Temmuz 2016
sayı 106
ÇİZGİ ROMAN, SİNEMA, BİLİM KURGU VE FANTASTİK EDEBİYAT DERGİSİ
İÇİNDEKİLER 2 ÖYKÜ: Akbabalar ve Sırtlanlar 7 HABER: Bursa’da Bir Şeyler Oluyor 12 ÖYKÜ: Tepedeki Bar, 6. Kısım 15 İNCELEME: Groucho ya da Arşak 17 ÖYKÜ: Süperbalık Tâcı Sayı:
21 İNCELEME: Berserk
106
25 ÖYKÜ: Anadeniz Hükümdarları I
www.golgedergi.com golgedergimail@gmail.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör ve Grafik Tasarım: Mustafa Emre ÖZGEN Yayın Kurulu: Ahmet YÜKSEL, Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan SEVİNÇ, Mehmet Berk Yaltırık, Melahat YILMAZ Redaksiyon: Ecehan BİÇEN Kapak: Rıza TÜRKER
29 Edi ile Büdü 30 ÖYKÜ: Bu Senin Kaderin 33 Psikopat Anne 2. Bölüm 38 İNCELEME: Shoujo Kakumei Utena 43 ÖYKÜ: Timsahın Şöleni 50 İNCELEME: Escoflowne 55 ÖYKÜ: Tefrika III 58 ÖYKÜ: İki Şerhin Hikâyesi 64 ÖYKÜ: Mi Şah 68 Ankara’da Mayıs Festivalleri 2. Bölüm
Arka Kapak: Mehmet Kaan SEVİNÇ
http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/
Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir.
Editör Konuşuyor! Geç ğimiz ay biz ve arkadaşlarımız için oldukça hareketli geç . İlerleyen sayfalarda bolca yer verdiğimiz üzere, Bursa'da ilk kez “Beleş Çizgi Roman Günü ve Cosplay Etkinliği” düzenlendi. İstanbul, Ankara ya da İzmir dışında da bu tarz ekiplerin ortaya çıkması, hem çizgi roman, hem de çizgi romanla bağlan lı diğer alanların gelişmesi için oldukça faydalı. Öte yandan yazar ve çizerleri için de oldukça yoğun bir ay oldu. Aramıza yeni yazarlar ka ldı. Ramazan Aykılıç ve Buket Yıldırım Kantaroğlu'na hoş geldiniz diyorum. Hekate Pususu'ndan tanıdığımız Teğmen Halil'in maceraları, Timsahın Şöleni'nde devam ediyor. Çizerlerimizden Tolga Tanyel küçük bir sağlık sorunu yaşadığı için bu ay dergimizde yer alamadı. Sağlığına hızla kavuşan Tanyel'e geçmiş olsun diyoruz. Önümüzdeki ay yine bizimle olacak. Bir diğer arkadaşımız Meryem Yavuz ise çizerliğini profesyonel hale ge rmek adına hazırlandığı yetenek sınavlarından başarı ile çık . Tercih edeceği üniversitelerden birinde eği me başlayacak. Onu da tebrik ediyoruz. Bendeniz Mustafa Emre Özgen, Mehmet Kaan Sevinç ile çene çalmaya devam e . Edi Büdü sayfalarında görebileceğiniz sadece bir kısmı. Belki benim de benzer bir sayfa hazırlamamın zamanı gelmiş r! Önümüzdeki bayramı “Gölge”de geçirmeniz dileğiyle, gelecek ay görüşmek üzere. Şimdiden herkese iyi bayramlar!
AKBABALAR VE SIRTLANLAR Yazan Atilla BİLGEN
İllüstrasyon Cihan Oğuz DEMİRCİ
Köylülerin şikâyeti üzerine Mehmet Hoca ilçe müftülüğüne çağırılmış ve tayininin çıktığı kendisine tebliğ edilmişti. Elinde atama emriyle minibüsten indiğinde sürgün edildiğini köyde duymayan kalmamıştı. Hakkında konuşulanları duymazlıktan gelerek camiye doğru ilerledi. Tam o sırada karşısına muhtar çıktı. Ellerini arkasına kenetlemişti. Yüzünde ise karşısındakini hor gören, aşağılayan bir gülümseme vardı. Mehmet Hoca'ya tepeden bakmak istercesine parmaklarının ucuna bastı ama boy fakiri olduğundan bir işe yaramadı. Bu ezikliğin acısını iri cüssesiyle kapatmak istercesine kabardı. Nefesi leş gibi soğan kokuyordu. Mehmet Hoca yüzünü buruşturup başını yana kaçırdıysa da Muhtar bunu umursamadı, aksine daha çok yaklaştı. “Müsaadenle.” dedi Mehmet Hoca. “Acelen ne?” diye sordu Muhtar “geç kalacah bir işin mi galdı? Ha ha ha” Bir an, ama sadece bir an küçüklüğünden beri kendisine öğretilen değerleri unutmayı ve muhtara anlayacağı dilden cevap vermek istedi. Ardından böyle düşündüğü için hemen tövbe etti. Nefret dolu bakışlarını görmemek için gözlerini yumdu, soğan kokulu nefesini hissetmemek için soluğunu tuttu ve mağrur bir edayla gülümseyerek “Elbette işim var” dedi. “Bah şincik çoh merah ettim! Neymiş bu iş?” “Unuttun herhalde. İmamım ve namaz vakti yaklaştı. Cemaat bekler beni.” “Görevin govulmuş imamın cemaate önderlih yaptıhı nerede görülmüş?” Yanıt vermedi. Gözü Muhtar'ın ön dişlerinin arasına sıkışan maydanoza takılmıştı. “Ne o doğruları duyunca sesin soluhun kesildi.” “Efendim!” “Köyde görevinden govulduhunu duymayan galmadı Mehmet Efendi! Artıh o zehirli düşüncelerini kimseye aşılayamayacahsın.” “Yeni bir imam tayin edilene kadar görevimin başındayım.” “Görevin govulmuş bir imamın arkasında mı secde duracağız! Bah bah… Öyle şeyin mümgünatı yohtur. Haydi ufak ufak evinin yolunu tut ve eşyalarını topla.” “Ya cemaat? Kim kıldıracak onlara namazı?” Mehmet Hoca haklıydı. İmamsız bir camiye kimse gelmezdi. Köşeye sıkışmış olmanın verdiği tedirginlikle etrafına bakındı. Yağlı yüzünde biriken terler yanağından aşağıya doğru yavaşça süzülürken sokağın başında beyaz cübbeli bir adam belirdi. Kim olduğunu görebilmek için gözlerini kıstıysa da, tek seçebildiği ayrıntı siyah sakallar oldu. Mehmet Hoca da onunla birlikte dönmüş gelen adama bakıyordu. İri cüsseli, beyaz cübbeli, siyah sakallı adam yanlarına iyice yaklaştığında Muhtar'ın yüzü aydınlandı. Kollarını iki yana açarak “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmemiş derlerdi de inanmazdım. Hoş gelmişsin sefalar getirmişsin Maşallah Hocam” diyerek adama sıkıca sarıldı. Ardından Mehmet Hoca'ya dönüp “Artıh merah etmene hiç gereh kalmamıştır. Camimiz Maşallah Hoca'ya emanet. Yeni imam tayin edilene kadar burayı o idare edeceh.” dedi. “Bu adam kim? Camiyi nasıl emanet edebilirim? Hem müftülükte buna razı olmaz.” diye itiraz etti Mehmet Hoca. “Maşallah; dini bütün, ilmi kuvvetli bir hocamızdır. Kendisine ben kefilim. Müftü zaten yakın dostumdur. Maşallah Hoca'nın yeni imam tayin edilene kadar cemaate önderlik yapmasına itiraz etmez. Tabii bütün iş hocamızın kabul etmesinde” dedi muhtar. “Konuyu pek anlayamadım. Sorun nedir?” diye sordu Maşallah.
2
3
Muhtar yanıt vermeden önce dönüp Mehmet Hoca'ya baktı. Başını geri çevirdiğinde kötü bir tat almışçasına yüzünü buruşturmuştu. “Şu gördüğün imam… Gerçü imam demehten de utanırım… Neyse bu adam şeytani fikirlerini cemaate yaymaya çalıştığından dolayı govuldu. Buna rağmen utanmadan kalmış hâlâ namaz kıldırmaya çalışıyor. Hele dinine imanına söyle Hocam, Allah'ın rahmetinden uzah bir insanın böyle bir görevde bulunması vacip midir?” diye sordu muhtar. “Asla ve kat'a.” dedi Maşallah. “Tövbe de muhtar. Tüm bunların iftira olduğunu sen de en az benim kadar iyi biliyorsun” dedi Mehmet Hoca. “Öyle mi? Allah Allah hiç haberim yoh! Maşallah Hocam bu adam var ya bu adam ölenlerin arkasından Allah rızası için bir Kuran bile okumuyor. Dinine imanına söyle hocam, bu vacip midir? “Asla ve kat'a.” dedi Maşallah. “Şunu bir türlü o kalın kafanıza sokamadım. Kuran ölüler için değil diriler için indirilmiş bir kitaptır. Yaşarken Kuran-ı Kerim okumadıktan sonra, isterseniz her gece ruhlarınıza okunsun fayda sağlamaz. Ölülere Kuran okumak, trafik kazasından ölen birinin kulağına trafik kurallarını fısıldamaya benzer.”dedi Mehmet Hoca. “Bah hâlâ konuşuyor.”diye söylendi Muhtar. “Anlamını bilmeden okumak ve hayata yansıtmamak; reçetede yazılan ilaçların ismini okuyarak hastanın iyileşmesini istemekle eşdeğerdir.”. “Tövbe de. Arapça okumanın ayrı bir sevabı vardır.” dedi Maşallah. “Anlamını bilmedikten sonra ne işe yarar o sevap?” diye sordu Mehmet Hoca. “Artı bu adam mevlide de karşı hocam. Ne kadar zorlasah zorlayalım okumuyor! Dinini imanına söyle hocam bu vacip midir?” “Asla ve kat'a. Bilmediğindendir… Cahillik işte.” dedi Maşallah. “Okumam elbet. Süleyman Çelebi'nin peygamberimize duyduğu sevgiyle yazdığı bu şiirin diğer şiirlerden ne farkı var? İnsanların bunu ibadet hale getirmesi ve bundan çıkar sağlaması beni rahatsız ediyor. Hazmedemiyorum.” “Gördün değil mi Maşallah Hocam. Şimdi dinine imanına söyle böyle bir adamın camimizde imamlık yapması vacip midir?” “Asla ve kat'a.” “Bu durumda bize yardım edeceh misin Hocam?” “Asla ve… Yani ne desem şimdi? İşlerim de aksine bugünlerde çok yoğun. Beni öyle zor durumda bıraktın ki…” “Hocam lütfen bizi kırmayın.” “Köyünüz yolumun üstündeydi. Geçerken bir merhaba diyeyim, acı bir kahveni içeyim diye uğradım. Yardımıma ihtiyacı olan nice köyler sırada beklerken onları atlamak, takdir edersin pek münasip olmaz.” “Olur hocam olur. Çünkü bizim köy imamsız. Çünkü bizim köy gariban. Çünkü bizim köy senin irfanına ilmine aç. Yeni imam gelene dek bizi idare et hocam. Kurda kuşa ve dahi bu mendebura muhtaç etme. Emeğinin gerçek hakkını ödememiz elbette mümkün değil; ama yine de köylümüzün eli açıktır. Seni mağdur etmeyiz.” “Öyle mi? Ne kadar açık?” “Buyur?” “Yani ilme ne kadar açıksınız? Sonra emeğim boşa çıkarsa üzülürüm.” “Yüzünüzü kara çıkartmayacah kadar açıh! “ Muhtarın bu sözleri söyledikten sonra göz kırptı. Maşallah mesajı havada kapmıştı. Uzun siyah sakalını sağ eliyle sıvazlayıp, “O zaman Allah rızası için kalayım bari.”dedi. Muhtar akşam ve yatsı namazları boyunca Maşallah Hoca'nın yanından hiç ayrılmadı. Her gördüğü insana Maşallah'ın özelliklerini uzun uzun anlattı ve her seferinde sözlerini gözlerinde iki damla yaş, dudaklarında
4
“Bu günleri bize gösteren Allah'a şükürler olsun.” kelimeleriyle bitirdi. Akşam el etek çekilince Maşallah'ı evine götürdü. Karısını ve çocuklarını gündüzden annesine göndermişti. İçeri girer girmez perdeleri sıkı sıkıya kapattı ve “İçiyoruz değil mi?” diye sordu. Sağ eli uzun kara sakalında yukarı aşağı gidip gelirken “Sorman günah. Doldur da hararetimiz sönsün” dedi. İlk dublelerini; kâh karınlarını doyurarak kâh sağdan soldan konuşarak içtiler. Muhtar boşalan bardakları yeniden doldururken “Anlat bakalım yine neyin peşindesin?” diye sordu Maşallah. “Heeeç. İmamsız kalmıştık. Seni bulduh ve iş bitti. Her şey bu kadar basit.” “Öyle mi? Ben de inandım. Bana bak muhtar ikimiz de birbirimizin ne bok olduğunu çok iyi biliriz. Şimdi bırak bu palavraları da ne dolaplar çeviriyorsun anlat bakalım.” “Bir şey çevirdihim yoh. Köylü Mehmet Hoca'dan memnun değildi. Ben de gitmesi için aracı oldum. İmamsız kalınca da Allah seni karşıma çıharttı.” “Ulan şerefsiz söylediklerinin hangi birini düzelteyim. Birincisi ben ne imamım ne de hocayım. Sakal ve cübbe sayesinde günü kurtarmaya çalışan dolandırıcının tekiyim. Bunu da en iyi bilen de sensin. Durup dururken eski defterleri açtırtma bana. İkincisi Mehmet Hoca iyi ve dürüst bir adama benziyor. Senin hangi işine çomak soktu da gönderdin? Hele bunları bir anlat bana.” “Sayemde aç karnını doyuracahsın. Şükredecehine kalkmış hesap soruyorsun. Dünyanın çivisi çıkmış be… Hele deyiver bakalım; ne arıyorsun burada? Yine kimden kaçıyordun?” “Kaçtığımı nereden çıkarttın? Alt tarafı çocuğu olmayan kadına birazcık yardım ettim.” “Muska mı yazdın deyyus?” “Be muhtar hâlâ çocuğun muskayla mı olduğunu sanıyorsun?” Ağız dolusu kahkaha attılar. Ardından kadehleri tokuşturup içtiler. Daha doğrusu muhtar bolca içti Maşallah dudaklarına sürüp geri çekti. Muhtarın bardağı boşaldıkça tazeledi, tazeledikçe kafası dumanlandı, dumanlandıkça dili çözülmeye başladı. “Şimdi o şeeereffsiz var ya o şeeerefsiiz, imam değil sanki denetleme memuru. Sana ne ulan kavaklardan. Bozarsan düzenimiii bozarım düzenini. Ne oldu şimdi o kavaklar? Girdi mi müsait bir yerine?” “Sayende girmiştir.” “Gireecehhh elbet. Müftülüğe köylülerin ağzından tek tek dilekçe verdim. “İstemiyoruz.” dedim. “Süüüürün.” dedim. Süürdüüler. Hâlbuki dediğimi yapsaaaaydı ihyaaaa olurdu ihyaaaa.” Sarhoş olmasına karşın Maşallah'ın merak ettiklerinin ağzından kaçırmadı. Zorladı; işe yaramadı. Boşalan kadehini doldurdu; sadece dili peltekleşti. Sonra da sızıp kaldı. Maşallah o gece hiç uyumadı. O gece sadece düşündü. Tan ağarırken de evden çıkıp camiye gitti ve sabah namazını kıldırdı. Sabah muhtar ilçeye gitti ve tanıdıklarını araya koyarak geçici de olsa Maşallah'ın imam olmasını sağladı. O günden sonra Maşallah herkesin yardımına koştu. Tatlı dili hoş sohbeti sayesinde kısa zamanda köyün en çok sevilen kişileri arasına girdi. Dini bilgisinin azlığına karşın nüktedan ve hazırcevaptı. Bu özelliği sayesinde cemaatin sorduğu her sorunun altından başarıyla kalktı. Bu arada Mehmet Hoca'yı ihmal etmedi. Boş kaldığı her vakit soluğu onun yanında aldı ve sürekli alttan alarak güvenini kazandı. Tayin olduğu yere gideceği gün vedalaşmak için yine yanına gitti. Bir müddet sağdan soldan muhabbet ettikten sonra “Hocam muhtar hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordu. “Neden sordun?” “Valla Hocam tanışıklığımız çok eskilere dayanır, ama yıllardır görmüyordum. Çok değişmiş. Günahını almayayım lakin dini imanı para olmuş gibi. gibi geldi.” “Doğru tespit etmişsin. Leşlerle beslenen bir akbabadır.” dedi ve durakladı. Bir süre anlatıp anlatmamakta tereddüt yaşadıktan sonra “Sürgün yememin sebebi de odur. Caminin kavaklarını ona yedirseydim… Neyse sen sen ol ondan uzak dur.” diye ekledi. “Nasıl yani? Ne kavağı Hocam? Hiçbir şey anlamadım. “Meraklanma yakında anlarsın. Bak şimdi zamanında hayırsever bir vatandaşımız camiye büyük bir arazi hibe etmiş. Büyük bir bölümü kavak ağaçlarıyla dolu. Sırf oradan gelecek gelirle yedi sülalen doyar. Bu araziler camide görev yapan imamın üzerine zimmetli. Kavakları el altından satalım, paranın ufak bir bölümünü camiye
5
geri kalanını cebe atalım diye bana yanaştı. Tabii ki reddettim. O da hakkımda türlü dedikodular çıkartıp tayini çıkarttı. Şimdi senin peşine düşer. Aman diyeyim dikkatli ol.” Mehmet Hoca'nın gitmesinin üzerinden bir ay geçmemişti ki, muhtar Maşallah'ı yemeğe çağırdı ve laf arasında kavaklardan bahsetti. O an konuşmasını kim dinlese arazinin dağ başında olduğuna, içindeki birkaç kavak ağacından gelecek gelirin caminin elektrik parasına bile yetmediğine inanırdı. Ardından derin bir of çekerek “Emme gönlüm bu duruma gatlanmıyo be Maşallah.” dedi. “Ne yapabilirsin ki Muhtar?” “Bırahalım da camimiz bakımsızlıktan çürüsün mü Maşallah? Ahirette sorgu meleklerine ne derim sonra? Düşündüm taşındım, araziyi almaya karar verdim. Gerçi beş para etmez emme maksat camimiz ayakta kalsın. Hem almaya da gerek yok, kırk dokuz yıllığına kiralarım, siz de gelen parayla caminin ihtiyaçlarını karşılarsınız.” “İyi hoş da bu işle benim ne ilgim var.” “İmam caminin sahibidir. Ancak sen kiralayabilirsin. Ben de bundan böyle caminin giderlerini karşılarım.” Maşallah tüm bu sözleri hiç sözünü bile kesmeden dinledikten sonra uzun siyah sakalını sıvazlayıp “Hııııım” dedi. “Bu hımm da ne oluyor?” diye sordu muhtar. “Benim tanıdığım muhtar menfaati olmadı mı yaralı parmağa bile işemez. Kazandığının yarısını isterim.” “O eskidendi.” dedi muhtar “artık bir ayağım çukurda. Fazladan ne kadar hayır duası alırım hesabındayım. Ortak olmak istiyorsan masraflara seve seve katılırsın.” Maşallah ne kadar ısrar ederse etsin başka tek kelime etmedi. Sonunda pes edip “Gerçekten değişmişsin muhtar. Hep günah işleyecek değiliz ya bu sefer de hayra ortak olalım” dedi. Notere gidip caminin bakım ve masraflarına karşın kırk dokuz yıllığına araziyi muhtara devrettiler. Ertesi gün Maşallah ortadan kayboldu. Üç gün sonra da kavak ağaçları kesilmeye başlandı. Muhtar engellemeye çalıştıysa da, başaramadı. Uzun uğraşlar sonunda gerçek ortaya çıktı: Maşallah sadece araziyi muhtara devretmişti. Üzerindeki ağaçlar ise kırk dokuz yıllığına “Mete İnşaat A.Ş” satılmıştı. Maşallah'ın icraatını tayin edildiği yerde öğrenen Mehmet Hoca; “Gökteki akbabalar sırtlanlara yön ve hareket talimatı verir, zira akbabaların olduğu yerde yemek vardır. Yemeğin yerini bulmalarına rağmen, akbabalar hep sırtlanlardan arta kalan leşlerle idare ederler” diye mırıldandı.
6
BURSA'DA BİR ŞEYLER OLUYOR Mustafa Emre ÖZGEN Alt kültür alanında bir araya gelenlerin buluştukları yerler genellikle İstanbul, Ankara da İzmir gibi büyükşehirler olsa da, Bursa'da da benzer bir hareketlenme var. toplayan Ertuğrul, dükkân müdavimlerinin baskısına dayanamayıp “tamam düzenleyelim” demiş.
Kentte, yalnızca çizgi roman çeşitleri satan tek dükkan olan Çizman Çizgi Roman Sahaf'ta bir araya gelen bir grup genç, yalnızca okur/tüketici olmaktan vazgeçip büyükşehirlerde gerçekleşen, katılamadıkları ama gıpta ile izledikleri etkinlikleri Bursa'da düzenlemek için yoğun bir çalışma içinde.
Henüz 19 yaşında ve sıkı bir çizgi roman okuru olan Enes Taştan ile Bursa'da çektiği kısa filmler ile tanınan, bir de çizgi roman çalışması olan Onur Çetincengiz, bu etkinlikte itici güç olmuşlar. Organize olunmuş, tüm Bursa'ya, hatta şehir dışına haber uçurulmuş.
Geçtiğimiz ay Bursa'da ilk kez “Beleş Çizgi Roman Günü” düzenlendi. Çizman'da düzenlenen etkinlik, yalnızca çizgi roman dağıtılan bir gün olmakla kalmadı, cosplay çalışmaları ile etkinliğe katılanlar, buluşmaya renk kattı.
“Bursa Beleş Çizgi Roman Günü ve… Cosplay!” Böylece kentte ilk defa bir cosplay etkinliği için hazırlıklar başlamış…
Peki, bu nasıl olmuş?
Bizim Enes, yüzünü gözünü boyayıp Joker olmaya karar vermiş. Onur Çetincengiz kolaya kaçıp bir tişört bir de oyuncak tüfekle Punisher olmuş. Bu etkinlikten haberdar olan diğer arkadaşları ise hazırlıklara.
BELEŞ ÇİZGİ ROMAN GÜNÜ VE? Çizman'ın sahibi Levent Ertuğrul, bir süredir Beleş Çizgi Roman Günü yapmak için hazırlık yapıyormuş. Bir süredir bu gün için özel basılan İngilizce fasikülleri
Kimi Winter Soldier, kimi Spider-Man, kimi Daredevil,
7
kimi Quicksilver kostümlerine bürünmüş. Gün gelip çattığında, Çizman dolup taşmış. “Ya bu ilk etkinlik, çok gelen olmaz” diyerek elli, altmış kişi bekleyen gençler, gün boyunca gelen yüzlerce kişi karşısında şaşkınlıklarını koruyamamış. Öyle ki, dağıtılan bütün çizgi romanlar tükenmiş. Gelenler cosplayer'lar ile fotoğraflar çektirmişler. Aynı ilgi alanının meraklıları pek çok genç tanışmış sohbet etmiş.
COSPLAY BURSA Etkinliğin ardından haberleşmeyi sürdüren gençler, yakaladıkları bu heyecan ve birlikteliği devam ettirmek istemişler. Bir hafta sonra yeniden toplanarak yeni çalışmalar için plan yapmaya başlamışlar. Bir de isim vermişler ekiplerine, “Cosplay Bursa” Daha önce kısa filmler çeken Onur Çetincengiz, Joker cosplay'i gerçekleştiren Enes Taştan ile yeni bir kısa film çekmek istemiş. Filmin adı “Punisher Joker'e Karşı” olacakmış. Önce filmin tanıtımını çekmişler. Beleş Çizgi Roman Günü'nde Winter Soldier olan Enes Yetişkul, Quicksilver olan Canberk Sarıgöl ve Spider-Man olan Alper Gündoğdu da filmde yer alacakmış. Ekipteki diğer herkes ise çeşitli şekillerde çekime yardım etmiş.
8
Cosplay çalışmalarına devam edecek olan gençler, bir de Magic, The Gathering adlı kart oyunu ile alakalı bir çalışma içine girecek ve bu oyunu Bursa'da daha geniş kitlelere duyurmaya çalışacaklarmış. Anlattığım bu olaylar, Haziran ayı içinde gerçekleşti.
Başkasından öğrenmiş gibi anlatmama rağmen hepsinin içinde hem organizasyon hem de yardımcı olarak yer aldım. Bir süre öncesine kadar kitabımı alır, evimde okur ve internet üzerinden yorumlara bakardık.
9
Bursa'da böyle bir birliktelik benim için hayal bile değildi. Şimdi haftanın birkaç günü bir araya gelerek sadece tüketen değil, üreten de olmak için çalışan genç arkadaşlar ile bir aradayım. Bu gerçekten Bursa için olağanüstü bir durum. Yalnızca büyükşehirlerde değil, çizgi roman okurunun, sinema izleyicisinin olduğu her yerde böyle etkinliklerin yapılabileceğinin en güzel kanıtı Cosplay Bursa ekibi. Enes Taştan, oluşturdukları ekibi daha çok bir aile olarak gördüklerini söylüyor ve etkinliklerinde özellikle Bursalıların desteğini beklediklerini belirtiyor. Enes, çizgi roman ile ilgilenmeye nasıl başladın?
olayını keşfettim. Amatör bazı çalışmalarım oldu. Bir yandan ülkemizde de bu tip çalışmalar artış gösteriyordu. İlk ciddi cosplay çalışmamı Deadpool film gösteriminde Bursa'da yaptım. Oldukça ilgi çekti. Peki, Beleş Çizgi Roman Günü? Levent Abi böyle bir şey düşünüyordu. Biz de biraz baskı yaptık. Cosplay'i de etkinliğe kattık. Etkinliğimiz 12 Haziran'da gerçekleşti. Hem Bursa içinden hem de şehir dışından gelen pek çok arkadaşımız oldu. Yoğunluğu görünce, tamam bu kentte böyle şeyler yapabiliriz, dedik ve çalışmaları hızlandırdık. Nasıl bir topluluk oluşturdunuz, neler yapacaksınız?
Çizgi roman ile tanışmam Örümcek Adam vasıtasıyla oldu. Örümcek Adam'ın 90'lı yıllarda yayınlanan animasyon serisini, sonra ise Marvel'ın diğer animasyonlarını izledim. Geçtiğimiz Şubat ayında Çizman'ın sahibi Levent Abi tanıştık. New Avengers ciltlerini okumaya başladım. Biraz geç kalmışsın diyenler olabilir ama yoğun araştırma ve okumalar yaparak arayı kapattım.
