksız bir renkte geçiyordu. geçmediğini düşünüyordu. günün aslında geçmediğini, döndüğünü, sabah akşam gece sabah akşam gece, her şey aynı, her şey hâlâ aynı telefon çaldı. annesi. konuşabilecek kadar konturu yoktu annesinin, ama yine de uzun uzun çaldırıp duruyordu saatlerdir, günlerdir hatta, günlerdir her sabah aynı saatte. uyandırmak için. uyandırabilmek için. kalktı, çalan telefona bakma nezaketini göstermeden, üzerindeki battaniyeleri telefonun bulunduğu sehpanın üzerine atarak. ereksiyon halindeydi. oysa bir aydır, elini bile işemek dışında götürmemişti sikine. evliydi aslında, her ne kadar karısı, son üç aydır annesinin evinde olsa da, kimliğinin medeni hal kısmı hâlâ evli olarak gösteriyordu onu. parmakta yüzük yok. satmıştı yüzüğü. ama çocuk var. onu satamamıştı. satmak istemişti ama, en azından düşünmüştü bunu, daha beş aylıkken çocuk, zengin bir aileye, para değil de, huzur karşılığı satmak, ona iyi bakacaksınız değil mi sözleri ile. yapmamıştı, yapamamıştı ve iyi de bakamamıştı çocuğa. kadına da bakamamıştı. bir işi yok, işi olmadığı gibi, günün birinde bir iş bulacağına dair umutları da yok. kırk yaşında. ve hayatının sonuna kadar iş bulamayacağına dair inancı tam. umutsuzluk bazen, sağanak yağmurdaki tek bir ışık demeti ile gücünü yitirir, ama o ışık demetinin görüneceğine dair umudunu kaybettiğinde, herkesin yüzyılın güneş tutulmasını net bir şekilde izleyebileceği günü bile perdeler örtülü bir şekilde boş odada orospu ilham perileri ile sevişerek geçirirsin, ve içine boşalır alayı birden, üç kelimelik cümleler ve yarım kalmış öykülerle terk ederek seni tuvalete girdi. eşofmanını ve baksırını indirdi. çömeldi. alaturkaydı tuvalet. alafranga olan hiçbir şeyi sevmiyor, sevmediği gibi alışamıyordu da. çömeldi. işi bittiğinde elini tuvalet kağıdına atınca, onun da tükendiğini gördü. ha siktir dedi dışından, içinden ya da. kendi sözcüklerini duyamayacak kadar düşüncelere gömülmüştü. aksi gibi suyu da kesmişlerdi dün. ha siktir dedi bir kez daha, haklılar dedi, tanrı bile verdiği havanın karşılığında isteklerde bulunduğuna göre, toplumun ya da devletin, ya da basitleştirildiği söylenen modern yaşam tarzının da sunduğu imkanlar karşılığında bedel istemesi normal olmalı dedi. dedi ama bunu, sesli düşünüyordu. düşünmüyor da, kendi kendine konuşuyordu. sürekli olarak kendi kendine konuşuyordu son bir aydır, çünkü boş eve, boş odaya, onu ısırabilecek bir yakarca bile girmiyordu, değil ki karısı gelsin, çocuğunu da alıp. elini ve kıçını bulduğu bir bez parçası ile sildi. bez parçasını, içinde sadece sigara paketleri olan çöp kutusuna attı. odaya döndü tekrar. telefon hâlâ çalıyordu,
ısrarla, uzun uzun. meşgule alıp geri çağrı attı. anca bunu yapabiliyorlardı annesi ile haberleşmek için. uyan, uyandım. dırılılı dırılılı.. uyandın mı gerçekten. uyandım ya işte. dırılılı dırılılı evi yakındı ailesinin. evden çıktı. ailesinin evine kadar yürürken, öğrencilere baktı, ilkokul öğrencilerine. oğlu bu sene okula başlayacaktı. başlayabilecek miydi gerçekten? bilmiyordu. başlardı herhalde. gelecekle ilgili olası ya da olması gereken ya da olması istenen her şey, para adlı bir duvarla örülü gibi geliyordu ona. ve para onda yoktu. bir sürü kağıt parçası vardı gerçi evinde, kardeşinin yazdığı saçmalıklar, üzeri karalanmış bir sürü kağıt parçası. ama onları bakkala verip, iki ekmek üç yumurta alamazdı. bir şiire iki kilo şeker yazmıyordu fiyat etiketlerinde. ve üç yıldır bir iş bulamamıştı. iş seçtiği yoktu halbuki, ekmek bulamazlarsa pasta yesinler tarzı bir durumdan öteydi işsizlik hali. bir iş bulmuş olsa her isteneni sorgusuz sualsiz yapabilecek bir hale gelmişti, yeter ki işten çıkarmasınlar. canımı alabilirsin, ruhumu da hatta eve geldi, ailesinin evine. üç kez kredi çekmişti babası onun için, iki kez de ablası, iki kez de kardeşi, ve onların da artık ekmek almaya parası kalmamıştı. üstüne bir de sigara. sigara önemliydi, hatta dünyadaki her şeyden daha önemli. bunu anlayamazdı o karısına ve kızına üçbinbeşyüz kez tecavüz ettirtmek istediğim -ve bu ifademden dolayı yargılanmam esnasında bir sigara molası isteyerek durumu renklendirmek istediğim- denyomatik hükümet yetkilileri. gene zam gelmişti sigaraya ve gene zam geleceği söyleniyordu. eve geldi kapıyı açmadı kimse. saat onbirdi ve kapıyı kimse açmadı. sabah sekizden beri çaldırıyordu telefonu annesi. üç saat. bir üst katın ziline bastı, yaklaşık beş dakika sonra, çünkü telefon hâlâ çalmaktaydı. üst kattaki hatun balkondan kafasını sarkıtıp, durumu anlattı. ambulans gelmişti. babasını hastaneye kaldırmışlardı. falan filan. hikayenin geri kalanını dinlememek için, tamam anladımlarla kesmeye çalıştı faslı ve şimdi siz de tamam anladımlarla kesebilirsiniz, okumayı, hep aynı terane, değişik bir şey yok, biraz polisiye, ya da bir aşk öyküsü, işin içine biraz cinsellik de kat adamım, ve klasik cümle yapısı kullan, bu ne böyle kapıyı açmadı kimse. ve üst kattaki hatun durumu izah etti. elini cebine atmadı. hangi hastane olduğunu biliyor olsa da, oraya kadar yürümek, iki saatini alacaktı. yürüyecekti yürümesine, beş saat da sürse, hatta ömrünün geri kalanını o hastaneye yürüyerek harcayacak olsa bile, yürüyecekti. ama önce bir sigara içmesi gerekiyordu. sadece bir sigara.. basit yani. ve yoldan geçen ve elinde sigara olan, yaklaşık on kişiye sordu. yok. yok. yok çünkü sigaraya zam geldi abi, ve daha da geleceği söyleniyor. yok. ve babası sigara yüzünden hastanede yatıyor olsa bile, yani doktorlar öyle söylemiş olsa bile, adı gibi emindi babasının sigara içmeden o yaşa kadar gelemeyeceğine. ve eskiden, herkes herkese, sigara alıp verebiliyorken, şimdi, bir vapurda bile, bu keyiften bizi mahrum etmişlerdi. çünkü onlar, ve onların adamları, misvaklı ağızları ile güzel kokan bir halktan çok, ekmek alacak parasının dahi olmadığı insanları görerek haline şükredip, isyan barındırmadan ölümüne dek çalışan kölelerin, düşünü kuruyordu. ve köleler, uzun yaşamalı ve sağlıklı olmalıydı. ve bir cümlenin “ve” ile başlayamayacağını söyleyen dallama, bir sonraki öyküm senin ile başlayabilir.. ve dahası, yürüdü
işte adam, tanıyorum adamı, götümden uydurmadım. üç sokak ötemde oturuyor. ve bir işi var şu an, günde on dört saat çalıştığı. çocuk okula başlayacak bu arada, burs kazandı benden, hiç olmazsa sigarama zam yapan lavukların emirleri karşılığı sağladıkları yardımlardan faydalanmayacak. bitti. bi sigara yakalım 18.ocak.2013
paratoner enfeksiyon…
eğer birkaç kadın tarafından kırmızı kart gördüyseniz, hayatınızın kalan maçlarında, oyuna pek müdahil olmaz, sonuçlara itiraz etmez, hatta aldırmazsınız, ve işte o zaman çevrenizde size aşık olduğunu her fırsatta dile getirip hep yanınızda olacağını söyleyen birkaç kadın bulursunuz, ve bilirsiniz, ipi kaptırmak, terkedilmektir, aşık olmak bir erkeği zayıflatır ve kadınlar zayıf erkeklerden hoşlanmazlar…
böyle gelişmişti olaylar, birkaç kez aşık olmuş, - çok değil- fena kaptırmış, ve sonuçta acıdan ulur halde bulmuştum kendimi, ve şimdi buradaydım, bir evde, ailesinden uzak bir şehirde ailesinin desteği ile üniversite okuyan harikulade güzellikte bir kadının evinde, kadının yatağında, bir pazar sabahı, uyanmış ve sigaramı içiyordum yatakta, içeriden gelen sesleri dinliyordum, benim uyuduğum ve duymadığım düşünülerek hakkımda kurulan cümleleri… evdeki tüm hatunlar uyanmıştı, sevgilim olan pınar, ve iki arkadaşı özge ile gülçin… benim daha ne kadar onlarla burada kalacağımı soruyorlardı sevgilimin arkadaşları, “gidicek yeri yok” diyordu bana olan aşkından gözü dönmüş olan sevgilim, “onu sokağa atamam”, haklıydı haklı olmasına, gidicek yerim yoktu, ama onlarla burada kalmayı hakedicek bir fonksiyonum da bulunmuyordu işin aslı, bilirsiniz, para, evin gelirine katkı, çalışmak yada onun gibi şeyler, karşılık, bir işte 24 saatinin uykudan arta kalanının çoğunu tükettiğin aptal işler söz konusuydu, çalışmak istemiyordum, birkaç denemem olmuştu çalışma yaşamına dair ama ısınamamıştım, sevmiyordum çalışmayı, tembelin tekiydim, sevgilimin harikulade bulduğu, ve sevgilimin dışında hiç kimsenin değer vermediği aptal, basit, salak şiirler yazıyordum, ben bile değer vermiyordum o paçavralara, kağıt üzerinde yazdı isem evin bi köşesinde bırakıyor, bilgisayarda yazdı isemde dosyayı öylece açtığım yerde, yani masaüstünde bırakıyordum, evdeki hatunlardan biri – pınar hariç- dosyayı silene dek.. beni sevmediklerini, tiksindiklerini her fırsatta ima ediyorlardı özge ve gülçin, ama içten içe, bir tür kadın kıskançlığının havada uçuştuğunu sezinleyebiliyordum, onlardan birine biraz sarksam teslim alırdım, ama rahatımı riske edip evdeki kalan süremi kısaltmakta istemiyordum henüz, hepsini arzuluyordum oysa, üçünüde, aynı anda, tek tek, ikili, birbirleriyle, iğrenç bir sapık olduğumu düşünebilirsiniz, pekala, herkes kendi iç dünyasında, fantazyalar gezegeninde biraz sapıklaşabilir, ömrünüz boyunca kaç kişi ile hayalen düzüştünüz, ben bu soruyu soran bir arkadaşıma “bilmiyorum” demiştim, “sayılamayacak kadar çok”, o da bana bu açıdan bir tez öne sürerek tek eşliliğin en azından zihinsel boyutta mümkün olmadığını ima etmişti, ve haklıydı, ve şimdi burada sevgilimin arkadaşı ile düzüşmeyi hayal ettiğini söyleyen bende, şüphesiz bir zamanlar bir kadına ömrünün sonuna kadar sadık kalabilicek kadar saftım, hepimiz öyleydik, düş kırıklıklıkları artıkça insan saflığını yitirir, yerine asla tamir edilemez salak bir paranoya kazanır, ve her ne kadar salakça olsa da, o paranoya sayesinde yeni acılara hazırlıklı olur, hatta acı bile çekmez duruma geliriz, bunun iyi bir şey olmadığını biliyorum, ama iyi bir şey olan ve iyi bir şey olarak devam edebilicek her türlü aşkı, gerçekten aşık olarak ve aşkı yaşayarak tükettim, ağladım sızladım sonunda da, ve şimdi, gerçekten aşık olunarak sürdürülen ilişkiler silsilesi ile
besleniyorum.. insan aç gözlüdür, elde ettiği herşeyin gözünde değeri azalır, devamlı yükseğe, daha yükseğe çıkma çabası içindedir, ve bunu saçma sapan ahlak duvarları ile çevreliyor olsak bile, zihnimizin içinde tamamen özgürüzdür, özgür ve dışarıya karşı ikiyüzlü..
“o zaman bir iş bulmalı artık” dedi evdeki hatunlardan biri, “arıyor” dedi sevgilim, “iş bulunca başka bir eve de çıkabiliriz”, “hayır öyle demek istemiyorum, ama, burada kendimi enayi yerine konmuş gibi hissediyorum”. “pekala, iki kişilik kira öderim ben, anlaştıkmı?”, “saçmalama, ailenden gelen para o domuza bile yetmiyorken mi”, domuz mu? benmi? bu saçmalığa bir son vermeliydim ve yataktan kalkıp odanın kapısını açarak somurtkan ve parıldayan, parıldayan ve arzulayan gözlere günaydın deyip banyonun yolunu tuttum, hatunlarda bu tartışmayı bir süreliğine ertelemiş oldu..
birkaç gün sonra, fena halde akşamdan kalma, ve sabahın köründe uyandım, hatunların dersi öğleden sonraydı.. aynı sınıftaydılar üniversitede, bir yıldır bu evde kalıyorlardı, ben de son iki aydır onlara eşlik ediyordum… pınar benden önce davranmış, bir gazete almış ve ilanlara göz atarak bir kaçtanesini işaretlemişti, uyanıp odadan çıktığımı görünce daha günaydın deme fırsatını tanımadan ilanlardan söz etmeye başladı, bu saçmalığa ne zaman son vereceğini bilmiyor, ama büyük bir sabırla aynı piçliğe devam ediyordum… arada sırada evden iş görüşmesine diye çıkar dolanır geri dönerdim, evden çıkmak istemediğim zamanlardada yalancıktan bir kaç ilanı arar ve karşıdan cevap alıyormuş gibi konuşurdum,
“aa öylemi, yok hayır benim hiç tecrübem yok, pekala, anladım”. pınar’a döner ve üzülmüş, umudunu biraz daha yitirmiş gibi yaparak, “tecrübeli birini istiyorlarmış hayatım” derdim, ve pınar, büyük bir umutla, gazeteyi uzatıp, “şunuda ararmısın sevgilim, işaretledim” derdi, içimden uflaya puflaya, dışımdan ise, “umarım çağırırlar hayatım” diyerek çevirirdim numarayı yalancıktan, ve karşıdaki ses cevap verirmiş gibi konuşmaya devam ederdim, “hayır ben lise mezunuyum, anlıyorum, elbette”.. bu şekilde geçiyordu son iki aydır çoğu sabah, yani hatunların okul yerine evde olduğu sabahlar, ve ben, eğer canım bu üç hatunu başbaşa bırakmak isterse sahte adresler not edip iş görüşmesine gider, eğer evde kalıp yatakta biraz daha zaman geçirmek istiyorsam, olumsuz yanıtlar almışçasına telefonu kapatırdım.. basit bir kurgu, kötü olduğunu biliyorum, pekala, savunmaya geçmeyeceğim, ama çoğumuz bunların türevlerini zaman zaman yapmış olmalıyız, tatildeydim ben, böyle düşünüyordum, içimi rahatlatıyordu böyle düşünmek, hem benim gibi bir uyuşturucu müptelasına hiçbir iş verenin uzun süre tahammül edemeyeceğine dair bir düşüncem vardı, şanşımı denemek işime gelmiyordu, pınar’ın ailesi çok varlıklı olmasa bile bir miktar para gönderiyor, onunla hem uçuş masraflarımızı
karşılıyor, hemde kirayı ödüyorduk, birde kredi var tabii, ve birde arada sırada, yeni yetmelere yüksek fiyata sattığım boktan uyuşturucu maddeler, eczaneden yasal olarak alınabilen ama farklı bir kutu içine konularak yüksek fiyata ve sanki yurtdışından kaçak geliyormuşçasına kakaladığım boktan psikotroplar.. psikotrop?
uyuşturucu maddelerin yüzde doksanının asıl amacı ruhsal sorunları gidermektedir, tıp literatürüne göre konuşacak olursak, bu maddelerin asıl adı psikotrop’tur, ve psikotrop’lar kendi arasında üç gruba ayrılır: psikoanaleptikler, psikoleptikler ve psikodisleptikler… ilk grup, yani psikolonaleptikler’in büyük bir çoğunluğu zihinsel uyanıklık ve fiziksel enerji kazandırırlar, psişik zindeliği arttıranlarına noanaleptik, fiziksel uyarıcılara psikamin adı verilir, ve amfetamin’in her türevi bu gruptandır.. organizmada sakinleştirici özelliği bulunan yani sedatif ve hipnotik özellikler taşıyan maddelere psikoleptiklerdir, korku, daralma, iç sıkıntısı, depresyon gibi durumlarda sıklıkla kullanılırlar… ve son olarak psikodisleptikler, algı değişikliği yaratan maddelerdir, bu maddeler davranış bozukluğuna ve bilinç kaybına neden olabildiği gibi, kalıcı psikolojik problemlere yol açabilir… ve büyük bir çoğunluğu onirojendir, yani halisyunasyonlar görmenize sebep olurlar…. tıp literatürünü bırakıp, kendi üç kağıt literatürümüze geri dönelim..
son bir yıl benim için bazı iyi süprizler dışında berbat bir yıldı, ne yapacağını bilemez bir durumdaydım, zaman zaman her insanın düşebileceği, o garip boşlukta olma halinden söz ediyorum, bir taraftan okulu bırakıp askere gitme ihtimalini kafamda tartıyor orada tedavi olurum diyor, bir taraftan askerliğide bir tarafa bırakıp yurtdışına, hollandaya, iki arkadaşımın yanına kaçmayı düşünüyordum, her ikisinide seçmeyeceğimden emindim oysa, sadece bu saçma kaçış, uzaklaşma fikirleri ile oyalanıyordum, ve sürekli bir şekilde herkesin eczaneden gidip reçetesiz dahi alabileceği ucuz hap yada şuruplarla idare ediyordum, yani onları satarak, çünkü param yoktu, ve bir işimde, bir çok iş görüşmesi yapmış ama çuvallamıştım, ya sedasyonda oluyordum bu aptal iş görüşmelerinde ve iki lafı bir araya getirip mantıklı bir cümle kuramıyordum, yada ayık oluyor ve hiç konuşamıyordum…
sedasyon; sedatiflerin yarattığı ruh haline verilen isimdir, güçlü bir sedatif ile kişi çok uzun süre uyuyabilir yada hareket edemeyecek kadar yavaşlayabilir, büyük bir çoğunluğu kas gevşemesine neden olur, ve haddinden fazla kullanıldığı takdirde gerçekten bir idiota dönüşmeniz kaçınılmazdır, midazolam, diazepam, lityum, tiopental, prokain, eukain, mefobarbital, klonidin, hidroksizin, bi saniye, listeyi uzatabilirim, ama bu işe fazla meraklı olanlarınızı kötü yola düşürmek istemiyorum..sedatif, hipnotik, antispazmodik, anestezik maddelerin, barbiturat grubuna giren türevlerinin bağımlılık riskinin yüksek olduğunu söyleyip, iyi yürekli bir bağımlıymış rolüne bürünmeden edemeyeceğim ama…
dediğim gibi, son bir yıl benim için, gerçekten berbat bir yıldı, ailemle aram iyiden iyiye bozulmuştu ve kendime kalacak yeni bir yere aramaya başlamıştım, bu dönemde kampüste aylak aylak dolanıp, bana “abi geçen verdiğin mallardan ne zaman gelicek” diyen bir salyangoza denk gelmeye çalışırken, pınar ile tanıştım, salyangoz deyimini şu yüzden kullandım, çünkü onlara sunduğum ilaçlar, gerçekten insanı bir salyangoza dönüştürüyordu, en basiti antiem veriyordum bücürlere, ne demek istediğimi anlayabilirmusunuz? şu yolcukta mide bulantısını engelleme amacı ile eczanelerden bi milyona 20 tek alınabilen, ve bir ksantin türevi etken maddesi dimenhidrinat sayesinde, uykuya ve sersemliğe yol açan, ancak 6-10 tablet kullanıldığında sersemlik halinin, bu uyuşturucu kullanma meraklısı olup bi boktan çakmayan denyolarda “abi ne güzel kafa yaptı ya demi?” tarzı mutluluk nidalarına, ve sonrasında uyku ile uyanıklık arası bir moda sokan ilaçtan söz ediyorum… hiç bir şey bilmiyorlardı, ağzım iyi laf yapıyordu, ve yurtdışından getirtiğimi söylediğim, okula gelirken eczaneden aldığım yada birilerinden çarptığım basit ilaçlar sayesinde, para kazanıyordum,
kampüsün çimlerine uzanmıştım, fensiklidin yüklü bünyemle, veletlere benzidamin (tantumda bulunabilir) satmış, karşılığında başka bir benden fensiklidin, bir diğer adı ile pcp çakmıştım, ilk kez deniyordum bunu, onirojenlere saldırıyordum bu aralar, pınar yanıma oturup, ateş istedi, evet aynen böyle gelişti, ne cesaret dediğimi anımsıyorum, ben bile, üstelik bu halimle bile yapamıyorken, “ne cesaret” kaçıvermişti ağzımdan, “ne için cesaret anlamadım” demişti pınar, “yok sana demiyordum güzelim” dedim, “kelebekler, bilirsin, bir gün için onca çile”. “ateşin varmı” diye yineledi pınar, saçmalıyordum, farkındaydık, ve cebimden çakmağı çıkartırken hapları düşürdüm, “ne okuyorsun” diye sordu, “yazıyorum” deyiverdim birden, “okumayı söktüm”, ve bir halisyunasyonun gelmemesi için son sürat dua etmeye başladım, henüz patlamamıştı ama yakındı, ve avlanmak istemiyordum hapları da göz önüne sermişken, aptal aptal baktı yüzüme ve “hangi bölüm demek istedim” dedi, “son okuduğun kitap değil, komiksin”. komik değildim oysa, salaktım, ve heycanlı, hala karşı cinsle en ufak bir yakınlıkta tirtir titreyen bir ruha sahiptim, ve “fizik” dedim, “ama bıraktım”, “neden”, “öyle gerekiyordu”, ve korkuya kapılmış bir şekilde ayağa kalkıp uzaklaştım oradan, çimler hızlıca büyüyor, elime sarılıyordu, sanki, hayalende olsa, ve bir sonraki karşılaşma, derken bir sonraki, sonra bir sonra, ve şimdi burada, bu evde, bu üç hatunla beraber yaşıyor, aradabir yalancıktan iş görüşmesi yapıyor, arada bir sevişiyor, yemek yiyor, su içiyor, tuvalete giriyordum, düzenli ve makul bir hayat sayılırdı benim için, hatrı sayılır bir getirisi olmasada, daha doğrusu getirisi ile götürüsü birbirine denk olan bir işte olsa, çalışıyor bile sayılabilirdim, yurtdışından getirttiğim ilaçlar iş görebilirdi bir süre daha, ama foyam açığa
çıkmadan bırakmalıydım bu işi, ve dahası hap alımınıda uyuşturucu bağımlılığımı son haddeye, yani eroine çıkarmadan bırakmam, pınara hayatımı adamam gerekiyordu, ama biliyordum, eğer herşeyim ile o’nun olduğumu o’na hissettirirsem bir çırpıda yeni sahillere yelken açıcaktı benim küçük tatlı ve saf sevgilim, böyle öğrenmiştim ben, eski sevgililerim bana bu çeşit bir ders vermişti, ve haplar gerçek anlamda ağzıma sıçıyordu sağlıklı düşünemememe yol açıyordu, amfetaminler, roche, at dozu, teofedrin, sarı bomba, dexedrin, captagon, seramoni, ritalin, vekom, crack, morkozin, strycodon, vs vs, denemediğim bok kalmamıştı, ölüme doğru son sürat gidiyordum ve bu sonuncusu, içlerinde en tehlikelilerinden biriydi, strikinin içeriyordu, bitkilerde brusin yada igasurinle birlikte bulunan zehirli bir alkaloit, ve dahası, her seferinde intihara biraz daha yaklaşıyor, her sabah yatağın içinde sırılsıklam bir şekilde uyanıyordum, çoğu zaman hayalen sırılsıklam, yüksek çok yüksek bir yerden aşağı başaşağı sarkıtılmış gibi, tamamen savunmasız ve çaresiz, karanlık, tek umut yok, sadece korku ve panik, duvarların üzerine geldiği ve yataktan çıkmakla çarşafın altında saklanmak arasında düşünürken kasılıp kaldığım o kahrolası sabahlar, “neyin var” diyordu pınar, biliyordu uyuşturucu kullandığımı, o da kullanıyordu, ama sadece ex’in bazı türevlerini, ve esrar, ve birkaç kez benimle birlikte derinlemesine uçuş için lsd, denk geldiği taktirde, çünkü ben çoğu zaman onunla beraber uçuşa geçmemek için onun olmadığı zamanlara denk getirmeye çalışıyordum keşiflerimi.. ve evet, ne diyordum, her ne kadar toplumun değer yargılarına sımsıkıya bağlı bukalemunlarca uyuşturucunun yol açtığı yanlış fikirler olarak görülecekse de, pınar’la beraber olduğum evde, her fırsatta diğer iki hatundan biriyle, yada her ikisiyle yalnız kaldığımda, onlarla beraber olabilmenin düşlerine dalıyordum, mutfakta, banyoda, oturma odasında, kanape, halı, yatak, lavabo, hatta balkon, hiç farketmezdi, sürekli bir şekilde sevişmek sevişmek ve daha sonra uyumak, uyanmak, dopamin, endorfin, noradrenalin, serotonin, ve daha bilimum vücud salgımın, beyin aminimin çalışma şeklini bulandırmak, kimini çok kimini az salgılatmak, beyin fonksiyonlarımı felçe uğratmak, dünyayı gördüğünüz mantıksal çizgilerin dışına taşımak, ve kabullenemediğim bu yaşam tarzını farklılaştırmak istiyordum, kendime göre çizdiğim belli bir rota vardı, ve heotoskopi’ye ulaşmak, ve sonra gördüğüm hayalet beni gebertmek istiyordum, heotoskopi, kendinin halusinasyonu görmek, kinestezik bir düşsel sanrı değil, realitik bir şey arzuluyordum, kendimin halusyunasyonunu görücek, ve öldürücektim, delirmiştim, gerçekten delirmiştim, ama henüz kendimi ele vermediğim için hala toplum tarafından kafese tıkılamamış, ortalıkta sürtüyor, kimi genç nesli dolandırıyor, ve kendi ruhsal dengemi sağlama alıyordum, sağlama alıyordum diyorum, çünkü herhangi bir gün, herhangi bir saatte, ihtiyacım olana ulaşamazsam, gerçekten dengesizleşebilirdim… kendimden, yaptıklarımdan, aileme karşı, sevgilime karşı, insanlara karşı, Allah'a karşı, yaptıklarımdan dolayı kendimi öldürmek bir saplantı haline dönüşmüştü, ama bunu gerçekten yapabilicek cesaretten yoksundum… “jilet” dedi gülçin, “jiletle yapmış bu kez”, pınar sürekli bir şekilde kendine zarar veriyordu, jilet, sigara, mum, ne bulursa, benden akıllı sayılmazdı anlayacağınız, ve bazı geceler onun kendine yaptıkları, benim ona yaptıklarım yanında hiç kalıyordu, durdurmalıyız bu süreci diyordu bana sürekli, bir şekilde durdurmalıyız, nasıl olacağını bilemiyorduk, dahası ben halimden memnun takılıyor, onu sürekli onaylıyor, orada bulunup bedava yatak, sıcak ev, yemek, bulaşık, çamaşır ve cinsel birleşme ihtiyaçlarından mahrum
olmadan yaşamın tadını çıkarıyordum… evdeki diğer iki hatun bizim uyuşturucu takıntımızı bilmiyorlardı, bilmemeleri de iyi oluyordu, zaten yeterince sorun yaşıyorduk, sadece ot, aradabir dördümüzün de birlikte takıldığı, ve tüm korkutucu duvarlarının yıkıldığı basite indirgenmiş, doğal olarak adledilen şey…ve o gün, bir şekilde ve ilk kez, gülçine dokunabilmeyi başarmış, hatta üzerine çıkmış ve içinde gidip gelirken telefonu çaldı, özge arıyordu, pınar hastanedeydi, acilen gitmeli ve ona yanında olduğumu hissetirmeliydim, öyle diyordu özge pınarın telefonundan bana, çünkü benim telefonum saatlerdir kapalıydı, ve bana ulaşamayıp ani bir zihinsel boşluk ardından ölüme doğru hızlı bir yol almıştı pınar, ben o sırada, gülçin’e güzel bir üçlü sarmış, sonrada onun beline sarılmışken kendimi üzerinde bulmuştum, aynen böyle gelişmişti her şey, ve biliyordu benim evde en yakın arkadaşlarından biri ile başbaşa kaldığımı, haklıydı, kimseye güvenilmezdi, ve daha sonraki günlerde evdeki durum biraz daha değişmişti, artık hatunların arasındaki üçlü tartışmalarda benden yana olanların sayısı ikiydi, sadece özge kalmıştı ikna edemediğim, onuda bir şekilde kurtarılmışlar ordusuna kazandırırsam işim kolaylaşacaktı diye planlıyordum, üçe tek olduğum bu cennet vari hayatımda, bir süre daha idare edebilicektim… ama işler beklenildiği gibi gitmedi.. birinci sorun artık gülçin’inde benim küçük haplarımdan haberdar olmasıyla başladı, oda kullanmak istiyordu, ne çok meraklıydı insanlar hayran oldukları kişiyle özdeşmeye, uyuşturucu bağımlısı büyük bir star dünya çapında uyuşturucu kullanım miktarını arttırır, eğer büyük bir star intihar ederse, intihar oranları patlar, kendi başımıza karar veremeyiz, bir idol seçeriz sürekli, isim yapmış yada yapmamış, ünlü yada değil, ama bir şekilde adını duyduğunuz bir insan, onun gibi olabilme arzusu, hayatınızın bir kısmını bu şekilde sürdürebilirsiniz, hedefler, ve hayaller, birşeyler olabilme isteği, idealizm, ve çaba, yazarlık, şairlik, müzisyenlik, yada ekonomist, başkabakan, devrimci, ve daha sonra, kötüye giden işler, ve aynaya baktığınızda görmeyi arzuladığınız kişi olamayışınızdan doğan iğrenme duygusu, bir bakıma, ve daha sonra bir çocuk edinip, kendinizi onda görmenize yol açan bir tür irsi akış sitometresi, ve ölmeye ramak kala, hala “beş dakika daha” diyebilme yüzsüzlüğü.. hayatı, bütünüyle ele aldığınızda var olan herşey aslında sadece bir kaybetme sürecidir, ve bunun farkına varıp, herşeyin değerini yitirdiği, nötrleştiği, ve hiçbir şeyin aslında başarı olarak sizi tatmin edemeyeceği duygusuna kapılabildiğiniz o garip, ve adını psikolojik olarak tanımlayamayacağım evrede, yakalanabileceğiniz kaçış süreci, yani oyalanma, koleksiyonculuk, arşivcilik, her filmi indirmeliyim, her grubun mp3ü, geçmişteki pul koleksiyonun günümüzdeki yeni türevi, sahip olma güdüsü, evdeki kütüphane, en çok kitap okuyan insan, entelektüel olma girişimi, ve bu bende her türlü uyuşturucuyu denemeliyim şeklinde açığa çıkmıştı, bunu anlattım evdeki üç hatuna da, ve sahte iş görüşmelerimi, üçünden de nefret ettiğimi, çünkü üçününde en yakın arkadaş olarak gördükleri birbirlerini nasıl aldattıklarını, pınar’ın bana yatakta diğer iki hatunu nasıl aşağıladığını, yanlarında güldüğünü, ve diğer ikisininde benimle birlikte olup bunu üçününde birbirlerinden gizlediklerini, böyle başladı herşey, bir gece, hepimiz amfetamin yüklenmişken çözüldü mesele, iyice boka sarmıştı, ve ertesi gün orayı terk ettim, bir şekilde bin bir türlü yalan dolanla, yeni bir yere yamanabilirdim, farketmiyordu, herkez birbirini dolandırıyordu zaten, duygusal yada parasal anlamda, hiçbir farkı yoktu, ve ben sadece daha fazla meskalin için yaşar hale gelmiştim, yeni gözdem buydu, daha fazla halusyunasyon, gerçekte olmayan varlıklar, beynimin yarattığı, zihin oyunları, bunlar daha gerçekçi geliyordu gözüme, nedenini bilmiyorum, ama
çevremdeki insanların ürettiği sahte kişilikler yerine, kendi ürettiğim hayalet kişiliklere ve yüksek derecede realitik sanrılara inanmam daha mantıklı gibi geliyordu, en azından daha heycanlı, ve mantıksal duvarların çok ötesinde, gizli bir dünya, ve heotoskopi yaşayıp, o dünyada kendimi bulup, öldürene kadar, bu oyunu sonlandıramayacağımı biliyordum… kendinden nefret etme düşüncesi olarak algılayabilirsiniz, ama bu tam olarak doğru bir kanı değil, bir oyun sadece, başta da dediğim gibi, birkaç kırmızı kart sonrası, hiç bir şeye aldırılmayan, düpedüz bir oyalanma şekli, o yüzden derin psikolojik tanılara gerek yok, ama insanların herşeyi, her hareketi etikelendirme hastalığı yüzünden ortaya çıkan kavramlar sonucu, bunada bir tür tanı konulabilir tabii, ve tedavi süreci, topluma kazandırılma işlemi, ve işin komik yanı, uyuşturucu maddelerin asıl amacı ruhsal sorunları gidermektedir, yani bir kliniğe yatırıldığınızda sizi tedavi ederken verdikleri şeylerden pekte fazla farkı yoktur kullandıklarınızın, yada hiç bir şey kullanmayıp sadece salak bir depresyon süreci sonrası reçetenize kazınanların.. bana öyle geliyorki, büyük bir deliler ordusunun hakimiyetinde yönetiliyoruz, delirmiş bir toplumun hakimiyetinde, ve her birimiz, kendi zihnimizde, sınırsız bir özgürlükte düş kurma, isteme, arzu etme yetisine sahibiz, ve arzularımızı, kesişen paradoksal sınırlarla budayıp, çoğunluğun belirlediği bir normallik tanımı ile normalize oluyoruz, ama gerçek değiliz, normaliz, ve ikiyüzlü, hepsi bu… samimiyet artık anormalliğin karşılığı.. buna rağmen hala, ben bir aptal gibi, kodları açık bir işletim sistemi gibi, dolanıyorum boşlukta, bir gerçeğe çarpıp tuzla buz olmayı arzulayan, bir hayalet gibi, bu lanet öyküdeki lanet karakterlerimin yüzüne tükürerek.. içinizden geçiyor gözlerim, xray, siz farkına varmadan, zihnimin alarmı ötüyor, kapıyor iç kapılarını dışardan kitleyip, anahtarını üzerinde bırakarak... eşkâl tutmuyor amirim, aradığımız adam bu değil..
