Zebelliyat 28

Page 1



eskiden bir fanzin görünce heyecanlanırdık. uzun zaman öncesinden bahsediyorum. 2000’lerin başı. biz o zamanlara yetiştik. doksanları duyduk ve sonradan edindik. evet heyecanlanırdık çünkü bulamazdık. birkaç kitapevi bir iki kafe. ve takıldığımız mekanlarda olurdu genelde bu meret. çoğu sıkıcıydı belki, ama samimiyet ve ruh kokardı. iç dökmesi halinde çıkardı. kusuştu bi nevi. fazlasıyla kişiseldi ve bu güzel olandı. zamanla bir şeyler oldu. 2010’lara geldik. biz tam da bu sırada bir mola vermiştik. 2009 ha ziranda verdiğimiz moladan, 2011 eylül’de çıktık. mola süremizde bir dolu fanzin çıktığını farkettik. s evindik tabii yine doğal olarak ama işlerin buraya geleceğini tahmin edemedik. buraya derken neyi mi kast ediyorum? elimizde kala kala bir fanzin kültü rü kalmıştı hani, geçmiş pek eski sayılarda buna dem vurmuştuk. işte onun yitimini, ırzına geçilmesini. dergi konseptli içerikleri ve tavırları. dergi gibi gelsin yazılar basalımcıları. yayılmacı elit ve popülerleşmeci çabayı. ellerinden gelse bandrolü şıpdanak yiyebilecek (ki sonrasında da yiyen) bir çok adamın, fanzin denilince akla gelen olabilmesini.. yine de bir ö nceki sayımızda, dostça davranıp bir selam çakmamıza rağmen, işlerin anlayamadığımız boyutlara taşınınca, ya da ilk baştan beri anlamaya çalışıyor oluşumuzun yalpalaması sonucu, sessiz kalamayıp, “kolum. çıktı!” adlı diss atağı yaptık nihayet. çünkü gerekliydi. çünkü susamazdık anlıyor musunuz? yanı başımızda on dakkadan fazla duramazlarken bi bira bile içmeden gidip, ki o yanıbaşımız, işporta, fanzin işportası, yani sokak oluyorken, her röportajlarında vızıl vızıl “sokak ruhu sokak ruhu” diye inlemelerine rağmen, nedense sokağa masa açmayı da elit bir mekanın önüne masa koyup açma sanıyorlarken, sus amadık. sonrasında da susmadık. etrafi ve ben rap kültüründen gelen insanlarız ve bu kültürde diss atma diye bir şey var, açıklayamıycam şimdi kavramı da, ben 20 yıldır ya zdığım zırvalarda sağa sola diss atıyorum zaten. üzerime atılan okları çıkartıyorum sadece, saldırmıyorum. ve fanzini, “hız çağındayız yeah abi” lerle yaygınlaştırma ve görünür kılma çabaları bakalım nelere gebe oluyor diye anlatsak, bi fanzini bunla kaplarız. müslüman fanzini mi dersiniz, arka kapağında atatürk resmi olan fanzin mi (ki her iki grup da ikt idardır bu ülkede yüz yıldır, ve iktidarın sesi fanzin yapıyorsa, yapabiliyorsa, ki yapabilir de, ama yayılmacı politikanız bunlara gebeyse) izinsiz çoğaltılamaz ibareli fanzinler mi, alıntılamak suçtur yasasını paylaşan mı, poşet içine konanını mı. bandrol alanımı.. vs vs.. elbette sadece yarak kürek apartmanı sebep olmadı bunlara, sadece bu zihniyet virüs gibiydi, orda patladı. 2010’lardan beri meydana gelen gidişatın son halkaları, birbirine kenetlenince, ki yere çömelen tranvayda buna dahil, kolum adlı fanzinimiz nihayet çıktı. ve tek sayıyla kalmayacak. fanzin fanzinin dostu mudur bilemiyoruz o yüzden. çünkü hiçbir zaman, yaptığımız işe çomak sokanla, içini boşaltanlarla, dost olmadık biz. do it yourself ilkesinin bize verdiği bir yetki falan da olmadı hiç. üstün kalaylama tekniklerimizi kullandık sadece, 17 yıllık serüvenimizde, daima. daha önce altay öktem ve avanesine giydirdik, zaman geldi başka güller oldu dikenlerinin üzerine basmamıza sebep, yeri geldi 2010’ların ortalarında, tüm bu gidişata rest çektik. yoldan çıkmaya ve çık armaya devam derken biz, birileri sürekli işlerin yolunda gitmesi için gerekli tavizleri vere durdu. kon uşunca kabahat oldu. nankör ve kibirli bilindik. ama olsun. bizi bilen bilir. en azından işportalarımızdaki dost sohbetlerimizde bulunan, ne yapmaya çalıştığımızı anlar.. demem o ki, biz artık fanzin yapmıyoruz abi, gabbaragubbak yapıyoruz, çökemento inzah yapıyoruz, makelento gringa yapıyoruz, ama fanzin yapmıyoruz, ve fanzinlerin görünür olmasını da istemiyoruz. fanzin ürüyor. altay öktem’in açtığı yolda, gösterdiği hedefte, siz fanzincilere başarılar dileriz. biz hala annemizin margarinini kullanıyoruz. de hade eyvallah… girdap zack unthatow esçûmento donete sanchez virtual cosmos be rodrigo


üzgün, kızgın, kararlı bişeyler yaz, dedi ölmüş çocuklar yazarken bizim için kâğıda bağır bişeyler kış, dedim, siz gideli beri mâsum ve de mahzundular direnişin oğlak kardeşleri nasıl yazayım, içim çok ağır yaz yoksa rüyâna gireriz, dediler rüyâmdayız zaten, dedim, güldüler çocukların gülmesi armağandır sağolun dedim, ona daha güldüler öldük ya, dediler, yutkundum utanma, dediler, unutmadan uyandım karşımda resmî makamlar elebaşları bohçacı karı gibi ulurken cehaleti parayla sıvamaya çalışıyor yabancı silahlı yerli emir kulları gücetapan âciz kafalarında paravanî mezhebinin îcâdı gâyet lafta kalmış bir allah korkuyla çoğalan kasklı suretlerde önümüze-geleni-keseriz oynuyor dehşet-ül itaat, ümmet-i vahşet inâyetle işlenen cinâyetler ağızlarından çocuk kanı sızıyor yalana yalana yalan söylüyorlar yatsıyı çiğ ampul ışığında kılın siz abd merkez bankası kıbleniz secdeye varınca hepsini unutmayı umun iyice domalın belki götünüzden uçar bir el cepte bir el çükte ettiğiniz yeminler o bombaları vatanın bölünmez bütünlüğü attı o çocukları kamu düzenini sağlarken kırdılar toplumun huzur ve güvenliği acımadan vurdu evleri yıkıp insanları süren devletin bekâsıdır paraları milletin kayıtsız şartsız egemenliği çaldı


geleneksel aile yapısı tarafından dolandırıldık mülkün temelini kazsak adâlet çıkar mı dipten? olmadı, di-en-es ayarlarını değiştirelim vekillerimize dokunamıyoruz çünkü ya pisler ya zehirli, ya uzak ya yasak telefonda fısır fısır dolap döndürüyorlar torbacımla daha rahat konuşuyorum ben özetle bizim burada temsili demokrasi demokrasiyi pek temsil edemiyor azizim artı değerlerle bu iş yürümüyor artık insanlar doğrudan şeyler düşünmeye başladı meselâ 15 yaşında bir kız din ve ahlâk dersinde sıra altından komünist manifestoyu okuyor gülünün solduğu akşam heybesinde kız isyankâr, hayvanlarla ağaçları seviyor lenin ile troçki'yi daha tanımıyor ama deniz gezmiş'e âşık, çe-gevara'ya hayran o yaşında örgütlenme peşinde tam anlamasa da aklında ece ayhan ölü çocuklar onun için öldüler, biliyor şimdi; sol elimizde ağaçları seven dişi bir devrim tam önümüzde çocuklardan korkan dişli bir devlet eski yıkık köprünün kırık korkuluğundayız renk renk, bölük bölük, sırtımız korkuya dönük ölen kalana, uyan ayana emânet egemen bir hal değil, çoğul bir his özgürlük batuğ ş. evcimen mart 2014


Borderline Ego gökyüzüne yükseldikçe kişilik ayağa düşer; mahalle piçlerinin ilgisini çekmeyerek ufalanırsın yarattığın atmosferden. klakson seslerini işitmen zaman alır. yüksektesindir. rögar kapakları kabul etmez seni. yüksektesindir. şehir tozu yutamazsın, yüksektesindir. şaraba alışman zaman alır; yüksektesindir.. bizlerse lağımın dibini çoktan boyladık üzerimize binlerce kez sifon çekildi ellerimiz sıvı sabuna saygı duydu -neşeyle morardı kollarımız -yanlışlıktan çekilen ilk nefes, yeni bir yanlışlıkla bir çeşit izmarit olup ulandı küçük odalarımızdan ormana bilemezsin:

gözlerimizi kestiler saçlarımızı yoldular kalbimizi doğradılar..


işte şurası her şeyin ortası özne ve yüklemde çatısızlık biraz hissizliği, uyku problemi günaydın töreni, iyi akşamlar söylemi ka fa presi öldürmeyi düşündüklerin susmayı tercih ettiğin güzide anlar adına katlettiğin önemsiz cümleler.. işte şurası her şeyin sonrası koptu bir parça ten insanın derisinden karıştı ambulans sirenlerine sevinç gösterileri eşliğinde: parti flamaları sinema afişleri banliyö trenleri işçi kanı üzerinden yükselen kaçak gökdelenler sürekli eli terleyenler sürekli yemin edenler göt yalamaktan suratı göte dönüşenler üçüncü sınıf barlarda efkarı için yeni bir neden icat etmeyi deneyenler seks cinayetleri erotizm klitoris rektum.


pedofili, parafili, nekrofili pygmalionizm ve yakın akrabaları.. daima sinek konan suratlar gün boyu ucuz kimyasal tüketip bir gülme krizinden bir diğerine savrulanlar bira içmekten sidik torbası patlayanlar tüm zamanını intihar düşüncesi ile geçirip yine de yaşamaya devam edenler prova odaları, süpermarketler müşteri kavramı - silahsız soygunlar film kareleri ve her akşam evine metrobüsle dönerken arabeski hissedenler aletiyle oynayanlar iltihabıyla oynaşanlar eczane Anarşizm ve Numune Hastanesi üçgeni arasındaki anlık sıkışma yaşayıp soluğu Yoğurtçuparkı'nda alanlar. İskele sokaklarında gündüz cilası Yeldeğirmeni pavyonları Kadıköy konsomatrisleri! Söğütlüçeşme caddesi, martı eti martı eti çöplükler, bodrum katları bodrum katlarında kafayı kıranlar izbe kafe tuvaletlerinde götünü bir garsona siktirenler pahalı deri giyen metalciler babasının cüzdanını her gün bir fare kemiren punkçılar hamsterlar - hipsterler allaha uzak teras katlarında öğle güneşinin köpek öldüreni


öğle güneşinin köpek öldüreni!

köprüden atlamak üzere olanlar aynı yolda eriyip biten ayakkabılar sayısız sakinleştiricilerle büyümekte olan ev sayısız sakinleştiricilerle küçülen dünya.. dev şirketler, köle pazarları silah endüstrisi ve onların tekel gazeteleri onların köşe yazarları, onlar'a ait olan her şey üçüncü dünya ülkeleri elektrik kesintileri iş makinaları iş cinayetleri yasa dışı örgütler ve hiç bir sikime yaramadan tıraş köpüğü gibi dağılıp giden fraksiyonlar. halüsinasyonlar ve bir trajedinin arkasına sığınıp kendine olan saygısını geride bırakıp uzak doğuya yönelenler sonra; ambalajlı hayvan tüketin'ler.. boğazı kesilerek öldürülenler boğazına sarıldığın sigara paketinde bir yazı smokersdieyounger! atlamayı düşündüğün balkon


parçalanmış vücudunu park halindeki bir otomobilin iskeletinden ucuz parke taşlı yani avrupa taklidi kaldırımlardan ait olduğun belediyenin logosunu taşıyan şehir mazgalına doğru sürüklenirken tahayyül ettiğin zemin zemine tekamül edebilen nesneler

sonra beni üzmeyin'ler.. beni delirtmeyin'ler.. iş arayanlar, evsizler ve her şeyini terk edip geri kalan hayatını uzak'ı görerek geçirenler baba evinde anarşizmi savunanlar takım elbisesinden kan damlayanlar bilinçlisuikastler tüm mesaisini sisteme köpeklik ederek geçirenler sivil polisler ve devlet A.Ş. amatör ruh koleksiyonerleri saman kağıtları- saman kağıtları robot yetiştiren eğitim sistemini; her gün düzenli olarak bir ilk okulun bahçesine işeyerek protesto edenler liseyi terk edenler iktidar eliyle bastırılan propaganda kitapları muhalif yayın organları militarizmin kayıp çocukları sırf kuşe kağıt tüketmek uğruna


ortalığa saçılan dergi müsveddeleri et götürebilmek' için şairi oynayanlar herhangi bir köşeyi parsellemek adına yaşamını sonsuz bir rezilliğe çevirenler gazete manşetleri ana haber bültenleri sana hiç bir zaman doğruyu söylemedi.. sen uyuşturucuya karşıydın fakat seni dizilerle uyuşturdular sen otopsiye karşıydın fakat sabah seanslarında... beynini aldılar evet beynini aldılar! sonra bıraktılar sana oral marifetlerini titizlikle sergileyebileceğin yatağı koparılmış deri parçalarıyla dolu ufak bir otel odası

çünkü sen ağzına alacağın şeyi bilirsin -kola gibi -kin gibi -sik gibi soluyan nesnelere adını verdik cansız mankenlerine ilham olduk vitrinlerine suçluluk duygusu olduk matemlerine

vicdan!

hala orada mısın?


tükür suratına! indir pantolonunu! yala ayaklarını

bana ilahi temenniler ver bana kuvvetli teselliler ver bana kullanılmamış bir gökyüzü ver

beni tedavi et

üzülüyorum!

Uluer Oksal Tiryaki

Zebelliyat adlı güzide fanzinimizin 29. sayısı için, içeriklerinizi (yazı çizi foto kolaj kuş börtü böcek c4 patlayıcı) en geç ctesi gününe kadar sokakedebiyatizine@gmail.com adresine iletebilenko. içerikleriniz yayın formatımıza uyarsa alınacaktır. fanzinde format mı olur diyen olursa kafasına 116 sayfalık başka bi fanzinimle vura vura öldürmeye karar verdim. he bi de her zaman yazı istemeyiz. içerik hazır zaten. bi yoklama yapak dedik, belki kafa dengi bişiler yakalarız diye.. he bi de format neyse anlatın ona göre yazalım demeyin, sipariş üzeri içerik almıyoruz. evet CSNS Yayımları burnu havada ve küstah bir yayın organıdır... [gzu]


nirvana yürüdüğünde bir şeylerin arkasından git gölgelere saklan kenarlardan usulca ak mutlu olduğunda bir şarkı mırıldan gerçek olsun eğer bulabilirsen ve mutsuz olduğunda bunun keyfini çıkar eğer ekmeğin ve suyun varsa ayaklarını uzat ve gülümse mutluluk düşüne bildiğin kadar uzakta kimse bunu hissetmedi bir bardak su bile sarhoş edebilir eğer içindeki her şeyi ateşe verirsen kazık yediğinde dünyaya bir tekme at ve fırlat uzağa doğru öldüğünde ise her nerede olursan ol kenarda ve arkada ol kimse görmesin

ersoy Albayrak ersoy albayrak’ın elimizde kalan tüm dizelerini bastığımız, “isim koymaya değmez” adlı fanzinimiz çıktı. 60 sayfa. tamamı renksiz, 80 gram a5.. bayinizden istifra ile isteyiniz… csns yayımları huşu içinde sundu.


rövanş önce senin evinde adın cesaretimi boğuyor yapma. annene diyorum, yapma. yapmıyor. ölüler birçok şeyi yapmıyor. güneş diyorum, ışığını sevmiyorum ama sıcaklığı güzel. izin veriyoruz, biraz yaksın. herkes şaşırıyor tenimiz yan yana ısındığı için. sen artık tamam ver elini de tutayım diyorsun. bu merhamet beni öldürüyor. iyilik, yaşanmazsa en hakiki katliamdır. sen beni öldürüyorsun bi' kuytuda kuytular tekinsizliğini yitiriyor. ben ifşa oluyorum. yapma. yapmıyor. başkasının aksinden geldim evine. ama akis yanıltıyormuş. bi' tek senin ışığını seviyorum. küfret, aydınlanıyorum! aidiyet değil bütüniyet diyorum. bütün bir niyetle içim akıyor sana. iki kişiliksin. kişilikliyim. hızlan! hızla! hınç. sen hınca hiç bir meydansın, yapma. yapmıyor muharebeler. muayenelerde uyanıyorum. yapma diyorum, doğuracağım. yapmıyor. bir çocuk dokunup gülüyor sana, iman gibi sarsıcı... kaçmak kayboluş yalanına zamanla inanmaktır, kayboluyorsun.

şöbizaretta


İTİRAZIN İKİ ŞARTI çok olmadığımız kesin çok olan tarafta değiliz çok olan tarafta olmayacağız türkiye'de kürt olacağız kürtlerde ermeni ermenilerde süryani gidip almanya'da türk olacağız hollanda'da surinamlı fransa'da cezayirli iran'da azeri amerika'da zifiri zenci olacağız çoğalan zencide mutlaka kızılderili israil'de filistinli köpeğin karşısında kedi kedinin karşısında kuş olacağız kuşun karşısında börtü böcek hakemler hep karşı takımı tutacak ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı çiçeklerden kamelya olacağız az kolumuzun tarafında solda olacağız bu itirazın ilk şartı solda da az olacağız devrimi çoğaltırken çünkü bir başka devrime hızla azalacağız bu da itirazın ikinci şartı.

Nevzat Çelik


bir ölü hissiyatı

Bir ölünün huzursuzluğu var her bir yanımda.

Ölü bir adam. Ölü bir ruh ölü bakan gözler ve onun gördüğü insanlar. koca bir şehir ve dönen ölü bir dünya.