Ekibimizi topluluk olarak değil, bir aile olarak görüyorum. Çizgi roman, cosplay ve çeşitli rol yapma oyunlarında faaliyetler gerçekleştireceğiz. Ayrıca okullar ve bunun gibi kurumlarda küçük kardeşlerimiz ile de bir araya gelmek ve onları mutlu etmeyi amaçlıyoruz. Bursa başta olmak üzere röportajı okuyan herkesten çalışmalarımıza destek bekliyoruz.
Cosplay etkinliklerine olan ilgin nasıl ortaya çıktı? Yine yaptığım araştırmalarda cosplay
10
11
TEPEDEKİ BAR 6. Kısım Yazan Mehmet Berk YALTIRIK Bekir, paşanın bu teklifini hiç düşünmeden kabul etti. Paşa damadı bir kabadayı olarak Beyoğlu'nu nasıl kasıp kavuracağını hayal etti. Fakat her şeyden önce sırtında debelenmekte olan öte âlemlere karışmış paşa kızının varlığından duyduğu korkuyu bastırmalıydı. Kızı usulca yere bırakıp bir yandan da hareketlerini zapt etmeye çalıştı. Paşa'nın emriyle köşk ahalisinden şahitler toplandı. Uşaklar pencerelerden sızan rüzgârda alevleri salınan kandillerle odaya geldikleri esnada dışarıda gök gürültüleri işitilmeye başlamıştı. Bekir dışarıda kararmış bulutlar pek dikkatini çekmemişken birden patlayan fırtınaya bir anlam veremedi. Akabinde hemen aklına hortlaklaşmış paşa kızının malik olabileceği tabiatüstü hadiseler geldi. İhtiyar ninesi hep anlatmamış mıydı kara bulutları fırtınaları çekip sürüyen lügatlerin, kukuthilerin hikâyelerini? Paşa'nın ihtiyar kâhyasının imamlığında oracıkta ecinnilerin hükmündeki paşa kızıyla Bekir'in nikâhı kıyıldı. Ardından paşa Bekir'in verasetiyle alakalı ne iktiza ediyorsa oracıkta imzalayıp mühürledi. “Artık damadımsın. Şimdi onu mahzene indirebiliriz…” “Daha da fenalaşır more paşa hazretlerı. Peymanzer, kilerde var midır sarımsak? Getiresın demet demet saralım etrafına, durulmaz bu başka türlü…” Bekir bunu son anda hatırlamıştı. Peymanzer hemen kilere koşturup ne kadar sarımsak varsa topladı. Daha odaya yaklaşır yaklaşmaz sarımsaklar tesirini göstermişti. Paşa kızı urganlarını bir boğaymışçasına gerip olduğu yerde yılan gibi kıvrılıyor, korkunç çığlıklarıyla köşkü inletiyordu. Oradakiler dışarıdan gelen gök gürültüleri ve yıldırımların şavkımasında hayli dehşetli bir sahneye tanıklık etmektelerdi. Paşa kızını zor bela zapt ederek sarımsakları urganların üzerine bağlamaya başladılar. Paşa kızı görece dinginleşip durulunca Bekir yeniden kızı sırtına vurdu. Paşa ile kâhyanın ardına takılıp ahşap merdivenlerden mahzene indi. Merdiven gıcırtılarıyla gök gürültülerinden başka herhangi bir ses duyulmuyordu. Küf kokulu ve hayli tozlu mahzene indikten sonra mahzenin kömürlükten hallice bir bölmenin önüne geldiler. Bekir paşa kızını bölmeye boylu boyunca uzattı. Paşa'nın önceden hazırlattığı harcı hizmetkârlarla birlikte karıp duvarı örmeye başladılar, Paşa gözlerinde yaşlarla onların hummalı çalışmasını seyrediyordu. Son taşı da en tepeye yerleştirip yegâne deliği kapattılar. Fırtına çoktan dinmiş, mahzenin ufak pencerelerinden inceden havanın aydınlanmaya yüz tuttuğu ayan olmuştu. Bekir, Paşa'ya döndü: “Çift kat ördük paşa hazretlerı. Urganlar bir gün çürür, sarımsaklar toz olur ama istediği kadar bağırsın, tırmalasın yıkamaz bu duvari. Dualarla ördük taşlarıni!” Paşa: “Ben ölünceye kadar bu sır aramızda kalacak. Ben öldükten sonra duvarı kırdırıp kızımı öldürebilirsiniz… Bu sır asla buradan dışarıya çıkmayacak!”
12
(2010'lar…) Vedat'ın bağırması üzerine Kenan merakına yenik düşüp, Pelin'e: “Senle sonra konuşucaz!” diyerek köşke doğru koşturdu. Bu sefer Pelin arkasından bağırmaya başlamıştı: “Ne konuşucaz ulan? Ne kaldı konuşacak?” Kenan köşke gireceği esnada bu sefer Pelin koşturup koluna yapıştı Kenan'ın. Kenan şaşkın şaşkın yüzüne bakarken imkân bulsa bir kaşık suda boğacak gibiydi: “Ben senin istediğin zaman hesap soracağın, kafana estiğinde de çekip gideceğin biri değilim artık!” Kenan kolunu sertçe çekti: “Kavganın sırası mı kızım? Adam niye bağırdı ona bakacağım!” Pelin'in suratında manalı bir ifadesizlik hasıl oldu: “Peki, bak. Ben Vedat'ın odasına çıkıyorum dinleneceğim biraz…” diyerek bir hışımla merdivenlere doğru yürüyüp topuklarını vura vura yukarıya çıkmaya başladı. Kenan sesindeki tınıdan tiksinmişti, hırsından saldırabilirdi ama kendisini sinir etmek için kasten yaptığını kendi kendine telkin ederek sakinleşti. Kel badigardla Vedat'ın tartışma seslerini dinleye dinleye onların olduğu yere doğru ilerledi. Taş merdivenlerden mahzene indiği esnada küf kokusunun genzini doldurmasıyla yüzünü ekşitti. Tavandan sarkan tozlara, sağda solda yığılmış üstü neredeyse toprakla kaplı üstü örtülü eski eşyalara bakına bakına ilerledi. Vedat'la kel badigardı bir duvarın önünde tartışırken gördü: “Oğlum buradan gelen ses neydi? Tadilatta temizlikte hiç mi bakmadınız lan?” “Abi sana ses geliyor deyince kızıyordun ne yapalım?” “Ulan kauçuk insan gibi çağır burayı göster o zaman. Gelip kontrol etmesem, millet gelip gitmeye başlayınca sesten rahatsız olsa batıracaksınız beni demek?” Kenan: “Sesiniz ta yukarıya geliyor, ne oldu?” Vedat: “Duvardan hakikaten ses geliyor ama boru sesi falan değil. Bildiğin çığlık sesi.” “Kedi sıkışmıştır o zaman.” “Tamam, da nereden girecek?” “Kedi aga bu, pencereden falan girmiştir. Hem burada duvar olması saçma, diğer bölmeler açık burası sonradan kapatılmış gibi. Ardında cam falan olan bir bölme var demek ki?” “Manyak mı lan bunlar niye kapatsınlar duvarı?” “Ben nereden bileyim senin dedenden kalmış, git ona sor!” Badigard: “Abi günah olmasın da bu kendi kendine ölür bence içeride…” Vedat hızla dönüp kel badigartın karnına yumruk attı. Tadilatçılardan kalma büyükçe bir balyozu gösterip tükürükler saçarak haykırdı: “Senin bok yemen lan! Ben kedi medi istemiyorum. Yık duvarı çıkar hayvanı! Hadi lan!” Kenan'ın şaşkın, Vedat'ın öfkeli bakışları altında kel badigard tadilattan kalan araç gerecin durduğu köşeye koşturdu. Kenan tepedeki ışıkları gösterdi: “Tesisatı siz mi döşediniz?” Vedat gergince kafasını salladı: “Komple. Elektriği de biz çektik. Burada uzun süre oturan olmamış, oturan da elektrik çektirmemiş niyeyse.”
13
Badigard elinde balyozla koşturup duvarın yan tarafına geçti. Besmele çekip ilk darbeyi duvara indirdi. Darbenin sertliğinden duvarda bir çatlak oluşturmayı başarsa da pek etkilenmemiş gibiydi. Vedat'a seslendi: “Abi çift kat örmüşler galiba?” Kenan bağırdı: “Sıçarım katına kutuna lan! Yık çabuk çıkar hayvanı! Gözüm üstünde!” Kel badigard bir kere daha bu sefer patronuna karşı beslediği öfkeyle savurdu. Duvarda ilk delik açıldıktan sonra ağrıyan kollarına rağmen birkaç darbe daha indirdi. Neredeyse bir insanın sığabileceği genişlikte bir delik açılmıştı. Tam bir lahza soluklanıp balyozu tekrar kaldıracağı esnada dışarıda bir yerlere aniden yıldırım düştü. Köşkün duvarları yıldırımın tesiriyle zangırdarken bir anda ortalık zifiri karanlığa gömüldü. Üçü cep telefonlarını çıkarıp ışıklarını açtılar. Vedat: “Ulan dışarıda bulut falan da yoktu ne ara geldi bu yıldırım?” Kenan: “Sigortalar attı. Barın elektrik tesisatına ben bakardım yine bir kurcalayayım?” Badigart: “Gidip açayım mı abi?” Vedat: “Sen buradan bir yere ayrılma lan! Kenan sigortaların yerini bilmiyor gidip göstereyim, sen burada kalıp o kediyi çıkar. Hadi!” Kenan'la Vedat'ın elindeki telefonların ışıkları hızlı adımlarla mahzenin taş merdivenlerinin olduğu yerde gözden yiterken kel badigard kendi kendine küfürler ederek telefonunu ışığı yanar vaziyetteyken ufak pencerelerden birinin önüne bıraktı. Sırtını karanlığa vererek balyozu kaldırmak üzere tekrar kavradı ama bir şey kaldırmasına neden oldu. Korkudan ayaklarının uyuştuğunu, sol koluna neredeyse inme indiğini fark etti. Yürümek istiyordu ama yürüyemiyordu. Bağırmak istediğinde boğazından sadece zayıf bir soluk sesi çıktı, boğazı kurumuştu. Örümcek misali bembeyaz ince parmaklı iki elin deliğin içinden uzandığını ve kedigözü gibi iki parlak gözün kendisine baktığını görmüştü…
14
Groucho ya da Arşak Ahmet Ziya SEKENDİZ Sevgili dostumuz Dylan Dog, Türkiye'de birçok yayınevi tarafından yayınlandı. İlk yayınlama teşebbüsü, 1990'ların ilk yarısında Tex'i çıkaran Galaksi Yayınları tarafından yapıldı. Ama Yeni Yüzyıl Gazetesi'nin günlük strip tarzı yayınını saymazsak ilk yayın AD yayıncılığa nasip oldu. O ilk sayıda hayatımıza giren ve Dylan Dog'cuların bir başka sevdiği Groucho, çevirmenleri en çok zorlayan karakterlerden biri oldu. Çünkü sürekli yaptığı “saçma” esprilerin birçoğu kelime oyunlarına dayanıyordu. Mizahçıların “Laf esprisi” dediği bu nükteli sözleri çevirmek de haliyle pek kolay olmuyordu. Açıkçası çevirilerde zaman zaman orijinalinden uzaklaşmak zorunda kaldığımızı belirtmek zorundayım. Bu arada ilginçtir, Grocho'nun esprilerine gülen pek kimseye rastlamıyoruz. (Bir macerada gördüğümüz zekâ geriliğinden muztarip bir vatandaş hariç) Groucho'nun esprilerinin etkileri bazen kendisini iyi yönde gösterebiliyor. Bir macerada Bloch vurulur ve komaya girer. Durumu çok kötüdür. Dylan kötülerin peşinde koşarken, Bloch'un başında bekleme işi Groucho'ya düşer. Groucho, dedektifin başında otururken bir yandan da kendi kendine saçma sapan fıkralar anlatmaya başlar. Saatlerce anlatır. Bloch, komada bile olsa daha fazla dayanamaz ve “yeteeeeer!” diyerek uyanır. Böylece Groucho tıpta “espri ile tedavi” yöntemini bulmuş olur Bu arada Dylan Dog maceraları kurgulanırken, ilk olarak Dylan'ın yanına MelBrooks'un Genç Frankenstein filmindeki Igor'a benzer bir yardımcı vermeyi düşünürler. O sıralarda SergioBonelliTutto West serisi için “Rivel Bill” hikâyesini yazmaktadır ve o macerada komedyen GrouchoMarx'tan ilham alan bir karakter bulunmaktadır. (Tutto West
15
No:37) Böylece Groucho'nun Dylan'ın yardımcısı olması fikri doğar. Dylan Dog henüz bir polisken de Groucho ile tanışmaktadır. Kâbuslar dedektifi olduktan sonra aldığı ilk işte bir kadın, evinin tavan arasını hayaletlerin işgal ettiğini söyleyerek Dylan'a başvurur. Dylan olay yerine gidince hayalet bulamaz. Ama bir sandığın içinde uyuyan Groucho'yu bulur. Bu olaydan sonra Groucho, Dylan'ın hiçbir zaman maaşını ödeyemediği yardımcısı olur. Ana görevi ise asla silah taşımayan Dylan'a gerekli durumlarda silah fırlatmaktır. Groucho'nun birkaçı Türkiye'de de yayınlanan mini albümleri bulunmaktadır. Ama benim söylemek istediğim bir şey daha var.
Sizce de Groucho'nun bir kişilik bölünme sorunu olabilir mi? Groucho kimdir? Yani gerçek anlamda soruyorum. Kim bu adam? Karakterin gerçek adının Groucho olmadığını, Amerikalı Groucho Marx'ı taklit ettiğini biliyoruz. Ama gerçek adına hiçbir yayında rastlayamıyoruz. Sadece bir macerada ona “Julius” diye hitap edildiği için gerçek adının Julius olduğunu iddia edenler var. (Bir zamanlar ben de öyle iddia ederdim) Ama komedyen Groucho Marx'ın asıl adının Julius olduğunu göz önünde bulundurursak bunun da gerçek adı olmadığını düşünebiliriz. Aynı şekilde orijinal 19. Sayıda “komik bir adı” olduğunu ve adının Karl olduğunu söyler Groucho. Ama bunun da ne kadar güvenilir bir bilgi olduğu tartışılır.
Groucho'nun “ ikili” hayatına bir katkı da benim en beğendiğim çevirmenlerden Zeynep Akkuş'un eli ile yapıldı. Zeynep Hanım Groucho ismini “Arşak” şeklinde çevirmekteydi. Kendi çevirilerimde kullanmamış olsam da bu uyarlamanın çok hoş olduğunu ifade etmeliyim. Komedyen Groucho Marx'ın adının ülkemizde Arşak Palabıyıkyan şeklinde uyarlandığını düşünürsek bunun gayet yerinde bir çeviri olduğunu söyleyebiliriz. Netice itibariyle Zeynep Akkuş, Groucho'nun ikili hayatına Türkiye'de yeni bir madde eklemiş oldu. Biz Groucho'ya yeni isim veririz de Amerikalılar durur mu? Dylan Dog Amerika'da yayınlanırken Telif hakları nedeniyle (zaten var olan bir tipi izin almadan Amerika'da kullanamayacakları için) Grocho'nun adı Felix oluverir. Al sana bir ikililik daha! Dylan Dog'un filminde de Dylan'ın yardımcılığına Groucho yerine (yine telif hakları nedeniyle) Sam Huntington'ın canlandırdığı Marcus adlı karakter gelir. Anlaşılan Groucho istese de istemese de onu türlü türlü şekillere sokup bipolar kişilik bozukluğundan hastanelik etmeye and içmiş birileri var. (!) Yine de onu çok seviyoruz!
Aslına bakarsanız Groucho'nun gizemli kişiliği hakkında tek bildiğimiz şey,” ikili” şeylere pek meraklı oluşu. Demek istediğim şu: adının Groucho olduğunu söylüyor ama aslında bir başka adı daha var. Çift anlamlı kelimelerle espriler yapıyor. Mesela “capo” kelimesinin çift anlamından yararlanıyor. Capohem “baş” hem de “patron” anlamına geliyor. Patronunu görmek istediğini söyleyen birine “omuzlarımın üzerine bakabilirsiniz” şeklinde bir cevap verebiliyor. (Hoz 22, Hoz 24) Dylan'ın yanında ikinci adam olması, iki kişi takılmaları da yine bu ikili durumlara örnekler olarak sayılabilir.
16
SÜPERBALIK TÂCI Yazan Buket YILDIRIM KANTAROĞLU
İllüstrasyon Gülhan SEVİNÇ
Bugün su biraz daha soğuktu. Pembemsi pulları sanki dik dik olmuştu. Annesine okyanusta biraz dolaşacağını söyleyip evden çıktı. Deniz fenerinin cılız ışığını rehber edinerek güneydoğu sularına doğru yüzdü. En sevdiği şey okyanusta taklalar atarak yüzmekti. Çok çalışırsa büyüyünce yüzme yarışlarına katılabilir, hatta şampiyon olup annesine o çok sevdiği beyaz istiridye incisini verebilirdi. Şöyle bir dolaştı arkadaşlarıyla en çok oynadıkları kayanın etrafında. Şimdi niye kimse yoktu? Luna olsaydı onunla batıdaki Bay Mel Köpek balığının evine kadar yarış yapabilirlerdi... Aklından binlerce düşünce geçiyordu, yalnız kalmak onu üzmüştü... Mutsuzluktan yüzgeçlerinin ağrıdığını hissediyordu, gözlerini kapatıp dalgaya bıraktı kendini. Sürüklenmişti! Uyanır uyanmaz alabora oldu. Bir hamle daha yaparak toparlandı etrafına bakındı çok karanlıktı deniz fenerinin ışığı gözükmüyordu. Burada büyük balıklar vardı daha önce hiç görmediği bir yerde olduğunun farkında varması sadece 3 saniyesini aldı. Paniğe kapılarak bir o yana bir bu yana yüzdü. Sanki her çırpınışı daha da batırıyordu onu. Küçük bir mağara buldu. Yokluğunun çabuk fark edilmesi için yüce Yulla' ya yalvardı. Minik bedeninden çıkan cılız sesini duyurabilmek için tüm gücüyle bağırdı... “Anne, benii kurtarr!” Ortalık zifiri karanlıktı, zil çalan karnının guruldamaları Posi Meydanı'ndan bile duyulabilirdi. İyi de daha önce hiç tek başına avlanmamıştı ki. Böyle çaresizce beklemeye devam ederse ya canlı canlı büyük bir balığa yem olacak ya da açlıktan ölecek, yine büyük bir balığa yem olacaktı. Birilerinden yardım istemeye çalışsa; yolunu kaybeden minik bir balığın başına neler gelebileceğini annesi en az on farklı hikaye kitabından okumuştu ona. Çaresizce yanındaki yosunların etrafında dolandı, istemeyerek de olsa hayatta kalabilmek adına biraz biraz yedi... Şuan için avlanmadan yiyebileceği tek şey yosunlardı. Yeniden mağaraya çekildi... Kimse onu aramıyordu işte. Kimse fark etmemişti yokluğunu. “Boli doğduğu için mi artık sevilmiyorum?” Tüm balıklar “Boli doğdu, artık senin pulların okyanusun dibine gömüldü” derken kardeşliğin önemini, abi olduğumu defalarca söylememiş miydi babam? Peki şimdi neden yanımda yoktu? Neden imdadıma kimse yetişmiyordu?... Gözlerinden akan yaşlar okyanusun soğuk sularıyla buluştu... Çaresizce uyuyakaldı... Gözlerini açtığında güneş ışını okyanusu tamamen doldurmuştu. Ölmediği için büyük bir nefes aldı... Yine parlak, ılık, mavi bir gündü. Tabi diğer balıklar için... “Karanlık, puslu, pis bir okyanus... Evimi özledim...” derken korkusu, üzüntüsü yüzünden okunuyordu... Mağaradan çıktı. Evine dönmek için bir şeyler yapmalıydı. Yanına biraz yosun alarak kuzeye doğru yüzdü. Gün ışığı varken büyük balıklardan tanımadığı sularda kaçması biraz daha olasıydı. İşte, Karşıdan bir Dubar balığı geliyordu! Hem boyutları da ona yakındı. Korkacak bir şey yoktu. Ona doğru yüzmeye başladı. Yanına yaklaştı. “Merhaba, ben Lima yolumu kaybettim dünden beri karşıdaki mağarada ailemin beni bulmasını bekliyorum. Alora Adası' nda yaşıyorum bana yardımcı olabilir misiniz?” dedi. Dubar balığı ona gitmesi gereken yönü tarif etti fakat gittikçe uzaklaştığını fark eden Lima bir başka balığa daha sormaya karar verdi. Evinin önündeki yosunları temizleyen orta yaşlı bir Turna balığının yanına doğru yüzmeye başladı. “Merhaba, ben Lima yolumu kaybettim dünden beri bir mağarada ailemin beni bulmasını bekliyorum. Alora
17
18
Adası' nda yaşıyorum bana yardımcı olabilir misiniz?” Bu sefer de Bay Turna balığı ona tam tersi istikameti gösteriyordu. Başladığı yere geri dönmüştü. Ne yapacağını bilemez hale gelmişti. Aklına, son seçimlerden sonra her bölgenin başkanlarının beta balıkları olacaklarıyla ilgili izlediği bir haber geldi. En iyisi bu bölgenin başkanı Beta balığıyla konuşmak olacaktı. Okyanus boyunca dümdüz yüzdü. O kadar yorulmuştu ki minik yüzgeçlerine binlerce deniz kestanesi aynı anda batıyormuş gibi hissediyordu. Biraz dinlendi, yanına katık ettiği yosunlardan yedi, iyi ki yanına almıştı yoksa açlıktan ölürdü... Birkaç balığa daha sorarak sonunda Beta balığının o mükemmel batığına ulaşmıştı... Batığın içi rüya gibiydi... İleride yüzme şampiyonu mu yoksa bölge başkanı mı olmak istediğini düşündü bir an. Kısa sürede bu şaşkınlığını üzerinden atıp Başkan Beta'yla konuşmak için kapısını tıklattı. “ Giriniz.” “Merhaba, ben Lima yolumu kaybettim dünden beri bir mağarada ailemin beni bulmasını bekliyorum. Alora Adası'nda yaşıyorum bana yardımcı olabilir misiniz? Tek çarem sizsiniz artık evime dönmek istiyorum...” Beta balığı şaşkın bir şekilde Lima'ya başka bir ülkenin okyanusunda olduğunu belirtti. “Oraya yeniden tek başına gidebilmen senin kadar küçük bir balık için imkansız. Noka yolunu kullansan köpek balıklarına yem olursun, Pey üzerinden gidersen de büyük okyanus şelalesinin azgın sularına kapılır okyanusun dibini boylarsın” Lima hüngür hüngür ağlamaya başladı. “Lütfen, lütfen bana bir yol gösterin,lütfen...” “Hep beni bulur!” Beta balığı daha fazla dayanamadı... “Senin için yardımcımı görevlendiriyorum onun peşinden sakın ayrılma, deniz feneri yolunuzu aydınlatasıya kadar bekleyin. Umarım bir daha yeni maceralara atılmazsınız küçük bey. Okyanus bizim kadar küçük balıklar için yeterince büyük... “ Beta balığına minnet duyuyordu... Ama içten içe de ders almamışçasına “Macerasız yaşanmaz, büyük balıklara yem olma korkusuyla hep aynı sularda yüzüp yeni yerler keşfedemezsem monotonluğa yem olurum”... İşte, deniz feneri okyanusa doğru ışığını göndermişti. Hareket zamanı... Lima ve görevli yola koyuldular... Bu yolculuk saatler sürecekti... Ben buralara kadar tek başıma nasıl geldim diye düşünerek korkuyla etrafına bakıp ilerliyordu... “Bu büyük bir başarı! Varır varmaz Luna'ya başıma gelenleri anlatacağım. Kayadan Bay Mel Köpek balığının evine kadar yüzmek çocuk oyuncağı! Ben ülke aşmayı becerdim! “ diyerek gururlandı kendisiyle. Görevli bir hayli yaşlı bir balıktı. Türünü dahi bilmiyordu Lima. Eski sulardan derlerdi böyle yaşlı balıklar için. “Umarım ona güvenmekle hata etmemişimdir daha konuşmayı bile bilmiyor sanırım, ne kadar sıkıcı bir yolculuk!” Okyanus yeniden karanlığa gömüldü. Görevli bir mağaraya doğru ilerledi, Lima da arkasından gitti. Güneşi beklemeye başladılar... Lima o kadar heyecanlanmıştı ki. Hem çok uzun bir yolculuk geçirmişti, hem ailesi onu çok özlemiş olmalıydı, hem de arkadaşlarına hava atarak anlatacağı ilginç birçok olay yaşamıştı. Yavaş yavaş göz kapakları uykuya esir düşerken bile hâlâ bitmiyordu aklındaki düşünceler... Bu görevli ne biçim bir balıktı? Tek kelime dahi etmiyordu... “Biirr yumurta, ikii yumurta, üçç yumurta, dörttt yumurtaa”... ZZzZZzZZzZZzZ
19
Gün ışığı okyanusu okşadığı an görevli Lima'nın başına dikilmişti.Gözlerini açtığında görevlinin yüzgeçlerinde bir kucak dolusu kalamar gördü. “Hadi ye,yol uzun.” Yemez mi hiç! Onca yavan yosundan sonra on yıl aç kalmışçasına yaladı yuttu. Yola koyuldular... Görevli ağzının mührünü açmıştı. Ne kadar kibar ve bilgili bir balıktı... Meğersem bizim görevli de minik bir balıkken Alora Adası'nda doğmuş... Lima dün düşündükleri için utandı. Bir anda kendini en yakın hissettiği balık “Görevli” olmuştu.İsmini bile sormadı. Lima için o “Kurtarıcı görevli”ydi. Bir nevi süperbalık! Adaya varır varmaz ailesine ve arkadaşlarına onu kurtaran görevlinin hem kanatlı hem yürüyebilen hem de yüzebilen bir balık olduğunu anlatmayı düşündü. Kalbi güm güm atıyordu heyecandan... Ve işte. Sonunda gelmişlerdi Alora Adasına... Lima koca yürekli dostunun beline sımsıkı sardı yüzgeçlerini... Ona hediye olarak yolda kendi yüzgeçleriyle yaptığı yosun tâcı uzattı. “Bu senin süperbalık tacın!” Görevli, Lima'nın başını okşadı... “Hoşça kal cesur balık!”
