GÖLGE | KASIM ‘08
KAPAK İÇİ YAZISI
“Güneşi görmek istiyorsan gölgeden çık,” der Konfüçyüs. Yaz bitti. Ağaçlar yapraklarını döküyor. Geçen ay Gölge yaş gününü kutladı. Bir uzun yazı yazmak geçti içimden, düşen yapraklara ve büyüyen gölgelere aldandım. Şimdi ise kış geliyor. Önünü göremeyen biri olmak istemiyorum. Gölge’yi taşıyan bütün yazar ve çizerlere bu dergiyi yaşattıkları için teşekkür ediyorum. Yazmak ve çizmek isteyen pek çok yeni arkadaşımızla görüşüyorum naçizane bir editör olarak. “Nasıl yazayım?” diye soruyorlar. Benim verebildiğim tek yanıt var, “Gölge’ye uygun olsun.” Gölge yeni yazar ve çizerlerini arıyor. Öykü, deneme, düz yazı ve çizgi roman senaryosu yazabilecek arkadaşları Gölge’ye davet ediyoruz. Konfüçyüs demiş ki “Ben sana bir bilgi versem, sen bana bir bilgi versen, bende iki bilgi, sende iki bilgi olur.” Gölge bir bilgi kaynağı değil.
Biz hep Hacivat’ın gölgesinin sesini duyarız; “Yar bana bir eğlence medet…”
Son sözü yine Konfüçyüs’e bırakayım “Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri varsa, orada güneş batıyor demektir.”
Haydi sağlıcakla ;)
A.Hamdi YÜKSEL
Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz,yayınlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur Editör: A. Hamdi Yüksel Gölge Yayın Kurulu; Oğuz Özteker, Utku Tönel, Şükrü Bağcı, Emre Özgen http://golgedergi.blogspot.com Artık Facebook’ta da şubemiz var. Kapak: Sarp Sözdinlerarkadaşımıza ait. sarpsozdinler.deviantart.com Kapak renklendirme Daniel Yates xhastex.deviantart.com Her zaman yeni yazar ve çizerlere ihtiyacımız var. Görüş, öneri, yorum, yazı-çizinizi yollayabileceğiniz adres hayalsaati@gmail.com 2
İÇİNDEKİLER Kapak İçi Yazısı Sayfa 2 Popüler Türk Sineması Nereye Gidiyor? Sayfa 4 Haberci Sayfa 7 HORNET Sayfa 10 İddialı Ve Tartışmalı Projelerin Adamı: OLİVER STONE Sayfa 19
A. Hamdi YÜKSEL Murat Tolga ŞEN Utku TÖNEL Süleyman TEMİZ Hasan Nadir DERİN
Star Wars Figürlerinin Madrid Çıkarmasından İzlenimler
Masis ÜŞENMEZ
Hayal Günlükleri
Mert YAVAŞÇA
Kızıl Kemer
Ozancan DEMİRIŞIK
Yalınayak Gen
Onur KÜÇÜK
Chuck
Cansu KORKMAZ
Genova
Barış SAYDAM
Büyülü Gözler
Cengiz BOSTAN
Bir Antalya Güncesi
Hasan Nadir DERİN
Sergi
Emre ÇILDIR
Asi Bir Ruh Ne Yapar Şimdilerde?
Orkun UÇAR
Yeraltındaki Amazon
Serdar KÖKÇEOĞLU
Renklerden Metin’di
Ege GÖRGÜN
Bu Ne Biçim Film Böyle
Can EVRENOL
Nostromo Macerası
M.Korkut ÖZTEKİN
Koca Bir Yıl Geçti
Murat Tolga ŞEN
Kendi Fantastik Dünyasına Uçup Giden Bir Çizer
Cihan DEMİRCİ
Sayfa 26
Sayfa 29
Sayfa 34
Sayfa 41
Sayfa 44
Sayfa 46
Sayfa 48
Sayfa 53
Sayfa 61
Sayfa 64
Sayfa 66
Sayfa 67
Sayfa 68
Sayfa 70
Sayfa 74
Sayfa 75
GÖLGE | KASIM ‘08
POPÜLER TÜRK SİNEMASI NEREYE GİDİYOR?
Sinemaya gitmeyi ve film izlemeyi sevdiren adama, Babama…
70’li yıllar… Memleketin gördüğü en özgürlükçü anayasa olan 61 anayasası ile gelen ve maalesef bize bir numara bol gelen devrimci rüzgâr herkesi ve tüm sanat kollarını etkisi altına almış, ülke bir yandan birbiriyle anlaşamayan ideolojiler yüzünden anarşi ortamına sürüklenirken, bir yandan da tüm sanat dallarında da en iyi örneklerini veriyor. Yeşilçam’ın söyleyecek çok sözü var ama seyircinin kargaşa yüzünden sokağa çıkamaması yüzünden işler kötüye gidiyor. Birkaç militan yönetmen yurtdışında da ses getiren filmler çekiyor fakat sektör 60’ların ucuz filmcilerinin çektiği uyduruk avantürler ya da erotik soslu seks komedileri ile bilet satarak bir çıkış arıyor. Bir yandan da yeni müthiş icat “televizyon” Yeşilçam’a darbe üzerine darbe vuruyor ve televizyon seyretme tembelliğinin (bedavacılığının) iyice oturması ve üstüne 1980 yılında sıkıyönetimin ilan edilmesi sebebiyle Yeşilçam sahipsiz bir ceset gibi son nefesini veriyor. Yukarıda yazdığım kadarı, neredeyse tüm Yeşilçam eskileriyle yapılan sohbetlerde dile getirilen genel sebeptir ve kısmen doğrudur da… Ama Yeşilçam’ın ya da Türk sinemacılığının kıyametini asıl getiren asıl sebep “ucuzculuktur”… Bir şark kurnazlığıdır bu; ucuza hatta bedavaya çekilen bir filmi sektörde çalışan her emekçinin üstüne basa basa üreterek sunmak ve karşılığında büyük karlar beklemek… İşler uzun bir zaman yolunda gitse de yabancı filmlerin, dev setlerin, güçlü oyunculukların yavaş yavaş farkına varan seyircinin artık kendi insanının ona bir çadır tiyatrosu kıvamında bir şeyler sunmaya devam etmesini protesto edişi hep göz ardı edilir. Yeşilçam bitmiştir çünkü sinemadan gelen sinemaya dönmemiştir. Filmler çekerek kazanılan çuval dolusu parayla Adana’da ya da başka bir şehirde gazinolar satın alınmış, oyuncu eskisi kadınlar şarkıcı diye burada sahneye çıkartılmıştır. 50’lerde ya da 60’larda bir nebze de olsa bulunan profesyonel duygu ki bunun büyük kısmı teknik işlere hâkim ermeni vatandaşlarımız sayesinde olmuştur; hepten terkedilmiş ve “hap yap, para kap” tarzı bir üçkâğıtla yapılan işler bir süre sonra bünyeyi tamamen çürütmüştür. Yerli sinemanın yok oluşunun üzerinden neredeyse bir otuz yıl geçti. Eşkıya ile başlayan yeni bir “halk için sinema” filmleri çekme denemeleri aşısı tuttu ve 80’lerin bar müdavimi entelektüel tayfa dışında kimsenin ilgisini çekmeyen kasvetli sanat filmleri dışında bir üretim alanı oluştu. (Gerçi hakkını yemeyelim tüm zamanların en iyi yerli örneklerinden biri olan Muhsin Bey de bir 80’ler ürünüdür.) 2008–2009 vizyonuna girerken görüyoruz ki bir zamanlar sinemanın katili olarak gösterilen hatta Yeşilçam tayfası tarafından adı kanla cinayet mahalline yazılan “televizyon” şu an yerli sinemanın kurtarıcısı olmuş durumda… İçerik olarak giderek hafifleyen yeni üretim popüler sinema filmlerimiz genelde şöhreti TV’de yakalamış komedyenlere dayanmakta... Bunlar arasında Recep İvedik ile fenomen bir karakter yaratan Şahan Gökbakan başı çekiyor. Magandalığın ve vandalizmin bir eleştirisi ya da karikatürü olarak başlayan ama son noktada bu duyguyu savunan ve yerleştirmeye çalışan Recep İvedik şu sıralar bir cep telefonu reklâmı serisi ve 2’ncisinin çekimiyle gündemde… Şahan kadar popüler olmayan yine de tanınan yüzler olan 4