Sonraki zamanın doğurganlığı doğacak ölü çocukların ölü habercisi.

bir neslin

Sonraki zamanın doğrusallığı kırılgan bir kitle imha silahı. Sonraki zamanın doygunluğu her şekilde düşünmüş her şekilde pratikte yada gece yatağından baktığın çatlak tavanda oynattığın sinema f ilml eri.

O çatlak tavanın uzamında çatırdayan kimi kırılmış ve yıkılmış kimi hala çatlamaya devam eden kırık , yanık, sönük bir kitle imha silahının os uruğu andıran cızırdayan gürültüsü.

Henüz açılmış gözlerin, umur denilen olgunun görüntüsünün patlak bir balonun iç kısmı gibi yapış yapış ahlaksal düzene benzeyişi. Her seferinde aynı tahtaya basmayı başaran kendini ağaca asmış kadının. Günde 6 şişe portland şarabı içen bıyıklı hergelenin. Halüsinasyon kalıntılarının , esrikliğin etkisinde geçen junky hayatının, kıyafetlerinin, dış görüntüsünün eşliğinde façası her daim afili adamın.

Kahkaha gürültülerinin. Cızırdayan bit miş plakların. Sabah yanında uyanan ağızı bok kokan kadının. Gece kucağında esriyen ve inleyen kadının , solmuş gözlü kadının. Koca memeli kadının siyah bir elbiseyle davetkar takılan kadının. Kış aylarında ağda yapmayan kadının. Ot o-


büste sana dayanan kadının. Yanından geçerken laf attığın yada sana laf atan kadının. Kucağında tuttuğu çocuğun saflığından faydalanmaya çalışan ağlayan kadının. Kızıl saçlı kadının. Beyaz tenli kadının Çirkin ama fantezi kurduracak donelere sahip kadının. Sallanan göğüslerin ve külotlu çorapların. Tavşan kulaklı ve papyonlu kadının. Siyah, tabanı pastelkırmızı ,sivritopuklu giyen kadının. Elleri yumuşak görünen kad ının. Elleri hizmetkar olan kadının. Elleri yumuk olan kadının. Elle ri kınalı olan kadının. Elleri bilgisayar faresini tutarkenki görüntüsü seninkini kaldıran kadının. Aldatan kadının. Aldanan kadının. İstediği ayakkabıyı aldırmak için kucağında seni ödüllendiren kadının ve bunu tüm redde ttiğin isteklerini o haldeyken kula ğına fısıldayan kadının. Parayla çalışan kadının. Masana oturup sana keyif veren kadının, Terk ettiğin kadının.

Ölü bir kadının.

Sonraki zamanın doygunluğu her şekilde düşünmüş her şekilde pratikte yada gece yatağından baktığın çatlak tavanda oynattığın sinema f ilmlerinde görüldü.

Sonraki zamanın doğurganlığı doğacak ölü çocukların ölü bir neslin habercisi. Sonraki zamanın doğrusallığı kırılgan bir kitle imha silahı

Ölü bir adam. Ölü bir ruh ölü bakan gözler ve onun gördüğü insanlar koca bir şehir ve dönen ölü bir dünya. Bir ölünün huzursuzluğu var her bir yanımda.

yumusakmakine


ZAMANIN MAHİYETİ ÜZERİNE: Bir aylık, yıllık tatilimin sekizinci günü; dört gündür odadan çıkmıyorum. İhtiyacımın bu olduğunu anlamam dört günümü aldı. Anlamasaydım bütün yıl çalışmanın karşılığı bir hiç olacaktı sanki; bunu da bugün anladım. Biraz yavaş gittiğimi anlamam da odada kapalı üç günümü aldı. Anladığım şeylerin sırası biraz saçma geldi şimdi düşününce. Beş cümle önce anladığım şey ise, bunları yazmanın beni hızlandırma ihtimali oldu. Şimdilik bir fark yok ama biraz daha yazarsam işe yarayacağını düşünüyorum. Ağustos ayında mesai başlayacak gene. Şimdi temmuzun onu. Yavaş yavaş da olsa bir şeyler yerine oturuyor. En son iki gün önce yazmıştım. Şu ana kadar anlamadığım şeylerin başında teknomorfolojik iş kurumunun başlamasına nasıl izin verildiği var. Aslında şu an bu özgürlüksüzlüğün tamamen dikkatten kaçmış olmasını da anlayabilmiş değilim. Yazmaya devam edeceğim; kapı çalıyor, yemeğim geldi. Temmuzun on beşi. Yemekten sonra hemen uyudum. Düşünmek beni yoruyor. Bunu kas sistemlerindeki gibi kondis yonsuzluğa benzetiyorum. Tesadüfen aldığım başka bir yere gitme kararı, düşünmeye başlamamda etkili oldu sanırım. Dünyada yaşamakta olduğum İllium şehri dışında bir yer olduğunu , işyerim ve evim arasındaki restoranda yemek yerken tesadüfen gördüğüm eski bir müzik klipi anımsattı. Müşterilerini rahatlatmak için müzik yayını yapan iş yerleri artık çok azaldı. Gereksiz geliyor sanırım insanlara. İllium’dan başka bir yerin görüntülerini görmek, varlığına ikna etti beni ve hemen tatilimin ilk gününe bir uçak bileti aldım. Bu alışkanlık kalitesindeki kararım son zamanlarda aldığım en sonuçları beklenmedik karar oldu sanırım. Başka bir yerin var olması kadar basit bir bilgiyi işleme yeteneğini kaybetmiş olmam hayret verici bir s onuç değil. İşleyiş çok basit; çalışma yaşına geldiğinde sana sorulan basit bir soru: “iyi bir işte çalışmak mı istersin, evsiz ve birikimsiz olmak mı?”. Babam muhasebecidir, annem ise çamaşır makinesi operatörü. İkisinin de toplum skalasında ortala manın üzerinde bir işe ve maaşa sahip olma sına rağmen yıllık gelir kotasını dolduramadıkları için, toplumsal planlama dairesinin iki çocuk sahibi olmalarına izin vermediğini hatırlıyorum. Belki de ortalamanın gayet de üstünde olan büyük ölçekli su arıtma cihazları operatörlüğünü seçmiş olmamın sebebi budur. Emeğimin kıymeti ile suyun kıymeti doğru orantılı olacaktı. Bu fikre Otomorfizm’den önceki dönemi yaşayan dedemin pek de ina nmadığım “eskiden denize girerdik, ırmak kenarlarında zaman geçirirdik.” şe klindeki serzenmelerinden etkilenerek kapıldım çocukluğumda. Madem öyle, su azalıyor olmalıydı. Kimsenin bunu fark etmemiş olmasının benim için bir fırsat olduğunu sandım. Gözümden kaçan şey ise ; bunun neden fark edilmediğini sormamış olmamdı sanırım. Şimdi yeni yeni tekrar tekrar “nasıl olur da fark edilmez bu?” diye soruyorum.


Bugün yirmi temmuz. Beş gündür yazmıyorum. Unutuyorum sanırım. Korkarım ki unuttuğum tek şey yazmak değil. Bugün yazdıklarımı okurken, yazmanın faydalı olduğunu keşfettim. Bu yüzden işleyişin nasıl olduğunu yazmaya karar verdim. Çalışma yaşına gelen her birey, kendisine sorulanı cevaplamakla müke lleftir. Okulda aldığı eğitimlerde sağladığı başarı, mesleki kariyer ihtimallerini daraltır. Eğitim departmanının ön gördüğü beş ila on meslek dalı arasında s eçim yapmak zorunda kalan bireyler, bunlardan birine ait pratik ve teorik bilgileri otomorfik kartlarına yüklerler ve o işin altı aylık pratik eğitimlerini alarak piyasaya dâhil olurlar. Eğitim sonunda yarı fiyata ve yıllık iki haftalık tatil iznine tabi olarak 3 yıl çalışırlar. Sonrasında asil çalışan olarak hayatlarını yaşarlar. Ölümlerinin ardından otomorfik iş dairesi başkanlığının düzenlediği törenle de fnedilirler ve hikâye biter. Kapı çalıyor. Sonra devam edeceğim. Notlarıma her baktığımda tekrar kararını verdiğim gibi daha fazla yazabilmek için defteri masanın üzerinden kaldırmıyorum. Bugün yirmi iki temmuz. Düşünmek hala yoruyor. Bugün neden evden çıkmamam gerektiğini tekrar anladım, sanırım yazsam daha iyi olacak; tekrar tekrar anlamaktan bıktım, yoruldum. Dışarıya çıktığımda etrafta çeşitli işler yapan otomorfik insanlar var. Restoranda servis yapıyor, bulaşık yıkıyor ve hatta yerleri süpürüyorlar. Yemek yapanın ya da kasada yenilen yemeklerin bedeli kredileri not alan kişinin de hiçbir farkı yok. Anıları ve özel hayatlarında da iş yerindeki kadar refleksif olmaya alışmış binlerce insan. Ama yine de çalışan insanların arasında, tatilde olmadığım gibi bir hisse kapıldığımı anlamam dört günümü aldı. Daha önceki tatillerimi nasıl geçirdiğimi hatırlayamıyorum. Belki bundan daha önce de rahatsız olmuştum, bilemiyorum. Tatilini kapalı bir odada geçirdiğini anlatan hiçbir iş arkadaşım olmadı. İşin aslı, daha önce bir iş arkadaşım bana tatilini anlattı mı, hatırlayamıyorum. Belki de izomorfizmin sarsılmazlığı göz önünde ve görünmez olmasından geliyor. İş kurumunda çalışan bir doktor akrabam, otomorfik implantın, beyinin bilinç ile ilgili kısımlarını alışkanlıklar ile ilgili olan kısımlarına bağladığını anla tmıştı. Mesleki bilgiler kısa bir eğitimle alışkanlık seviyesinde bedenin hafızasına yerleşecek ve her işin çalışanı mükemmel derecede o işin iyisi olacaktı. Parlamentoda birkaç muhalif dışında hiç kimsenin ret oyu vermemesiyle kabul edilmesiyle gurur duyardı babam ben çocukken. “Biz çalışkan bir milletiz. İnsanlarımız işini iyi yapmaya gönüllü, onurlu insanlardır.” diye övünürdü. Ha klıydı da sanırım. İnsanların, işini iyi yapmak dışındaki bütün zihinsel aktivitelerden işini daha iyi yapabilmek adına vaz geçmesi başka bir duyguyla açıklanab ilir miydi? Emin değilim ama sanırım, insanlar Otomorfizm’den önce de zihinsel aktivitelerine pek değer vermiyordu. Bugün yirmi dört temmuz. Telefonda babamla konuştuk. İş yerinden yeni geldiğini, yorgun olduğunu söyledi. Ne zaman İllium’a döneceğimi sordu; ona, ağustosta mesaiye başlayacağımı, bu yüzden temmuz sonunda döneceği-


mi söyledim. Babama söyleyene kadar buna tekrar başlayabileceğimden emin değildim. Kelimelerin ağzımdan bu kadar kolay, bir alışkanlık rahatlığıyla çıkmasından rahatsız oldum ama şaşırmak değildi hissimin adı. Şimdi anlıyorum ki eğer tekrar işe başlarsam bir yılın sonunda bu yazdıklarımı anlamam uzun z amanımı alacak ve tekrar mesai başlayana kadar küçük etkilere sahip patlamalar yaşayacağım zihnimde. Sadece altı günüm kaldı. Daha hızlı düşünmeliyim. İllium’a dönmeden önce iş kurumuna gidip otomorfik implantımı çıkarmalarını isteyeceğim. Daha önce bu istekle gidenler olmuştur sanırım. Çok heyecanlıyım. Düşünmeye devam etmek istiyorum. Bugün yirmi altı temmuz. Dün evden çıkmam gerektiğini ve implantsızlarla konuşmayı akıl ettim. İki gündür sokaklarda dolaşıyorum. Evsiz kimselere rastladım ama implantsız değillerdi. Ortalamanın altında işlerde çalışıyorlar, yine de bir eve yerleşecek krediyi toplayamıyorlardı. Asgari ücretliler, birkaç kişi bir araya gelip ya da aileleriyle aynı evi paylaşıp rahat bir yaşam yaşayab iliyorlar. Restoranda masaları silen bir çocukla konuştum. İş yeri sahibinin tuttuğu evde, bulaşıkçı ve diğer servis elemanlarıyla beraber kalıyorlarmış. Aynı evde kalan iki meslektaşımı hatırladım. Fark ettim ki ailemle beraber yaşıyor olmasaydım bu tatile kredi ayıramayacaktım. Dolaşmaya devam ediyorum, bir şey bulursam yazacağım. Bugün yirmi yedi temmuz. İllium’a uçakla değil otobüsle dönmeye karar verdim. Yol üzerindeki bütün kentlerde durmayı planlıyorum. Böylece en kötü ihtimalle tam otuz temmuzda illium’da olacağım. Yolda fark ettiğim bir şeyi not almalıyım. Günlük otomorfik ahenk içerisinde düşünmenin daha yorucu olduğunu farkediyorum. Önce yol yorgunluğu ile ilgili olabileceğini düşünmeme ra ğmen fark ettim ki; alışkanlık seviyesinde tekrarlanan davranışlar arasında rolümle uyumlu davranıyor, bir alternatifini düşünemez oluyorum. Hala implantsız kimseyi bulamadım aramaya devam ediyorum. Bugün yirmi sekiz temmuz. Yolculuk biraz yorucu oluyor sanırım. Daha erken uyumaya başladım. Yarın kentte dolaşıp tekrar otobüse çıkacağım, ot obüste uyursam önümdeki kentte daha fazla gezebilirim s anırım. Hava çok güzel. Kaldığım otel otogara çok yakın. İllium’a bir günlük yolum kaldı.

Müstakbel meczup


aritmetürkiye X yaralı: kolsuz bir gaziye bedava pinpon dersleri önerir devlet baba: senden aldıklarını senden geri ister ve takas bir pazarında ağzetleri salyalanır adın anıldıkça gaziye gelirsek iki uzvuna bir unvan pek yakıştırdılar Y ölü: neslimin ortasına PAT! bir bomba: kaldırımtaşlarında insanparçaları çok uzatmak istemem: ölüleri de yıkadılar gördük çoğu bir güne kalmadı hop sayıya dönüştü ki onlar iyi bildiler ekranlarındaki cesetsayan abaküsü! taZiye mesajı: "mas umvat and aş ları mıza alla h-tan r ahmet ke derli ai le leri ba şta olm ak ü zere tü mm illetimize başsa ğlı ğı s abı rve met ane tyaral ılarımızaa cil şi fal a rdil i yo rum."

tan babür


fotoÄ&#x;raf: mali


fotoÄ&#x;raf: mali


Bir son Bahar yolu 8 şeritli otobanda 82 model impala,sağdan 3. şeritte ilerlemekte,koyu kahve kaportasında yer yer göçükler ve boyaların hafifçe silikleştiği yerler görülmekte.Şoför koltuğunda dört beş günlük kirli kırlaşmış sakalıyla Herbert oturmakta,ayağı gaz pedalinde sabit.Yanında ondan 10 yaş genç sevgilisi oturmakta,Jelly,Jelly sigarasına bulaşan ruj lekelerine bakıp dudaklarını siler elinin tersiyle.Dikiz aynasını kendine çevirir ve dudaklarına bakar.Herbert’a döner ; -Bak Jokere benzedim.Herbert gözlerini yoldan ayırmadan başını sallar ; -Zaten sendeki o garip ruh halini sevmiştim.Jelly dikiz aynasını çev irip,elindeki yanmakta olan sigarayı Herbert’a uzatır.Herbert başını olumsuz manada sallar ; -Onu içemediğimi biliyorsun değil mi ?Jelly,sigarayı geri çeker ve dudaklarına götürüp bir nefes alır ve hafif aralık olan camdan sigarayı fırlatır,sigara kaportaya çarpıp kıvılcımlar saçar,Jelly gülümser bunu gördüğünde.Herbert’ dönerek -Herb,neden böyle davranıyorsun ? Cidden korkmaya başladım artık.Herbert vites değiştirirken,dudakları sağa doğru seğirir,gri sakallarını ovuşturur,vitesten çektiği eliyle.Jelly Herbert’a bakar ve gülümsemesini görüp hemen çevirir bakışlarını; -Sana şöyle gülmemeni söyledim,biliyorsun,bu gülümsemenden nefret ediyorum.Seni tanıyamıyorum ,bana bir sebep göster bu davranışların için.Herbert ,bakmadan konuşur -Lütfen bir sigara verirmisin ? Jelly bir süre adama bakar,sonra eğilip torpidoyu açar ve paketten bir sigara alıp yakar,Herbert’ın dudaklarına uzatır,Herbert başını geri çekip hafifçe sağ eliyle sigarayı alır.Çarpık gülümsemesi hala yüzündedir.Vitesi değiştirmek için elini uzatır,ayakları debriyajdan gaz pedaline geçer.Sigaradan bir kez daha nefes alır,dikiz aynasına bakar,arkadan gelmekte olan Buicki görür,başını sola çevirir ve kamyonun geçişine ve dorsesindeki ambleme bakar,atlas dünyayı taşımakt adır,atlas trade co.yazısını görür ve gülümsemesi daha da artar.Dudaklarındaki sigaranın külü uzamaktadır.Jelly adama bakmakta ve bir şeyler söylemekt edir.Herbert’ın son duyduğu “bunun için mi ?” dir.Herbert ayağını yavaşça gaz pedalinden kaldırır.Araba yavaşça hız kaybederken sağ şeride doğru geçer,Herbert en sağ şeride geçip hızını sabitler.İbre altmışı göstermektedir. Ayağını biraz daha kaldırır ve elli de sabitler -Yarın 50 yaşına gireceğim,benim garip doğum günü hediyem,der Jellye bakmadan.Tanıştığımızda otuz yaşındaydım hatırlıyor musun ?Ve sadece altı ay sürmüştü ilişkimiz.Seni bırakmalıydım,bıraktım da değil mi ? Konuşma boyunca yüzündeki çarpık gülümseme durmaktadır.On