9 haziran 2008
tuhaf evdeydi. tek başına. sıkılıyordu. her şeyden. içten içe. fena halde. adı can olsun. ya da ali. bir önemi yok. john bile diyebiliriz. ya da ivan. ya da helaine. natsuko. sandra. mario. kız ya da erkek. rus ya da alman. zengin ya da fakir. güzel ya da değil. milyarlarcası içinden bir tanesi, evdeydi, ve tek başınaydı, ve sıkılıyordu, buraya kadar tamam mı? devam ediyorum. anlamadığınız bir yer olursa sorun. yalnızlıktan ya da kalabalıktan ya da kalabalıktaki yalnızlıktan ya da yalnızlığın bu kadar kalabalık oluşundan, diye düşünüyordu, başlangıçta, chatroulet adlı sitede karşılaştığı onlarca insanın, gecenin bir yarısında ya da sabahın köründe, ya da günün ortasında, aynı aptal ekran karşısında başka bir yüzü arayış çabasını. o da arıyordu başka bir yüz. bir karşı cinsinin yüzünü. sesini. dokunuşunu. sarılışını belki, ve hatta olaylar karşısındaki bakış açısını. ama genellikle gördüğü yüzler, ya da resimler, sesler, kelimeler, bir sanal seksin arzusunu çağrıştırıyordu daha çok. istemiyordu bunu. sanal olmayanını bile istemiyordu işin aslı. geneleve gitsene demişlerdi ona, biraz olsun içini açtığı bazı arkadaşları. istemiyordu genelev falan. aradığı şeyin, bir et parçasından öte olduğunu söylemeye çalışıyorken kesiyordu faslı yarıda, anlamayacaklardı. anlamazlardı. anlatamıyor oluşundan değil, kendisinin de anlamıyor oluşundan kendisini. psikologlar da fos çıkmıştı. düşünüyordu. önerilen ya da bulunan herhangi bir çıkış yolu, her zaman için bir varış noktasına ulaşmazdı. ama denediği hiçbir yol, onu kendinden ya da kendisini çevresinden kurtaramamıştı. ve en sonunda, chatroulet adı verilen bir sisteme bağımlı olmuştu resmen, onlarca sik görse de, dönüyor dolaşıyor, konuşabileceği birine denk gelmeye çabalıyordu. yakışıklı olmadığını düşünmeye başlamıştı. ama aksini söylerdi insanlar. tuhaftı sadece. işte. biraz tuhaf. hiç sevgilisi olmamıştı, yaşının otuzu geçmesine rağmen. hiç kimseyle sevişmemişti de. öpüşmemişti bile hatta. bir işi vardı, gidip geliyordu. birkaç arkadaşı vardı, arada görüşüyordu. ve, başta da dediğim gibi, giderek, daha çok sıkılmaya başlamıştı, yaşanan her şeyden. sadece kendisinin yaşadığı, kendi hayatında olup bitenlerden değil, genel olarak dünyanın her yerindeki her şeyden.. sonrasında. kamerasını kapattı ve öyle denemeye başladı şansını. siyah, simsiyah bir boşluk koyarak resim yerine. cinsiyet hanesindeki male kısmını değiştirmedi ama. ve “dur kardeş” dedi biri, erkekti konuşan, belliydi, kimse konuşmazdı onla, geçerlerdi hemen, ama biri dur kardeş demişti, durdu. öyle ki, sigarasını bile kül tablasına bıraktı aniden. “efendim”. “ses geliyor mu?”
“hayır” “ya bu mikrofonun ayarlarını yapamadım bir türlü, şimdi?” “hayır” “şimdi?” “klavye sesleri geliyor ama konuş bi” “müzik geliyor mu müzik?” “hayır” “şimdi?” “hayır” “of ya, şimdi?” “komple gitti şimdi” tanımadığı bir herifin, donanım problemini çözmesine yardımcı olmuştu. işe yarar hissetmiyordu ama kendini hâlâ. normal olan bir şeyi yapmıştı o, olması gerekeni ya da, ve insanlar gün içinde, zaten olması gereken, doğal eylemlerin, bazı incelik ve zarifliklerin karşılığında, teşekkür ediyorlardı. anlam veremiyordu o, teşekkürlere, sağollara, olması gereken buydu zaten ona göre, olağanüstü bir şey yapmamıştı, “ben teşekkür ederim” derdi karşılığında, ya da “sen de sağol”. “ben naptım ki” derdi karşı taraf. “ben de bir deveye hendek atlatmış sayılmam” der geçerdi. tevazu değildi bu. ya da kibar olma kaygısı. ve hemen hemen her şey, hatta tüm insanlık tarihi, ona göre, fazlasıyla olağandışıydı, olağanüstü değil, dışı. savaşlar, paranın icadı, hatta köpekleri evcilleştirmek bile. fazlasıyla tuhaftı. ona göre her şey, ve herkese göre o. tuhaf. tuhaf sözcüğüne bakmıştı, sözlükten, acayip yazıyordu karşılığında, acayibin anlamına baktı, “sağduyuya, göreneğe, olağana aykırı, garip, tuhaf, yadırganan, yabansı”. düşündü üzerinde, ve bir siktir çekti kendi kendine, sağduyumu? işyerinde, dün gece chatroulet sitesinde tanımadığı bir insanın, üstelik bir erkeğin, mikrofon sorununu çözmesine yardımcı olduğu ve karşılığında sadece bir teşekkür kazandığını anlatsa, anlatabilse sadece, yani deney amaçlı anlatsa, kendini sorgulamasına yol açan başka eylemlerini anlattığı gibi, “salak mısın oğlum sen” derlerdi, “sana ne el alemden”. herkesin acelesi vardı. ışık hızını geçmiştik ve bunun farkına varmamıştık henüz. televizyonda kanallar arasında, internette sekmeler arasında, gazetede sayfalar arasında, hatta kent içinde ordan oraya, ışık hızında dolaşıyorduk, yüzleri görmeden ve hikayeleri bilmeden kat ediyorduk senelik saniyeleri.. seneler ne çabuk geçiyor dememiz de bu yüzdendi.. gerçek anlamda hiçbir şeyi tam olarak okumuyor, izlemiyor ve dinlemiyorduk. çünkü aslında biz de bir şeyler yapıyorduk, bir blogumuz vardı, ya da bir müzik grubumuz ya da yeni aldığımız ayakkabımız, ve görmek yerine göstermek üzerine biçimlendirilmişti algı dünyamız. gözlerimiz fotoğraf makinesi ile, dokunma duyumuz da paylaş butonu ile takas ettirilmişti. ve teşekkür etti o da, o gece,
mikrofonun testini yapmasına yardımcı olduğu adama, ve başka birine geçti. dolaştı dolaştı dolaştı. tüm dünyayı geziyormuş gibi hissediyordu bu esnada, chatroulette sayesinde, fransa, japonya, iran, rusya, bangladeş, brezilya. değişik evlerin odalarına konuk oluyor, ama asla çok uzun kalamıyordu. bir başka gün. selam dedi biri, onun türkiye’den olduğunu görünce olmalı. ama amerika yazıyordu adamın hanesinde. ve fotoğrafta ise, 50 yaşlarında bir kadının, yarı çıplak fotoğrafı duruyordu. selam dedi o da. ve sordu hemen, “m / f”. erkekti selam veren, biliyordu bunu, adı gibi emindi, ama sormuştu gene. ve “f” dedi karşı taraf. sordu can, ya da ali, ya da ivan. sordu. fotoğraftaki kim. “annem” dedi karşı taraf. “napıyorsun?” “hiç” dedi “konuşçak birini arıyorum. sen?” “burdaki herkes konuşçak birini arıyor zaten” dedi herif, ya da 50 yaşlarındaki kadın. “ben öyle düşünmüyorum” dedi “nasıl düşünüyorsun?” “buradaki çoğunluğun derdi başka, senin resmin var mı?” değişti görüntü. sonra gene değişti. sonra tekrar. o günde bulamadı, aradığını. ne arıyordu? bunu sordu gene. ne arıyorum ben burada diye sordu. otobüslerde ne arıyorum. barlarda. durdu tekrar. internetten başka bir siteye girdi. bir porno sitesiydi bu. sitenin pornstars sekmesine tıklayıp yüzlere baktı. 2344 tane yüz. baktı hepsine tek tek. sadece yüzlere. resimlere tıklayıp, bedenlere yönelme ihtiyacı hissetmeden. insan yüzleri. kadın olan insanların yüzleri. pornstarların yüzleri. zaman zaman yapıyordu bunu. yüzlere bakıyor ve düşünüyordu. porno da izliyordu sık sık. ama o zamanlarda da, sadece hatunların yüzlerine bakıyor, ve sahnedeki diğer kısımları ileri sarıyordu. yüzler. saç. burun. dudak. gözler. gözlerin arkasında olası bir anlam. ya da anlamsızlık. acı belki. ya da zevk. herhangi olası bir şey. ve porno olmayan bir filmde ki oyuncuların yüzlerine bakarak başlamıştı bu işe de. ama tatmin etmemişti onu bu filmler, porno daha gerçekti. en azından, konular absürt bile olsa, bir sevişme sahnesi, daha realist geliyordu ona, bir dramatik senaryoya göre. ve bir kez bile elini aletine atıp sıvazlamamıştı, yıllardır üstelik. rüyalar dışında, boşalmamıştı bile. ergenlik dönemlerinden sonra. belki çok sonra da olabilir. ama yıllardır olduğunu biliyordu. unutmuştu çünkü en son ne zaman mastürbasyon yaptığını. en son ne zaman ağladığını. en son ne zaman güldüğünü. çok fazla ağlıyordu bir zamanlar. yastığa sarılır ve ağlardı. yastığa sarılır ve uyurdu sonra. yirmili yaşların başında belki. sonra kesmişti ağlamayı. hâlâ yastığa sarılarak uyuyor olsa da, ağlamayı kesmişti ve yastık da
artık sarınılan bir hayali bedenden, yastık olma hüviyetine dönmüştü tekrar, zihinsel imgeleminde. uyudu. uyandı ve işe gitti ve iş yerinde bir çok sıkıcı gevezeliğe kulak misafiri olup, arkadaşlarının alaylarına katlandıktan sonra, onu anladığını düşündüğü birkaç insandan biriyle buluştu. aradı, abi görüşelim mi dedi, görüştüler. anlattı son zamanlarda akşamları evde n’aptığını. “senin sıkı bir düzüşe ihtiyacın var” dedi arkadaşı, “bir kez bir delikten içeri girip, ardından çıkacağın harikalar diyarında, tüm bu saplantılarından kurtulacaksın. seni anlıyorum ama düşünüş tarzın doğal değil” dedi. “anlamıyorsun” dedi ona “anlamayan sensin. otuz iki yaşındasın. seni tanıdım tanıyalı aynı terane. bir kez de farklı bir yol dene. normal olmaya çalış” “normal olan benim” dedi öfkeyle can, ve sonra tekrar, aniden durup, sakince, “ya da değilim” dedi, “bilmiyorum abi, kötü hissediyorum, kötü hissetmiyorum hatta biliyor musun, yani kötü bile değil abi, tuhaf.” yine aynı sözcük diye düşündü o an, içinden. “yarın git bi hatunla düzüş, paran yoksa vereyim” “kalkalım abi” dedi, “yarın iş var.” işe gitmedi. bunun yerine geneleve gitti. hem de sabahın dokuzunda. bir saat gezdi orada. olmadı. çıktı dışarı. öğlene doğru tekrar gitti. gezdi gezdi gezdi. ta ki güneş batma eğilimi içine girene dek. sonra, sürekli olarak onu ısrarla çağıran hatuna yaklaştı. “ne çok gezdin sen ya” dedi kadın “hıhım, ne kadar” diye sordu titrek bir sesle. “15” dedi hatun, “muameleli 50.” elli milyon verdi kadına ve merdivenleri çıktı. soyundu. yatağa oturdu. bekledi. hatun geldi. bak dedi ona hatun, “bi elli kağıt daha verirsen bir saat yaparız.” bi elli kağıt daha uzattı. kadın yaklaşıp ağzına aldı. bakıyordu öylece. gene duruyordu aslında. ruhen durmuş durumdaydı. sertleşti ama yine de. gel bakalım dedi hatun ve yatağa uzandı. üzerine çıktı onun. içine girdi. ve gidip gelmeye başladı. gidip geldi. gidip geldi. gidip geldi. belki on dakika. “olmuyor” dedi. “neden” dedi hatun. “duygu arıyorum ben” dedi, yine titrek bir sesle. “duygu olmadan yapamıyorum” hatun bir kahkaha atarak üzerinden attı onu ve kapıyı açıp çıkarken, holden geçen başka bir hatun noldu diye sorunca, duygu arıyormuş beyefendi dedi, ikisi de gülerek kayboldular. her şey
kaybolmuştu aslında. her şey silinmişti. oda. yatak. askıda duran giysileri. elleri. çükü. ayak parmakları. durdu öylece yine. bir beş dakika sonra kalkıp giyindi ve kapıdan çıkarken, epey yaşlı olan bir başka kadın da, “öyle şeyler bulamazsın oğlum burada” dedi, sesinde şefkat vardı kadının, hissetti bunu, ya da öyle zannetti, bir şey demedi ama, utanıyordu, fazlasıyla utanıyordu, boşalamadığı için değil, daha çok onlarca herifin de orada o sebeple geziyor olmasına rağmen yaptığı şey yüzünden. başı önde hızlı adımlarla uzaklaşarak genelevin karşısındaki camiye girdi. namaz kılmaya değil, işemeye. iki altılık bira alıp eve geldi. açtı ilkini. nerdeyse fondip yaparcasına dikti. bir sigara yakıp ikincisine başlarken, bilgisayarın karşısında buldu gene kendini. kütüphanesine dekor için değil de, gerçekten okumak istediği için aldığı onlarca kitap, aylardır o rafta, yeri bile değişmeden duruyordu. baktı onlara şöyle bir. ‘canım hiçbir şey istemiyor’ dedi kendi kendine. sonra, ‘canım neden hiçbir şey istemiyor’ dedi. sonra ‘ben neden böyleyim’ dedi. sonra ‘ben nasılım’ dedi. sonra gene ağzından o tuhaf sözcük çıktı: tuhaf. tuhaf sözcüğü de kendisi kadar tuhaf gelmişti ona ilk duyduğunda. ilkokul bahçesinde duymuştu ilk kez o sözcüğü, daha öncesinde bile duymuş olabilirdi hatta, evet evet daha önce duymuştu, amcaları bayram ziyaretine geldiğinde, sonra okulda, bütün arkadaşları birbirlerine çüklerini gösterirken o göstermediği için tuhaftı. okulda tuvalete asla girmezdi, tuvalete girmekten utanıyordu o yıllarda, sonra aşmıştı bu çekingenliğini, zaman içinde bir çok çekingenliğini aşmıştı hatta, o kadar ki, bir çok olayda net olarak tavrını ortaya koyabilecek bir cesarete erişmişti. bir dönem için geçerliydi bu. sonra bu tavırları tuhaf sözcüğü ile karşılaşınca, duraksamıştı. hemen olmasa da, yavaş yavaş. gazı biten bir arabanın, hızdan düşüşü gibi belki. ya da motoru iflas eden bir uçağın irtifa kaybedişi gibi.. bilgisayarı açtı. malum siteye girdi. kamerasını da açtı. ve başladı beklemeye. onda duracak ve onunla konuşacak bir yüz denk gelene kadar, bekledi. hiç değiştirmiyordu o, next tuşuna hiç basmıyordu, eli sikinde bir adam da görse, ya da bir eşcinsel, hiç next tuşuna basıp es geçmiyordu, ama gayler bile beş saniyeden fazla kalmıyordu ekranda. bir hatun geldi sonra. en azından resimde hatun vardı. ve kamerası kapalıydı. fransadan. “sonunda bir türke rastladım” dedi, “noel baba kılığında tiplerden yıldım”. “onu ayarlayabiliyorsun” dedi can. “nasıl neyi” dedi hatun. “seçenekler hanesinden” dedi, “aramada belli ülkeleri tercih edebiliyorsun.”
“nasıl yapcam” dedi hatun, ya da hatun resimli adam. her neyse. anlattı ona nasıl yapacağını. “sağol ya” dedi, “iyiymiş.” sonra resim çizmeye başladı ekrana can. buna başlamıştı son zamanlarda, konuşmak yerine ekrana mouse ile resim çizmeye. gerçi herkes beş saniyede onu pas geçtiği için resimde yapamıyordu. bir yüz çizdi, karikatürize bir figür. karşı taraf çizdiği figüre bir sigara yaptı ve “sigarasız olmaz” diye yazdı. güldü buna. gülümsedi. konuşmaya başladılar sonra. bir on dakika kadar konuştular. fransa. türkiye. okul. iş. orda durumlar. burda durumlar. falan filan. havadan sudan sebeplerle birbirini tanıma çabaları. ardından, kız, “ya orası soğuk mu” dedi. “pek değil” dedi can ama montla oturuyordu odada, çünkü sobayı yakmayı akıl edebilecek, hatta üstünü değiştirmeyi hatırlayabilecek bir gün geçirmemişti. “çıkarsana montunu” dedi. çıkardı can. “kazağını da çıkarsana” dedi hatun. çıkardı. “resimdeki sen misin” diye sordu bu arada can. “evet ya istanbuldayken arkadaşlarımla. ortadaki benim” dedi. üç hatun resmi vardı çünkü profilde. doğru ya da yalan. inandı. bir sıcaklık hissetmişti, on dakikalık konuşmadan. yakınlık. atleti ile duruyordu. karşı tarafın ne yaptığını, ya da gerçekten resimdeki kişi ile konuşup konuşmadığını bilmeden, kelimelerden bir duygu dünyası inşa ederek kendi zihninde.. sonra fotoğraf değişti. bir barda, biraz daha yakından çekilmiş, bir fotoğraf. biraz daha inancı sağlamlaştı böylece. “bir şey diyeceğim” dedi hatun. adı arzu olsun. paso hatun demekten sıkıldım. aslında her şeyden sıkıldım. tüm bu ebegümecinden. hayali olaylar inşa edip, gerçekte olan bitenin sıkıntısını bertaraf etmekten de sıkıldım. yazmaktan yani. bu saf karakteri betimlemekten. o saf karakteri aslında öldürmek isteyip, bir türlü intihar etmesine neden olacak bir sebep bulamadığım için, lafı eveleyip gevelemekten de sıkıldım. evdeyim. tek başımayım. sıkılıyorum. her şeyden. içten içe. fena halde. adım girdap olsun. ya da zack. ya da esçûmento. ya da kukuleta. bi önemi yok. heteroseksüel ya da homoseksüel. izmir ya da istanbul ya da mardin. işçi ya da patron. yakışıklı ya da değil. milyarlarcası içinden bitanesi, evdeydim, ve tek başınayım. ve sıkılıyorum.. buraya kadar tamam mı? anlamadığınız bir yer olursa sorun demiştim. “atletini de çıkar diyicem ama banlanırsın” dedim cana. gülüyordum bu arada. ama o beni görmüyordu. hatundum ben onun gözünde. arzuydu adım. fransada yaşıyordum. üniversite okuyordum burada. üç beş fotoğrafta koymuştum. ve konuştum onunla. belki yedi saat sürdü muhabbetimiz. anlattı da anlattı. hemen hemen her şeyi, tüm çıplaklığıyla. benim ona atletini de çıkar deyişimden sonra, ve üstü çıplak vaziyette titrer bir halde yazmaya başladıktan sonra, ve anlattıkça, anlattıkça, anlattıkça, yarı ağlamaklı bir halde, ve daha ilk saat aslında arzu değil de, denyo olduğumu ona söyledikten sonra bile, samimiyetini kaybetmeden, sürdürdü
muhabbetti. ve gey değildim. ve hatun da aramıyordum onun gibi. hiçbir şey aramıyordum. evdeydim. tek başımaydım. canım sıkılıyordu. ve o yalnız insanların odalarına konuk olup, birkaç kare yakalamak, farklı zihinsel fotoğraflar çekmeme neden oluyordu. sosyolog değildim. psikolog değildim. yazar olarak görülmüyordum. ama yine de, hemen hemen hiçbir şey olarak, hemen hemen her şeyi çözdüğüme olan inancımın bana verdiği yasama yürütme ve yargı hakkı sayesinde, insanların hayatlarına müdahale ediyordum. bir kağıt parçası, siyah beyaz bir kağıt parçasının, hiçbir şeyi değiştirmeye gücü olmasa da, bazı renk körlerinin, kendi hastalıklarına teşhis koymalarına, yardımcı olurdu belki. kalabalık içindeki yalnızlık değildi bu, inanmıyordum öyle safsatalara. yalnızlık zaten çok kalabalık bir şeydi. ve yalnızlığımızı bu kadar kalabalıklaştırmasına rağmen, bunu kanıksamamıza fırsat tanımayan bir çağa doğmuştuk.. herkes her yerdeydi. herkes herkesleydi. bilinilebilme kaygımız, tanrının kendini bildirme arzusuna baskın çıkmıştı. herkes ayaklı kur’an konumunda yaşıyordu. ve can’a tam olarak ne yapması gerektiğini anlattım. tane tane. incelikli bir şekilde, ikna ettim onu. ipi alıp tavana astı. kamerayı doğru açıya getirdi. bu arada, konuşmanın bir noktasından sonrasını kayda almaya başlamıştım. önce bir duş alacağım dedi bana. arınmak istediğini söyledi. tamam deyip bekledim ve beklerken birkaç porno yıldızının yüzüne baktım. son zamanlarda angelina valentine’ni anlamaya çalışıyordum, o sesine kattığı gizemli hava ile beraber, yüz ifadesindeki hırçınlık, bana aletimle ilgili değil daha çok üzerinde çalıştığım başka bir meseleyle ilgili çağrışımlar yapıyordu. ve ali geldi. kurulanmıştı. giyinmişti. ipi kontrol etti. yayını canlı olarak halka açmıştım. henüz ne server tarafından banlanmış ne de ilgili mecraları uyandırmıştık. çıktı sandalyeye. boynunu uzattı. onun için her şey kararmıştı. bunun farkındaydım. pisipisine ölücekti. söylediğim on yedi santimetre uzunluğundaki cümlem, onu ikna etmişti. ölücekti ve ölümü hiçbir işe yaramayacaktı. hayatta kalması da onun adına hiçbir işe yaramayacaktı. çünkü iş kavramı, kâr kavramı ile eşlenik bir düzeyde kodlanmıştı. “para kazandırıyor mu?”. hobi olarak arada ölü taklidi yapıyorum. hobi olarak yaptığım şeyin adı fanzin. öyle zannediliyor. oysa, toplumca öyle zannettiğimiz şeylerin öncü sanrılarını oluşturan zanlıları sanık olarak tahta çıkarmaktan başka bir şey yapmıyoruz, yaşam hakkımız konusunda bile vekalet vererek üstelik. intihar etmek yasak. savaşta ölmek şeref. polisler gelmedi. izledim. durmasını söyledim sonra. sandalyeye vuracakken, bağırdım mikrofondan. durdu. ekrana baktı. biraz duralım dedim. biraz durduk. sessizlik. canlı yayınım, kısa sürede, çok yüksek bir izleyici sayısına ulaşmıştı. bekliyordum. can ne söylesem yapacak durumdaydı. yalnızdı. herkes yalnızdı. yalnız olduğunu söylüyordu herkes. koca koca puntolarla yalnızım diye bağırıyordu herkes. şarkılar yalnızlık üzerineydi. filmlerin
ana konularından biri yalnızlıktı. tanrı bile, pastadan büyük bir pay kapmak istercesine, yalnızlığı kendisine mahsus bir alan olarak tahsis etmeye çalışmıştı. yalnızlık mahsustu. masusçuktandı. çok kabalıktık, fazla çok kalabalık. can’ın ölmesi nüfusu dengelemezdi. o kadar yalnızdık ki, cep telefonumuzu işyerinde unutursak, servisten yarı yolda iner, işyerine geri dönerdik. can dönmezdi. duruyordu öyle. hayatının sonuna kadar orada öylece, ip boynunda, durabilirdi. çünkü onunla konuşan tek kişi, erkek bile olsa, ona dur demişti. sevgiye olan açlığımız, nefretimizi de bilemişti. kapitalist algı düzeyi, duygu dünyamızı da kâr/zarar dengesinde şekillendirmemize neden olmuştu, ve yıldızlara bakan filozoflardan, bizi kaç kişinin gördüğüne bakan yıldızlar olmaya doğru, evrildik.. bu arada, can öldü.. next’e basabilirsiniz. 24aralık12
yokuş
her şeyin ters gittiği zamanlardan biri, bir pansiyonda kalıyordum o sıralar, ve evet, hala izmir! yıl 1878’di, yada 1978, yada 2078 olsun, ne fark ederki? her şey ters gidiyordu işte, bahisler, iş görüşmeleri, yazı ve hatunlar. henüz her şeyi yitirmemiştim, ama umut yoktu, daha kaybetmiş olmasam da tükenmiştim, herkez bana yokuş yapıyor gibi geliyordu, bir barın önünde durdum, “bira 3 milyon” gibi bişi yazıyordu, barın camlarından birinde, bozuk bir yazı. canlı müzik, ve evet dedim, yarısı su olsada verdikleri biranın, denemeye değer, biraz müzik.. o nefret ettiğim rock barlardan biriydi işte, ama bir hatuna salça olur ve evine giderdim belki, şanşlıysam, yada barda biraz oynaşırdık, seks her şeye rağmen hayata devam etmeni sağlayan tek bahanen oluyordu böylesi zamanlarda. para yoktur, ve işinde, ve alkol yoktur, ve kadının. ve ilham kesilmiş, sihir bitmiştir. yatağa girer ve intihar etmek yerine, o gün gündüz otobüste gördüğün hatunu düşler, o’nun ofisinde ona kaydığını hayal edip otuzbir çekerdin, ve epey enerjini harcamana neden olurdu boşalmak, yorgun düşer, intihar ve her şeyi boşverip uyurdun, sabah yeni bir gün başlayacaktı nasıl olsa, bir gün daha çalmış olurdun tanrıdan.
içeri doğru yöneldim, kapının önündeki eleman eli ile itti beni, “noluyor” dedim, “giremezsin” dedi, “neden” dedim, “2 hafta önce bu barda çıkardığın kavgayı unuttuğumuzu sanmıyorsun herhalde” “ben hatırlamıyorum zaten” dedim “unuttuğunuzu sansam ne yazar”. adama biraz kene verip girebilirdim içeri, ama yoktu fazla param, ve değmezdi, geri döndüm, bornova sokağının önünden geçip travestilerin bakışlarına aldırmadım, sonra kordon, çankaya, ve basmane.. kaldığım pansiyona gelip girişteki tipten anahtarımı aldım, “gündüz bi hatun gelip seni sordu” dedi bana, “siktiret” dedim, “bi süre kadınlardan uzak durucam” yalandı oysa, uzak duramazdınız, siz bunu isteseniz bile yapışırlardı, suyunuzu sıkana kadar, herneyse.. odama girdim, ufak bir oda işte, üzerimdekiler dışında giysim yoktu, iç çamaşırları hariç tabii, ve çorap.. -ve ruh’da diyebilseydim keşke şu an. bir kaçtane ruhum olsaydı kolay olurdu yaşamak, iş yerinde onların istediği gibi davranır maaşımı alırdım, barda bardakilerin istediği gibi davranır canlı müzik dinler bira adını verdikleri suyu içerdim, sonra bir hatunum olurdu, onun yanındada onun istediği gibi davranırdım ve muhteşem bir aşk yaşamış olurduk. çok severdi beni, hiç terk etmezdi, kişiliksiz ve yalaka insanları herkes sever. (ben sevmem, ama ben bir ‘toplumdışı’ymışım zaten, öyle diorlar, o halde “herkes” beni kapsamıyor olmalı) oyunu ortamına göre oynayan, bulunduğu mekanların kurallarına uyan insanları, yüzdeyüz haklıyım, çünkü tanrılarımdan biride böyle düşünüyor, ve tanrılar yanılmaz.. “oyunu kuralına göre oyna” der tanrım, “oyunun kuralları sana kazandıracak, günden güne” d
herkez bana yokuş yapıyordu. eski sevgililerim, iş verenler, barmenler, orospular, orospu olmayanlar, ve herkez yazar olmuştu, haftada 50 yeni kitap 35de yeni yazar üretiyordu ülke, ve ben yazamıyordum artık, bitmişti her şey. düşündüm, ve “sikerim do it yourself’i” dedim bi an için, tanıdığım benim gibi birkaç yazan, yani gerçekte yazabilen ayyaş ile bir dergi hazırlıcaktım, her şeyi bana ait olacaktı, kapak, tasarım, dizgi, vs, ve efes pilsen veya tuborg’a sunucaktım birer kopya, sponsor olmalarını isteyecektim, kesin kabul ediceklerdi, 3000den fazla okuyucum vardı ve tek bir kitabım yoktu henüz ortalıkta, reklamım yoktu, menajerim yoktu, ağzımda puro bile yoktu, henüz patlamamış bir bombaydım ben, sponsora ihityacım vardı, pohpohlanmaya değil.. 700 milyon diyicektim, 1000 kopya, siyah-beyaz, maliyeti karşılayın yeter, evet diyiceklerdi, evet evet evet. ve sonra o sikik yayınevlerinin tekliflerini birbirirleri ile çarpıştıracaktım, açık arttırma; dağıtım size ait, sponsorum var, maaş vericeksiniz bana sadece, ve arkadaşlarıma, reklam gelirleri sizin olsun, reklam giderleride size ait.. “imla hatalarını düzelticez” deyip oynayacaklardı kalemimle, daha önceleri yaptıkları gibi, bu kez ses çıkarmayacaktım ama, satıcaktım kendmi, iyi para ederdim.. sonra biramı yudumlarken sağ kolumdaki dövmeyi gördüm, “fuck copyright” yazıyordu, biraz yukarsında “d.i.y or die” sol kolumda “no future” ve sağ işaret parmağımda thug life..
değiş dedim kendime, ölmek üzeresin, kaldığın yere bak, farelerle maç yapıyorsun her gece, karafatmalar ile poker oynuyorsun , tahta kuruları ile de.. hayvanlar bile sana yokuş yapıyor evlat, sik anasını, paranın amına koy, öyküleri sat o amcık yönetmene, bırak nasıl çekerse çeksin, tırmanmaya başla artık, ölüceksin.. telefonum çaldı sonra, gökçe.. kıyak bi hatundu, dosttuk, “kaostayım” dedi, “sana baktım, kilise sokağında, logosda ve çimlerde yoktun” “evdeyim” dedim, “kimin evinde” “kendi”. güldü, alaycı bir gülüş değildi ama, oraya hala evmi diyorsun der gibiydi, ve sevimli bir gülüştü.. “gelicekmisin” dedi, “hı hı” “gelince çaldır” “telefonu kaltağın tekine fırlattım dün” “ee” “eesi eğildi kaltak, duvarda patladı bana aldığın 250 kontur” “teşekkür ederim” dedi “rica ederim” dedim, güldük “neyse kaostan al o zaman beni deli” dedi
“onun önündeki lavuğu öldürebilirsem içeri girerim” dedim “ne lavuğu?” dedi, “bir garson” dedim, “geçen hafta bi tartışma sonucu kavga çıkmıştı”, “içerden çağırt o zaman” “peki” çıktım evden..