başka bir sürü komedyen de birbiri ardına yeni projelere imza atıyor ve dediğimiz gibi hepsi öyle ya da böyle TV üzerinden beslenen oyuncular… Saymak gerekirse: Peker Açıkalın, Alp Kırşan, Cengiz Küçükayvaz, Melih Ekener, Şafak Sezer, Paşhan Yılmazel bu TV kökenli oyuncuların önde gelenlerinden… Yapılan işlerin orijinal ve Yeşilçam geleneğine uygun yapımlar olduğunu söylemek ise pek mümkün değil ne yazık ki... Paşhan Yılmazel’in başrolünde oynadığı “Çılgın Dersane” serisi 80’lerde çoğu video piyasası için çekilmiş Amerikan gençlik komedilerinin, özellikle “Köftehorlar-Meat Balls” serisinin çok iyi analiz edilmemiş bir kopyası olurken, Şafak Sezer’de hangi akla hizmet olduğu tartışılır bir şekilde, “korku” denen janrı bir türlü oluşturamamış bir ülkede “Exorcist” parodisi yapmaya soyunuyor ve bol argolu bir “Kutsal Damacana” çekiyor. Yine son örneklerden birinde Melih Ekener yerli bir Austin Powers olma gayretine giriyor ve henüz vizyona girmemiş bir korku komedi olan “Destere”de de Peker Açıkalın doğaçlamadan güç alan sinema için tehlikeli olabilecek bir oyunculukla bilet satmaya hazırlanıyor. Peki, bu üretim artışının sebebi nedir? Geçerli bahane, AVM gençliğinin ilgisini çekecek bir şeyler sunma telaşı olabilir. Fazla bütçe gerektirmeyen “meme ve kıçlar – tits’n ass” tarzı komediler giderek çoğalırken, bu tür filmlere cüzi bütçeler yatıran yapımcıların önünde, tanınmamış oyuncular ve maliyeti iyice kısmak için bir otel sponsorluğu ile çekilen gişe rekortmeni “Recep İvedik” duruyor. Görünen o ki 70’lerde gerçek sinemacıların artan sansür ile uzaklaştığı sırada geniş bir alan bulan Çetin İnanç, Yılmaz Atadeniz, Savaş Eşici gibi bizim yerli “Grindhouse”cıların uyduruk filmlerle ama büyük kâr beklentileriyle çektikleri filmlerle seyirciyi yerli sinemadan uzaklaştırmalarından ve sırf bu dönem yüzünden Türk Sineması’nın tüm zamanlarının aşağılanmasından hiçbir ders alınmamış gibi görülüyor. Bu cahil cesareti bazen o kadar arsızlaşıyor ki; “18’ler Takımı” “Neşeli Gençlik” gibi video piyasasında dahi itibar görmeyecek çöpler, büyük filmlermiş gibi pazarlanıyor ve seyirci kredisi pervasızca harcanıyor. Peki, hiç umut yok mu? Elbette var; Yılmaz Erdoğan gibi tiyatro kökenli ya da Cem Yılmaz gibi sahne komedyenliğinden gelen bazı isimler tüm bu hengâmenin arasında Melies’in ruhuyla yerli popüler sinemaya sahip çıkmaya çalışıyor. Özellikle sinema alanında çok fazla üretken olmamasına rağmen (elbette bunu seçiciliğine de bağlamak mümkün) teknik ve yaratımcı anlamda yetkin işler üreten Cem Yılmaz’ın son filmi olan “A.R.O.G” çekim disiplini, iddialı setleri ve teknik yenilikleri ile yerli sinemanın her zamanki “ucuzculuk” endişesine kapılmadan sektörleşme yönündeki umutları yeşertiyor.
GÖLGE | KASIM ‘08 Cem Yılmaz filmlerinin sinema gösterimi biter bitmez çıkan itinalı DVD setleri de seyirciye ve dolayısı ile tüketiciye verilen önemin bir başka örneği... Bu anlamda Cem Yılmaz diğer popüler üretimcilerden ayrılıyor ve para kazanırken yapılan işin hakkını vermek gerektiğini hatırlatıyor. Seyircinin ilgisini çekecek yerli sinema örneklerinin şu an engin bir hoşgörüyle karşılandığı ve ama içinde özellikle “Mehmet Ali Erbil” barındıran filmlerden başlayarak direkt seyirciden gelen bir eleştiri ortamı oluştuğunu hatırlatalım. Açıkçası “Keloğlan Kara Prense Karşı” filmini görmüş, buna para harcayarak bilet satın almış bir seyircinin bu tür örneklerin çoğalması durumunda yeniden kendi sinemasına sırt döneceğini görmek için kâhin olmaya gerek yok. Başka bir taraftan saldıran milliyetçi sinema akımı ise yine 70’lerde ki hataları tekrarlayarak içi boş, propagandist ve yanlı bir yaklaşımla üretilmiş işler yapıyor. Neyse ki korkulan “Vadi” filmleri furyası henüz başlamadı. Milliyetçi sinema şimdilik Cumhuriyet’in ilk yıllarına ya da Güneydoğu sorununa odaklanmaya karar vermiş gibi gözüküyor. Fakat bu filmlerin de seyircide gerçek bir tatmin sağladığını söylemek zor. Bu sorun elbette yerli sinema üretim anlayışının sektörleşememek yüzünden farklı türleri denemeye çalıştığı an özellikle teknik anlamda çökmesi olarak tanımlanabilir ve bu ekiplerin cesaretlerinin kırılmasına ve tekrar az maliyetli, az riskli komedi ya da dramın sularına dönmelerine sebep oluyor. Yazının sonuna geldiğimde anlatmak istediklerimi kısaca özetlemem gerekirse; Türk Sinemacılığı ısrarla yanlış formülleri uygulamaya devam etmekte ve sağlıklı bir gelir gider yapısı sunamamaktadır. Şimdilik TV yıldızları ve teknik adamlarıyla yoluna devam eden bu oluşumun uzun vadede seyircide yeni bir küsme duygusu yaratacağı aşikârdır ve ne yazık ki bir süre daha bu konuda ciddi bir çalışma yapılacağını sanmıyorum. Fakat 80’lerde olduğu gibi “Ucuzcu”lar tarafından yapılan bu hataların “Türk Sineması”nın tamamı için tehlike arz ettiğini görmekte ve ziyadesiyle üzülmekteyiz. Ufukta görünen, can simidi sayılabilecek bir “Arabesk filmleri” ya da “seks furyası”nın da olmadığını, şu anki seyirci sabrının zorlanması halinde de salonların hepten “altyazılı” filmlere kalacağını öngörerek aranızdan ayrılıyorum sevgili Gölge okuyucuları… Babamın 08.08.2008’de gerçekleşen ani vefatı sebebiyle ara verdiğim yazılarıma tekrardan başlamanın sevinciyle sinemayla ve muhabbetle kalın… Murat Tolga ŞEN www.otekisinema.com
6
HABERCİ Yeni bir kasaba yeni bir macera demek benim için. Yoluma çıkan her yeni kasabaya girerken heyecan duyarım bu yüzden. Başlangıcın tadı devamında asla olmadığından, o ilk anı olabildiğince geciktiririm ve yapabildiğim ölçüde uzun tutarım. Önümde bir kasaba olduğunu bildiğim vakit, yürüyüşümü yavaşlatır, düşüncelerimi hızlandırırım. Hislerim ise çoktan harekete geçmiştir. Yıllardır yollardan topladığım ve zihnimin en uzak köşesine yerleşmiş öyküler birden ortaya çıkıp fır dönmeye başlar kafamın içinde. Başım döner, kalbim sıkışır. Asamın kıymetini işte o zaman anlarım. Ona yaslanıp derin bir iç çekerim ve sıcaktan çatlayan dudaklarımın ateşini bir yudum suyla dindiririm. Her tarafımdan sarkan, gerekli gereksiz onlarca hatıranın her birine dokunur ve onlara katılacak yeni birilerinin olduğunu söylerim. Geçmişi üstüme bir giysi gibi kuşanmış halimle, dilimin ucunda geleceği taşıyarak girerim o kasabaya. İlk karşılaşma her zaman hoş olmaz. Kimileri tamamen inkârcıdır ve beni içeri dahi sokmazlar. Onlara