yıl altı ay aradan sonra neden geldiğimi biliyor musun ? Sence seni sevdiğim için mi geldim ? Jelly Herbert’a bakar,sigarasının külü düşerken elini uzatıp külü y akalar. Elindeki dağılmış küle bakar bir süre konuşmadan. -Peki neden geri geldin ? Neden arayıp buldun beni ? Arabanın zemininde duran çantasına uzanıp içini karıştırıp paketinden bir sigara alarak çantayı yere bırakır tekrar.Herbert,ayağını gaz pedaline bastırır ve araba birden devir aldığı için motordan güçlü bir ses yükselir. Herbert ayağını gazdan çekip debriyaja dokunur ve vitesi üçe alarak tekrar sertçe gaza basar. Araba birden sarsılarak ileri at ılır,Jelly gülümser. -Demek bunun için çağırdın,gülümsemeye başlar.Herbert kafasını öne arkaya sallayarak -Evet,doğru tahmin.Araba gittikçe hızlanmaktadır,sağ şeritten soldaki ikinci şeride geçerken hafif aralık pencerelerden rüzgar sesi dolma ktadır arabaya.Herbert gülümser,sigarasını dudaklarından alır ve döşemeye atar.Jelly bir sigara daha çıkarıp yakar ve Herbert’in dudaklarına götürür.Herbert dudaklarını aralayıp sigarayı alır.Jelly,arabanın zeminindeki çantaya uzanır tekrar ve eline aldığı ufak bir paketi Herbert’in gözlerinin önüne doğru uzatır.Herbert gülümserken başını hafifçe geriye atar. Jelly ; -Onu senin için açmamı ister misin ? Herbert başını olumlu manada sallar gözlerini yoldan ayırmadan.Jelly ufak paketi açar içinden bir muhafaza kutusu çıkar ve kutuyu açıp Herbert’a gösterirken gülümseme ktedir,siyah bir smith wesson durmaktadır kutuda,içinde mermileri için 6 delik vardır ve sadece biri doludur.Herbert gülümsemesini daha da arttırır ve dudaklarındaki sigarayı alıp Jelly’e döner ; -Seni bunun için hiç unutmadım biliyor musun ? Beni tanıyan tek kişisin dünyadaki.Oradaki tek mermi hangimiz için ? Elini vites koluna hafifçe vurarak sigarasının külünü düşürür,arabayı hızlandır mak için gaza daha da sert dokunur Herbert.Jelly gülümser ve mermiyi alıp t abancanın topunu açar ve mermiyi yerleştirip bir bilek hareketiyle kapanmasını sağlar.Mermiyi namlunun hizasına get irir ve horozu kaldırıp tabancayı arabanın ön panelindeki boşluğa koyar. Herbert’e dönüp b akarken gülümsemektedir; -Hiç mi değişmedin ? Neredeyse on bir yıl geçti ve hala aynı adam öylemi ? Herbert sigarasını götürür dudaklarına,gülümsemesi devam etmektedir ; -Hem de hiç.Gaz pedalini sonuna dek basmaktadır artık,araba beyaz yol çizgilerinin içinden akmaktadır artık. -Değişmek için bir sebep görmedim,ben neysem oydum.Ve sen ne olmadıysam olamadıysam o,ydun. Sigarası biterken sol eliyle alıp ca mdan dışarı fırlatır. Jelly’e dönüp -Arkada bir şeyler olacaktı bakar mısın ? Jelly koltuktan kalkıp arkaya uzanır ve yerde duran portatif soğutucuyu görüp açar;


-Popomu dikizlemiyorsundur değil mi ? Herbert gülümser ; -Düşüncelerimi okuyabiliyorsun hala.Jelly buzların içinden iki bira alır koltuğa döner ve kendini koltuğa bırakır,biranın birini açıp bir yudum alır,Herbert’a uzatır.Herbert sağ eliyle bira şişesini alır ve hız ibresine bakar iki yüz yirmi km yapmaktadır araç.Jelly diğer birayı da açar ve bir yudum aldıktan sonra dizlerinin arasına sabitler.Herbert elindeki şişeyi tekrar dudaklarına götürüp bir süre tutar ve bira yarılanmıştır.Jelly ö nlerindeki yola bakarken birasını dudaklarına götürür. -Az kaldı,burayı hala hatırlıyor olmam garip değil mi ? Herbert -Hatırlıyor olmana şaşırdım,10 km ilerde tren yolu vardı ve yanındaki tepenin ardında bizim ufak gölümüz.Evet çok az kaldı.Birayı tekrar dudaklarına götürür ve şişeyi arabanın arka koltuğuna fırlatır bakmadan.Jelly birasından bir yudum daha alıp buzluktan bir bira daha alıp açar ve yine ilk yudumu kendisi aldıktan sonra şişeyi Herbert’a uz atır.Herbert şişeyi alır ve içer,önlerindeki viraja son s ürat girerken araba spin atar Herbert şişeden fırlayan birayla yıkanırken Jelly dizlerinin arasına sabitlediği birası ve yanlardan tuttuğu koltukla sarsıntıyı hafif atlatmıştır.Herbert ayağını gazdan çekip arabanın savrulduğu yönün a ksine doğru direksiyonu çevirmeye çalışmaktadır,elindeki şişe zemine düşerken Herbert fren pedaline basar araba toparladığında kendini te krar gaza sonuna dek basar ve araba spinden kurtularak tekrar ileri fırlar,yol ayrımı tabelasını gördüklerinde Herbert derin bir nefes verir. Jelly emniyet kemerini çekerek tekrar bırakır ; -Bunu neden bütün arabalara koyarlar ki,hele de senin arabana bunu koymak ha.Herbert ; -Bir sigara daha alabilir miyim lütfen.Jelly paketten iki sigara alıp aynı anda yakar ve birini Herbert’ın dudaklarına tutuşturur; -Bir de yeni bira istersin sen şimdi.Herbert gülümseyerek yerdeki ş işeye bakarak kafa sallar.Jelly arkadan bir şişe daha alır ve açar.Herbert -Bu kez baktım,hala güzel görünüyorsun.Jelly açtığı biradan bir y udum alıp bir süre tutar şişeyi ve Herbert’a uzatır. Yol ayrımına girdiklerinde tren yolu tabelasını görüp gülümser Jelly. -Bununda rastlantı olması gerek şimdi tren geçiş saati olsa mes ela.Herbert gülümser elindeki şişeye bakarak araba yüz yetmiş km hızla gitmektedir. -Rastlantıyla hiçbir alakası yok,trende bir arkadaşım var ve geç ka lması durumunda beni uyaracaktı. Jelly kafasını öne arkaya sallar bir kez ; -Sence hemzemin geçit için biraz hızlı değil misin ?Herbert sigarasını dudaklarından alıp şişeyi götürürken bir yandan kafasını sağa sola olumsuz manada sallar.Tren yolu karşılarında belirdiğinde Jelly sağa ve sola bakar sol dan gelmekte olan treni görüp gülümser,geçitte herhangi bir bariyer olmadığını hatırlar.Tren ve araç çapraz olarak aynı yönlere ilerlemektedir.Herbert trene bakıp gülümser ve gaz pedaline biraz daha


yüklenir ibre iki yüz km,yi gösterdiğinde sabitler ayağını yol bir süre sonra tren yolu ile paralel hale gelir iki metal araç birbirileriyle yarışmaktadır o an uzayda. Jelly -İki,kuyruklu yıldız gibi geldik şu an komik,sen ve ben,tren ve araba,yaşam ve ölüm.Herbert biradan bir yudum daha alır ve önüne dikkatle bakarken ; -Lütfen vazgeçebilme ihtimalimizi doğuracak şeyler söyleme. Jelly umursamaz manada omuzlarını silkip birasını dudaklarına götürür ve bitene kadar tutar,şişeyi yere atar,virajdaki savrulmadan ötürü düşen tabancayı yerden alıp kucağına bırakır.Herbert’a bakar.Herbert ileriye bakarken şişesini dudaklarına göt ürür.Hemzemin geçit görünmektedir artık.Jelly tabancayı eline alır.Herbert gaz pedaline sonuna kadar basar ve gösterge yine iki yüz yirmiyi gösterir.Araba treni geçer bir an ,ardından tren tekrar geçer arabayı.Artık önlerindedir geçit ve trene çapraz konumda ilerlemektedir araç.Jelly eline alır tabancayı ve doğrultur,tren fren yaparken araç hızlanmaktadır.Trenden siren sesleri yüks elirken aracında kornası çalmaktadır.Tabancayı doğrultan Jelly tetiğe dokunur,Herbert Jellye bakar,Jelly kafasını cama yaslamış Herbert’a bakmaktadır,araba hızla ilerlerken birden devirden düşmeye başlar,tren siren çalmaya devam ederken hem zemin geçide doğru ilerleyen araba yavaşlamaktadır.Jelly gülümser,Herbert birasını götürür dudaklarına ; -Ya motoru durduramasaydın ?Jelly gülümsemeye devam etmektedir o da birasını kaldırır dudaklarına.Araç hemzemin geçidin 1 metre önünde yavaşlarken Jelly konuşur ; -Ben her şeyi yapabilirim,hem de her şeyi.Herbert gülümser ve direksiyon simidinin solundaki bir butona parmağıyla dokunur.Motor ç alışmaya başlar ve gaza birkaç kez dokunup Jelly’nin şaşkın ifadesini seyreder ; -Sen aslında hiçbir şey yapamazsın.Şişesindeki son yudumu içer,kapıyı açıp dışarı çıkar.Arabanın içine eğilip ; -Evet ben hiç değişmedim,sende değişmemişsin,kendine iyi bak.Kapıyı kapatır ve trenin geçişini beklerken ışıklar düşer saniyelik üstüne.Jelly Herbert’a bakar,tren geçmiş ve arabanın farlarında beline kadar olan kısmı görünmekt edir.Herbert yürür yavaşça t ren yolunu geçer ve gecenin karanlığında yalnızdır Jelly.

,,,


bu bir şiir, soranlara ''neden öldü?'' dersiniz. al biraz eter, buyur kokla iç imi tasyon gibi durma seril ağaçlar çiçek açmış, yirmi üç nisanlar uzak. mayışma lakırdıları, uzaklaşan duvarlar. kapanan kepenkler, ağaçlar çiçek açmış bir duygudurum değişikliği uzun saçlı prensesim dağa çıkmış elinde megafon haykırıyor: dogmatik düşüncelere son verin! ruhun şad olsun gazali, ağzından dökülen dişlerini seyir ediyorum. izlence, bir yıkıntı panoraması haftanın kaypak adamları sinema gişelerinde kuyrukta karaborsa biletini sattığından anladım ki bu hafta maçı varmış kapalıda, ilahların. göz perdelerimi araladım kaldım, bi' şiir bile yazamadan omzuna elimi attım bir kadının ''pardon bakar mısınız?'' bozuntuya vermemişti omuzları titrek bir şekilde kalktı ayağa gözlerime baktığında şehir sulu sepken ağlak. hiciv değilken bu, jiletliydi sol bacağı kadının. kadın, aynı kadın dogmatik düşüncelere meydan okuyan elinde megafon, maval okuyan sol bacağı jiletliydi eski kocasından hatıra ve bir mitrası varmış lavuğun evinde sakladığı gafticilikten arta kalan kalantor elbisesi bol gelmezmiş artık omuzları düşük gayretkeş, ego bayıltır hasmına. ateşten çemberler yapıp her gece basıyor bağrımıza, en ağrımıza gidense düzülmek bu çağın hırbolarından kraldan çok kralcıydı unutulup giden. çok yaşasın puma zehra, yaşasın en kral bitirimi kolera'nın


arkasından ağlanan ayna karşısında haplayan kendini Gıli Gıli Salih esrar mıydı galiba, eroin damardandı oje koklar hatırlardı, eski hatıralarını. kasıklarında bir ağrı. acaba ne bu tanrım diye haykırmazdı koleralılar gece fazla mesaidendir. siyaset bulandırma bize kolpa reklam ajansları puşt, beşşüz kağıda gazeteler puşt kesilir anında, megafon sönük kalır, çünkü en nadide uyuşturucu, politikadır. lanetli politikanız yerin dibine batsın diyalektiği reddeden konsey büyüğüne gecelerimiz olmasın, diyaloglar konmasın. e canlı yayın mı bu? televizyonunuzu sikeyim, sayın manken on bin dolara.... megafondan bağırıyor rahmetle gazali feryat figan bağırışlar: çok yaşa çok yaşa! elbet biri çıktı ve eliyle yardı kalabalığı heyhat, ışık getirdiğini sandığımız eleman eroinman bir elektrikçiymiş.

yalım aydın

illetişim izmiryer6distro@gmail.com https://w w w.facebook.com/zebelliyat https://w w w.facebook.com/csnsyayimlari https://w w w.facebook.com/hakkimizyayincilikcik https://w w w.facebook.com/izmiryer6Distro https://w w w.facebook.com/groups/iy6isporta


insan ne ile yaşar düşledikçe rahme düşen ilk parça aldandı uyuyakalınca vapur, telaşıyla köpüklü çamur bir de mahmur sansür geç gelir, ve neyle yaşadım da ne ara meyle açtım? dans zamanı şimdi hadi siva, dravdan birkaç adımla sakti, işte sekti! –takdir! olan biten her şeye harap viran mandala, alsana, yaptım işte -çok yaratıcı, budala! benzettikçe bezendim ve yanıldım söz ettikçe şaşırdım ve yüzüme çok su çarptım -mış gibi yapıp kandı yandı ve acıdı görenler eni konu anlayınca, bırakıp sakince salladılar. güzel sarsıldım düşmedim, hayatım güzel üçlü –tökez, öksür ve tıksır şüphe mi ederim, hayır hayır bence yemin edelim, çünkü sarıda geçtim, al kayda geçir. aldı kayda sardı başa ve çekti üçer üçer bela saldı kaydı baktı bana ve çekti içine hep duman. yaşa ve yok ol çünkü boşa taş atan ne arar bu tahtta kendine pay dünyasında ölememiş, yanımda da kalamamış, size göre arafta da bize göre terasta. yudumladı bi ara birasını, birkaç boş nefes ve dedi ki gribe koşuyorum fena halde galiba gidiciyim, bitince yani biramın tamamı e banane çünkü dedim ben değilim ki bekçi. korktum konuşmandan arkamdan, şahit olamamak ve zor bilmece geçmesi zor kırık kapıyla sert düşüş itiş kakış kirli surat, balonlu boşluk muamma ışık, maddesel öpücük utanç, akabinde duygu seli küpeşteden boşalır en sonunda dönüş yolu ve boş bi sırıtış sana kalır.

ithaf.


Hee Bozuk radyosunun antenini kopartıp uzağındaki kumandanın düğmesine basmaya çalışıyordu. Boğazı kurumuş fakat su almak için dışarı çıkma zahmetine katlanamayacak kadar üşengeçti, keza gitmesi gereken bir yer zaten olduğu halde. Odayı sigara dumanı mı kaplamıştı yoksa artık odanın normal hali bu muydu tam olarak kestiremiyordu, iyi duymayan kulakları ile dışarıdan geçiçek simitçiyi bekliyor olsa da, aslında bu sadece zaman geçirmek için edindiği bir görevdi san ırım. Tam olarak anlaşılmayan bir dilde birşeyler mırıldanıyordu, sezdbıjırkibarlaktastarkak… zihninde bu kelimelerin manalarını görebildiğine inandı bir süre, ge rçekten yalnızken eğlenecek pek bir şey yoktu oysaki. sıradan haberler zamansız kalburüstü peri. Evet sonlu değildi fakat yeni haberler gelmişti onun için, elindeki kağıtları çıkarıp baktı saatin çok geç olduğunu farketti. Bulaşıkları yıkama mevsimi çoktan geçmişti, geriye kalan zamanda ancak deşifre etmek için uğraşabilirdi. Kalktı si lkelendi ve ağrıyan belini görmezden gelerek çizmeye başladı. Sigarasını yaktı ki sigaradan gerçekten nefret ediyordu ama içmesi gerektiğine inanmıştı, bunu kesinlikle ona birileri inandırtmıştı belki sigara markaları. Çocukluktan kalma klavyesini alıp boş boş bir şeyler çalmaya başladı, bu da rituelinin bir parçasıydı, sigarası bitince yeni bir tane daha yakmak istedi ama kalmamıştı artık sigarasız ve susuzdu ikisinede ihtiyacı olmadığına inandırmaya çalışıyordu kendini zihnini o kadar yitirmişti ki, dergide gördüğü beyin resminden etkilenmiş olucak beynini sümüklü böceklerin oluşturduğunu düşünüyordu, bu böceklere isimler vermişti bile. Bekleyemedi bu kadar garip bir durumu kesinlikle kullanması gerekiyordu hepsi onun farklı şeyler söylemesine yapmasına sebep oluyor, bazen yaptığı şeylerde beş altı tanesinin birden etkisi oluyordu. Nefes almaları yemek yemeleri hep problemdi onun için beyninde sümüklü böcek salyaları vardı bunlar baş ağrısına sebep oluyordu, birkaç ayda bir boşalan burnunda uzun uzun salyaları akıtıyordu ki sümüklü böcekler rahat edebilsin, iğrenç hayvanlar kafatasını doldurmuştu bile ama. Üreme derdinde değillerdi en başta ama kendisi iyice üreme derdine girince sümüklü böcekler ürüyordu yeni olanlara yeni isimler takıyorlardı kendi aralarında eee tabi onların dilini anlamak imkansız bu yüzden ciddi bir deşifre çalışması gerekiyordu. Deşifre etmesinin iki yolu vardı birisi karışık resimler çizmek, bunları dikkatli yapmalıydı keza burada hata olması yeniden baş ağrılarına sebebiyet verebilirdi. İkinci olarak klavyesiyle rastgele dikkatsiz çaldığı şeyler bunların hissettirdiklerinden tam olarak onları anlamaya çalışıyordu. Böcekler hayatı içerisine bir sürü ipuçları koymuşlardı, bu yüzden eski dergileri, sağda solda bulduğu kitapları karıştırıyordu tam olarak bulabilmek için. Onlar dışarıdakiler ile haberleşebiliyorlardı tabi ki böyleydi başka türlü nasıl koyabili r-