ve evet gökçe ile buluştuk.. biraz sohbet, biraz alkol, ona planlarımdan bahsettim, efes veya tuborg, sponsorlar, lumuzin, pipo, imza günleri, gösteriş, şan şeref hürriyet.. “yazamazsın” dedi, “o zaman bir daha asla şimdiki gibi yazamazsın” “ne fark ederki?” dedim, “şimdide yazamıyorum zaten, ilham perim bile bana yokuş yapıyor” “seni seviyorum” dedi bana, “öyle bir şey yaparsan yine sevmeye devam ederim, ve anlarım seni, ama herkes anlamaz, okuyucuların terk edicek, seni o zaman, sadık okuyucuların, çünkü anlamayacaklar” “açlıktan ölürsem kahraman olurum ama” “evet”
herneyse işte buradayım.. hayatın ortasında.. ve gecenin.. ve viski kola yaptım, ilham demek bu, viski hediye, bir hatundan.. kargo geldi bu sabah.. ardeşen ilçe jandarma komutanlığı.. ve isim soyad.. kapım açık değil size, ama viskiye hayır diyemem.. nöbette yazılan öyküler.. saçmalıyormuyum? o halde biri bana yardım etsin, 77 gün sonra ne yapacağımı söylesin.. ve birde şarkı.. evet biri bana “no pain no gain’i” söylese iyi eder.. bana bunu söyleyen bi hatuna denk gelirsem, ona aşık olucam, çünkü hayatta kalmak için bu gece hem aşka hem mike ness’in bana “her şey çok güzel” olucak demesine ihtiyacım var..
ve bir gün yeniden hayatta olucam.. gökçeye “en iyi dostumsun” diyicem, o da bana tuzluk fırlatıp gece özür mesajı çekicek, cevap alamayıncada arıcak, açmıcam, ve bir mesaj daha, “hattınıza 250 kontur yüklendi” falan filan.. bir mesaj daha, “belki konturun yoktur, ve benle konuşmaya cesaretinde, lanet olası ses çıkar” ve bir çağrı yaparım bende..
hey herkes bana yokuş yapıyor son günlerde, anlıyormusunuz? tabiyki hayır.. o halde size biraz sokak kültürü ve argo dersi vermek gerek! ancak
ondan sonra sokakedebiyatı yapıyorum bende deyip, bu isimde ve sadece uzantısı değişik bir site açıp beni davet edebilirsiniz.. sokakedebiyatı.org’muş.. uzak durun benden. lütfen.. çünkü bayım, ben bu işi 10 yıldır yapıyorum, ve sizin yardımınızla 10 bin hite, 1250 kullanıcıya, ve üne ihtiyacım yok.. herhangi bir sponsorada.. paraya ihtiyacım var sadece, kendini satmadan.. paraya aşka ve no pain no gain’i dinlemeye, sonsuza dek..
not: öykü spontane çıkmıştır, nöbette, o yüzden sonu böyle oldu, sokakedebiyati.org adında bir siteden aldığım davet üzerine sanırım, bana daha çok hit ve editör kazandıracaklarını vaad ediyorlardı çünkü benim hedefim, isteyipte yapamadığım bir şeymiş gibi sanki bunlar.. ayrıca öyküde geçen, “o halde biri bana yardım etsin, 77 gün sonra ne yapacağımı söylesin..” yerindeki 77 gün, askerliğin bitmesine kalan zamandır. ama şu an 27 gün var. hadin eyvallah 27 ocak 2007
Zack 2 sigara üstüne sigara dedi zack. aynen figaro figaro figaro gibi. sigara sigara sigara.. oysa bırakmaya karar vermişti daha sabah. bırakıcaktı bir gün. umursuyordu artık bir şeyleri.. geçmiş geçmişte kalmıştı. gelecek güzel olmayabilirdi. her şey ters gitse bile dedi, ben ters gitmeyeceğim.. bir yolu vardı inandığı, üçüncü yol diyordu adına. henüz geçmemişti o yola. zamanını bekliyordu ve kahin gibiydi kendi hayatı söz konusuysa. her şeyi önceden biliyordu. bekliyordu. beklemesinin boşuna olmadığını bilerek bekliyordu. gelicekti o tren. çıkıcaktı içinden aradığı boşluk.. trenden inicek ve boşluğuna karışacaktı. kim olduğunu bilmiyordu sadece. aramıyordu da. başka başka kadınlarla, acaba diyerek şansını denemiyordu. şansını denemezdi hiç herşeyden emindi. gelicekti o tren. boşluk boşlukla bütünleşecek ve bir hacme sahip olacaktı. acelesi yoktu. acelesi yoktu ve hayatta kalacaktı. her ne olursa olsun. her şey ters gidebilirdi dediğim gibi.. umrumda değildi terslikler. sorunları çözmeye çalışmayı bırakalı yıllar olmuştu. arkama yaslanmıyor ileriye adım atmıyordum. bekliyordum sadece. herşey bir anda, pat diye, aniden olucaktı. mutlu olmayacaktı. zaten kendi içinde mutluydu. kendi içindeydi herşey. tüm politikliği ile kaygısız ve tek başınaydı. bir şey yapılacaksa yapardı. tek başına veya beraber. tek başınalığın kararlı senfonisi. sıkılmamıştı. sıkılmıştı. iki arada bir derede yaşıyordu. dün gece nolmuştu. düşünmüyordu dün geceyi. güzeldi hepsi bu. hepsi bu değil.. fazlası var. ilk defa gerçekten inandı sigarayı bırakacağına. bırakamadı ama inandı. inancını kaybetmişti oysa herşeye karşı. ilk kez kendini umursadı. ilk kez güne farklı bir şarkı ile başladı. sabiteleri değişmişti. iyi uyanmıştı. dipde değil, iyi sadece. sarıldı yalnızlığına. kendine değil, yalnızlığına. yalnızlığım diyecekti onla. bir bütün olmuştu. tek başına da bir bütünken, onunla fazlalık hissetmeden birleşmişti. emindi kendinden. kendinden ve içinde yaşadığı açmazdan. kaybedip kazanmaya inanmazdı. yaşar geçerdi birşeyleri fazlasıyla umursayarak. herkesin canını sıkan onu etkilemez ve sıkılırdı insanların sorunlarından. sorun çözücü değildi. ama geçiştirmiyordu da.. bekliyordu sadece. hayatta kalmaya çalışara. emindi. gelicekti o boşluğunu taşıyan tren. yanılmayacaktı. onunla beraber olmak isteyen herkesi elinin tersi ile itiyordu. dış kapısı dışardan iç kapısı içerden kitliydi. iç kapısını açmazdı asla. sadece bazen kilidi açar ve kapıyı çalmadan girilmesini beklerdi. dostları yapmıştı bunu. bir yere kadar girmişlerdi hole. holün ardında renksiz bir oda vardı. görünmezdi oda. oyuncakları görünmezdi. gizliyordu kendini ve herkese gülüyordu. kendi gibi olmayan, tek başına varolabilen biri gelip görücekti oyuncakları. taştan oyuncaklar. deniz taşından. şekilsiz hayaletler. varlığını kimsenin varlığına armağan etmezdi. kimseyle bir olmazdı. ama bir olmak istiyordu. boşluk yutacak boşluğu. ruhları kesişim kümesi. umursamak birşeyleri. sigarayı bırakmayı düşlemek. düşmemek daha fazla. ama tırmanmaya da çalışmamak daha fazla. kendi halinde. olduğu gibi. olduğu yerden memnun.. kendi gibi birini beklemiyordu. kendi boşluğunda kaybolup bunu sorun etmeyecek birini bekliyordu. gelmişti. durmuştu tren. içinden
inmesini bekliyordum. gel dedi, gidelim.. nereye diye sormadım. adım attım içeri. ve tren hareket etti. camdan dışarı baktık sadece, hiç konuşmadan camdaki yansımamıza baktık. kapılar kapandı. ve herkes inmişti trenden, o hariç, ben binerken..
11 mart 2016
zack 3
kötü bir sabah diye iç geçirerek uyandı zack. yapabileceği pek bir şey yoktu bu konuda. işe gitmek zorundaydı ve kurduğu alarma uyanmış, kötü bir sabah diye iç geçirmişti. bunu tekrar ettim, çünkü zor okunan bir yazarmışım ben..
devam ediyorum. ya siz? sıkıcı öyle değil mi? aynı teraneyi sunucam yine önünüze, ama kaçarınız yok, ya okuyacaksınız ya da okuyacaksınız. siz okuyana kadar zırvalamaya devam edicem. 20 yıldır bunun mücadelesini veriyorum ve kimine göre de hep aynı şeylerden bahsediyorum. ama dur bir dakika, hiç olmazsa aynı sırada bahsetmiyorum öyle değil mi? bunu da daha önce söylemiştim evet haklısınız, bunu hatırlıyor olmanız beni okuduğunuz anlamına gelirdi. ama hayır, dur bir saniye, ne diyordum?
kötü bir sabah diye iç geçirerek uyandı zack. zack ben değilim bu arada, ikiz kardeşim..
kötü bir sabah diye iç geçirerek çalan alarma uyandı. işe gitmeliydi. yapabileceği pek bir şey yoktu bu konuda. denemişti birkaç kez. çalışmadan yaşamayı denemişti. duruşundan ödün vermeden yaşamayı da.. ve daha başka bir çok şey. denemişti işte. hala deniyordu. denemekten asla vazgeçmemeye dair söz vermişti kendine ve uyanmıştı sabahın köründe. bir dilim ekmekle yaptı kahvaltısını.. annesi hazırladı kahvaltıyı.. kendisi de hazırlayabilirdi ama annesi bırakmıyordu bi kendi işini kendi görsün. ardından bir bardak kahve. aç karnına ve kahvaltıdan sonra içilen iki sigara. giyinmek. ardından ayakkabıları giymek. ardından kapıdan çıkarken, “hayırlı işler evladıma” karşılık, “sağol anne akşam görüşürüz” serzenişi. sabah vardiyasındaydı ve nefret ediyordu sabah vardiyasından. gece vardiyasından da nefret ediyordu. en sevdiği vardiya akşam vardiyası idi çünkü gece yarısı eve gelip sabahlayabiliyordu herkes uyurken. her neyse geçelim. üçüncü sigarasını evden çıkar çıkmaz yaktı ve beş kırk beşte uyanıp altı sıfır beşte evden çıkmıştı. altı dakika sürdü yürümesi. bu esnada biten sigarasını tazeledi servisin onu alacağı yere gelince. yollar bomboştu. servisçi altıyı çeyrek geçe gelirdi. ya da altıyı yirmi geçe. bu aralarda. bu skalada. servis gelene kadar dördüncü sigarasını da içti. neden içtiğini bilmiyordu bu kadar üst üste sigara. içiyordu işte. bir sıkıntı vardı. içinden atamadığı bir boşluk hissi. boşluk boşlukla bütünleşirse son bulacaktı. henüz bütünleşmemişti. bekliyor ve beklerken de sigarasını içiyordu. hem içi boş servisi –çünkü ilk onu alırdı- hem içi boşluğa yelken açmışlığı beklerken… kaçış edebiyatı yaptığı bile söylendi ona. yuh artıklarla iç geçirdiği bir dolu alaycı eleştiri almıştı. almış ve umursamamıştı. bekliyordu o. beklerken de ipi elinden bırakmıyordu. bazen o ipin üzerinde yürüyor bazense boğazına geçiriyordu. intiharı düşünmüyor ama ölümden uzak da yaşamıyordu. uçurumun kenarında safsatası ona göre değildi. sevmiyordu bu tip içi boş ve anlamsız sersenizleri. duvarın kenarında yaşıyordu o. ama duvar çatlamaya
başlamıştı artık ve arkasında ne var bilmiyordu. ikinci bir duvarı ise insanlarla arasına örmüştü ve o duvar epey bir sağlamdı. çatırdatamazlardı asla.
her neyse moruk, servis geldi işte. bindim. sabah sabah oyun havası çalıyordu. iplemedim. servisçinin garip zamanlı müzik zevkleri. kulaklığımdaki sesi yükselttim. dayadım kafayı cama. berem sağlama aldı gözlerimi. uyumadım. müzik dinledim. ve birileri bindi servise. görmezden geldim hepsini. hepsi aynı tencerede pişen pilaki idiler. ben de öyle. varın siz anlayın durumun vahametini. herkesin başına gelen, benim de başıma geliyordu. sırf bunları anlatabiliyor diye farklı değildim milyonlarca, hatta milyarlarca işçiden. tek fark, benim bir çıkış yolu arıyor ve bunu arada sırada deniyor oluşumdu. servis durdu. indik hep birlikte. kulaklığımdaki müziğin hızını kesmeden –rap çalıyordu, ecnebice- bir sigara daha yaktım. onun da hızını kesmedim yani. ve dışarıda, fabrika dışında bir yere oturup izledim ardımızdan gelen servisleri. umutsuz ve teslim olmuş yüzleri. isyan barındırmayan yüzleri. ne denirse evet diyen yüzleri. ben ne denirse evet demeyen, buna rağmen işyerinde en çok sevilen heriflerden biriydim. işimi iyi yapıyordum çünkü. işini iyi yapmakla sisteme muhalif olmak farklı şeyler gibi geliyordu. olmayabilirdi. belki kazıklamalıydım patronumu. belki fabrikaya zarar vermeliydim. benim işyerimdeki durumumu bilen bazı insanlar bunu çelişkili buluyordu. her şeyim çelişkiliydi tanrısını satayım. yolum yol değildi onlara göre ama yoldan çıkalı da çok olmuştu bana göre.. bi sigara daha yaktım. sonraki üç saat sigara içemeyecek, dinlenemeyecek ve belki de nefes bile alamayacaktım. hızlı tempoda çalışıyorduk. tabakhaneye bok yetiştiriyorduk resmen. kapitalizmin üst düzey, yarı açık hapishanelerinden birinde, vekildim. irkildim bir an.. yanıma biri gelmişti. günaydın demiş. duymamışım. önemi yok. onun ve günaydın diyişinin önemi yok çünkü güne başlamaya henüz hazır değilim. hazırlanmam lazım. yüzümü bir kez daha yıkamam, 2 bardak su içmem –çünkü sonraki 3 saat boyunca su da içemeyebilirdim- ardından üstümü giyinmem gerekiyordu. çelik burunlu ayakkabı, pantolon, sweet, kulaklık, gözlük, eldiven.. bir de sabah sporu diye bir şey çıkarmışlardı başımıza. birisinin sürekli elleri ağrıyormuş, işyeri hekimine durumu anlatmış, işyeri hekimi de herkese zorunlu sabah sporu diye bir şey icat etmiş. icat etmiş ama resmen. hareketleri kendi kafasına göre seçmiş ve seçilen hiçbir hareket işçilerce tam anlamı ile yapılmamış. sadece ayakta durup yapar gibi yapmışız. herkes işyerlerinde her şeyi yapar gibi yapıyordu. ben değil. hayır ben ve birkaç insan değil. çünkü başka türlü zaman geçmiyordu. patronu ya da amirlerimi taktığımdan değil.. ya da benim üzerimden kazanacakları paralara sadık olduğumdan değil. sadece, başka türlü zaman geçmiyordu. bunun ne demek olduğunu anlayabiliyor musunuz? baştan alayım mı? dur deneyeyim bi. ne de olsa benim lunaparkımdasınız şu an.. alıyorum o halde..
kötü bir sabah diye iç geçirerek uyandım. yapabileceğim pek bir şey yoktu bu konuda. işe gitmek zorundaydım ve kurduğum alarma uyanmış, kötü bir sabah diye iç geçirmiştim. bunu tekrar ettim, çünkü zor okunan bir yazarmışım ben.. her türlü eleştiriyi kaale alıyorum gördüğünüz gibi. okuyucu ile taşak geçtiğimi düşünen yeni bir eleştirmen bekliyorum şu an.
her neyse, işbaşı yapar yapmaz ahmet geldi. ahmet hat sorumlusu. size işi düşerse, sizden iyisi yoktur, ama sizinle bir işi yani çıkarı yani yaptıracağı ekstra bir iş yok ise, sizin sorunlarınızı dinlemez bile. adama eldivenim yok, eldiven makinesi –aa evet eldiven makinesi var iş yerinde, parmak izinizi gösteriyorsunuz yeni bir eldiven veriyor, haftalık eldiven tüketme hakkınız limitli, çünkü çok gidiyor eldiven, yırtılıyor, yağlanıyor, solvent oluyor, bor yağı oluyor, falan filan falan filan, ve siz yeni bir eldiven talep ediyorsunuz. bu hakkınız sınırlı yani. tasarruflu olmak zorundayız. ama aynı tasarrufu arabalar için ürettiğimiz yağ pompasının takılacağı araba moturunun arabasının sahibi, mazot konusunda gösteremeyebilir.. cümle karışık mı oldu? toparlayayım. yani tasarruf, maliyetten kısma, aynı arabayı alıcak kişice gösterilmeyecek. arabayı alıcak kişi bir işçi de olabilir ve tasarruflar sonucu elde edilen gelirlerin katkısı ile ödenen maaşını harcarken tasarruflu olamayacak ki, borç batağı içinde çalışmaya maruz kalsın. şimdi neden patronların patron, işçilerinden işçi olduğunu anlamış olmayız. gidip marx ya da bakunin ya da smith felan okumanıza gerek kalmadı böylece. ama elbette bi sürü bi sürü kuram okuyan, her şeyin post post post post postunu, hatta postalını bilen birine, benim anlattıklarım basit gelicek.. sıkıntı yok. burası bir lunapark. ne diyordum?
eldiven makinesi. aynı ahmet, zack o eldiven makinesinden eldiven alamadığı yani, parmak izi sisteminin onun parmak izini okumadığı bir durumda, zack’e yardımcı olmaz. görevleri arasında bu da vardır halbuki. ve arada sırada sizi çok sevdiğini de söyler ahmet, mesaiye kalmak istemezsiniz bir gün, sizi mesai yazmaz, ama aynı ahmet sizi fabrikada koşu parkurundaymışınızçasına ordan oraya sürükler. çünkü siz kadro kalmaya çalışan bir sözleşmeli elemansınızdır ve ordan oraya sırf kadro kalayım gerisi kolay diye düşünerek koşabilirsiniz.. çünkü işsizlik kötü abi. iş bulmak zor. buldum mu kaybetmeyeyim düşüncesi ile her insan, köle olur, bağlı bulunduğu birim şefine. birim şeflerinin çoğu acımasızdır ve istisnalar kaideyi bozmaz. ama siz kadro kalmışsınızdır artık ve işyerindeki haksızlıklara itiraz edebilme cesareti kazanmışsınızdır. bu cesaret pat diye gelmez. biraz işsiz kalma riskini göze almayı gerektirir..
bir de şenol vardır işyerinde, beş yıllık eleman.. yani beş yıllık eleman demek bizim işyerinde dokunulmazlık hakkını elde etmek anlamına gelir. siz pazar mesaisine gelirken, o evinde uyur, siz en ağır ve saçma angaryaları yaparken, o size artıklar bırakır. şenol’un artıkları ile uğraşmak istemeyen zack, postayı koyar beş yıllık adama.. beş yıllık adam uyuz olup zack’i şikayet eder. hiçbirşey olmaz ama. şenol beş yıllık olmasına rağmen, paso hata yapar çünkü. zack yedi ayda sıfır hata ile çalışmıştır..
hikayenin sonuna geliyoruz dostlar. biraz değişik oldu biliyorum.. bir gün zack kullandığı ilaçlar nedeni ile birkaç hata yapar ve kapının önüne konur. çünkü zack’ın tazminatı yokken, şenol’un vardır. şenol paso hata yapar, başka
bir adam paso mesaiye gelmez, başkaca bir adam da paso işi eker, rapor alır. bu adamlar işten atılmazken, zack iki günde üç hata nedeni ile işten atılır. çünkü tazminatı yoktur zack’in. oysa ücretsiz izin verilse, zack onun hata yapmasına neden olan hapa teselli babında ısınıp, dalgın ve hantal olmayacaktır.. ve dahası, zack de eski işyerinde üç yıllık eleman olduğu için, hiç mesaiye gitmemesine, arada bir işi ekmesine rağmen, ama yine nerdeyse sıfır hata ile çalışarak işten çıkarılmamıştır..
kısacası, kapitalizmde, her şey, maliyet hesabına bağlıdır, sistemi baltalamak istiyorsak, bizim de maliyet hesabı yaparak yaşamamız gerekir, yarışmamız değil. bitti.
25. mart 2015.
zack 4 günümüzden on sene sonrasının bir pazartesi sabahı. uyandı zack. çalan bir alarm; telefon ya da saat ya da zihinsel zil ya da bedensel ağrılar... sabahın altısı. uyandı zack. bir işi vardı. gitmek zorunda olduğu bir işi vardı. uyandı. bir müzik çalıyordu kafasının içinde. grubun adı, Magenta Skycode. şarkının adı, hands burn. kafasının içinde dönüyordu müzik. duyuyordu yani. gerçekten duyuyordu. tavana baktı. her zaman olduğu gibi, her sabah olduğu gibi, kendisini çaresiz, umutsuz ve bitkin hissediyordu. işe gitmeliyim, dedi kendi kendine sesli olarak. "işe gitmeli miyim?" dedi sonra, "hayır gitmemeliyim" dedi. yastığının altındaki sigara paketini çıkardı, sigara paketinden bir tek çıkardı, baktı ona, şakaklarına dayadı sigarayı, ve yine dışından, "kendime sıktığım silahlarımdan biri" dedi gülerek, "ama ölmüyorum" dedi, "insanlar kötü göründüğümü söylüyor, ama ölmüyorum, insanlar kötü göründüğümü söylüyor, ama dışa yansıyan fiziksel gerçekliğin içerdeki gölgesine aldırış etmiyorlar" dedi. "içe yansıyan gölgem, dış görünümümden daha büyük aslında" dedi, "ve aslında, içerdekinin gölgesi olan bedenim" dedi, "bedenim, ruhumun gölgesi" dedi, "ruhuma tecavüz ettiler" "ruhuna tecavüz mü ettiler, neden?" "bunu bilmiyorum moruk, hiçbir şey bilmiyorum, bilmek isterdim ama" ağlıyordu zack, kendi kendine konuşuyor, kendi sorularına cevap veriyor, kendi kendine dialog kuruyor ve ağlıyordu. sabahın altısı. "işe gitmelisin zack" dedi kendi kendine "hayır gitmeyeceğim" dedi "ama gitmelisin adamım" dedi "ama gitmeyeceğim" dedi "peki nolucak" dedi, "sonu nereye varıcak" dedi "sonunu hiç düşünmedim ki" dedi "ama düşünmeliydin adamım" dedi "daha o kadar düşmedim" dedi "düşüyorsun" dedi "hayır düştüm" dedi "yere çakıldım ve ölmedim" dedi "hayır hala düşüyorsun ve artık hissetmiyorsun bunu" dedi "artık hiçbir şey hissetmiyorum" dedi "koca bir yalancısın" dedi "pekala, düzeltiyorum, hissetmemiş olmayı yeğlerdim" dedi "iş" "hayır" "iş, zack" "hayır adamım" "zack, işe gitmelisin" "gitmeyeceğim" "zack! iş dedim sana" "sikmişim..." doğruldu ve oturdu yatağa. bağdaş kurdu. sigarasını hala yakmamıştı. çakmağı arandı. evinin içi çakmak mezarlığıydı. ama hepsi saklanmışlardı sanki. evinin içinde, kendisi dışında onlarca insan yaşıyordu sanki. görünmez insanlar. hayaletler. ölüler. katiller. geçmiş zaman kahramanları. bol miktarda anı ve melodi. durdu. camdan dışarıya baktı. biraz eğilerek olduğu yerde, cama doğru yaklaştı, gökyüzüne baktı. gri bulutlar. hızla yol olan, evrilen, şekil değiştiren ve kapanan gri bulutlar. bir şimşek çaktı bu sırada, sesi sonradan geldi. bol gürültülü bir bomba gibi.
"aslında" dedi, "aslında, yıllar önce, bir şimşek çakmıştı, içimde, sonra bir kaç tane daha" "ama" dedi, "hala gürültüsü duyulmadı. hep içimden konuştum insanlarla. ya da yazdım, yazdım ve kimse anlamadı" dedi. sonra kalktı ve yarı mutfak yarı oturma odası olan odaya doğru yöneldi. miladdan önce aldığı, eski, bozuk, kırık dökük ve paslanmış bilgisayarının power tuşuna bastı, bilgisayar açılırken bir çakmağa denk geldi, yanmıyordu çakmak, gazı bitmişti, sigara içmeliydi, acilen bir sigara içmesi gerekiyordu ve bulabildiği tek çakmağın gazı bitmişti. tüpe baktı, tüpün gazı vardır umarım dedi kendi kendine, kendine bakmadığı gibi, eve de bakmıyordu, eğildi küçük tüpe, açtı gazını, ve çakmağı tuttu, çakmaktaşı bitmemişti neyseki, ve tüp de bitmemişti henüz, zack bitmiş ve istemdışı bir şekilde kendini itekleyerek yola devam etmişti, sigarasını yaktı, müziğini açtı, ve odanın bir köşesine, yere oturup, sokağa bakmaya başladı. sokağa ve gökyüzüne ve evlere ve insanlara ve müzik başladı. "işe geç kalıcaksın" dedi kendi kendine "işemeye geç kalmamak daha önemlidir" dedi kendi kendine gülerek "ama işe gitmezsen bir tuvaletin ya da tuvaletlerine ödeyecek paran olmaz " dedi "ağaçlar benimdir" dedi daha sonra "ben bir köpeğim, hauv hauv haaav." bir kahkaha attı kendi kendine. kederliydi. bu sabah gerçekten kederliydi. ne olduğunu bilmiyordu. rüyasında ne gördüğünü hatırlamıyordu. pazar gecesi ne yaptığını hatırlamıyordu. içmişti sadece, ıssız bir bölgede, kendi keşfi olan ıssız bir bölgede, deniz kenarında olan ıssız bir bölgede üstelik, içmiş ve müzik dinlemişti. ufak bir mp3 çaları vardı, dışarda da müzik dinleyebilmek için almıştı onu. müzik önemliydi gerçekten, kendi kendine konuşmasına engel oluyordu müzik, kulaklıklarını taktığı zaman, insanlarla konuşmasına da engel oluyordu, müzik iyiydi, müzik güzeldi, müzik yapan insanları seviyordu, müzik yapabilen, müzik yapmaya çalışan, müzisyen olan, buna çalışan, bunun için savaşan insanları. "müzik müzik müzik" dedi kendi kendine, "müzik olmasaydı çoktan ölmüştüm" dedi. "sen çoktan öldün lan zaten" dedi "hayır ölmedim" dedi, ölü taklidi yapıyorum, hepsi bu" "peki öyle olsun bakalım" "öyle zaten" "kendini kandırıyorsun" "başkalarına kanmaktan iyidir, kendi kendini kandırmak" "başkalarına da kandın zamanında" "canım öyle istediği için kandım ben, onların bir suçu yok" "zack, bırak artık kendini suçlamayı" "bu halimden dolayı bir suçu yok insanların" "var zack, tüm insanların parmağı var dünyanın bu hale getirilmesinde" "dünya benim dışımda, içimdeki dünya da onların dışında" "very very very, verisimilitude. Impossible Things. To Wish Impossible Things" zack ingilizce konuşmayı seviyordu, ingilizce bilmediği halde üstelik. farklı dillerde konuşmayı seviyordu, çok seviyordu, yeni bir dil öğrenmeyi çok istemiş ama başaramamıştı, ispanyolcaya bayılıyordu mesela, sihirli geliyordu ona ispanyolca. "sihirli gerçeklik" dedi sonra kendi kendine, klavyesine doğru uzandı, bir mouse yoktu bilgisayarında ama onun da bir mouse'a ihtiyacı yoktu, klavyeden de kolaylıkla ve çok hızlı bir şekilde işini görebiliyordu, bilgisayar konusunu yalayıp yutmuştu ama tükürmesine neden olabilecek bir iş vermemişlerdi ona. yetenekleri para getirmemişti. o da bedensel güce dayalı bir işe vermişti kendini, yükle boşalt yükle boşalt. havaalanı, uçak ambarları, bundan on sene sonrası...
bayanlar baylar, 2019 yılı kasım ayındayız, ve zack'in evinden naklen yanlı yayında, bir kehanete tanık oluyoruz. "lala lala la" dedi zack, "cure nerde lan, hah buldum". sonra bir kedi girdi camdan içeri, seviyordu zack hayvanları, hayvanlar da zack'i seviyordu. mahallesindeki insanlar, zack'in pencere ve kapılarını açık bırakmasından rahatsız oluyordu ama zack insanlardan rahatsız olduğu için, sorun etmiyordu onların gerizekalı ve kaygı dolu rahatsızlıklarını. "sanane lan" demişti bir keresinde, kapısına gönderilen polise, "ev benim değil mi, ister yıkarım ister yakarım" onu nezarathaneye atmışlar, ve üç gün üç gece dövmüşlerdi. gülmüştü zack her job darbesinde. sadece gülmüştü, kahkayla hem de. en sonunda baş komser, "deli lan bu" deyip, bırakmıştı onu. "size benle uğraşamayacığınızı söylemiştim" demişti zack kapıdan çıkarken, "allahın belası domuzlar".