kızmam, acımam da hallerini bildiğimdendir. Söyleyeceklerimin onları kızdıracağını bildiklerinden beni aralarına almazlar. Ayağımın tozunu silker, yoluma devam ederim. Benim gibi birinin daha oraya geleceğini bildiğimden, hep yüzümdeki son bir acı gülümsemeyle hatırlarlar beni. Bu seferki de her zamankinden farklı bir köy değildi. Birkaç keçi, birkaç kadın, çokça çocuk ve resmi tamamlayan, hırçın, yabancıları sevmeyen eli silahlı adamlar. Tipik bir savaşsonrası yerleşim yeri. Onları suçlayamam, gördükleri ve duydukları onlara bu denli tedbirli olmayı öğretmiş olmalı. Haksız da sayılmazlar. Ama bu benim için bir engel değil, çünkü ben onlara duymadıklarını duyurmaya geldim. Köyün içine uzanan yolda ilerlememle birlikte beni karşılayan yabancıların gözlerindeki merakı ve korkuyu okumak zor olmadı. Birbirlerine fısıldadıkları sözcüklerdeyse, bilinmeyenin çekiciliği vardı. “Ozan”, “deli” ya da “peygamber” sıklıkla değişen lakaplarım arasında yer alır ve bu köy sakinlerinin fikri de pek farklı değildi. Hayatı, -ya da ondan geri kalanı- henüz tam olarak tanıyamamış küçük çocukların ağzından çıkan “yaratık! yaratık!” çığırtkanlıkları ise büyümeleri için almaları gereken mesafenin ne kadar da uzun olduğunu gösteriyordu. Anneleri onları uyarırken, şaşkın gözlerle giysilerimi inceliyorlar, her hareketime dikkat ediyorlardı. Bense, bu isimlerin hiçbirinin üzerime oturmadığını bilerek, sakince ilerlemeyi sürdürüyordum. Ne mutant, ne de kullandıkları başka bir sözcüktüm. Bilmediği bir yerde iz süren, kendi halinde bir haberciydim sadece. Adımlarım beni köy meydanına götürdüğünde, arkamda beni izleyen küçük bir kalabalık olduğunu fark ettim. Az sonra, köşe başlarından beliren ve çiftelerini gururla sergileyen şehirliden-olma-köylüler de onlara katılmıştı. Bu yaşam onlara göre değildi, ama çabucak öğrenmiş gibi görünüyorlardı, çünkü savaştan sonraki dönemde birden bire ortaya çıkan bir yabancı belâ demekti. “Niyetim sorun çıkarmak değil,” diyerek başladım söze ancak daha ilk lafımda sorundan bahsetmemin yanlış olduğunu biliyordum ve durumu hemen toparlamam gerekiyordu. “Buraya iyi niyetle geldim ve biliyorum ki siz de iyi niyetli insanlarsınız. Söyleyeceklerim birçoğunuz için yeni, hatırlayabilecek yaşta olanlarınız için ise uzak birer anıdan ibaret şeyler.” Derin bir sessizlik, ardından kısa, belirsiz fısıldamalar. “Uzak diyarlardan geliyorum, çok uzun bir yoldan ve buraya tek geliş sebebim bunları size anlatmak. Denizin ötesinden” -kalabalıktan bir uğultu yükseliyor- “buraya gelene dek geçtiğim her yerde de bunları anlattım. Hatta benimle birlikte dağların üzerinden uçanlara da.” –İkinci bir uğultu- “Onlar da şimdi size anlatacaklarımı başkalarına anlatmak üzere dört
GÖLGE | KASIM ‘08
bir yana dağıldılar.” Uğultu yerini gürültüye bıraktı. “Evet, dağların üzerinden uçtum, ama sihir ya da büyüyle değil, insan aklının bir ürünü olan uçakla, tıpkı efsanelerde anlatılanlar gibi. Evet kardeşlerim, uçak tıpkı diğer efsaneler gibi gerçekti ve batıdaki kardeşlerimiz sonunda bir tanesini uçurmayı başardılar.” “Ben de bunu tecrübe eden şanslı gruptan biriyim ve bununla gurur duyuyorum. Yalnız, buraya asıl geliş sebebim, uçaklardan bahsetmek değil. Niyetim daha önemli bir konuda, daha büyük bir gerçeği, bir mucizeyi sizinle paylaşmak.” İlk itirazları duyabiliyordum. “Şu zorlu dünyada, şüpheciliğinizi haksız çıkaracak hiçbir neden yok. Hepinize hak veriyorum, geçmişin acı tecrübelerinin gölgeleri günümüze katı birer önyargı olarak düşüyor. Ancak yine de izin verin, söyleyeceklerimi söyleyeyim ve sonra bırakın yoluma devam edeyim.” Ortalık tekrar yatıştığında, derin bir nefes alıp sözlerime devam ettim. “Söylediğim gibi, uzun yoldan geldim, denizin ötesinden. Ancak bundan da önemli olan bir şey var ki, denizin ötesinde –yani geldiğim yerde– hepsinde değil ama bir kısmında, küçük, ufak, uzak ve ıssız bir köşesinde, savaşın değmediği, ölümün kurutmadığı bir yer, bir cennet var. Bu cennet vadisinde ağaçlar en az masallardaki kadar yeşil ve sular en az rüyanızdakiler kadar temiz. Meyvelerle dolu dallar yerlere dek eğiliyor ve kuşlar her zamanki neşeli şarkılarını söylüyorlar. Çiçekler en güzel kokulardan bile daha güzel kokuyor ve hatta geyikler-” Sessizlik, koro halinde bir yuhalamayla katledildi. “Biliyorum, biliyorum size bu daha önce defalarca söylendi ve hepsi de sizden elinizde kalan son suyu, son benzini, son yemeği ya da herhangi bir şeyi sinsilikle almak içindi, ancak benim sizden tek isteğim beni biraz daha dinlemeniz, söylemem gerekenleri söyleyip bir daha uğramamak üzere köyünüzden ayrılacağım.” 8
“Bunu size anlatıyorum çünkü bilmenizi istiyorum, yaşamın devam ettiğini, sizden başkalarının da denediğini ve Doğa Ana’nın kendi başına bunu başardığını bilmenizi istiyorum. Umut etmeye devam etmenizi istiyorum. Yılmadan uğraşmanızı ve sonunda başarmanızı istiyorum!” Bu sözlerle ortalığın yatışmayacağını anladığım anda elimi cebime attım. Heyecandan titreyen parmaklarımın ucunda, küçük bir kağıt parçasını cebimden çıkarıp karşımdaki kalabalığa gösterdim. “İşte bu, kardeşlerim, size bahsettiğim cennetin resmidir. Şu ağaçlara, şu yeşilliğe, şu hayata bir bakın! Ve inanın! Hepsi gerçek!” Kalabalıktan yükselen şaşkınlık ifadeleri ve ardından gelen beklenmedik bir sessizlik. Neler olup bittiğini anlamak için ben de bir süre sessiz kalmayı seçtim. Kalabalığa şöyle bir göz gezdirdiğimde yüzlerindeki şaşkınlığı ve korkuyu görebiliyordum. Gençler ve çocuklar beni hayranlıkla dinlerken yetişkinlerin zihinlerindeyse tek bir düşünce belirgindi; üçkağıtçı rezil bir şarlatandım. Bu durumu kesinleştiren ilk söz de kalabalığın arkasındaki orta yaşlı bir adamdan geldi. “Köyümüzden defol git!” Ve sonra devamı geldi. “Bas git!” “Geldiğin yere geri dön, gerzek herif!” “Yalanlarını da al ve git!” Dedikleri gibi yaptım, tek bir söz daha etmeden, geldiğim gibi, yavaş adımlarla köyün dışına uzanan yolu tuttum. Ama içim rahattı, çünkü onlara fotoğrafı gösterdiğimde çocukların gözlerinde beliren ışıltıyı görmüştüm. Er ya da geç, içlerinden biri bir haberci olacak ve bu kutlu haberi yaymak için yollara dökülecekti, tıpkı benim gibi.