lerdi ki tüm bu ipuçlarını. Hayatında verdiği tepkiler de onun için çok önemliydi özellikle bilmeden verdiği tepkiler dilsürçmeleri bunu bir yerden öğrenmişti nerden hatırlamıyordu, dilsürçmeleri kafanda yaşayan sümüklüböceklerin verdiği mesajları iyice almanı sağlar yoksa kayışı koparırsın. Ya da buna benzer birşeyler anlatıyordu, çok da önemi yoktu zaten. Anten ile burnunu karıştırarak onları rahatsız etmeyi denemişti ya da dumanı iyice beynine gidicek kadar çekmeyi sonu pek iyi olmamıştı, sonuçta onlar düşmanı değildi ama insan bir şekilde ulaşmak istiyordu işte. Yolculuğa çıkıcaktı zamanı gelmişti. Atladı karaböcek kabuğundan yapılmış teknesine, sular nükleer atıklar ile doluydu, tek çareden yapılmıştı teknesi. Kaprara sularda ay ışığında yolculuğuna başladı. İlerledi uzun uzun ve yeterli zaman geçtikten sonra kıyıyı düşledi. Düşlemesi ve orda olması arasında bir fark yoktu, tanrı gibi adamdı, nerede olduğunu bilmiyordu ama bu koskoca karanlık deniz ile alakalı bir yerde değildi. Koca antik yunan yapılarının arasında buldu kendini. Antik yunan kalıntıları arasından bir tiyatronun içine girdi. İçeri girdiği gibi kimseye dikkat etmeden en önde bulduğu ilk boş koltuğa oturdu, sonra gördüğü şey çok farklıydı. Herkes tiyatroda ters oturuyordu, ters oturmakla kalmıyor he rkes birbirini arkadan dürtüyordu. O insanlara baktı ama yüzlerini göremedi, yanındaki insanların yüzlerini göremiyordu, biri geldi yanına. Mösyö şovu kaçırcaksınız düz oturmak ister misiniz diye, o da ben zaten sahneye dönüğüm herkes kafayı yemiş dedi. Ağzı inanılmaz kurumuştu, ve çirkin tadlar geliyordu ağzına. Birden oda çok kötü kokmaya başladı koktukça insanlar gülüyorlardı. Kimin güldüğünü anlayamıyordu bile, kimsenin yüzü yoktu dehşet içinde çılgın gibi attı kendini sahneye yerinden kalkıp. Sahnede boydan boya kumaş buldu, onu yırtıp diğer tarafına geçti. Şehrin içinde gezinmeye başladı sonra. İnsanlara bakmamak için elinden gelen herşeyi yapıyordu. İnsanlar tehlikeliydi. Sonra bir otobüs geldi, direk atladı duraktan. Otobüste bir adam, bir kadın, bir de grup erkek vardı. Kadın çok güzeldi ilgisini çekmişti ama grup erkek o kadar ters bakıyorlardı ki hiç bir şey yapmak ge lmiyordu içinden. Yine de neler denese diye düşünmeye başladı. O sırada yalnız adamın yanına oturdu, elinde su şişesi olduğunu gördü. Sordu acaba biraz su içebilir mi diye, adam çok beyefendi biriydi tabii ki dedi içebilirsiniz. Garip bir şişesi vardı, mavi renkteydi, direk dikti susuzluğu inanılmaz büyümüştü, fakat bir anda ağzı yanmaya başladı. Kustu otobüsün ortasına sonra, adama dedi nedir bu böyle çok tuzlu. Deniz suyu dedi adam, en doğalı bu, sağlıklı yaşıyorum dedi. Grup genç bir anda adamımıza bakmaya başladılar, yaptığı hareket çok garipti çünkü. Şöför de rahatsız oldu ama bir şey demedi. Grup genç kadına sordular rahatsız ediyorsa kapatalım hesabını diye, ama kadın saçmalamayın siz kimsiniz eşkiyamısınız dedi.


Beyefendiye sordu nerden tatlı su bulabilirim diye, adam ona azte kler durağında inmesi gerektiğini söyledi. Onun indiği duraktan iki durak sonra inmesi gerekiyordu. Sessiz sessiz bekledi susuzluğu kamışını kaldırmıştı, bu çok saçmaydı niye olduğunu bilmiyordu ama susuz olmak nedense cinsel arzularını inanılmaz uyandırmıştı. Kadın kahramanımıza yanaştı, grup genç delirerek bakıyorlardı, bizim gibi kaslı birisine nasıl yanaşmaz bu salak herife yanaşır gibi. Cidden kahramanımız da irkilmişti su bulmak isterken kadına ihtiyacı yoktu kamışı dimdik erekte olmuş olsa da. Kadın biraz daha yaklaştı, kahramanımıza sürtmeye başladı, çocuklar kafayı yemişti, kahramanımız hala ses veremiyordu. En sonunda kadın eee bir şey demicekmisin dedi, kahramanımız ne diyebilrim ki demek istedi ama içi erimişti. Şöför laf etti siz ne yapıyorsunuz arkada, bunu fırsat bilen gençler adamı aldılar koltuğundan ve biraz hırpaladılar sonra ilk durakta attılar kenara, kadında herifi ibne falan sanmıştı o yüzden bir şey demedi, fakat sadece s usuzdu. Ağzı yüzü kan içinde ne yapıcağını şaşırdı K. Otobüsten atılmıştı inemesi gereken durakta da inememişti. İndiği durağa baktı, adı Amazon’du. Yağmur yağıyordu, yüzündeki gözündeki kanlar temizlenmişti hiç olmazsa. İndiği yerde dizine kadar su içerisinde yürümeye başladı. Sular içerisinde örümcekler, kertenkelele r, türlü amazon hayvanları vardı, direk ormana dalıyordu zaten. İlerledi düşünmeden gittikçe gitti, yarım saat ya da bir saat gitmiş olmalıydı. Karşısına kocaman bir bina çıktı birden, bir gökdelen. Önceden gelirken görememişti onu ama birden çıktı işte. İçeri attı kendini, içeride kocaman bir lobi vardı, çok büyük boş ve kuru alanı olan. Yerleri lacivert parlak taşlardan döşenmiş, içeride rahatsız edici egzotik bir his, betonun ciddiyetiyle birleşmişti. Girince üstünü aradılar birden hızlıca, sonra bıraktılar. Danışmada bekleyen kişiye merhaba dedi, adam direk ona döndü, dosyalarına baktı, kara kara düşündü. 19. Kata gitmelisiniz beyefendi dedi. Mana veremedi neden o kata gitmesi gerektiğini de bilmiyordu zaten. Bir kalabalık furya geldi ellerinde gazeteler james bond çantalarla, şapkalı, pipolu insanlar. Onu da aldılar içine ve asansöre attılar bir anda. Katlar yavaş yavaş yükselmeye başladı her katta duruyordu asansör, fişleme katı, sebepsiz yere birşeyleri bıraktırma katı, sandığını sanmayacağın bir hale getirerek algını değiştirme katı, canı sıkılınca mastürbasyon yapma katı… böyle gidiyordu mastürbasyon katına geldiğinde gerçekten orada insanların ufak ofis odacıklarında mastürbasyon yaptıklarını gördü çok garipti herşey. Baş ağrısı başlamaya başlamıştı, susuzluğu iyice arttı, ve kamışı, kalkmış olması gereken kamışı ortada değildi, kamışı yoktu siniri bozulmuştu. Girerken aramada almış olmalıydılar, sanırım çok iyi arıyolardı. Buraya geliş amacının su olduğunu hatırladı sonra ve yanlış durakta inmesine rağmen, zaten suyun içinde inmişti, garip bir şaşkınlık ve kızgınlık hissi sardı v u-


cudunu terlemeye başlamıştı siniri bozulmuştu. Zaten suyu içebilirdi buraya niye girmişti ki. Şimdi kamışını bulması gerekiyordu. Asansör görevlisi ona hasta olup olmadığını sordu, o da olmadığını söyledi. Asansör görevlisi ters ters grip hastal arının neden evde yatmayıp buraya geldiklerini sordu, yani nerden bilebilirdi ki. Kamışını bulması gerekiyordu 19. Katta indi burası acil depolama ve serzenişler katıydı, bu nedemek bir fikri yoktu. İndiği gibi pantolonunun içini yokladı, taşşakları ordaydı ama penisi yoktu. Su içemezdi bu durumda, eğer içerse çişi gelicek ve penisi olmadığı için işeyemeyecekti. Kendi kendine söylenmeye başladı böyle, adamın biri geldi lütfen koridorda serzenişte bulunmayınız diye direk bir odaya aldı. Söylendikçe, söylendikleri karşısındaki kişi tarafından daktilo edilmeye başladı, o da aşağı yukarı sorunlarını anlattı. Taşakları şişmişti ama penisi yoktu, bunları yazan kadın kağıdı çıkartıp pakedin içine koydu ve pakedi bantladı. Sonra şutladılar bunu bir anda, kamışını geri almalıydı, ve sonra su içmeliydi. İki tane havalandırma için çalışan adam gördü bu çalışan adamların yanında bir tane silahlı asker bekliyordu, altı üstü hav alandırma neden asker bekler ki yanında. Havalandırmaya girerse heryere ulaşabileceğini düşündü, böylece penisleri sakladıkları yere gidebilirdi. Yanındaki hi zmetçi dolabına girdi ve orda bulduğu kıyafeti giydi. Ama dışarı çıktığı gibi iyi giyimli bir adam burda ne işin var 28. Kat temizlenmesi gerekiyor demişti, iyice sinirleri bozuldu. Direk asansöre bindirildi ve 28. katta indirdiler K.yı burası şehre açılıyordu, şehri mi temizlemesi gerekiyordu yani. Çöp arabasına bindirdiler onu bir anda, çöpçü olduğunu farketti. Hey biraz cigara içmeye ne dersin dedi yanındaki adam. O da tamam dedi, biraz kafayı iyi olsa fena olmazdı aslında. Çöp arabasını ıssız bir sokağa çektiler. Kendinden nefret ediyordu, o kadar ediyordu ki başarısız olucak ise insanları üzeceğinden korkuyordu ve eğer başarılı olucak ise birilerinin olması gereken yere geçeceği için kararsız kalıp yine kaybediyordu. İştekiler kendilerini iyi hisse tsinler diye onlara nefret edicekleri bir tablo sunmuştu. İşe erken gittiği zaman insanlar ondan herkesten önce gidiyor patron yalakası diyolardı, sonradan geç gitmeye başlayınca ona kızma hakları doğmuştu işini savsakladığı için, bu onlara kendilerini iyi hissettiriyor diye bir şey demiyordu. Patron ilk olarak sessizliği iyi çalışkan bir işçi olucağını gösterdiği için onu sevmişti sonradan sessizliği, sessiz sessiz uyumalara işi aksatmalara, geç gitmel ere dönmeye başlayınca patron da ne diyeceğini şaşırmıştı. Patron herkese herk esin ortasında laf edebiliyordu ama bu adama acıyordu laf edemiyordu hem de adamdan biraz nefret ediyordu, çünkü hiç konuşmuyordu kendine güveni çok eksikti. Etrafındaki insanlar da ona karşı çekingendiler başta ama patron yalakası olduğu halde patronla iki muhabbetin belini kıramayan bir adam olduğu için ke ndilerini yine de şanslı sayıyolardı. O ise insanlar ne yaparsam yapıyım beni sevmi-


cekler diyordu kendinde hiçbir zaman insanların onu birşekilde sevebileceği biri olma potansiyelini görmemişti, kendi meşruiyetini hiç olmazsa insanlar gibi bi rbirlerinin arkasından konuşmuyorum ya da çakallıklar yapmıyorum diyerek sağlıyordu, ne motivasyon ama. Onlar gibi çirkin biri değildi tabi ki, bunu düşündüğü zaman kendini sevdiği fikri geliyordu aklına kendinden daha da nefret ediyordu böylece, kibir iğrenç birşeydi çünkü. Sabahları kalktığında şans eseri belli yatış şekillerinden sebep saçları dağınık seksi görünebiliyordu, ama yana tarayarak çirkin suratını iyice ortaya çıkarmak istiyordu. Gerçekten görünmez olmak istiyordu bazen ama i nsanlar arasında o kadar sırıtıyordu ki görünmez olması imkansızdı. Belki de bir tür ilgi çekme şekliydi onunkisi. Akşamları televizyon izlerken cips yemek en sevdiği hobisiydi, bazen kendine supriz olsun diye patates kızartıyordu. Aseksüel olduğu üzerine kendini inandırmıştı, tek sevdiği kadın annesiydi o da yıllar önce ölmüştü zaten, herkesi seviyordu ama insanların bedenleri üzerinde cinsel dürtülerinin akmasını sağlamak kesinlilkle onun yapabileceği en iğrenç şeydi, bu yüzden her kanalı izleyemiyordu. Bazen porno kanalı denk geliyor birkaç saniyeliğine gözünü alamıyordu sonra değiştiriyordu. Rüyaları erotikti, rüyasında bile onunla seks yapmak isteyen birini reddedebiliyordu sonra sabah kalkıp işe gidiyordu. Hayattan en nefret ettiğini söyleyen kişiden bile zibilyonlarca daha fazla hayattan ve kendisinden nefret etmek üzerine inanılmaz bir yaşam düzeni kurmuştu böylece. Bir şeylerden ne fret etmesi yasaktı yoksa kendini onlardan üstün gördüğü anlamına gelirdi, ooo lou sen tam bir delisin, bu kadar deliliği nasıl kaldırıyorsun böyle. Ne adamsın ama. Sessizliğin çok şey söylüyor, bir de sanki hiç farkedilmiyormuş gibi tavırların var ya, resmen yakıyorsun ortalığı. Bir yandan bağırıyorsun ben burdayım diye diğer yandan yapamam diyorsun, bilincin ve dışının bu kadar yaşadığı çelişki, çatışma inanılmaz. Tüm bu sakarlıkların, sessizliklerin, adapte olamamaların ile insanlara hepinizi sikerim deyişin inanılmaz, sen aseksüel değilsin lou maalesef. Sen döllerini girdiği her köşeye saçıyorsun, deliliğin dolup taşıyor, ama işini engellemediği için deli bile sayılmıyorsun. Bence seni tımarhaneye tıkmalılar, hatta hapse atmalılar insanlara yaşamlarının manasızlığını hatırlattığın için. Aslında biliyorsun dimi insanlara yaşamlarının manasını hatırlatıyorsun bir yandan da, kendilerini cidden normal görüyolar seninle, ne adamsın ama istediğin hiçbirşey olmuyor. Seni sevmemek ve senden nefret etmemek elde değil.

Kurbağa


fotoÄ&#x;raf: izmarit adam


fotoÄ&#x;raf: izmarit adam


Never found our way -Taksim bu şehrin göt deliği haline geldi.

-Biz de kentin bağırsaklarından geliyoruz zaten.

Yürüyorduk o akan kalabalığın içinde. Buraya ait hissetmiyorduk belki ama başka hiç bir yere de ait hissetmiyorduk. Yürürken boynumda hala kravat olduğunu fark ettim. Bu canımı yakıyordu. Boynuma taktığım bir bez parçasına fazla anlamlar yüklemek istemiyordum ama yine de c anımı yakıyordu. Bir şeylere ihanet ediyormuş gibi hissetsem de tam olarak neye ihanet ettiğimi bir türlü bulamıyordum. Genelde böyleydim. Kendimi bildim bileli. Hep bir şeyler kafamı karıştırır ve canımı acıtır ama tam olarak nedenlerini bulamazdım. Her şeyden biraz biraz gibi. Yarı şehir filozoflarını bilirsiniz; her şeyden biraz fikirleri var gibidir f akat o konulardan her hangi biri hakkında derinlemesine bir bilgisi yoktur. Böylesi düşünceler karşısında kendimi öyle hissederim. Evet, T aksim’de, kalabalığın içinde yürürken, boynumda babamın tabiriyle ‘’medeniyet yuları’’ yine kendimi bir şeylere ihanet ediyormuş gibi hissediyordum. Fakat Amir sakinleştiriyordu beni. ‘’Takılma böyle şeylere’’ dedi. Takılmıyordum, canım acıyordu. Boynumdan çıkarıp sırt çantama attım. ‘’Neticede, para kazanmak zorundayız.’’ İnanmıyorduk bir çok değere ama paraya ihtiyacımız vardı. Düşününce, bunlar üzerine düşünmek de saçma. Kime karşı neden bir borcum olsun ki, yani maddi anlamda değil, fikir olarak. Birilerine ihanet edebilmeniz için önce onlara biraz aidiyet hissetmeniz gerekliydi. Ben ise kendimi bildim bileli hiç bir şeye tam olarak aidiyet duygusu geliştirememiştim. Bazılarını bunun bir problem olduğunu söylüyordu ama sikmişim onların palavralarını. Amir’de hak veriyordu; ‘’insanlar kendilerini rahatlatmak için bir şeye aitlermiş gibi yapıyorlar. Çünkü herkes kendini bir şeyle tanımlamak ister. Kimileri sahip oldukları eşyalarla, kimileriyle sahip oldukları mesleklerle, kimileri birlikte olduğu kadınlarla, kimileri takıldıkları insanlarla, kimileri soyadlarıyla! Ama illaki bir şeyle tanımlama ihtiyacı duyar kendini. Bu bana biraz tuhaf geliyor ama böyle yapmadıkları zaman kendilerini çıplak hissediyorlar.’’ Amir haklıydı. Amir genelde haklıdır. Yürümeye devam ettik. Robin Hood’a gelip köşeye oturduk. Hep buraya


geliyorduk. Açıkcası başka bir yer bildiğimiz de yoktu zaten. Ucuz bira, eskilerden bir iki güzel şarkı, barın kedisi ekip tamam oluyordu. Gözlerimi duvara diktim. Yalan söyledim karşı masadaki kızın göğüslerine baktım bir süre. Bir şeyler okuyordu, gözlerimi göğüslerinden ayırınca fark ettim. Henüz saat erkendi ve bar tenha olduğu için rahatça bir şe yler okunabiliyordu. Portishead çalıyordu. Kızın göğüsleri güzeldi ve bir şeyler okuyordu. ‘’Never found our way.’’ Haklısın. Amir gerçekten duvara dikmişti gözlerini. ‘’Never found our way’’ Kızı rahatsız etmemek için gözlerimi önüme konan bira bardağına diktim. Ne okuduğu merak ediyordum ama ne önemi vardı şimdi bunun? Amir duvara kitlenmişti. Sanki duvarda gezinen bir böceği takip ediyor gibiydi gözleri. Şehirde yeniydik, taksimde başka bir yer bilmiyorduk, duvarda böcek yoktu belki karşı masada bir kız bile oturmuyordu. Ama oturması gerekiyor çünkü böylesi zamanlarda karşı masada güzel göğüslü bir hat un oturur. Her neyse. ‘’Never found our way’’ Ne aradığımıza dair bir fikrimiz yoktu ama bulabildiğimiz bir şey de yoktu. Önemli değil. Hiç biri önemli değil. Amacımız yoktu burada. Hiçbir şeye ihanet etmiyorduk. Kimseye ait değildik çünkü. Karşı masadaki kıza da ait değildik. Bu bara da bu şehre de. Voltamızı almaya karar verip tekrar sokağa attık kendimizi. Kalabalığın içinde, ne yöne gidec eğiz, bu hikayeyi nereye bağlayac ağım? Genelde sonunu getiremem. Ama sanki bardan çıkarken, kız bir şeyler mırıldandı. Onu da bağlayamazdım. Yine de kapıda, dönüp masasının tarafına baktım. Onun yerine Beth konuşuyordu; ‘’no more can i say, frozen to myself’’. Saçmalıyorum. Ucuz bir kahramanlıkla kravatı çöpe atarken yarın sabah işe giderken lazım olmayacakmış gibi ve Amir’in ‘’hadi oğlum, hadi gidelim.’’ sözüyle irkildim. Gidelim. En iyisi gitmektir. Gittik.