20
BERSERK MANGA İNCELEMESİ Olca KARASOY Japonya'nın ve hatta dünyanın en ünlü, aynı zamanda da en uzun soluklu manga serisi olan Berserk'in mangaka'sı Kentaro Miura'dır. Aynı zamanda Miura'ya da ün getiren seri, 1989 yılından bu yana düzensiz bir şekilde yayımlanmaktadır. Toplamda 37 cildi ve 343 bölümü sevenlerine sunulmuştur. Özellikle 2010'un başlarından beri bölümleri düzensiz bir şekilde çıkan Berserk, halen devam etmekte. Birçok dile çevrilen manga, ülkemizde de oldukça popülerdir ve ilk cildi 2012 yılında Gerekli Şeyler tarafından Türkçe olarak sunulmuştur. Elbette bu kadar popüler olan bir manga serisi sadece manga olarak kalmadı. 1997 yılında Oriental Light and Magic anime stüdyosu tarafından, serinin “Golden Age” hikâyesini anlatan 25 bölümlük
bir anime serisi, 2012 – 2013 yılları arasında Studio 4C tarafından yine Golden Age hikâyesini konu alan üçleme film serisi yapıldı. 2016'nın Haziran ayında ise Berserk ikinci bir anime serisine kavuşacaktır. Berserk, bizi fantastik, orta çağ Avrupa'sı tarzı bir dünyaya götürüyor. Guts, nam-ı diğer Kara Kılıç Ustası'nın hikâyesini anlatıyor. Manga, Guts'ı tanıtan “Kara Kılıç Ustası” hikâyesi ile başlıyor. Manganın ilk sayfasını çevirdiğimizde metal bir sol kolu olan, tek gözü olmayan kocaman bir adamın sarışın bir kadınla ilişkiye girdiğine şahitlik ediyoruz. Nitekim sarışın güzel birden bir iblise dönüşür ve adama “seni yakaladım evlat” der. Adam ise karşılık verir: “Görünüşe göre ben seni yakaladım.”. Adam, metal kolunu iblisin ağzına sokar. Bir sonraki karede
21
22
adamın arkasında iblis cesedini bırakarak, neredeyse kendisi kadar uzun kılıcı ile uzaklaştığını görürüz. Evet, bu metal kollu, tek gözlü, kocaman kılıçlı iri yarı adam, Guts'dır ve iblisleri avlamaktadır. Aslında iblisleri özel olarak aramamaktadır. Ama geçmişinde yaşadığı ve kolunu ile gözünü kaybetmesine neden olan olaydan itibaren damgalanmış ve iblisler onun peşine düşmüşlerdir. Guts'un aradığı ve öldürmeyi çok istediği sadece bir kişi vardır. Bu kişi eski dostu Griffith'tir. Kısa süren Kara Kılıç Ustası bölümünden sonra olaylar geçmişe döner. Golden Age hikâyesi ile Guts'ın henüz iki kollu- iki gözlü haline, gençliğine, Griffith ve Şahinler Çetesi ile tanışmasına ve iblislerin nereden geldiğine tanıklık ederiz. Manganın çizimlerine baktığımızda cinselliğin ve şiddetin ön planda olduğunu oldukça rahat bir
mangası yetişkinlere hitap etmesinin yanında
şekilde görebiliyoruz. Zaten daha ilk sayfalarda
görebileceğiniz en ayrıntılı çizimlere sahip
karşımıza çıplak vücutlar ve parçalanan cesetler
mangalardan birisi. Karakterleri ile olsun arka plan
çıkıyor. Her taraf kan, her taraf ceset. Görebileceğiniz
çizimleri ile olsun manga oldukça derin ayrıntılara
en karanlık mangalardan yani. Aynı zamanda Berserk
sahip. Şahsen bana seksenli yılların korku filmlerini
23
hatırlattı diyebilirim.
gidiyor ve sürekli
Elbette aynı
daha fazlasını
zamanda hikâye
istiyorsunuz! Evet. Berserk'in
olarak da büyük bir derinliğe sahip. Yani
mangası 1989
mangayı:“işte bir
yılından beri (benden
adam var, kesiyor,
daha yaşlı!) devam
biçiyor
ediyor. Kimi zaman
gidiyor”şeklinde
ayda bir, kimi
sanmayın. Özellikle
zamansa birkaç ayda
Golden Age
bir ve abartısız
hikâyesinin sonunda
söylüyorum kimi
meydana gelen
zaman yılda bir kere
olaylar bende olduğu gibi sizde de derin etkiler
çıktığına şahit oldum. Ve yayınlanan bölümlerin sayfa
bırakabilir. Ve öykü öyle bir akıyor ki “nereden
sayıları da öyle ahım şahım değil. Ortalama 18 – 20
nereye” geldik demeden edemiyorsunuz. Yenilmez bir
sayfa bir şey çıkıyor. Siz düşünün artık, birkaç ayda
ikili olan Gutsile Griffith'in birbirlerinin en büyük
bir sadece 20 sayfa… Bu yüzden temennim ya ben
düşmanları haline gelişleri ve akıbetleri beni olduğu
ya da Miura ölmeden Berserk serisinin sona ermesi
kadar sizi de meraklandıracaktır. Şunu rahatça
yönünde. Bir sonraki manga incelememizde
söyleyebilirim: Sayfalar deyim yerindeyse lokum gibi
görüşmek üzere.
24
ANADENİZ HÜKÜMDARLARI Yazan Oğuz Özgür UĞUR
İllüstrasyon Hüseyin ESEN
1.BÖLÜM: ANDALUS
“İskeleden biri bağırıyor!” “Geride birini mi unuttuk?” “Hayır, süvari bey. Kim olduğunu bilmiyoruz. Ne yapmamızı emredersiniz?” “Ne bakıyorsunuz? Geri dönüyoruz!” Serdümen olanca hızıyla orsa seyrinde süzülen karaveli kaptanın emriyle ters yöne hareket ettirdi. Kaptan Tartus limanı iskelesinden canhıraş çığlıklar atan adamı şüpheyle gözlüyordu. Tayfa gemiyi tanımadıkları biri için çeyrek fersah açıktan geri döndüren kaptanlarına hiç şaşırmamıştı. Bu onun sıradan tuhaflıklarından yalnızca biriydi. Serdümen gemiyi tornistan yaptırarak iskeleye yanaştırdı. İskeledeki adam paspal görünüşüyle dilenciden başka bir şeye benzemiyordu. Karavelin kaptanı Raşid güçlü sesiyle adama seslendi: “Hırsızlık mı yaptın yoksa adam mı öldürdün? Dilenci olmayacak kadar diri, katil olamayacak kadar ölüsün!” “Yalvarırım beyim. Buralarda kimseyle bir husumetim yoktur. Her nereye seyredecekseniz beni de götürün. Param pulum yok lakin elim iş tutar. Ne derseniz yaparım.” Kaptan mazlum adamı sakince dinledi. Gür kaşlarını göz kapaklarına kadar indirip söylediklerini tarttı. Parlak bir taşın hakiki mücevher olup olmadığını anlamaya çalışıyor gibiydi. Lostromoya seslendi: ”İskeleye palamarı atın. Dikkat edin adam boğulmasın!” Genç adam denize çarpan halatı var gücüyle kavradı. Sancak tarafından tırmanıp kendini geminin güvertesine bıraktı. Şükran dolu bakışlarla gördüğü herkese teşekkür ediyordu. Kaptan bir kez daha emir verdi: “Temiz kıyafet verin, karnını doyurun sonra da yanıma getirin. Tam yol ileri!” Geminin bodoslaması hafif rüzgâr eşliğinde denizi yararak ilerliyordu. Andalus adlı gemi altmış tonilato kapasiteli, üç yelkenli eski bir karaveldi. Küçük yapısı hafif ve hızlı olmasını sağlıyordu.Tez canlı denizciler için bulunmaz bir nimetti. Gemide azılı suçlulara yer yoktu ancak tayfanın deneyimli olduğu da söylenemezdi. Andalusya'nın meşhur Palos limanındaki usta denizciler iç denizlerin sıradanlığından sıkılmış, kendilerini anadeniz sularının bilinmezliğine bırakmışlardı. Bu yüzden mürettebatın büyük çoğunluğu fakir ailelerini geçindirebilmek için çocuk yaşta hayata atılan miçolardan oluşuyordu. Karavelin kaptanı Raşid ön güvertede pruvaya dayanmış, denizi seyrediyordu. Yüzlerce defa geçtiği suları bıkmadan, saatlerce izlemeyi severdi. Mağrip topraklarına özgü esmer teni ve dazlak kafası çevik bedenine ihtişam katıyordu. Alnındaki kavisli kırışıklıklar bedeninden çok aklınıkullandığınınbelirtisiydi. Hacimli gür kaşları ve delici bakışlarıylahünkârları andıran bir çehresi vardı. Kemerli geniş burnu ve dolgun kara dudakları ona hasbir görünüm kazandırıyordu. Alnının sağından başlayıp yanağına kadar inen derin yara izi kemikli yüzünde gizemli bir hatıra bırakmıştı.İpek gömleğinin üzerine kabarık yakalı uzun siyah ceketini giymişti. Balkabağını andıran geniş Venedik pantolonu ve pahalı siyah çizmeleri giyim zevkinin hiç de fana olmadığını gösteriyordu. Yanından ayırmadığı kurmalı arbaletin kundağında yatan dişbudak ağacından bir ok,burma sırımdan yayla gerilmiş bir şekilde her zaman atışa hazır halde bekliyordu. Mürettebat gergin arbaletin kalplerine saldığı korkuyla işlerini bir an bile aksatmadan yerine getirmeye gayret ederdi.Amma velakin sert görünüşünün altında pürneşe bir tabiatı vardı. Dünyanın dört bir yanında girip çıktığı hanlar ona insanlar hakkında çok şey anlatmıştı. Sohbet ederek eğlenmesini bilirdi. İnsanlar bazen onun alay mı ettiğini yoksa gerçek mi konuştuğunu anlamakta güçlük çekerdi. Lostromo yabancının görüşmeye hazır olduğunu haber verdi. Yabancı aksak adımlarla
25
26
üverteye çıktı. Sol bacağı topallıyordu. Üzerine geçirdiği yeni kıyafetleri ve pabuçları onu pespayelikten kurtaramamıştı. Eğri büğrü duruşu, kucağında birleşen titrek elleri ve dağınık çatallı sakallarıyla yaşarken çürüyen bir vebalıyı andırıyordu. Kaptan daha fazla beklemeden söze girdi: “Söyle bakalım adın nedir? Kimlerdensin? Maşruk illerinde neyden kaçarsın?” Genç adam ürkek sesiyle cevapladı: “Adım Magjan'dır beyim.” “Demek bana bu kadarını bahşediyorsun. Öyle olsun.Senin kim olduğunun benim için hiçbir önemi yok. Soran olursa kölem olduğunu söylerim. Eğer benim gemimde kalacaksan kendine güzel bir hikâyeyaratsan iyi edersin. Akdeniz'in sultanı olduğunu söyle mesela. Aklını yitirdiğini sanırlar. Sana armut şarabı bile ikram edeceklerine bahse girerim.” “Emrin olur beyim. Af buyurun, mahzuru yoksa… Bu gemi nereye gider acaba?” Kaptanın yüzüne kısık bir gülümseme oturdu. “Üvey kardeşimin annemi biraz üzdüğünü duydum. Yanına gidip teselli etmek istiyorum. Güneşi kapatan bulutları dağıtmak gibi bir meşgalem var. Bir de koylarda dönen gizli pazarlıkları takip etmem gerekiyor. Eski bir alışkanlık.” “Eskiden korsan mıydınız?” “ Halen korsanım. Senin yaşın kadar ömrümü denizde geçirdim. Girmediğim ne koy kaldı ne de körfez. Merak etme hükümdardan iznimiz var. Yedi cihanda kapılar önüme açılır. Soysuz veletler gibi hırsızlıkla, zorbalıkla işim olmaz benim. Ah! Adımı söylemedim değil mi? Kendimi birine tanıtmayalı çok uzun zaman oldu. Adım Raşid. İsmim bana dedemden kalan tek yadigâr. Tayfam bana süvari bey der. Dostlarım al-Batros. Düşmanlarımsa Andalusyalı. Bana nasıl hitap edeceğini kendin seç. Ragusa'ya kadar durmaksızın devam edeceğiz. Orada görmem gereken biri var. Limanda inip yoluna devam edersin. Varana kadar sana ne iş verilirse onu yapacaksın. Şimdi biraz dinlen. Gücünü topla. Ne derler bilirsin; çabuk eller, çabuk işler.“ Magjan'ın al-Batrosla görüşmesi umduğu gibi geçmemişti. Kaptan sert görünüşünün aksine oldukça anlayışlı davranmıştı. Miçoların yanında yatacak bir yatak bulmuş, topallayan bacağını da sıhhat zabitine gösterebilmişti.Tabip bacağına önce yakıcı mürver yağı sürmüş, sonra da temiz bir bezle bir güzel sarmıştı. Peşindekinden kaçabilmesi için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdı. On gün boyunca kendine verilen her işe koştu. Ana direklere bağlı gabyalardan en uçtaki babafingoya kadar karavelin her parçasına eli dokunmuştu. Yeri geliyorkalafatçıyla beraber geminin kaplamalarını ziftliyor, yeri geliyor armadorlarla serenleri düzeltiyordu. Magjan kısa zamanda eski sağlam halinedönmüş, yaralı vicdanı bir nebze olsun durulmuştu.Fakat her gece uykusunu bölen kâbuslar geçmişi unutmasına imkân vermiyordu.Dolunayın dingin ışığının altında, hasır şiltesinin üzerinde yıpranmış yamalı pantolonunu incelerken buldu kendini. Yıllardır vicdanını delip geçen sözler bir kez daha ellerinin arasındaydı. Her kelimesi, her harfin her çizgisi zihnine kazınmış olsa da yeniden okumak için pantolonu ters yüz etti. Dizine dikilmiş yamanın arka yüzündeki mürekkep izlerine parmağıyla dokundu. Mürekkebin aktığı ilk günü hatırlıyordu. Onu canından bir parça gibi koruyacağına yemin etmişti. Şimdi ise yamanın üzerinde birbirine karışmış okunaksız harfler, adeta zamanla solan ruhunun bir yansımasıydı. Pantolonu tekrar tersine çevirip şiltenin altına sakladı. Andalus'un yolculuğunun üçüncü haftasının başında al-Batros Magjan'ı yanına çağırttı. Kaptanın kamarası iki kulaçtan daha geniş değildi. İç içe geçen çıtalarla tutturulmuş iki kare pencere ve ahşap direklere asılı kil kandiller odanın yeterince ışık almasını sağlıyordu. Oda içki dolu fıçılar, kilitli abanoz sandıklar, kitaplarla bezeli raflar ve döşemeyi boylu boyunca kaplayan Akaraz kilimleriyle döşeliydi. Al-Batros pencere önüne mıhlanmış ahşap masanın başında misafirini bekliyordu. Masanın üzerine gelişigüzel serilmiş arbalet oklarının fildişi temrenleri Magjan'ın gözlerinin içine sabitlenmişti. Magjan çekingen adımlarla yaklaşırken kaptan siyah vezirle beyaz piyadeyi devirmek üzereydi. “Oynamasını bilir misin?” diye sordu. Magjan “Bilirim de, böylesini hiç görmemiştim.” diye cevapladı. Satranç iç içe sıralanmış dört halka çember üzerinde siyah-beyaz karelerden oluşuyordu. Kaptan beyaz atı vezirin tehdidinden uzaklaştırırken konuştu: “Öğrensen iyi edersin. Yolumuz uzun. Tek başıma oynamaktan sıkıldım. Gemim satranç taşı görse yemeye çalışacak adamlarla dolu. Sen ne olduğunu anlamadan koca fili mideye indirirler. Sadık dostumun ise öğrenmeye pek niyeti yok.” “Sadık dostunuz?”
27
Kaptan odanın sol köşesini işaret etti. Magjan dev kaplumbağayı görünce irkildi. Ağzından istemsiz bir küfür savruldu. Al-Batros bu tepkiyi bekliyormuş gibi içten bir kahkaha koyuverdi. “Korkma genç adam. Çenesi kuvvetlidir ama koşmaya başlarsan seni yakalayabileceğini sanmıyorum. Adı Yaleb, çelik kalkan anlamına geliyor. Savaş görmüş bir korsan için doğru bir seçim değil mi?” Al-Batros Yaleb'in önüne turuncu bir kantalup fırlattı. Hayvan meyveyi güçlü çenesiyle parçalayarak yemeye koyuldu. Kaptandikkatini tekrar Magjan'a verdi: “Seni buraya Yaleb'in öğle yemeğini izlemeye çağırmadım. İki haftadır gemimdesin ve hakkında bilmediklerim beni huzursuz etmeye başladı. Günlerdir ne halt olduğunu kestirmeye çalışıyorum. Birkaç fikrim var ancak hepsi bir noktada çıkmaza giriyor. Artık buna bir son vermenin zamanı geldi değil mi, Ne dersin?” “Kim olduğumu umursamadığınızı söylemiştiniz. Hani gemide ilk gün…” “Tamam, tamam biliyorum. Seni yaptıklarınla yargılayacak değilim. İstersen Paulus'un Doria'yı öldürtmek için yolladığı bir suikastçı ol, hiç umurumda değil. Gerçi bu hoşuma giderdi ya neyse. Seni konuşmaya zorlayamam. Onun yerinebir oyun oynayacağız. Çember satrancı bilirsin sanmıştım. Her ne kadar boynu bükük rolü yapsan da zamanında çok mürekkep yaladığın belli oluyor. Sen de fark etmişsindir, denizin orta yerinde imkânlarımız kısıtlı. Barbut oynamamaya da yeminliyim. O halde bilmece oyunu oynayacağız. Sana bilmece soracağım ve bilemezsen bana bir cevap borcun olacak. Kabul ediyor musun?” Magjan kabul etmekten başka çaresi olmadığını sezmişti. Kaptanı başıyla onayladı. “Peki, o zaman, iyi dinle; Ne bacağım var dans etmeye ne ciğerim var nefes almaya. Ne canım var yaşamaya ne de yerle yeksan olmaya. Hepsini yaparım sırasıyla. Söyle neyim ben?” Magjan uzun uzun düşündü ancak bir cevap bulamadı. Kaptan kurnaz bir gülümsemeyle “ateş” dedi. “Ateşim ben. Şimdi soruma gelelim. Söyle bakalım gerçek adın nedir?” Magjan tereddüt etmeden cevap verdi: “Adım Magjan'dır beyim. Size yalan söylememiştim.” Al-Batros'un keyfi kaçmıştı: “Tanımadığın bir korsana adını söyleyecek kadar aptal olabileceğini düşünmemiştim.” “Ben de bu yüzden gerçek adımı söyledim al-Batros. İnanmayacağınızı biliyordum.” “Peki, öyle olsun. Yalnız bende bilmece bitmez. Bu sefer daha dikkatli düşün; Kaleler inşa eder, dağları delerim. Kimini kör eder, kimine yardım ederim. Söyle ben neyim?” Magjan bir süre düşündü. Bilmeceyi içinden tekrarlıyordu. Bir anda heyecanlandı ve “kum” diye bağırdı. “Şimdi hatırladım. Az kalsın Kebir çölünün kumları beni kör edecekti.” Kaptanın keyfi bir kez daha kaçmıştı. İçkisinden koca bir yudum aldıktan sonra konuştu: “Fırıncıdan bilmece öğrenirsen böyle olur işte! Sıkılmaya başladım Magjan. Son bir soru daha soracağım. Bilemezsen kimsin, necisin bir bir döküleceksin!” Devam edecek
28
29
BU SENİN KADERİN Öykü ve İllustrasyon Ramazan AYKILIÇ Akşam karanlığı, huzur. Evde yalnızsın, müzik dinliyorsun. Zırrr... Zırrr... Kapı zili çalar. Akşamın bu saatinde kim olabilir acaba? Kapıyı aralıyor, dışarı bakıyorsun. Karanlıkta, evin önünde park etmiş bir otomobil. Kapısı açık. Farları yanık. Kapının eşiğinden dışarıyı süzüyor ve kimseyi göremiyorsun. Şaşırıyor, ürperiyorsun. Soğuk. Salona dönüyorsun. Karşındaki koltuğa oturmuş orta yaşlı, yakışıklı bir yabancının sana gülümsediğini görüyorsun. Saçları yaşından önce ağarmaya başlamış beyaz gömlekli, lacivert ceketli ve açık mavi pantolonlu bir adam. Dışarıdaki soğuğa aldırmadan giyilmiş rahat bahar kıyafetleri... Sen, kapının önünde durmaya devam ediyorsun, şaşkın, donuk. Yabancı gülümsüyor ve söze başlıyor: "Özür dilerim, hanımefendi. Arabam arızalandı. Eviniz, yolumun üzerindeydi, bu yüzden yardım istemek zorunda kaldım. Ancak, uzun bir yoldan geliyorum. İçecek bir şey ikram edebilir misiniz?" Halen şoktasın. Ne diyeceğini bilemiyorsun. "Bir kahve çok iyi olur. İçine de az rom koymanızı rica ederim, varsa!" diye devam ediyor adam. Kendini mutfağa giderken buluyorsun. Mutfağa girdiğinde yabancı, buzdolabına yaslanmış, gülümsüyor. Sevecen bir şekilde. Soruyor: "Yardım etmemi ister misiniz?" Şaşkınlığından sıyrılamıyorsun, ağzından bir kelime çıkmıyor. Kahveyi hazırlıyorsun. Yabancı konuşuyor: "Güzel bir ev. Sanırım yalnız yaşıyorsunuz. Bir de kediniz olduğunu anlıyorum. Ve. Vivaldi dinlemeyi seviyorsunuz, tıpkı benim gibi. Beethoven' ı da çok beğendiğimi belirteyim. Böyle geç bir saatte burada olmam, sizi korkutmamıştır umarım? Ancak, beni buraya getiren, kalp atışlarınızın sesi oldu." Kalbimin sesini nasıl duyabilir, diye düşünüyorsun. "Şaşkınsınız, eminim. Bu, ailemden bana kalan bir miras. İnsanların kalp atışlarını duyabiliyorum." Kahve hazır, uzatıyorsun. Kahveyi alan yabancı, müzik setine doğru ilerliyor. "İzin verir misiniz?" Müzik setini işaret ederek. Gözünü kırpmadan, başınla onaylıyorsun hafifçe. Beethoven'ın "FürElise" sini seçer. Huzur veren piyano tınılarını duyuyorsun, bir an için rahatlıyorsun. Halen ayaktasın. Salonun bir ucunda sen, diğer ucunda ise müziği dinlerken kahveyi keyifle içen adam.Kahvesini içerken gözlerini senden ayırmıyor. "Ben aslında bir avcıyım. Evet, bir avcı. Anlamakta zorlanacaksınız, eminim. Ancak.... Anlamanızı sağlamaya çalışacağım. Bir kurt olarak doğdum. 7 yaşıma kadar ormanda büyüdüm. İnsanlardan uzakta. Annem ve babam insan. Yani, öyle görünüyorlar. 7 yaşıma geldiğimde, ben de insana dönüştüm. Evet, İnanması oldukça güç. Ama lütfen dinlemeye devam edin. Kurt olmamın tek farklılığı, insanlarının kalp seslerini duyabiliyor olmam. Duymak zorundayım,çünkü çok özel bir kalp sesi arıyorum. Yıllardır.... 7 ile 17 yaşlarım arasında ailemle birlikte şehirde yaşadım. Okul. Arkadaşlar. Sıradan bir hayat. Ailemin isteğiyle, 17 yaşımda onları terk ettim. Böylece yolculuğum başladı. Arayış başladı. Birçok şehir ve ülke dolaştım. Birçok işte çalıştım. Sayısız insanla tanıştım. Çok para kazandım, yatırım
30
31
yaptım. Ancak amacımı asla unutmadım. Amacım, o çok özel kalp sesini bulmaktı. Her kalbin, kendine özgü bir sesi vardır. İnsanoğlu bu gezegende yaşamaya başladığından beri, neredeyse yirmi milyar insan doğdu, öldü... Her birinin kalp atış ritmi özeldir. İnsanların kalp atışlarını her yerde duyuyorum. Sokakta, restoranda, her yerde... Aynı anda birçok şarkı dinlemek gibidir bu. Kulaklarımı kapatmam, duymamı engellemiyor. Çünkü, bu sesleri içimde duyuyorum. Kulaklarımla değil. Yıllar içinde, bu karmaşayı kontrol etmeyi öğrendim. Oysa ilk on yılım kabus gibi idi. Kalp sesleri her yerdeydi. Çıldıracağımı sanmıştım. Ancak annem ve babam, bana bu durumu nasıl kontrol etmem gerektiğini öğrettiler. Nasıl kabullenmem ve odaklanmam gerektiğini... Bir nehir gibi akıp gitmesine izin vermeyi... Yolculuğum, beni bu yakınlara getirdi. Ve bir an, "o" sesi duydum. Aradığım o kalp sesini... Önce inanmakta güçlük çektim... Yıllardır aramaktan aklım karışmış ve yolculuktan yorgun düşmüş olabileceğimi düşündüm. Sesi takip ettim. Ve işte buradayım. Sormayacak mısın bana, bu sesi niye aradığımı? Yıllar boyunca... Ancak sen, bu yabancı evine geldiğinden beri, sana bu inanması güç hikayeyi anlattığı zaman boyunca ve şu an, donmuş bir halde duruyorsun. Tek bir kelime etmedin. Ona inanmalı mı, inanmamalı mısın? Burada ne arıyor? Ne yapmak istiyor? Ancak bu düşündüklerini soramıyorsun. Öylece dikiliyorsun. Bir heykel gibi. Bu yabancıya bakan, onu dinleyen bir heykel. Yabancı, hikayesini anlatırken salonda dolanıyor ve kahvesini yudumluyordu. Tanrım, kahvesi sanki hiç bitmiyordu! Ve müzik! Halen aynı eser çalıyor, tekrar tekrar. Tüm bunları düşünürken, şok olmuş bir halde olman için gerekli birçok nedenin var. Bir anda yabancı, karşında beliriyor. Burun burunasınız. Kendi yüzünü, karşındaki bir çift gözün yansımasında görüyorsun. O gözler, konuşuyor "Kalp atışların... Kalbin... Sen... Beni uzun bir süredir bekliyordun. Kaderini bilmeden. İşte şimdi kaderinle yüzleşmenin zamanı geldi." Bir şeyler olacağını anlıyorsun. Hazırsın. Yabancının gözleri ve dudakları sana daha da yaklaşıyor, gözlerini kapatıyorsun, dudakları dudaklarına temas ediyor. Sonra karanlık... Ardından bir ses duymaya başlıyorsun, karanlıktan giderek yükselen bir ses. küt. küT. kÜT. KÜT. KÜT. KÜT.... Gözlerini açıyorsun. Karanlık. Yıldızları seçmeye başlıyorsun. Ağaçların siluetlerini. Ormandasın. Hemen yanı başında bir kalp atışı duyuyorsun. Karanlığın içinde bir kurt görüyorsun, yanında. Onu takip ediyorsun. Bir nehir görüyorsun. Nehrin dingin sularında, gökteki dolunayın yansımasını titriyor. Suya eğiliyorsun. Önce bir çift parlak göz görüyorsun, sonra da karanlık bir kurt yüzü; ve sudaki yansımada, bir kurt yüzü daha beliriyor, gözleri aynı parlaklıkta. Anlıyorsun! İkiniz de, gözlerinizi tepedeki dolunaya çeviriyorsunuz. Ve aya doğru uluyorsunuz. Auuuuuuuu-uuuuuuu......