Utku TÖNEL http://kendime.blogspot.com
İllüstrasyon Rıdvan ŞORAY http://ridvan.deviantart.com
GÖLGE | KASIM ‘08
İDDİALI VE TARTIŞMALI PROJELERİN ADAMI: OLİVER STONE Bir sinemasever olarak Oliver Stone’u nasıl bilirsiniz sorusunun cevabı muhtelif. Vietnam savaşı ile ilgili filmlerini öne çıkartarak ondan bahsetmek de mümkün Amerikan başkanlarını merkezine alıp anlattığı filmlerini ön plana çıkararak da. Sert kapitalizm karşıtı filmlerini düşünmek de mümkün, Castro için çektiği belgeselleri de. Hatta yönetmenlik kariyerinden önce bizim için ayrı bir yeri olan Geceyarısı Ekspresi’nin (Midnight Express) senaryo yazarı olduğunu da unutmamak gerek. Ama ne çekerse çeksin hemen hemen tüm filmlerinin ortak noktası bir şekilde tartışma yaratması hatta zaten tartışma yaratmak için çekilmiş olması. Her zaman her kesimin onayladığı bir yönetmen olmadığı halde ve hatta filmleri her zaman büyük başarılar elde etmese de her zaman prestijli projeler çeken ve Hollywood’un önemli isimlerini filmlerine toplayan bir yönetmen olarak Stone’un kariyerine göz atmadan önce onu bu yıllara getiren senelere bir bakmak gerek. Stone, 1946 yılında New York’ta dünyaya geliyor. Varlıklı bir ailenin çocuğu olarak yetişen Stone, mutlu bir çocukluk geçirse de genç yaşta ailesi boşanıyor ve babasının evlilik dışı ilişkileri su yüzüne çıkıyor. Bu yıllara yönelik Stone’un her nedense çeşitli röportajlarında bahsettiği bir diğer konu ise babasının onu ilk cinsel deneyimini yaşaması için bir fahişeye götürmesi. Bu olayın onu nasıl etkilediğinin izini filmlerinde sürmek mümkün değil ama çeşitli defalar bundan bahsetmesi onu etkileyen bir olay olduğu şeklinde yorumlanabilir. Ancak Oliver Stone’un hayatını direkt olarak etkileyecek olayın kesinlikle Vietnam savaşı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Stone, savaş döneminde Yale Üniversitesi’ndeki eğitimini yarına bırakıp Vietnam’a gidiyor ve iki kez yaralanıyor, savaşta gösterdiği yararlılıklardan ötürü çeşitli madalyalar kazanıyor. Her ne kadar sonradan hakkında çıkan haberlerde Stone’un savaşın aktif bölgelerinde hiç yer almadığı gibi iddialar ortaya atıldıysa da bunlar kesinlik kazanmadı. Zaten öyle ya da böyle, o ortamda olmanın bile Stone’un hayatını derinden etkilediğini görmek çok zor değil. Savaşı direkt olarak konu ettiği filmlerden tutun da bu savaşta tanıştığı The Doors grubu ya da uyuşturucu gibi kavramlara kadar filmlerinde bu savaşın etkilerini sürmek mümkün. Sonraki politik duruşunu dahi savaşta geliştirdiği fikirlere bağlamak yanlış olmayacaktır. Aynı dönemlerde gerçekleşen ve Amerika’nın önemli travmalarından bir diğeri haline gelen Kennedy suikastı da Stone’un hayatının belirleyici unsurlarından biri oldu. Zaten bu olayı belli ölçülerde Vietnam savaşından ayrı tutmak da çok mümkün değil. Pek çok filmine bakarak Stone’un, bu olay olmasaydı Amerika’nın şu anda bambaşka bir yer olacağına dair naif bir inancının olduğunu da söylemek mümkün. Hayatını büyük ölçüde etkileyen bu olayların öncesinde Stone’un sinemacılık kariyeri açısından herhangi bir faaliyet görmüyoruz ama Vietnam’dan dönen Stone’un aklında sinemacılık bir şekilde yer etmiş olmalı ki bu dönemde New York Üniversitesi sinema bölümüne başlayan Stone’un 1971’de bu bölümden mezun olduğunu görüyoruz. Okulda okurken hocalarından birinin Martin Scorsese olduğunu da vurgulamadan geçmemeli. 19
GÖLGE | KASIM ‘08
Stone’un mezuniyet filmi de daha ilk filmden sonraları defalarca döneceği bir konu olan Vietnam üzerine oluyor. Bu ilk filmin adı “Last Year in Viet Nam” idi. Ancak mezuniyetinden 10 yıl sonrasına kadar Stone’un yönetmen olarak imza attığı filmler bir kısa metraj film ile 2. sınıf bir korku filmi idi. 71-81 arası Hollywood’da adını duyurmasını sağlayacak film ise bizim açımızdan da çok önemli bir film olan Geceyarısı Ekspresi (Midnight Express) idi. Stone bu filmin senaryo yazarı idi. Filmin ırkçı yaklaşımı bir yana, kurduğu hikâye yapısının ve yarattığı atmosferin başarılı olduğunu kabul etmek gerekir. Ama elbette film yabancısı olmadığımız pek çok tartışmaya yol açıyordu. Stone’un sonraki kariyeri tartışmalı konulara yatkın olduğunu gösterecekti zaten. Stone sadece senaryo yazarı olarak imza attığı bu ilk önemli filminde hem Oscar hem de Altın Küre kazanarak sonraki yıllarda kazanacağı ödüllerin de bir sinyalini veriyordu. Stone, 1981’de her ne kadar El (The Hand) isimli orta karar bir korku filmi daha yazıp yönetse de senaryo yazarı olarak kazandığı ödüllerin de etkisiyle bir seri büyük projede senaryo yazarı olarak görev yapacaktı. Kariyerinin bu döneminde çizgi roman hayranları tarafından gayet başarılı bulunan Conan the Barbarian, bir Brian De Palma-Al Pacino resitali olan Scarface, Michael Cimino açısından yarım bir başarı sayılabilecek Year of the Dragon ve artık pek hatırlanmayan bir Hal Ashby filmi olan 8 Million Ways to Die filmlerinin senaryosunu yazan Stone 1986 yılında gerçek anlamda ilk Oliver Stone filmi denebilecek bir filmle yönetmenliğe tekrar dönecek bir daha başka bir yönetmenin filmine senaryo yazmayacaktı (Tek bir istisnası var bu durumun. Geceyarısı Ekspresi filminin yönetmeni Alan Parker’ın Evita’sı. Bu filmin senaryosunu Parker ve Stone birlikte yazıyorlar). Gerçek anlamda ilk Oliver Stone filmi olarak bahsettiğimiz bu film Salvador’du. Stone bu filminde El Salvador’da bir Amerikan gazetecisinin hikâyesi üzerinden hem çok sağlam tempolu ve merakla izlenen bir hikâye anlatıyor hem de Amerika’nın sınırları dışındaki ülkelere kendi çıkarları gereğince yaptığı açık ve gizli müdahaleleri sorgulayıcı bir tavır sergiliyordu. 20
James Woods’un başarılı performansıyla da dikkat çeken film Woods’a oyunculuk dalında, Stone’a ise senaryo dalında bir Oscar adaylığı getirecekti. Uzunca bir süre yönetmenlik yapmayan Stone açısından 1986 çok verimli bir yıl oluyordu. Salvador ile aynı yıl içinde Müfreze (Platoon) isimli filmi de gösterime giren Stone bu filmle Vietnam savaşı ile ilgili uzun metrajlı filmlerinin ilkine imza atıyordu. Büyük ölçüde kendi yaşadıklarından da yola çıkarak bir senaryo yazan Stone, savaşın politik ve stratejik nedenlerine eğilmiyor, oradaki askerlerin ruh hallerini yansıtıyordu perdeye. Askerlerin düştüğü sıkışmışlık duygusu ve çaresizlik yanında Vietnamlılara karşı takındıkları vahşice tavırlar filmin gerçeklik duygusunu oldukça arttırıyordu. Filmin posterinde de yer alan “savaşın ilk kurbanı masumiyettir” cümlesi belki de filmi gerçekten özetleyen bir cümle oluyordu. Stone bu filmiyle ilk büyük başarısını yakalıyor ve hem seyirciler hem eleştirmenlerden övgüler topluyordu. Bu kez hem Altın Küre’lerde hem de Oscar’larda en iyi yönetmen ödülünü alan Stone, senaryo yazarı olarak da Salvador’un karşısında kendi kendisinin rakibi oluyordu ama bu ödülü Woody Allen’a kaptırıyordu. Salvador ve Müfreze’nin bir yıl sonrasında bu kez Stone yine gençlik yıllarında çalıştığı firmalardan da etkilenerek oluşturduğu Wall Street filmi ile her şeyin paraya endekslendiği “yuppie” kültürüne döndürüyordu eleştiri oklarını. Dönemin son derece başarılı bir portresini çizen Stone bu filmde de Müfreze’de beraber çalıştığı Charlie Sheen’e başrolü veriyordu. Ama filmin asıl yıldızı para hırsı gözünü bürümüş unutulmaz Gordon Gekko rolünde Michael Douglas idi. Zaten bu rolü ile Oscar da kazanacaktı. Stone’un bir sonraki filmi iddialı filmlerin arasında bir nefes alma fırsatı olarak da düşünülebilecek bir film olan Talk Radio idi. Kısmen bir tiyatro oyunundan kısmen de bir gerçek bir yaşam hikâyesinden yola çıkılarak oluşturulan bu film, Stone’un gerçek yaşam hikâyelerini anlatmak için ilk yola çıkışı olarak da düşünülebilir. Film, liberal görüşlere sahip, biraz da sivri dilli bir radyocunun