milattansonraikibinonyedi

ibrahim


döndürülemez dünya-yolunda-n başına gelip sordular, kim ölmüş? katil kurbanını öldürmeye çalışırken kurban katilinin katlini bulmuş. aşık kadınlardan alın şu cinayet tekelini! dedim. fularlarla bağladım intiharları. imtiyaz sahibi bir kadınım ölüm konusunda. bilgeliğim kandan gelir. gelin, mevsimi geçmiş çiçekler dikelim de dedim. uzun vaadede sevdim. üç vakitler bile çıkmadı falımda. fallansın taş gözlerin. bir pastaneyi etraflıca gezdiğin meydanlar, hem de bir niğde gazozu için kurusun ve düşsün yakamdan. bana benzeyen şehriniz yere batsın. batsın mevkilerim iliştirdiğiniz rozetlerle göğüs hizalarımda. atışma seslerimizi kısa tutuyorsun, yapma. eylemin imkansızlığı üzerine düşünürdük biz, imkanın dahilinde kalma. sakın bana! annene bir çerçeve almak zorunda bırakma mesela. alırım. aldım. biliyorsun. şimdi bir ahkam daha alır keserim, acımam. ahkama değil sana acımam keserim. keserim şarkını, hem sesin öyle titrerken keserim sen izin vermezsin hem öyle yığılıp kalırım ki döşeğine yatağına değil, döşeğine kelimenin kökünü seviyorum diye


sana anlamsız şeyler türetirim. ustura alır yollarım sana. ölüm ve kalım şah ve sakal ve mat. bu bir ihtimalsizliğin enkazı. içindeyim tek adımla ve bir adımla da mahallenin dilinde. niye dokundun bana diye soruyorsun, bak bana tenini sorma. anlamıştım, böyle olur. aklamıştım seksensekiz tuşu da. firen var deme. sana yer ayırdım ritmimde. tek nefeste biter, biter yani. nefesim idareli, nefesim beni öptüğün mavi. kesik. kırık. sonsuz. güzel yazdı şöbizaretta

okuyalım okutalım. upon semt, zack’in koyduğu isimle, upon zemt, ya da olur öyle de dersek upon zack, ve çeşitli varyasyonları ile, çıkmaya ve bizi delirtmeye devam ediyor. nerede bulucaz bu fanzini diyorsanız, kısa bir arama tarama kurtarma girişimi ile, örneğin fix yüzdeyüz tiryaki kedi’de, ve başka bir çok güzide mekanda, bulabiliyorsunuz efendim. hemen bi koşu gidin alın. yeni sayıları da yolda. hatta zebelliyat’tan hızlı davranıp, biz fanzini basana kadar yeni sayısı çıkmıştır belki de.. ısrarla tavsiye ediyor, başka ca da bir şey demiyok..


upon zack - 1. bölüm 1. çalışmak enayiliktir. hele ki bir fabrikada çalışıyorsanız, enayinin daniskas ısınız demektir. maksimum bir haftada ürettiğiniz işlerden maaşınız çıkar, geri kalan günlerde patrona çalışırsınız. hatta, geçmişte çalıştığım yerlerden birinde, maaşımı bir günün yarısında bile çıkarıyor olabilirim. bunu biliyorum çünkü araştırdım. aklıma düşmüştü, bir keresinde. bir gece vardiyasında bastığım işlerin ben bastıktan sonra –plastik enjeksiyon işiydi- çöküntü yapması ve hurda olması sonucu, şef tarafından azarlanırken ki azarlanmaya gelemem, bu yüzden sikerim işini diyerek, direkt dışımdan karşımdaki azarlayıcıya bunu sö yleyerek işi bıraktığım vakidir, her neyse, azar işitirken, neyse parası maaşımdan kesersiniz olur biter, demiştim. şef de, senin maaşın karşılamaz zararını demişti. ben de bir gece herkes yemek molasındayken gizlice muhasebe bölümüne girip, gündüz kesilen faturalara baktım, haklıydı şef, tanesi 80 liraydı o gün hurdaya çıkan işin ve ben bir gecede 1500 adet basmıştım. bizden istenen sayı buydu, ve 1500 çarpı 80, 120 bin lira ediyordu. bastığım işin tanesinden bir lira kar edildiğini bile düşünsek ki bu çok az bir rakam, 1500 lira kar demekti bir gecede, bir vardiyada, tek bir makinede, ve benim maaşım o günlerde 715 liraydı. maaşım karşılamazdı hatalı bastığım işin faturasını, ve her neyse başa dönecek olursak, dediğim gibi, çalışmak enayiliktir ve ben de bu enayiliği 50 yaşıma kadar sürdürmeye karar vermiştim. 35 yaşında bir işe girmiş, sağlam yani maaş günü sekmeyen, çalışma saatleri dışında fazla mesaisi olmayan -ki bu benim işime gelir- bir yerde çalışmaya başlamıştım. ailemle yaşıyor, maaş ımın üçte ikisini anneme veriyordum. kalanının çok az bir miktarını harcıyor, bunun için alkolümden kesiyor, tütün içiyor ve haftada bir gün dışarı çıkıyordum, bu şekilde para biriktirerek 50 yaşına kadar çalışacak ve emeklilik için gereken sigorta günüm dolunca da, ellimde doluyordu, istifa edicek, bu şekilde bir istifa ile yani sigorta günümün dolması bahanesi ile tazminatımı da alıp biriktirdiğim paranın üzerine koyarak bir on yıl idare etmeye çalışacaktım. altmış yaşında olacaktım emekli. eğer yaşarsam.. 40 yaşıma geldiğimde verdim istifamı. 5 yılda 30 bin lira biriktirmiştim. yeter diye düşünüyordum. intiharı kafaya takmıştım bir kere. yapıcaktım. zamanını kolluyordum. ve artık çalışmak istemiyordum. 3 vardiya bir iş, her biri bir ma nyak olan iş arkadaşlarının aptal soruları; neden evlenmiyorsun, evini işe yakın bir yer taşısana, şu karıya çakar mısın, hafta sonu maç nolur, halı saha maçı yapıcaz gelir misin, ve dahası bel altı şakalar. ben muhatap olmasam da hiç kimseyle, mutlaka gelip laf atıyorlar, bulaşıyorlardı. sevmiyordum hiçbirini. her neyse, 40 yaşıma geldiğimde, bir bahar günü, nisanın üçünde, verdim istifamı. direkt sabah vardiyasında servisten inip insan kaynaklarını gittim ve işten a yrılmak istediğimi söyledim. çok şaşırdılar, sevilen bir enayiydim çünkü onlara göre, işini hatasız ve eksiksiz yapan, iş yerinde sorun çıkarmayan, nadir bulunan enayilerden…


tazminatımı vermeyi kabul etmediler. eh olsun, açacağım eski kitap işportasından da biraz tırtıklar, intihara hazır olana kadar geçinebilirdim. intiharım bir depresyon intiharı değildi. üzüntülü ve kederli değildim. mutsuzdum evet ama mutsuzluğumun kaynağı çalışmak zorunda olmaktı. istifa ettiğim gün mutsuzluğumda yok oldu. mutlu da değildim ama, çalışmak zorunda olmak dışında hiçbir şeyi umursamıyordum ki istifa da edince de umursancak bir şey kalmamıştı hayatımda. karataşta oturuyordum, izmirde yani, yeni taşınd ığım evde, -üç ay önce annem ölmüş, ben de buraya taşınmıştım- ilk özgür günümün partisini verdim kendime. eve gelirken iki tane bir buçuk litrelik şarap biraz da çerez almıştım, iki paket de chesterfield. müziğimi açtım ve kafam da biraz kıyak olunca, öğlenin birinde, şarkılar söyleyerek karşıladım özgürlüğümü… yine de intihar yan cebimden bana göz kırpıyordu. bugün olmazdı. şimdi değil, biraz çalışmak z orunda olmamanın, alarma uyanmamanın keyfini çıkarmam gerekiyordu. ertesi gün, kitaplığımdan 20 kadar kitap seçip, elimde kalan fanzinlerle beraber evden çıktım. işporta tezgahı açacaktım. ara ara, yani ayda belki en fazla altı gün açıyordum tezgah. fabrikanın ruhumdan emdiğinden kalanı ile ancak bu kadar gün.. ama artık her zaman işportada olacaktım. seviyordum işporta sohbetlerini, iki üç arkadaşla da denk geldin mi, tamamdır. yalnız başına oturmak da keyiflidir, yoldan geçenlere laf atarsın, içersin şarabını, bazen müzik açar bir arkadaşın akıllıdan, ve kaldırımda oturmanın tadını çıkarırsın, hiç iş olma sa da. her neyse, alsancak kilise sokağına vardığımda yerimin turgut tarafından kapılmış olduğunu gördüm. sevmiyordum turgut’u, işportadaki hiç kimse se vmiyordu. sürekli kavga çıkarıp ona buna bağırır, milleti rahatsız eder, iş de yapamazdı pek, büyük hayalleri olan bir kaybedendi. ben kaybetmemiştim, kazanmamıştım da, yarışa dahil etmiyordum kendimi, turgut yarışın içindeydi, oyunda son hızla koşmaya çalışıyor ama ayağına gelen topları sürekli avuta ya da kendi kalesine gönderiyordu. ben seyirci olmak bile istemiyordum bu oyunda, hiçbir şeyi, ama gerçekten olmuş ya da olacak hiçbir şeyi umursamıyor, kendi dalgama bakıyordum… ilk gün size anlatabileceğim enteresan bir şey olmadı. sadece, o tuhaf kız gelip bir fanzin daha aldı. hiç konuşmazdı. son bir yıldır, işportama gelir, bir fanzin alır, avucuma üç lira bırakır giderdi. istersen şunu da hediye edeyim, kendi kitabımı vereyim, bak bu yeni çıktı gibi her türlü muhabbet girişimlerime sessizlikle karşılık verdi hep. gözlerimin içine boş boş bakıp, parayı uzatıp giderdi. sesini bir kes bile işitmedim bugüne kadar. ama mutlaka, ben işporta açtığımda, ki işporta açacaksam eğer, bunu mutlaka internetten, işporta için açtığım gruptan duyururdum, oradan görüyordu muhtemelen, ben işporta açtığımda mutlaka gelir ve bir fanzin alırdı. evimde sekiz yüz kadar fanzin vardı ve her işporta açışımda yeni bir fanzin olurdu mutlaka tezgahta. zaten ayın en fazla altı günü açabiliyordum tezgah. ama o gün, evden çıkmadan önce, inte rnetten, artık, aksilik olmadığı sürece her gün tezgah açacağımı duyurmuştum. bakalım, adını bile bilmediğim, bu tuhaf kız, her gün gelicek miydi tezgaha.. o da benim gibi bir tür kaçık sayılırdı.


o gün tezgahı saat onda kapatıp, evime geldim. yürüme mesafesinde sayılır evim. alsancak karataş arası en fazla otuz dakika. elde küçük boy bir valiz olunca, işporta çantası, olsun olsun 40 dakika sürsün. otobüse binmekten ye ğdir. alkollü olunca biraz sinir bozucu olabiliyor ama artık daha az harcamalıydım. kahvaltıyla duruyordum, dışarda bir şey yememiştim, şu tuhaf kızın aldığı üç liralık fanzin dışında da iş yapmamıştım. alkolde almadım. eve gelip bir güzel ekmek arası ile doyurdum karnımı. telefon çaldı, arayan mustafaydı. yoldayken mustafayı aramıştım. açmamıştı. belki çalış ıyordu, bugün tatil günüydü gerçi ama ekstreye çağırmış olabilirlerdi, alsancakta bir barda part time çalışıyor, ailesi ile yaşıyordu kendisi. evimiz yakın sayılırdı, bazı günler bize gelirdi. bu gün de gelebilir miydi diye sormak istemiştim. o nedenle ara mıştım. yaklaşık 2 saat sonra döndü geri. açtım telefonu. “naber moruk müsayit misin?” “işteyim şimdi, iki de çıkıcam, ne o lan işi naptın her gün işporta açacak mışsın diye yazmışsın nete?” “istifa ettim” “iyi bok yedin, napıcan şimdi?” “hiç.. gelsene gece bize” “ikide çıkıyorum dedim duymadın mı amcık ağızlı?” “iki buçuk da bizdesin işte?” “sahura mı geleyim yani?” ramazan ayındaydık.. “he ya, yarın oruç tutmaya niyetlendim ben de” “olmaz bugün moruk, yarın işportaya uğrarım, şimdi işe dönmeliyim” “tamam hadi kolay gele” mustafa iyi bir çizerdi. fanzinlerime kapak yapar, bazen de içeriye kara kalem bir şeyler döşerdi. güzel sanatlara girmeye çalışmış alınmamıştı. ah o kuralcı sanat kuramlarına tutkun hocalar. hiçbir ders almamıştı mustafa, kendine özgü bir tarzı vardı ama bu tarz, beş denemesinde de yetenek sınavından ça kmasına neden olmuştu. dergilere de göndermiş kabul görmemişti. benim yaza rlığıma benziyordu onun çizerliği de.. ben de kendi kendimi basıyordum. gerçi benimkisi bir tercihti, beni yayınla yacak küçük bir yayınevi pekala bulabilirdim, ama üzerimden hele hele yazdıklarımdan başka birilerinin para kazanmasını istemiyordum, bana beş kuruş vermeyeceklerdi çünkü. emindim bundan. bir arkadaşımın dört şiir kitabı vardı, iyi de satmıştı ve beş kuruş para alamamıştı yayınevinden. ben de alamayacaktım muhtemelen ama belki bu şekilde adım duyulur sonra büyük yayınevlerine kapak atardım arkadaşlarıma göre. istemiyordum bunu. kendi kendini basmak daha değerli görünüyordu bana. ufak bir kitleye hitap etmek, onlara kitabı kendi işporta tezgahından, elden, onları görerek vermek, gelen parayla bi bira içmek, keyifliydi. huzurlu bir yoldu bu. dün geceden bir litreye yakın şarap kalmıştı geriye. onu içip yattım.


2. kahretsin. alarmımı kaldırmayı unutmuşum. her gün sabah işe giderken çalan alarm, istifa ettiğim günün ertesinde de uyandırdı beni. sabahın altısında hem de. hemen kalkıp kendime de bir küfür ederek telefonu duvara fırlattım. susmadı alet. akıllılardan değildi. bir ara akıllıya geçmiş, sonra sıkılıp, eski püskü ikinci el sağlam bir nokia almıştım kendime. tuşlu. 2000 ’li yılların başından kalma. güç bela bit pazarında bulmuştum aleti. şarj cihazı ile birlikte bi lira. çalışıp çalışmadığından bile emin olmadan aldım. çalışıyordu lanet şey. evet duvara attığım halde susmak bilmemişti. kalkıp kapattım alarmı. kalkınca da uykum kaçtı tabii.. tutup sabah sabah bi tekli sardım kendime. huyum değildir oysa. yılda dört bilemedin beş güne denk gelir toplasan, cigara tükettiğim gün sayısı. yanına da şekersiz sütsüz sert bir kahve yaptım. sabah sabah punk açtım kendime. cock sparrer. tatlı bir sound ve vokale sahipler, yumuşak geliyorlar bana. çalan müzik eşliğinde, işe gitmiyor oluşumun keyfini sürdüm. bir saat kadar böylece devam etti. günlerden çarşambaydı. ramazan ayıydı. ve sabah işe giden insanları, işe gitmeyen, işsiz de olmayan bir insan olarak izlemek istedim. evden dışarı çıkıp yürümeye başladım. eşofmanlarla. ben eşofman giyerim. severim eşofmanı. kot gibi sıkıcı ve katı değildir. rahattır. ben de rahatıma bu derece düşkünüm işte. insanlara baktım. işe giden insanlara. duraklara. otobüs servis dolmuş be kleyen insanlara. ne için bunca çaba dedim. aç kalmamak ve başkasına muhtaç olmamak için sadece. bir de varsa, aileye bakabilmek için. bir aileye bu yüzden sahip olmuyorum. vardı bir ailem, öldüler. kardeşler evlendi. kardeşlerin çocu kları evlendi. yeğenlerin bile çocukları oldu. arkadaşlarımın bir kısmı evlendi. vardı bir ailem, artık yok. ve ben yeni bir aile istemiyorum. yalnızlığımı seviyorum, yalnızlığımı hiçbir şeyle, bir kadınla, hele hele bir çocukla değişemem… bu yüzden yalnız yaşıyorum. arada bir eve arkadaşlar gelir, onlar da bir elin pa rmaklarını geçmez. ve iki gün üst üste kalamazlar, açık açık ertesi gün gitmeleri gerektiğini bildiririm onlara. ve çat kapıda gelemezler. bilirler bu huyumu da darlamazlar beni. böylesi daha iyi. ailem olsaydı çalışmak zorundaydım üstelik. şu an gördüğüm yüzlere bakıyorum, hepsi birilerine bakmak zorunda. bu z orunluluk çalışma zorunluluğunu da bera berinde getiriyor. mutlu olduklarını sanmıyorum. her biri bitkin çaresiz ve umutsuz görünüyor işe giderken. ve güvensizler. korku da var gözlerinde. görüyorum. uzunca bir süre yürüyorum, ta ki ortalık işe gidenlerden, işsizlere, emeklilere ve gençlere dönü şüne kadar. sanırım üç saat kadar rotasız ve plansız yürüdüm. evden epey uzaklaşmıştım. geri dönüş yolunda, sahil kenarından, denize baka baka eve geldim. bi şişe bir buçukluk şarap ve ekmek aldım evin aşağısındaki bakkaldan. bakkal ilk z amanlar yadırgıyordu sabahın köründe şarap almamı. gece vardiyasından çıkt ığımda yapıyordum bunu bazen. zamanla alıştı. hatta bakkala girince, “oo şarapçı dayı napıyon” gibi kendince şakalar yapmaya çalışıyor. ne gülüyor ne cevap veriyorum. sevmiyorum insanları. insanların büyük bir çoğunluğunu sevmiyorum. onların isyan etme güdüsüz pes etmiş halleri sayesinde ben de onlar gibi çalışmak zorunda kaldım hayatım boyunca. teslim olmuştu her biri, teslim olmaktan da öte, sistemle özdeşlik kurmuşlardı. sistemin bir neferiydi her biri, kapitalizmin askeriydiler. bilinçli ya da bilinçsiz böyleydiler işte. uyu-