32
33
34
35
36
37
Shoujo Kakumei Utena Anime İncelemesi Olca KARASOY
Bir zamanlar küçük bir prenses varmış. Anne ve
en sevdiğim animeler listesinde yerini almayı
babası öldüğü için çok üzgünmüş. Bir gün prensesin
başarmıştı. Sadece kısa bir paragraf ile izler kitleyi
önünde gezgin bir prens belirmiş beyaz atının
üzerine çeken kaç tane anime var ki? Evet, Utena
üzerinde. “Küçük kız” demiş prens, “bunca kederin
sıradışı konusu ve gizemi ile her bölümde izleyici
altında eziliyorsun; gücünü ve asaletini asla yitirme,
dinamik tutmayı, anlatımı ile büyülemeyi başarmış bir
büyüdüğünde bile. Sana bu yüzüğü veriyorum, günü
anime.
gelince seni bana getirecek.” Bunların hepsi iyi hoş, ancak kızımız prensten o
Öncelikle belirtmeliyim ki Chiho Saito'nun mangasından uyarlanmasına karşın Shoujo Kakumei
kadar etkilenmiş ki bir prenses değil, prens olmaya
Utena, bir süre sonra mangasından farklı bir yol
karar vermiş. Ama bu sahiden iyi bir fikir miydi?
izlemeye başladı. Söz konusu durum Fullmetal
Susan J. Napier'in “ANİME” isimli kitabında yukarıdaki paragrafı okumam ve merakla Utena animesine başlamam bir oldu. Anime bittiğinde Utena
Alchemist'te de mevcut. Manga bitmeden animeye başlandığında anime ya mangadan çok farklı bir konuya dönüyor ya da yarım kalıyor. Animenin henüz
38
hem de giyim kuşamını değiştirir. Ohtori Akademisi'ne giden Utena burada Anthy Himemiya adlı bir kızla tanışır. Anthy bir başka öğrenci ile taciz boyutlarına varan bir ilişki içerisindeyken Utena onu korumak ister ve kendisini öğrenci konseyi ile bir dizi kılıç düellosu yaparken bulur. Anthy'ye "RoseBride" yani Gül Gelini denmektedir. Yapılan düelloların kazananı Gül Gelini'ne sahip olmaktadır. Turnuvayı kazanan "dünyada devrim yapabilecek bir güce" sahip olacaktır. Bu yüzden herkes Gül Gelini'ni istediği için turnuva şampiyonu sürekli meydan okumalarla karşılaşır. Utena içinde yoğun bir biçimde metafizik, gerçeküstücülük ve alegori barındıran bir shojo, yani daha çok kızlara hitap eden bir anime serisi. Takarazuka Revue adı verilen ve tamamı kadınlardan oluşan müzikal tiyatro benzeri görseller ve gölge oyunları da animede yer alıyor. Animenin ana hikâyesi kendi içinde dörde ayrılmış. Dört hikâyede de Utena farklı bir mücadeleye giriyor. Ortak noktaları ise hikâyelerin manga tamamlanmadan başlanması ya da manganın
Ohtori Akademisi'nde geçmesi ve Utena'nın Gül
yayın hızını geçmesi olumsuz durumlara neden
Gelini'nin sahibi unvanını korumaya çalışması. Düello
olabiliyor.
için meydan okumalar geri çevrilemez ve hepsi
Serinin ana karakteri "Erkek Fatma" olarak tabir edebileceğimiz UtenaTenjou. Çocukken gördüğü nazik bir prensten o kadar etkilenir ki kendisi de bir prens olmaya karar verir. Bunun için hem kişiliğini
akademinin dışında kalan yüksek platformda gerçekleştirilir ki burası sadece düelloculara açık bir yerdir. Gül Gelini düellocuların ceketlerine güller takar ve düellocular da kılıçlarını kullanarak rakibinin
39
güllerini kopartmaya çalışır. Gülünü kaybeden düellocu mücadeleyi kaybetmiş olur. Anime içerisinde geçen dört hikâye sırası ile şöyle: Öğrenci Konseyi İlk bölümden 13. bölüme kadar sürmektedir ve Utena, Anthy ve diğer karakterleri tanıtmaktadır. Hikâyede Utena'nın Gül Gelini'ni nasıl kazandığı ve öğrenci konseyi ile mücadelesi anlatılmaktadır. Karagül Hikâyesi 14. bölümden 24. bölüme kadar sürmektedir.
tarafından kurtarıldıktan sonra gelmeye başlamıştır.
Öğrenci konseyini bertaraf ettikten sonra Utena'nın önüne yeni bir tehdit çıkar: Souji Mikage. 18 yaşındaki dahi, bir danışman kılığında üstün zekâsını kullanarak insanları manipüle etmektedir. Siyah gül armaları
Kaido'nun da niyeti bu mektupları göndereni bulmaktır. Mangada bölümler ilerledikçe Utena teyzesinin iş arkadaşı olan AoiWakaouji ile tanışır. Kendisi Utena'yı kurtaran prense çok benzemektedir
taktırdığı öğrencileri Utena'nın üzerine gönderir.
ve prensin taktığı yüzükten takmaktadır. Uteno, Aoi'yi
Akio Ohtori Hikâyesi
prensi sanır ama hayalleri Aoi ile teyzesini uygunsuz
25. bölümden 33. bölüme kadar sürmektedir.
olarak yakalayınca yıkılır. Kaido ise Utena'ya
Mikage olayından sonra Utena yeniden öğrenci
gönderilen mektupların Aoi'un okuduğu okuldan
konseyi üyeleri ile düello yapmak zorunda kalır.
geldiğini öğrenir. Bunu öğrenen Utena da okulunu
Üstelik öğrencilerin artık yeni yetenekleri de vardır.
değiştirmeye karar verir. Prensini aramaya giden
Ayrıca, Akio onu baştan çıkarmaya çalışır ve bu
Utena arkasında kalbi kırık bir Kaido bırakır.
sebeple Anthy ile arası açılır.
Utena'nın yapımında yönetmen KunihikoIkuharadahil Sailor Moon animesinde görev
Kıyamet Hikâyesi
yapan birçok kişi çalışmış. Yönetmen Kuhara, bu
34. bölümden son bölüm olan 39. bölüme kadar
animede SailorMoon'daki başarıyı
sürer. Düelloların arkasındaki karanlık sırlar açığa
yakalayabileceğinden emin olmamasına rağmen
çıkar ve Akio ile Anthy'nin gerçek niyetleri belli olur.
Utena'nın son işi olduğunu düşünerek kariyerinin zirve
Utena ile Akioilk ve son kez düello için karşı karşıya
eserini yapmak istemiş.
gelirler. Utena, Akio'yu yener ama Anthy ihanet
Utena'nın, Shoujo Kakumei Utena
edinceUtena kaybeder.
(Revolutionary Girl Utena) isimli beş sayılık mangası,
Mangada hikâye biraz daha farklı. Hikâyenin
aynı isim ile yayınlanan 39 bölümden oluşan anime
başlangıcında Utenabaşka bir okula gitmektedir. Okul yönetimi ile sorun yaşadığı için yönetim, iç mimar olan teyzesi ile iletişime geçer. Utena'nın arkadaşı Kaido izleyiciye tanıtılır. İkilinin arasında sıkı bir dostluk vardır. Mangada Utena'nın anne ile babasının ölümünden sonra bu kadar dik başlı hale geldiği anlatılır. Utena'ya her sene güller açtığı zaman bir mektup gelmektedir. Utena'nın söylediğine göre bu mektuplar, henüz küçük bir kızken bir prens
serisi ve 1999 yılında yapılan Adolescence of Utenea isimli bir anime filmi bulunmaktadır. Televizyon serisi ile film paralel doğrultuda ilerlese de bazı değişiklikler yapılmış. Utena'nın film versiyonu oldukça ilginç bulunmuştur. Bu ilginçliğin en büyük sebebi kahramanların görünüşlerinin ve karakterlerinin değişmesidir. Özellikle filmdeki Anthy Himemiya karakteri seriden oldukça farklıdır. Filmde Anthy karakteri çiziminin seriye göre daha güzel olduğunu
40
söyleyebiliriz. Anthy seride pasif bir karakter olarak ortaya çıkarken, filmde flörtöz ve dik başlı bir karakter olarak görünmekte. Ayrıca filmde Touga Kiryuu ve Utena arasında bağ, seridekinden oldukça farklıdır. Çizimleri bakımından animeye, RiyokoIkeda'nın The Rose of Versailles'in (Versailles Gülü) ilham kaynağı olduğu sıkça konuşulmuştur. Kayan aynalar, desteksiz merdivenler gibi unsurlar Versailles Gülü'nde de yer almıştı. Utena'da da gerçeküstü manzaraların yanında buna benzer sahneler mevcut. Ayrıca devrim yapmak, güllerin sıkça kullanılması, asalet ve düellolar da Versailles
de akabinde projeden ayrılarak fikirlerini Utena'da uygulamıştır. Sailor Moon animesinde de eşcinsel karakterlerin bulunması Utena ile benzerliklerindendir. Utena'da masallarda kullanılan motiflere sıkça
Gülü'nüfazlası ile hatırlatıyor. Özellikle UtenaTenjou ile Oscar François daJarjeyes karakter olarak birbirini
rastlıyoruz. Kaleler, yakışıklı prensler gibi. Bununla
anımsatmakta. (ikiside erkeksi dişi karakterler). En
birlikte, hikâyeler mangalarda gördüğümüz
büyük benzerliklerden bir diğeri ise Utena'nınAnthy'yi,
geleneksel shoujo temaları ile (güzel kızlar ve
Oscar'ın ise Maria Antoinette'yi korumaya
erkekler, romantik yakınlaşmalar) desteklenmiş.
çalışmasıdır. Maria Antoinette'in son derece kadınsı
Utena'da metafizik göndermeler de bulunuyor. Utena
olması ile Anthy karakterinin de aynı özelliği taşıması;
bir illüzyon dünyasında yaşamaktadır ve bu
Oscar ve Utena'nında erkeksi dişi karakterler olma
dünyadan gerçekliğe adım atmaktadır. Serinin
özellikleri aynıdır. Oscar, babası tarafından erkek gibi
sonunda Anthy'nineline bir çanta alması artık kendi
yetiştirilir, Utena babasız kaldığı ve güçsüz olmaktan
bağımsızlığını kazandığını ve zincirlerinden
korktuğu için erkek gibi yetişir. Utena'nın savaşı Gül
kurtulduğunu temsil eder. Utena ve Anthy'nin ilişkisi
Gelini'ni kurtarmak, Oscar'ın savaşı babasının
ise metafor olarak iki yarımın birleşme ihtiyacı olarak
arzusunu gerçekleştirmek ve iyi bir asker olmaktır.
tanımlanmıştır. Utena ne kadar erkek gibi davranırsa
Her iki karakterde başkaları için kendi yaşamlarından
Anthy o kadar narindir. Lakin ikisi de birbirlerine olan
ödün vermişlerdir. Lakin bu konuşulanlara rağmen
sevgilerini doğrudan açıklamaz. Kullanılan kırmızı
yönetmen KunihikoIkuhara, Versailles Gülü'nün,
renk ise karakterlerin hırsını temsil etmektedir.
Utena'ya kaynak olmadığını birçok kez dile
Utena'nın merdivenleri çıkarken geçirdiği dönüşüm
getirmiştir. Ikuhara'nın söylediğine göre Utena'nın
ve çalan “ZettaiUnmeiMokushiroku”adlı parça, o
konsepti, Sailor Moon Super S: The Movie anime
dönemin diğer popüler shoujo içeriği gibidir. Yani
filminden gelmektedir. Çünkü Ikuhara'nın orijinal
müzik eşliğinde karakteri değişen ve dönüşüm
fikirleri Sailor Moon filminde kullanılmamış, yönetmen
geçiren kız teması Utena'da da mevcut.
41
kasabalıların önüne atmış ve öldürülmüştür. Utena küçüklüğünde Anthy'in acılar içinde arafta sıkıştığını görmüş ve bu sebeple prens olmaya karar vermiştir. Anthy'ye sonsuz derecede güvenen ve onun için ölümü göze alan Utena en büyük darbeyi de Anthy'den alacaktır. Ama serinin sonunda Utena'nın dileği gerçek olacak ve Anthy bir birey olduğunu anlayacak, özgürlüğe adımını atacaktır. Belirtmem gereken bir diğer nokta ise animede ensest ve eşcinsel ilişkilerin bulunuyor olması ama bunların açık şekilde gösterilmemesi. Anthy ve Utena arasındaki duygusal ilişkiyi filmde daha net görürken seride hiç görmediğimiz cinsel yaklaşımlarıda filmde görmekteyiz. 1990'ların en önemli animesi olarak gösterilen Utena, AnimationKobe tarafından yılın televizyon animesi ödülünü 1997 yılında (2015'te kazanan Shirobako) kazanmıştır. Animedeki çeşitli biçimlerde tasvirler karşımıza çıkmakta. Gerçekte yıllar önce bir yangında ölen Mikage'nin seride bulunmasının nedeni herkesin onu Utena için sürrealizm dolu bir anime denilebilir. Bunda yönetmen Ikuhara'nın sanat ve tiyatro sevgisinin yeri büyük. İlk bölümden son bölüme kadar Utena, anlamı olmayan olaylardan adeta anlam çıkarmaktadır. Sonu yokmuş gibi görünen spiral merdivenlerin çıktığı düello meydanının tepesinde süzülüyormuş gibi duran tersyüz bir kale, esrarengiz
yaşıyor sanmasıdır. Dolayısıyla herkes onun öldüğünü düşünürse var olmayacaktır. Kısacası tüm mesele fikirlerin ne kadar güçlü olabileceğidir. Bu örneğe serinin sonunda Utena'nın hatırasının herkesin aklından silinmesi de verilebilir. Lakin Anthy ve Akio hala Utena'nın kim olduğunu hatırladığı için Utena bir yerlerde yaşamak zorundadır.
yorumlar yapan gölge kuklaları, sözleri kadar değişik Seride karşımıza bolca gül çıkıyor. Kırmızı güller
ama bir o kadar da görkemli olan müzikleri animeye gerçeküstü bir hava katıyor. Karakterlerin düşünceleri ve duyguları mümkün olduğunca estetik bir şekilde sunulmuş. Anthy her ne kadar kırılgan ve narin Gül Gelini olarak lanse edilse de özellikle evcil hayvanları başta olmak üzere garip zevklere sahiptir. Seride bulunan tüm erkekler işe yaramaz ve zorba olarak tasvir edilmiştir. Utena adeta kendi dünyasında bir halüsinasyonun içinde yaşıyor gibidir. Serinin sonunda ise şaşırtıcı gerçekler ortaya çıkar. Akio ve Anthy hakkındaki gerçekleri öğrenen Utena ile birlikte seyirci de büyük bir şokgeçirir. Anthy aslında bir
bireyleri tek tek temsil ederken siyah güller hepsinin ortak davasının (Utena'yı alt etmek) sembolüdür. Kelebekler ise birçok tasvirde olduğu gibi başkalaşımı temsil eder. Karagül hikâyesinin sonunda çıkan kediler ise aileyi, Akio'nun tarottan gelen arabası yetişkinliği, seks, tutku ile dönüşümü simgeler. Bunların dışında Miki'nin sürekli kronometresine bakması okulda zamanın farklı aktığının farklı olmasından kaynaklandığı içindir. Yani Miki zaman tutmaktadır. Son olarak animede bahsi geçen dünya devrimiyse Anthy'nin itaatkârlığının yok edilmesidir.
cadıdır. Yıllar önce Akio'yu kurtarmak için kendisini
42
TİMSAHIN ŞÖLENİ Yazan Gökçe Mehmet AY
İllüstrasyon Mehmet Kaan SEVİNÇ
Akıncılara katıldığımda sıcakta, enerji verimliliği için düşük güce geçmiş zırhımın içinde, eşyalarımın kayan bir yıldız gibi yere düşeceğini izleyeceğimi hayal etmemiştim. Hekate'nin sıcak iklimi Timsahlara uygundu. Diplomasi ekibi onlara kendi isimleri ile hitap etmemiz gerektiğini söyleseler de, Xcolet insan ağzına uygun değildi. Hem de iki ayağı üzerinde yürüyen, dev timsah benzeri yaratıklar söz konusu olunca timsah pek de kötü bir isim sayılmamalı. İmparatorluğun Galaksi Meclisine karşı yaptığı saldırıları durdurabilmek için Timsahlara ihtiyacımız olmasaydı bu sıcak ve bunaltıcı gezegene gelmeyebilirdim. Ancak diplomatlarımızı taşıması için Gayretgah görevlendirilince ben ve bağlı olduğum Akıncı birliği Hekate'ye gelmiştik. Benim gezegen yüzeyine inmem bir acil durum sonucu olduğu için yanımda zırhım dışında bir şey getirememiştim. Gayretgah'ın kaptanı bana kızgın olmasaydı belki eşyalarımı rokete bağlayıp yollamayabilirdi. Zırhımın hesaplarına göre iniş noktasına yakın bir tepede bekliyordum. "Merak etmeyin Teğmenim, eşyalarınız güvenle elinizde olacak." "Başçavuşum ben sizin kadar emin değilim." Başçavuş Boris, iki metreye yakın boyu ile korkutucu bir askerdi. Gülümserken avını kapmak üzere ileri atılmaya hazır bir kurt gibi gözüküyordu. "Merak etmeyin, Gayretgah'ın sızmalarda istenilen yere paketleri kolaylıkla yerleştirebilen bir ekibi var. Sizin eşyalarınız düşman sahasına inmediği için hem gizli olmak zorunda değil, hem de pakete ateş edilmiyor." Boris konuşurken içinde eşyalarımın olduğu kayan yıldızdan bir paraşüt fırladı ve kapsül yavaşlamaya başladı. Kapsül on beş dakika sonra tam da istediğimiz noktanın 5 metre uzağına iniş yaptı. İçinde mesdresim, tıraş malzemelerim ve yedek üniformam vardı. # Eşyalarımı aldıktan sonra dağların arasından şehre inen yoldan Quezlac'a vardık. Quezlac üç nehrin kesişiminde kurulmuş bir şehirdi. Akşamüstü güneşi suların üzerinde ışıldıyor, suyun içindeki evleri aydınlatıyordu. Biz insanlar gibi gökdelenler yerine geniş, bir veya iki katlı binaları vardı. Her evin nehre açılan bir kapısı ve evleri birbirine bağlayan yollara açılan bir ikinci kapısı vardı. Suda sakince yatan timsahları gördüğünüzde,onların Hekate'nin baskın türü olduğuna inanmak zordu. Yavru timsahların sığ suyun içinde zıplayıp birbirlerine yassı top attıkları oyun sahasının yanından geçip bizi yerleştirdikleri binaya vardık. Meclis'in sırrını öğrenmek istediği, dayanıklı bir malzemeden yapılmış zırhın içinde nöbet tutan iki timsah askerinin yanından geçip içeri girdik. Yüzbaşı Tekin mavi kaftan giymiş bir timsahla konuşuyordu. Geldiğimi görünce yanına çağırdı. "Teğmenim, seni güvenliğimizden sorumlu Yüzbaşı CualliIx ile tanıştırayım." Yüzbaşı Ix bana baktı, ne düşündüğünü anlamak mümkün değildi. Kendi dilinde melodik bir cevap verdi. Ense kökümden beynime bağlı çip, söylediklerini anlayabileceğim dile çevirdi. Ne yazık ki tercümede onun konuşmasındaki müzikten eser yoktu. "Bu sizin canınızı ve bizim onurumuzu kurtaran kahraman öyle mi?" Yüzbaşı Tekin'e dönüp, burun deliklerinden çipin gülme dediği bir ses çıkarttı. "Siz insanları doğru anlıyorsam daha yuvadan yeni çıkmış." "Doğru yuvadan yeni çıktı ama güçlü bir savaşçıdır." "Bu akşamki şölende ne kadar güçlü olduğunu görmek isteyenler olacaktır." Yüzbaşı Ix başını salladı. "Eğer Itzmana'nın istediği savunma sistemi ve radarlar kurulmuş olsaydı İmparatorluk gizlice size saldıramaz ve biz de sizin küçük kahramanı korumak zorunda kalmazdık.” "Baş sözcü Itzmana'nın Hekate'de tek karar verici olduğunu sanıyordum. Neden istediğini yaptıramadı ki?"
43
44
Yüzbaşı Ix gene güldü. Elini kaftanının içine sokup, tabancasının üstüne koydu. "Galaksinin kalanı ile karşılaştığımızda, bataklıklarımız ve mağaralarımızdan çıkmamız gerektiğini anladık. Ancak ilk baş sözcüyü sizlerle karşılaşmadan yüz yıl önce seçmiştik. Ondan öncesi Su Efendilerinin arasındaki savaşlarla doluydu. Sonunda savaş yuvalardaki yavruların sayısını azaltıp bizi yok olmanın eşiğine getirince ilk Baş Sözcü'yü seçtik. Ancak baş sözcülerin sözü emir olsa da, her söyledikleri duyulmaz." "Yani Baş Sözcü emirlerini yerine getirmesi için birileriyle anlaşmalı öyle mi?" "Evet Yüzbaşı Tekin, aynen öyle. Yüz yıl, geçmişin alışkanlıklarını düzeltmek için yeterli değil. O yüzden senin yavru Teğmenin Halil'in alevden kanatlarını dünyamız üzerinde açması gerekti. Bazılarımız İmparatorluğu destekliyor ve Itzmana'nın yapabilecekleri sınırlı." "Şölen güvenli mi peki?" "Güvenli olması için Itzmana beni gönderdi. Merak etmeyin, siz ve diplomasi ekibi güvende olacaklar." Saatine baktı. " Gitmem gerek, hoşça kalın."
Timsah yüzbaşısı gidince, Tekin Yüzbaşı beni taşınabilir bir güç kalkanı almak ve zırhımı kontrol ettirmek için cephaneliğe gönderdi. Geri geldiğimde diplomatların başı HarukiOgawa ve bir kadınla oturuyorlardı. "Gel Halil" eliyle boş koltuklardan birini gösterdi. "Ekselansları Ogawa'yı tanıyorsun." "Evet komutanım, sayın ekselansları" Ogawa selamıma gülümseyerek cevap verdi. "Toplanmamızın sebebi senin Xcolet adetleriyle ve karşılaşabileceğin diplomatik sorunlarla nasıl baş edebileceğini konuşmak. Açıkçası işin zor olabilir ve o yüzden sana destek olması için diplomasi ekibinden Bayan Daya Levinson'un yanında olmasına karar verdik." "Emredersiniz efendim. Ancak şölende nasıl olacak?" Bay Ogawa gülümseyerek söze girdi. "Yüzbaşı Tekin'le konuştuğumuzda senin bu işe yeterli olduğunu söyledi, gene de Bayan Levinson'un tecrübelerinin senin işini kolaylaştıracağını düşünüyoruz. O yüzden onun senin damın olarak şölene gelmesine karar verdik." "Emredersiniz efendim" Bayan Levinson, siyah saçlı, spor kıyafetlerine rağmen kendini belli eden güzel bir kadındı. Bu şölene gittiğim için ne kadar şanslı olduğumu düşündüm. Hayallerim gözlerindeki buz bakışları gördüğümde sönüverdiler. Daya Levinson savaşa gider gibi bakıyordu. # Aracımız yolun üstünde sessizce süzülerek şölenin verildiği Itzmana'nın konağına gidiyordu. Mesdresimi giymiş, Yüzbaşının emri üzerine taşınabilir güç kalkanımı gömleğimin altına bağlamıştım. Yüzbaşı Tekin, Ekselansları Ogawa ve Daya Levinson ile beraber aynı araçta olunca yarım saatlik yol boyunca diplomasi konuştuk. Bay Ogawa timsahlarla yapılacak anlaşmanın Meclis'e başka türleri de aramıza aldığımızı gösterecek iyi bir işaret olduğunu düşünüyordu. Yüzbaşı Tekin ise Hekate'nin imparatorluk gemilerinin yolunu kesecek bir ön karakol olabileceğini savunuyordu. Büyük ihtimalle Meclis bu ikisini ve belki de bizim bilmediğimiz başka konuları göz önüne alıp timsahlarla anlaşmaya karar vermişti. Daya'ya ne düşündüğünü soracaktım ki konak yolun sonunda gözüktü. Konak koca bir göletin ortasında halkalar halinde tek katlı binaların çevrelediği bir ufak ağaçlıktan oluşuyordu. Yollar kırmızı, yeşil ve sarı lambalarla aydınlatılmıştı. Yaklaştıkça ufak tekneler ve bizimki gibi kara taşıtlarıyla gelenler kalabalığı arttırdı. Timsahlar göz alıcı renklerde giyinmişlerdi. Dişi timsahların kıyafetlerinde pırıltılı mücevherler vardı. Aslında renk seçimini bir kenara bırakılsa bizim büyük toplantılardan pek de farklı değildi. Arabadan inip binaların arasından ağaçlığa ilerledik. Daya koluma girmiş, etrafı inceliyordu. Ağaçlığın girişine vardığımızda yeşil kaftanlı, siyah bir timsah kalabalıktan ayrıldı ve kuyruğunu kaldırıp bize selam verdi. "Hoş geldiniz, uzak diyarların yolcuları." Sesini çok yükseltmemişti ama tüm timsahlar susmuş bizi izliyorlardı.
45
"Ev sahibimiz Itzmana daha teşrif edemediler, ancak benden size yardımcı olmamı istediler." Ellerini kaftanını önünde kavuşturup, kuyruğunu indirmeden bizi bekliyordu. Bay Ogawa öne çıkıp, başını hafifçe eğip timsahı selamladı. "Saygıdeğer Su Efendisi QoixlatChiok, sizi görmek bizim için de büyük mutluluk. Bana saygıdeğer ev sahibimizinkonağını göstermenizden memnun olurum." Ogawa bize baktı. "Teğmen Halil, sizin yemeklerinizi tanımıyor, siz bize şöleni gezdirirken onlar da bu eksikliği tamamlayabilirler." "Elbette Ekselansları Ogawa."