lokal bir radyo istasyonundan başlayıp ülke çapında yayın yapmaya kadar ilerleyen gelişim sürecini ve bu hikayenin trajik sonunu anlatıyordu. Talk Radio için kötü bir film demek mümkün olmasa da Stone’un diğer filmleri kadar dikkat çekici olmadığı da bir gerçek. Ama bir yıl sonra Stone yine büyük bir projenin altına girecek ve Vietnam üçlemesinin ikinci filmime imza atacaktı. Doğum Günü 4 Temmuz (Born on the Fourth of July) isimli bu filmle ilk defa gerçek anlamda bir biyografi filmi de çekiyordu. Bir Vietnam gazisi olan Ron Kovic’in gerçek hayat hikâyesinden uyarlanan film bu kez savaşın kendisinden çok savaştan dönen askerlerin durumuna odaklanıyordu. Bu kez Stone savaşın politik tarafına da eğiliyor ve inanarak bu savaşa giden Kovic’in dönüşte geçen yıllarla beraber bir savaş karşıtı oluşuna da vurgu yapıyordu. Bu filmin başrolü için de önce Charlie Sheen’i düşünen Stone daha sonra rolü Tom Cruise’a vermiş ve onun kariyerindeki en iyi performanslardan birini sergilemesine yardımcı olmuştu. Bu film yine hem gişe yönünden hem de eleştirmenler açısından başarılı bir film olmuş ve Stone’a yönetmen olarak ikinci Oscar’ını kazandırmıştı, yanında yönetmen ve senaryo yazarı olarak iki de Altın Küre ve
GÖLGE | KASIM ‘08 pek çok başka ödül ile birlikte. 1991 yılı Stone için yine iki önemli filminin gösterime gireceği bir yıl olacaktı. Yılın başlarında gösterime giren The Doors filmi ile Stone bu kez kendisi için çok önemli bir figürün, Jim Morrison’un hayatını perdeye taşıyordu. Val Kilmer’ın inanılmaz bir başarıyla adeta Jim Morrison olarak oynadığı film, Stone açısından seyircileri belirgin şekilde ikiye ayırdığı bir film de oluyordu. Kimi seyirciler, özellikle de Morrison’un hayatını çok iyi bilenler, Stone’un kimi olayları fazlasıyla çarpıtarak olduğundan farklı bir Morrison yarattığını söyleyerek filmi yerin dibine batırıyor, kimileri ise yapılan değişikliklerin çok hayati bir sorun yaratmadığını, filmin tümünün Morrison’un yaşam felsefesi ile uyumlu olduğunu söyleyerek filmi yüceltiyorlardı. Ama şurası bir gerçek ki Jim Morrison’u tanımayan genç bir kuşak için bu film hem onu hem The Doors’un müziğini tanıyıp hayran olmak için bulunmaz bir fırsattı. Ayrıca Stone bu kez yönetmenlik biçimini de biraz değiştiriyor, iyice hızlı bir kurgu ve farklı çekim teknikleri ile denemeler yapıyordu. Özellikle Morrison’un uyuşturucunun etkisi altından olduğu sahnelerde adeta seyirciyi de bu kafası dumanlı hale sokuyordu. Stone’un aynı yıl gösterime giren diğer filmi ise JFK idi. Bu satırların yazarı tarafından Stone’un en iyi filmi de sayılan bu yapım, adının çağrıştırdığının aksine Kennedy’nin yaşamını değil uğradığı suikasttan sonra yaşanan yargı sürecini anlatıyor, 189 dakikalık uzun süresine rağmen o uzun süresini fark ettirmeyecek kadar tempolu bir şekilde akıp gidiyordu. Üstelik bu tempo öyle aksiyon sahneleriyle falan sağlanmıyor, filmin tümüne yedirilmiş bir kurgu tekniği ile sağlanıyordu. Bu açıdan film, adeta sinema okullarında bir kurgu dersi olarak okutulabilecek bir filmdi. Ancak bu filmle Stone bir kez daha gerçekleri çarpıttığı iddiası ile karşı karşıya kalıyordu. Tümüyle bir komplo teorisine odaklanan bir film için belki bu eleştiriler haklıydı ama konu Kennedy suikastı gibi çok tartışmalı ve hassas bir konu olunca Stone’a olan tepkiler de büyük oldu. Hâlbuki Stone, böyle bir teori var diyordu, belki ben de böyle düşünüyorum diyordu ama gerçek budur şeklinde bir iddiası yoktu. Ama elbette bu tartışmanın filme olan ilgiyi de arttırdığı düşünülebilir. Hemen her filminde olduğu gibi bu filmle de bolca ödül alan ya da en azından aday olan Stone’un yine Oscar ve Altın Küre karnesine bakacak olursak Oscar’larda yönetmen ve senaryo yazarı olarak adaylıkla yetinmiş olduğunu (kendisi adaylıkla yetindi ama film, görüntü yönetmenliği ve kurgu dalında Oscar aldı), Altın Küre’lerde ise yönetmen ödülü alıp senaryo yazarı ödülünü kaptırdığını görüyoruz. JFK gibi çok tartışmalı bir filmden sonra Stone tekrar Vietnam savaşına dönecekti. Hoş zaten dönem olarak The Doors ve JFK’de de o yıllardan hiç ayrılmamıştı. Stone’un Vietnam üçlemesinin son filmi olan Heaven and Earth, genel olarak üçlemenin en zayıf filmi olarak kabul görse de bu kez odak noktasına Vietnam’lı bir karakteri alması ve başarılı görüntü çalışmasıyla dik22
kat çekiyordu. Ayrıca bu film yine bir gerçek yaşam öyküsünün uyarlamasıydı. 1994 yılında ise sırada günümüzde geçen bir hikâye vardı. Mickey ve Mallory isimli birbirine âşık iki seri katilin hikâyesini anlatan Katil Doğanlar (Natural Born Killers) aslında çok sıkı bir medya eleştirisiydi. Bir yandan da Stone’un en tartışma yaratan filmlerinden biri oldu. Henüz ilk filmini yönetmeden önce Quentin Tarantino’nun sattığı bir öyküden yola çıkarak yapılan film bolca şiddet içeriyordu. Hatta Stone çektiği sahnelerin bir kısmını çıkarmak zorunda kalmıştı. Özellikle bu filmden etkilenip cinayet işlediklerini söyleyen bir takım gençler ortaya çıkınca bu film de Hollywood filmleri şiddeti özendiriyor mu konulu bir tartışmanın tam da odak noktasında kalmış oldu. Hâlbuki filmlere bu kadar büyük bir misyon yüklemek ne kadar doğruydu acaba? Burada Çığlık (Scream) filminde geçen konu hakkındaki bir cümleyi hatırlatmadan geçmek olmaz: “Filmler insanları katil yapmaz, sadece katillerin yaratıcılıklarını arttırır.” Tüm bu tartışmalar bir yana aslında çok ilginç bir film vardı karşımızda. Oliver Stone gibi tam da popüler sinema kulvarındaki bir yönetmen, o güne kadar bu kulvarda görülmedik bir şekilde aynı film içinde bambaşka teknikler kullanıyor, yine çok hızlı bir kurgu ile siyah/beyaz’dan renkliye gidip gelen, kimi zaman çok sert bir filmken kimi zaman bir sitcom havasına bürünen, üst üste sayısız imaj bindiren, kimi sahneleri adeta uyuşturucu etkisinde yapılmış gibi gözüken sahneler yaratıyordu. Natural Born Killers adeta büyük bütçeli, 2 saatlik, deneysel bir filmdi. Bu filmle Amerika, Oliver Stone’dan daha önce bolca verdiği ödülleri esirgese de bu kez Venedik Film Festivali’nden bir özel ödül alıyordu. Bir yıl sonra ise Stone yine kendisi için saplantı haline geldiği söylenebilecek bir döneme dönüyor ve bu kez Nixon filmi ile Amerika’nın bu belki de en sevilmeyen başkanının hayatını beyazperdeye aktarıyordu. Bu kez JFK’in tersine tam anlamıyla bir biyografi filmi vardı karşımızda. Stone’dan Nixon’ı yerin dibine sokacak bir film beklenebilirdi. Tabii ki Nixon’un yanında yer alan bir film değildi bu film ama geniş çaplı bir karakter çözümlemesi ile onu daha iyi anlamaya neden olabilecek bir tavrı vardı. Anthony Hopkins ve Joan Allen’ın bay ve bayan Nixon olarak çok başarılı oldukları film yine eleştirmenler bazında övgüler alsa da bu kez seyircinin ilgisini toparlayamıyordu. Aslında bu kez daha klasik bir sinema anlatımını seçen Stone için 192 dakikalık bir filmin seyirciye çekici gelmemesi sürpriz olmamalı. Nixon sonrası Oliver Stone’un kariyerinde bir düşüş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. O artık yaptığı her film merakla beklene bir sinemacı değildi. Belki de bunun nedenlerinden biri artık Vietnam dönemi öykülerinden tamamen uzaklaşmış olmasıdır ama ne olursa olsun artık biraz yorulmuş bir Stone vardı sinema dünyasında. Bu dönemin ilk filmi olan U Turn aslında hiç de fena olmayan bir kara film denemesi idi. Stone bu filmde aynı zamanda bir stil denemesi de yapıyordu. Aslında Stone’un isteği de o büyük filmlerden sonra biraz daha küçük ve iddiasız bir film yapmaktı. Bugün bu açıdan bakınca bu filmin de onun için bir başarı olduğunu söylemek mümkün ama o günlerde Stone bu filmi ile hiç kimseye yaranamamıştı. Stone bir sonraki filminde Amerikan futbolu dünyası etrafında kendi temalarını geliştirdiği Any Given Sunday isimli bir yapıma imza atıyordu. Ortada yine bir hırs öyküsü ve yer yer medya eleştirisi vardı ama bu kez belki de ele aldığı dünyanın çok Amerikan bir dünya olmasından dolayı ağırlıklı olarak Amerika’da ilgi gören bir film vardı karşımızda. Her ne kadar filmin Avrupa’da gösterilen versiyonunda Amerikan futbolu sahneleri hissedilir derecede kısaltılmış olsa da Amerika dışındaki seyircinin filme ilgisi son derece az olacaktı. Filmin Amerika’daki başarısı ise Stone’un önceki filmlerinin başarısından çok uzaktı. Bu filmden sonra Stone bir süre için konulu film yapmaya ara verdi ve arka arkaya iki belgeselle karşımıza çıktı. Comandante ve Looking for Fidel isimli bu iki belgesel de aslında aynı ismi mercek altına alıyordu: Fidel Castro. Her iki film de Stone ve ekibinin Küba’ya yaptıkları seyahat sırasında yaşadıkları ve Castro ile yaptıkları söyleşiler üzerin-