tulmamışlardı, kendilerini uyutmuşlardı. böylesi daha kolaydı onlar için. çıkar yolları olmadığını düşünüp, bir çocuk yapmak, ve kendini çocuğuna adamak daha kolaydı. kafese kapatılmak ve düşünmeden hayalsiz yaşamak. ben böyle değildim. politik biri de sayılmazdım ama kalbimde sürekli bir kıvılcım vardı, her an parlamaya ve bir yerleri kırıp dökmeye hazır. benim gibi bin kişi bulsam, şehrin büyük bir kısmını ateşe verebilirdim. medeniyetin bir an önce son bulması gerekiyordu bana göre. tekrar geldiğimiz yere, avcı toplayıcılığa dönmeliydik. ve zeka adlı zehri kullanmamalıydık asla. içgüdülerimizle hareket etmeliydik ve konuşma adlı bir şey olmamalıydı. ağzımızdan hiçbir anlamı ka rşılamayan, sözcük olmayan harfler çıkmalıydı sadece. kelime yok. böylece düşünce de yok. düşünce olmayınca, fikir de yok. ve böylece bir çok sorun çözülmüş olucaktı. eve gelip, ekmek aramı yaptım. içine az biraz peynir doma tes koydum sadece. yoktu evde başka bir şey. yemekle aram hiç iyi olmadı bugüne kadar. sırf karnım doysun diye yemek yiyordum, ne yediğimin önemi yoktu. ve mümkün oldukça dışardan yemek yemiyordum. on kuruşluk şeyi, on liraya çakarlardı sana. yirmi kişilik çorba fiyatına bir tas çorba içerdin anca… kalan paramı idareli kullanmalıydım, her gün şarap içmek olası değildi, h enüz intihara yakın değildim, ne zamana kadar kalan paramla idare etmem g erektiğini bilmiyordum ve tekrar çalışmak zorunda kalmak işime gelmiyordu. çalışmayacaktım bir daha. bir alarmla uyanıp, o boktan fabrikalarına gitmeyecektim. işçilerden de nefret ediyordum ayrıca. işçilerin yapacağı devrimden cacık olmazdı. her biri sistemin azimli birer neferiydi. bilinçlenmeleri falan g erekmiyordu. bilinç ya da eğitimle ilgili değildi mesele. ben hiçbir şeyi kitapla rdan öğrenmemiştim. içimde başkalarının aylaklık ya da tembellik olarak görd üğü bir kene vardı. tembeldim evet. bir tembel olarak on beş senemi fabrikalarına vermiştim ama. eh, bu kadarı yeterliydi. biraz kestirip, öğleden sonra uyandım. işporta çantamı alıp çıktım evden. sahili takip ederek, denizi de izleyerek alsancak iskelesine vardım. iskelenin tam karşı sokağına girip ilerleyince kilise sokağı çıkıyordu karşıma. hayatımın yarısında içtiğim ve serserilik ettiğim, bazen bana çok paralar kazandıran s okak. ve en büyük acımın yattığı sokak. hayatımın miladına sahne olan sokak. öncesi ve sonrası diye ayırdığım iki ayrı insan olduğum gecenin yaşandığı s okak. vardım sokağa. turgut yoktu. sevindim buna. umarım gelmez diye düşündüm. açtım bölgeme işportamı. bira çekti canım. erteledim. şu sessiz hatun, eğer gelirse, ona, “sana bir bira ısmarlayayım, işportada takılmak istersen ” diyecektim. soracaktım bu kez bunu evet. bir çok kez sormak istemiş ertelemiştim. hiç konuşmuyordu. parayı uzatıyor fanzini alıp gidiyordu. hiç sektirmemişti bugüne kadar, her açışımda gelmişti son bir senedir. siyah küt saçları vardı. 25, 26 yaşında gösteriyordu. en fazla yirmi yedi. makyaj yok. çanta yok. bir kot ve mevsime göre bir sw eet ile ceket ya da bir tsirth. içimden, social distortian’a ait bir şarkı söylemeye başladım. dilim dönd üğünce. melodisi ile beraber. çok geçmeden geldi bizimki. yeni fanzin yoktu te zgahta. bilerek koymamıştım. baktı baktı baktı. daha önce aldığı bir fanzini aldı eline. tam parayı uzatacakken, “onu daha önce almış olmalısın” dedim, “yeni


fanzin yok bugün tezgahta.” bir şey demedi, parayı uzatmayı sürdürdü. “istersen bir bira içelim” dedim, “tezgahta takılabilirsin.” aval aval yüzüme baktı. dilsiz olabilir miydi? ya da sağır. olasıydı. ama sanmıyordum. başka bir şey vardı. “bira” dedim. “ister misin?” elimle bira içer gibi bi hareket yaptım. kafasını salladı en sonunda. “tamam ben alıp geliyorum” dedim. cebinden para çıkarmaya yeltendi, durdurdum, “ben ısmarlıyorum” diyerek. “bekle burda. gelicem.” gittim ve geldim. birayı uzattım ona. normalde işportada ayakta takılmayı sevmem. yere oturmak ve insanları kaldırımdan izlemek güzeldir. ama şu an, bu hiç konuşmayan ve tepki vermeyen insanla ne yapacağımı düşünüyordum. ne diye ona bira ısmarlamıştım ki. amacım neydi. duygusal bir şey hissetmiyo rdum. hikayesini merak ettiğim falan da yoktu. hiç kimsenin hikayesini merak etmem ben. anlattıkları ile de ilgilenmem.. kendim bir hikaye uydururum onlar hakkında. ama bu kız hakkında herhangi bir hikaye uyduramamıştım. yeni insanlarla tanışmaktan haz etmeyen ben, ne diye bu kıza bira ısmarlamıştım bilmiyordum. yapmıştım işte. ve ne konuşacağımı da bilmiyordum. o da hiç konuşmuyordu. adın ne diye sordum. cevap vermedi. kafasını başka yöne çevirdi sadece. bu beni duyduğu anlamına geliyordu. sigara ister misin , diyerek tütün torbamı çıkardım. ben sarmaya hazırlanırken, o da bir kağıt çıkard ı kendine, tam sarmayı biliyor demek ki diye düşünürken kağıdı incelediğini gördüm. “ben sararım bilmiyorsan” dedim. kafasını salladı. sardım iki tane. yaktım sigarasını. ilk dumanda öksürdü. oysa hafif bir tütündü. hafif seviyordum çünkü çok içiyordum, nerdeyse yarım saatte bir. fabrikadayken bile saat başı tuvalete gider sigaramı içerdim, karışmıyordu şef bana, işi aksatmıyor herkesin bastığından daha fazla iş çıkartıyordum. ama artık öz gürdüm dilersem on dakikada bir de sikebilirdim ciğerlerimi, kimse karışamazdı. sigara içmeyen birinin, ilk defa sigara içen birinin öksürmesine benziyordu bu öksürük. eğer öyle ise, yani onu sigara ya başlatan ben olursam, üzülme zdim. bin defa dünyaya gelsem, sigaradan ölücek de olsam, yine sigaraya başlar, yine başlardım. sigara içmemek büyük bir eksiklik bana göre. doğanın ham lezzetlerinden birini almıyorsun demektir bu. her neyse, birayı öne doğru uza ttım çitong yapalım diyerek ve ilk yudumu aldım. o da aldı bir yudum, yüzünü ekşiltti. acaba birayı da mı ilk defa tadıyor diye düşündüm. ve yine içimde en ufak bir üzüntü hissetmedim. alkol de, doğanın bize bahşettiği işlenmiş zevklerinden biridir. boş gözlerle bakmayı sürdürdü hatun bana. muhabbet açmayı pek beceremeyen biriyimdir. genellikle açılan muhabbetlerde, geyik yapan tarafımdır. pek ciddi konulara da hiç gelemem. soru sormayı da bana soru sorulmasını da se vmiyorum üstelik. nerede oturuyorsun, ne iş yapıyorsun kaç yaşındasın, falan filan, bana göre değil. isim bile sormam genelde. söylense de aklımda tutamam zaten, simaları bile unutuyorum ara sıra. işportaya biri geliyor bir süre takılıyor, muhabbet ediyoruz, bir ay sonra tekrar geliyor ve ben önceki konuşmayı da yüzü de unutmuş oluyorum. unutmayı seviyorum da ayrıca. geçmişin yükünü taşımak bana göre değil. geleceğin sorumluluğunu da. hoş bu sorumluluğu az biraz taşımıyor olsaydım, şimdi işi bırakıp günün bu saatinde sokakta bira içiyor olamazdım. bu sayede, para biriktirerek, sağladım bunu. ama bu da, sorumlu-


luktan ve gelecek kaygısından ziyade, özgürlüğüme düşkün oluşumdan kaynaklanıyor. bir an önce çalışma hayatından sıyrılmak için biriktirildi o para. plan elliydi, ama ruhum buna dayanamadı. plan elli ve doksan bin liraydı. kırkımda otuz bin lira ile planı terk ettim. bunu, ellime kadar yaşamama kararı aldığım için yaptım. intihar yan cebimden göz kırptı gene bana. çektim fermuarını cebimin. kapalı kalsın orada intihar. ölmesin ama beni de şimdi öldürmesin. z amanı gelince çıkarıp cebimden elime alıcam onu, kalbimi deşip çıkarak yerinden, ruhumu bilinmeyene doğru yolculuğa çıkartacak, başka bir galaksiye , başka bir hikayeye, masallar diyarına belki de, belki de orta dünyanın ortasında bir hobbit olucam öldükten sonra. bilemiyorum. asla bilemezsiniz. ispatlayamazs ınız da. bir inanç ya da histen öteye gitmez öldükten sonrasına ait fikirler. hiç olmamasını yeğliyorum ama bana var gibi geliyor. tanrı bizi öyle başı boş bir yok oluş huzuruna terk eylemez, bırakmaz peşimizi. yanlış anlamayın bir ce nnet ya da cehennemden bahsetmiyorum. bu daha çok, zemt galaksisine olan inancımla ilgili, ve bu da benim boktan ps ikozlarımla ilgili başka bir mesele, buranın konusu değil. belki başka zaman anlatırım. biz edna’ya dönelim. evet, edna koydum adını bu hatunun. biramdan bir yudum daha aldıktan sonra, “sana edna diyebilir miyim” dedim, “büyük olasılıkla ismini tekrar sorsam da söylemiceksin.” kafasını salladı. “anlaştık” dedim, “ben de zack. ama başka bir şey de söyleyebilirsin, içinden ne gelirse, konuşmak istersen yani.” olur anlamında başını salladı. “oturalım mı” dedim, “ayakta durmayı sevmiyorum.” oturduk. saat altıya geliyordu. telefonu çaldı ednanın. demek bir telefonu vardı. meşgule attı telefonu ve mesaj yazdı. geri mesaj geldi. bir mesaj daha yazdı. mesajlaşma on dakika kadar sürdü. konuşmuyor ama mesajlaşıyordu demek. garipti. işportaya kimse gelmiyor, göz ucuyla bile bakmıyordu ve saat altıya geliyo rdu. biraları tazeledim. para vermek istedi, almadım. hiç konuşmuyorduk. biramızı ve tütünümüzü içip, öylece, arada bir göz göze gelerek oturuyorduk kald ırımda. yan tezgahtan ibo geldi yanıma, “kağıt var mı, tütüncü ye gidemedim şimdi, zor geldi” dedi, “var” dedim, açılmamış bir tane verdim ona, “bu çok” dedi, var mı sen de” “var var” “eyvallah” “istifa ettim” dedim, “artık her gün burdayım” “iyi yapmışsın” dedi, “ben sana hep diyorum abi, sokakta her zaman para var, ekmek çıkar burdan” “bit pazarına gidicem her pazar, yeni kitaplar falan, fanzindi oydu buydu, yapıcaz bişiler” dedim “olur olur” dedi, bu sırada meto seslendi yan tezgahtan ibo’ya. tezgaha biri bakıyordu, geçti o da tezgahına. ben de edna’ya döndüm, “ibo ile meto sağlam çocuklar” dedim, “on yıldır tanırım adamları, tanıdım tanıyalı sokaktalar, be nden öncesi de var tabii, ben aptallık ettim bunca yıl çalışmakla, enayilik düp edüz fabrika hayatı, kendi işini bile yapsan devlete bi ton vergi vererek enayilik ediyorsun aslında. ama yok başka çıkar yolu. altı gün ölüm bi gün hayat. ya da intihar. intihar en güzeli de, zamanını kolluyorum” dedim. sözümü kesti edna, ilk defa konuştu “ben üç kez ettim” dedi, “her defasında kurtardılar, artık denemiyorum”


ürkek bir ses tonu vardı. ve ilk kez konuştuğu için, nihayet konuştun diyebilirdim, ya da benim yerimde başka biri olsa kesin bunu derdi, ama yüzüne vurmak istemiyordum bunu, kimsenin yüzüne yüzüne bir açığını ya da tuhaflığını vurmam ben. seviyorum tuhafları ve kaçıkları. ama çalıştığım fabrikadaki türlerini değil, onlar sakatlar, tuhaf değiller, kafalarında değil sakatlık, ruhlarında, ruhen özürlülüler, hatta bir ruhları olduğu bile söylenemez, tanıştıklarımın çok azında vardı ruh. “beraber deneyebiliriz hala niyetliysen” dedim, “bir ara yani, var kafamda öyle bir şey” olumsuz manada kafasını salladı ve yine sessizliğe büründü. telefonum çaldı bu sırada, mustafaydı arayan. “napıyon lan at yarrağı” “işportadayım. gelsene. çalışıyon mu?” “he ya. yedide çıkçam bugün. damlarım” “tamam görüşürüz” “hadi eyvallah, işe döneyim” saat altıyı çeyrek geçiyordu. biramız bitmek üzereydi. içer miyiz birer tane daha dedim. para çıkarmaya yeltendi edna. bıraktım çıkarsın. kendini mahcup hissetmesin. iki bira parası verdi bana. “bitsin gidiyorum” dedim. “mustafa ge lcek, rahatsız olmazsın sanırım, klas adam, seversin.” olur anlamında başını salladı. mustafa geldiğinde saat yedi buçuğu geçiyordu ve biz de şaraba dönmüştük. bi pet bardak da fazladan almıştım mustafa için. “nerde kaldın” dedim mustafaya, “ebenin amında” dedi, “yemek yedik herhalde, çalışıyoz biz, senin gibi boş beleş adam değiliz” “iyi ki bi istifa ettim” dedim, “artık yüzüme vurursun her gün çalışıyor oluş unu, işporta işten sayılmıyor ya” “yok sayılmıyor, oturup bekliyon burda, napıyon amına koyayım başka” “tanıştırayım edna, mustafa” “ney?” “edna” “memnun oldum” diyerek elini uzattı mustafa edna’ya, edna başını salladı, tokalaştılar. sekize kadar, biz mustafa ile geyik yaptık, edna dinledi sadece. s ekizde klisenin çanı ile beraber edna’nın telefonu çaldı. meşgule attı edna. mesaj yazdı. bana döndü, “gitmem gerek, ailem” dedi. kalktı. ve başka hiçbir şey söylemeden alel acele uzaklaştı. “kim bu” dedi mustafa “edna” dedim, “arkadaşım” “ilk defa görüyorum ben”