Yüzbaşının bir göz işaretiyle onlardan ayrıldık. Daya beni ağaçlığın ortasındaki dev masaya doğru götürdü. "Eğer ev sahibimizin damak tadını öğrenmek istersen doğru yerdesin." "Böyle bir isteğim yoktu aslında. Yemekleri nasıl?" "Eğer et seviyorsan başarılı yemekleri var. Itzmana büyük ihtimalle birçok av hayvanı sunacaktır." Daya kolumu bıraktı. "Birini gördüm, sen yemek yerken ben de onunla konuşmalıyım. Burada buluşuruz, tamam mı?" Başımı salladım. Daya gülümseyip yanımdan ayrıldı.
Masaya yaklaşınca Daya'nın haklı olduğunu gördüm. Kuşa benzeyen kanatlı iki metrelik bir hayvan pişirilmiş ve masaya kanatları açık yerleştirilmişti. Etrafında balık gibi başka etler vardı. Onların aralarında da yeşil, mor ve sarı renklerde sebzeler dizilmişti. Masada tabaklar ve üç farklı çelik alet vardı. Hangisini kullanacağımı ve hangi yemekten başlayacağımı düşünürken beyaz pullu, üzerinde kırmızı mavi kaftan olan bir timsah yanıma geldi. "Eğer Klovxta deneyeceksen, şu bıçağı kullanıp kanadından kesmelisin. Kanat eti bu mevsimde çok güzeldir." "Teşekkür ederim." Timsah ben bıçakla kuşun kanadından bir parça keserken beni izliyordu. Tabağa koyup bir lokma ısırdım. "Güzel değil mi?" "Evet, çok güzel." Kanat eti yumuşak ve suluydu. "Kusura bakmayın, ben Teğmen Halil Kocasoy, Galaktik Meclis Uzay Subayı'yım." "Sizi tanıyorum Halil Teğmen. Ben de YioziMaxcla, Baş Sözcü Itzlan'ın Üçüncü Sofra Yamağıyım." "Tercümede sıkıntı var galiba ne iş yaptığınızı anlayamadım. Şölenle mi ilgili acaba?" "Öyle de diyebilirsiniz. Benim işim Baş Sözcü'nün böyle toplantılarda başının ağrımamasını sağlamak." Gülümsedi. Yiozi bana yardımcı oldu ve Xcolet yemek kültürüne hızlı bir giriş yaptım. Üçüncü tabağı doldurduğunda patlamak üzereydim. "Yiozi, benim için bugünlük bu kadar yemek yeter. Biraz ara versem iyi olacak." "Elbette Halil. İstersen seni su dansı pistine götüreyim." Daya etrafta gözükmüyordu. Masanın etrafında beklemekten sıkılmıştım. "Olur gidelim." # Yiozi konuşan ve yemek yiyen timsahların arasından beni ağaçların açılıp göle kavuştuğu bir yere götürdü. Timsahlar sahilde suyu izliyorlardı. Kulaklarımla değil, kemiklerimde hissettiğim bir ses duydum. Sesin ardından da suyun içinden parıltılı pullarla kaplı, gök kuşağı renklerine boyalı bir timsah fırladı. Kıvrak hareketlerle, suyun üstünde yürür gibi dans etti ve suya daldı. Gölün yüzeyi sanki hiç bir şey olmamış gibi düm düzdü. “İnanılmaz, muhteşemdi."
46
"Evet, Juecxla en iyi dansçılarımızdandır. İzle daha yeni başlıyor." O tiz müzik tekrar gölü sardığında Juecxla'nın dansına hazırlıklıydım. Su üstünde muhteşem figürler yapıp, karanlık suyun derinliklerinde kaybolurken tüm timsahlar ve ben huşu içinde onu izliyorduk. Juecxla havaya yükselip etrafında dönerken birinin onun yerine beni izlediğini fark ettim. Başımı gayri ihtiyari çevirdiğimde İmparatorluk üniforması içinde bir adam gördüm. Onu gördüğümü fark edince yanındaki timsahın kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Yiozi dansa dalmıştı. "O kim? Şölene İmparatorluk askerleri de çağırdığınızı bilmiyordum." Yiozi adama baktı. Dudakları gerildi ve kuyruğunu yere vurdu. "Onun burada olmaması gerekiyordu. Ne yazık ki bazı aşiretler Baş Sözcü'nün kararlarını böyle test etmek istiyorlar." Biz konuşurken timsah bize baktı ve ağzını kocaman açıp kükredi. Diğer timsahlar dansı bırakıp ona bakıyorlardı. "Sen uzaklardan gelip, göğümüzü ateşle kaplayan. Pisliğinle suyumuzu kirletemezsin." Kuyruğunu üç kez yere vurdu ve bana doğru zıpladı.
Timsahlar etrafımdan kaçışmışlardı. Farkında olmadan yakın dövüş duruşuna geçtim. Çipten güç kalkanına ulaştım ve çalıştırdım. Koca timsah beş metrelik mesafeyi aşıp önüme geldiğinde hazırdım ki Yiozi aramıza girdi.
"Değerli HuexlaMexlac, şölen Baş Sözcü'nün. Lütfen konuklarına saygılı olun." Huexla önce bana sonra Yiozi'ye baktı. "Bu yeni gelenler bırak Baş Sözcü'nün, bataklıkta gezinen akılsızların sofrasından kırıntı hak etmiyorlar. Sen bir de kalkmış onları mı savunuyorsun." Diplomasiden ya da insan dışı varlıkların kültürlerinden anlamam, ama birisi bana hakaret ettiğinde anlayabilecek aklım vardır. "Benim ve Meclis'in subaylarının başkasının korumasına ihtiyacı yok." Bir adım öne attım, başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım. "Hele de İmparatorluk uşaklarından çekinecek değilim." Huexla kuyruğunu kaldırdı. Üç kez yere vurdu ve kükredi. Ağzını kapatıp beni ısırmak istese başarılı olacağı kadar yakındı. "O zaman gel suya ve korkman gerekir mi gerekmez mi öğren." Huexla kaftanını sıyırıp içindeki ince,vücudunu saran kıyafetle suya girdi. Yiozi'ye ne olduğunu sormak için baktığımda donup kalmıştı. "Yiozi, ne oldu, ne yapmam lazım?" "Dostum Halil, sayende artık Klovxta yemi oldum. Baş Sözcü beni ufak parçalar halinde Klovxta avlamak için kullanacak." "Merak etme, sorunu Huexla'nın çıkarttığını ona anlatırım. Böyle bir şey olacağını bilemezdin." "Sorun da bu, aslında böyle bir şey olacağını biliyordum." "Nasıl yani? Beni buraya onu görmem için mi getirdin?" "Evet, onun seni görmesini ve beni suya çağırmasını istiyordum. Ne yazık ki sen aceleci davrandın." Huexla yavaş adımlarla suya giriyordu. Bana bakıp burnundan çıkarttığı iğrenç sesle güldü. "Tamam peki, şimdi ne olacak? Dans gösterisinden bahsetmiyoruz değil mi?" "Hayır, onunla dövüşmeni istiyor. Kimseden bir alet ya da yardım alamazsın. Üstünde seni suda zorlayacak kıyafetin varsa çıkartabilirsin, o kadar." "Peki, gösteri için mi bu dövüş yoksa ciddi mi?” "Ciddi, eğer beni suya çağırsaydı karaya dönemeyecekti." Yiozi kaftanını açıp bacağına bağlı bıçağı gösterdi. Timsahların garip adetleri olduğunu tahmin etmiştim. Dövüşten kaçacak da değildim doğrusu ama Yüzbaşı'nın ilk günüm bitmeden anlaşma yapmaya geldiklerimizden biriyle dövüşmeme ne diyeceğine emin değildim. Ceketimi çıkartıp, güç kalkanımı ten yakınlığına çektim. Ayakkabımı çıkartıp suya girdim. Yiozi eşyalarımı taşımak için suyun kenarına gelmişti.
47
"Yiozi sen bir tür istihbaratçısın değil mi?" Başını onaylar gibi salladı. "Söylemiştim Halil. Ben Itzmana'nın baş ağrıları ile ilgilenirim." Çipten Yüzbaşı'ya olanları anlatan ve yerimi söyleyen kısa bir mesaj attım. İki metre boyunda timsah beni belime kadar gelen su içinde bekliyordu. Casuslar kimin olurlarsa olsunlar sorun demekti. # Huexla beni kıpırdamadan bekliyordu. Karşısına geçtim. O ellerini kavuşturunca ben de kavuşturdum. Derin bir nefes aldım ve gözlerinin içine baktım. Sarı göz bebekleri aniden sola kaydı. Koca yumruğu bana doğru geldiğinde hazırdım. Yumruğun altından hızla kaçtım ve yüzüne doğru hamle yaptım. Yumruğumu keskin dişleri arasında kapmaya çalışınca burnuna vurdum. Hızla dönüp sular saçan kuyruğunu ayaklarıma savurdu. Kaçacak yerim yoktu, suyun içine atladım. Takla atıp, yanına geçtim. Sağ elinden kaçıp yerden karnına bir tekme attım. Güç kalkanını kullansam işi anında bitirebilirdim ama Yüzbaşı'dan emir gelmeden bunu yapmam mümkün değildi. Uzun kollarından uzağa kaçtım. Sol yumruğunu fazla açmıştı, dişlerinden kaçıp bir daha çenesine yumruğu patlattım ama bana yaklaşmıştı. Yumruğundan korunmak isterken suyun altından kuyruğu ile beni yakaladı. Bacaklarım yerden kesilmişti. Takla atıp kaçmaya çalıştım ama karnıma tekme attı. Kollarını açıp üstüme sıçradı. Koca ağzını açmıştı. Güç kalkanımdan destek alıp tek elim üzerinde kalkarak ondan kaçtım. Suya girdi ve dalga oluşturmadan kayboldu. Nefes nefeseydim. Karanlıkta nereden geleceği belli olmuyordu. Suda hafif bir dalga görüp ondan uzağa sıçradım. Huexla fırlayıp beni yakalamaya çalıştı. Çok açılmıştı. Haykırıp boynuna sarıldım. Takla atıp arkasına geçtim. Kollarımı koltuk altlarından geçirip başını yakaladım. Azgın bir boğa gibi tepinmeye sallanmaya başladı. Kendini suya attı. Başımı suyun üstünde tutup kafasını çekmeye devam ettim. Sırt üstü döndü. Ikimiz de suyun içindeydik. Boynunu bırakmıyordum. O da beni suya batırıyordu. Bütün gücümle kafasını geri çektim. Gözlerimin kenarlarında küçük yıldızlar parlıyordu. Dirsekleri karnıma vuruyor, su her darbede ağzıma doluyordu. Her şey kararmak üzereyken durdu. Dayanabildiğim kadar suyun altında bekledim ve Huexla'nın altından çıktım. Bir kaç timsah kuyruklarını havada ıslıklar çalacak şekilde sallıyorlardı. Huexla'yı karaya taşırken çip onların alkış olduğun söyledi.
Karada Yiozi beni bekliyordu. "İyi dövüştü. Gördüğüm kadarıyla yaşıyor." "Evet." "Bu da işime yarar. Teşekkürler. Önemli bir baş ağrısından kurtulmamızı sağladın." Yiozi asker üniformalı iki timsaha eliyle işaret edince Huexla'yı götürdüler. "Sanırım benim için şölen artık bitti." "İstersen seni Yüzbaşı ve diğer diplomatların yanına götürebilirim ya da konukevine bir araçla bıraktırayım." "Teşekkürler Yiozi. Önce Yüzbaşı ile konuşmam lazım." Yüzbaşıya tekrar çipten ulaşmayı denedim. Bir terslik vardı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken çip ateşli silah alarmı verdi. Güç kalkanım otomatik olarak koruma moduna geçti. Kalkana büyük hızla bir mermi çarptı. Geriye düştüm. Gözlerimin önünde mermi kalkanın içinde havada asılı kalmıştı. Çip merminin geldiği yönü gösterdi. Bir timsah tüfek benzeri silahını bana çevirmişti. Ayağa kalkmamı beklemiyordu. Hızla koşup güç kalkanımın gücünü de kullanarak ona bir yumruk attım. Timsahın zırhsız çenesi yumruğumun altında kırıldı. O kanlar içinde yere yığılırken ben başka saldırılar için tetikteydim. Güvenlik görevlisi timsahlar silahlarını bana doğrultmuşlardı. Çipim hâlâ Yüzbaşı'ya ulaşamıyordu. Acil durum sinyali verdim. Şehirden patlama sesleri geliyordu. Konağın içinde çipin tercümesi olmadan çığlık olduğunu anladığım sesler duyuluyordu. Yiozi koşarak yanıma geldi. Elinde bir telsiz vardı. "Halil, Baş Sözcü'ye Meclis diplomatlarını ağırlarken saldırı olmuş. Itzmana iyi ama Yüzbaşıyla, Bay Ogawa kaçırılmış. Konukevine de saldırı olduğu haberi geldi ama isyancılar oraya girememişler.” Başçavuş Boris'i çipten çağırdım.
48
"Neler oluyor?" "Teğmenim, konukevi saldırıya uğradı. Acil müdahale timi zırhlıydı, saldırganları etkisiz hale getirdik. Size almak için bir uçucu hazırlıyordum." "Tamam, Gayretgah'a ulaş. Yüzbaşı ve diplomatlar kaçırıldı. Uzaklaşmadan onları bulmalıyız." "Emredersiniz komutanım. Zırhınızı da gönderiyorum."
Boris'le hattı kapatmadan çipime Daya Levinson'dan bir sinyal geldi. “Halil eğer beni duyuyorsan sinyalimi takip et. Diplomatları kaçıranların uçucusundayım. Aralarında İmparatorluk Kara El askerleri de var.” Kara El İmparatorluğun özel görev birliğiydi. Daya'nın ne yaptığını soramadan hat kesildi. Ama çipim şifreli takip sinyaline kilitlenmişti.
Sinyali takip edecek, akıncılarımla İmparatorluğun özel birliğine hadlerini bildirecek ve kaçırılanları kurtaracaktım. Ama önce tekrar zırhımı kuşanmalıydım.
49
ESCAFLOWNE: A Girl in Gaea mangAnime mangAnime Türkiye'nin anime film gösterimi ve atölye çalışmalarının beşincisi ve bu sezonun son etkinliği 11 Haziran günü, Tasarım Atölyesi Kadıköy'de (TAK) gerçekleşti. Etkinlikte, “mecha” temalı bir yapıt olan “Escaflowne: A Girl in Gaea” ele alındı. Film gösteriminin ardından, atölye bölümünde katılımcılarla beraber film, karakterler, yönetmen ve tema hakkında sohbet ve incelemeler yapıldı. mangAnime Türkiye beşinci anime atölyesi ile 2016'nın ilk sezonunu kapatırken, Eylül ayında gösterim ve atölye çalışmalarının ikinci sezonu başlayacak. FARKLI BİR MECHA ANİMESİ Escaflowne, türe aşina olanlar için oldukça farklı bir yapıt. Ancak neden “farklı” dediğimizi açıklamadan önce filmin hikâyesinden söz edelim biraz. Escaflowne, tıpkı yeniden yorumlandığı The Vision of Escaflowne (Tenkū no Esukafurōne) dizisinde olduğu gibi dünyada yaşayan genç bir liseli kız Hitomi'nin, fantastik bir şekilde paralel bir evren olan Gaea'ya gitmesi ve orada “Kanatların Tanrıçası” olarak karşılanması etrafında dönüyor. Dünyada oldukça karamsar hatta neredeyse bunalımda olan Hitomi'den beklenen Gaea'yı yıkıma
götürecek olan Escaflowne isimli zırh/savaş robotu/mecha'yı çalışır duruma getirmesi ve onu kullanabilecek 'asil' kana sahip Van'ın emrine sunmasıdır. Van, filmin ilerleyen bölümlerinde daha net bir şekilde ortaya çıkacak bir aile içi savaşın taraflarından biridir ve kendisi gibi 'ejder kanı' taşıyan Falken'i durdurabilmek için Escaflowne'yi kullanmayı hedeflemektedir. Her hikâyede olduğu gibi işler beklendiği gibi ilerlemez, kendisinden bir tanrıça gibi davranması beklenen Hitomi hiçbir gücü olmadığı için beklenen mucizeleri gerçekleştiremez, Van savaşarak elde ettiği Escaflowne'yi elinde tutamaz, düşmanlar
KÜNYE Yıl: 2000 Süre: 95 dk. Tür: Fantas k, aksiyon, mecha Yapım: BONES Yönetmen: Kazuki Akane Orijinal Hikâye: Hajime Yatate, Shoji Kawamori Senaryo: Kazuki Akane, Ryota Yamaguchi Müzik: Hajime Mizoguchi, Yoko Kanno Karakter Tasarım: Nobuteru Yuki
SESLENDİRME EKİBİ Hitomi Kanzaki: Maaya Sakamoto Van Fanel: Tomokazu Seki Dune / Folken: Jouji Nakata Allen: Shinichiro Miki Millerna: Aki Takeda Merle: Ikue Ohtani Dryden: Juurouta Kosugi Sora: Mayumi Iizuka Dilandau: Minami Takayama
50
amaçlarına biraz daha yaklaşır, üstelik kahramanlarımızdan daha güçlü ve hedeflerine daha yakındırlar. Ancak hikâye ilerledikçe Hitomi olgunlaşır, Van'ın geçmişindeki yaraların ikisi arasındaki gerilimin kaynağı olduğunu keşfeder, Kara Ejder İmparatorluğu'nun başındaki Falken'e ve onun psikopat davranışlı subayı Dilendau'ya karşı mücadelesinde Van'ın ve arkadaşlarının yanında durur. Giderek keşfettiği güçleri ile Gaea'nın yok olmasını engelleyip, gezegenin sakinleri için yeniden yaşanabilir bir yer olması için mücadele verir. MECHA AMA BÜYÜ VE FANTASİK DE VAR... Escaflowne'yi türün diğer örneklerinden “farklı” kılan şeylerin başında mecha türü içinde olmasına rağmen hikâyesinin bilimkurgu öğelerinden daha çok fantastiğe yakın olması söylenebilir. Büyü, kılıç dövüşleri, atlı şövalyeler (hatta samuraylar) kadar Escaflowne isimli mechanın kendisi de bir neredeyse organik bir savaş zırhıdır filmde. Animeyi “farklı” kılan bir diğer şey de filmin hem shonen hem de shojo unsurlar ile süslü olması. Bir yandan Van'ın Escaflowne'yi kullanarak Gaea'yı
yok olmaktan kurtarmak için savaşı, diğer yandan da Hitomi'nin geçirdiği dönüşüm ve kendini bulma hikayesi, iç içe, sarmal bir şekilde animede yer alıyor. Zaten hikâyenin işlendiği bir dizi manga içinde shonen ve shojo türünde hazırlananlar da var. Ayrıca filmin, yeniden yorumlandığı dizisine göre oldukça farklı olduğunu da anımsatmakta yarar var. Filmde diziye göre Japonya'ya ait göndermeler ve tasarımlara daha çok yer verildiği gibi, hikâyenin işlenişi de diziye göre (süre sıkıntısı nedeniyle mecburi olarak) daha aceleye getirilmiş gibi. Bu nedenle filmi izleyip beğenenlerin mutlaka diziyi de izlemelerini öneriyoruz.
51
52
SHOJI KAWAMORI Her ne kadar filmin yönetmeni Kazuki Akane olsa da, Escaflowne veya “mecha anime” alt janrı denilince asıl bahsedilmesi gerken isim, filmin yaratıcısı Shoji Kawamori'dir. Şubat 1960 doğumlu Shoji Kawamori Japon anime sektöründe gençlik yıllarından beri mecha tasarımcısı, konsept yaratıcısı, senaryo yazarı ve çeşitli projelerde de yapımcı olarak yer almış belki de en önemli figürlerden biridir. Animeye ve özelinde mecha animeye olan sevgisi lise yıllarında Space Battleship Yamato'nun televizyonda yayınlanması ile başlar. Gelecekte dahil olacağı Studio Nue'nin kurucuları ile de Yamato'nun çekildiği stüdyoya yaptıkları bir gezide tanışmıştır. Kariyeri boyunca Kawamori'nin dahil olduğu en önemli yapımlar The Super Dimension Fortress Macross, The Vision of Escaflowne, Earth Maiden Arjuna, Aquarion, Macross Plus, Macross 7, Patlabor ve Ghost in the Shell filmleri, Gundam 0083, Future GPX Cyber Formula, Eureka 7, Macross Frontier, AKB0048 ve Macross Delta'dır. Bu serilerin bir kısmında mecha tasarımcısı, bir kısmında genel konseptin fikir sahibi, bir kısmında ise yönetmen koltuğunda olan Kawamori birden fazla disipline sahip olmasını Keio Üniversitesi'nde okuduğu Makina Mühendisliğine dayandığını çeşitli röportajlarında belirtmektedir. Kawamori bir mecha tasarımcısı olmasının yanında tasarımları ile oyuncak sektörüne de yön vermiştir. Sonradan Transformers olarak anılacak Diaclone oyuncak serisindeki en ikonik tasarımlar Battle Convoy (Optimus Prime), Datsun Fairlady Z Robo (Prowl/Bluestreak/Smokescreen), Nissan Cherry Vanette Robo (Ironhide/Ratchet) ve Macross
serilerindeki üç farklı moda dönüşebilen uçak VF-1 ile oyuncak sektöründe tasarım, üretim yöntemlerinin yanında kalite kontrol süreçlerinin de gelişmesine önayak olmuştur. Vizyoner bakışı ile 1994 yılında yanınlanan dört bölümlük Macross Plus'da başrolde olan yapay zekaya sahip Sharon Apple isimli şarkıcı karakterin gerçek hayata yansıması 2007 yılında Hatsune Miku isimli şarkıcı personada gerçekleşmiştir. Shoji Kawamori halen Studio Satelight'da çalışmakta ve Macross serisi başta olmak üzere, çok verimli bir kariyere imza atmaya devam etmektedir.
MECHA / MECHA ANİME NEDİR? Mecha, çok genel olarak İngilizcedeki 'mechanical' (mekanik) kelimesinin kısa kullanımıdır. Ama önemli olan kelimenin Japon animasyonu kültüründeki kullanımıdır. Anime'de mecha, mekanik, elektronik veya biyomekanik her türlü yaratım, araç, alet, donanım, varlık olarak tanımlanabilir. Ama bundan da dar bir kullanım görülmektedir ki, bu da mecha anime kavramının, dev mekanik savaş araçlarının ve onların pilotlarının hikayelerinin işlendiği diziler ve filmlerin oluşturduğu bir alt türü ifade etmesidir. Bu anime alt türünün ilk örnekleri, 1960'larda görülmeye başlamıştır. Günümüzde de bolca örnekleri bulunan bu türün sonu gelmeyecek gibi görünüyor.
Ayrıca mecha kavramı aslında oldukça geniş bir alandaki nesneleri de kapsamaktadır. Anime'lerde görülebilecek mecha türlerini kısaca listeleyecek olursak: Dev robotlar, oyuncak robotlar, minik robotlar, cyborglar, androidler, kişisel zırhlar (body armor), dış kabuklar (exo-skeleton), güç arttıran kıyafetler, uzay gemileri, çeşitli kara/hava/deniz araçları, bilgisayarlar, aletler, silahlar. Ve bunlar da kendi altlarında bölümlenebilirler. Mecha anime türünün ilk iki önemli eserinden birincisi Osamu Tezuka'nın yarattığı “Tetsuwan Atomu” (Batı'da bilindiği ismi ile Astro Boy) olarak sayılmaktadır. Diğeri ise “Super Robot” akımını
53
başlatan “Tetsujin 28” (Iron Man No.28) olmuştur. Tetsuwan Atomu ile robot ve insanın mükemmel birleşimini, insanın iyi ve kötü her yanını yansıtan karakterler ile görürken; Tetsujin 28 ise robot ve insanı ayırmış, başrole bir çocuk kahraman ve onun yönetimindeki, bilimadamı babasının icat ettiği dev robotu getirmiştir. Mecha Anime türüne genişçe bir bakış attığımızda, çoğu dizi ve filmin içerik olarak belli özellikleri taşıdığını görebiliriz. Bunalrın başlıcaları aksiyonun yoğun kullanımı, teknolojiyi yüceltme ve insandan öte bir öğe olarak sunma, kaçınılmaz şekilde devamlı bir
çatışma ve mücadele içeren senaryolar, savaş ortamının sıklıkla işlenmesi ve bununla beraber çoğunlukla görülen masif yıkım durumları. Ayrıca mecha anime ve manga örneklerinin çoğu shounen (genç erkek) kitleye hitap edecek şekilde tasarlandığı ve pazarlandığı için, bu türün genel özellikleri olan takım çalışması, kendini geliştirme ve büyüme, kişisel sınırlarını keşfetme ve aşma gibi temalar da neredeyse her eserde bulunabilir. Tüm bunların dışında bir kısım mecha anime ve mangada insanüstü güçlerin kullanımı veya mitolojiden ve canavar kültürlerinden alıntılar/göndermeler da bulmak mümkündür.
54
TEFRİKA - III Yazan Yasin YAVUZ
İllüstrasyon Hamide AYDIN
Tam bir düş kırıklığı. Kelimenin tam anlamıyla böyleydi. SamiraMemmedova, Kain'in düşündüğü gibi genç değil, oldukça olgun bir kadındı. Oysa onu aradığında ahizeden duyduğu ses yirmili yaşlarının sonunda bir kadına aitmiş gibiydi. SamiraMemmedova oldukça zarif bir kadındı. Siyah, klasik bir takım giymişti. Bir yetmiş boylarında ve en fazla altmış kiloydu. Omuzları, genişti ve giydiği takımı sunturlu ve şık bir şekilde taşıyordu. Oldukça bakımlıydı. Kırklı yaşlarındaydı. Sıcak bir ten rengine sahipti ve pürüzsüz, düz bir yüzü, maun rengi dalgalı saçları vardı ve ela-yeşil arası gözlerinde duyduğu derin acının melankolisi hissediliyordu. Kain kendi tanıttı ve kocası hakkında birkaç soru sormak istediğini belirtti. SamiraMemmedova bir onaylama belirtisi olarak başını hafifçe eğdi. Oturması için Kain'e bir yer işaret etti ve ardından hafifçe bir iki kelimeyi mırıldadı ama Kain bunlardan hiçbir şey anlamadı. - Af edersiniz. Fakat söylediklerinizi anlamıyorum. Yumuşak bir ses tonuyla ve belli belirsiz bir aksanla yanıt verdi: - Özür dilerim. Bugün doğru kelimeyi bulmak çok zor. - Anlıyorum. Fakat her yaşamın bir sonu, bir finali var. - Kötü bir final, diye kederle yanıt verdi Samira. Kain kasıldı. Soluk almak için ağzını açtı ve soluğunu derin derin aldıktan sonra kadını desteklemek istedi: - Kötü bir final, evet. Ancak finaller genellikle kötüdür. En azından, geride kalanlar için öyledir. Samira omuz silkti: - Ne anlama geliyor bu? - Finali kavramamıza yardım ediyor. Kain'in karşısına oturan Samira, fısıldar gibi konuştu: - Sanırım finalin ne olduğunu biliyorum. - Öyle mi? Nedir peki? - Bir başlangıç. Hem göçen için hem de geride kalan için. Kain sıkıntıyla soluk verdi: - Sorun şu ki, söylediklerinizde sonuna kadar haklısınız. Bir yerden başlamak gerekiyor. Size eşiniz hakkında birkaç soru sormak zorundayım. - Yardımcı olmayı deneyeceğim. Sizin için yapacağım bunu. - Teşekkür ederim. İnanın bana, çok sürmeyecek. Kain soru sormadan önce birkaç saniye bekledi, doğru kelimeleri aradı: - Sizi son zamanlarda rahatsız eden biri oldu mu? - Nasıl bir rahatsızlıktan söz ediyorsunuz? Telefonla mı?