GÖLGE | KASIM ‘08
den ilerliyordu. Beklenebileceği üzere bir önceki filminin tersine bu yapımlar Amerika’da ilgi görmüyor hatta gösterime bile sokulmuyor ama dünyanın diğer bölgelerinde en azından bir belgesel için yeterli sayılabilecek bir ilgi görüyordu. Bir duraklama dönemine girmiş olsa da Stone’un filmleri belli bir başarı kazanıyordu ama bir sonraki filmi belki de Stone’un gerçek anlamda tek büyük başarısızlığı oldu. Uzun sayılabilecek bir aradan sonra yine büyük bir projenin altına giren Stone bu kez ilk defa tarihi bir öykü anlatmayı seçiyor ve Büyük İskender’in hayatını kendine konu ediyordu. Yine tartışma yaratacak bir yoldan ilerleyen Stone bu kez de İskender’in eşcinselliği ile ortalığı karıştırıyordu. Bir kısım seyirci, böyle tarihsel bir figürü eşcinsel (daha doğrusu biseksüel) olarak görmeye tahammül edemedi. Seyircinin büyük bir kısmı da bir tam bir esmer olan Colin Farrell’ı sarışın bir Büyük İskender olarak görmeyi baştan reddettiler. Aslına bakılırsa film o kadar da kötü değildi ve belli ki Stone’un niyeti sadece tarihi bir kahramanlık hikâyesi anlatmak değil, kayıtsız şartsız diğer ülkelere müdahale eden bir zamanların süpergücü üzerinden bugünün süpergücü üzerine bir şeyler söylemekti. Ama aynı dönemde çekilmesi planlanan Baz Luhrmann’ın İskender filminin çekimine de engel olan film, görkemli bir başarısızlık oluyordu. Filmlerini DVD piyasası için elden geçirmeyi zaten çok seven Stone bu filmin üç farklı versiyonunu yapacaktı zaman içinde. Ama bu kez zaten tıkır tıkır işleyen bir filmi biraz daha genişletmek yerine işlemeyen bir filmi düzeltmek amaçlı değişikliklerdi bunlar. Sinema versiyonu 175 dakika olan filmi yeniden
24
kurgulayıp bazı sahnelerini atan ve yeni sahneler ekleyen Stone önce 167 dakikalık bir versiyon ortaya çıkarıyor, bir süre sonra da 214 dakikalık dev bir film yapıyordu. Bu versiyonlar ev sineması alanında kısmi bir başarı yakalıyordu yine de. Bu başarısızlık sonrası Stone yine Amerika’nın en büyük travmalarından birine eğilecekti. Bu kez çok daha yakın tarihli bir olay olan 11 Eylül saldırılarıydı bu olay. Stone’un 11 Eylül ile ilgili bir film çekeceği ilk duyulduğunda, onun gerçekleri değiştirme ve komplo teorisi üretme alanındaki geçmişini bilenler filmin zaten etrafta onlarcası belki yüzlercesi dolaşan komplo teorilerinin bir kısmının üzerinden ilerleyeceğini düşünüyorlardı. Oysa Stone bildik tüm takıntılarını bir kenara bırakarak olayın politik yönünü ya da komplo teorilerini hikâyenin dışında bırakarak Dünya Ticaret Merkezi’nin enkazını altında kalan sıradan insanların ve dışarıda onların kurtarılmasını bekleyen ailelerinin yaşadıkları ile ilgileniyordu. Son derece insancıl ve içten bir bakış açısı ile giden film bazı yönlerden Stone’dan beklenmeyecek bir milliyetçilik dozu da içeriyordu. Karşımızda kesinlikle iyi bir film vardı ama Stone kalibresinde bir isme ihtiyacı olan bir film miydi, daha donanımsız bir isim de bu filmi çekemez miydi tartışılır. 2008 yılında ise Stone üçüncü kez bir Amerikan başkanının ismini filmine isim yapıyordu. Daha doğrusu filmine isim olarak George W. Bush’un W.sini kullanıyordu sadece. Beklentimiz odur ki Stone ilginç bir Bush portresi ile ortaya çıksın. Şimdilik söylenenler, filmin baba Bush ve oğul Bush arasındaki ilişkiye özel bir önem vereceği ve Josh Brolin’in başarılı bir George W. Bush portresi çizdiği yönünde. Bu ay içinde gösterime girmesi beklenen filmi görüp kendi kararımızı vereceğiz ve Stone’un duraklama döneminden kurtulup kurtulmadığına kendimiz karar vereceğiz. Şimdiden bildiğimiz bir şey var ki bu film başarılı da olsa başarısız da Stone film çekmeye devam edecek, biz de bu filmleri merakla bekleyeceğiz. Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.wordpress.com
GÖLGE | KASIM ‘08
STAR WARS FİGÜRLERİNİN MADRİD ÇIKARMASINDAN İZLENİMLER - Ahmet Bey yönetim kurulumuz Madrid’deki Star Wars fuarına dergimiz elemanlarından Masis’i yollamayı uygun gördü. Siz bilet ve kalacak yer parasını hesabına havale çıkarırsınız. - Olur efendim, ne demek. Ancak çocuğun yanına biraz da harçlık koyalım, günlük 100 € yeter sanırım. - Az olur sanki, siz onu 150 yapın her ihtimale karşı. Her zaman gazetelerin yurt dışı konserler, galalar, fuarlar v.b.leri için yolladığı elemanlarını kıskanmışımdır. Ne güzel iş değil mi? Hem hobi olarak sevdiğin şeyi yapmak, hem de bundan para kazanmak. Böyle bir dergide çalışmayı isterdim tabii ki. Ancak bu tür dergiler sanırım şimdilik bana hazır değiller. Bu yüzden ben de çok sevgili gölge dergimiz için hiç bir masraftan kaçınmayarak “macera nerede ben orada” mottosu ile hareket etmeye çalışıyorum. Bu nedenle şans eseri dâhil olduğum bir fuarı sizlere tanıtmayı borç bilirim. Star Wars çılgınlığı geçmek bilmiyor. Tüm dünyada sürekli aktif olan ve yenilenen bir kültür oldu artık Star Wars. Her ne kadar 6 film ile Anakin destanı şimdilik bitmiş olsa da Lucas genişletilmiş evrenin nimetlerinden yararlanmayı sürdürüyor. Romanlar, çizgi romanlar bu uzak galaksinin bilmediğimiz hikâyelerini anlatmaya devam ediyor. Ayrıca Star Wars oyuncakları ise apayrı bir yerde şuan. Çocukluğumuzda birçoğumuzun hayallerini süsleyen bu oyuncaklar şimdi koleksiyonerlerin gözdesi konumunda. Belki aranızda hatırlayanlar vardır, tek kanalı dönemlerde Star Wars şeker (yoksa ramazan mı?) ya da kurban bayramında verilirdi. O zamanlardaki TRT dublajlı Star Wars IV: A New Hope hâlâ bir efsanedir. Çocukluğumuzun bu yükselen değeri oyuncakçılar arasında da kısa zamanda keşfedilmiş ve hatta köşedeki oyuncakçımızda sahte Star Wars oyuncakları satılır olmuştu. O tahta oyuncakların yanında parlayan plastik Darth Vader oyuncağı nasıl da gözümüzü kamaştırırdı dükkânın önünden geçerken. Uzun lafın kısası, o zamanlar Star Wars figürleri benim de hayallerimi süsler olmuştu. Uzun uğraşlar sonucu en sonunda ailem akıl sağlığımı yitireceğim korkusu ile bana bir kaç fi-