“yok lan gördün daha önce, işportaya gelip fanzin alıyordu” “hatırlamıyorum. hiç konuşmadı ya la.” “öyle o. bilmiyorum. üstüne gitme kızın bir daha görünce.” “ha bir daha görücen yani. manitamı yapıyon kendine göt” “yok lan öyle bir şey değil. bir yıldır her tezgah açışımda gelir fanzin alır. bugünde bira içelim mi diye sordum öyle yani.” “iyi tamam. hadi kalk eve gidelim.” “dur daha erken ya.” “iş yaptın mı hiç?” “hayır” “bu saatten sonra da olmaz zaten, gidelim hadi” mustafa böyledir, sevmez işportayı, benim hatrıma çeker. kafası iyi olunca da yoldan geçen insanlara laf atar durur, işportayla ilgili. bu sayede çok iş ya ptığımda oldu. ama bugün karın ağrısı başka onun, belli. “bize mi geliceksin” dedim “yok eve gidicem” dedi, “yarın sabah bira gelcekmiş, onda barda olmam lazım.” “yarın tatil değil mi sana” “iş yüklediler, ondan bugün yedide çıktım zaten, gidiyoz mu?” “iyi hadi gidelim” dedim. kalkıp tezgahı topladık. giderken ibo ile metoya seslendim eyvallah anlamında. yürümeye başladık mustafa’yla. yine sahil yolunu kullanarak. yolda mustafa, işten istifa etmekle iyi yaptığımı, işi sıkı tutup işportadan geçinebileceğimi söyledi. “denicem” dedim. “başka şansım yok.” “ben de sözüm ona part time çalışıyom” dedi, “paso ekstre yüklüyorlar.” benim evimin üstündeydi yolu. eve varınca “gelsene oturak biraz” dedim ama istemedi. vardı bir karın ağrısı. edna ile ilgiliydi belki de. bilemiyorum. beni eve bırakıp yoluna devam etti. ben de eve girince bi yarım saat uzanayım d edim, şarabın etkisiyle sızmışım. girdap

upon zack adlı pek bi süperkahramanlı, cinayetli minayetli, seri katilli, şirin mi şirin romanım, doğuzuncu kitabım olabilir, araya başka meseleler girmezse, belki de on olur, yazılır efendim, geriye dönüşler adlı ilk kitabıma 10 yılımızı verdik, bu da bi beş yıl alır götürür bizden. her neyse, arada yazdıkça, flashbackli flashforwardlı, zamansal algıda belli bir güzergah izlemeyip kısa öykülerle hayalperestliğimi naklettikçe, paylaşırım ordan burdan.. polisiye değil ama, katili belli polisiye mi olur, merak da uyandırmıyor, okuyana bir vaati de yok, bir şey de vermiyor.. pek yakında, azar azar.. “girdo”


dijital kolaj: tuÄ&#x;ba karaduman


Darkside of himagain Bilgisayarı synthesizerle donatıldı Ve kimse dokunmak istemiyordu bana, Kıyafetin kollarında çıkan gözler Epidermik pislik, boğazın ve dişlerin pisliği Gözlerden dökülen tüm konuşmalar hırslı ,ne duyu merkezi olacak kum tepelerine çizip yanlarına çapraz hatlar çektiği düz yolun ta kendisi beyaz ton püskürtüyordu , konuşmayacak kadar küçük tavşan ağızlarından olmasın Yer yapmış labaratuar kilisesi. beynimin bütün bölgelerini çalıştırmayı öğütlüyordu Kendinden biz diye konuşan o sevgi depoları delik Sürekli olarak elektrik yükü boşaltan kulvar ona doğru sürüklerken Ölü mantra sorunu kusursuz bir ürün yaratana kadar DNA olarak bribirimize bağlıyız Görmezden geldiğin bir bebek gibi Eskiden olsa umursamazdın , şimdi takip ediyorsun gizem aktan

kosmonogy Urgaund ‘a billinç kazandırmak için çalışan aynalarız Canlı ve cansızların reddedilmiş döküntüleri Her üyelik bir hırıltı gibi EDM, onda parçaların bitmiş olan değil Büyük dil zindanlarında metal bir yüzeye düşen ışık Bana evrenle birlikte bu işle rin bittiğini söylemiştin Niyet şuurdur Sanal felaket enerjisinin dokunulmaz kalması Anlık bellek. rabbitsnare ağlatan pedofili videoları, bunlar prematüre sözcükler değil, onları hiç kullandım mı? Glitch bebek, maman bana sorumluluk veren, anahtarı içeride bırak çık diyen Zaman hep aynı sıcak su Adrenalinden bahsettiğimde beynin başka bir bölgesinden bahsetmen Senin gücüne ihtiyacım var En son cüzü bebeğini yıkar gibi "işte bende sana aynısını yapacağım" demene gizem aktan


kanak-kanak amok ayazbeton taksimtenhâ kışbaşı bir günsonu motorlastiğine dönmüş minikyüzü bütün ağlama çamuru sıvalı annesiz yalınayakları birer karakurbağa çırpınkoşu avaz avaz allaha küfrediyor bilemedin dört, en fazla beş yaşında allah orasız, en fazla kuşlar kaçışa elinde sigara sarkbıyık aynasız tükürüp kilitleri salakfona gözlenmiş devletçik çiçekçingen çadırçarşaf öyle otur, ölsen de dur streçgötlü ful-makyaj iki kırıtık sarkafa alkolsüz bir buluşmaya konum ata ata gider ıslak çocuk bulutlara küfrediyor kirçıplak: "ulan allah, ben senin gelmişini geçmişini ..." görüyoruz...

bakamıyoruz

saydampolis izmariti fırlatıp tüküryine gacıgonca çoktan ölmüş ifâdesiz mesai dubaili saç tarlası, üç karı-on çocuk, torbalar şık bizimeller kulaklıktan çevrimiçi geçkalmış nereli bu allah? tâlimhâne girişinde derme çatma bir sahne çiğ ampuller gölgesinde cihat tâlimi kadrolu millet mevcudu taşçat ikiyüz sağında belediye reisi öbür sağında vâli yüksek sesleniyor başbakan yardımcısı; din-îman-peygamber-hacı-hoca mâlum sâir nefes arasında bir ince çığlık: "ulan allah, ben senin alacağını vereceğini ..." ümmette bıyıkaltı gülüşmeler birkaç yancıgoril homurdanıp veledi hedef kameralardan haberdar belediyeci yatıştıra: "durun yahu, ufacık çocuk, susar" üşüyor, yalnız, susmaz: "allaaaah, çıksana!" birtelaş durmabağır başyarbakandımcısı: "vatan-millet, hak-hukuk, demokrasi..." geziparkı girişine dizili betonparke yığınları, saldır-emri bekleyen iş makinaları dinliyor yine nefesi bitti devletefendinin yağmur inecek, inemiyor sis kalkacak, kalkamıyor koca taksim tiz çığlıkta kimsesiz:


"nerdesin ulan allahbabaa?!" başyardımcı büyüksesle küçüğe bas: "din, devlet, ahlâk, adâlet, şimdi, burda, hepbirlikte" bakıyoruz...

göremiyoruz

ansızın cayır cayır minâreler içim çekiliyor, zor tutuyorum ezânın allahbüyük arasında yuvadan düşmüş yavru çağıldıyor: "ulan allah, ben senin ..." bâzıkim gülüzülüyoruz ümmetdışı başıbaşta olanlar öteki başlarını öne eğiyor bilincimiz tıka basa... yemiyoruz bilmemkaç-ohal-2016, emektar fotoğraf: janset evcimen

batuğ ş


Grotesk Günlükler/ /26rt17 Pazar. Akşamüstü saat beş. Seni görmenin bahçesi. Ne güzel. Bilmezsin. Neruda'nın filminden çıkıp gelmiş. Oturmuş, kahve içmişiz, çay içmişiz. Başlamış filmi anlatmaya.. Sen Neruda'nın şiirlerinden güzel olduğunu bilmezsin. Biraz yürüyelim, demiş. Yürümüşüz. Alsancak'tan Karataş'a. Asansöre binmiş. Yukarı çıkmışız. Yukarıda ben ''buluttan buluta attım kendimi''* bilmezsin. Betonyol-Üçyol ayrılmışız. Şimdi sen, eve yalnız nasıl yürüdüğümü bilmezsin. ''Mutluluk dışarıdan belli olmaz; onu tanımak için mutlu kişinin yüreğini okuyabilmek gerekir ama kendinden hoşnutluk gözlerden, tavırlardan,konuşma biçiminden, yürüyüşten belli olur...''** Hiç olmadı; günlükten belli olur. *Neruda **Rousseau … Grotesk Günlükler**/ Modern Zamanlar.41 Bir fabrikanın hurdalık bölümünde 'mevsimlik' işçi olarak çalışmaya başladım. İşçinin önüne mevsimliği ben koydum. Çünkü bu işi daha fazla sürdüremeyeceğim. Bu işi daha fazla sürdüremeyeceğimin nedeni, işin ağır ve pis olması değil. Sanırım kauçuğa alerjim var. Bu hurdalık dediğim şey kauçuklar. Yurtiçi ve yurtdışından geliyor. Kendi ağırlıklarıyla birbirine yapışmışlar. Giyotin makinasında bunları, bir sonraki makinanın havzası alacak kadar 5-25 kilo ağırlığı arasınca parçalıyorum. Sürekli hapşırıyorum. Bunları öğütecek olan makinanın


önüne taşıyorum. Bu makinanın başında beni buraya sokan, kendisinin de bu makinayla bir kaç ay öncesi tanışmış olan dolaylı yakınım var. Hapşuruğa gözyaşları ekleniyor. Durmadan gözlerim sulanıyor. Makinada risk var. Elini kolunu kaptırma riski. Makinanın başında olanın bu daha çok. O yüzden makinaya kauçukları attıktan sonra gözlerimi açık, ellerimi risk butonunda tutmak zorundayım. Çünkü kauçuklar yoğuruldukça yapış yapış oluyor ve eldivenlere yapışıyor. Hele karşınızdaki kauçuk yerine başka bir madde öğütücüye gidiyor diye elini uzatır ve eldivende kauçuğa yapışı vermişse, riskle erkenden tanışıyorsun. Butona basıvermişim. ''Bırak içine ne giderse gitsin! Niye elini oraya kadar sokuyorsun! Sikeyim kauçuğunu birader!* Dikkat e t!'' Ben korku ve öfkeyle söyleniyorum fakat o beni duymuyor. Yüzü bembeyaz kesiliyor. Yapışan eldiveni kauçuktan çıkarıyor. Çalışmaya devam ediyoruz. Burnum sürekli akıyor. Bahara alerjim olduğunu biliyordum. Kauçuğa alerjimi yeni öğreniyorum. *Akli dengesi bozuk olanların sayısını birkaç misline çıkarmak, zihinsel özürleri vahimleştirmek, şehrin her köşesinde akıl hastaneleri inşa etmek mi istiyorsunuz? Sövme'yi yasak edin. E.M.C. /Burukluk -Sf. 47 **(16 yıllık serüven - özenli ayıklama ve farklı yazım türü ile ''Yaşamak Aşağılanmaktır'' adıyla) Grotesk Günlükler pek yakında kitaplaşıyor.

3ys17 Aksi, lanet, uğursuz iki felsefeci bir romancı külliyatlarıyla birlikte geçirdiğim sonbahar ve kış geldi geçti. Geçti gitti ama 'İçimdeki her şey bir nehir yatağındaki gibi kurudu, kurumuş bir kan nehri gibi içimdeki her şey' her gece karanlığın görkemli törenine davet edilmekten saçım sakalım uzadı. Gece de güneştir bildim ama şeytani bir korku beni karanlığın parlaklığından hep alıkoydu. Dünya ışığını yavaş yavaş üstümden çekerken bu arada iki şiir yazdım. Neredeyse adlarını Yaşamak Aşağılanmaktır- koyacaktım. Bir puştluk oldu. Bahar yeni geldi. Pis ışık, kansermavisi gök, küfür artığı kuşlar, şu tadına baktığım şefersiz çilek ve yine kanım kaynadı. Bugün gittim, saç ve sakal tıraşı oldum. Yumurta gibiyim. owurtesk


KUTSAL (( Donuk bir yardim eli uzanÄąrken karanliktan hiclikten kalan eski hatiralarin sayisiz narkisos tavirlari durmadan ilerler hicligin tavirlari ve vurur cama karla karisik yagmur... ))

durdur beni! dedi yabanci durdur bunu soyerken hareket etmiyordu neyi ve nasil durdurmam gerektigini bilmiyordum ama yuzundeki ifade o kadar aciydi ki vicdanim kayitsiz kalmamami emrediyordu nasil dedim titreyen elinde uzattigi kitaba baktim siyah kalin karton kapakli sayfalari yipranmis dokulmus oku dedi bunu bana oku hemen ne olur oku yardim et durdur sunu !!!!!! kitabi titreyen elinden aldim / baya agirdi uzerine baktim altin yaldizli pahali bir edayla " Kutsal Kitap " yaziyordu actim ve yaradanin adiyla okumaya basladim okudukca sorularim azaliyor yukum hafifliyor her seyin iyi olacagina ama fedakarlik yapmam gerektigine inaniyordum adam artik umrumda degildi daha once kendimi hic bu kadar iyi hissetmemistim


ve daha once hic bu adam gibi olmamistim ama yinede rahatliyordum / sukrettim ! ve kendimi sayfalarda anlatilan bal akan irmaklarin ve hurilerin sicak bacak aralarina atmak icin bir an once denilenleri yapmak iyi bir kul olmak zorundadim adam umrumda degildi sadece kendimi dusunuyordum mukafatlarin en iyisini almak zorundaydim en yuce ve en iyi ben olmak zorundayim ve bunun icin her seyi yapmak zorundayim adam kendine gelir gibi oldu yuzunun rengi normale dondu kitaba iman ettigimi anlamis olacak ki sinirliydi kitabi elimden cekip aldi . yeter! daha iyi hissediyorum kendimi ben devamini hallederim dedi ondan daha iyi mukafatlara layik olmak icin o kitaba ihtiyacim vardi vermek istemiyordm tek kurtulusum bu kitaptaydi kitaba ellerimi uzattim ve cekistirmeye basladik sinirliydik ve terleyen ellerimin arasindan kutsalimin gidiyor olusu daha da alevlendirdi onu oylece birakamazdim adama bir yumruk attim o kitap benim kutsalim seni seytan dedim ve uzerine cullandim yumruklamaya devam ederken onun gucsuzlesmis ellerinden kitabi cekip aldim kutsalim ellerimdeydi artik ama yetmezdi benim kutsalima el uzatmisti ve onu sadece ben hak ediyordum


vurdukca vurdum kutsalimi iki elimin arasina alarak onunla kafasini ezmeye basladim vurdukca vurdum kutsalim ve her yerim seytanin pis kaniyla kirlenmisti ama altin yaldizli sayfalarindaki kan daha da hararetlendiriyor keyif veriyordu ezdikce ezdim seytanin kafasini ve sonunda ilk seytanimi oldurmustum ccennete vaatlere daha da yakindim artik uzerinden kalktim ve mukafatim ellerimde kan damlayan sayfalari parmagimi yalayarak cevirmeye basladim diger seytanlari nasil ldurecegimi ve cennetin en ust katina nasil ulasacagimin cevaplarini aramaya basladim en ince ayrintiisina kadar ogrenmek istiyordum bunlarin hepsi ellerimdeki kanli kutsalimda yaziliydi....

yumusakmakine


fotoÄ&#x;raf: stigma


fotoÄ&#x;raf: stigma


UZAY DENEN BOK : 3. 2. 1. geri dönüyorum, geri dönüyorum, geri dönüyorum, zamanın ve evrenin temelini skiyorum, geri dönüyorum, geri dönüyorum, geri, geri, geri, geri zekalılar sizi ! DUR !!!

3. 2. 1. gitgide garipleşiyordu. bakışlarındada bu vardı .bakmamak için zor tutuyordum kendim bulaşıyordum.........YETER LAN ! Sikko nolan filmi değil bu. Karadeliğe düşerseniz ananız sikilir.....Daha sonra elbiselerini çıkardı, suratıma fırlattı, yada ben elbiselerimi çıkardım suratıma fırlattım.Ne kadar ikna olmaya çalışsamda, YETMEDİ!

DUR !!!

3. .2 .1 karadeliğin içinde .ya da NEYSE, sonra işte herif oturuyo dünya haritasının önünde , diyor ben baterist istemem. Ben baterist değilim zaten de...niye sustum LAN ben ? DUR !!!

3.2.1

SİKTİR ! Tamam

!

SEN bu Siktiğimin galaksisinde yaşıyorsan, o dandik tanrın sayesinde değil benim sayemde.OK ?

DUR !!!!

3.2.1........ dedim yada DEMEDİM. EVET! DEDİM ,YA DA DEMEDİM Sonra,adam ayağıma kapandı,


ben yere kapandım,dünya kapandı, delik kapandı, adamın içi açıldı.. Bi baktım içine ! GİRDAPTI .... DUR !!!

sonra 3..2...1. bi ışık fırladı içinden,............ yada dışından, ben kapandım, o parladı, AHHHHHHH TANRIM ! ayaklarım parladı. Ben kapandım , o kapandı. AÇILDIK.

BAŞLADI !

DUR !

uzak bir galaksinin aslında o kadar uzak olmadığının fark edilmesinden sonra, zamanın taşakoğlanına dönmesiyle birlikte, zaman kırılmaları başladı. (Zamanı kırmak göt isteyen bir uğraştı. Ama Çünkü insanoğlunda bi GÖT

3.2.1

zaman kırılmıştı.

VARDI !)

Başla!

Herifin birinin bir tabağı havaya atıp UFO demesinin üzerinden, ve bir uzaylının adamın tekini havaya atıp İNSAN demesinin üzerinden tam 2 dakika geçmişti.....

DUR!!!!!!

.ki..... tekrar gözümü açtım.


3.2.1 Başladı veya başlamadı .yada EVET!

başladı, evet yeniden başladı. EVET ! yerde yatıyordum, yerde yatıyordum. Tüm eşyalar etrafımda uçuyordu vE BEN ATOMLARIN ANASINI BELLEYEBİLİYORDUM.( )

yok Lan! Gözümü açtım mı ki ben ?

DUR!!!!!!

BAŞLA YENİDEN ! Sonra, 3.2.1ben gözümü açtım ve gözüm hep açık kaldı. Zaten tek göz vardı. içine atom KAÇTI

!

DUR!!!!!! 3.2.1. Başladı veya başlamadı istemedim ki, ilerledi ,

AAAAAAAAAHHHHHH ! YOK DUR!

DEVAM . geri dönüyorum,

geri dönüyorum

3. 2. 1. geri dönüyorum, geri dönüyorum, 3. 2. 1. geri geri, geri, geri, 3. 2. 1. geri zekalılar sizi !

DUR !!! SIFIR ADAM


fanzin apartmanında yayınlanmayan, yani bi nevi sansürlenen, sıfır adam röportajıdır. 

Morsamort! Farklı bir işle karşı karşıyayız. Mors alfabesiyle bir fanzin çıkartmak nerden aklına geldi? Daha açık sormak gerekirse derdin neydi? Esinlendiğin bir yer var mı? Banada milletin hep türkçe fanzin çıkarması enteresan geliyor dostum.Esinlendikleri yer neresi onu merak ettim. Derdim, merdim yok ya. İtlik olsun,puştluk olsun.Heryer barkod zaten. Bu zamana kadar, gerek bağımsız gerekse Sokak Edebiyatı ile birçok fanzin çıkarttın, fanzinciliğe nasıl başladın? Biraz bundan bahseder misin? Kilise sokağında yürüyodum bi gün.bi kola kutusu vardı yerde .bi tekme yapıştırdım. Teneke direk tezgahtaki herifin kafaya! Adam fırladı, elinde bi bıçak, bi ıslık çıkardı nerden çıktığı belli değil.Anında etrafımı ninjalar sardı.Dedim adil değil bu, bende bıçak isterim.aldım bıçağı.iki üç figür. YEMEDİ yaman çıktı it.bakkal dedim. Ne bakkalı ? gel gel dedim. Kaptık biraları ,açtık bıçaklarla.ninjalara da bibuçuk litre şarap aldık. Adın ne dedim .Girdap ! .bırak tatavayıda borçlusun bana dedi. Ne borcu lan demedim baktım kafasına hakkatten de herifin canı yanmış.O zamandan beri fanzine zorlanıyoruz.Borçluyuz Yani! Ha bu arada fanzinci değilim ben ! Morsamort’a geri dönecek olursak, kolaj çalışmaları güçlü, baskı kalitesi iyi. Özenilmiş bir çalışma olduğu her sayfa çevirdikçe belli oluyor. Böylesi bir çalışmayı isteyenler nasıl bulabilir? Bulabilir mi? Bulamazlar. Istersen tararsın, çoğaltırsın.Kağıtta garamaja bakıyor. Orta sayfada göz alıcı bir kolaj kompozisyonu var. Bu malzemeleri nerden buluyorsun. Sırf bunları edinmek için takip ettiğin dergiler var mı? Siyah paketli porno dergileri. Her türlü malzeme mevcut orda. Son olarak Efe Tuşder ilerleyen zamanlarda bizi şaşırtmaya devam edecek mi? Aklında yeni şeyler var mı? İşkembeci açmayı düşünüyorum.