"işe git, eve gel, yat kalk uyu, işe git eve gel. işe git eve gel. hayat bu. sevsen de sevmesen de yaşamak zorundasın. yaşamak zorunda bile değilsin hatta, tercih senin, sen seç, yaşa ya da geber" kendini iteklemeye çalışıyordu resmen. "hadi oğlum" der gibiydi kendine ama saate baktı sonra, servisi kaçırdığını anladı. telefonu çaldı sonra, iş yerindeki ekip şefi arıyordu, açmadı telefonu. "orospu çocukları" dedi dışından, "sadece işiniz düşünce arıyorsunuz". kedi yaklaştı zack'e. evine sürekli olarak kediler köpekler girip çıkıyordu. kedi yaklaştı. sokuldu zack'e. zack sarıldı kediye, ve ağlamaya başladı. "Prayers For Rain" çalıyordu odada, yağmur yağıyordu, yağmur yağmaya başlamıştı ve zack ağlıyordu. hıçkıra hıçkıra üstelik ve üstelik nedenini bilmiyordu bunun. biliyordu ama söyleyemiyordu, kendine itiraf etmekten korkuyordu yaşadığı acıyı. çok uzun sürdü bu ağlayış, gerçekten çok uzun, en sonunda bedeni pes etti ve halının üzerinde uyuyakaldı kediyle birlikte. uyandığında öğlene geliyordu saat. kalktı ve apar topar giyinip, öğlen postasını alıcak olan servise yetişmek üzere evden çıktı. vardiyali bir işi vardı, 24 saat dönüp duran ve değişen aperiyoduk vardiya. havaalanı, uçaklar, yolcular, kaptanlar, hostesler, hostlar, işçiler, müdürler.. servise bindi, ifadesiz yüzlere baktı, arka koltuğa geçti, kulaklığını taktı, kafasını cama dayayıp dışarıya, yağan yağmura, kaldırıma ve insanlara bakarak müziği dinledi düşünmeden. servis hareket etti.
kartını basmak üzereyken, şeflerinden biri "ohoo, beyimiz teşrif etmişler" dedi, "uyanamadım şef" dedi zack acınacak bir halde, "hadi lan ordan, uyanamamışmış, bıktım senin bu geç kalmalarından, işi ekmelerinden, mesanin yarısında kimseye haber vermeden kendi kendine paydos edip eve gitmenden" "eee nolucak" dedi zack, yüzü bir anda değişmişti, "nolucağı var mı lan" dedi şefi, "varsa da amına koyayım, yoksa da amına koyayım" dedi zack, öfkeli, acı dolu bir öfke. ilk kez böyle görüyordu şefi onu, ve elinde önceden hazırlamış olduğu istifa dilekçesini uzattı ona. zack'in adına, zack'in ağzından yazılmış, bir istifa dilekçesi, ne yazdıklarına bile bakmadı zack, imzaladı ve gerisi geriye dönüp, yemekhane camlarından birine de bir tekme atıp, "alacağımdan kesersiniz bu camın parasını, zaten vermeyeceksiniz piçverenler" dedi ve çıktı gitti. eve geldi tekrar. yüklü miktarda şarap, sigara, su, peynir, süt, kibrit, ve biraz da et alıp. kapıyı açtı, odaya geçti, öğlenin ikisinde. güneş açmıştı dışarda ama zack'in içindeki güneş çoktan sönmüştü. kapkaranlıktı içersi, zihninin içerisi,
müziği açtı, şarabını açtı, odada bulunan bir kaç hayvana peynir süt ve et ikram etti. ikram etti, kendisi birşey yemiyordu. içiyordu sadece. ve içti içti içti, köpekler ve kediler karınlarını doyururken, o içmeye devam etti ve en sonunda sızdı. uyandığında, yeni bir iş aramak zorunda kalacağını biliyor, ama düşünmüyordu. gittiği yere kadar diyordu, gittiği yere kadar. her nereye gidiyorsa artık, gittiği yere kadar.. 10 aralık 2011
oda odada iki kişiydiler. cemal ve nihat. bir teyp, eski bir kaset. hayır, cd ya da dvd ya da plak ya da daha ötesi, daha berisi değil, eski bir kaset, sarmıştı otuz yaşındaydı cemal. nihat yirmi “bir kalem getirsene” dedi cemal “kalem kullanmıyorum, telefon olur mu” dedi nihat “ne telefonu, kalem gibi ince bir şey lazım” dedi cemal “napıcaksın kalemi” dedi nihat “kaset” dedi, “kaseti tamir edicez, hep aynı noktada sarıyor, dikkat etmedin mi?” “kendine daha teknolojik bir şey almalısın” dedi nihat, “çok demodesin abi, yeniliklere açık olmalısın” “yenilik falan istemiyorum” dedi cemal, “yeni yıl bile istemiyorum, hatun dışında başında ‘yeni’ olan her şeye karşıyım, yinelenen şeyleri tercih ederim, stabiliteden yanayım. kalem gibi bir şey bul bana, şu soldaki odada, masanın üzerinde olacak. bir de makas. bant da lazım. selo bant” “selo bant nedir abi” dedi nihat “şeffaf bant” dedi cemal, “yara bandı değil” elinde kağıt makas ve bantla geldi nihat, merakla izliyordu cemal’in yaptığı işlemi. kaseti çıkardı, saran noktayı kesti, arda kalanı bantladı, ve kaseti teybe taktı. “işlem bu kadar” dedi, “bir şarkıyı öldürdük ama geri kalanları hâlâ sağ” “bilgisayar alsana abi” dedi nihat, “uğraşmazsın böyle” “bir keresinde” dedi cemal, “bir adamın, bana bilgisayardan müzik dinletebilmek için, üç saat harcadığını gördüm, sorun da ses kartı adı verilen bir parçayı, işletim sistemi adı verilen bir şeyin tanımamasıymış, ve sürücü adı verilen bir şeyde imiş sorun, donanım diye bir kelime de geçti arada, ben anlam veremedim, tek bildiğim, işlemin üç saat sürmüş olması. çünkü her şeyi en baştan kurması gerekiyormuş, son denemesi bu imiş, ve sonuçta noldu biliyor musun, yaptığı hiçbir şey işe yaramadı, geceyi benim yanımda taşıdığım ufak radyomdan balkan kanallarını dinleyerek geçirdik. ve bu hoşuna gitti herifin” “ama cızırtı” dedi nihat, “cızırtı oluyor bazen senin radyonda” “senin telefonun çalınca da oluyordu cızırtı” dedi, “buna rağmen sabaha kadar sevgilinle mesajlaşmayı kesemedin, cızırtının seni bu kadar rahatsız ettiğini bilmiyordum” cemal aslında otuz dokuz yaşındaydı ama soranlara otuz diyordu, çünkü ona yaşını sorduklarında kaç gösteriyorum demişti, onlar da otuz demişlerdi, ve her sene yılbaşlarında cemal’in insanlara sorduğu tek soru buydu? “kaç gösteriyorum?” ve yaklaşık beş yıldır otuz cevabını alıyordu. o halde yaşı otuz olmalıydı. beş sene öncesinden daha önce de yirmi beş yirmi altı diyorlardı. zamanla yaşı değişiyordu, herkesin yaşı zamanla değişiyordu, ama zaman denilen gösterge akrep ve yelkovan adı verilen çubukların bir kadranın etrafında dönmesi ile ölçülemezdi, bu şekilde bir ölçüm, insanların algı dünyasının katranla
kaplanmasına neden oluyordu ona göre, çünkü zamanla, zamana bağlı olarak geliştirdikleri hız formülü, kat ettikleri yolla orantılanmıştı, yani otuz senelik bir yaşamsal yol, otuz senenin yaşama hızı ile çarpılmasıyla bulunmuş olabilirdi, ama buradaki önemli eksik, insanın yaşının hesaplanmasındaki önemli eksiklik, değişken ivmenin hesaba katılmamış olmasıydı. böyle düşünüyordu cemal, ve hayatını da bu şekilde yaşıyordu, kendi doğumundan ya da yaşamsal alışkanlıklar ve edinimler kazanmaya başladıktan sonraki süreçte oluşan hiçbir yeniliği hayatına katmadan “doğru ya da yanlış” diyordu, “ben böyle yaşıyorum, bu benim politik duruşum, ve elimden gelmiş olsaydı eğer, avcı toplayıcı olarak yaşardım” “gelişim” dedi nihat, “kaçınılmaz olarak, bizim, yani insanların, gerçekleştirmek zorunda oldukları bir olgu” “aptal aptal konuşma” dedi cemal, tamir ettiği kaseti, teybin yuvasına takarken, kendinden emin, umarsız ve vakur bir tavırla, “sen hiç kendi yiyeceğini toprağa eken bir hayvan gördün mü?” “onlar yeteri kadar zeki olmadıkları için…” nihat’ın konuşmasını hiç dinlemeden devam etti cemal, “doğada ve evrende denge adı verilen bir unsur yürütüyor işleri. ve insan, dengeleri bozmak için elinden geleni yapan tek canlı türü olarak, nasıl oluyor da farklılıklarını zeka ile tanımlıyor açıklar mısın?” “insan nüfusu” dedi nihat, “yiyecek sıkıntısı çekmeye başladığında…” gene sözünü kesti cemal, nihat’ın, sanki söyleyebileceği her şeyi, uygarlığın geldiği noktayı açıklayabileceği tüm argümanları önceden biliyormuş havasında, “yiyecek sıkıntısı çekmeye ne zaman başladık söyler misin?” “nüfus arttığı zaman” dedi nihat “peki nüfus ne zaman artmaya başladı?” “bunu bilmiyorum” dedi cemal, “ama sanıyorum ki…” “bu konuda, yetersiz bilgi ile mantık yürüterek sanılabilecek her şey, gerçeğin çok uzağından geçer. çünkü gerçek, mantıksız bir çerçevede şekillendi” “beni hiç dinlemiyorsun” dedi nihat “haklısın” dedi cemal, “dinlemiyorum, çünkü aynı şeyleri defalarca dinledim ben, ve ne yazık ki, kasete uyguladığım tamir yöntemini, insanlığa uygulayamıyorum, sürekli başa sarıp duruyorum bu yüzden. bak şimdi, insanlar avcı toplayıcı iken, yabani tahıl toplamaya başladı, ve ardından tahılı kontrol altına alarak yetiştirmeye başlamıştır. bu geçiş evresinde, yiyecek sıkıntısı çekildiğine dair bir önerme de bulunabilir misin?” “bilmiyorum” dedi nihat, “orada değildim ben. sigaran kaldı mı?” sıkılmıştı gerçekten, bu geri, oldukça geri kafalı adamın, ne demeye evine gelmişti bilmiyordu, serkan ile beraber, gece geç saatlere kadar takılmışlar, ve oradan eve gidecek araç bulamayınca, serkan’ın önerisi üzerine, cemal’in evine gelmişlerdi. serkan, cemal’in arkadaşıydı ve sabah erkenden işe gitmek üzere evden çıkmıştı. “tütün mü sarıyorsun” diye muzipçe gülümsedi nihat, onu küçük görüyor, bu düşünceye sahip insanların günümüzde hâlâ yaşıyor olmasını insanlığa hakaret olarak görüyordu. ilerlemeciydi, teknolojiden yanaydı, ve günün birinde insanlığın, teknoloji sayesinde, refah bir hayata kavuşabileceğine, hatta ozan tabakasını bile tamir edebileceğine inanıyordu. insanlık gelişiyordu, ve en
nihayetinde, herkesin mutlu olduğu bir evrensel yaşam statüsüne ulaşılacaktı, savaşlar ortadan kalkacak, devletler tek bir çatı altında birleşip, otomatik sistemler sayesinde belki de hiç çalışmadan yaşayacaklardı. cemal, nihat’ın göndermesine, bir paket kırmızı lm uzatarak cevap verdi, paketin üzerinde ‘sigara içmek öldürür’ yazıyordu ve “bu yazıyı bence tüm insanların alnına dövme olarak yazmak lazım” dedi “sigara karşıtı mısın” diye sordu nihat, hâlâ kibirli bir şekilde gülümsüyordu “onu kast etmiyorum” dedi cemal, “insanların üzerine ‘dikkat: öldürür’ şeklinde dövme yapılabilirdi demek istedim” dedi. “aklıma geldi, orman hayvanları, eğer ormanlarını tabelalar ve uyarı yazıları ile donatabilecek kadar aptal olsalardı, yani var olan dengelerini önce bozup, sonrasında da bozulan dengelerini kendi koydukları kurallar ile düzenlemeye çalışsalardı, “dikkat: insan var” tabelaları… ha bu arada aklıma geldi, evcilleştirilen ilk hayvanın ne olduğunu biliyor musun?” “inek?” dedi nihat, “ya da koyun? sığır? tarlaları mı sürmek için evcilleştirildi ya da et ve süt için mi? tavuk bile olabilir belki ha?” “köpek” dedi cemal, aynı kendinden emin tavrı ile, “düşünebiliyor musun? mantıklı bir argüman üret bana? neden ilk evcilleştirilen hayvan köpektir?” “saçmalıyorsun” dedi nihat, sigarasını yakarken, “ikincisi de kuştur” herhalde. alaycı ve kinayeli konuşuyordu ama aslında bu konularda ve dahası bir çok konuda kesin ve net olarak bildiği ya da doğruluğundan emin olduğu hemen hemen hiçbir şey yoktu, kitap okuyordu okumasına ama zamanının çoğunu internette geçiriyor, ve merak ettiği bir şey olunca google’a sorup, akabinde unutuyordu “ne okuyorsun sen” dedi cemal “resim” dedi nihat “sanat eğitimi yeteneği öldürür” şeklinde yine tavizsiz ve kendinden emin bir üslup ile yanıt verdi cemal, “bilgisayar hakkında da her şeyi biliyor olmalısın?” “hemen hemen” dedi nihat, “ihtiyacım olanları da öğreniyorum” “insanın öğrenmeye ihtiyacı olan tek şey, nasıl hayatta kalabileceğidir. bunun dışında ki tüm bilgi, merak ve hobiden ötesini teşkil etmez ve işin ironik yanı, insanlık senin tabirinle ‘geliştikçe’, nasıl hayatta kalabileceği konusunda öğrenmesi gereken şeyler de artıyor” “şimdi iyice saçmalamaya başladın” dedi nihat, “bu nasıl olabilir söyler misin?” “meslekler” dedi cemal, “mesleklerde uzmanlaşmalar, sonrasında matematik tabii ki, en azından parasal konularda dolandırılmamak için, e tabii başlangıç olarak en önce okuma yazma bilmeliler, paraya dönüştürülemeyecek her türlü uğraş da hobi olarak, boş zamanımızdaki can sıkıntımızı gidermek için ürettiğimiz, psikolojik olarak da hayatta kalma metotlarımız. eminim ilk bilgisayarın nasıl ortaya çıktığını bile bilmiyorsundur” “bilmiyorum” dedi nihat, “eminim o da şu köpek efsanen gibi bir saçmalıktır” “savaşlarda kullanılmak için.. sahip olduğumuz teknolojinin yüzde doksanını savunma sanayisinin gelişme azmine borçluyuz” “sen bir okul okudun mu” diye sordu nihat. “her konuda bu kadar tez üretebildiğine göre, yüksek lisans tezinin konusu insanlığın aptallığı üzerine olmalı”
“insanın aptallığı aç gözlülüğünden kaynaklanan bir zaaf.. insan nüfusu ne zaman artmaya başladı bilmiyor musun gerçekten?” “ilgilenmiyorum” dedi nihat, ikinci sigarayı yakarken, üstünlük savaşı vermekten de sıkılmıştı. “tarımsal hayata geçince başlıyor” dedi, “ve sonrasında, besin sıkıntısı için daha çok üretim gerekiyor, sonrasında sulamalı tarım, sonrasında elde edilen yiyeceğin, ihtiyaç kapasitesinin üzerine çıkması, sonrasında elde edilen ve adına artı ürün verilen kısmın…” “kapitalizmin kökenine mi iniyorsun” dedi nihat, bu kez alaycı bir sırıtış yoktu.. dinliyordu gerçekten “hiçbir şeyin kökenine indiğim yok” dedi, “dinlemeye karar verdiğine göre, bunları kendin de araştırabilirsin artık, dinlemek isteyip dik kafalılık yaptığın başka konular varsa, onlardan bahsedelim” “seni şu an içgüdüsel olarak öldürmek istiyorum” dedi nihat “demiştim, sigaraların değil insanların üzerine uyarı yazısı yazmamız lazım” geçimini nasıl sağladığını sordu nihat cemal’e. “kendimle çelişiyorum” dedi cemal, “seri üretim bandında çalışıyorum. nasıl, güzel değil mi?” 6.ekim.2012
:: kolaj Edebiyatı ::
her şeyin saçma geldiği ve yok olmanın bile bir anlam ifade etmediği zamanlardan biriydi. iyi yazıyordum o aralar. iyi derken, çok yazıyordum demek istiyorum. ve para geliyordu işte bir şekilde, ve içiyordum. ve bir gece, ilahı çektim içime, bir süre sonra çenem uyuştu, ani oldu bu, hiç böyle olmamıştı, beynimin arka kısmı ağrıyordu, ve devam etti gece. gece hep devam eder zaten, ama bazen duvar saatinin akrebini izlemek gibi gelir size havanın aydınlanışı. elime kumandayı alıp 134 kanala teker teker ve birer saniye takılarak 2 dakika 14 saniye tükettim, bu iyi geldi ruhuma. izlenebilicek bir şey bulmak değildi niyetim, ki televizyonda kanal gezerken istediğim tek şey zaman geçirmektir, ne kadar çok kanal o kadar çok 1 saniye. ufak bir cd çalarım vardı. bir cd takılıydı, sürekli dönüp duruyordu parçalar rastgele bir şekilde. o an krazy çalıyordu, ve gerçekten deli gibi hissediyordum. isteksiz bir şekilde alete uzanıp, bu şarkıyı kesintisiz çalması için gereken düğmeye bastım. ve bekledim. bunun kaçıncı olduğunu bilmiyordum ama sanırım gene yeniden başlayacaktım. "gene yeniden” başlamak üzere olan şeyin ne olduğundan daha çok bu iki kelimenin aynı anlama geldiği ve arkaarkaya kullanmanın manasız olduğunu düşünenleri siklemiyordum. bir yere gittiğim yoktu ve biryerden de geliyor değildim, sadece bir format atıcaktım hayatıma o gece, hepsi bu. evet evet, çok klişe cümleler kullanıyorum, ama napabilirim? neyin klişeleştiğini belirleyen ben değilim, ben konuşurum, siz etiketlendirirsiniz, olay bundan ibaret. "sürrealist akımın öncülerinde olan" diye girer biri lafa, bir başkasının hayatıdır söz konusu olan ve herif çoktan yokolmuştur zaten. ben öldükten sonra hakkımda metiyeler düzülmesi kimin umrunda? benim değil. yaşayamadıktan sonra, napayım adımın anılmasını. hem herhangi bir akıma da ait değilim ki. neden gruplandırılıyoruz? O an tek istediğim krazy'yi dinlemekti, bu aptal düşüncelerle neden meşgul ediyordumki sikik beynimi. 2 dakika 14 saniye daha tüketmek için kumandayı elime almışken kapı çaldı. saate baktım, ikiyi on dört geçiyordu ve hava karanlıktı. toplarsam yedi ederdi, sadece aptal bir tesadüf dostum, kapıyı aç, sikmişim mucizeyi. "kim o", "Bana bi sigara uzat adamım!".2 açtım kapıyı. içeri girdi. az önce benim oturduğum yere oturup öykülerimi aldı eline. cd dönmeye devam ediyordu, ve bende 96’da çarmığa gerilen siyah isa'ya bakıyordum uzaktan. evet, olabilir, neden olmasın, belkide gerçekten ölmemiştir. elimdeki üçlüden derin bir nefes alıp ona uzattım, "Deli gibi hissetmeme neden oldular"3 dedim. "geçen yıl zor bir yıldı ama hayat devam ediyor". 4 dedi. derin bir nefes. gözünü tekrar öykülere dikti ve ben ayağa kalkıp mutfağa gittim. Hennesey. ona ve bana. "benden çok sık söz ediyorsun" dedi bana, sende benden söz ediyor gibiydin dedim, her cümlen benim cümlem gibi, söylemek istediklerimi söylüyor, yapmak istediklerimi yapıyor ve yaşamak istediğim gibi yaşıyordun. - benim istediğim bu değildi dedi "tek isteğim, sevmediğim bu kıskanç korkak itlerin üzerine çıkmaktı"5 geçen gün herifin teki ile senin hakkında söz ediyorduk dedim.
2 3 4 5
2pac 2pac 2pac 2pac
-
Krazy Krazy Krazy Ambitionz az a ridah
ve bana ‘kendini boşu boşuna öldürttü o, susabilirdi, çok fazla işe burnunu soktu, aptalcaydı’ dedi dedim. bundan haberim yok dedi bana. "herifin teki, 70lerin rock'ını dinliyormuş, benim 4 cd'mi hacıladı hatta, dinleyebileceği şeyler değil, ki bunun önemi de yok öyleleri için, bilirsin, ve daha bi ton ıvır zıvır, böcek öldürmeyip alkol kullanmayan ve et yemeyen insan türlerinden. ve birde devrimci, hayatını buna adamış, bu uğurda ölebilir. ve senin çok konuşarak hayatını mahvettiğini söylüyor, ve dünyayı değiştirmek istiyor," "değişmez. böyle kurulmuş işte"6 "hı hı" parmaklarımın arasında çıtır çıtır yanan tanrıya göz atıp, "Yeşil", dedim, "Zencinin hayal görmesine neden oldu". Hala onun bir halüsyünasyon olduğunu düşünüyordum. "Niye ota sarılıp Tanrıya uçmak için dua ediyorsun"7 dedi. "Acıyı gidermesi için bir marihuana içiyorum ve uçmuş olmasaydım, belki de beynimi dağıtmayı denerdim"8 dedim. "rahatla” dedi “Gangster yaşamı faturaları öder"9 "Uzun bir yol katettim ama hala gidecek çok yolum var"10 dedim, "artık gitmeliyim" dedi. "Hennesey'nin beşte birini içtin sağlıklı olduğunu sanmıyorum" dedim. "kapalı bir tabut ve orda kimsecikler yok" 11 dedi. "yapman gerekeni yap, Vahşileş, ama akıllı ol. Oyunu kurallarına göre oyna. Bazen karışık oluyo biliyorum. Ama oyunun kuralları seni kazandıracak, hergün. Bu yılan ve sahtekarlara dikkat et,"12. Öğütlerin için teşekkür ederim demek istedim ama konuşmaya çalıştığımda çıkan şey buydu - tüm duyduğum buydu. ve kapıyı açtı. çıktı. merdivenlerden aşağıya indiğini sanmıyorum, ayak sesi yoktu, görüntü de yok oldu. kapıyı örtüp içeri geçtim ve az önce bahsettiğim o zamanı atlattığımı farkettim. (“Gerçek arkadaşlar seni zor durumdan çıkarır”pac), genelde böyle zamanlarda herşeyimi yakarım, ayırt etmem, tümü yakılır ve üzerine kötü bir uykuya yatılır. sabah uyanırsınız ve "yeniden yazabilicekmiyim acaba aynı şeyleri" dersiniz. mütamadiyen yılda bir kez bu bana olur, herşey yakılır, herşeyden vazgeçilir, ve ölmek bile aptalca gelir o an. eğer ölmek bile aptalca geliyorsa, o halde kaçılabilicek hiçbiryer yok demektir. beynimin arka kısmındaki ağrı devam ediyordu, içeriye geçip boş hennesey şişesini elime aldım ve cd player'a fırlattım. alet sabah uyandığımda çalışmıyordu, oysa o gece, üzerinde patlayan şişeye rağmen müzik kesilmemişti. beynimin bana oynadığı bir oyundu hepsi. yada gerçekten tanrım beni ziyaret 2pac – Keep ya Head Up 2pac – Street Fame 8 2pac – Lord Knows 9 2pac – Street Fame 10 2pac - krazy 11 2pac – Only Fear of Death 12 2pac - Letter 2 My Unborn Child 6 7
etmişti. ve o gece nereye gittiğimi anladım, beni hiçbirşey kurtaramaz. o yüzden şimdi öykülerimi okuyup okuyup, aptal ve iğreti bir gülümseyişle bana, kolaj edebiyatı yaptığımı ve boş işlerle uğraştığımı iddia eden o piçe şunu söyleyeceğim, bu bir kolaj edebiyatı. ve “öleceğim kesin olsa da, nefes alamayana kadar içicem”pac… [ 10.10.2004 – 04:25 ]
ayyaş
bu mahalleye yeni taşınmıştım.. kimseyi tanımıyordum ve bana bir mutantmışım gibi bakıyordu herkes.. çoğu erkek, mahallenin kahvesinde takılırdı.. işsiz bir yığın tip..
45 yaşında, bira göbekli, kirli sakallı ve aylak bir adamdım.. evim 2. kattaydı.. ve evin karşısında ise bir bakkal vardı.. mahallenin sularının kesik olduğu bir yaz günü bakkala gittim ve "bir bira" dedim.. birayı aldım, parayı ödedim, evimin 5 metre yanında yıkık dökük bir ev vardı.. evin önündeki bir ağacın altına oturdum.. birayı açtım..
yoldan tek tük araba geçerdi.. ve sürekli insanlar.. güzel genç kızlar, pazardan dönen ev hanımları, okuldan çıkmış öğrenciler, ganyan bayiinden -ilk ayakta yan gelip- evine dönen işsizler.. biramı yudumluyordum.. biram bitince bakkala gittim ve "bir bira" dedim.. birayı aldım.. parayı ödedim.. ağacın altına geçtim.. oturdum.. biramı yudumlamaya başladım.. lüks bir araba geçti önümden.. ve güzel genç bir hatun.. ve bir de, 2. ayakta yan gelen bir işsiz.. biramı bitirip yeni bir tanesini almak için bakkala yönelince, bir ses duydum.. "bakar mısın, bana ekmek alır mısın?"
şaşırmıştım.. bir ev hanımı, benim gibi birine ekmek mi aldırıyordu? sepeti uzattı.. parasını aldım.. kaç tane, diye sordum ve daha sonra ekmeklerini alıp sepetine yerleştirdim.. 40'larında olmasına rağmen hayattaydı hâlâ.. o sepeti çekerken, ben bakkala döndüm ve "bir bira" dedim.. bakkal yaşlı bir adamdı ve üç tane oğlan yapmıştı aleti hayattayken.. 3 adet oğlan, biri askerden yeni gelmiş, bir diğeri 25'lerinde, ve en büyükleri ise 30'larında.. üçü de işsizdi.. hayır işsiz değillerdi aslında, nasıl olsa bir bakkalları vardı, ganyan için parada.. çalışmıyorlardı.. yemek yapan bir anne, çeşmesi akan bir ev ve at yarışı.. geri dönüp her gün bira yudumladığım ağacın altına yönelmişken bir ses duydum, evimin yanındaki kahveden bir adam sesleniyordu.. gittim.. elini uzattı ve tokalaştı.. “merhaba, bu mahallede kimseyi tanımıyorsunuz sanırım eğer tanışmak isterseniz”, “merak ettiğiniz şey ne?” dedim, “şey biz arkadaşlarla sizi çok gizemli bulduk, ne iş yaparsınız geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz acaba, 2 aydır her gün o ağacın altında içiyorsunuz, acaba kimsesiz misiniz?” “yazarım” dedim “yazar mı?” dedi “evet” dedim, “öyküler yazarım ve bana para verirler.. ben de parayı biraya ve yumurtaya, tüpe ve suya yatırırım” “ilginç” dedi
“evet” dedim “bende bilmiyorum nasıl olduğunu ama yazdığım deli saçmaları için birileri para ödüyor.. neyse tanıştığımıza memnun oldum” “ben de” dedi, “bazen aramıza katılabilirsiniz, kumar sever misiniz?” anlaşılan iki elde yolunacak bir tavuk gibi görünüyordum onlara “evet” dedim, bir masaya geçtik, pokerdi oyunun adı ve ben ilk kez oynuyor değildim elbette.. onlara benim gibi bir ayyaşa bu oyunun nasıl oynandığını öğretip öğretemeyeceklerini sordum. içlerinden bir tanesi, gülerek anlatmaya başladı.. ve oyuna başladık.. ve oyunu bitirdik, acemi şansı işte deyip masadan kalktım.. kazandığım para ile bakkala girdim ve “2 bira, 1 yumurta bir ekmek” dedim.. az önce ekmek aldığım kadın balkonda oturmuş örgü örüyordu..
ertesi gün sabahın dokuzunda kapım çaldı.. kiramı ödemiştim bu ay ve başka kimse de gelmemişti taşındığımdan beri.. yazdığım öyküyü yarıda bırakıp kapıyı açtım.. ekmek aldıran kadın karşımdaydı.. ya da örgü ören kadın.. ya da her neyse işte, dünya üzerindeki bilmem kaç milyar çatlaktan biri karşımdaydı.. ve ben tüm çatlakları doldurmak için yaratılmıştım.. hiç vakit kaybetmeden ve duraksamadan, “içeri geç” dedim “ve öykümü bitirene kadar bekle” “çok hızlısın” dedi “ve nasıl bu kadar eminsin” “ben anlarım” dedim, “senin gibi yüzlercesi ile güreştim ben, gözünden anlarım bir kadının ne istediğini ve şimdi, eğer başarabiliyorsan –genelde başaramazlar, hiç bir zaman başaramazlar, asla başaramayacaklar- sesini çıkarmadan otur” terliklerini çıkardı ve öykü yazdığım odada oturacak bir yer aradı “otursana” dedim “kral suiti için daha 1000 kitap yazmalıyım, ben çok satan biri değilim güzelim” halıya oturdu.. rekora koşuyordu, tam beş dakikadır çıt çıkarmamıştı.
tık tık tık.. tık tık.. tık tık tık tık tık. durdum ve sigara paketimi attım önüne, ardından öyküme devam ettim. tık tık tık..
sigarayı yaktı ve bir kenara atılmış üç beş şiirimi kestirdi gözüne.. kağıtları eline aldı ve 5 dakika sonra, “sen mi yazdın bunları” dedi. asla başaramayacaklar diye düşündüm.. “susar mısın” “ama sen mi yazdın bunları?” “sus” “ama çok güzeller” derin bir nefes aldım ve “ben yazdım ve sus”
10 dakika sonra “ne zaman biticek” dedi. “bilmiyorum” dedim “ve sus”
öykü bitti.. ayağa kalktım ve yanına gittim.. ayağa kalktı.. sarıldım.. kalçalarını okşarken boynumda nefesini hissettim.. öptüm.. öpüldüm.. güzel değildik ama boşalmıştık yine de.. giyinip evine gitti.. ve bende ağacın altında bira içmeye devam ettim.. güzel bir genç kız geçti önümden.. arkasından bakarken biramı yudumluyordum ve ‘ah keşke’ ile başlayan bir cümle kuruyordum içimden.. sanırım benden geçmişti artık.. öykü yazacak ve kaybedecektim.. ama yine de, ben yirmisindeyken on beşinde olan biri ile kırkbeşine geldiğim bir zamanda vuruşmak hayatta tutuyordu beni.. ve öyküler öyküler öyküler.. ölmek için daha vakit vardı.. biramdan bir yudum aldım ve ekmekleri sepete yerleştirdim.. 08.haziran.2004
kaltak gülüşler
uykusuz bir çift gözle karşılaştım.. meğerse aynaymış dedim kendi kendime.. sesim aynadan yankılandı; meğer senmişin..
"çok fazla imla hatan var" diye bağırdı hatun içerden, [siz ise genemi aynı muhabbet, sıkıldık artık dediniz içinizden] "ve dahası hep aynı şeylerden bahsediyorsun.. ama genede güzel". karanlıktı.. gecenin ikisi.. iki deli.. bir evi.. kiralamış bir şekilde.. ve öyküyü devam ettirmeye karar vermişler işte.. bi şekilde.. ne şekilde.. sır.. sırıtma! Sırma..
içeri girdim ve hatuna; "imha hatası onlar" dedim.. "sende imha olmak istiyorum" dedi bana "nasıl yani?" "sana çarpmak, yüksek hızda çarpmak sana, imha olmak.. yok et beni!"
tipten ayrılmıştı.. ve bu benim yaptığım 3. şeydi.. bir çifti ayırmak yani.. umursamıyordum.. mıknatısı güçlü olan kazansın..
halıda oturuyordu o.. yerde.. yastığın üzerinde.. ve elinde benim zımpırtılar vardı.. kağıt parçaları.. bir adet teyp.. this empty flow çalmakta.. ama yaklaşamıyorum ona.. malum nedenler.. anlarsınız.. neyse, ayaklarımı uzatmışım sehpaya koltukta oturuyorum.. elimde kumanda.. florasan açık.. aydınlık yani oda.. ceviz kabuğu adlı paranoyak programda bir tip var.. sürekli gülen.. pamukoğlu soyadlı bir yazzar.. amma çok gülüyor.. amma çok şey biliyor.. mutlu ve zeki? Kendini beğenmiş bir deli var bizim odada, kelebek gibi bişi.. kumandaya basınca kurtulabileceğin bişi.. tek günlük ömürde, kürsüde yüzbin satmış.. basıyorum düğmeye.. kapanmıyor.. lanet olsun.. kapanmıyor.. pil bitmiş.. lanet olsun.. fırlatıyorum kumandayı pamukoğluna.. televizyon patlıyor..
“hey napıyorsun kendine gel” diye bağırıyor hatun gülerek “sinek vardı televizyonda, midem bulandı” “peki”
koltuğa geliyor hatun.. yanıma.. tek koltuk var.. ama halıda var bu kez.. halı önemli bişi.. bazı fanteziler için önemli bir araç.. dizlerime yatıyor.. ağlamak üzere olan yeşil gözler.. bakıyor.. ve konuşuyor..
“napıcaksın, şartlarını kabul edicekmisin?” “hiç bilmiyorum” “sen bilirsin” diyor.. “kitap senin” “ben bilemem..” “napalım?” “bilmiyorum” “onlar bilir”
yayınevine gitmiştim bir süre önce.. bir çok yayınevine.. hepsi aynı şeyleri söyledi.. hakaret olarak algılanabilecek şeyler var.. onları düzeltirsek eğer..
ne eğer diyordum? Ne? eğemezsiniz beni..
ve işte şimdi.. sıkışıp kaldık.. lanet olsun.. duvarlarda ışıklar.. hava kararınca.. ışıklar çıkıyor duvarlarda.. ve psikolobok deliliğin sınırındasın diyor.. karanlıktan korkuyorum artık.. bir çocuk gibi..
ve işte şimdi.. sıkışıp kaldık..
“televizyon öldü” dedi hatun. “gömeriz bahçeye” “o başka öyküdeydi” dedi.. “hani baba ölüyodu” “siktiret” dedim.. “çizgi film usulü.. mantıksız. gömeriz” “bu gerçek” dedi.. “anlamıyormusun? Öykü değil bu! gerçek..” “gerçek”
şarap alcak paramız yoktu ve ot zaten yoktu.. kafamız güzeldi yinede.. ve yoktu işte.. yoktuk..
“yoklamaları napıcaksın?”
“siktiret” “ailen bilmiyor demi hala?” “öğrenirler yakında.. köyden kaçak celbi gibi bi boklar ne bileyim ya.. celbmi denio.. off bilmiyorum, öğrenirler..” ses tonumu azalttım tekrar “özür dilerim bağırdığım için.. öğrenirler” “bizimkilerde”. hatunu yurtta kalıyor sanıyordu istanbuldaki ailesi.. benim ise askerde olduğumu sanıyordu ailem.. bir şekilde katakulli yaptık işte.. ve şimdi.. gecenin ikisinde.. aç ve deli iki.. oturmuş düşünüyor, napmalı ne etmeli.. “bence” diyor.. “o sınava yerime girmemeliydin.. dedim ben sana demi? Hoca tanımıyor beni, ama bir kız ismim var benim.. dedim sana.. demi? anlıcak dedim.. ” “disipline vermez sanırım ya” “ama vericem diyor” “ama vermez” diyorum gülerek.. işaret parmağım dudaklarında.. sürtüyorum.. ısırıyor.. ve hep aynı şey diyorum kendi kendime; mor fare beni ele verme..
sabah oldu.. hatun sağlığına kavuştu.. ev sahibi çaldı kapıyı.. sabahın 8’inde başka kimse gelmez bize çünkü.. dan dan dan.. açtım kapıyı “ne var?” “kirayı ne zaman vericeksin, 4 ay oldu be oğlum.. çıkın evden paranız yoksa” “git polis çağar.. ama olabilecekleri sen düşün.. anlarsın ya.. defol!” kapıyı çarptım.. hatun aynada saçlarını tarıyordu.. ve aynadan yankılandı bir ses; he he he he.. ve adamın 5 tane evi vardı.. aç kalamazdı.. bize evi hediye etse bile aç kalamazdı.. hiçbir şekilde aç kalamazdı.. bu genlerine ters bir yapı.. doğuştan şanşlı.. tanrıdan torpilli.. korkak itin teki.. iyi denk geldi..
okula gittik.. derse girdi o.. bende dönüp başka bir hatunu aldım.. bi arkadaş.. eve gittik.. bişiler yaptık işte.. sonra gitti o.. akşam hatun çıktı dersten.. eve gelirken diğer hatunu görmüş…
“hoş geldin” dedim.. “bu hatunla takılma bidaha!” “peki.. neden?” “yaygaracı kaltak.. dedikoducu bişi..” “hmm.. tamam.. nolduki?” “gelmiş bana senden bahsediyor.”