gür aldılar. Siyah Stormtrooper (bir adı vardı ama hatırlamıyorum), Boba Fett ve bir de Walker olarak adlandırılan Return of the Jedi ‘da ağzımız açık seyrettiğimiz şu koca makinelere sahip olmuştum. Bu üç oyuncak herhalde eve bilgisayar girene kadar beni en çok heyecanlandıran hediyelerdir. İşte böylece bende de ufaktan bir Star Wars koleksiyonerliği başladı. Bir yıldız savaşları fanı olarak yurtdışı gezilerimde özellikle sırf bu yüzden oyuncakçılara, DVD satıcılarına uğramaya özen gösterip Lucas’ın cebini doldurmayı ihmal etmemeye çalışırım. Günümüzde, her ne kadar Türkiye’de de bulunabilen figürler artmış olsa da yurt dışında çeşit daha bol. Ancak oyuncak toplama işini çılgınlık boyutuna taşımış koleksiyonerler de mevcut. Bu sayıda sizlere tam da böyle bir adamdan bahsedeceğim. Madrid’de dolaşmaya başladığımda tam bir Star Wars çılgınlığının şehri sardığını hissettim. Her reklâm panosunda Star Wars vardı. Olayın ne olduğunu sıfır İspanyolcayla anlamam bir süre mümkün olmadı. Önce DVD’lerdeki indirimden bahsediyorlar gibi geldi, ancak daha sonra vitrinde gördüğüm Darth Vader kaskı bana hastalıklı sesi ile buradan buyur der gibi bakınca bir fuar açıldığını anladım. İspanya’nın bizim YKM ya da Boyner gibi mağazalarımıza eşdeğer bir alış veriş mağazası olan El corte ingles’in her yerini süsleyen Lord Vader posterleri beni içine çekiyordu. Ayrı ayrı binalardan oluşan bu mağaza zinciri her binasını giyim, kozmetik, kitap ve elektronik şeklinde ayırmış. Her biri 7-8 kat olan binalardaki ürün çeşidini varın siz düşünün. Kapı kolundan motosiklete kadar ne ararsanız var diyebilirim. Grand Via’nın üstünde bulunan elektronik bölümünün daha dışında Star Wars oyuncakları görücüye çıkmıştı. En üst kata vardığımda fuar alanına ulaşmıştım. 300 m2lik bir alan tamamen Star Wars figürlerine ve filmde kullanılan orijinal aksesuarlara ayrılmıştı. Luismi Alonso adlı çılgın Star Wars koleksiyonerinin 2 yaşından itibaren toplamaya başladığı yaklaşık 2000 objenin sergilendiği fuara sanırım her Star Wars severin uğraması gerekir. Ben kendimi bu nedenle çok şanslı hissediyorum. Alonso, Star Wars figür koleksiyonu konusunda dünyanın ilk dört koleksiyonerinden biri olarak gösteriliyor, ki bu kişiler arasında bizzat Lucasfilm’in CEO’su Steve Sandsweet de var. İçeri girdiğinizde yağlı boya bir Yoda tablosu sizi karşılıyor. Zaten asansörden indiğiniz anda imparatorluk marşı sizi ortama iyice ısıtıyor. Hemen sol tarafınızda figürlerin yanında gerçek boyutlarda bir Stormtrooper, Darth Vader, Imperial Guard mankenleri var. Hepsi ile ayrı ayrı fotoğraf çektirmek için fanlar sıraya dizilmiş. Ancak keyfimizi kaçıran tek şey fuar-
GÖLGE | KASIM ‘08 daki herhangi bir şeye el sürmemizin yasak olması. Ben yine de Light Saber Replicalarından birini elime alıp sağa sola sallayarak etrafta bir süre vıjn vıjn efektleri ile dolaşmaya çalıştım. Hani belki Lucas’tan bir yetkili görür de bir sonraki projelerine beni de dâhil ederler diyerek. Oysaki İspanyolca bir şeyler söyleyen bir yetkili sert bir hamle ile ışın kılıcını elimden alarak Lucas’daki kariyerimi daha başlamadan bitirdi. Bu arada söylemeden geçmeyelim, Barcelona dışında İspanya’da İngilizce bilen yok! Tarzanca konuşmaktan bayağı bir yorgun düşüyor bünye. Sergilenen minyatürler arasında Avrupa’da ve hatta daha uzak galaksilerde dahi ender olarak nitelenen parçalar bulunuyor. Onlarca figür bir savaş alanındaymış gibi dizilmiş, sanki karşıdan gelecek ilk hamle ile canlanmayı bekleyerek size bakıyorlar. MicroMachines’den Hasbro’ya kadar pek çok firmanın ürettiği figürlerin dışında, Empire Strikes Back’de kullanılan orijinal Stormtrooper maskelerini, taşıt modellerini görmek mümkün. Hatta filmlerde kullanılmayan silah prototipleri bile mevcut. Tabi bu kadar oyuncağın yanında uygun fiyatlara ışın kılıçları ve figürler de almak mümkün. Hatta gözümün kaldığı bir Darth Vader kellesi görünümlü LCD TV, Star Wars temalı tilt oyunu bile vardı. Zaten amaç biraz da Star Wars’dan daha, daha da çok para kazanmak değil mi? Ne kadar Star Wars’ın Jedi ruhuna ters düşen bu kapitalist üretimine sinir olsam da kendimi bu oyuncaklardan da uzak tutamıyorum. En azından işlerini iyi yaptıkları için tebrik etmek lazım. The Clone Wars’ın görücüye çıkmasının şerefine 10 Eylülde başlayan fuar, 19 Ekimde siz bu satırları okurken çoktan sona erdi. Sizi orda yaşadığım eğlenceye bir parça da dâhil edebildiysem ne mutlu bana. Gelecek ay farklı bir macerada görüşmek dileği ile güç sizinle olsun! Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com
mertyavasca.deviantart.com
GELECEK SAYIDA
http://golgedergi.blogspot.com
GÖLGE | KASIM ‘08
KIZIL KEMER
R7 ve askerleri, güneşin cılız ışıklarıyla zorlukla aydınlanan savaş üssünün metrelerce gerisinde mevzilenmiş, binayı gözlüyorlardı. Bir ışık yanıltmacası sayesinde görünmez olmalarına yarayan Yokluk Perdesi savaş ekibinin etrafını sarmıştı. Gerçi kimsenin baktığı da yoktu: Savaş üssü boş bir hangar gibi görünüyordu. R7 başını sağa doğru çevirdi ve düzenli bir sırayla ayakta bekleyen askerlerini takdirle süzdü. Yirmi kadar adam vardı ve hepsi göreve hazır olduklarını belli edecek ciddi tavırlar içerisindeydi. Aynı kendisi gibi onlar da doğduklarından beri birer savaşçı gibi yetiştirilmişlerdi. Savaşmak onlar için bir yaşam biçimiydi ve hiç bozmadıkları bir disiplinleri vardı. R7 boğazını temizledi ve yüksek sesle sordu. “Şok tarlaları hazır mı?” Cevaplayan, ondan sonra en yetkili asker olan J21 oldu. “Hazırlanıyor komutanım.” R7 başını salladı. “Acele edin. Yakında hareket emri gelecek; geç kalıp Başkomutan’ı kızdırmayalım.” İnsanların artık yaşam mücadelesi verdiği, biyolojik savaşın getirdiği yıkımdan dolayı milyarlarca insanın öldüğü ve doğal kaynakların tahrip olduğu bir dünyada yaşıyorlardı. İnsanların hayatta kalmak için savaşması gerektiği bir şeytan sofrasıydı yeryüzü. Kimseye acınmaz, kimseye tolerans gösterilmezdi. R7’nin mensup olduğu kavim göçebe bir hayat sürüyordu. R7 işleri düşünerek veya konuşarak değil, savaşarak çözmeyi seven tipik bir Komutan’dı. İri yapılı, kaslı, haşin bakışlı bir adamdı. Kavminde bulunan herkes gibi o da saçlarını kazıtmıştı ve bu, siyah gözlerini iyice açığa çıkarıyordu Fakat kendisinin de farkında olduğu bir zayıf noktası vardı: Diplomasinin her türlüsünden nefret ediyor ve ne yaparsa yapsın, bu konuda başarılı olamıyordu. Daha önce de bunun zararını pek çok kez görmüştü. 34
J21 yanına gelip, “Şok tarlaları ve şimşek topları hazır komutanım,” dedi. “Hareket emri geldi mi?” Gözünü elindeki avuç içi bilgisayara dikmiş olan R7 olumsuz yanıtı seslendirecekti ki, ekran yeşil yeşil parlamaya başladı. Bu ‘harekete geçin’ anlamına gelen bir işaretti. “Öncü Tim şok tarlalarını yerleştirsin,” dedi. “Sonra harekete geçeceğiz.” Şok tarlası, üzerine basan kişiyi geçici olarak felç eden bir cihazdı. Yere yerleştirilen saydam bir tabakadan oluşuyordu. J21 onun emirlerini tekrarladı ve altı kişiden oluşan öncü tim şok tarlalarını taşıyarak hızla savaş üssüne doğru ilerlemeye başladı. R7 onları heyecanla izliyordu. Adamlar savaş üssünün etrafını sarar, şok tarlalarını yerleştirir ve yanlarına dönerken bu heyecanı hâlâ kaybolmamıştı. Fark edilmemiş olmayı umarak savaş üssüne baktı. İçeride beş-altı kişi olduğunu tespit etmişlerdi ve yanılmıyorlarsa bu iş gerçekten kolay olacaktı. Şok tarlaları hazırdı. Artık planı tekrarlamanın ve harekete geçmenin zamanı gelmişti. “Şimşek toplarını havaya atıyoruz. Eğer bunu duyup dışarı çıkarlarsa binanın etrafını saran şok tarlalarına yakalanacaklar. Yok çıkmazlarsa, içeri gireceğiz. Elimizdeki istihbarat doğruysa onlardan sayıca üstünüz. Başaracağız!” Şimşek toplarını fırlatmalarına yarayacak küçük mancınıklar hazırlandı. Şimşek topları gökyüzünü yararak havaya yükseldiler ve havada patlayarak büyük bir gürültü çıkardılar. Gökyüzünü şimşek şeklindeki ışık patlamaları sarmıştı. Askerler arasındaki gerginlik had safhaya ulaştı. İçeride az kişi olmasına rağmen, binanın bubi tuzaklarıyla dolu olduğundan eminlerdi (EMİNDİLER); eğer şimdi içeridekilerin en azından bir kısmı dışarı çıkıp şok tarlalarıyla etkisiz hale getirilmezse operasyon tehlikeye girecekti. Fakat korktukları olmadı. Beş düşman asker üssün kapısından çıktılar ve şimşek toplarını kimin fırlattığını görmek için etrafı kolaçan ederek koşarken birer birer şok tarlalarına yakalandılar. R7 memnunca gülümsedi. “Öncü Tim, sıra yine sizde,” dedi. “İçeri girip olası tuzakları etkisiz hale getirin. İçeride kalanları mümkünse canlı olarak yakalayın.” Yarım saat süren yine epey gergin bir bekleyişin ardından, Öncü Tim’in işareti geldi.