55
- Sadece o değil. Kimliği belirli ya da belirsiz kişiler tarafından takip edilme, sözlü ya da yazılı olarak tehdit almak ya da bunlara benzeyen herhangi bir tatsızlık yaşadınız mı? Samira tereddüt etmedi: - Hayır, böyle bir şey olmadı. - Peki ya, eşiniz? O yaşamış olabilir mi? - Sanmıyorum, dedi Samira soğukkanlılığını koruyarak. O iş yerinde de oldukça sevilen biriydi ve bir düşmanı yoktu. Kain yön değiştirmeye karar verdi: - Eşinizin iş yerindeki görevi tam olarak neydi? - Yıllardır o firmada çalışıyor. Hızla yükseldi ve sonunda firma müdürü oldu. - Yetki alanı genişti yani? - Elbette. Ancak bundan dolayı bir sorun yaşadığını hiç sanmıyorum. İş yerinde her şey yolundaydı. - Eşiniz sizden bir şey saklar mıydı? Memmedova birden gerildi: - Nereye varmak istiyorsunuz? - Sakin olun, diye yatıştırmaya çalıştı Kain, lütfen. Buna benzer bir cinayet daha işlendi. İlk cinayet ile eşiniz arasında bir bağ olmalı. Anlatmadığınız ya da bilmediğiniz bir şey var. Bu yüzden, lütfen bildiklerinizi anlatın ki, neyi bilmediğinizi çözmemiz kolaylaşsın. Kocanıza bunu yapanı, bulmamı istiyorsunuz, değil mi? - İstiyorum, evet. - O halde, bize yardımcı olun ve tüm bildiklerinizi bizimle paylaşın, lütfen. Samira Memmedova tekrar yerine oturdu. Orada, oturduğu berjerin üzerinde, tıpkı bir Klasik Çağ heykeli gibi duruyordu. Bir sanat eseri gibi. Hayranlık verici. Samira, bir anda, mucizevi bir bilinç çözülmesi yaşadı: - Son yıllarda, dedi düşünceli bir halde, yaşadığımız tek kötü şey… mahkeme mevzusu. Ancak ölümüyle bir alakası olacağını san… - Ona ben karar vereceğim, diye sözünü kesti Kain, siz anlatmaya devam edin. - Mikail'in müdürlüğe geçeceği yıl firmada ondan ayrı bir aday daha vardı.
56
- Adı neydi? Kadın yeniden belleğini zorladı ve ne mutlu ki bu kez çözülmesi uzun sürmedi: - Tüzer. Yakup Tüzer. Kain bu ismi defterine not etti ve devam etmesi için kadına eliyle işaret etti. - Firma ikiye bölünmüştü ve müdürün kim olacağı konusunda içten içe tahminler yürütülüyordu. - Bir çeşit fraksiyon oluştu yani? - Evet, öyle de denebilir. Ancak diğer aday bir trafik kazası geçirdi ve olay yerinde hayatını kaybetti. Eşi bu olaydan bizi sorumlu tuttu ve dava edildik. - Sonuç? - Biz kazandık, dedi Samira. Başka bir ihtimal söz konusu bile değildi. - Neden? - Masumduk çünkü. Yakup Tüzer kaza geçirdiğinde ben ve eşim Ankara'da bile değildik. - Neredeydiniz? - İstanbul'da. Kain fücceten ayağa kalktı ve kadına elini uzattı. - Teşekkür ederim. Birkaç gün içinde ofisime uğramanızı rica ediyorum. - Sebep? - İfadenizi imzalayacaksınız, hepsi bu. Bu arada, görevli bir arkadaş bazı şeyleri teyit edecek. - Elbette, dedi Samira, birkaç gün içinde uğrayacağım. - Son bir sorum var, dedi Kain evden ayrılırken, kocanız öldürüldüğü gece eve hiç gelmedi ve siz de bir ihbarda bulunmadınız. Randevusu mu vardı acaba? - Bana bir şey söylemedi. - Onun eve gelmemesi sizi endişelendirmedi mi? - Bazen şafak sökene kadar çalışıp, eve uğramadığı günler olurdu. Çünkü rahatsız edilmekten hiç hoşlanmazdı. En ufak bir tıkırtı tüm yoğunluğunu kaybettiriyordu. Ben de bu yüzden hiç aramazdım, anlıyor musunuz? Eşimi öldürdüğümü düşünecek kadar çıldırmadığınızı umuyorum. Bana aklı başında bir polis olarak göründünüz… Kain'in şakakları zonkluyordu. Kafasını güçlükle sallayıp, zoraki bir gülümsemeyle kuvvetlendirdi açıklamasını: - İyimser olamayacağım. Ben bir polisim. Her şeye şüpheyle yaklaşmazsam, gerçeği nasıl kavrarım? - Bu çok saçma, diye kestirip attı Samira. Ben o gün evdeydim. - Göreceğiz, dedi Kain, evden ayrılmak üzereyken, gerçeği elbet göreceğiz, diye de ekledi. devam edecek
57
İKİ ŞERHİN HİKÂYESİ Yazan Tuğba TURAN
İllüstrasyon Mehmet Kaan SEVİNÇ
Previously on Gölge: "Yüzündeki sargıları çözmeme izin veriyor. Biraz da omzundakileri… Ama sonra elimi tutuyor, durduruyor beni. Elimi kalbinin üzerine koyuyor.Kalbi hâlâ atan bir mumya. Benimki ise heyecandan durmak üzere..." *** "…Çünkü bu adalet sisteminde eşeği dürtmek serbest, “eşek dürtüldü” yazmak suçtu. Kör olması gereken adalet sağır ve dilsizdi.Anlaşılan o ki okuma yazma da bilmiyordu. – Kurcalama, dedi Gölge. Sıra onlara da gelecek. Ama önce annem ve annen gibi kadınlara yardım etmeliyiz…” *** "Artık beni tanıyorsunuz. Tanımayanlar bizden değildir. Epey uğraştık, kadınlara şiddet uygulayan, taciz ve tecavüz eden, hatta yakarak öldüren pek çok (insan demeye dilim varmadı) caniyi adalete teslim ettik." *** Bu seferki hikayemizde politika ve aşk iç içe. Ne tesadüf ki, ikisinde de en iyi yalanı söyleyen kazanır.Peki yalancının yalanı ortaya çıkınca ne olur? Aşık, aşkını kaybeder ama politikacı, erken seçime gider ve daha büyük bir yalan söyleyerek oy oranını %49.5'a yükseltir. Lisbeth Salander ve ben Fransa'dayız. Ben kim miyim? Adım Gölge. Kimsesizlerin kimsesiziyim, kimsesizim.Yalnızların yalnızıyım, yalnızım.Dertlilerin dertlisiyim, dertliyim.Aşıkların aşkıy__ Tamam tamam biraz abartmış olabilirim.Zeki Müren'e de buradan bir rahmet okuyalım. Gerçek şu ki kadınlara kötülük eden herkesin korkulu rüyasıyım. Ama işimi kanla değil akılla hallederim. Suçluları, ortağım Lisbeth ile kıskıvrak yakalayıp adalete teslim etmek en büyük görevim. Lafı uzatmayayım. 14 Temmuz 1789 Bastille Ayaklanması'nı izlemek için Paris'teyim.Ben gölgeler arasından yolculuk edebilme yeteneğimle Dickens'ın 'İki Şehrin Hikayesi' kitabından geçerek geçmişe geldim.Lisbeth ise zaman makinesi ile 1789'a gelecek. O zamanki ismi Place de Grève, Grev meydanı olan yerde buluşacağız. Fransızlar, neye canları sıkılsa protesto etmek için soluğu bu meydanda aldıkları için, Türkçe'ye de 'faire (la) grève; grev yapmak' fiiliyle girmiş olan bu meydanda. Avare avare gezerken bir bakıyorum ki Lisbeth, peşinde meşhur beyaz elbisesiyle Marilyn Monroe ve Taboo dizisinde giydiği uzun siyah şapkasıyla Tom Hardy... Bana doğru geliyorlar. “A-aaaaa bunlar da nereden çıktı?!"
58
59
"Beraber film çekmeyecek miydik? LEGEND and LEGEND. Hatırlamadım mı? Aç Gölge EDergi'nin 104. sayısını oku!" "Yahu tamam da araya ensarlar, vakıflar girdi. O iş orada kaldı." "Adam profesyonel. Sözleşme imzaladık diye işini gücünü bıraktı benle geldi. Marilyn de Tom'u görünce anında kabul etti zaten filmi. O şuh sesiyle Tom Hardy! How hardy you are!demesini duymalıydın! "Öhöm. Tamam o zaman. Yapılacak bir şey yok: Hello leydiiz end centilmın, velkam." "İngilizce kasmana gerek yok. Zaman makinesini geliştirip yolculuk esnasında ikisine de Türkçe öğrettim." "Bir 'I know kung-fu'culuğumuz eksikti, o da geldi tam olduk!" "Ne dedin?" "Matrix filan dedim. Tamam tamam yok bir şey. Eh hoş geldiniz madem!" Lisbeth'in koluna girip, Marilyn ve Tom'u arkada bırakarak en önemli soruyu soruyorum: "Biz şimdi bu ikisiyle ne filmi çekeceğiz?" “Sana bir şey diyeyim mi,” diyor Lizbeth; “boş ver Mad Max'i ve Bane'i, bu adamın Kray ikizlerini canlandırdığı o filmi var ya! Orada müthişti!” İkizler? Birbirine benzeyen adamların aşık olduğu bir kadın? Ben bu hikayeyi nerede okudum? Tabii ya! Onlar zaman makinesinden geçerken dil öğreniyorlarsa, ben de içinden gölge olarak geçtiğim kitabı baştan sona okuyabilirim. Birbirine tıpatıp benzeyen iki adamın aynı kadına aşık olma hikayesini, Fransiz Devrimi'ni sahne alarak anlatan 'İki Şehrin Hikayesi' romanı! Bizim için biçilmiş kaftan gibi! Charles Darnay ve Sydney Carton karakterlerinin ikisini de Tom Hardy canlandıracak. Marilyn ise Charles'ın evlendiği ama Sydney'in de aşık olduğu güzeller güzeli Lucie Manette karakterini... Lisbeth'in "Bu hikaye benim için bile fazla acıklı. Çünkü ben hiçbir erkeğin, aşkı uğruna canını feda edeceğine inanmam" diye itirazlarına rağmen bu hikayeyi çekmeye karar verdik. Filmin ve dahi romanın sonunu size ifşa etmeden kısaca hikayeyi anlatmam gerekirse, aristokratlar tarafından ezilmiş halkın devrim sonrası kendilerinden yana olmasına bakmaksızın, aristokrat aileye mensup Charles Darnay'ı sebepsiz yere tutuklamaları, devrimlerin de bazen gitmeleri gereken haklı yönden ne kadar sapabileceğini vurguluyor. Darağacı ya da giyotin kuruldu mu bir kere, 'Qu'ils mangent de la brioche! / Ekmek bulamazlarsa pasta yesinler!' diyerek (dediği iddia edilerek) halktan ve yoksulluktan ne kadar kopuk yaşadığına vurgu yapılmak istenen Kraliçe Marie Antoinette'ten başlayarak tüm aristokratlar ölüm cezaları için sıraya diziliyor. Ölüm, zengin fakir demeden herkesin eşit elde edebildiği bir şey çünkü... Bardağı taşıran onlarca damladan biri, 500 kilogram altın yahut 2006 yılı döviz bilgilerine göre 93 milyon dolarlık elmas gerdanlığın, kraliçe istememesine rağmen hazırlanmasıymış. Kraliçe, bizzat, kraliyet deniz kuvvetlerinin paraya ihtiyacı varken sarayda böyle bir savrukluk yapılmasının yakışık almayacağını açıklamış olmasına rağmen, gerdanlığın entrika üzerine entrika ile kötü ellere geçip
60
lınması, monarşinin kendi sonunu getiren sayısız bencilliklerinden bir tanesi. Fransızlar 1700'lü yıllarda monarşi yani tekadamlığı yıkmak için ayaklanmışken, günümüzde tekadamlığın önünde adeta secde ediliyor olması Avrupa'dan ne kadar geride olduğumuzun göstergesi. Elmaslar, gerdanlıklar, gemiler paralar ve hırsızlıklar söz konusu olunca onlarla sidik yarıştırabiliriz elbet; ama bizimki bardak değil necefli maşrapa olduğu için, henüz bardağı taşıran son damlaya gelemedik. Her neyse... İşimize bakalım. Film çekeceğiz. Senaryoyu 1935 yapımlı filmden edindik, kostümleri terk edilmiş aristokratların evinden toparladık. İyi hoş da bu filme ışıkçı, setçi, kameraman, figüran derken dünya kadar adam ve bir de yönetmen lazım! Lisbeth akıllı kızdır.Ben hayıflanadururken, o koskoca Mad Max ekibini toplamış gelmiş 1789'a. Yavrum etme eyleme! Film çekeceğiz derken tarihin akışını değiştirmeyelim de! Düşünsenize isyan zamanı Immortal Joe Paris sokaklarında Furiosa'yı kovalıyor! Sonra ortada ne karşı devrim kalacak, ne Napolyon, ne imparator kalacak, ne Josephine! Dedim ya Lisbeth akıllı kızdır diye. Günümüz Eurodisneyland'inin bulunduğu o zamanlar tarla olan araziye topladı hepimizi.Hikaye hem Paris hem Londra'da geçtiğinden, araziye iki şehrin maketlerini kurdurdu. Öyle ki, ortadan bir nehir geçiyor, yukarı tükürsen Seine, aşağı tükürsen Thames! Ben yönetmen koltuğunda George Miller için bakınırken bir baktım, Christopher Nolan bizimle. Adam bilim kurguya alışkın tamam ama gerçekten geçmişe gidip film çekmek mi? Belgesel desenize şuna! “Yönetmeni neden değiştirdin?” diye soruyorum Lisbeth'e.“Nolan'a edilecek iki çift lafım vardı” diyor. Dediyse eder. Korkmak lazım bu kızdan. Film çekiminde son sahnelere geldik.Bu arada Paris'te halk ayaklandı. Ben filmi ehil ellere teslim edince, halkın sokaklarda şarap gibi kan akıtarak Bastille hapishanesini yıkmalarına şahit oldum. Acı, ve gözyaşı ve kayıplar…Kolay değildi ama hiçbir şeye müdahale edemezdim.Sadece tanıklık edebilirdim. Bu arada filmin en son sahnesine gelindiğinde Lisbeth, Nolan'ın kulağına eğilip izlediği günden beri sinirini bozan filmle ilgili düşüncelerini söylüyor: "Hocam Batman v Superman var ya muhteşerdi!" Allah'tan yetişip duruma müdahale ediyorum: "Muhteşem demek istedin herhalde." "Hayır. MuhteŞER. Muhteşemin tersi. "Zaman makinesinde öğrenilen Türkçe'den de bu kadar hayır gelir işte" diyorum dişlerimin arasından. "İyi de o filmi ben yönetmedim ki" diyor Nolan. "Yapımcı olmuşsunuz ama. O c'anım Dark Knight serisinden sonra, Batman ve Superman'i karşı karşıya getirecek daha akıllıca sebepler bulamadınız mı? Hiç yoktan kız meselesi için kavga
61
etselerdi?Batman, Ironman'e dönüşmüş o kaba kostümüyle ne çirkin görünüyor hiç fark etmediniz mi? Kötü adam Lex Luthor'a gelince, Zuckerberg mi Lex Luthor mu olacağına karar verememiş, aynı zamanda hem zeki hem kötü Jesse Esienberg de neyin nesiydi kuzum?" Sinirlenen Nolan cevap vermeden kalkıp gidiyor. Lisbeth'e ne kadar kızsam boş: “Sana ne elalemin Hollywood'u iki kahramanı saçma bir filmde bir araya getireceğiz diye milyon dolarlar harcamışsa? Sen kendi verdiğin vergilere bak." "Ben vergi vermem unuttun mu? diyor. "Doğru, bilgisayar hacker'ısın. Bir iki tuşla kendi vergilerini hop diye silersin. Bizde de oluyor böyle şeyler ama sadece emlak krallarının vergileri siliniyor nedense." Biz Lisbeth'le lak lak ederken, Tom Hardy, filmin son sahnesinde yönetmenin seti terk etmesine deliriyor: "Yönetmen de ben olacağım. Süperman de benim. Mad Max de benim. 007 de ben olacağım. Batman, Ironman, Ethan Hunt da ben olacağım" diye bağırarak geziyor. Marilyn sonradan yapıştırma Türkçe'sini unutmuş: "You are a real MAN honey! No matter what written in front of it! BAT or SUPER or IRON or anything else! / Sen adamın dibisin hayatım.İsminin önünde yarasa, süper, demir yazmasa da olur!" diyerek Tom'u sakinleştirmeye çalışıyor. Lisbeth daha sakin: "Güpeakşam n'oldu ki buna?" "Güpegündüz denir sadece." "Neden? 'Güpe' bir kuvvetlendirme öneki değil mi?" "Ağlamak istiyorum sayın seyirciler ama şimdi Tom'la ilgilenmem lazım." "Ne dedin?" "Yok bir şey. Meşhur bir replik sadece." Marilyn Tom'u o geniş omuzlarından tutmuş sarsıyor: "Tom are you high?" "Tom sen yüksek misin?" diye sesleniyor film setindeki bir simültane çevirmen. Artık yeter! Ortalık çıfıt çarşısına döndü! Olaya acilen el koymam lazım! "Arkadaşlar şuraya doğru dürüst bir çevirmen bulup getirsenize! Film Elif Şafak'ın İskender çevirisine döndü yahu! "Hepsi ben olacağım! Wolverine de ben olacağım! Avcı da ben ayı da ben olacağım! Oscar'ı da her sene ben alacağım!" Marilyn sakinleştirmeye çalışırken Tom Hardy'nin yüzündeki maskeyi yırttı.Altından inanmayacaksınız ama Tom Cruise çıktı. Bir dakika? Ayı derken? Ya Oscar derken? Ve sonra olay matruşka bebeklerine bağlandı. Tom Hardy'nin içinden Tom Cruise, onun içinden
62
de Leonardo di Caprio çıktı! Leonardo meğer Tom'un son dönem başarılı işlerini kıskanmış, onun kılığına girmiş.Tom Cruise kısmını biz de anlamadık. Maskeyi yapan özel efekt şirketi bir alana Cruise'unkini bedava mı veriyormuş ne!! *** Film çekmeyi elimize yüzümüze bulaştırdık ama sonunda işleri yoluna koyduk.Paris'e götürdüğümüz herkesi senesi senesine evine bıraktık. Her ne kadar Tom gerçek Tom değilmişse de Marilyn Tom'a aşık olmuştu. Onu kendi yılına bırakmak biraz zamanımızı aldı. "İnan bana hayatım," dedi Lizbeth, "2000'li yıllar sana göre değil. Senin bu doğal güzelliğini bir iki estetik operasyonla elde etmiş pek çok kadın var. Hele ki Kardashian'larla karşılaşmanı hayatta istemem." Marilyn her ne kadar “It takes a smart brunette to play a dumb blonde / Aptal sarışını oynamanız için zeki bir kumral olmanız lazım!” dese de tüm sarışınlara yapıştırdığı yafta ile onu da kendi zamanına bıraktık. Lisbeth, dönüşte sahte isimle açtığı Facebook sayfasındaki bir bildirimi gösterdi bana: "Duydun mu seni çizeceklermiş!” "Beni çizecek adam daha anasının karnından doğmadı!" "Bir dur ya! Atarlanma hemen! Çizgi roman olarak çizeceklermiş…SHADOW GIRL olacakmış adı. Hikayesini de yazarımıza itham etmişler." "İthaf'tır o doğru oku. Yazarımız adına teşekkür ederiz o zaman. Hatta düz yazıya konmaz ama yanağı mahcubiyetten kızarmış smiley de olsun yanında..." "Sence SHADOW GIRL'ün çizerleri bu hikayeyi sonuna kadar okuyup bu teşekkürü görürler mi?" "Sence?" *** (Sahne biter. Işıklar kapanır: "Hikayenin adını fark etmişler midir? Sonra dizgide düzeltmesinler." "Dikkatli okuyucular evet." "Neden iki şehir değil de iki şerh peki? "İlki 'Sizin parti kongre yapamaz, yapsa da tüzük değiştiririz, kongre yapar ama yeni başkan seçemesiniz' şerhi. İkincisi de 'Bizim partide kongre yapmadan yeni başkanımızı seçeriz, siz çatlasanız da patlasanız da onu başbakan diye size yuttururuz' şerhi." "Peki ya eski başbakanları ne yaparlar?" "Ne bileyim, ya asarlar, asmadıklarını da beslerler herhalde!")
63
Mİ ŞAH Yazan İllüstrasyon Cevher KARAKOÇ Mehmet Kaan SEVİNÇ Sene bin dokuz yüz on sekiz, aylardan ekim, günlerden çarşamba. Genç Ahmet, zar zor bindiği trende kendine yerleşecek bir vagon arıyordu. Almanlar her yerdeydi. Alman askerler, bürokratlar, onların eşleri ve çocukları... Ahmet "Anlaşabileceğim kimseler yok..." diye düşünürken vagonların birinde Müslümana benzeyen bir aile buldu. Önce kötü Türkçesi ile derdini anlatmaya çalıştı ama anlaşamadığı fark edince, Arapça konuşarak devam etti. Adam kötü birisi gibi durmuyordu. Ahmet'i kabul etti. Oturttu karşısına ve sordu : "Adın ne evladım?" "Ahmet, Arif Hikmet Bey oğlu Ahmet... Sizin efendim?" "Mahmut." diye cevap verdi. Biraz sessizlik olduktan sonra muhabbet olsun diye şöyle sordu: "Nusaybin'den mi sen de? Kimlerdensin tam olarak?" "Yok. Ben Bağdat'tan geldim. İngiliz işgalinden sonra durulmaz oldu. Annem, babam da olmayınca, vurdum kendimi yollara. İstanbul'a gidecektim. Atla olur, yaya olur." Derken çantasından defterini çıkarıp sayfaları arasında dolaşmaya başladı. "Nusaybin'e vardığımda tren seferi olduğunu görünce bir şekilde bindim." Mahmut Efendi, kafasını sallayarak "İyi yapmışsın, iyi." deyip sonrasında "Ne yapacaksın İstanbul'da?" diye sordu. Bu şekilde biraz daha sohbet ettikten sonra havanın kararması ile birlikte uyudular. Ahmet gözlerini açtığında gökte ay görünüyordu. Karşısında ise Mahmut Efendi duruyordu. "Tam bir gün uyudum mu ben yahu!” Mahmut Efendi sadece kafasını sallayarak cevap verdi. Ahmet camdan biraz gökteki yıldızları izledikten sonra tekrar sızdı. Uyandığında yine akşamdı. "Anadolu'da bir yerlerdeyizdir şimdi. Gündüz aydınlığında iyice görebilseydim keşke şu toprakları." dedi kendi kendine ve sonra karşısındaki adama dönüp "Siz hiç görmüş müydünüz buraları?" Mahmut Efendi konuşmamakta direterek kafasını sağa sola salladı. Belli ki hiç görmemişti buraları. Ahmet etrafına bakınıp "Acaba bir şeyler mi yesem?" diye düşünürken yine sızdı kaldı oturduğu yerde; ve yine uyandığında gökte güneş görünmüyordu. "Akşam, yine akşam, yine akşam..." deyip etrafına bakındı. Mahmut Efendi bile uyuyordu. Dizinin üstünde duran defterini eline aldı. Çantadan kalemini çıkardı ve az önce söylediği sözleri yazdı. Defterinde bunun gibi birkaç mısra vardı yerini bulamayan. "Ne yesem?" dedi. Bu sefer sesli söylemişti lakin vagondaki herkes uyuyordu, duyan olmamıştı. Çıkmaya yeltendi ama her yer çocuk kaynıyordu. Oturaklarda, yerlerde, anne kucağında. Her yerde çocuk... Başını cama yaslayıp baktı göğe. Artık yıldız bile yoktu. Sadece karanlık vardı.
64
Güzelce uyurken yine, sarsıldı tren, yer ve gök. Düşerek uyandı Ahmet. Çocukların üstündeydi. Belli ki tren raydan çıkmış, devrilmişti. Kalkmaya çalıştı. Altındakileri eziyordu. Mahmut Efendiye baktı. Ölü gibi yatıyordu. Çocuklar da.... Hanım da... Bir tek bizim genç Ahmet hayattaydı. Birazda zorlayıp kendini, tepesinde kalan pencereyi kırdı ve ardından dışarı çıkmaya çalıştı. Oradan, buradan tutunup en son rahmetli Mahmut'un omzunda yükselerek dışarı attı kendini. Trenin tepesindeydi. Çevresine bakındı. Kendinden başka kimsecikler yoktu. Göğe baktı. Kırmızıydı. Güneş batışı gibi değil, kan gibi kırmızıydı. Sonra birden bir gürültü. Tam karşısında, yüzlerce belki binlerce adam... Ormandan çıkarak üzerine koşuyor. Bağrışıyorlar... Devrik trenin önüne kadar geldiler ve durdular. Bağrışları artık anlaşılıyordu. "Mi Şah! Mi Şah! Mi Şah!" Doğru düzgün kıyafetleri yoktu bu adamların. Yırtık, kirli bezler... Diz çöküp, eğilip, doğrulup bağırıyorlardı. "Mi Şah!" Önlerinde farklı biri vardı. Elinde uzunca bir sapa sallıyor çıngırak gibi, dans ediyordu. "Zaman tükendi tıpkı orman gibi, tıpkı bizim gibi, tıpkı sana olan özlem gibi." Ahmet gözlerini yeni yeni açıyordu. Çadır gibi bir yerdeydi. Konuşan adama baktı. O geceki çıngıraklı adama benziyordu. Adamın dedikleri dinlemeden doğrulup yürümeye başladı. "Benim adım Sivap, ormanın ve insanlarımın öncüsüyüm." Hafif hafif yürüyerek Sivap'ı geçti, çadırın çıkışına vardı. Aralayıp dışarı çıkınca, etrafına iyice bakarak ilerledi. Orman gibi bir yerdeydi. Etrafta çadırlar ve insanlar vardı. İnsanlar onu görünce saygıdan büzüşüp yere doğru bakıyorlardı.