“ne diyor?” “siktiret ya.. takılma işte onla..” “tamam.. eyvallah.” Sadece bu sözüm yetiyor ona.. “sen naptın.. disiplin?” “ha o mu.. Bugün çağırdılar.. azarladılar sadece.. hepsi bu.. ama kaldım o dersten”
kaldığı ders matematik.. yerine girdim vizede.. matematiğim iyidir.. ileri düzeydeki matematik gereksiz bir derstir.. ileri matematik kapitalizmin işine yarar! genede matematiğim iyidir..
hava karardı ve uykusuz bir çift gözle karşılaştım.. meğerse aynaymış dedim kendi kendime.. sesim aynadan yankılandı; meğer senmişin..
“naptın bunları ya?” diye bağırdı hatun içerden, “karalamışın her yerini”.
İçeri girdim ve hatuna “otosansür” dedim.. “böyle yapılıyormuş.. bende yaptım.. şimdi bestseller olcem” gülüyordu ve ağlıyordu.. ağlıyordu ve gülüyordu.. “imza günüde yaparsın artık” “eeee. tanrı yazar, hayran okuyucu ilişkisi.. gerekli”
sobaya attı öyküleri.. bir sobamız vardı.. kağıt yakardık.. topla yak - yak topla.. ve bana sormadan yapardı herşeyi.. ölesiye özgür.. ölesiye ölümsüz.. ölesiye hasta.. ölesiye arıza..
“naptın sen?” dedim.. metinleri aynı zamanda bir diskette saklıyordum.. tekrar çıktı almam gerekecekti.. “yaktım” “neden?” “canım istedi ve yaktım” dedi.. sakin.. “ve elemanın tekinden para aldım bugün okuldan gelirken.. git şarap al.. ekmekte..” aldım şarabı.. ki karnımız aç aslında.. ama para 4 şişe şaraba yetiyordu.. 2 de ekmek.. artmadı.. şanş meselesi.. “senin şimdi canın istemez beni” dedi.. “destur” dedim “daha gündüz yaşadım bişiler, o kaltak yaygaracıyla.. ama istersen..”
“yaygaracı kaltak..” “her neyse işte..”
teybi açtım.. elektrik hattımız kaçak.. nasıl yapıldığını öğretebilirim.. basit..
“hat kaçak ve pac çalak..” dedi.. lord knows’u başlattı..13 “beynimi dağıtmak istermisin?” “hala uçuyoruz.. gerek yok.. uçamazsak dağıtırım” “peki.”
Yarın bankaya gidip havaleyi alacağını söyledi bana.. ailesinden.. ertesi gün oldu.. yazı işleri böyledir, ‘ertesi gün oldu’ dersiniz ve hemen oluverir.. ve evet çok basit yazıyorum bugün, kes sesinide oku! nerde kalmıştık, hah, ertesi gün oldu ve kaltak yaygaracı geldi.. yada yaygaracı kaltak.. her neyse işte canım.. geldi.. çaldı kapıyı.. açtım “ne var?” “içeri almıcakmısın beni?” “hayır!” “neden?.. o salak kız mı söyledi bunu?” cevap vermedim.. kapıyı kapatıp içeri geçtim.. göbeğimi kaşıdım.. esnedim.. televizyonu kucaklayıp 2 sokak ötedeki hurdacıya götürdüm.. 2-3 kuruş aldım.. disketleri metinlerin çıktısını alıp gerekli yerleri silerek bir yayınevine gittim. Akşam hatun geldi okuldan.. ailesi acilen istanbula dönmesini istiyormuş, okul adresine mektup gelmiş.. konuşmaları gerekiyormuş.. falan filan.. sorun değil dedim.. ben best seller olcam artık.. siktiret.. git bana bir kalem al şu parayla, imza dağıtmam gerekebilir.. yapıştı dudaklarıma.. ve bu sırada.. yaygaracı kaltak.. yada kaltak yaygaracı.. bizi izliyordu açık pencereden.. benzip döküp yaksaydı.. evi. .ve bizi.. rahatlarmıydı acaba? ah! Mmm..
“bir bebeğe ne dersin?” dedi.. “teninde öldürmeyi yeğlerim genlerimi” dedim.. “en azından şimdilik.. paramız olana kadar” “peki” dedi..
13“Acıyı
gidermesi için bir marihuana içiyorum. ve uçmuş olmasaydım, belki de beynimi dağıtmayı denerdim” - 2pac, lord knows
uykusuz bir çift gözle karşılaştım.. sabahın beşinde.. yaygaracı eve gitmemişti.. bizede gelemiyordu.. arada kalmıştı.. sadece izliyordu.. ve ben gelemiyordum hatunun içine.. bebek istemiyordum! En azından şimdilik.. Ama o istedi diye mutlaka bir gün edinicektim.. besttseller olduktan sonra.. imza dağıtmadan önce.. imece usülü ile yeni bir tip işte.. osman pamukoğlu! Anlayamıyorum ben seni!!! Delirmek üzereyim.. ve anlayamıyorum.. zeki ve mutlu! ne eğer diyemedim.. değmezdi.. eğdiler beni.. devam edebilirmiydi? Öykü yani.. Ben sıkıldım ve bitirdim.. bitti! bitti.. gerçekten bitti! orospu çocuğu devam etti.. gülmeye ve anlatmaya.. kaltak gülüşler!!! 10şubat2003
Kırık 2 hiçbir şey yapmadan öylece oturuyorum.. günlerdir yaptığım tek şey bu. hiçbir şey yapmadan oturmak.. daha doğrusu, uzanmak.. çift kişilikli bir yatakta, alçıdaki kolumla beraber uzanmış, bir plan geliştirmeye çalışıyoruz. muhabbeti fena sayılmaz kolumun. sol kolumdan bahsediyorum. kırık olan o. sağ kolumu ise, şu an, kalemi tutmakla görevlendirdim. tırnaklarım uzadı, ama kesemiyorum onları. sakallarım da uzadı ama tıraş olamıyorum. param olsaydı, olurdum. hatta param olsaydı, yemek bile yerdim tanrısını satayım. iki gündür bir şey yemedim. yani, son paramın son kuruşundan sonra demek istiyorum. ev telefonumu geçen hafta kestiler. internetim, ondan bir ay önce kesilmişti zaten. cep telefonumun şarjı yok. a söylemeyi unuttum, elektriklerimi on gün kadar önce kesmişlerdi. şu aralar suyumu da kesmelerini bekliyorum. bugün yarın gelirler. neyse ki ev sahibim, devlet kadar vicdansız değil, son dört aydır sabrediyor durumuma. bu noktaya nasıl geldiğimi biliyor olsaydı, sabretmezdi belki. bilmiyorum. bir roman yazıyorum şu an. başladım ve devam ediyorum. ama evde, romanı bitirmeme yetecek kadar kâğıt ve kalem yok. olsun. yine de denemek lazım. intihar mektubundan daha uzun süre oyalar hiç olmazsa beni. karnım o kadar açkı. ve canım sıkılıyor. ve param yok. ve hiç arkadaşım kalmadı. yani nerdeyse, hiç.. iş aramıyorum çünkü sol kolum alçıda. hastaneye gitmiyorum, çünkü zaten kolumu ikinci kez kendi isteğimle kırdığımda, amacım rapor almaktı. beni işten attıkları için, hastaneye gitmeme de gerek kalmadı. zamanı gelince, kendim çıkartırım alçıyı. ama o güne kadar hayatta kalacak mıyım bilmiyorum. işleri bu derece kötüleştirenin ben olduğumu söyleyebilirdiniz, size hikâyemi anlatsaydım. ama yapmayacağım. daha doğrusu, yapamam. benden yazar olmaz ve bu romanı da tamamlayamam. hatta şu an can çekişmeye başladı bile, roman. hatta ne var biliyor musunuz, evet sol kolum alçıda ama ikinci kez kırılmış değil, ilk kez kırıldı ve hâlâ raporluyum. az önce yemek yedim ve şu an bir bilgisayarda yazıyorum bunları. ailemle yaşıyorum. ve 3 hafta sonra alçı çıkacak. ama o lanet yere geri dönmek istemiyorum. tekrar çalışmak istemiyorum. yazmam karşılığında ayda beş yüz lira verecek bir kaynağım olsaydı, durmadan yazabilirdim. şu anda da onu deniyorum ama olmuyor. bir sürü sorun, ensemde, nefes almama fırsat vermemek için sürekli soluk boruma dolanıyorlar. birini atıyorsun, başka bir tanesini başlıyor ve bu bir bahane değil herhangi bir şey için. yani olmamalı. fırsat eşitliği var sonuçta. öyle deniyor. öyle kabul ediyoruz. çalışan kazanır. ama ben çalışmak istemiyorum. hiçbir şekilde hem de. yazmak da buna dâhil. para için yapabileceğim hiçbir şey yok dünya üzerinde. ve size en başta, hiç para olmadığını söylemiştim ya. bak bu doğru işte. gerçekten. ailemde de yok. ama neyse ki bakkal, giriş kurgusundaki ev sahibi gibi bekleyebilen biri. yazdırıyorum. yazar değilim. yazdıranım. en sevdiğim yazar, bakkalım. üzerine tanımam. ve dahası, hayatı boyunca, yazdıkları okunmaya değer bulunmayacak bir adamın sızlanmaları ile canınızı sıktığımın farkındayım. kısa keselim o halde.. aridoverci. böyle mi okunuyordu? neyin nasıl yazıldığını zaten bilmiyorum.. 16.nisan.2004
kiracılar
bu, hayatta hiç bir şeyden zevk almayan ve hangi yılda ve nerede yaşadığı belli olmayan bir adamın, sırf can sıkıntısını geçirmek amacı ile kaleme aldığı gözlemleridir..
***
....bugün mart ayının beşinci günü.. saat onu yirmi beş geçiyor.. sabah.. hala eve yeni bir kiracı bulabilmiş değilim.. bu sorun, günün sonunda yedinci gününü tamamlamış olucak.. yani tam bir haftadır yalnızım. uzun zamandır ev hiç bölesi sessiz, bende hiç bölesi yalnız kalmamıştım.. hatta son bir kaç gündür, yazıcak hiçbir şey bulamadığım için yazmıyordum da.. bugüne kadar evi tutan tam 12 ailenin hepsinide sizlere iyi bir şekilde anlattığımı düşünüyorum.. ancak neyazıkki, dün, ani gelen bir ‘boşluk hissi’ ile tüm yazdıklarımı yaktım.. bu sabah uyandığımda pişman olmama rağmen, bu konuda azda olsa bir üzüntü duymadığımı hatta yeni baştan başlamanın heycanını hissettiğimi belirtmeliyim. şimdi yapmam gereken tek şey, kapının çalınmasını ve ‘evinizi tutmak istiyorduk’ diyen bir ailenin gelmesini beklemek. böylece kalbim tekrardan düzenli bir şekilde yazma isteği ile çarpabilir ve bende yaşadığımı hissedebilirim.. açıkçası bu yazma işi beni şu an hayatta tutan ve belkide öldükten sonra, bir zamanlar yaşadığımı ve ne düşündüğümü sonraki zamanlara ispatlayacak olan tek hareketliliğim. şu kutunun dışında nasıl bir dünya var bilmiyorum. 3 yıl içinde dünyada nelerin değiştiğine dair, kiracı ailelerin kendi aralarındaki konuşmalarına kulak misafiri oluşum dışında, herhangi bir bilgim yok ve aynı zamanda bu kutunun içindeki insanı da, kiracı aileler ve karşı komşum dışında kimse bilmiyor. bu belkide bir yokoluştur ancak belkide bu yokoluşum zamanla kendimide var etmeme yol açacaktır ve fakat o güne kadar asla dışarı adımımı atmayacağım ve yazma işimden bir an olsun vazgeçmeyeceğim..
ben 23 yaşında, tek mülkü tek katlı bir evi olan ve ailesi olmayan biriyim.. ailemi 3 yıl önce bir savaşta kaybettim.. ve onlardan geriye sadece savaş bölgesinden uzakta olan bir ev kalmıştı. ancak savaş bitince, bu miras evini içindeki eşyalar ile birlikte, şuan yaşadığım evin sahibi ile takas ettim. bu yeni evimde fazla eşya yok. 2 sandalye, bir yatak, bir halı, 2 battaniye, biraz giysi ve birde masa bulunmakta. ancak tüm bu saydığım eşyalar evin kaldığım bölümünde, yani çatı katında. evin 1. katı ise şu an kiracıların eşyalarını istedikleri gibi yerleştirmesi için bomboş bekliyor. evin büyük olan ön camına ‘kiralık ev’ ilanı asılı. 3 adet odası, bir mutfağı, bir banyosu, bir tuvaleti olan evimin çatı katına bu 3 odanın en küçüğünden, bir merdiven yardımı ile çıkmaktayım. çatı katı çok küçük olmasına rağmen bana yetmekte. kiracılarımdan herhangi bir kira ücreti istememekle beraber, buna karşılık yemeklerinden bir tas bana ayırmalarını, kendi çamaşırları ile birlikte benim çamaşırlarımı yıkamalarını ve evin vergi borcu, su ve elektirik parası gibi
ödemelerini yatırmalarını istiyorum. benim hiçbir sosyal hayatım ve karşı komşum dışında hiçbir arkadaşım yok.. televizyonum ve radyom yok. gazete okumuyorum. dış dünyada nelerin olup bittiğini bilmiyorum. tek ilgilendiğim şey kiracı olarak evime taşınan aileler.. yani ev hayatlarını yakından gözlemlediğim bu insanları kaleme almak dışında yaptığım hiçbir şey yok.
bu sabah karşı komşum bana, öğle üzeri bir ailenin evi görmeye geleceğini iletti. saat 2’te geliceklermiş. komşuma, evi görmeye geliceklere şartlarımı sölememesini rica etmiştim. oda sağolsun her zaman olduğu gibi yine, ‘ev sahibi şartlarını birinci ağızdan direk size sölemek istiyor’ demiş.
ben bir deli değilim. bir sapıkta değilim. eğer onlara bunu kanıtlayabilirsem belkide evi tutmayada razı edebilirim.
2 şubat 2004
zincirleme tecavüz tamlaması….
bana diyor ki, “en çok sevdiğim şey ağzıma almak.“
karşılıklı oturuyoruz. o’na, kusturana kadar ağzında gidip gelmek istediğimi söylüyorum. o’na, ağzında gidip gelirken bir yandan da tokatlayacağımı ve canının çok yanacağını söylüyorum. o’na, “beni çok azdırdın kaltak, eğil bakalım” diyorum. o bana, dudaklarının alev gibi yandığını, aletimin birazdan ısınacağını söylüyor. bana “abi, sana aşığım” diyor.
boktan bir kanepenin üzerinde, yarı çıplak bir halde karşılıklı oturuyoruz ve kameralar bizi çekiyor.
burası bir film stüdyosu değil. burası, üçüncü kalite porno filmlerin çekildiği ve kredi kartınızı sömüren internet sitelerinden yayınlandığı bir ev. ben pek fazla kazanmıyorum, ama yükselmeye çalışıyorum. yükselip amerika’dan, platinum x pictures’dan, elegant angel’dan, mayhem’den, ve diğer amerikan porno stüdyolarından teklif almaya çalışıyorum, en ünlü kadın pornostar’larla, sahne aralarında sigara içmek ve dünyanın gidişatı hakkında sıradan sohbetler yapmak istiyorum. az sonra ağzına vereceğim kadın da yükselmeye çabalıyor. adı amy kadının. tabii gerçek adı bu değil. benim sahne adım da timmy. bu ismi seçmiş olmamın özel bir anlamı yok. bu işi seçmiş olmamın da özel bir nedeni yok. günlerden bir gün, tiana ile tanıştım, bir barda, ve o gece seviştik, ertesi gün bana mesleğinden bahsetti, sonra birkaç adamla tanıştım ve kendimi kamera karşısında çırılçıplak buldum. kazanılan paraya değmezdi, hatta ek iş yaptığım dönemler bile oldu, ama dünya üzerindeki erkeklerin çok büyük bir yüzdesi, sekse para öderken, benim üste para almamın kıskanılacak bir tarafı vardı. gündüzleri bir bilgisayar şirketinin sevk edilen malları için direksiyon sallıyor, bazı gecelerde kamera karşısında sevişiyordum. sonra bir kademe atladım ve daha sık film çevirip, diğer işlerde part time çalışmaya başladım. ve şimdi burada, az önce karşılıklı sigara içip son cannes film festivali üzerine tartıştığım amy ile, odada bir kamera ve işin içinde dolarlar olmadığı sürece yanından bile geçemeyeceğim derecede güzel olan amy ile karşılıklı oturmuş, sevişme öncesi konuşmayı yapıyoruz. ortada bir replik yok. aklımıza o an geleni söylüyoruz işte. ağzına vericem. emicem. delicem. falan filan. sonrada, 22 dakika boyunca sikişicez. bize ayrılan süre bu, 22 dakika. yönetmen son beş dakikaya girildiğinde, bize haber vericek, bende amy’e “geliyorum yavrum” deyip ağzını hedef alıcam. filmin türü p.o.v. adı “sevgili abim”. ensest ilişkileri konu alıyor. kuzenini siken adamlar. oğluyla sevişen kadınlar. ablasının ağzına boşalan kardeşler. teyzesini arkadaşı ile birlikte ayartan genç delikanlılar. falan filan. amy benim kardeşim değil tabiyki. kız kardeşim bir pornocu olsaydı da, pek bir şey değişmezdi, sadece aynı sahnede rol almazdık, hepsi bu. sonuçta, bu oyunun, kamera karşısında sikişin, bir rol olduğunu, daha ötede bir sanat
olduğunu düşünmezseniz, ilerleyemez ve part-time işlere mahkum olursunuz. sonra günün birinde, bir porno filminize denk gelen patronunuz sizi işten atar ve başka bir iş yerinde de aynı sorun devam eder. üstelik bazı zor sahneleri canlandırmak için, hafif uyuşturuculara bile yönelebilirsiniz. sonra daha sert uyuşturucular gelir. ve aletinize dikkat etmezseniz, kimsenin artık yüzüne bakmadığı yaşlı moruklardan farkınız kalmaz. film teklifi almazsınız. ve başka bir mesleğe yönelme şansınız kalmamıştır. sonuç, intihar ya da kaldırımlar. zor sahneler demişken. evet şu an zor bir sahne çekiyoruz. ben amy’iyi tokatlayacağım. amy’e en ağır küfürleri edeceğim. az önce müzik üzerine keyifli bir sohbet yaptığım amy’in, artık açık olan ve bize doğrulan kameralar nedeni ile, gırtlağına kadar sokmuşken aletimi, burnunu da sıkıcamki, nefes almasın, bir dakika boyunca böyle durucam, sonra yüzü kızarıcak, elleri ile kalçamı itmeye çalışıcak, bir elimle ellerine engel olucam, ölmeye yaklaşmışken aletimi ağzından çıkarıp sıkı bir tokat atıcam. o, ağzından saçılan salyaları silerken, saçlarından çekip ayağa kaldırıcam ve dudaklarına yapışıcam. sonra anal’a geçicez. sonra tekrar oral. sonra onu masaya dayayıp yalamaya başlıcam. tüm bunları kameralar açılmadan önce düşünmüştüm. kadınlara yeterince sert davranırsam, ekranın gerisinden beni izleyen erkekler de o kadar çabuk zevke gelicek. ve sonra benim düzdüğüm diğer bir kadının oynadığı filme tıklayacak. sonra bir diğer film. websitemizde yer alan seks sahnelerimin izlenme oranları arttıkça, daha çok teklif alıcam. bu daha çok kadın, daha çok para ve amerika’ya geçmek için daha çok şans ve tecrübe anlamına gelicek. sonra hedeflediğim gibi, sadece bu işe ayrılmış özel bölgelerde, mafyanın yönettiği arenalarda, son model kameralarla kaplanmış setlerde, çok daha güzel kadınlarla birlikte olucam.
bu sektörde, erkek oyuncu için, önemli olan yakışıklılık değildir, aletinin boyu da değildir, ne kadar iyi seviştiğin ve karşındaki kadını ne kadar çok evirip çevirdiğindir. çünkü seni izleyen adam, senin yerinde kendisinin olduğunu düşler. kadınlar için durum biraz farklıdır. kadın oyuncular, ne kadar genç ve güzelse, o kadar iyi para eder. bir de izleyiciye yalan iniltiler ve sahte orgazmları yutturmak gerekir. daha sonra, aslında kardeşini becermek aklının ucundan bile geçmeyen bir adam, sırf “sevgili abim”de amy ile beni izlerken otuzbir çektiği için, kardeşine başka gözle bakmaya başlar. sonra dünya üzerindeki tecavüz oranlarında yükselme başlar. sonra daha da yükselir bu oranlar. ve fuhuş için harcanan para da artar. paranız yoksa, yakınınızdaki dişilere tacizlere ve tecavüzlere yeltenirsiniz.
araştırmalara göre, porno veya mastürbasyon bağımlılığın iki ana nedeni olabilir. bunlardan birincisi psikolojik bağımlılıktır. kişi mutsuzdur, dışlanmıştır yada kadınlara sosyal yaşantısında yaklaşamıyordur. ikinci faktör fizyolojiktir. seks sürecinde beynin salgıladığı hormonlara bağımlı olmaktır. benim içinse durumun, bir meslek haline gelmiş olması dışında kötü bir yanı yok. amy ile yirmi dakika boyunca seviştikten sonra, onun ağzının içine boşalıcam, sonra ona “hepsini yut kaltak” diyicem, sonra o boynuma atlayıp “canım abim, seni seviyorum” diyecek, sonra kamera kapanıcak. ve bende ona “bir şeyin var mı, iyi misin” diye sorucam. çünkü canını fena yakmış olmalıyım. ama yönetmen
bizden bunu istedi. zevk aldığım bile söylenemez. hatta son zamanlarda işe oflayıp puflayarak gider oldum. amy ile bugüne kadar 27 sahne çektik. çoğunun sonunda da mekandan beraber ayrılıp bir barda kafaları bulduk. yaşadığımız bölgede pek fazla tanınmadığımız için insanların arasına karışmamız sorun olmuyor, hem zaten o kadar da popüler değiliz. insanların aylık bir ücret ödeyerek kayıt oldukları ve hergün onlarca filmi izledikleri bir websitesinin son dönemde parlayan iki çalışanıyız biz. duruma böyle bakmak gerekiyor. sosyal bir yaşantımızın olduğu söylenemez. ama dünya üzerindeki erkeklerin çok büyük bir çoğunluğu tarafından “amma şanslı ibneler” diye anıldığımızı biliyoruz. insanların aklına asla bu işin çok sıkıcı taraflarının da olabileceği gelmiyor. normal bir aşk yaşantınız olamıyor mesela. evlenseniz de, pek uzun sürmüyor. hem çoğumuz meslektaşlarımızla evlenip, yaptığımız işi yapmaya karı kocayken de devam ediyoruz. hem sık sık, bu işe zorla kapatılmış kızlar da çıkıyor karşımıza. beraber olmak istemiyorsunuz ama başınızdaki patronlar ve adamları sizi tehdit edebiliyor. uyuşturucudan çok daha kolay bir şekilde dolaşıma sokabiliyorlar pornoyu. zararları ile kimse ilgilenmiyor. çünkü herkes faydalanıyor. toplumsal anlamda kadın türü ne kadar bastırılırsa, erkekler bu işe o kadar çok para ödemek zorunda kalıyor. ataerkil yapı ne kadar koyuysa, fuhuşa ödenen para da o kadar artıyor. çünkü bu işi meslek haline getirmiş ya da getirmek zorunda bırakılmış kadınlar dışında kimseyle birlikte olamıyor, o tip erkekler. kendi kadınlarını eve hapsedip, dışarda orospu avına çıkıyorlar. gazetedeki tecavüz haberlerine hayıflanırken, ertesi gün iki çocuğu olan bir kadına elli milyon ödüyorlar. kadın halinden memnun görünüyor. yani amy halinden memnun görünüyor.
“günaydın timmy” diyor bana, “sigaran var mı?”. sabahın dokuzundayız. erkenden uyanmış ve filmin çekileceği eve gelmişiz. amy yirmi yedi yaşında ve on yıldır bu işi yapıyor. ilk filmini onyedisinde çekip, onsekizinde olarak kayda geçirilmiş. o zamanlar liseli rollerine bürünürken, şimdi milf rolünde. yüzünde erkenden beliren kırışıklıkların ekranda görünmesini engellemek için fondöten miktarını bir hayli arttırıyor. dökülen saçları var. göğüsleri sarkıyor. yeteri kadar para biriktirdiği ya da ona bakıcak bir erkek bulduğu takdirde bu işi bırakıp bir çocuk yetiştirmek istiyor. tüm bunları az önce, dünyanın önde gelen erkek dergilerinden birine verdiği bir röportaj da söyledi. sonra aynı dergi için, elindeki dildoyu içine aldığı, birkaç poz verip yanıma geldi. sigara paketini ona uzattım. birer kahve içip, iki gün önceki cannes film festivali üzerine konuştuk. sonra yönetmen bey yanımıza gelip, bize olayı anlattı. sonra konuşmaya başladık. sonra sevişmeye. sonra boşaldım ve o benden çıkan her şeyi yuttu. sonrada bir bara gidip, birer bira içtik. sonra ben eve gelip, gözümün önünden gitmeyen çıplak figürleri karartmak için ağır bir uyuşturucu hap içtim. çünkü uyuyamıyorum. çünkü psikolojim fazlasıyla bozuk. periyoduk olarak haftada 5 sahne çekmem gerekiyor. aynen mesai saatleri gibi. internet sitemizin müdavimleri için hergün on film yayınlamamız gerekiyor. üyelik anlaşması böyle. benimle birlikte şirkette oniki erkek daha çalışıyor. sürüsüne berekette kadın var. onlar bir film için ayrılan payın yüzde yirmisini alırken, erkekler yüzde beşle yetinmek zorunda. birde kameraman, ışıkçı, makyöz gibi dangalaklar pay alıyor. başımızdaki, onlarca internet sitesinin sahibi olan örgütün pastadaki payı daha büyük. kadınlar bazı geceler, tanınmış işadamları
ile, gizli saklı bir yerde, kamerasız odalara davet ediliyor. sonra gazetedeki şiddet ve tecavüz haberlerini okuyoruz. masum olduğumu söylemiyorum elbette, ama bu sektördeki en ağır suçlu olmadığımı biliyorum. aslında suçun porno’da, uyuşturucu da yada diğer yasadışı işlerde olmadığını düşünüyorum. suç, toplumsal yapılardan kaynaklanıyor. ataerkil düşünce sisteminden ve kadınlarında erkekler kadar sekse ihtiyaç duyabileceklerinin inkar edilmesinden kaynaklanıyor. sonra kadın nüfüsü içinden ayrılan yüzde birlik kısmın kimilerince kurban, kimilerince toplumdaki erkek azgınlığını dindiren kahraman sıfatıyla çalıştığı genelevler türüyor. kahraman? sonra yetmişlik bir adam, evine gelen ondört yaşındaki torununu yarıçıplak soyup oynaşırken gazetelere çıkıyor. bir turist önce tecavüz edilip sonra öldürülüyor. ya da önce öldürüp sonra tecavüz etmişlerdir. bunu yönetmenimiz de düşünüyor. sabah amy’e, “bir sonraki sahnende seni öldüreceğim” dedi, “ölüseviciler için bir senaryo yazdım”, “olur” dedi amy’de. ölü rolü yaptırtmak yerine, gerçekten öldürürlerse şaşırmam. zaman zaman olan bir şey bu. eğer daha yaşlanmadan yeterince yükselemedi isen, ya sokağa atarlar, ya da öldürürler. eğer yaşlanmadan bir porno yıldızı olmuş ve sonra emekliye ayrılmış isen, bir yuva bile kurabilirsin. ya da belladonna gibi yönetmen olursun. silvia gibi, başından bir evlilik geçer. ama her ne şekilde bitirirsen bitir, psikolojin bozulmuştur. cinsel fonksiyonların sekteye uğramıştır. ve dahası, eğer yeterince bir süre anal sahne çekmedi isen, götünün fiyatı giderek atar. bu pazarın müdavimleri, ne zaman ilk anal sahnesini çekecek diye tartışmalara girişir. ilk anal filmin satış rekoru kırar. avrupa asılı pornostarlar erken yaşta girerler arkadan verme işine. çoğu amerikalı ise, sahne yaşamları boyunca asla bir anal ilişkiye girmez, ya da çok çok iyi bir teklif gelirse yaparlar bu işi. ve dahası, çoğu erkek pornostar, gay sahnelere de girişmek zorunda kalabilir. ben bir kez oynamıştım. aktif olan bendim. ve daha sonra izin almıştım. amy benimle dalga geçiyordu. ama çekmek zorundaydım o sahneyi. talep vardı. paraya ihtiyacım vardı. ve herifi siktim. aynen böyle. macaristanın en köhne yerlerinde, en güzel kadınları ile beraber oluyorken, araya bir de erkek kıçı sıkıştı. macaristandayız. üçüncü kalite porno filmlerin el altından diğer üçüncü dünya ülkelerine pazarlandığı ülkelerden birinde. sırf kadınları harikulade bir güzelliğe sahip diye, diğer kökenlerden gelen ve kanlarında macarlıktan bir damla bile bulunmayan starların biyografilerine annelerini macar kendilerini melez olarak yazdırdığı ülkede. çoğu starın ırksal kökeni melez olarak geçer. mesela, eva angelina, dört ayrı ırktan gelmektedir ve son zamanlarda en çok kazananlar listesinde üst sıralara yerleşmiştir. düşünebiliyor musunuz, latin, uzak doğu, kafkas ve amerikan kanı taşıyan bir insan. her şey bir yalandan ibaret. amy altıma geçip, içinde gidip geldiğimi bile fark etmediği halde, inleyip duruyor. sonra ara verip biraz kokain çekiyoruz. sonra o bana abi demeye devam ederken, iş bitiyor. yarın melissa ile bir sahnem var. ve bu kez, bir mazoşisti kırbaçlıcam. ondan sonra vanessa ile deri giysilerin altından çiftleşicez. ondan sonra, okul da seks başlıyor. ondan sonra sekreterini sıkıştıran patron olucam rachel ile. ondan sonra betty ile karı koca. daha sonra tom ile beraber tekrar amy’yi ortamıza alıcaz. sonra paramızı alıp kafaları çekicez. gerçekten bu işler nasıl yürüyor merak ediyor musunuz? sasha grey’in kokain çeker gibi bir sehpadan sperm çekerken neredeyse ağlayacak duruma geldiğini görmediniz mi? gülüyordu ama. ve bir röportaj veriyordu. ben izledim. hayır giyinik vaziyetteydi. gülüyordu ve arada filminden kısa bir skeç devreye girdi. sperm çekiyordu
orada çırılçıplak bir şekilde. aletim kıbırdamadı ve içim bir hoş olmadı. sonra röportaj metnini bulup kısmen çevirdim. sonra birkaç başka röportaj metni buldum. daha sonra birkaç pornostar’ın biyografisine baktım. daha sonra bu işin göründüğü gibi olmadığı sonucuna vardım. daha sonra alıcısı olan her işten birilerinin de para yemek zorunda kaldığını düşündüm. daha sonra “yapana değil yaptıran bak” sözü aklıma geldi. daha sonra işyerimdeki tüm hosteslere orospu gözü ile bakan evli erkekleri düşündüm. daha sonra kadınların da erkeklerden aşağı kalmadığını gördüm. seksin ayıp sayıldığı her ülkede neden pornoya olan ilginin patladığı kafama takıldı sonra. cevabın ataerkil toplum yapısında olduğu sonucuna vardım. yasaklanan her şey el altından satılırken, devletlerinde bu yasak ticaretten gizli bir payı olduğunu düşünürsem, ileri gitmiş olmam dedim. halka, ya da kendi tabanına hoş görünmek için patır patır porno siteleri kapatırken, dinen haram sayılan at yarışı, sayısal loto, milli piyango gibi oyunlardan vergi almayı sürdüren müslüman bir hükümetim var, ama çelişkileri boş verip çenemi kapatsam ve girdap gibi yazmak yerine, macar erkek porno starı timmy olsam fena olmaz.