Anarko-ilkelci Hepimizin Teknolojiden Vazgeçmesini İstiyor “Ne zaman Alan Turing’I (bilgisayarın mucidi) düşünsem aklıma Apple logosu geliyor.” diye söze başladı John Zerzan. “ Bu logo ısırılmış bir elmadır. Tabii Turing güya bir elmaya siyanür sürmüş ve gay olduğu için hükümet tarafından eziyet edildikten sonra elmadan bir ısırık almış. Elma ısırmak cennetten kovulmamızla da alakalıdır. Vermeye çalıştıkları mesajın bu olduğunu zannetmiyorum fakat mesaj ortada. Dünya’nın belki de en çok göze çarpan tekno loji karşıtı felsefecisiyle email ile bir görüşme ayarladım. Görüşmeyi Skype üzerinden gerçekleştirecektik. Belirlenen saatte Zerzan’in sesi ülkenin bir ucundan diğer ucuna, Eugene,Oregon’dan New York şehrine saliseler içinde ulaşmıştı. Yüzü ekranda belirdiğinde gülümsüyordu. Gözüm kendime takılmadan hemen önce bende ona gülümsedim ve gözlerine baktım. Skype’in ironisi, karşındaki ile göz teması kurmak için karşıdakinin gözlerine bakmak yerine kameraya bakmak gerekmesidir. VICE : Tüm insanlığın te knolojiyi bıra kıp, avcı-toplayıcı yaşam tarzına dönmesini savunuyorsun. Pe ki şu a n Skype ile yaptığımız görüşmeyle ilgili ne hissediyorsun? John Ze rzan: Seneler önce Art Bell’in programına konuk olmuştum. Benim felsefeme göre aslında mağarada yaşamam gerektiğini söyleyip duruyordu. Bende “Evet, haklısın ama o zaman bu görüşme mümkün olmazdı.” demiştim. İnsanlarla iletişim içinde olmalıyız. Toplum içinde iletişimin bir parçası olmalıyız, aksi takdirde ciddiye alınmayız. Yani gidip doğada yaşamamak için tek sebebin bu mu? Evet sanırım öyle fakat söylemek zorundayım ki bir çok diğer insan gibi bende baya evcilleştim. Doğada olmaktan keyif alıyorum evet ama bazı insanlar gibi donanımlı değilim. Medeniyetten uzakta yaşadığın dönemler oldu mu? Çok değil ama her seferinde bir kaç günlüğüne dağlara git mişliğim vardır. Pe ki oraya gittiğinde şehirde ki yaşamında bir e ksiklik olduğu hissine kapıldın mi? Tabi, fişi çekip doğa ile bağlantıya geçiyorsun. Bu, hakkında yazilabilecek bir şey ama oraya gidip içinde yaşamanız da gerekir. Teknoloji ve medeniyet olmadan yaşamayı öğrenene kadar avcı-toplayıcı yaşama


geçemeyiz. Uğraşmak gereken uygulamalar var. Şu an ki becerilerinle avcı-toplayıc ı hayata geçişi nasıl idame ettirirdin? Biliyorsun 70 yaşındayım. Ağırlık kaldırıyorum ama primit if becerilerim oldukça yetersiz. Eğer medeniyet bir gecede yıkılsaydı, hepimizin başı belada olurdu. En basit şeyler için bile teknolojiye ciddi anlamda bağımlıyız. Fakat bu ba ğımlılık ve birleştiricilik çöküşü da ha mümkün kılıyor, öyle değil mi? Burada bir domino etkisi olurdu. Eğer bir uydu düşerse diğerlerinin de düşmeye başlayacağını söylerler. Ama bu, insanların tekrar her şeyi tamir edip, yerine geri koymaya çalışmayacakları anlamına gelmez. İnsanları teknolojiden vazgeçmeye nasıl ikna edebiliriz? İnsanlar sonu gelmeyen uzlaşmalardan bıkmadığı sürece bu olmayacak. Küçük ekranına bakıp duran bir zombi olmayı kabul ederseniz hiç bir şey olmaz. İnsanların bu durumu gayet sıkıcı bulacakları konusunda umutluyum. Peki tüm bunları ne zaman idrak ettin? Bu bir kerede olmadı. Teknolojinin belli amaçlara hizmet ettiğini görmeye başladım. Bu tarafsız bir şey değil. Sanayi devrimi sadece ekonomiyle ilgili değildi. Foucault’un dediği gibi daha çok disiplini dayatmak ile ilgiliydi. Teknolojinin belki de hep böyle olduğunu idrak etmeye başladım. İnsanlar henüz çok fazla değil ama, Hollywood bu konuyu düşünüyor. Her ve Transcendenc e filmlerini izleyin. Bunlar konuyu masaya yatıran harika filmler. Daha fazla mı teknoloji istiyo rsunuz? İnsanlıktan tamamen çıkmak ve aşağılanmak mı istiyorsunuz? Öyle görünüyor. Teknolojik ilerlemenin iyiye gitmesi için herhangi bir yol var mi? Hayır, zannet miyorum. Transhumanist ler daha fazla teknolojiye sahip olmamız halinde bir kuantum sıçraması yaşanacağını ve her şeyin düzeleceğini söylüyor. Tüm sorunları çözeceğiz. Sonsuza kadar yaşayacağız. Peki bu şimdiye kadar nasıl gitti? Küresel çevrenin çöküşünü izliyoruz. Silahlı saldırılar yaşanıyor. “Hepimiz birbirimize bağlıyız” diyorlar ama tarih boyunca birbirimizden hiç bu kadar kopuk olmamıştık. Hem siz hem de transhümanistler bağlı olma k istiyorsunuz. Aynı ütopya için mücadele veriyor olmanız mümkün mü? Belki, fakat bu herif lerin aslında demek istediği, be ynin bir bilgisayar


olduğu. Hiç de bilgisayar gibi değil. Bu çok aptalca. O bir makina değil. Biz makina değiliz. Bilincin ne olduğu hakkında hiç bir fikirleri yok. Ki msenin yok. Sanırım beyni bilgisayar gibi tamame n fiziksel bi r varlık olara k gördükle ri için iddia ları bu yönde. Beynin kopyala nması mümkün olmayan, spiritue l veya fiziksel olmayan bir pa rçası olduğuna inanıyor musun? Şu ana kadar becerebildikleri tek şey insanı satrançta yenebilen bir makine yapmak oldu. Bu sadece daha hızlı hesaplamaya yarar. Zeka bunun neresinde? Ayrıca bilinç bunun neresinde? Türkiye’de bir konuşmada genç bir bayanın “ Ben bu yeşil anarşi hareketinin temelinde spirütuel bir hareket olduğunu düşünüyorum.” Dediğini hatırlıyorum. Vay be. Belki de baştan beri aradığımız buydu. Anlaşıla n tra nshümanistle r ta rafında kesinlikle bir idealleştirme söz konusu,ge rçi Unabomber* Ted Kaczynski, İlke l Yaşam Hakkında ki Ge rçekler adlı ma kalesinde, avci-toplayıc ı yaşam tarzında da çokça idealleştirme olduğunu yazmıştı. Buna bir cevabın var mı? Ted bir konuda haklıydı. Tarih öncesinin idealleştirilmiş ve romantik bir versiyonunu yarat manın hiç bir faydası yoktu. Kendisiyle bir fikir bir liğimiz olmamasının yegane sebebi şudur. Ted kaynaklari çarpıtarak yansıtıyordu ki bu bana göre affedilemez. Bir şekilde bunların bilerek anlamlarını çarpıttı ki bu en kibar ifadeyle sahtekarlıktır. Örnek verebilir misin? Geylerin çeşitli ilkel toplum içinde devamlı baskı altında olduğunu yazdı. Bu bilgiyi aldığı kaynaği belirt miş fakat bu alıntının tamamına bakarsanız, aslında belli rituellerin yapıldığı zamanlarda seksin tamamen yasak olduğu yazıyordu. Başka bir deyişle dediği yalandı. Sence bu yalanı söylemekteki amacı neydi? Onun çok dar bir odağı var. Eğer teknoloji karşıtı değilse sıç mış bir durum. Fakat bence soru çok daha derine iniyor. Bu teknoloji ve evcilleştirmeyle ilgili. İki milyon sene boyunca medeniyet olmadan yaşadık ve bu süre içinde insanlar birbiriyle gayet iyi geçiniyordu. Ma kalele rinde insanların birbiriy le iyi geçinme nedenlerinden birinin dil kullanmamala rı olduğunu be lirtmişsin. Dilin de mi terkedilmesi gerektiğini savunuyorsun? Söylemeliyim ki bu yazdığım şeyler arasında en şüpheli olanı. Burada savımdan vazgeç miyorum ve dil de dahil olmak üzere sembolik eyle mleri sorgulama k için davamı sunuyorum fakat bunlar zaman, sayılar ve


sanat açısından daha belirgin. Bu savı şüpheli yapan şey kimsenin dilin ne zaman başladığını bilmemesidir. Bunu bilmenin bir yolu yok.

Dilin bütünsel bir dünyayı tecrit edilmiş pa rçala ra ay ırdığını yazmışsın. Dil olma dan hayatın nasıl olabileceği konusundaki fikrin nedir? Daha doğrudan bir iletişim biçimi miz olacağını düşünüyorum. Rasyonelin önde gideni F reud ’un insanların aslen telepatik güçlerinin o ldugunu söylemesini hayret verici bulmuştum. Bunun çokta şahane bir şey olduğunu düşünmüyordu, bence kulağa gayet hoş geliyor. Uzlaşmak için sembollere bile gerek kalmıyor, bunlar olmadan da iletişim kurabiliyorsunuz. Evrensel te lepati fikri neredeyse tra nshümanistle rin te killik konseptini hatırlatiyor. He r sey sembolizm olma dan katılımcıla r arasında aktarılabilirdi. Evet sanırım öyle de diyebilirsin- orjinal tekillik Sence konuşmayı hiç bırakabilecek miyiz? Kimbilir… Birçok şair en derin ve hassas şeylerin kelimelerle ifade edilemeyeceğini söylemiş. Zamanın sembolik bir ha le ge ldiğini söylemişsin. Zamanı hiç sembolik olmayan şekilde algıladığın oldu mu? Kendi hayatımda zamanı hep şiddetli biçimde hisset mişimdir. Neden bilmiyorum. Küçükken tarlalarda çalışıp, çilek topladığımı hatırlıyorum. Sabah 6’da çalışmaya başlardık ve öğlen mola saati geldiğini buhar düdüğüyle bildirirlerdi. Ben hep düdük ötmeden önce saatin geldiğini anlardım. Esrarengiz bir durumdu ve bundan gurur duyardim. Buna başka bir açıdan bakarsak, zaman taraf ından hükmed iliyor ve yönetiliyordum. Zaman madde haline gelmişti. Bence zaman algımızın yabancılaşmayı ölçmek için en iyi yöntem olduğunu bile söyleyebiliriz. Kazinski’nin yerini a lan şiddet yanlısı teknoloji karşıtı grupla r hakkında ne düşünüyorsun? Me ksika’da n Indiv idua ls Tending Towards the Savage (ITS) adında bir grup var ve mesela ... Meksika’li diğer bir grup ise Obsidian Point. Cam kayasının (obsidian point) cerrahi çelikten daha keskin olması ilginç. Bu durum beni insanların teknoloji dışında da çözümler bulabileceği konusunda düşünmeye itiyor.


Peki Ya ITS? ITS, Kazinski’nin tıpatıp aynısı. Bence bu talihsizlik. Bana da bir iki karalayıcı laf attılar. Neden bana yükleniyorlar? Çünkü Ted’in yalanını yakaladım ve onlar bunu biliyorlar. ITS gibi şiddet yanlısı gruplar şi mdiye kadar iki kişi öldürdü. Yani evet, gerçekten varlar! Sence yöntemleri başarılı olacak mı? Zannet miyorum. Benim kafamı bozan ITS’nin Ted gibi bomba gönde rmeleri. Bir postane görevlisini yaraladıklarında, bu işlerin böyle yürüdüğünü, bunun bir savaş ve haliyle sivil kayıplar olacağını söylemişlerdi. ITS gibi ana rko-ilke lci grupların amaçla rına ulaşma k iç in teknolojiyi kullanmasına ne diyorsun? Bu bana komunizmin, devletin ilk başta ge re kli olacağı, zamanla gere ksiz hale geleceği ve çözüleceği fikrini hatırlatıyor. Tabi hiç bir zaman çözülmedi. Sadece güçlendi. Bu ilginç bir bakış açısı. Bana öyle geliyor ki biz bu çelişkiler devrinde kısılıp kaldık. Buna ikiyüzlülük diyebilirsin. Bu konuda çok düşünüyorum ve biliyorum ki benim karanlık tarafa geçtiğimi hisseden insanlar var. Pe ki medeniyet y ıkılırsa te krar yabanıllaşma sürec i neye be nzeyecek? Bu bir numaralı soru. Nasıl yaşayacağız? Çok beceriksizlestik, becerilerimizi tekrar nasıl kazanacağız? Bu durum taştan aletler yapmak ve hangi bitkilerin yenilebilir olduğunu bilmeye kadar uzanır. Demek istediğim şu ki eğer medeniyet olmadan yaşamayı bilmiyorsak onu nasıl yıkabiliriz.? Yani bu becerileri kazanmaya başlamalıyız. Ve be lki bu sadece unutulmuş becerile ri ögre nme k değil, ögrendiklerimizi de unutmaktır. Mesela yıldızla rın ne olduğunu unutacak mıyız? Geçmişte insanlar gökyüzüne ba ka rla rdı ve ne oldukla rını bilemezlerdi, bu bilgi e ksikliğinden çok bilinmeyenin var olmasıydı. Doğru, neden insanların bunları bilmeye ihtiyacı var ki? Faydası nedir? Bunun cahillik olmadığını belirt mek isterim. Aslında bu cahilliğin te rsidir. Avcı-toplayıcı insanlar bir tane çimenin eğilmesini görüp size bunun anlamıyla ilgili sekiz şey söyleyebilirlerdi. Bu bilim değil mi? Bilgi e ksikliği, bireylerin kendile rini bu e ksiklikle yansıtma larına neden oluyor. Kişinin a nlamı ke ndi kendine bulmasında, a nlamın dışarıdan empoze edilmesine nazaran yaratcılık var. Tam üstüne bastın. Hemen kısa bir hikaye anlatayım. Olympia’daki a n-


arşist bir atölye için bir araya gelmiştik ve bazı insanların şöyle dediğine kulak misafiri olduk, “Şu ilkelciler düşündüğümüzden de deli çıktı dostum. Bir tanesi dünyanın düz olduğunu iddia ediyordu.” İlkelcinin gerçekte söylediği eğer 60 kişilik kaf ileyle yaşıyor olsaydık, dünyanın düz veya yuvarlak olmasının önemsiz olduğuydu. Dünyanın aydan çekilmiş şu muhteşem fotoğrafına bakıyoruz. Burada ufak ve kırılgan bir küre üzerinde yaşıyoruz, peki o fotoğrafı çekebi lmek nelere mal oldu? O hoş fotoğraf ı çekmek için ne tip bir ağır sanayileşme projesi gerçekleşti. Bedeli çok büyüktü değil mi? Öyle. Detroit’li bir arkadaşım hep şöyle derdi, “Tüm bu teknolojiye sahip olmak istiyorsun, değil mi? Harika. Peki yeraltına inip bunun için gereken metalleri çıkarmak ister miydin? Maden ocağinda olmayı d ileyen biri var mı?” Ben şahsen biri kafama silah dayamadıkça bunu yapmak istemezdim. Peki bu işi kim yapacak? Transhümanistler mi? Transhümanistlerin çılgınca hayallerini mümkün kılabilmek için hayatlarını riske atan milyonlarca ücretli köle var. Hangi te knolojinin ka bul e dilebilir veya hangisinin edilemez olduğuna nasıl karar veriyorsun? Konuya genel olarak iş bölümü üzerinden bakabiliriz. Herhangi birinin üretebileceği bir alete sahip olmanız güzel. Aletle çok yakın bir temas halindesiniz. Fakat yapılması için koordinasyon hiyerarşisi ve uzmanlaşma gerektiren aletler bir tür yabancılaşmaya neden olu r. Bu tip teknolojilerden uzak durmak gerekir. Hep me ra k ettiğim bir konudur ve Stephen Ha wking de bunu gündeme getirmişti. Eninde sonunda dünya üze rinde ki yaşam ın bir meteor yüzünden veya güneşin sönmesiyle son bulacağını ve hayatta kalma k için te k şansımızın uzayda koloniler kurma k olduğunu söylüyordu. Güneşin sönmesi milyarlarca yıl alacak fakat bu durumu kendi açımdan pek ciddiye almıyorum. Bunun olması için daha çok zaman var. Şu an uğraşmamız gereken daha ciddi durumlar var. Dünyayı dumanı tüten zehirli bir harabe olarak ardımızda bırakarak bir uzay mekiğine atlayıp gidelim mi? “ Bu dünyayi yok ettik, şimdi sıra hangi gezegende?” Bu nasıl bir çözüm yolu? * Unabomber -Üniversite ve Havayolları Bombacısının kısaltmasıdır. http://www.vice.com/en_c a/read/john-zerzan-wants-us-to-give-up-allof-our-technology

Çeviri: Deniz P. Wilson



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.