65
Arkasından Sivap da çıktı ve "Efendim, tükeniyoruz, vaktimiz yok. Eğer iyiyseniz, gelin konuşalım." diyerek ötedeki, diğerlerinden daha büyükçe olan çadıra doğru yöneldi. Ahmet arkasından yürürken sordu : "Siz kimsiniz? Pek insan gibi değilsiniz." "Sizin kullarınız." dediğinde çadırın önüne varmışlardı. Sivap, çadırı araladı ve efendisine yol verdi. Ahmet içeri girdi. Karşısında büyükçe bir taht, yanlarında ise yol boyunca uzanan karşılıklı minderler vardı. İstemsizce devam edip tahta oturdu. "Mi Şah ben miyim?" "Tabii ki sizsiniz efendim." "Ben efendi falan değilim. Ben Mi Şah da değilim." dedi sesi gittikçe yükseliyordu. "Ben Arif Hikmet Bey oğlu Ahmet'im. Siz de kim olduğunuzu açıklayın da anlaşabilelim." Sivap, Ahmet'in önüne doğru yürüyerek "Adının ne olduğunun, kimin oğlu olduğunun bir önemi yok. Yapabildiklerin önemli, yaptıkların önemli, yapacakların önemli." dedi ve yere çöküp devam etti. "Biz burada olan bir kabileyiz ama burada olmamalıyız artık." Sonra birden ağlamaya başladı ve "Kurtar bizi!" diye bağırdı. Salya sümük ağlıyordu. "Ormanım ve ben buradan kurtulmak içim oradan buraya savruluyorduk. Sonra o şeye çarptık. O tepesine çıktığın demir yığınına..." Derdini anlatmak için çokça kullandığı kömür karası dudakları, dert dinlemekten sarkmış kulakları, şifalı ot toplamaktan yıpranmış parmakları, her bir organı ayrı ayrı titriyordu. "Gençtim, kendime, büyü gücüme, güvendim. Dışarıda gördüğün adamları arkama alıp bir maceraya atıldım." Ahmet, kavaktan yapılma tahtına Tedariksiz Ethelred gibi yayılmıştı. Başını sallayarak sessizce dinliyordu. "Ormanımı ve halkımı, o dünyadan bu dünyaya gezdirdim durdum; ama buraya, dünyaya, gelince saplanıp kaldı orman. Çıkmak bilmiyor. Bizi kurtar." Ahmet baktı. Sivap da baktı. Bir süre öylece bakıştılar. Sonra Ahmet, "Ben ne yapabilirim ki?" "Oku!" dedi ve hızlıca kalkıp tahtın arkasına dolandı. Elinde bir kitap ile geri döndü. "Bunu oku benim için, bizim için, orman için..." Mi Şah, tahtından kalktı yükselerek. Ağırca önündeki adamın yanına gelip kitabı elinden aldı. Sayfaları çevirdi. Hiçbir şey anlamıyordu. "Bir büyücüsün değil mi?" "Öyleyim." "Bu da bir büyü kitabı değil mi?" "Öyle." "O zaman sen oku!" "Okuma bilmem ben şahım. Ezberlediğim büyüler ile geldim bugünüme. Aptalın tekiyim.” Ahmet, susup kitabı kurcalamaya devam etti. Bilmediği bir alfabe ve belki de bilmediği bir dil...
66
Sivap, Mi Şah'ın ayaklarına kapanıp "Bir kehanette der ki: 'Koca demir yılana vurunca kavak, çıkar kurtarıcı yılanın karnını deşerek.' " dedi. "İşte sen o kurtarıcısın." "Benim yanımda bir defter vardı. Ne oldu ona? Belki bana yardımcı olur." Aciz Sivap, "Aldık, sizin ile birlikte onu da aldık." diyerek dışarı fırladı. Ahmet de kitapla birlikte tahta oturup sayfaları incelemeye devam etti. Anlamsız boş şekiller gibi geliyordu ona. Yazıların, ne Fransızca ne Türkçe ne de Arapça ile alakası vardı. Kafayı yiyecekti. Bir an sinirlenip kitabı yere fırlattı ve "Muallim Naci'nin yazdıkları bile daha anlamlı!" diye bağırdı. O sırada Sivap, Ahmet'in defteri ile çadıra girdi. Havada süzülüp yerde dağılan kadim kitabı görünce kalbi de kitap gibi dağılmıştı ama hissettirmedi. Sadece, "Defterinizi getirdim efendim." diyebildi. Ahmet fırlayıp yerinden, defterini kaptı Sivap'ın elinden. Bayram çocuğu gibi şendi. Açıp defteri baktı ve sonra duraksayarak ağırca "Bunlar... Bunları..." şeklinde birkaç söz geveledi. "Ben yazmışım." Yazılanlar yabancı, yazım ise tanıdıktı. Ahmet ne zaman yazdığını düşünürken Sivap, yerden kağıt parçalarını topluyordu. "Dönmek mi? Ne mümkün geri dönmek... Bu sönen, gölgelenen dünyâda!" Hafiften mırıldanarak, kitaptan okuyordu bunları. Ayrı ayrı sayfalardan, ayrı ayrı cümleler... Biraz böyle okuduktan sonra tek bir dizenin yazılı olduğu bir sayfaya geldi. "Akşam, yine akşam, yine akşam" Hatırladı hemen. Trende yazmıştı bunu. Ardından ne yazsam diye düşünmeye başladı. Sanki şuan ki tek terdi buymuşçasına. Tekrar etti bağıra bağıra. "Akşam, yine akşam, yine akşam..." Ahmet, "Bir kamış olsam." diye bir cümle duydu. Bunu söyleyen kitabını toparlamaya çalışan Sivap idi. "Keşke bu kadar insanı arkamda mağdur edeceğime bir kamış olsaydım." "Üzgünüm, o yazıları okuyamıyorum. Bırak beni, gideyim." "Biz seni burada zorla tutmadık ki Ahmet. Sana hiçbir zaman gidemeyeceğini söylemedik. Özgürsün." "Tamam, o zaman gideyim ben. Peki nasıl gideceğim?" "Gitmeden önce sana birkaç hediyemiz olacak. Üç dilek hakkı. Ne dilersen. Ezberlediğim büyüler ile yapılabilsin yeterli." Ahmet şaşkın bir ifade ile "Gerçekten mi?" diye sordu. Karşılığında "Evet" diye bir cevap alınca hemen yapıştırdı: "İlk olarak şu lanet olası savaştan kurtar beni. İkincisi İstanbul'a yolla beni. Üçüncü olarak ise ünlü bir şair yap beni." Sivap, "Olur." deyip bir anda dans edip bir şeyler mırıldanmaya başlamıştı ki genç oğlan "Sonuncuyu unut. Onu ben kendim de yaparım. Sen bana babamı ver. Öldü ama yaparsın değil mi? Koskoca ormanı yürüten bir mahlukatsın sonuçta." Kıvrak Sivap, dansına kaldığı yerden devam ederek ortamdaki coşkuyu artırdı. Bir sağa bir sola derken her şey oldu ve bitti. Sene bin sekiz yüz doksan altı, aylardan ekim, günlerden çarşamba. İstanbul'da sarı veyahut kırmızı bir yerlerde iki çift gözü boz merdivenler kaplamış. Alusizadelere mensup Arif Hikmet Bey ise, oğlu Ahmet'in elinden tutmuş ağır ağır çıkıyor bu merdivenlerden.
67
Ankara'da Mayıs Festivalleri Bölüm 2 Hasan Nadir DERİN Geçen ayki sayımızda Ankara'da Mayıs ayındaki festival maratonunda izlediğimiz filmlere başlamış ancak 14 günlük maratonun yarısının değerlendirmesini bu sayıya bırakmıştık. Lafı fazla uzatmadan Ankara Uluslararası Film Festivali ve Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali'nin güncesine devam edelim. 27. Ankara Uluslararası Film Festivali 6 Mayıs Cuma:
19:00 – Ankara Film Festivali'nin son üç gününe girmişken, Uçan Süpürge başlamıştı bile. İki festivali de eş zamanlı olarak takip etmeyi düşünmüştüm ama Cuma günü ilk seanslarda başka bir işim çıkınca ağırlığı yine Ankara Film Festivali'ne verdim. Bu seans için seçtiğim film Coen Kardeşler'in yeni filmi Yüce Sezar! (Hail, Caesar!) idi. Normal şartlarda bu kadar yoğun bir festival programında, Coen'lerin filmi nasıl olsa gösterime girer diyerek pas geçerdim ama sürekli olarak bu filmin gösterime girmeyeceği söyleniyordu. Nitekim bu yazı yazıldığı sırada halen gösterim takvimlerinde yer almıyor. Yüce Sezar'ın Coen filmlerini sıraladığımızda en üst sıralarda yer almayacağı bir gerçek ama uzun yıllardır ülkemizde gösterime girmeyen ilk Coen filmi olması da gerçekten ilginç. Yüce Sezar, Coen kardeşlerin daha “ciddi” filmleri arasına sıkıştırdıkları “komedi” filmlerinden biri. Sevdikleri bir dönem olan 1950'ler Hollywood'una götürüyorlar bizleri. Filme adını veren Yüce Sezar aslında o dönem çekilen bir film. Film içindeki film de diyebiliriz. George Clooney de bu filmin başrol oyuncusu. Filmin diğer ana karakteri ise Josh Brolin'in canlandırdığı Eddie Mannix. O da dönemin güçlü stüdyolarının başındaki isimlerden biri. En önemli görevi ise oyuncuların karıştıkları skandalları basından gizlemek. Filmde o dönemin gerçek
kişiliklerine göndermeler yapan pek çok karakter görüyoruz. Coen'ler sinemasının en önemli özelliklerinden biri olan renkli karakterler geçidi bu filmde de eksik değil. Bu karakterler de elbette artık Coen oyuncusu diyebileceğimiz isimler tarafından canlandırılıyorlar. Yönetmen ve oyuncuların uyumu perdeye de yansıyor. Filmin, dönemin stüdyo sistemine de ciddi eleştirileri var. Hatta işin içine bir de soğuk savaş girince olaylar daha da çetrefil bir hale geliyor. Filmin sıkıntısı bir türlü Coen'lerden beklediğimiz seviyeye çıkamaması. Yine de bazı yorumlardaki kadar kötü bulmadım. Sadece Coen filmleri denince ilk akla gelen yapımlardan biri olmayacak.
21:30 – Festivalin Hamlet uyarlamaları bölümünün sıradaki filmi Ophélia idi. Claude Chabrol'un 1963 tarihli filmi, yönetmenin ilk dönem filmlerinden ve çok da bilinmeyen bir yapım. Film bir Hamlet uyarlaması olarak bildiğimiz temaları karşımıza koyuyor. Yine babası ölmüş ve annesi amcası ile evlenmiş bir genç adam var karşımızda. Bundan dolayı bir bunalım içinde. Hikayenin girişi bu şekilde ama ilerleyen kısımlarda bildik Hamlet öyküsünden biraz uzaklaşıyor. Filmin adının Ophélia olması, bu öykü içinde Ophélia'ya odaklanılacağı izlenimini veriyor ama bu pek de doğru değil. Chabrol, Ophélia karakterini Shakespeare'in metninde olduğundan farklı konumlandırmış olsa da temelde yine bir
68
Hamlet hikayesi anlatıyor. Bu arada Hamlet ve Ophélia diyoruz ama filmdeki hiçbir karakter, oyundaki karakterlerin ismini taşımıyor. Neticede önemli bir yönetmenin çok bilinmeyen bir filmini keşfetmek ve Hamlet'e farklı bir bakış görmek açısından güzel oldu ama çok fazla iz bırakan bir film olduğunu da söylemek zor.
7 Mayıs Cumartesi: 11:30 – Cumartesi gününün bu ilk seansında iki uzun metrajlı film yer alıyordu. 30 dakikalık Mülteci Kampının Orkestra Şefi (Maystro Al-Mokhayam) filminde adından da anlaşılabileceği gibi bir mülteci kampında yaşayan ve bu kampta sanatını icra etmeye çalışan bir müzisyen olan AyhamAhmad'ın hayatı anlatılıyordu. Bildik belgesel kalıplarının çok dışına çıkmasa da savaşın orta yerinde de olsa sanatın her zaman yeri olduğunu, hatta çoğu zaman çok da önemli bir rolü olduğunu gösteriyordu. IŞİD gibi bir yapının buna bile tahammülü olmayıp Ayham'ın piyanosunu yakmış olmaları ise işin en acı taraflarından biri.
dedirten, sinema duygusunu veren filmler de vardı. Örneğin IŞİD tarafından kaçırılan kız kardeşinin geri döndükten sonra hiç konuşmamasını anlatan ve ameliyata ihtiyacı olduğunu öğrenen çocuğun filmi, hem seçtiği görüntüler açısından etkileyiciydi, hem de kız kardeşinin tecavüze uğradığını biz anlasak da bunu net bir şekilde dile getirmeden anlatması ile duyarlı bir sinemacı yaklaşımı sunuyordu. Bir kolunu bombalamalarda kaybeden kızın filmi de bazı yerlerde doğallıktan uzak olsa da kendi durumunu acındırma için kullanmaması ile takdiri hak ediyordu. American Sniper filmini izlerken gerçek hayatın filmden daha etkileyici olduğunu fark eden çocukların hikâyesi ise fazla klişe olsa da küçük çocukların elinden çıktığını düşünürsek başarılı bir filmdi. 14:00 – Romanya sineması son yıllarda yükselişte olan sinemalardan. Orizont Oteli (Orizont) da bu sinemadan gelen bir suç filmi. Film bizi Romanya'nın dağlarında bir otelin işletmesini devralan bir aile ile tanıştırıyor. Uzun yıllar ülkesinin dışında çalışan Lucian, ailesi ile birlikte bu otele yerleşerek yeni bir yaşam kurmak istiyor. Ama daha oteli çalıştırmaya başlamadan önce bölgede çeşitli yasadışı işleri yönetmekte olan Zoli'nin adı kulaklarına çalınmaya başlıyor. Film bir süre için Zoli'yi göstermeyerek, onu güçlü ve gizemli bir figür olarak resmediyor. Sonrasında olayın içine şahsen dâhil olması ile Lucian ve ailesi ile Zoli ve adamları arasında giderek yükselen bir gerilim tırmanmaya başlıyor. Yönetmen Marian Crisan, iki taraf arasındaki gerilimi yavaş yavaş ve sakince oluştururken belki tempoyu biraz fazla düşürüyor ama ilişkilerin değişen dengelerini de işin içinde katarak etkileyici bir finale erişmeyi başarıyor. Neticede festivalin en iyilerinden olmasa da izlenebilir bir filmdi.
Sınırda Yaşam (Life on theBorder) ise aslında 8 adet kısa filmden oluşuyordu. Bu 8 filmin şöyle bir özelliği vardı. Suriye-Irak sınırında farklı mülteci kamplarında yaşayan 8 çocuğa kamera kullanımı ile ilgili basit bir eğitim verildikten sonra onlardan kendi hikâyelerini anlattıkları filmler çekmelerini istiyorlar ve ortaya bu 8 film çıkıyor. Bu filmlerden bazıları kaçınılmaz olarak fazlaca amatör, bazıları biraz fazla duygu sömürüsü yapıyor ama içlerinde keşke bu çocuğun sinema eğitimi alma fırsatı olsa
69
sigorta şirketinin yetkililerine elden götürerek bir çözüm bulmaya çalışan, sistemin çarklarını farklı yöne çevirmeyi başaramayınca da silahına davranan bir kadını karşımıza getiriyor. Tek amacı kocasını kurtarmak olan kadının kimseye zarar vermek gibi bir niyeti yok ama dışardan öyle gözükmüyor elbette.
16:30 – Patricio Guzmán'ın Sedef Düğme (El Bonon de Nácar) filmi Ankaralı sinemaseverlerin uzunca bir süredir bekledikleri filmlerden biriydi. Salonun doluluğu da bu beklentiyi gösteriyordu. Önceki filmi Işığa Özlem'de (Nostalgia for the Light) Şili'nin tarihi ile astronomların Şili çöllerinde uzayla ilgili yaptığı çalışmaları ortak bir paydada buluşturan Guzmán, bu kez de suyu bir ortak payda olarak kullanarak Şili'nin geçmiş dönemlerinde yaşamış yerlilerinden başlayarak çok meraklı olduğu astronomi alanını da es geçmeden kuyruklu yıldızlarda bulunan sulara kadar uzanıyor. Önceki filminde çöl ve kumu kullanan Guzman'ın bu kez okyanus ve suyu kullanması tesadüf değil elbette. Darbe döneminde çöllere gömülen insanlar gibi, helikopterlerden okyanusa atılan insanlar da var.
Pla, hikâyesini anlatırken kişileri hedef tahtasına oturmaktan ziyade, genel olarak sistemi eleştiren bir anlatım tutturuyor. Son derece sağlam şekilde ilerleyen hikâyesi yanında filmin en başarılı yanlarından biri de Pla'nın görüntü tercihleri. Karakterlerini çoğunlukla başka bir karakterin gözünden ya da belli bir mesafeden izleyen Pla, hiçbir zaman kendimizi başkarakter ile özdeşleştirmemize izin vermiyor ve seyirciyi gerçekten de seyirci konumunda tutuyor ve en aksiyon dolu sahnelerde bile seyirciyi olayın arka planı üzerine düşünmeye yönlendiriyor. Hatta hasta olan kocayı neredeyse Guzman'ın tarzını bilmeyen seyirci, tarih, astronomi ve hiçbir şekilde kadraja almaması bile olaya duygusal politika gibi kavramları aynı filmde eritmenin zor açıdan yaklaşmak istememesinin bir göstergesi. olduğunu düşünebilir. Ancak Guzman bunu bir kez Haziran ayı sonunda kısıtlı sayıda salonda gösterime daha çok etkileyici bir biçimde yapıyor. Klasik belgesel giren film, muhtemelen Temmuz başında da kalıpları dışında, adeta şiirsel belgesel diyebileceğimiz gösterimde olarak. Tavsiye edilir. bu filmde aynı zamanda çok görkemli görsel sahnelere de imza atıyordu. Rahatlıkla festivalin en iyilerinden biri diyebileceğimiz Sedef Düğme, evde küçük ekranda izlendiğinde aynı tadı vermeyecek filmlerden. Festival ekibine bu filmi beyazperdede izleme şansını verdiği için teşekkür etmeliyiz.
19:00 – Bu seans için Uçan Süpürge'deki Cadı Avı filmi ile Ankara Film Festivali'ndeki Bin Başlı Canavar (Un Monstruo de Mil Cabezas) filmi arasında çok kararsız kaldım. Hatta Uçan Süpürge gösterimlerinin gerçekleştirildiği Kızılırmak Sineması'na kadar gidip sonradan Bin Başlı Canavar'da karar kılıp geri döndüm. Rodrigo Plá'nın önceki filmlerinden La Zona'yı çok sevmiş ve çok etkileyici bulmuştum. Yönetmen hepimizin içinde bulunduğu ve bazen yeterince dikkat etmediğimiz olaylar üzerinden giderek bir sistem eleştirisine ulaşmayı beceriyor. Pla bu kez sağlık sigortası olduğu halde masrafları karşılanmayan kocasının dosyasını ilgili doktora ve
21:00 – Bu yılki festivalde süresi uzun filmlerin sayısının çok fazla olduğunu geçen ay da belirtmiştim. İşte Rabin'in Son Günü (Rabin, theLastDay) filmi de 153 dakikalık süresiyle bunlardan biriydi. İsrail sinemasının önemli isimlerinden Amos Gitai, bu uzunca filminde, ülkesinin hatta daha da ötesi Orta Doğu tarihinin önemli olaylarından Yitzhak Rabin suikastını incelemiş. İncelemiş diyoruz çünkü Gitai adeta bir haber programındaymış gibi 4 Kasım 1995
70
1995 tarihinde gerçekleşen bu olayı farklı yönleri ile karşımıza getirirken, günümüzde yapılan söyleşiler ve o gün çekilen gerçek görüntüleri kullanırken bir yandan da oyuncularla yapılan canlandırmalara yer veriyor. Gitai filmin önemli bir kısmında suikastı gerçekleştiren kişinin o noktaya gelişini inceleyerek, Filistin ile girişilen barış çabalarını ihanet olarak yorumlayan bakış açısını eleştiriyor. Özellikle o dönemi bilenler açısından etkileyici bir film ama süresinin uzunluğu gerçekten zorluyor. Belki de günün son filmi olduğu için bu hissi verdi ama 2 saatlik bir süre daha ideal olabilirdi.
tanıdığımız düşünülürse bu filmde onu tanıdığımız halinden 20 yıl önceki halini görüyoruz ki bu bile filmi izlemek için yeterli bir sebep olabilir.
14:00, 16:30, 19:00 – Önümüzdeki üç seans için Miguel Gomes'in üç bölümlük Binbir Gece (Arabian Nights) filmlerini seçtim. Aslında bu filmler doğrudan birbirleri ile bağlantılı değiller. Tıpkı Binbir Gece Masalları gibi birbiri ile ilgisiz ya da çok az ilgili hikâyeler anlatılıyor. Bu nedenle Huzursuz Adam, Kasvetli Adam ve Büyülenmiş Adam alt başlıklarını taşıyan filmler tek başlarına da izlenebilecek ve yorum yapılabilecek filmler. Yine de tüm bu filmler bir şekilde tek bir bütünün parçası oldukları ve yönetmen Miguel Gomes de her filmin sonunda her üç filmin toplu olarak indeksini verdiği için ben de toplu olarak değerlendirmek istedim.
11:30 – Festivalin Hamlet filmleri bölümünde yer alan en ilginç yapımlardan biri, Mrduši Donjoj Köyü Hamlet Sahneliyor (Predstava 'Hamleta' u Mrdusi Donjoj) idi. 1974 yılı Yugoslavya'sından gelen film, adından anlaşılabileceği gibi bir köyde Hamlet sahnelenme çabasını anlatıyor. Köyden bir kişi büyük şehre gitmiş ve Hamlet'i izlemiş ve beğenmiştir. Köy kahvesinde hikâyeyi kendinden de bir şeyler katarak anlatınca köyün belediye başkanı bu oyunu sahnelemeye karar verir ve köyün en eğitimli kişisi olarak öğretmenin oyunu sahnelemesini ister. Elbette kendisi ve karısına da oyunda önemli bir rol verilmesini ister. Bu arada köyde bir yolsuzluk olayı da ortaya çıkar ve toplanan paraların elinden geçtiği bir pozisyonda yer alan bir adam bu yolsuzlukla suçlanır. Ama olayın arkasında belediye başkanı vardır aslında. Yolsuzlukla suçlanan adamın oğlunun Hamlet, onun sevgilisinin Ophelia, belediye başkanının Kral, karısının da Kraliçe rolünde yer alması oyunla gerçeğin iç içe girmesine yol açar.
Üç filmin de ortak girişinde bu filmlerin Binbir Gece Masalları'nın serbest bir uyarlaması olduğu ve büyük bir ekonomik krizden geçmekte olan Portekiz'in 2015 yılındaki durumunu anlattığı söyleniyor. Ancak Gomes bu girişten tahmin edilebileceği üzere sadece bu ekonomik kriz üzerine eğilmiyor. Evet, bu üç filmdeki hikâyeler içinde doğrudan bu konu ile ilgili bölümler de var. Örneğin ilk filmde tersane işçilerinin sorunları üzerine bir belgesel niteliğinde bir bölüm varken, ikinci filmde bir köpeğin farklı sahipleri üzerinden günümüz Portekiz'inden insan portreleri ortaya koyuyor. Üçüncü filmde yine günümüz Portekiz'inden belgesel niteliğinde uzunca bir bölüm var ama burada kuş yetiştiricilerinin yarışmaları üzerine ciddi bir zaman ayırarak toplumun bambaşka bir tabakasını karşımıza getiriyor. Ancak hikâyeler sadece günümüz Portekiz'inde geçmiyor. Bir bölümde Binbir Gece Masalları'nın anlatıcısı olan Şehrazad'ı bir karakter olarak karşımıza getirerek hikâyeyi yüzyıllar öncesine taşırken Şehrazad ve babasını bir dönme dolaba bindirerek zaman algısı ile oynamayı da ihmal etmiyor.
Yönetmen Krsto Papic, bir yandan karşımıza çok farklı bir Hamlet uyarlaması getirirken (Hamlet değil Amlet hatta) bir yandan da dönemin politik atmosferi üzerine de ciddi eleştiriler yapıyor. Başrolde gencecik bir Rade Šerbedžija görmek de cabası. Aslında 70'ler ve 80'lerde Yugoslavya'da tanınan bir isim olmasına karşın bizim onu 1994 yılında Beforethe Rain ile
Miguel Gomes'in, bu üç filmde en iyi yaptığı şeylerden biri hemen her hikâyede farklı bir anlatım biçimi kurması. Kimi zaman belgesel nitelikli, kimi zaman kurmaca hikâyeler anlatırken, bazen tempoyu hızlandırıyor, bazen yavaşlatıyor. Geniş kitleye sıkıcı gelebilecek bölümler varken bir sonraki bölümde film bir müzikal haline gelebiliyor.
8 Mayıs Pazar:
71
Yukarda filmlerin indeksi dediğim gözlerden kaçmamıştır. Gomes, filmlerine üç ciltlik bir edebiyat eseri olarak yaklaşarak nasıl kitapların içindeki bölümler sayfa sayıları ile verilirse, filmler içindeki bölümleri de dakikaları ile vererek bir indeks hazırlamış gerçekten. Bu edebiyat benzetmesi özellikle üçüncü filmde iyice ön plana çıkıyor. Tüm filmlerde ara yazılarla takip ettiğimiz bölümler var ama üçüncü filmde bu iyice öne çıkıyor. Hatta hikâyelerden birini neredeyse tümüyle yazılarla anlatılıyor ve adeta beyazperdede bir hikâye okuyoruz. Üç filmin toplam süresi 6.5 saati buluyor. Kimi zaman izlemesi de seyirciden çaba gerektiren bir maraton ama karşılığını da veriyor doğrusu. Ev sineması koleksiyonuma alıp tekrar deneyimlemek istediğim filmler olduğunu söyleyebilirim. Ankara Film Festivali'nin bitmesi için bir seans daha vardı ama bu seansta izleyebileceğin Denizdeki Ateş (Fuocoammare) filmi vizyona gireceği için o zamanda erteleyerek bu festivali kapadık.