timmy şimdi amy’nin gırtlağını yırtıyor, saçlarını çekiştiriyor, burnunu sıkıyor, bu esnada jack, amy’nin arka deliğinde, marty ise ön. sahnedeki dördüncü adam aletini sıvazlıyor, gireceği bir delik kalmadığı için... kameraman amy’ye saçını yüzünden çekmesini işaret ediyor, açı bozulmasın diye. bir diğer odada amy’nin en yakın dostu, çok yüksek bir meblağa, medya patronlarından birinin altına yatıyor ve perdeler örtülü, kapılar kitli o sırada. sonra medya patronunun parasını ödediği saat doluyor ve dışarı çıkıp sahibi olduğu gazetede neler yazmışlar bakıyor. “dört kişi on iki yaşındaki kıza zorla sahip oldu”. “şerefsizler” diyor içinden, arabasına atlayıp evine giderken, az önce ödediği paranın yüzde yirmisini alan kadın, evine gidip iki yaşındaki kızına, sütünü veriyor…
hangi uyanış
sabahın yedisinde, akşam sahibi tarafından verilen görevi yerine getirmek üzere, zırlamaya başladı çalar saat.. uyanmakta güçlük çekiyordu her zaman olduğu gibi.. uyanmak istemiyordu zaten.. sonsuza kadar uyanmadan rüya görmeye razıydı aslında.. ama karısı izin vermiyordu buna; "hadi kocacım sabah oldu işe geç kalıcaksın.. kahvaltı hazır hadiiii"
gözleri biraz açılır gibi oldu ama mücadele ediyordu bununla.. uyanmak istemiyordu.. akşamki hapın tesiri ile yine çok gerçekçi bir rüyanın içinde yaşamaya başlamıştı.. belki rüyada özgür bir iradeye sahip değildi ve bilinç altında biriktirdiklerinin bir yansımasıydı tüm görüntüler ama gerçek hayattada özgür olduğunu düşünmüyordu zaten.. kurulu bir çalar saatin özgür iradesi ne kadarsa, onunkide o kadardı işte.. bir eksen etrafında dönüp durmak.. haftasonları yaşıyordu sadece.. hayır! hafta sonları uyuyordu sadece!!! tüm haftanın yorgunluğunu başka türlü atamıyordu çünkü.. hayatını bir kum saatine, daha doğrusu bu kum saatinin içindeki kum taneciklerine benzetiyordu.. her sabah ters çevriliyordu bu saat ve akşam 11'e kadar tüm kumlar alt bölüme taşınıyordu.. sabah aynı kumlar yeni bir ters çevrilme ile aynı döngüyü yaşamak için yavaşça kaymaya başlıyordu.. tekrar.. tekrar.. aynı hızda ve aynı oranda bitmek bilmez bir toprak kayması gibi.. ve her seferinde biraz daha ufalanıp inceliyordu kum taneleleri.. böylece çözünmeye başlıyordu, dayanıksızlaşıyordu..
büyük kızı, kahvaltısını yapıp banyoya ellerini yıkamak için giderken babasına seslendi; "baba hadi saat çeyrek geçiyor, 15 dk sonra gelicek otobüsün işe geç kalıcaksın"
gözlerini hafifçe aralayınca, karşı duvardaki saatin 12 geçtiğini gördü ve '3dk daha' diye düşündü kendi kendine, (hangimiz düşünmediki?) oysa 12 dk geçikmişti zaten.. “sikmişim işi” diyerek, hışımla kalktı ve lavaboya gitti.. büyük kızı dişlerini fırçalıyordu, araya girip yüzünü yıkamak isteyince kızının 'ya baba bekle biraz okula geç kalıcam' tepkisi ile karşılaştı. yüzünü yıkayıp biraz daha ayılınca karısının seslendiğini duydu; "acele et, geç kalıcaksın" "tamam" mutfağa girdiğinde küçük kızının kahvaltısını yapmak üzere olduğunu, büyük kızının elindeki nescafe bardağını işaret ederek 'sanada yapayım mı?" diye sorduğunu ve karısının ise küçük kızının gömleğini ütülediğini farketti.. neden aşık oldumki ben buna diye düşündü kendi kendine.. nesine aşık olduğunu sorguladı içinden.. bu sırada kızının elindeki çok koyu bir nescafe bardağını ona tuttuğunu farketti.. gülümsüyordu ona kızı; 'senin için yaptım uykun açılsın diye'. nescafeden bir yudum alıp bardağı masanının üzerine bıraktıktan sonra yatak odasına girerek pijamasının üzerine bir pantolon geçirdi.. üzerinede bir kazak
giyerek tekrar mutfağa döndü ve bir dilim ekmek ile bir parça peyniri 15 saniyede yuttuktan sonra nescafesinide bir dikişte bitirip kızına 'iyi dersler' kızım dedi.. kızı lise 3'e gidiyordu, aynı zamandada dershaneye.. küçük kızı ise lise2'de idi.. büyük kızı, evliliğinden bir yaş küçüktü.. yani evlenir evlenmez aşkın büyüsü ile çocuk yapmaya karar vermişlerdi karısı ile, şimdiyse bu 2 çocuğa iyi bir gelecek hazırlama adına ömrünü tüketiyordu.. evin önünden geçen servisin kornasını duyar duymaz küçük kızıda çantasını sırtına alıp 'alasmaladık' diyerek yola koyuldu.. bu sırada çekeceği dün nereye koyduğunu hatırlamaya çalışıyordu baba, 4 sene önce aldığı ayakkabısını giymeye çalışırken.. ayağa kalkıp montunuda giydikten sonra karısına bir veda öpücü bile vermeden sadece 'ben çıkıyorum hayatım' diyerek açtı kapıyı.. bu 'hayatım' bir alışkanlıktan dolayı söleniyordu sadece, yoksa kendine ait bir hayatının var olduğu bile söylenemezdi, değilki başkalarına kendi hayatıymışçasına hitap edebilsin.. otobüs durağı biraz uzaktaydı.. ve her zaman olduğu gibi durağa doğru yürürken dün gece gördüğü rüyayı tüm detayları ile hatırlamaya, tüm varyasyonlarını zihninde tekrar tekrar canlandırmaya çalışıyordu.. durağa geldiğinde, aynı yerde çalıştığı arkadaşını ve aynı duraktan binip, farklı duraklarda indiği kadının çoktan gelmiş olduğunu farketti.. adam ve kadına günaydın dedikten sonra, kentkartını hazırlayıp, insan kusan bir otobüsü beklemeye başladı. lise yıllarından beri, askerlik ‘hizmeti’ dışında her sabah ve akşam bir otobüse biner ve sadece haftasonları yaşardı. aslında lise ve üniversite yıllarında, yaşadığını biraz daha fazla hissediyordu ancak askere gidip geldikten sonra, kendisini bekleyen ve üniversitenin son yılında tanıştığı şu anki eşi ile evlenince, hayatını iyice her gün aynı rutinde tüketilir bir ekmeğe benzetmeye başladı.. her sabah yeni bir ekmek olarak güne başlıyor ve akşam olduğunda yeni bir ekmek olmak için fırına giriyordu. bu düşünceler içerisindeyken otobüsün geldiğini farketti ve biraz sonra iyice yaklaşan otobüsün durması için elini kaldırdı. otobüs yine ağzına kadar doluydu ancak otobüsteki hiç kimsenin bu durumdan şikayetçi olduğu yoktu.. aslında herkez, onları bir robota benzeten bu sisteme karşı kendi içlerinde, tüm bedenlerini kaplayan ancak sistemin geneli ile karşılaştırılınca ufak kalan isyanlar barındırıyordu. önemli olan bu isyan dolu bedenlere aynı sıkıntıları paylaştıklarını farkettirebilmekti.. işte o zaman yönetilmenin bir gereklilik olmadığının, ürettiklerinin çok az bir bölümünü tükettiklerinin ve hiç üretmeyenlerin onlardan yüzlerce kat fazla tükettiğinin farkına varabilirlerdi.. farkındaydılarda bunun, ama çatlak sesler çıkartmaktan korkuyorlardı.. çünkü aykırı olan her ses halkı kin ve düşmanlığa iten bir neden olarak algılanıp suç sayılabilirdi.. bu suçlu sesin sahibine ise sıfat olarak yakıştırılan tek şey bir vatan haini olduğuydu.. bu nedenle en iyisi, ses çıkartmadan kurulu düzenin minik bir dişli çarkı olarak, otobüsün içindeki diğer dişli çarklar ile birlikte kendilerine değen büyük dişli çarkın onları topluca iteklemesi sonucunda bir bilinmeze doğru sürüklenmekti.. aslında bu en iyisi değil en kötüsüydü.. ama hepsi bir noktada çalışmak zorunda bırakılmışlardı. eğer maaş zammı için grev yapsalar işten atılır ve çok uzun bir süre aç kalabilirlerdi. sadece kendilerinden sorumlu olsalar bunu pek umursamazlardı aslında ama birde çocukları vardı bakmaları gereken.. zaten hep bu çocuk işi yüzünden katlanıyorlardı bunca eziyete.. bu düşüncelere dalmışken birden arkadaşının dürtüklemesi ile kendine gelen baba, arkadaşının işareti ile otobüs camının dışına yöneltti gözlerini. dışarda genç bir sarışın karşıdan karşıya geçmek için beklemekteydi ve önünden geçen otobüsün içinden ona doğru bakan iki erkeği farketmedi bile.. bu esnada adamın aklına 'ya kızlarımada birileri
bakıyorsa' diye bir düşünce gelmedi hiç.. onun, otobüsün dışındaki sarışına bakıp bakmaması ile onun kızlarına bakıp bakmamaları arasında bir bağlantı yoktu.. iki durak sonra ineceklerdi ve bu yüzden arka kapıya doğru yanaşmaya başladılar. işyerine geldiğinde cebinden kartını çıkartıp makineye bastı, cebine kartı sokmadan önce kartta bugün, ayın 27'si için, sekiz 22'de giriş yaptığına dair mührü kontrol etti. ay sonunun yaklaştığını farketti böylece.. ama bu hiç birşeyi değiştirmiyordu.. sonuçta yine maaşları geç alıcaklardı.. bu iş yerine girdiği 3 sene olmuştu ve artık alışmıştı buna.. asla maaşlar vaktinde ödenmezdi.. ancak büyük patron her yıl arabasını güncelleştirmekte geçikmiyordu.. soyunma odasına giderek tulumunu giyip ardından tuvalete gitti. tuvaletinin geldiği falan yoktu aslında, sadece “bu domuzlardan kaç dakika çalsam, kârdır” diye düşünüyordu.. saat 08:35'de tuvaletten çıkıp ellerini yıkarken aynada kendine gördü ve şaşırdı buna.. uzun zamandır dikkat etmiyordu nasıl göründüğüne.. neden şimdi birden farketmiştiki bunu.. evet evet, kırık olan aynalar yenilenmiştide ondan. tam 3 aydır ayna yoktu tuvalette. biraz daha oyalanıp usta başını kızdırmak yerine doğrudan tezgahın başına geçmeyi tercih etti.. eline aldığı düz parçayı, önündeki resme göre işlemeye başladı.. ilk 3-4 parçada resme bakarak, ölçüleri kontrol ederek yapıyordu bu işi.. ardından gözleri başka şelerle -örneğin arada sırada gelip geçen sekreter kızla- meşgul oluyordu ve bu sırada makinesi gibi otomatiğe bağlanan elleri parçaları alıp yerleştirip bir süre sonra işlenmiş halini kutuya atıyordu.. bu şekilde 1 günde bin parça işliyordu.. öğlen vaktinin nasıl geldiğini anlamıyordu. saat 12:30'a kadar sorun yoktu.. ancak öğlen yemeğinden sonra geçmek bilmeyen zamana karşı yarışmaya başlıyordu.. çünkü büyük patron öğleden sonra işe gelir, işçilerinin saatte ne kadar parça çıkardıklarını kontrol eder ve sonrada odasına giderdi.. büyük patron odasındayken sorun yaratmıyordu, ancak bu kezde ustabaşı, büyük patronun teftişine karşılık hazırlıklı olmak için işçilerin arasında gezintiye çıkıyordu ve dinlenen bir işçi olduğu zaman anında not ediyordu.. eğer siz 3 kez dinlenirken yakalanmış iseniz, üst katta uyuklamaktan başka bir bok yemeyen mühendise şikayet ediliyordunuz. böylece saat beşi buldu.. işçiler arasında öğlen yemeği haricinde konuşmak yasaktı ve böylece işçilerin kendi arasındada örgütlenmesi yavaşlatılmış oluyordu.. işçilerin mesai saati bitimindede bu konuları tartışmaya hiç hevesi kalmadığı için, patronun keyfi yerindeydi.. daha geçen ay 10 işçiyi 'tasarrruf nedeni ile işten çıkarmış ve geride kalanlarının işten çıkarılmamak için susmasını sağlamıştı.. saat beş buçuk'dan sonrası yani son bir saat geçmek bilmiyordu.. kapanan göz kapakları, yorgun düşen beden ve tüm bunlara eş zamanlı olarak büyük gürültü ile çalışmaya devam eden makineler.. akşam altıyı yirmi geçe artık iyice yavaşlıyordu zaman.. bir saat kadar uzun geliyordu her bir dakika.. paydos zili geçici bir mutluluktu sadece.. herşeyin 14 saat sonra tekrar başlayacağını haber veren bir zil.. soyunma odasında iş giysilerini, eve dönüş kıyafetleri ile değiştirmek.. ardından eve dönmek için otobüs beklemek.. ağzına kadar dolu olan otobüse binmeye çalışmak.. eve saat sekizden önce varamıyordu asla.. ve saat dokuzda anca kavuşuyordu özgürlüğüne.. bu esnadada yavaş yavaş yokluyordu bedenini esnemeler..
eve varıp yemeğini yiyip, kızlara dersleri konusunda yardım ettikten sonra saatine baktı, dokuzu onüç geçiyordu.. çıkarıp defterini, dün gece gördüğü rüyayı yazmaya başladı;
“rüyamda; evimde oturmuş kızımın ödevine yardım ederken büyük bir gürültü duydum.. karım koşarak arka balkona gidip baktığında, simsiyah bir bulutun çok yükseklerden yaklaştığını söleyip beni çağırdı büyük bir endişe ile.. gidip baktığımda gördüğüm şey çok uzaktan büyük bir hızla yaklaşan sim siyah bir toz bulutuydu. o kadar siyahtıki.. tanrım! ve bu siyah ve büyük toz bulutu, sanki küçük siyah arılara benziyordu ve tıpkı göçmen kuşlarının göç etmesini andıran bir görünüm veriyorlardı insana.. o kadar hızlı uçuyorlardıki.. kaçmamız için hiç bir fırsatımız yoktu.. bu sırada büyük kızımın gülümsediğini gördüm, kızıma 'neden gülümsüyorsun bu konu hakkında bir şey biliyormusun' diye sorunca bana 'baba bunlar siyah işçi arılar, özgürce yaşayabileceklerini, kraliçe arının buyruğu altına girmeyeceklerini anlatmak istiyorlar, merak etme asla zarar vermezler, izlemek istiyorum noluur' dedi.. kızımın bu sözleri karşısında gözlerim doluyor ve anlamaya başlıyordum.. bu sırada havada uçan onlarca motor gördüm.. biraz daha dikkatlice bakınca bunların polis motorları olduğunu farkettim.. üstlerinde ise üniforma giymiş domuz hayvanları vardı.. rüya işte.. bizim balkonun önüne doğru yaklaşan bir motorun üzerindeki domuz, elindeki sopa ile dürtükleyerek, içeri girmemiz gerektiğini, yoksa bu arıların hışmına uğrayacağımızı söledi.. kızım izlememiz gerektiği, hatta onlara yardım etmemiz gerektiği konusunda bana yalvarsada kapıyı kapatıp içeri girdik.. ve televizyonda türkiye ingiltere maçının sıfır sıfır bittiğini gördüm.. tüh, yine ingilislere gol atamamışız diye kendi kendime söylenirken, karım bir diziye bakmak istediğini söledi.. 'zaten ben uyucam, neye bakıyosanız bakın'
bu sırada büyük kızım ile küçük kızımın kavga ettiklerini gördüm.. küçük kızım 'seni babama söylücem' derken, büyük kızım 'göstermicem işte, yapma lütfen sonra bakarsın' diyordu. 'neymiş bana söyleyeceğin' diye küçük kızıma seslendim.. oda 'ya.. kitabının arasında bir dergi var göstermiyo' dedi.. büyük kızım 'baba nolur siyah işçi arılarına baksaydık, hem onlar zarar vermezki' derken ağladığını farkettim.. ona 'kızım polisler bizim güvenliğimiz için böyle söylediler.. yarın haberlerde nelerin olduğunu gösterirler, ordan izleriz' yanıtını verdikten sonra ekledim 'neymiş senin kitabının arasında olan şey?', biraz kekeleyerek 'ya şey.. hiç bi şey değil.. ösys soru kitapçığı işte..' cevabını verdi..
'ver ben bi bakayım şuna..' dedim.. oda çekinerek uzattı.. kitabın arasından, kapağında kara bir bayrağın yanarken çekilmiş resmi olan bir dergi çıktı.. bu esnada karımın
"hadi kocacım sabah oldu işe geç kalıcaksın.. kahvaltı hazır hadii" diyen sesini duydum.. gözlerimi biraz aralayıp daha sonra tekrar kapatınca, başka bir rüya gördüm.. bu kez dışarıdan şarkı sesleri geliyordu ve arka balkona gittiğimde
kızımında aralarında bulunduğu büyük ve rengarenk bir topluluğun çağrısını duydum, arkada ise kara bir bayrak yakılıyor ve bu esnada atılan sloganlarda artık bu tip simgelere ihtiyaç kalmadığı belirtiliyordu..
bu esnada büyük kızım şöye seslendi; "baba hadi saat çeyrek geçiyor, 15 dk sonra gelicek otobüsün işe geç kalıcaksın" gözlerimi 2. kez araladım.. yeni bir gün daha başlıyordu işte.. işe gitmeliydim.. ve uyandım.."
17 haziran 2004
deneme 1-2
1. “32 yaşında, kadın, bankacı, maddi durumu iyi, sevgilisi aldatıyo bunu, kavga etmişler, bankta oturuyo, öğlen arası”
evet.. burada bir haksızlık var.. size de öyle gelmiyor mu? neden mi bahsediyorum? bakın şimdi, sevgilimle bir iddiaya girdik, bir betimleme yapacaktık, bir karakteri betimlicektik, ama karaktere odaklanamıyorum.. bi defa karakteri neden o seçiyor? bir ikincisi, 3. tekil yazamayan biriyim ben, bunu bilmiyor mu? neden kadın bir karakteri betimliyoruz? evet evet, feminist damarlar.. aklı sıra beni, kendi ağzımdan bir kadını betimlemek zorunda bırakarak intikamını alacak… ama hiç önemli değil.. o düşünsün dursun.. ben başarabilirim. evet yapabilirim… başlıyoruz.. hazırmısınız?
2. bi saniye. bi saniye.. yanlış fon. evet yanlış fon. babes in toyland’ı seçmeliydim..
kadın. 32 yaşında. aldatılmış.. öfkeli.. intikam planları yapmakta. bunu en iyi kat’in sesi iter beynime.. evet. pekala.. her şey hazır mı.. ah. sigara. sigara olmalı. evet kadının ağzında sigara var.. pekala. zorla. zorla. girdap ve kadın göz göze geliyor. ha siktir. kendini çıkar öyküden.. kadını anlatıyorsun kendini değil.. aptal… her şeyin içine etme.. kendini sıfırla ve kadına odaklanan.. kat.. evet.. kat ve kadın… bu da olmadı. öyküyü başa sar. çekim iki sahne beş.. motor.
3. 32 yaşında.. ve aldatılmış.. düşünüp duruyor. elinde sigara. hiçbir şey umurunda değil.. önünden bir sürü herif geçiyor.. koşu yolu burası.. sahilden bir sürü genç yakışıklı sportmen herif geçiyor. atlet şort. çok seksi görünüyorlar. ama görmüyor.. kadına odaklanmış. kendi yerine tercih edilen kadına. kıskançlık krizi..
canı sıkkın.. öfke. hırs. eziklik hissi. yalnızlık hissi. kendini değersiz hissetme hissi. (eleştirmenlerim buraya takılıp başıma atmak için taş aramaya gidebilir, sadık okuyucularım parantez içlerini es geçsin bundan sonra)
ne diyorduk. pekala.. başa sar.. çekim iki sahne altı..
4. 32 yaşında. ve aldatılmış.. düşünüp duruyor.. bir sürü erkek geçiyor önünden. ama can sıkıntısı seksi aklına getirmiyor.. iş kıyafetini o gün değiştirmeyi unutmuş bankadan çıkarken. bir etek, gömlek, güzel bir makyaj, parfüm, ve hesap makinesi… hesap makinesi? bir saniye burada düşünmem lazım. bankada elinin altında bilgisayar var. hesap makinesi mazide kaldı. hah, hatırladım eksik ruhu: ben her öyküme, zaman ve mekan tasviri ile başlarım. stop. çekip iki sahne yedi..
5. 2005 yılı.. şehir ve bölge bilinmiyor. bir sahil. bankta oturan genç güzel ve aldatılmış bir kadın. bankta oturuyor.. burası aynı zamanda önünden koşu parkurunun geçtiği bir bölge. ama kadın görmüyor o genç yakışıklı seksi erkekleri. kadın aldatılmış. ezik. değersiz. aslında öyle değil, hiçbir insan, gerçekte, ezik ve değersiz değildir. sadece öyle hissederler… pekala pekala.. elinde simit olsun. evet. simidini yiyen bir kadın, aklından kocasına ilk aşık olduğu gün geçiyor.. ve şimdiki zaman. aldatılmak nedir? aldatma fili. kökeni. lanet olsun, yazı yazarken ihtiyacım olan bilgileri yazıyı kesip araştıramam. şimdi sırası değil. (“daha çok kitap okumalısın girdap, romanları siktir et, araştırma oku, teknik bilgileri kavra”)
kadın kendi kendine konuşmaya başlar….
“aslında, düşünüyorum da, beni kızdıran ney acaba? o şırfıntıyı gördüm. onu kocamla öpüşürken gördüm. kocam onun üzerindeyken onları gördüm. kocam boşalırken, “bu hayatımda yaşadığım en iyi şey” derken onları izliyordum. evet.. ama beni kızdıran ney.. düşün lanet olası… daha önce de kocan başkalarını düzdü. senden önce. senden yıllar önce de düzdü o başkalarını. onlar neden seni bu kadar yaralamadı. şimdi sorun ne. aslında, yani bana göre, o kadınla kocamı beraber gördüğümde, hiç bişi hissetmedim. ama kocamı aradım.. ve telefonu kapattı.
denemek istedim. ve telefonu açıp, “aşkım çok meşgulüm, toplantım bitince seni arıcam” deseydi, bu kadar kızmazdım.. bana dönüp, “çok meşgulüm, toplantım bitince seni arıcam” dedi.. lanet olsun.. lanet olsun.. sonra o kadına dönüp, ben bir hiçmişim gibi, askerlik arkadaşının onu yemeğe davet ettiğini söyledi. lanet olsun. beni aldatmıyor. kadını aldatıyor.. beni kadın öğrenirse kadını kaybedebilir. bu yüzden beni de aldatıyor. kendini de aldatıyor. lanet olsun”
4 kasım 2007
denek
bir sigara yaktı. ardından bir sigara daha. ilkini kül tablasında görünce fark etti, biri bitmeden diğerini yaktığını.
barda oturuyorlardı. evlerindeki barda. yani oturma odasında. arkadaşlarıyla. bir mucizeyi bekliyor gibiydiler.
hava kararmıştı ve saat dokuza geliyordu. bir eylül gecesi. evde. ölümüne sarhoş bir halde.
sabahın erken saatlerinde içmeye başlamış ve hiç ara vermemişti henüz. dün de böyle geçmişti. ondan önceki de. ve şimdi kül tablosunda kendisine ait üç sigara olmuştu. biri bitmeden diğeri, diğeri bitmeden öteki. orospu, dedi, bu sigaralar çok orospu, kibrit de pezevenkleri.
ne anlama geldiğini bilmediği onlarca cümle kurup duruyordu. televizyonu açın dedi ardından. televizyonu açalım adamım. sayısal oynamıştım dün akşam.
buradan günün cumartesi olduğunu çıkartıyoruz. ve henüz kaç kişi olduklarını bilmiyoruz. ben de bilmiyorum. henüz kurgulamadım bunu. belki de asla kurgulayamıycam. çünkü sıkılıyorum.
sabahtı. sabahın erken saatleri. ve alkol almam yasaktı çünkü ilaç kullanıyordum. psikolojik saçmalıklar. akineton, rixper, serequal, çay veya kahve ve su ve sigara ve bi parça ekmek. sayısal oynamayı da unutmuştum hem. evden çıkıp büfeye gitmeye de mecalim yoktu. uzaktı sayısalcı. evde oturmuş, akineton kafasının geçmesini beklerken bir sigara yaktım. ardından bir sigara daha, biri bitince diğeri.
yazamıyordum. farkındaydım. sıkılmıştım. hemen hemen her şeyden. ölüme doğru bir hamle daha yapıp, çakmağa uzandım. kimse gelmeyecekti. kimseyle
görüşülmeyecekti. kimse görüşmeyecekti. kimseyle görüşmeyecektim. tümcelerde ki yüklemin şahıs durumuna karar veremiyordum son zamanlarda. deneysel takılıyordum.
sikerim işini deyip istifa ettiğimde başladı her şey. hatta daha önce, kolum kırılıp da rapor aldığımda. en güzel zamanlarımı geçirdim ardından gelicek en kötü zamanlarımı hesap etmeden.
ve şimdi burada durmuş, bir öykü çıkarmaya çalışıyorum. öykümden kendimi çıkarıp yazmayı. baştan başlayak mı?
bir sigara yaktı. ardından bir sigara daha yakamayacağının bilincinde olarak. bitmişti sigara. ve para yoktu. ve bakkal artık yazmıyordu. bekledi. ta ki lanet telefon peş peşe iki kez çalana dek. günlerden cumaydı ve sayısala umut bağlamışsa, bitti demekti. ruhen ve bedenen bitik. her iki telefon çalması da bankalardan geliyordu ve açmıyordu telefonları.
bir iş bulmalıyım dedi. ama önce beni sarhoş eden haplardan kurtulunulmalı. barda oturuyorlardı. alsancak’ta ki barda.
kimseye hiçbir şey anlatmadan eve geldi. intihara göz kırpıp, ocağı açtı. sigara ile yakarak. bir şeyler yemeli dedi. sarhoş olamayacak kadar içebiliyordu, belki bir bira. günlerden cumartesiydi ve rakamlara inanmıyordu, sözel loto gibi bir şey olsa, öykülerini sürerdi sahaya. yapmadı. bekledi. ta ki, hapın getirdiği uyku, bedenini bir süreliğine teslim alana kadar. sigara üstüne sigara, fiyasko üstüne fiyasko. dedi ve uyudu.
6.eylül.2014 – 12:12
fondip hayat..
paketimden bir sigara çıkarıyor, ve ateşliyorum, ve hiç ağzımdan çıkarmadan, yani dumanını hiç dışarı vermeden, içime ne kadar çekebilirim diye deniyorum, sigaranın yarısına kadar gelmişken bi öksürük ile beraber dumanlar özgür kalıyor, öksürüyor ve tükürüyorum, gülüyorum bir de. diyorum ki: “bi gün sigaraya fondip yapıcam, ciğerlerimi sikmek hoşuma gidiyor”
“kes şu saçmalığı” diyor doktor “hala hayattayız” diyorum ona “bu güzel mi?” “neden burada olduğunu biliyor musun?” diyor “bi deneme daha yapmama izin ver” diyorum ve bir sigara daha çıkartıyorum paketten, ateşliyorum onu “şu saçmalığa bir son vermelisin” diyor doktor “yazabilir miyim” diyorum “size bütün olanları yazayım, bana bi kalem ve kâğıt verin, bi kâğıt değil, hayır, bir defter” “tamam olur” diyor doktorum, ve bende yazmaya başlıyorum.. paketimden bir sigara çıkarıyor, ve ateşliyorum onu..
pekala.. bu saçmalığa bir son verip, doktoruma ve size neler olduğunu anlatıcam.. şu an bir akıl hastanesindeyim, lanet olası birkaç “normal” insan, beni buraya kapattı, evet, pekâlâ, tam olarak zamanını hatırlamıyorum, ama bir gün, evden çıktım ve otobüs durağına doğru yürümeye başladım, bi sigara yaktım, yol üzerinden bir bakkala uğradım ve şarap sordum, bi kaç şey gösterdi, tanımadığım markalar, “şirince veya horoz karası var mı?” dedim, “yok” dedi, “tamam o halde” dedim “kalsın”. ve çıktım bakkaldan, durağa geldim, durdum, bekliyordum, bi sigara yaktım, önceki biter bitmez bi tane daha.. sonra başım dönmeye başladı, 2 gündür uyumuyordum, uyuyamıyordum, ve başım dönüyordu ve sigara bitince bi tane daha yakmayı tasarladım kafamda, ama gücüm yoktu, başım dönüyordu, etrafım karardı, karardı, karardı, ve sonra kendimi yerde buldum, bi anda, pat diye düştüm, nasıl oldu bilmiyorum, arada bir yerde film koptu, bi an ayaktaydım, bi an yerde, arada noldu veya ne kadar zaman geçti bilmiyorum, hayatımın kesintiye uğradığı ve kendimi ansızın nasıl geldiğimi bilmediğim zamanlarda ve mekanlarda bulabiliyorum, ve arada ne kadar zaman geçtiğini veya o esnada neler olduğunu hatırlamıyorum, buna benziyordu, ama sadece düşmüştüm. çenem yarılmış, bi adam gelip kolumdan tuttu ve kaldırıma oturmama yardımcı oldu. etrafıma bi çok kişi toplandı, “noldu”, “nasılsın”, “iyi misin”, “daha önce hiç oldu mu bu” gibi bi ton şey soruyorlardı, kalabalıktan nefret ederim, bunu biliyorsunuz zaten, ama meraklı kalabalıktan iki kat nefret ederim, “kesin be şunu” diye bağırdım o şokla, ve sustular, beni yerden kaldıran adam bi pet şişe
verdi, su, o su nasıl geldi hatırlamıyorum, arkamda bakkal vardı, kim ne zaman nasıl aldı, görmedim, bilmiyorum, çenem kanıyordu, elime kan bulaşmıştı, “hey”, dedim, “bir şeyim yok, evim yakında, gidebilirim” “eczaneye gidelim bi abim” dedi adam “ne eczanesi” dedim “ciddi bir şey yok”
hala başım dönüyordu, dönen şey başım değildi aslında, dünya gözlerimin etrafında bir ileri bir geri gidiyordu. bakın aklıma ne geldi, siz hiç zamanda slalom yaptınız mı, kayak gibi, slalom, zamanda, bir ileri bir geri, bi geçmiş bi gelecek, ama asla şimdiki zaman değil, şimdiki zamanda yaşayamadığınız bi hayat biçimi, hayaller hayaller hayaller, benim öyle bi dönemim oldu, sürekli kokain amfetamin esrar ve alkol alıyordum, ve sigara sigara sigara, ve müzik ve müzik ve müzik, ve keder, bol acılı keder, heey, bi ketçap reklamı yapıcam, hatun garsona “bol acılı keder” diyecek, “ne” diyecek garson, “bol acılı keder de koyun sosise”, sonra başını iki yana hızla sallayacak birkaç kez, ve o hüzünlü gözlerini hızla birkaç kez açıp kapadıktan sonra, “bol acılı ketçap” diyecek, ne kadar harikuladeyim bugün, öyle değil mi? ama işe yaramıyor harikulade olmak, herkes harikulade bi herifsin diyor ama bu işe yaramıyor, bana işe yarar bir şeyler söyleyin, öl deyin mesela, belki bu işe yarar.. iyice dağıttım konuyu öyle değil mi? biraz kurgu yazalım derken içine ettik.. ama siz de, benim geleceğimle ilgili kurguladığım şeylerin içine ediyorsunuz, herşey karşılıklı, ödeşiyoruz bu şekilde, ne diyordum, yerdeydim, kan vardı, çenemde ve elimde, ve herif, ve eczaneye götürdü, buraları hızlı geçmek istiyorum, sonra hastaneye götürüldüm, sigortam yoktu, askerden yeni gelmiştim, falan filan falan filan, eczanedeki herif yarılmış çenemi ve kanı gördüğü halde ilk sorduğu şey, “sigortan var mı” oldu, ve hastanede sigortam olmadığı için 2 saat abimin iş yerinden izin alıp para getirmesini bekledim ben, dikiş atmadılar, sigortam yoktu, ve param da öyle, “hepinizin amına koyayım” diye bağırmak istedim ama annem vardı yanımda, tek başıma olsaydım o hastanenin amına koyacaktım, daha önce bir üniversitede öğrenci işlerinin amına koydum birkaç kez, bi kaç kez barlarda, bi kaç kez hastanelerde, bi kaç kez orda bi kaç kez burda, deliyim çünkü, aniden sinir krizi geçirip sağa sola bağırabiliyorum, ve insanların tek söylediği şey, “sarhoş” oluyor, hey hey, bunun sarhoşlukla falan alakası yok, bu doğrudan sizinle ilgili, sizin siktiri boktan hayat tarzınızdan dolayı sinir krizi geçiriyorum, çünkü o çembere dahil olmak işime gelmiyor, ama çekiyorsunuz, kısır döngü, çalış çabala, çalış çabala, sabah yedide kalk, işe git, çalış, çabala, hubala hübele.. o da mı ne? çeneme dönelim, eve geldim, dört dikiş 25 milyon artı kadeve..
10 gün sonra dikişleri aldırmam söylenmişti, ama bi gün dikiş yeri kanadı ve kabuk bağladı ve sakallarım iyice uzadı, dikiş görünmüyordu, annemle birlikte sağlık ocağına gittim, bu arada annemle birlikte demişken, annem olmasa ölürdüm, bakkola… bakkola ne lan? “balkonlu bakkal dükkanı” böyle bişi olabilir ya da yanlış yazdım, evet doğru, yanlış yazdım, balkona diyicektim, balkona! balkona çıkınca annem peşimden gelip terlik getiriyor, “betona yalınayak
basma” der, ve terlikleri giyerim, geceleri içip içip sızıp kaldığımda üstümü örter, yemek yemeyi unuttuğum zamanlarda bana hatırlatır, yaşamaya ara verdiğimde benim yerime telefona çıkıp evde olmadığımı veya kimseyle görüşmek istemediğimi söyler, falan filan falan filan, annem benim en büyük yardımcımdır, birde sağlık ocağına gittik onunla, bi hemşire vardı, 27-30 yaşlarında, evlidir belki diye düşündüm, kızıl saçlı, harika bir şeydi, harikulade, ona aşık oldum galiba, ki sonrasında akıl hastanesine kapatılmama kadar giden o sürece girdim. şöyle ki;
hatun çeneme dokundu, oturuyordum, “ya bu böyle olmucak” dedi, “boynun tutulucak, uzan istersen” “peki” dedim, sedyeye uzandım, gözlerine baktım, gözlerini kaçırdı, bi kez denk geldik, bir daha bakmadı o gün gözlerime, sonrasında çeneme dokundu, ve dudaklarıma, dikişlerimi alıyordu “canın yanabilir” dedi “önemli değil” dedim “sakallardan görünmüyor, bir de kabuk bağlamış, kabuğu soyucam, canını acıtmamaya ve iz bırakmamaya çalışıyorum, ama canın acırsa söyle” “rahat ol” dedim, “fiziksel acıyı önemsemiyorum”. epey bi uğraştı.. dört dikiş vardı, dört küçük dikiş, ve sakal, ve kabuk bağlamıştı ve kanadı “hay aksi, çok özür dilerim” dedi “kanattım”
konuşamıyordum, çünkü o esnada hala operasyona devam ediyordu, “hı hı” diyebildim sadece, ardından çenemi sildi, dikişlerin hepsini aldı, temizledi, ve “tamam bitti” dedi, ayağa kalktım, ve “sağolun” dedim “borcum ne? ne kadar” “önemli değil” dedi “karşı odada buraya ödeyeceğimiz söylendi” dedim “önemli değil” dedi tekrar.. “bi kaç gün sonra yine gel, sakallarını kesip, bi kontrol edelim, kalmış mı bişi diye, şu an sakaldan belli olmuyor” “tamam gelirim” dedim, “çok teşekkür ederim” “adını ve soyadını kaydetmeliyim” dedi, adımı ve soyadımı söyledim ona.. “kaç yaşındasın?” “25” “tamam gidebilirsin” “tekrar çok teşekkür ederim” “görevim bu”
birkaç gün sonra tekrar gittim, kontrole, sakallarımı kesmiş ve yenilenmiştim, içeride hasta vardı, bi müddet bekledim, daha sonra içerisi boşalınca kapıyı çaldım ve açtım ve girdim içeri “meraba ben, ımmm, geçen gün” “tamam tamam, hatırladım, geç otur şöyle”.. gülümsüyordu bunu söylerken, tatlı bir gülümseyişti. fazlasıyla ürkek ve çekingendim o an. bir şeylerle oyalandı biraz, sonra beni yeniden kayıt etti, isim soyad yaş. sonra “annen gelmedi mi bu kez” dedi “tek geldim” dedim, pek konuşmadık, çeneme baktı, dokundu yine, sonra, “tamam geçmiş, iplik de kalmamış, bi daha gelmene gerek kalmadı” “keşke kalsaydı” “anlamadım” “yok bi şey, teşekkürler, kolay gelsin” “sağol”
çıktım, ve yol boyunca bi daha gitmeme neden olabilecek bir şey düşündüm, bi yerimi kesmeliydim, dikiş atmalıydı bana, saplantı haline gelmişti bu konu bende, bi hafta sonra gündüz evde oturmuş iddaa programını incelerken, aniden kalktım, banyoya gittim, bi jilet aldım, ve kolumu kestim, sonrada acı acı bağırdım, masuscuktan, beni fiziksel acı öyle feryat ettirmez aslında, genelde ruhumu acıtan şeylere karşı çığlık atmak geliyor içimden, onu da ben beceremiyorum, sessizce kabullenip kendi köşeme çekiliyor ve içiyor, içiyor, içiyorum, her neyse, annem beni aynı yere götürdü, aynı hatun vardı, acilen içeri aldılar beni, anneme “sen dışarıda kal bunu görmeni istemem” dedim, aynen filmlerdeki gibi. o da laf dinledi ki çoğu zaman dinlemez, zorlar beni, “üstüne bir şey giy üşüyeceksin”, “az iç şunu”, “yemek ye”, sakallarını kes”, “uyumalısın artık” vs vs vs, ama o gün söz dinledi ve hatunla baş başa kaldık
“nasıl oldu bu” dedi, bi eliyle elimi havada tutuyor, diğer eliyle kanayan yeri siliyordu “intihara benzemiyor” “intihar için daha güzel yöntemler biliyorum, canım istedi kestim” “neden canın istedi” “bunu henüz söylemek istemiyorum” “pekâlâ, dikiş atmamız gerekiyor” “at o zaman”
gözlerine bakıyordum daima, yüzüne, dudaklarına, ama o hiç bakmıyordu bana, çekiniyordu, utanıyordu, bense çok rahattım, “kesin yay burcusun” dedim sessizce “ney” dedi “kendi kendime konuşuyordum, boş ver” dedim “biraz uyuşturacağım” dedi, bi iğne vurdu kesiğin yakınına bi yere “biraz bekleyelim, uyuşsun” dedi “kumanda sende, nasıl istersen” “çok garip konuşuyorsun” “hiç konuşmamaktan iyidir” “yok, hayır, kötü anlamda söylemedim, hoşuma gidiyor sözcüklerin” “herkes benimle konuşmaya can atar, demek ki bu yüzdenmiş, ben kendimden nefret ediyorum gerçi” “neyse, uyuşmuş olmalı, başlıyorum” “hı hı başla”. dikişe başladı, 3 dikiş, ufak “iz bırakmamaya çalışıyorum” dedi, “ama derin kesmişsin, canın çok yanmış olmalı” “fiziksel acı, ruhani acımı dindirmeye yarıyor” dedim “bu yüzden mi kestin?” “hayır” dedim “bu kez başka bi nedenle kestim”. kesin hızlı net bir hayır!
dikiş bitti, borcumu sordum, önemli değil, dedi, tamam, dedim..
her neyse, bi hafta sonra gelip dikişlerimi aldırmamı söyledi, bu arada her gün pansumana gitmeliymişim, bunu sevdim, her gün görebilecektim onu, her gün saat’in iki olmasını bekliyordum, randevu bu, her gün saat ikide, saat iki olmuyordu bir türlü, o’nu istiyordum, o’nun hikâyesini merak ediyordum, ama konuşmuyordu hiç, hep havadan sudan konuşuyor, sorularımı geçiştiriyordu, pansumanın üçüncü gününde ona, “bende seni kaydedicem” deyip cebimden ufak bi not defteri ile kalem çıkardım.
“isim soyad yaş” “ne” dedi şaşırarak “isim soyad yaş” “sen kim olduğunu sanıyorsun, hemen çık buradan” dedi
“heey” dedim, “sakin ol, adını merak ediyorum ve sormaya çekiniyorum, güleceğini sanıyordum bu hareketime” sonra gülmeye başladı “sinirden mi gülüyorsun” dedim “hayır” dedi “delisin sen, ismimi ve yaşımı söylemeyeceğim sana, merak et, delir, kudur, söylemeyeceğim” “yay’sın” dedim ona, “de mi?” “bildiğin şeyleri niye soruyorsun ve nerden biliyorsun” “tahmin ediyorum ve sormamın nedeni doğru tahmin edip etmediğimi anlamak” “öyleyim” “biliyordum” “bunun ne önemi var” “hiç” dedim “koleksiyoncuyum” “ne koleksiyonu” “adını söylemezsen, bende bunu söylemem” o esnada pansuman bitti ve “çıkabilirsin” dedi, bende kolay gelsin dedim teşekkür ettim ve çıktım..
2 gün sonra pansuman için gittiğimde, gözlük vardı gözünde, siyah güneş gözlüğü, kapalı bir alanda “gözlük neden” dedim “boş ver” dedi “tamam” dedim, “kocan var mı?” “bunu neden sordun” “kocanın şu gözlükle alakası olabilir de o yüzden” “sana ne bundan” “seni dövüyor öyle değil mi, şu an o gözlükle bir morluğu gizliyorsun, ama ruhundaki morluğu ilk andan itibaren görebiliyordum ben” “kapa çeneni, tamam dikişleri aldım, bi daha gelmene gerek yok” “sen öyle san” deyip çıktım, eve gittim, 2 saat sonra yeniden dispanserdeydim, bi yerimi daha kesmiştim.
“delisin” dedi “kendine zarar vermek hoşuna gidiyor galiba?” “hoşuma giden sensin, bu da seni görmek istememe yol açıyor, bu yüzden kendimi gene kestim”
“evliyim ve 4 yaşında bir çocuğum var, 27 yaşındayım, senden büyüğüm, üstelik evliyim ben” “kocanı artık sevmiyorsun ama” “sana ne bundan” “senin evli olmandan bana ne, sen niye söylüyorsun” “benden hoşlandığını söyledin” “olabilir, bunun evli olmanla ne gibi bi bağlantısı var da evli olduğunu vurgulamana yol açıyor bu bağlantı?” “çok zekisin öyle değil mi, kelime oyunlarıyla köşeye sıkıştırıyorsun insanları, insanlara seni cevaplayacak bir alan bırakmıyor galip çıkıyorsun” “bu onların suçu, ben hep öyleydim” “seninle uğraşamayacağım, kolunu uzat” “boş ver” dedim “kan kaybından ölmek istiyorum, ben ölene kadar konuşalım senle, hadi, hangi okulda okudun, nasıl doktor oldun, çocuğun erkek mi kız mı, anlatsana” “sus ve kolunu uzat yoksa çenende öyle bi kesip açacağım ki elimdeki jiletle, bi daha dikiş tutmayacak, sen de konuşamayacaksın” “hayatta da dikiş tutturamadım ben, sorun olmaz çene” “elini uzat” gülüyordu, deli bi gülüş, zorla elimi aldı avucuna, bu kez diğer elim, sildi güzelce, kanı sildi ve bi iğne yaptı, uyuşturdu, bekledi, hiç konuşmuyorduk, sonra da dikmeye başladı “benimle evlenir miydin” dedim ona “beni tanımıyorsun bile” dedi “sen öyle san” dedim “asıl sen beni tanımıyorsun” “aksini iddia etmedim, ben seni tanımıyorum, ama sen beni nasıl tanıdığını iddia ediyorsun” “ön sezilerim var, bir de gizli güçlerim” “şimdi de metafiziğe mi merak sardın, altıncı his ha?” “ya da on bin yedi yüz doksan beşinci his olsun, ne önemi var, his histir, hisli bi adamım ben” “aptalın tekisin bence” “dik hadi, senin karşında ölmek istemiyorum”
dikti.. ve bu olay bir süre devam etti.. bi yerlerimi kestim sürekli, bacak, el, göğüs, yüzüme dokunmadım bi tek, beni beğenmeyebilirdi, bi gün pansuman için gittiğimde, aradan 1,5 ay geçmişti, ilk dikişlerimi aldığı günün üzerinden
1,5 ay demek istiyorum, bi gün pansuman için gittiğimde bi psikolog vardı, ailemle görüşmüş dikişlerimi alan hatun, ailem de psikologa görünmemi söylüyordu zaten daima, ve psikologla biraz konuştuk, bana bi tanı koymaya çalıştı ama işe yaramadı.. bende sürekli bi yerlerimi kesmeye devam ettim, onunla dışarıda buluşamazdım, yani o hatunla, evliydi ve kocası sürekli izliyordu onu, hareketlerini kontrol ediyordu, kıskanıyordu, ve çocuğu vardı üstelik, bende sürekli dispansere gidiyordum, sonra da kendimi burada buldum, akıl hastanesi. benim delirdiğime kim karar veriyor? o hatun istemedi gitmemi, ama kendimi kesmemi de istemiyordu, bi gün yanlış bi damara denk gelicek ve öleceksin, diyordu, “ben ölümsüzüm” deyip gülüyordum, sonra bir gün, ona boşanmasını ve benimle evlenmesini teklif ettim, olmaz dedi..
işte hikâye bu. sonra da buraya kapatılmayı kabul ettim, ondan uzak durmamı istedi diye, ondan uzak durabilmek için, sırf bu nedenle buradayım. 2 aydır bir yerlerimi kesmiyorum, çünkü buna gerek duymuyorum. Evet, doktor, sonunda hikâyemi öğrendin, iki aydır buna çabalıyorsun, ben deli değilim, başından beri deli değildim, şimdi bana iyileşmişsin deme o yüzden, ama buradan çıkmak istemiyorum, dışarısı ürkütücü geliyor, burada benim gibi tuhaf insanlarla birlikteyim.. burası iyi.. dışarıda normal olduklarını düşünen bi sürü çıldırmış insan var, sabahtan akşama kadar çalışıyor, asla ihtiyacı olmayan eşyalar satın alıyor, oy veriyor, oy vererek yönetimde söz hakkı olduklarına inanıyor, vatanlarını seviyor, askere gidiyor, ve savaş istiyorlar, normal olan onlarınkisi ise, ben deli olarak tımarhanede kalıcam.. hayır, uzun süredir bi yerimi kesesim gelmiyor.. ama şu, sigarada fondip olayına kafam takıldı.. bi deneme daha yapıcam..
“ciğerlerini patlatmaya mı çalışıyorsun şimdi de, ne zaman vazgeçeceksin bu intihar takıntından” demiştin bana, bu takıntı değil doktor, bu doğal süreç, istemediğim bi yere fırlatılmışım, dünyaya, çıkmak istiyorum.. beni buradan çıkarın.. bu hayattan.. herşey çok saçma ve depresyonda falan değilim.. sikmişim depresyonu.. tüm psikolojik tanımlamalarınızı kendinize saklayın, tamam mı? deli falan değilim, bütün dünya delirmiş zaten, ama çoğunluğun yaptığı normal karşılandığı için bizim gibilerin deli olduğu söyleniyor, hayır hayır hayır, deli olan sizsiniz, izninle, bi sigara içmeliyim, ve bu şey bitti, şimdi evinize gidip bi yerlerinizi kestiğinizi hayal edin.. bana özenin.. beni sevin ve koruyun. neslimiz tükeniyor! eyvallah..
13.mart.2007 – 06:14
istifa uyandı. 35 yıldır uyuyormuşçasına bir duygu ile beraber. gözünü açtığında, hayatı boyunca zaman zaman kendine sorduğu, başkalarının da kendi kendine ya da başkalarına sorabileceği bir soru ile gerilmişti zihni: “nereye kadar?” soru, her ne kadar tümleçleri, özneleri, yüklemleri eksik bir yapıda yankılanmış olsa da, ve kapsadığı durum geniş bir zamana yayılsa da, ve ‘ne’ sorusuna karşılık verilebilecek bir çok cevap olsa da, bu cevapların sonucunda genellikle “boş ver” sesi işitilirdi, “siktir et”, ya da “böyle gelmiş böyle gider” vurdumduymazlığı hayatındaki bir şeylerin değişmesi gerekiyordu mutlaka, ve zaman zaman değiştirmeye de çalışmıştı, ve yine deneyebilirdi bunu ama, bu kez değişmesi gereken şey, tek başına gerçekleştirebileceği ve kişisel yaşantısındaki reform ya da devrim ile sınırlı kalarak çözülebilecek bir problem değildi. o, artık çalışmak istemiyordu, hepsi bu. ve “nereye kadar” derken, sorguladığı süreç, her sabah aynı saatte uyanıp, aynı yerden bindiği servisle gittiği aynı yerde yaptığı aynı şeyleri, daha ne kadar süre yapmaya devam edebileceğiydi. dahası herkesin, çok büyük bir çoğunluğun değil tamamen ‘herkesin’, aynı anda ve aynı reaksiyonla karşı çıkması durumunda dahi, yaşadığımız hayat şeklinin yerine geçecek olan alternatifte bir fikir birliğine varılamayacağı gerçeği, değişimin belirsiz bir vakte ertelenmesine, hatta olası en ufak değişiklik senaryolarına dahi, yerimizi kaybedebileceğimiz ya da daha doğru bir deyişle alışkanlarımızın bozulacağı endişesi ile karşı çıkmamıza ve sahip olduğumuz imkanlar dahilinde, elde edebileceğimiz yaşantının en iyisine ulaşma yarışına dahil olmamıza neden oluyordu, ve üstelik bu, ‘her ne pahasına olursa olsun’culuk ile sabitlenmiş bir fedakârlık güdüsü ile yapılıyordu. öyle ki, ileri de iyi bir işe sahip olma olasılığı yüzünden, en iyi zamanlarımızda, birkaç yıllığına yaşadığımız şehirden bile fedakarlık yapıp gidebiliyorduk ve o, artık sıkılmıştı. gerçekten. işe gitmek istemiyor ama yerine koyabileceği alternatif bir yaşantıyı var edemiyordu. hayır, banka soymaktan bahsetmiyoruz ki soyamazdı da zaten ama, mesele tam olarak para değildi. mesele, işe gitmemenin olanağı ile elde edilebilecek bol boş zaman lüksünde yapabileceklerini; zamanını, yaşamını sürdürebilmek için gerekli ihtiyaçları edinebilmek uğruna satmak zorunda olmasıyla yapamıyor oluşu da değildi. ya da kazandığı az buçuk para ile, ucu ucuna yeten yaşantısı, aynı çalışma saatleri içinde, daha hafif işler yaparak on-on beş kat kazanmaya evirilse, mesele yine çözülmüş olmazdı. çünkü sorun, tek başına ve yalın olarak: çalışmak zorunda bırakılmaktı. hayır, çalışmak zorunda kalmak değil, bırakılmak! yılmıştı, hemen hemen her şeyden, uyanmak ve uyumak da buna dâhildi. yatakta kaldığı sürece canı sıkılıyor, ama yataktan çıkmak için de bir neden göremiyordu. o sabah özellikle, özellikle o sabah, yataktan çıkmasını gerektirecek hiçbir mantıklı bahane üretemiyordu kendine. son zamanlarda, uyandığında kendi kendine ‘hadi oğlum’larla verdiği telkinler (evet burada okuyucu, karakterimizin bir erkek olduğunu anlıyor, yazar ise eleştirmenlerin işini kolaylaştırmak için okuyucuyu ilgilendirmeyen ek açıklamalarda bulunuyor), iş
yerindeykense kendi kendini eğlendirmeye yönelik zihin oyunları, giderek tek bir kelimeye sabitlenmişti: “siktir et”. artık ne iş yerinde, ne evde, ne de arkadaş toplantılarında hiç konuşmuyor, düşünmüyor, dinlemiyor ve sadece, içinden bu kelimeyi tekrar edip duruyordu: “siktir et”. ve artık bu kelime de, kendi içinde anlamını yitirmişti, çünkü hem siktir edebileceği hiçbir şey kalmamış hem de siktir etmeyi söylediği her şey olduğu gibi yerli yerinde durmaya devam etmişti. ve bu ifadede bir çelişki yoktu ve o, yılmıştı. gerçekten. hayır, yataktan çıkmayacaktı. o gün değil, bundan sonra hiçbir zaman, hayatının sonuna dek, hiçbir şart ve koşulda, o, o yataktan çıkmayacaktı. çok çalışmıştı, yaşamak için çok çalışmıştı. artık insanlar çalışmalıydı, onun yaşaması için. bugüne kadar sayısı belirsiz çeşitlilikteki işlerde kısa süreli olarak kalmış, ama sonuçta, insanlığın tümüne birden, çok fazla hizmet etmişti, apartmanlara tuğla koymuş, lokantalarda bulaşıkları yıkamış, fabrikalarda hangi amaçla nerede ve nasıl kullanıldığını bile bilmediği parçalar üretmiş, dahası başkalarının ürettiği ürünleri de satın alarak, bu aptal döngüye yardımcı olmuştu. durdu. gerçekten kafası bu noktada durdu ve duvardaki saatle göz göze geldi: yedi sıfır beş. ya acilen evden çıkıp, üstelik koşmak zorunda kalarak servise yetişecek, ya da orada öylece kendisi dahil hiç kimseye bir faydasının dokunmadığını söyleyecekleri şekilde bekleyecekti bizi, diye düşündü, yani insan neslini, hayvanlardan ayıran, tek fark, yaşamsal olduğunu söylediğimiz ihtiyaçlarımızı kendi kendimize üretmek zorunda oluşumuz ve bunu da üstün zekâmızı sembolize ederek kutsayışımız. ve bunun, doğadaki evrimle falan bir alakası yok, biz kendi fizyolojik evrimimizi, geri zekalılığımız sayesinde, tersine gerçekleştirdik. tersine evrim. dünya üzerinde, kendi yiyeceğini tarım yaparak elde eden başka bir canlı var mı merak ediyorum “siktir et” dedi hemen ardından, artık anlamsızlaşan bu kelimeyi her tekrar edişi, kendi kendisine düşünüyor olduğu zamanlara denk düşüyordu ve o artık düşünmek de istemiyordu. gerçekten o gün, tüm gün boyunca yatakta kaldı. tuvalete dahi gitmedi anlayacağınız, sidiğini de tutmadı ama. öylece yattı ve işedi. nefes aldı nefes verdi. üzeri açılınca örtmedi bile üstelik. kapı çaldı, açmadı. telefona göz ucuyla bile bakmadı, titreşince. arada bir göz göze geldiği tek şey olan saati de, öğlenin birini gösterdiği sırada, çakmağı ile hedefleyerek duvardan düşürdü. sigara da içmedi böylece. ki o gün, bırakma kararı almadığı halde, hiç içmemişti de ama ertesi gün, bilgece bir edayla, çıktı yataktan. hareketlerinde kendinden emin ve vakur bir hava vardı. bir günde aydınlanmış gibiydi. ağır adımlarla ama servisi kaçırmayacak bir hızda giyindi üstelik. kapıyı kapatmadı arkasından ve yolda yürürken ısrarla insanların gözlerinin içine bakıyordu çünkü yalınayaktı. kış aylarından birinde, hadi söyleyelim, aralığın 31’inde, yarım gün çalışacakları haftalar öncesinden belirlenmiş olan günde, servis durağına giden yolu yürüyordu, yalınayak ve cep telefonsuz ve sigarasız ve cüzdansız. servisi gördü, dört yol ağzından aşağı doğru iniyordu servis, ve o, servisin enlemesine geçtiği yolun başına yaklaşmıştı. gördüler onu, yavaşladılar, normalde koşması gereken
işçi selim, daha da ağırlaştırdı adımlarını ve onu bekleyen servisin yanından geçip gitti öylece, selam bile vermeden üstelik. arkasından seslendiler ama dönüp bakmadı bile. az ilerideki nüfus memurluğunun binasına girmek istedi. kapıda tuttular onu, yalınayak selim’i, iki dilim ekmek otuz gram peynir, beş tane de zeytin ile kahvaltı yapmış olan güvenlik tuttu “hemşerim nereye?” “istifa dilekçesi vermeye” dedi, hiç istifini bozmadan selim ve yürümeye devam ederken kolundan tuttu onu güvenlik “ne istifası yahu?” “vatandaşlıktan istifa ettiğimi bildireceğim, artık vatandaşlık görevimi yerine getirmekten vazgeçtim ben.” gülmüyordu bunu söylerken, üzgün ya da sitemkâr bir hali de yoktu. kimliğimi kaybettim dermiş gibi konuşuyordu adeta, sakince ve olağan bir durumu naklediyormuş gibi orada bitti kişisel devrimi selim’in. aklının yerinde olduğuna ve kararından vazgeçmeyeceğine dair öne sürdüğü ve mantıki geçerliliğini kendince ispatladığı tüm argümanlara rağmen, çıkarıldığı mahkemelerde de, sokulduğu psikoloji testlerinde de, sonrasında verdiği röportajlarda da, yarı deli yarı kahraman olarak yaftalanıp, akıl hastanesine kapatılmaktan kurtulamadı. ve iyileşmesi yönünde uygulanan tüm tedavileri, şu yanıt ile karşıladı: doğa, insan adlı ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır 6.mart.2013
araba ve palavra "yaşam gittikçe zorlaşıyor yavrum" dedim, "hayatta kalma şansımız giderek azalıyor.. her an ölebiliriz.. fırsatları kaçırmamalı" "her an ölebiliriz.. çok orijinal bir saptama" çok sakindi bunu derken, dalga geçiyor gibi bir hali yoktu.. bir yudum daha.. "hayır, ben törer denen şeyden bahsediyorum" "terör" "hıh hı.. silahlar.. bombalar.. uçaklar.. işsizlik.. işsizlik de bir terördür değil mi?" oralı değildi, ama duyuyordu beni, bundan emindim, devam ettim.. "şu an havaya uçabiliriz.. belki de delinin biri şu an burayı havaya uçurmak istiyordur" "kimseye güven yok" "tabi ki de" dedim, kıvama geliyordu, "anlamaya başlıyorsun" "senin cümleni devam ettirdim sadece.. abartılacak bir şey değil bu" "birini anlamaya başlamak abartı mıdır?" "kimse kimseyi anlayamaz" dedi, keskin bir bakış attı, göz bebeklerine oyuncak lazerlerden yerleştirmiş olabilirdi "belki de ironi yapıyorsundur.. ama bana güvenebilirsin" "ne istiyorsun?" "senin de istemeni" "neyi?" "bak ben bu oyunları sevmem.." "oynamak zorunda değilsin" bir süre sustuk.. barmen, ikimizin de ortak arkadaşıydı, birkaç dakika sonra yanımıza gelip, neler olduğunu sordu "hiç" dedim, "senin fıstık ağırdan alıyor" "kabuklarımı yemek istiyorsan soyunabilirim ama hepsi bu.. çorap sever misin?" "başlangıç için ideal" cevabını verdim, "tatlı olarak ne var?"
"gel benimle" dedi, barmene göz kırptığını gördüm ve - ya bir alay vardı ortada ya da bu gecenin seçileni bendim.. bardan çıktık.. arabama bindik ve yolu tarif etti.. bir apartmanın önünde durdurttu beni, içeri geçtik, "burası benim evim" dedi. "nasıl bu kadar rahatsın ya" dedi bir okuyucu, "palavra sıkıyorsun sen." evet evet, o öykü daha ilgi çekici, onu anlatayım ben bi gün sahilde çimlerin üzerindeyiz, 4 tip ve ben.. içiyoruz.. tiplerden biri, 'bir şiir dergisinde şair', her sayıda attırır bi tane.. ama hiç bi bok anlamam ben, çok derin yazıyormuş o dergidekiler, marjinalmiş.. neyse, ben buna bir ara, okumak istediğini söylediğini için, bir öykümü gönderiyorum ama siklemiyor beni, ben paçoz yazarlardanım yani.. ve sonra, o gün, ortada hiçbir bok yokken, "bukowski iki yüzlüdür" dedi "evet" diyorum, "öyledir, bi tek o ikiyüzlüdür. onun da moru bu” “hayır hayır, gerçekten öyledir ama” “gerçekten evet, ben ne dedim, frekanslar mı karıştı acaba, bak bir daha diyicem iyi dinle, ‘bukowski ikiyüzlüdür’, ne duydun?" "kes şunu be abi, bilmiyoruz sanki seni" "ama değiştim ben.. küçük iskender’e aşık oldum" "biliyor musun o muhabbeti?" "hangi muhabbet?" "picus dergisindeki" "öyle bir dergi mi varmış, bilmem" "ne biçim edebiyatçısın sen" "öyle miymişim gerçekten?" bu arada yeni biralar geldi ve biz de kestik muhabbeti bir süre için.. ikinci şişemden bir yudum aldım, ve "neyse şair, bugünlerde kafam sikik, nolmuş o dergide" dedim.. "önemli değil ya, anlıyorum seni, küçük iskender demiş ki, bukowski iki yüzlünün tekidir vs.." "desin.. napalım yani?" "belki bilmek istersin diye söyledim" "o ibnenin ne sik düşündüğünü bilmek isteseydim öğrenirdim merak etme.."
"picus diye bir dergi çıkmaya başladı" "hı hı.. çıkar.. para bol edebiyatta.. üç cümle kurup iki röportaj yapınca best seller yapıyor seni okuyucu.." neyse işte, eve çıktık, hatun öncelikle banyoya girdi.. bilindik modlar.. bekliyordum ben de.. aklım çimlere gitti tekrar, şair tip ile tartıştığım günü düşündüm; "ya ama bukowski burjuvadır be abi.. hem de çok palavracıdır" "nerden anlıyoruz bunu ve buradan nereye varıyoruz" "onun anılarını anlattığı bir kitabı var" "bilmem, vardır herhâlde, ee?" "işte orda, evden çıktım arabama atladım tarzı şeyler diyor, bir adamın arabası varsa burjuvadır" "hı hı öyledir, bi de palavracıdır arabası varsa" "ya o da şey, şimdi bak, bu adam her öyküsünde bi hatunla düzüşüyor demi" "öyküde hatunla düzüşüyor evet" "anılarını yazdığı kitapta aynı tarzda, bu adam o kadar çok kadını düzmemiştir bence" "kıskandın mı len yoksa" "yok lan, ne kıskancam.." "anılarını yazdığı bir kitap var mıdır bilemem, çokta yakından incelediğim biri değildir, okumadım bile, boş ver bunları, içelim" neyse, banyodan çıktı hatun, girdi odaya.. bi güzel düzdüm onu.. sonrada arabama atlayıp evime gittim.. 17.eylül.2004
:: günahlarım benimdir ::
1. seks isteyen ve dudakları güzel bir hatun bara girdi.. karşıma oturdu.. çubukla kola içiyordu.. çubuk dudaklarının arasındaydı.. bana bakmıyordu.. ama ben ona bakıyordum.. aramızda hiç masa yoktu ancak bazen birileri önümden geçiyor ve fantezimi delik deşik ediyordu.. bir ara göz göze geldik.. 2 saniyelik bir umut.. fark etmedi.. çıldırmak üzereydim.. ayağa kalkıp tuvalete gittim.. pisuvara abandım.. yanıma bir adam geldi, aletini çıkarıp içtiği biraları boşaltmaya başladı.. ben önüme bakıyordum ancak onun bana baktığını hissedebiliyordum.. işimi görüp elimi yıkamak için önünden geçerken, geriye bir adım attı. ‘içeri girince önüne bak’ dedi.. elimi yıkadım.. içeri girdim.. bir bira daha istedim.. hatuna bakmayı sürdürdüm.. önümden bir tip geçti.. bana çok pis bakıyordu.. bense hatuna; yiyecekmiş gibi.. hatun sonunda gördü beni ama umursamadı.. önüne bak gibi bir işaret çekti gözleri ile.. anlamamazlıktan geldim, ayağa kalkıp yanına gittim.. ne var dedim.. önüne bak dedi.. sende önüme bak dedim.. kaba olduğumu biliyorum ama kimse nereye bakacağımı söyleyemez.. kimse ne yapmam gerektiğini söyleyemez.. ne istiyorsun dedi.. bırak bakayım dedim.. başka bişi yapmayacağım merak etme.. hayallerimden rahatsız olmassın ya? Gidermisin dedi.. döndüm.. oturdum.. bakmayı sürdürdüm.. bir ara hatuna bir tip yaklaştı.. hatun göğüslerine elini atıp bir poşet çıkardı, poşettende bir tablet.. 30 kaat verdi tip.. işi çözmüştüm.. ancak bunun başıma iş açacağı belliydi.. biramı bitirip tuvalete gittim.. pisuvara abandım.. arkamdan bir tip geldi.. gözlerinin oyulmasını istemiyorsan önüne bak dedi.. elimi yıkadım.. yaş elimi pantolonuma sürerek kuruladım ve masaya döndüm.. oturdum.. hatun yoktu.. kalktım.. dışarı çıktım.. yürümeye başladım.. 2 dakika sonra, arkamdan bir araba yanaştı.. içinde hatun vardı.. seni bırakayım dedi.. lanet olsun dedim ve denemeye değerdi.. kapıyı açıp içeri geçtim. Hala güzel görünüyordu.. dudaklarını bir numara sihir ile kaplamış! cama yaslanıp, bardaki işimi sürdürdüm.. neden sana söyleneni yapmıyorsun dedi.. hayır yapıyorum dedim.. neden bahsettiğimi sordu.. barda arkamdan tuvalete gelen adam sana bıktırıcak kadar bakmamı söyledi dedim.. hangi tuvalet neler ispiyonladığını sanıyorsun dedi.. bardaki adam dedim.. koruman falan heralde.. her tuvalete gidişimde peşimden gelip kıza bakma diyen dedim.. haberim yok bilmiyorum hayranlarımdan biridir dedi.. ne hayranı dedim.. yeteri kadar güzel değilmiyim dedi.. henüz tamamını görmedim, karar veremem dedim.. göreceksin dedi.. nereye gittiğimizi sordum.. bize dedi.. evlimisin dedim.. evlilik onaylanmış bir sikiştir dedi, anlaşılan bukowski fanıydı.. ama işin iç yüzünü kurcalamadım..
“neden yiyecekmiş gibi bakıyorsun bana” “farkında değilim, herkeze baktığım gibi baktığımı sanıyordum ama..” “ama?” “hiç” “karnın açmı?”