Salami, çocuk gelinlere hayır mesajını yoğun bir şekilde vurguluyor. Sorun şu ki, mesajlarınızın doğru olması, filmi iyi bir film yapmıyor. Nojoom'u oynayan küçük kızın doğallığı bir yana film çoğunlukla tek boyutlu karakterler üzerinden yürüyor ve onları canlandıran oyuncular da iyi performanslar ortaya koyamıyorlar. Ayrıca film sürekli olarak mesaj vermeye odaklandığı için işin sinemasal yönüne çok önem vermiyor. 16:30 – Günün ikinci filmi Çarşamba Çocuğu (SzerdaiGyerek) aynı yetimhanede büyümüş iki genci karşımıza getiriyordu. Bu iki gencin bir de çocukları olunca anne Maja, hayatına bir çeki düzen vermesi gerektiğine karar veriyor ve bir kredi alıp küçük çaplı bir iş kurma çabasına girişiyor. Sevgilisi ve çocuğun babası Krisz içinse, ne Maja ne de çocuk çok önemli değil. O hayatına devam edip ara sıra Maja ile birlikte
19. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali 9 Mayıs Pazartesi: 13:30 – Aslında hiç öyle bir niyetim yoktu ama programı inceleyince Ankara Film Festivali ve Uçan Süpürge'yi bıçakla ayırmış gibi oldum ve 5 Mayıs'ta başlayan Uçan Süpürge'ye ancak 9Mayıs'dadâhil olabildim. Ama programdaki filmlerin bir kısmını önceden başka festivallerde izlediğim için çok da film kaçırmadım doğrusu. Günün ve benim için festivalin ilk filmi Nojoom 10 Yaşında ve Boşandı (Ana Nojoom Bent AlasherahWamotalagah) idi. Çok fazla bildiğimiz bir sinema olmayan Yemen sinemasından gelen film, 10 yaşında bir kız çocuğunun 30'lu yaşlardan bir adamla evlendirildikten sonra kaçıp bir mahkemeye sığınmasını ve hâkime durumu anlatması sonrası açılan boşanma davasını konu ediyordu.
olmak istiyor. Aslında filmin bir flashback ile açılması ve karakterlerin ilk başta bize tanıtılış şekli bizi nasıl bir hikâyenin beklediğini hemen gösteriyor. Bu açıdan filmin bizi şaşırtan ya da beklenmedik bir olay örgüsü yok. Ancak yönetmen Lili Horváth, filmi başarılı kılacak doğru hamleler yaparken bir yandan da başrol oyuncusu KingaVecsei'nin başarılı performansından destek alıyor. Bu da filmi benzerlerinden bir adım öne çıkarıyor. Yine de tam bir başarı olduğunu söylemek zor. 19:00 – Son yılların öne çıkan yönetmenlerinden Mia Hansen-Løve, yeni filmi Gelecek Günler (L'avenir) ile Berlin'de en iyi yönetmen ödülünü kazanmıştı. Sadece bu bile filmi merak etmek için yeterliyken başrolde Isabelle Huppert'in oynaması merakları daha da arttırıyordu.
2008 yılında gerçekten yaşanmış bir olaydan yola çıkan film elbette doğru mesajlar veren iyi niyetli bir film. Yemen'in ilk kadın yönetmeni olan Khadija Al-
Film tümüyle Huppert'in canlandırdığı felsefe öğretmeni Nathalie'nin etrafında gelişiyor. Bu karakteri perdede görmediğimiz sahne neredeyse yok gibi. Orta yaşının sonralarına gelmekte olan Nathalie, artık hayatını belli bir düzene oturttuğunu düşündüğü bir
72
çıkarmıyorlar. Bunun karşılığında Zvia da onlara yemek yapmaya başlıyor. Yönetmen Yaelle Kayam, bu ilk uzun metrajlı filminde ağır tempolu ve sessiz sedasız bir anlatım kuruyor. Film de kimi zaman seyirciyi içine almakta zorlanıyor. Ancak başrolde Shani Klein'in başarılı oyunculuğunun da katkısıyla kurulan başarılı karakter çalışması filmi ilgi çekici hale getiriyor. Her ne kadar kendisini yalnız hisseden kadın hikâyesi çok özgün olmasa da filmin geçtiği mekân ve ailenin fazlasıyla tutucu olması bildik bir hikâyeye farklı bir açılım getirmeyi başarıyor.
anda hayatında bir takım değişikliklerle karşı karşıya geliyor. Öğretmenlik yaptığı lisede öğrencilerin gerçekleştirdiği eylemler ya da kitaplarını basan yayınevinin değişen tavırları bu değişiklikler için ilk göstergeler iken kocasının kendisini aldattığını öğrenmesi ve annesinin hastalığı hayatı üzerinde yeni kararlar alması gerektiğini gösteriyor. Isabelle Huppert, her zamanki gibi rolünü büyük bir başarıyla canlandırırken MiaHansen-Løve da değişen döneme karşı ayakta kalmaya çalışan bir kadının hikâyesini güçlü bir görsellikle karşımıza getiriyor. Daha ilk günden Fipresci ödülü için önemli adaylardan biri olduğu belli olan bu film, neticede ödülü de alacaktı.
21:00 – Günün son filmi İsrail sinemasından geliyordu. Dağ (Ha'har) adlı bu filmde dini kurallara fazlasıyla bağlı olarak yaşayan bir aile karşımıza geliyor. Zeytin Dağları'ndaki dünyanın en eski Yahudi mezarlığının yanındaki bir evde yaşayan bu aile yıllardır bu şekilde yaşamaya alışmış belki ama kocası işe gittiğinde evde yalnız kalan Zvia son zamanlarda yalnızlık hissini giderek daha fazla hissediyor. Çünkü kocası ona olan ilgisini giderek yitirmiş durumda. Zvia bir gece mezarlıkta cinsel ilişki kurmakta olan bir çift görünce korku ile birleşen bir ilgi ile onları izliyor ve sonrasında fahişeler ve onları pazarlayan adamların mezarlığı mesken tuttuklarını fark ediyor. Bir süre sonra bu iki taraf arasında sessiz bir anlaşma kuruluyor. Zvia, onları izlemeye devam ediyor, onlar da bunun farkındalar ama ses
10 Mayıs Salı: 14:00 – Yönetmen Laura Bispuri, Yeminli Bakire (Vergine Giurata) isimli bu ilk uzun metrajlı filminde cinsel kimlikler üzerine ilginç bir hikaye anlatırken Arnavutluk'ta hâlâ kabul gören bir geleneği de öğrenmemize vesile oluyor. Balkanlarda farklı ülkelerde de kabul görse de temel olarak Arnavutluk'ta karşılaştığımız bu geleneğe göre bir kadın, cinsellikten uzak kalmak üzere yemin ederse kendisini erkek olarak tanımlayabiliyor. Kadın ve erkek rollerinin geleneksel olarak tanımlandığı bir toplumda kadın için biçilen anne olmak, yemek yapmak, evi temizlemek gibi davranışları yapmak zorunda kalmıyor, bir erkek olarak ava çıkabiliyor, evin geçimini sağlayacak işler yapabiliyor ve daha özgürce yaşayabiliyor. İşte Alba Rohrwacher'in canlandırdığı Hana, genç yaşta bu kararı almış ve kendisine Mark adını seçmiş. Bu bir anlamda onun kaçış yolu olmuş. Kardeşi ise kaçışı sevdiği adamla birlikte büyük şehre gitmekte bulmuş. Yıllar sonra ailesinin ölümü üzerine Arnavutluk'tan ayrılıp İtalya'ya kardeşinin yanına giden Mark/Hana, bu büyük şehirde yıllar önce aldığı kararı tekrar sorgulamak zorunda kalıyor. Yıllarca kendisini erkek olarak kabul etmiş ve ettirmiş, ettiği yemine de sadık kalmış ama ait olduğu çevreden ayrılınca bu durum iyice zorlaşıyor. Son yıllarda izlediğimiz filmlerinden iyi bir oyuncu olduğunu bildiğimiz Alba Rohrwacher, nüansları olan bu rolde yine gayet iyi. Rolünün gerektirdiği kırılganlığı ve tereddütlü hali iyi yansıtmış. Ancak işin içinde bir inandırıcılık sorunu olduğunu da
73
için yarışan filmler arasında ön plana çıktığını ve festival bitene kadar da favorim olduğunu söyleyebilirim. Neticede kazanamadı ama bence festivalin en iyi filmlerinden biriydi.
söylemeliyiz. Mark'ı tanıyan ve onun aldığı kararı bilenlerin ona erkek olarak yaklaşması anlaşılabilir bir durum ama onu ilk defa görenlerin de erkek olarak algılaması çok inandırıcı değil. Her ne kadar Alba Rohrwacher'in gösterişli bir fiziği olmasa da kadın olduğu rahatlıkla anlaşılıyor. Bu durum özellikle filmin başında hikâyeye adapte olmamızı biraz zorlaştırsa da film ilerledikçe toparlanıyor ve bu ufak falsoyu görmezden gelmemizi sağlıyor.
18:30 – Festivalin takip edemediğim bölümünde yönetmen Anja Breien'in Zevceler (Hustruer) üçlemesinin ilk filmi yer alıyordu. 1975 yapımı ilk filmi izlemediğim için 1985 yapımı Zevceler – On Yıl Sonra (Hustruer - ti åretter) filminde havada kalan noktalar olacağını tahmin ediyordum. Yine de diğer salonda izlediğim bir film olunca bunu tercih ettim.
16:30 – Catherine Corsini yeni filmi Yaz Vakti (La Belle Saison) ile bizi 1970'lerin Fransa'sına götürüyor. Bir köyde ailesine çiftliklerinde yardım etmekte olan Delphine, üniversite için Paris'e gidiyor. Burada Carole ile tanışıyor. Kadın hakları hareketinin canlandığı dönemler. Carole'un da etkisi ile Delphine de bu harekete dâhil oluyor. Kürtaj karşıtlarına karşı eylemler yapıyorlar, kadın tacizlerine karşı eylemler düzenliyorlar, hatta ailesi tarafından bir akıl hastanesine yatırılan eşcinsel bir erkek arkadaşlarını oradan kaçırıyorlar. Filmin giriş kısmı çoğunlukla Delphine'in köyünden çok farklı bir ortama uyum sağlaması ile geçiyor ama Carole ile aralarında belli bir çekim de hissediliyor. Delphine'in köyde de lezbiyen deneyimleri olmuş. Carole'un erkek arkadaşı olmasına rağmen bir noktada o da bu çekime karşı duramıyor. Filmin büyük kısmını oluşturan aşk hikâyesi de buradan sonra başlıyor. Yaz tatilinde ikilinin köye gitmesi üzerine roller değişiyor ve bu kez Carole kendisini yabancı bir ortamda buluyor. Paris'te aşklarını daha serbest bir şekilde yaşarken köyde herkesten saklanmak zorundalar. Corsini, filminde dönemin atmosferini çok iyi yansıtmış. Bir yandan özgürlükçü hareketler en üst düzeye tırmanırken bir yandan da bazı kesimlerde tutuculuğun devam etmesi, özellikle köyde eşcinselliğin çok kötü karşılanmasının tezadı iyi verilmiş. Bunun yanında iki kadının aşkı da son derece güçlübir şekilde anlatılmış. İlişkinin gelişimi, yaşanan sorunlar ve finalde gelinen nokta son derece gerçekçi. Izïa Higelin ve Cécile De France gerçekten de uyumlu bir ikili olmuşlar. İzlediğim anda Fipresci
İlk filmden tanımış olmamız gereken üç kadın, on yıl aradan sonra mezunlar günü partisinde tekrar buluşuyorlar. Partinin bitiminden sonra bu üç eski dost geceye devam ediyorlar ve noel gecesini beraberce bitiriyorlar. Bu esnada on yıllık arada hayatlarında neler değiştiği, gençlik dönemlerindeki hayallerini ne kadar gerçekleştirip gerçekleştirmedikleri üzerine keyifli muhabbetler ediyorlar. Doğrusunu söylemek gerekirse keyifli konuşmalardı ama yine de baştan tahmin ettiğim gibi bazı göndermeler çok boşlukta kaldı. Sanırım bu seri hakkında ilk filmi de izleyip sonra yorum yapmak daha anlamlı olacak.
20:30 – Günün son filmi olarak sırada NaomiKawase'nin yeni filmi Umudun Tarifi (An) vardı. Filme orijinal adını veren “an”, Japonya mutfağına özgü bir yemek. İki pancake arasına doldurulan kırmızı fasulye ezmesi ile yapılan bir yemek. Sentaro, “an” yapan bir dükkânı işleten bir adam. Bir süredir bu dükkânı işleterek ufak bir müşteri kitlesi de oluşturmuş ama çok da tatmin edici değil. Pancake yapımı konusunda sıkıntısı yok ama fasulye ezmesi yapması için bir yardımcı arıyor. Günün birinde yaşlı bir kadın olan Tokue işe başvuruyor. Yaşından dolayı buna sıcak bakmayan Sentaro, kadının ısrarları sonrasında bir şans vermeyi kabul ediyor ve onun mükemmel bir fasulye ezmesi yaptığını fark ediyor. Tabii ki onu işe alıyor ve işler büyümeye başlıyor. Filmin ilk kısmında Kawase, karakterlerini bize yavaş yavaş tanıtırken onlarla ilgili ipuçları veriyor. Bu bölümde bir ara adeta yemek tarifi izler gibiyiz. Yaşlı kadın, patronuna ve dolaylı olarak bize, fasulye
74
sakin anlatmayı seçen yönetmenlerden. Filmin ağır temposu zaman zaman seyircilerden de sabır istiyor. Ancak filmin çok başarılı görüntüleri ilgiyi ayakta tutuyor (görüntü yönetmeni de yönetmenin eşi bu arada). Bu ağır tempo içinde birkaç sahne özellikle dikkat çekiyor. Örneğin Elza'ya bir süredir ilgi duymakta olan bir adamın kocasının yokluğunu fırsat bilip ona yaklaşma çabasına karşı tepkisi o kadar hızlı ama gösterişsiz çekilmiş ki o an perdeye bakmazsanız kaçırabileceğiniz bir an ama filmin en sevdiğim anlarından biri oldu. Filmin diğer bir artısı da başroldeki Evgeniya Mandzhieva. Son derece ekonomik bir oyunculuk sergileyen Mandzhieva'nın aslında bir model olduğunu öğrenmek şaşırtıcıydı. Yılların oyuncusu izlenimi vermesi bir yana, ilk filmi için böyle bir tercih yapması da takdir edilesi. Hem yönetmen, hem de oyuncunun adlarını bir köşeye yazın derim.
yaptığını fark ediyor. Tabii ki onu işe alıyor ve işler büyümeye başlıyor. Filmin ilk kısmında Kawase, karakterlerini bize yavaş yavaş tanıtırken onlarla ilgili ipuçları veriyor. Bu bölümde bir ara adeta yemek tarifi izler gibiyiz. Yaşlı kadın, patronuna ve dolaylı olarak bize, fasulye ezmesi yapmanın inceliklerini detaylı olarak anlatıyor. Ancak film ilerledikçe bu iki karakter birbirlerine sıkı bir bağla bağlanıyorlar ve geçmişlerini açıyorlar. Bu kısım filmin ilk bölümünü de daha değerli hale getiriyor. Bu kısımlarda filmden adeta bir roman tadı alıyorsunuz ve dükkânın genç müşterilerinden birinin de hikayeyedâhil olması ile film insanın içine huzur veren bir finale doğru ilerliyor. 11 Mayıs Çarşamba: 14:00 – Uçan Süpürge'nin yarışmalı bölümünde yer alan Martılar (Chaiki) tam da zaman zaman festival filmi olarak tanımladığımız filmlerden. Film, kocası Hazar denizinde ava gittiğinde sürekli olarak evde kalıp onu bekleyen bir kadın olan Elza hakkında. Elza, aynı zamanda piyano öğretmenliği de yapmakta ama çevre onu kendi başına bir bireyden çok bir eş olarak konumlandırmakta. Aslında mutlu bir evlilikleri de yok ama Elza kocasını terk edecek cesareti de bulamıyor. Günün birinde kocası avdan dönmeyince Elza üstelik hamile iken kendini bambaşka bir durumda buluyor. O artık kendi ayakları üzerinde durmak zorunda olan bir kadındır. EllaManzheeva, hikâyesini son derece sessiz ve
16:00 – Festivalin en keyifli filmi hangisiydi diye sorarsanız hiç düşünmeden Zouzou diyebilirim. Üç farklı kuşaktan 6 kadının hayatlarına bakan film için cinsellik etrafında dönen bir komedi diyebiliriz. Ailenin en büyüğü, büyükanne Solange'ın kızlarına âşık olduğunu açıklaması sonrasında kızları küçük çaplı bir şok yaşarlar. Bunun sonrasında 14 yaşındaki torun Zouzou'nun odasında erkek arkadaşı ile seks yapıyor olması da ikinci bir şoku yaşatıyor. Üstelik sonradan onu odasında da bulamıyorlar. Büyük bir çoğunluğu Zouzou'yu aramakla geçen filmde aslında bu arama yönetmenin anlattıkları için bir bahane. Bu arama sürecinde büyükanne ve kızların cinsellik üzerine pek çok sohbetlerini izliyoruz.
Komedi kalıplarında anlatılan bu hikâyeyi izlerken bir yandan da ne kadar farklı kültürler içinde yaşadığımızı düşünmeden edemiyoruz. Örneğin ailenin Zouzou ile ilgili temel sorunu 14 yaşında cinsellik yaşıyor olması değil. Bunu gayet normal karşılıyorlar. Sıkıntı kızın ortadan kaybolmuş olması ve yeterli cinsel eğitimi alıp almadığına dair akıllarda olan soru işareti. İşin ilginci kamera Zouzou'ya döndüğünde onun gayet olgun bir şekilde, heyecandan erken boşalmış olan erkek arkadaşını teselli ettiğini görüyoruz. Film genç yaştaki cinselliğe hoşgörü ile yaklaştığı gibi büyükannenin yaşadığı
75
cinselliğe de aynı şekilde yaklaşıyor ve cinsellik doğru kişiyle olduğu sürece herkes için doğal bir olgudur noktasına geliyor. Film boyunca tüm oyuncuların çoğunlukla diyaloglara dayalı rollerinde son derece başarılı olduklarını söylemek mümkün. Komedide önemli bir unsur olan zamanlama konusunda da doğru tercihler yapılmış. Zouzou, belki sinemasal açıdan çok önemli bir film değil ama gayet keyifli ve kahkaha dolu bir buçuk saat geçirtebilecek bir film. 18:30 – Sırada dün ikincisini izlediğimiz Zevceler üçlemesinin son filmi vardı. Zevceler III (Hustruer III) adını taşıyan bu filmde, önceki filmlerde tanıştığımız üç kadın arkadaşı bu kez 50'li yaşlarda görüyoruz. Yukarda ikinci film için yazdığım yorumda ilk filmi bilmemenin belli bir boşluk yarattığını belirtmiştim. Üçüncü film için de aynı durum söz konusu olsa da bu kez yönetmen Anja Breien, belki de ikinci filmdeki bu hissi fark ettiği için eski filmlerden bahsedildiğinde zaman zaman o filmlerden sahneleri de göstermekten çekinmemiş. Bu sayede o boşluk hissi biraz dolmuş ve karakterlerin geçmişe yönelik göndermeleri daha anlaşılır olmuş. Aynı oyuncuları 20 yıl önceki ve sonraki halleri ile görmenin farklı bir his yarattığını da söylemek gerek.
bir takım casuslar, kendilerine zarar verecek adamlar görüyor. Sonuncusu ise ailesindeki ufak tefek suçları partiye ve ülkeye karşı işlenmiş çok önemli suçlar zannediyor ve onları ihbar edip etmemek ile ilgili kendi içinde bir vicdan çatışması yaşıyor. Bu üç arkadaşı günümüzde gördüğümüzde ise çocukluklarındaki hayallerinin onları ciddi şekilde etkilediğini görüyoruz. Panik ataklar, toplumdan uzaklaşmak, hayata karşı tepkisiz kalmak günlük yaşamlarının parçası olmuş adeta.
Yönetmen NatalyaKudryashova, kendisinin de dâhil olduğu bir kuşağın yaşadıklarını belki de işin içine otobiyografik ögeler de katarak çok içten bir bakışla anlatmış. Zaten ana karakterlerden Olga'yı da kendisi canlandırıyor. Geçmiş ve bugün arasında sürekli olarak gidip geliyoruz ama zaman geçişleri çok yerli yerinde kullanılmış. Geçmişin bugünü etkilemesini başarılı bir şekilde veren bir senaryo matematiği var Filmin tarzı ikinci filmle (ve muhtemelen ilk filmle de) aynı. Karakterlerimiz arada geçen yıllarda başlarından filmin. Ancak son bağlantıyı kurmak için finalde yapılan hamle bir miktar fazla geldi bana. Benzer bir geçenlerden, mutluluklarından ve hayal finale farklı şekilde de varılabilirmiş. Yine de kırıklıklarından bahsediyorlar. Keyifli bir filmdi ama Devrimciler, festivalin iyi filmlerinden biriydi. yine de ikinci filmle aynı şeyi söyleyeceğim. Hepsinin temeli ilk filmde atıldığı için onu izlemeden yorum Günü bu iyi filmle kapadıktan sonra eve gelince kötü yapmak çok sağlıklı olmayacak. bir haber aldık. Sinefil arkadaşlarla kurduğumuz WhatsApp grubunda söylendiğine göre festivalin gerçekleştiği Kızılırmak Sineması kapanıyormuş. Başka birine devredilmiş ve devralan kişinin ne yapacağı belli değilmiş. 12 Mayıs Perşembe:
20:30 – Günün son filmi olan Devrimciler (PioneryGeroi), 1987 yılında henüz çocuk yaşlarda Sovyetler Birliği'nde devrimci olma hayalleri kuran üç arkadaşın hikayesi. Komünist sistemin etkili olduğu bu yıllarda çocuklar partiye en iyi şekilde hizmet etmek, suçluları cezalandırmak ve kötülüğün kaynağı olan batıdan gelen casuslara karşı tetikte olmak idealleri ile yetiştiriliyorlar. Olga, Katya ve Andrey adındaki bu üç arkadaşın biri hayatını insanlığa yararlı bir şeyler icat ederek geçirmek istiyor, diğeri sürekli olarak çevrede
Dün gece aldığımız kötü haber sonrasında buruk bir hisle Kızılırmak Sineması'nın yolunu tuttuk. Sinemaya gidince bir de baktık ki bu haber üzerine sinema kapanmadan harekete geçip bir belgesel çekmek isteyenler de var. Onlara da ufak söyleşiler de verdik. Buruk bir günün ilk saatleri başlamıştı. Hemen şu notu da düşelim. Kızılırmak Sineması'nın kapanacağı haberini sosyal medyadan da paylaştıktan sonra bu konuyu sinema yönetimine soran arkadaşlara kapanma diye bir durumun olmadığı, sadece festival sonrasında sinemanın tadilata gireceği söylenmiş. Sinemanın Facebook hesabında da bu yönde bir açıklama yapıldı. Bu yazının yazıldığı tarih itibariyle de sinemanın kapısında halen tadilat ibaresi var. Umalım ki doğru
76
olan budur ve Kızılırmak Sineması da şehrin kaybolan değerleri arasında yerini almaz. 13:30 – Gelelim son günün ilk filmine. Festivalin belgesel bölümünde yer alan Kuzey Bölgesi (Zona Norte), Brezilya'nın en geri kalmış mahallelerinde çocuklara eğitim vermek için uğraşıp didinen YvonneBezerra de Mello'nun geliştirdiği proje ile ilgili bir belgesel. Çoğunlukla cinsel kimlik rolleri üzerine belgeselleri ile tanıdığımız yönetmen Monika Treut, on beş yıl önce aynı bölgede yine de Mello ile bir belgesel gerçekleştirmiş ve projenin ilk adımlarını belgelemiş. Yönetmen on beş yıl sonra hem projenin geldiği noktayı, hem de ilk filmdeki çocukların bugünkü durumlarını inceliyor. Kuzey Bölgesi'nin sinemasal olarak bildik belgesel kalıpları dışına çıktığını söylememiz zor. Ele aldığı kişilikleri günlük yaşamlarında izlemek ve onlarla söyleşiler yapmak dışında çok farklı bir yaklaşımı yok. Ancak filmde anlatılanlar önemli elbette. Ne kadar olumsuz bir ortamda yetişirlerse yetişsinler çocuklara doğru bir eğitim vermenin, bu çocuk anlamaz diye kesip atmaktansa her bir çocuğu ayrı bir birey olarak ele alıp, ona nasıl öğretebilirim diye düşünmenin ne kadar önemli olduğunu anlatmayı başarıyor. En önemlisi bu çabanın toplumu değiştirmek için de belki küçük ama önemli bir çaba olduğunu da gösteriyor. 18:30 – Festivalin son günü gösterilen filmleri genelde izlemiştim. Zaten salonların birinde kapanış töreni olduğu için film sayısı da azalmıştı. Bu yüzden son günü iki filmle kapadım. Diğer salonda kapanış töreni varken izlediğim film, Nahid adını taşıyordu. İran sinemasından gelen bu film yine tek başına ayakta kalmaya çalışan bir kadını anlatıyordu. Nahid, kocasından boşanmış bir kadın. Normalde İran'da çocuğun velayeti babaya veriliyor. Nahid 10 yaşındaki
oğlunun velayetini almayı başarmış ama bunun bir bedeli var. Eğer Nahid başka bir erkekle beraber olursa, evlenirse velayet babaya verilecek. Günün birinde Nahid'i seven ve onunla evlenmek isteyen bir adam ortaya çıkınca işler karışıyor. Üstelik Nahid de ona karşı boş değil ama evlenmesi de mümkün
gözükmüyor. İran sineması üzerindeki baskıya rağmen kadın hikâyelerini ve kadın-erkek ilişkilerini anlatmakta çok başarılı bir sinema. Belki de sinemacılar bu baskıların üstesinden gelmek için başka çözümler bulmak için kafa yordukları için böyle. Burada da özellikle Nahid ve yeni erkek arkadaşının ilişkilerinde bir türlü yan yana gelememe, herkesten kaçma hissiyatı başarılı bir şekilde verilmiş. Anne-oğul arasındaki ilişkinin inişli çıkışlı halinin de başarılı bir şekilde yansıtıldığı söylenebilir. Festivali kapamak için iyi bir filmdi neticede. Böylece 14 günlük festival maratonunu iki aya yayılan yazılarla bitirmiş olduk. Yazın festivallere ufak bir ara veririz. Önümüzdeki festivallerde görüşmek üzere.
77