“izin varmı?” “seni sevaba gireyim diye almadım arabaya” “günaha girmedende bırakmayacaksın heralde” “tecavüz edicek değilim, istemiyorsan in arabadan” “ne hapı o öyle” “sanane!” “elbette banane, konuşmak istersen diye sordum sadece.” “bir tür uyuşturucu” “bizde biliriz neyin ne olduğunu” “o zaman niye sordun.. öğretmenler gibi cevabını bildiğin soruları sormaktan zevkmi alırsın?” “dur bi” dedim.. “kötü başladı ve şimdi başa alıyoruz tamammı?” “tamam” “karnım aç” “seni doyurabilirmiyim” “seninle doyabilirmiyim? “artarım bile”
sabahın dokuzuna kadar sürdük.. o cadde.. bu cadde.. şu cadde.. dön dolaş..
“hadi artık eve gidelim” “ya sür işte.. bi işim var..” “4 saattir aynı yerde dönüp duruyoruz” “benzin var demi? Yeni aldık demi? Lanet herife gittik ve benzin aldık.. sür şunu.”
Sonunda açtılar butiği.. 24. kez önünden geçişimizde, kepenkler açıktı.. arabayı durdurmasını söyledim.. noldu ne var?, durdur dur durdur dur..
“burada bekle, inme bu lanet şeyden gelicem” “arabama lanet diyemezsin” “lanet arabadan inme”
butik.. girdim.. bi kaç parça giyim aldım.. paket yaptırdım ve çıktım.. lanet arabaya bindim..
“ne o? Bana birşeylermi aldın?” “sana değil, kendime” “yani kadın elbiseleri giyiyorsun öylemi?” kadın ıvır zıvırı satan bir yerdi.. bide okul kıyafeti.. hepsi bu.. “kesermisin zırvalamayı? Sen giyeceksin ama benim için..”
eve girdik.. aldı paketi.. açtı ve bana dönerek, ne yani dedi, okul eteğimi giyeceğim? “kıravat, gömlek, hepsini..” “sapık” “saçma! Ekoseli bir etek işte.. saçma.. lanet.. etek.. giy işte..”
onun evinde, onun yatağının üzerinde, onun üzerinde, bir süre sonra, işlem bitince..
yatağa oturdu, yani yatıyordu yanımda ve kalktı.. oturdu.. çekmeceyi açtı.. bir ex çıkardı.. “salaksın” dedim. “kesermisin?” dedi.. “seninle tanıştığımızın farkındasın demi?” dedim.. “evet ama bunu konuşmak istemiyorum.. biliyorum sen O’sun.. ilk görüşte anladım zaten ve şimdi giyin ve git tamammı? Geçmişi hatırlayıp nostalji yapıcaksak, siktirip git evimden” “bana arkanı dönünce anladım, şu kalçandaki aptal dövmeden.. çok değişmişsin sen” “aynıyım ve siktirgit” “aynı kalan tek yan, şu salaklığın” “sende istermisin” “salak değilim” “ot ne peki?” “o uyuşturucu değil, iksir”
hapı yerine koydu ve susarmısın sen dedi.. ev benim.. sus yada git.. ev benim.. burada tanrı benim..
tanrı değilsin.. salaksın.. ama bişi farketmez.. tanrı da salak..
ne yani napmalıydım, senin aptal nasihatlarını taktığımımı sanıyordun ha? Senleykende, 10 yıl önce 2 aylığına senleykende hapır hapur yutuyordum ben bunu, beni değiştirebileceğinimi sanıyorsun ne sandığımı söylediğimi sanıyorum.. kesermisin şunu? Yalan söylüyorsun.. bu bir.. bir ikincisi salaksın - şey pardon, tanrı.. üçünçüsü, benimle tekrardan takılırmısın? Nerde kalıyorsun bu aralar Hiiç.. orda burda.. Getir eşyalarını.. bi süre takılırız.. Eşyam yok biliyorsun.. iki üç giysi.. hepsi bu.. Arşivin nerde? Sıkıldım.. onda bunda.. kitap cd onda bunda.. istersem alıyorum dinliyorum, okuyorum.. isteyen olursa veriyorum.. üzerimde gördüklerin dışında hiçbirşeyim yok benim. İşinde yok.. Bazen oluyor.. şu an yok.. Takı yapabilirmisin evde Ne? Takı.. lanet takı.. boncuğu alırsın, ipe dizersin.. kolye olur.. tezgah açarsın ve satarsın.. aptal bir iş işte.. Bana bir işmi bulduğunu ima ediyorsun? Hayır yanıma yardımcı alıyorum Sen takımı satıyorsun? Öyle görünüyorum.. bir tür ilizyon Biraz takılayım sana o halde.. Zevk için yapıyorum bunu.. asıl para haptan geliyor.. bu işte bir tür sanatçılık var.. takı.. takı.. takı.. sanat!
Sekste bir sanattır.. buradan geliyor olabilir.. takıcılık.. takışırken takı yaparız..
Tekrar üzerindeydim.. sürekli üzerindeydim.. tıpkı 10 yıl önceki gibi.. takı yap ve sat.. eve git ve yat..
2. "cennete gitmek istiyorum" dedi.. "eyvallah" dedim.. "iyi yolculuklar sana" "sen gitmek istemezmisin yani?" "eyvallah" dedim.. "bi şefaatta bana yap o zaman" "bunun olamayacağını biliyorsun" "e sen dene işte" "sevmedim bu konuyu" "değiştirebilirsin" "cennete gitmek istiyorum" dedi tekrar.. "eyvallah" dedim.. "iyi yolculuklar sana" üniversite yıllarımdan bir arkadaşımdı.. yada arkadaş rolü yapıyorduk.. bir tür cemaatte kitli kalmıştı.. bu benim yorumum.. görünmez duvarlar.. ‘hundera kunten.. eften püften.. ten yasak ona, peki neden?’ “günah” diyordu.. “ve doğru olanı da bu zaten.. arada nikah olmalı adamım..”
geçenlerde, takı tezgahındayken ben, gördü beni, kolunun altında kutsal büftek, şey pardon kitap vardı.. hani adamın biri mağaraya girer.. yerde bi marihuana yaprağı bulur.. neki lan bu diye yer içer falan.. ne bileyim eski zaman işte.. sonra halusyunasyon görür; “oku lan keş” diyen bir kanatlı cin.. yok yok melek deniyo ona.. melek görür.. uzaylı yada.. öyle bişi işte.. o şeyin kitabı.. kolunun altında.. “oo naber, nası gidio” iyi bi tip.. severim elemanı.. ama biraz özgürleşmeli, anlıyormusunuz? İçinden gelen şeyi engelle, ortaya aynı şeyleri düşünen bi ton eleman çıkart.. her tür din bir tür seri imalattır.. insan imalatı.. aynı türde insanlar üretir.. şunu yapçan bunu yapmıçan gibi.. otu yicen boku sıççan gibi falan.. ne bileyim işte.. eski zaman dedik ya.. kalıntıları var hala.. değişmiş diyorlar ama bilmem ne kadar doğru..
“eyvallah.. senden?” “aynen devammı?”
“aynen devam.. sendemi?” “aynen” “otur bi çayımı iç..” “tabi.. ama şey, parasını ben vereyim” “iyi tamam sen ver, haram olmasın”.
Takıntılı.. kafadan kontak.. dinin söylediğini yapar.. dinen şüpheli olanı pozitif yönde uygular.. dahası, kafaya takılan herbişeyi dine göre uygular.. takıntılı.. kafadan kontak.. “seninmi tezgah?” “hayır.. bi hatunun” “berabermi kalıyorsunuz” “beraber sikişiyoruzda.. evet bunuda yapıyoruz.. takılarıda.. her türlü takıyoruz yani..” “ya ama biraz” “tamam tamam.. ama senin iyliğin için be oğlum.. sen nasıl bana ayet okuyorsun, hadisi şerif söylüyorsun, bende sana hindikus mandikus dininin inceliklerini anlatıyorum” “öyle bir dinmi var” “cıks.. şu an çalışıyoruz üzerinde.. bakalım, son bongta bi kanatlı çıktı ama dilsizdi heralde.. vahiy gelmedi..” "cennete gitmek istiyorum" dedi.. "eyvallah" dedim.. "iyi yolculuklar sana" “sen gitmek istemezmisin?”
dejavu yok..
“bir rivayete göre 7, bir rivayete göre 70, bir rivayete görede 70bin huri” “yani seks iyi bişi” “hayır.. nikah yoksa olmaz.” “ya tamam.. onu anladık.. cennette diyorum.. 70bin karıyı bafiliyosun ya..” “biraz saygı” “ya bu saygısızlık değil be oğlum. Gerçek bu.. neyse.. işte bu orada normal mi yani..”
üzerine hatun geldi.. hani çubukla kola içen hatun.. ekose giydirmiştim ya..
“meraba naber?” “hiiiç.. takılıyoz.. arkadaş elini uzatmaz, tokalaşma, gülme de ama, inanç bu.. ben saygıda duyarım.. saçmada..” sustum.. hatun “bulursun” dedi..
hatun kaldırıma oturdu.. eleman ufak bir sandalyede çayını içiyordu.. yani çay sandalyede değil, eleman sandalyede çay bardakta.. kurala uygun yani herşey.. daha o kadar kırmamış kafayı.. takıları inceliyordu.. bense beynimin içinde geziniyordum.. “sonra işte bardan çıkarız, bu karı heralde uyuyo olur o haplarla, bende öbür karıla rahat rahat takılırım heralde.. yaparım lan niye yapmayayım.. oda bana yapıyo.. ama ben yapınca kızıyo.. anlamıyom ben sanki diğer tiple yiyiştiğini.. çok bencil..” gibi şeyler düşünüyordum.. “bu kuranı sana bırakmamı istermisin?” “tabi.. de.. ben çok okudum bu şeylerden.. çok trip şeyler var.. mitoloji hastası biri için süper bişi.. ama okudum yani. farkı nedir bunun?” “bu en doğru çeviri..” “hmm. Çeviren kim?” “bizim cemaatın lideri” “eyvallah.. bi ara bakarım, hatta ve hatta ver hemen bakayım..” “istersen sende kalalabilir”. Tipik olaylar, başınıza gelmiştir.. “tabi.. ben her zaman burdayım.. bir ara alırsın” “arada sırada da görüşelim” “görüşeliiim”
iyi bilirim.. herkezi kurtarmak isterler.. saygı duyarım.. büyük saygı.. davaya değil, çabaya.. her iki lafta bir hoşgörü, sevgi, barış.. iyidir bu kısımlar.. dostluk ve kardeşlik.. ama inanmıyorsan tepedekine ‘eeğ pis kaka’sın sen.. bu kötü işte.. ben inandığımı söyledim ona.. bu yüzden bana biraz sempati duyar.. ki inanırımda.. çok tanrılı dinlere hastayım.. dinlere değil.. çok tanrı olmasına.. eğlenceli.. mitoloji.. seksoloji.. ya mitoloji okucam bir gün, yaş ellide olsa, yada seksoloji.. öyle bir bölüm varmıki?
Hatun kitabı aldı elimden.. açtı..
“e bu tersten başlıyo yaaa” dedi. “ne?” dedi tip.. yüzünü görmeliydiniz.. görüp görebileceğiniz en şaşırmış surat.. zkinoks rekorlar kitabına aday gösteriyorum onu.. “ne ne? ters işte” dedi hatun.. “ters ilişki.. ters.. tersten.. dersten çıkıp ters ilişki yaptım..” canım benim.. örnek cümle hastası.. “şeeey..” dedi tip titrek bir sesle, “bu böyle başlar.. ilk kezmi okuyorsunuz?” “evet.” “büyük kayıp” “haklı olabilirsin ama, hristiyan bir aileden peydahlanınca ve 10 yıl önce bu ülkeye 2 aylığına gelip gene dönünce böyle olur. ilgisiz ve uzak.. ” saçma bir bahaneydi evet, kabul ediyorum, ama gecenin bu saatinde başka bir bahane bulamadım ve öykü devam etmeli, şimdilik idare edin! “hristiyanmısınız?” “yo oo.. ailem öyle..” “türklermi?” “babam türk.. annem fransız..” “fransız?” “hıh hım.. fransız.. fransa.. fransız kalmak.. fransızca.. fransız öpücüğü..”
hatun kitabı kapadı.. ayağa kalktı.. kalçasını silkeledi.. oturduğu yer çok tozluydu ve kitabı altına koyup üstüne oturdu..
“aaa.. şeeeey.. ya.. şeey.” Dedi tip heycanlı heycanlı “ne var?” dedi hatun sert bir şekilde.. tip sıçradı.. “kalk lan ondan..” dedim.. “o gidince otur.” “bilmiyodum böyle bişiyi” dedi.. kitabı tezgaha koydu.. altına bi sandalye çekti karşı cafeden.. kitabı tezgahtan alıp elemana verdim.. giderken ver bana dedim..
“iyi bak ama” “güveniyormusun bana?” “evet” “bize gelsene sen?” “napıcam sizde?” “gel işte.. konuşuruz.. bişiler yeriz.. içeriz. Çay yani.. falan filan”
“geleyim.. inşallah.” “tamam biz tezgahı 5 de kapatıcaz.. daha yarım saat var” “neden erken? Benim yüzümdenmi?” “yok hayır.. bugün canım 5 de kapamak istedi..”
eve gittik.. çay içtik.. hatuna ex’i bıraktırmıştım.. yada beni kandırmıştı.. evde üstünü değişti.. bi şort bide askılı mecmuadan.. eleman kasıldı ama bakmadanda edemiyodu.. bir ara, nasıl olduğunu hatırlamıyorum, eleman daldı gitti öyle hatuna.. bakıp fantezi kuruyordu heralde.. (henüz düşünceleri okuyamıyorum..) bende hatuna yumulunca bu da geldi arkadan.. üçlü takıldık.. ardından üçlü sardık.. ama tip içmedi.. uyudu.. hatun çok çalıştırmıştı onu, çok yorulmuştu takkesi..
sabahın beşi.. dürtüklüyo hatun.. “ha ne var?” “bak bak” “ne?”
gözümü açtım.. eleman namaz kılıyodu.. ağlıyodu.. dua etmeye başladı.. ‘affet maffet, bi fransız afet, yaktı beni, oldu illet’ gibi değil.. bi tür ‘af çıksın sal beni hapisten’de değil.. anlamadığım dilde bi kaç şey, sonrada biraz sesli olarak affet serzenişi.. ağlıyodu.. biz hatunla bi posta daha gittik eleman ağlaşıp secdeye giderken
sonra eleman bizde kalmaya başladı.. iyice sapıttı.. artık hatun kitabın üzerine oturunca, keşke benim üzerime otursa diye hayal kuruyo.. (artık düşünceleri okuyabiliyorum) böyle yani.. hatunla benmi? Ben sevgili olmam kimseyle.. aşık olurum.. ama sevgili olmam.. tartışmamda bunu.. böyle.. ben böyle yaşıyorum.. ve bu zaten böyle..
eleman bi ara terketti bizi.. 2 ay takıldık.. giderken her tür işi öğrenmişti..
1 yıl sonra.. hatun sabah kalktı ve bana ‘ben sıkıldım ya’ dedi.. böyledir bunlar.. durur durur, ortada bi neden yokken, “ben sıkıldım” tarzı şeyler sayıklarlar.. “bende” dedim.. “ayrılalım mı..” “bana uyar..”
ertesi gün eşyalarımı toparlayıp evden ayrıldım.. takı için aletler.. pense, kargıburun, incik boncuk.. başka bişi yok eşya olarak..
takı yapıyoruz hala.. aynı tezgah değil.. görüşüyoruz.. seks yok.. sabahlara kadar konuşuruz bazen.. bu çok eğlencelidir.. yeni tür takılar icad ederiz.. ama sıkılmışız bişilerden.. yavaşçana biter herşey, başka biri ile yeni baştan başlarken.. böyledir bu işler.. böylesi iyidir..
18 mart 2004
ziftçi
gene yalan söylemişti işte.. ve durmadan yalan söylüyordu zaten.. sürekli gizliyordu birşeyleri.. ve aniden.. hiç beklenmedik bir anda.. yüzünde patlıyordu herşey.. ona göre değildi.. bunu biliyorduda.. ama anlatamıyordu bir türlü.. anlamıyordu adam..
"ayrılmalıyız" "ama neden?" "sana göre değilim, anla işte" "yapma bunu"
hatunun değişmesi gerekiyordu.. ama değişmiyordu.. adam yinede seviyordu onu.. sürekli azalsada bu sevgi, hiç bitmiyordu.. bir gün aniden patlayacak ve hiç kalmayacaktı..
***
bir kumar masasında tanıştım onlarla.. 25 yaşlarında bir adam.. ve 21 yaşında dünya tatlısı bir hatun.. çok tatlı.. içine giremeyeceğin kadar.. sadece seyredeceksin.. sonsuza kadar.. hiç bıkmadan.. hepsi bu..
oysa içi kaynıyordu hatunun.. seks bağımlısı.. nemfomanyak..
***
tip karşımda oturuyor.. poker.. ve hatun arada sırada dönüyor masanın etrafında.. işi çözdüm.. ve hatundan biraz oturmasını isteyerek, başımı döndürdüğünü söyledim.. itiraz etti.. o halde birazda bana kopya ver güzelim dedim.. adam atıldı.. ne demek istiyorsun lan sen dedi.. kes lan dedim.. 2 saattir hatundan tiyo alıyosun..
solumdaki tip 30 yaşlarında ünlü bir kumarbazdı ve hatunun büyüsüne kapılmıştı.. "oooo" dedi.. "bizde beyfendi ne kadar şanşlı diye düşünüyoruz". tip tırstı.. hatunda.. tipe bir yumruk geçirdi kumarbaz.. bende masanın altından taşaklarına topuklarımla bastırdım.. sağımdaki eleman koluna sigara bastı.. tuttuğumuz gibi
elemanı kaldırıp camdan aşağı attık.. 1. kat zaten.. bi bok olmadı.. kafasının üzerine düşüp bayıldı heralde.. çünkü uzunca bir süre içeri dönmedi.. solumdaki kumarbaz eleman, birlikte yaşadığı hatuna, eve gitmesini, kendisinin gecikeceğini söyledi.. oda gitti.. hatun yalnız kalmıştı ve çözmüştü işi.. istiyordu da.. az önce aşağı attığımız erkeğe aşıkmış bir zamanlar.. sürekli azalmış bu sevgi, hiç bitmeyeceğini sansa da, bir gün aniden patlamış herşey.. hiç kalmamış elde..
hatun masaya dayadı kıçını.. masanın kenarı kalçasına gömüldü ve içim cız etti.. dikildi alet.. artık duramazdım.. sadece hatunun vazgeçmesi engelleyebilirdi beni.. bir elbise vardı.. mor renk.. fırfırlı, ilginç.. saçını iki yandan, iki at kuyruğu yapmıştı.. bu saça karşı bir fetiş var bende.. ve bu, hiç gerçekleştiremediğim bir fantezi.. göğüslerinin bir kısmı dışardaydı.. sütyen yoktu belkide.. bunu anlayacaktık az sonra.. ayağa kalktım, yanına gittim.. "sevgilini düşünmüyormusun?" dedim, elimle kutucuğunu kavrayarak.. "kendime engel olamıyorum, hemen bitirelim şu işi" dedi.. "bizim için hava hoş" dedi kumarbaz herif gülerek.. ev benimdi.. dördüde arkadaşımdı.. canım sıkılıyordu ve param vardı.. kaybetmek ve eğlenmek için onları çağırmıştım.. bu hatunlaysa ilk kez karşılaşıyordum, sadece adını duymuştum, sık sık bahsediliyordu bize, az önce aşağı attığımız eleman tarafından.. neyse, boynuna yanaştım ve öpmeye başladım.. çok güzel kokuyordu ve parfüm yoktu! dudaklarına sokuldum.. alt dudağımı ısırdı.. canım acıdı ve zevk aldım.. kumarbaz herif masaya çıkarak, dizlerinin üzerinde durdu.. hatunu masaya yatırarak eğildim.. açtım bölgeyi.. süperdi.. işte bu dedim kendi kendime.. yalamaya başladım.. eleman ise bizi izliyordu.. genç bir çocuktu ve neye uğradığını anlayamamıştı.. şok geçiriyordu.. şok geçerdi birazdan ve aramıza katılırdı.. sorun yoktu.. kumarbaz herif aletini çıkardı.. hatun ağzını açtı.. ben ise hatunun bacaklarını omzuma aldım.. hatun inledi.. kapı açıldı.. ve aynı anda hatuna girdim.. çıktım.. girdim.. kapıdan girdi az önce camdan aşağı attığımız eleman ve tecavüz etmediğimizi, sevgilisininde inlediğini anlayınca geri geri yürüyerek ve sendeleyerek çıktı dışarı.. kapıyı açık bırakmıştı it oğlu it.. şoktaki elemandan kapıyı örtmesini istedim.. o ise aceleyle çarptı kapıyı.. ilk kez porno izleyen genç delikanlılar gibiydi, gözünü bile kırpmıyordu.. ben hatunun sol ayak parmaklarını teker teker aldım ağzıma, yalıyordum, emiyordum.. bir elim ilede göğüslerini açtım.. sutyen yoktu.. iyice yüklendim.. gidip gelmeyi sürdürdüm.. bu şekilde 15 dakika takıldık.. bu sırada genç eleman kenardan izleyip aletini sıvazlıyordu.. kumarbaz herif boşaldı.. genç tipte kendi eline patladı.. kovdum onları.. ev benim, ve siz gidin.. zaten boşalmışlardı.. bilirsiniz, en az 20 dakika insanın canı istemez.. gitmek için fermuarlar çekildi ve hatunda hareketlenince;
"sen nereye güzel kız?" dedim.. "eve?" "kalsan nasıl olur?" "ama.. yani.. şey.. sevgilim.."
"kal işte.." puşt bir gülüş salladım.. kapı çarpıldı.. yalnız kalmıştık.. "bence" dedim.. "sen ona göre değilsin" "bunu ona söyledim zaten" "ve bence şimdi o sana 'orospusun kızım sen' diyicek" bişi demek istedi ama durmadım.. "ve dahası senin gibileri iyi tanırım, kendinize 'kızım' denmesini hiçmi hiç istemezsiniz.. orospu kelimesindende –zaman zaman kabullenmeniz dışındanefret edersiniz.." "evet.. gıcık olurum.." "o halde seni iyi tanıyan biri ile takıl bundan sonra, hikayeni biliyorum, seks hayatında özgürsün" "sevdim" "yemek yapmasını bilirsin öyle değilmi?" "elbette.. yunan yemekleri.. bir zamanlar bir yunanla evliydim"
yarım saat geçti.. bu süre içinde hatunu elemandan iyice soğutmak için, kaç takla attım bir bilseniz.. ve hatun yatağın üzerindeydi.. arkasındaydım.. dört ayak.. iki at kuyruğu.. at kuyrukları ellerimce çekiliyordu.. kalçası kasıklarıma çarpıyordu.. şak şak şak diye ses çıkıyordu.. yanlış anlamayın, ters ilişki değil, o tarzı sevmem- arkadan öne, gidip geliyordum.. durdum.. gidip dolaptan büyük bir ayna çıkardım ve yatağın önüne, yüzümüzün baktığı yöne koydum.. hatunun mimiklerini görmek istiyordum.. dudaklarını ve gözlerini.. dudaklarını ısırışını ve gözlerinin kayışını.. tekrar arkasına geçtim.. ritmimiz çok iyiydi.. kapı açıldı.. hay sikiyim böyle işi dedim içimden.. hatunsa dışından 'bi rahat yok ya' dedi.. kilidim bozuktu.. eleman hatunun eşyalarını getirmişti.. ve ağlıyordu.. eşyaları odaya attı.. sulu gözler.. bende ağlarım bazen.. ama bu şekil bir duygusallık midemi bulandırır.. "seni hep sevicem" dedi eleman ve gitti.. kapıyı açık bıraktı orospu çocuğu.. gidip kapadım. hatunun yanına geldim ve bu kez onu üzerime aldım.. elimi ısırıyordu.. çok iyiydi.. çok iyi.. boşaldık.. neyse.. indi üzerimden ve yanıma yattı..
"sende kalabilirmiyim" dedi.. "sana aşık oldum" dedim.. "ben olmak üzereyim ve sende kalabilirmiyim" dedi.. "sana aşık oldum" dedim tekrar.. "adamı delirtme" dedi.. "bişi sordum" "sana aşığım" "kalıyorum o halde" "gerçekten aşığım ama."
"kaldım o halde" "sana aşı.." koluma cimcik attı.. tanrım! o ne tırnak öyle.. kalktı ve masadaki viski şişesine yöneldi.. ona giyinmesini söyledim.. sevişirken çıblaklık güzeldir.. ancak evde giyinik dolaşmak gerekir.. hem kapının kilidi bozuk..
hikayesini anlattı bana.. ufak bir hikaye.. doğru yada yalan.. umrumda bile değildi.. inandım ona.. yarın başka bir geçmiş ile çıksa karşıma, ona da inanırdım.. aşk bir inanç meselesi değildir.. ten meseleside değildir.. ruh işidir.. ve siz anlamazsınız.. siz bedeni sevip, o sevdiğiniz bedene sahip olmayı aşk sayarsınız.. oysa bu sözünü ettiğiniz şey sekstir.. aşk bedenle alakalı, fiziksel bir kavram değildir.. seks fizikseldir.. tamamen fiziksel..
ertesi sabah bir öpücük ile uyandım ve ondan beni bir daha bu şekilde uyandırmamasını söyledim.. sabahları sinirliyimdir.. "bende sevmem ama hoşuna gidebileceğini sandım.. bilirsin" "hoşuna gidiosa her sabah öp.. ama hoşuna gitmeyen bişiyi, ben seviyorum diye yapmak zorunda değilsin.. seni seviyorum, bir köleyi değil" "gittikçe daha derine sokuyorsun beni" "seni içime sokucam" "seni seviyorum" "bende ama sık sık tekrarlamayalım olurmu?" "hı hı.. şu an tam yeriydi ama öyle değilmi?" "evet.. tam yeri"
sevimli bir kahkaha attı hatun, nerden buldum lan seni dedi.. "can sıkıntım seni buldu" dedim "ne?" dedi yüzünü ekşiterek "canım sıkılıyordu ve kumar oynamak istedim" "kumarda kaybettin" "hile yaptın ama" "bundan sonra sana tiyo vericem" "hile sevmem.. kahvaltı hazırmı" "elbette" "erken uyanırsam bende hazırlarım, ve canın istemediği zamanlarda bu boku hazırlama.. zorla yaşam işkencedir.. örneğin benim erken uyanıp işe gitmem..
işkencedir.. zorla yapılan her iş işkencedir.. ve bu lanet evde işkencelerle, ekşiyen yüz ifadeleri istemem.."
kahvaltımı yapıp işe gittim.. belediyede çalışıyordum.. ziftçiydim.. mahalle mahalle gezer zift dökerdik.. başlangıçta zevkliydi aslında.. ilk bir ay zevk aldım.. 7 aydır bu işi yapıyordum ve artık çok sıkılmıştım.. 15-20 iş değiştirdim.. 25 yaşındayım.. eskiden 1-2 ay çalışır ve başka iş arardım.. ancak bu iş can sıkıcı olmasına rağmen iş başındayken beni kesen bir patron olmadığı için hala sürdürüyorum.. hangi patron gelip beni güneşin altında zift dökerken izlemek isterki? Eline patlayan genç elemanla aynı işteydik.. eleman 19 yaşındaydı.. lise 2 terk.. çok konuşup az iş yapanlarından.. ve birde 29 yaşında evli 1 çocuk babası zifçi vardı.. iğrenç bir herif.. iki çift geyik döndüremez.. asık suratlı.. nasıl katlanabilirsinizki? Zift dökerken, gittiğimiz mahallelerde çocuklarla konuşurdum..
beşte eve geldim.. zift işi böyledir.. zifti döker, bir süre sonra eve gidersin.. her iş böyledir.. döker ve gidersin.. zifte hayatım karışıyordu.. hayatımı ziftliyordum asfaltlara.. 8 saat zift, 1 saat yol.. yarım saat kahvaltı yarım saat akşam yemeği.. hayat nerde dostlar? Ziftlere bakın.. aldığınız çaya bakın.. ekmeğe bakın.. giydiğiniz gömleğe bakın.. size pantolon satan adamın akşama kadar sizi beklediğini hiç düşündünüzmü? Sinek avlayan bir dükkanda hayatını avlatan bir adam bekler sizi.. gidersin.. şu ne kadar.. bu ne kadar.. sen hayatını zift dökerek çaldırırsın, o dil dökerek, bir diğeri ekin ekerek.. hayat bu.. zift dök ve eve gel.. hayat bu.. kumar oyna.. maç izle.. bu işte.. bira iç.. sıç.. bi hatun bul.. geçir.. bulamadığın zamanlarda otuzbir çek.. porno izle.. işte hayat bu.. neyseki ben durumu kotarmıştım.. bu aşk beni bir süre daha hayatta tutardı.. bi ara gene açardım gazları elbette.. açık unutmuşum derdim kurtarmaya gelenlere.. nasıl anlıyorlar anlamış değilim.. bırakında öleyim işte.. hap at, mideni yıkatsınlar, tüp aç, odayı havalandırsınlar.. kapıyı ittim.. açılmadı.. hasiktir dedim.. kafamda güzel değil ama, yanlış evemi geldim acaba? Zili farkettim.. adım yazıyordu zilde.. bastım.. zırnnnn.. hatun açtı kapıyı.. öptü.. işte bunu severim..
"hoş geldin canım, misafirimiz var". tek odaydı evim.. bide tuvalet.. tek odadaydı herşey.. bir yatak bir masa, 4 sandalye bir koltuk bir lavoba.. ucuzdu kira.. ev sahibi bölmüştü burayı ve dükkan olarak tasarlamıştı, bende eve dönüştürdüm ve kirayı hiç aksatmadım.. camdan aşağı atılan adam vardı içerde..
"oo hoş geldin kardeşim" dedim "ihanet ettin kardeşine" "kes lan piç.. beni seçti.. zırlıcaksan siktirol git"
"sakin ol hayatım" dedi hatun.. tip dayanamadı.. kim olsa dayanamaz.. ben dayanırım.. takmam böyle şeyleri.. tip dayanamadı.. ayağa kalktı.. omzuna elimi koydum ve "bak dostum" dedim.. "sana tavsiye, sen Onunla yapamazsın, git kendine başka bi kız bul ve sahip ol ona".
gitti.. bi dahada gelmedi..
"kapı ne iş?" dedim hatuna "biraz param vardı.. kızmadın ya?" "yo oo.. kafana göre takıl.. ev senin.. yemekte ne var?" "henüz yapmadım.. kaçta geleceğini bilmiyordum" "söyledim ya çıkarken evden" "hadi ya? Duymamışım" "iyi.. dışarı çıkalım istersen?" "giyinsem?" "süs püs yapma.. düğüne gitmiyoz" "düğün sevmem" "sevsen bile gitmem" "süs püs de sevmem" " giyin hadi.."
dışarı çıktık.. her zaman takıldığım bir bar vardı.. içeri girdik.. çevrem vardı.. arkadaşlar falan.. hatunu tanıştırdım.. oturduk.. biralar geldi.. bir hatun bana bakıyordu.. karakızıl saçları vardı.. ensevdiğim renk karışımlarından biri karakızıldır.. dans edelim dedim hatuna.. sevmem dedi.. peki o halde karşıki hatunu alıyorum ben dedim, karakızılı işaret ederek.. "kafana göre takıl" dedi, güldük
saat 11 oldu.. eve gittik.. hatun sarhoştu.. ben az içmiştim.. iş günleri pek içmem.. hafta sonları ise abartırım.. hafta içlerimi satarak haftasonumu kazanırım.. herkez öyle yapar.. abartılacak bir durum yok ortada.. hatun yatağa yattı.. sızmıştı.. elbiseleri ile.. ayakkabısı ile.. tokaları ile.. soydum onu.. ve giydirdim.. yanına yattım.. sırt üstü yatıyordu.. ayaklarını uzattığı yöne bir yastık dikip ayaklarımı koltuğa uzattım.. izlemeye başladım.. uyuyordu.. izliyordum.. dudaklarına baktım.. göz kapaklarına.. burnuna.. burun deliklerine.. kulaklarına..
boynuna.. göğüslerine.. nasıl oluyor diye düşündüm kendi kendime.. sadece beyaz bir sıvı.. nasıl oluyor..
İşim iyiydi.. yemek yapmasını bilmiyordum.. seks sorun değildi.. olmasada olurdu.. konuşmasını biliyordu hatun.. gülüyordu.. ağlıyordu da.. tepkiler yerli yerindeydi.. hayattaydı yani hala.. ve pempe değildi.. anlıyormusunuz? pempe renkli hatunları sevmem..
hatun bana bağlı değildi.. sadece seviyordu.. ama adamamıştı kendini.. her türlü adanmışlık midemi bulandırır.. sabah uyandırdı.. televizyon alsak ya dedi, canım çok sıkılıyor gündüz.. al dedim, nası alıcam?, para vericem ve alıcan, ver o zaman..
***
İşe gittim.. eve geldim.. yemek yaptı.. belki eve başka adamlarda aldı gündüz.. belkide hep televizyon izledi.. bazen bara gittik.. seviştik.. konuştuk.. hayatımızın sırrını paylaştık.. böylece sürdü.. uzun süre.. çok uzun süre.. ve şu an karşımda uyumakta.. izliyorum.. dudaklar.. dişler.. tokaları.. göz kapakları.. ayak tırnakları.. dirsekleri.. bilekleri.. parmakları.. izliyorum.. yazıyorum.. böle yani.. sürüyor.. hala sürüyor.. [ 22.08.2004 – 00:35 ]