GÖLGE | KASIM ‘08 R7, “Giriyoruz,” dedi ve diğerleri onu takip ederken üssün dış kapısına yöneldi. O gelirken, Öncü Tim’den bir asker dışarı çıkıyordu. “Komutanım, içeride dört kişi kalmıştı. İkisi zorluk çıkardığı için öldürmek zorunda kaldık ama diğer ikisi canlı.” R7 başını salladı. “İyi iş çıkardınız. Ekibin bizimle beraber içeride kalsın. İşimiz uzun.” J21’e döndü. “Bütün dokümanları ve malzemeleri taşıma kapsüllerine yükleyeceğiz. Hadi bakalım.” Ekibin başını çekerek üsse girdi. Binanın ihtişamsız dış görünüşünün aksine, içerisi epey cafcaflıydı; altın ve gümüş renginde sütunlar devasa koridorun çevresini çapraz bir düzenle sarmış, yerler göz kamaştıracak kadar temiz beyaz halılarla kaplanmış, duvarlara da ürkütücü savaş sahnelerini içeren tablolar asılmıştı. R7 bu kavimin kendilerinden çok daha gelişmiş bir sanat anlayışına sahip olduğunu fark edip düşmanlarını takdir etti. Aralarında büyük bir rekabet vardı ama bu rekabetin sebebi kesinlikle nefret değildi. Mücadele etmek onlar için bir kanundu ve uymamak gibi bir şansları hiç olmamıştı. R7’nin emriyle çalışmalar başladı. O da askerleri bizzat teftiş ediyor, hatta bazen katılıp onlara yardım ediyordu. Nihayet bütün çalışmalar tamamlanıp da herkes bina avlusuna geri döndüğünde, “Hepinizi tebrik ediyorum,” dedi R7. “Bu işten alnımızın akıyla çıktık.” Sözlerine devam edecekti ama J21’in elinde bir çantayla yanına geldiğini görünce bu fırsatı bulamadı. Soran gözlerle ona bakıp, “Ne var bunun içinde?” diye sordu. “Kan mührüyle kapatılmış komutanım. Ne yapalım?” R7 bir süre düşündükten sonra, “Bana verin,” diye mırıldandı ve uzanıp çantayı J21’in elinden aldı. Üzerinde siyah, kıvrımlı çizgi desenleri bulunan kırmızı bir çantaydı ve bu iki renk ustaca birleştiği için oldukça güzel görünüyordu. “Bende kalsın. Sonra bir çaresine bakarım.” Gelirken kullandıkları gibi yine yeraltı yolunu kullanacak, yeraltı treniyle kendi üslerine döneceklerdi. İlk askerler birkaç metre ilerideki çukuru kullanarak trene iniyorlardı ki, büyük bir gümbürtü duyuldu. R7 silahını önüne doğru tutarak heyecanla geriledi ve ileri
36
doğru baktığında biraz önce yağmaladıkları savaş üssünün içten bir patlamayla harap olduğunu gördü. J21’e dönüp gülümsedi. “Biraz geç kaldılar.” * * * Başkomutan R7’yi, kollarını iki yana açmış halde, yüzündeki büyük gülümsemeyle karşıladı. Gelen iyi haberler, nispeten ketum bir adam olan Başkomutan B2’yi gülümsetmeye yetmişti. R7 çekingence Başkomutan’a sarıldı ve onun işaret ettiği sandalyeye dik bir şekilde oturdu. “Seni ve ekibini tebrik ediyorum R7,” dedi Başkomutan. “Harika bir iş çıkardınız.” R7 hafifçe gülümseyerek başını salladı. Başkomutan’ın yıllar önce savaş sırasında yaptığı dillere destan kahramanlıkları biliyor, bu yüzden adama büyük bir saygı duyuyordu. “Teveccühünüz efendim,” diye mırıldandı belli belirsiz. “Ele geçirdiğiniz dosyalardan yararlanmak için, karşı kavimin Şansölyesi ile bir görüşme ayarladık. Yarın gidip onunla görüşeceksin. Esirlerimizi bırakmaları şartıyla, onlara dosyalarını vereceğiz.” R7’nin yüzü öfkeyle çarpıldı. ‘Esir’ kelimesini duyduğu anda kan beynine hücum ediyor, öfkeden kalbi duracak gibi oluyordu. Birkaç ay önce, düşman kavimle savaşıp mağlup olduklarında, sağ kalan askerleri alıkoyulmuştu. Diplomasiden ne kadar nefret ederse etsin, R7’nin içini büyük bir coşku kaplamıştı. Aylardır esirleri geri almak için bütün yolları denemişler ve başaramamışlardı fakat belki de şimdi en iyi yol karşılarındaydı: Takas. Coşkuyla, “Elimden gelenin en iyisini yapacağım komutanım,” dedi R7. Başkomutan gülümsedi. “Senden şüphem yok R7.”
*
*
*
Gece çökmüştü ve derin bir karanlık yatağında dört dönmekte olan R7’yi sarıp sarmalamıştı. Boğulmuş gibi hissediyordu kendini; yarın Şansölye ile yapacağı görüşme gözünü korkutmaya başlamıştı. O görüşmeyi düşündükçe gözüne uyku girmiyordu. Tam bir buçuk saattir yataktaydı ve değil uykuya dalmak, gözünü kapamak bile zor geliyordu. Gecenin sessizliğini yarıp gelen bir çınlama sesi R7’nin komodinindeki silahı alıp ayağa dikilmesine neden oldu. Nefes almaktan bile çekinerek sesin nereden geldiğini saptamaya çalıştı. Kısa süre sonra bir tahmin yürütmeyi başardı: Evin salonundan geliyordu. Parmaklarının ucuna basarak, bir kedi gibi sessizce yürüyüp salona ulaştı. Zifiri karanlık gözünün önünde simsiyah bir perde oluşturmuştu; hiçbir şey göremiyordu. Kalbi göğsünü kırıp geçmek ister gibi atarken, “Kim var orada?” diye sordu. Sesine alabildiğine cesaret yüklemişti. Çınlama sesi giderek artıyordu. R7 el yordamıyla düğmeleri bulup odanın ışıklarını açtı. Evin orta halli salonu tavandan içeri yayılan beyaz ışıkla aydınlandı. İçeride kimse yoktu, fakat çınlama sesleri giderek artıyordu. R7 bu seslerin savaş üssünde buldukları çantadan geldiğini anlayana kadar merakla etrafı süzdü. Çantanın yanına geldi ve onu kaldırıp başında bekledi. Parmaklarını çantaya uzatacaktı ki, dikkatini apışıp kalmasına neden olacak bir şey çekti: Kan mührü kırılmıştı. Çantayı araladı ve içine baktı. Ne görmeyi beklediğini bilmiyordu ama çıkan şeyin beklentilerine ters düştüğü kesindi: Kızıl renkli bir kemer. Nedenini bilmiyordu, ama içinde tuhaf bir his vardı. Her şeyden çok bu kemeri alıp beline takmak istiyordu. Bu isteğine gem vurmaya ne kadar çalışırsa çalışsın başaramadı ve direnmekten vazgeçip kemeri beline doladı. Bir an başı döndü ve odanın ortasında sendeledi. Gözlerinin önünde ışıklar uçuşmaya başlamıştı ve bu ışıklar belli bir düzende birleşerek holografik bir görüntü oluşturuyordu. R7 savaş simülasyonlarından holografilere alışıktı ama bu seferkinin etkisi çok
GÖLGE | KASIM ‘08
farklıydı. Kemerin kendisi konuşmaya başlamıştı. “Merhaba R7. Sana hizmet etmeye geldim.” R7 büyülenmiş gibi ona baktı. Güzeller güzeli bir kadın yüzüydü bu. Yıllar önce savaşta ölen annesinin yüzü… Bunun bir yanılsama olduğunu bilse de gözleri dolmuştu. Her şey o kadar gerçek görünüyordu ki. Sanki elini uzatacak ve o yumuşacık yanaklarını okşayabilecek, çocukluğundaki gibi başını göğsüne yaslayıp uyuyabilecekti. Ne var ki gerçek farklıydı ve R7’nin yüzüne bir tokat gibi çarpıyordu. “Nesin sen?” diye haykırdı. Konuşan yine annesinin suretiydi. “Korkma, sana zarar vermek yapacağım en son şey.” R7 gözlerini yumdu. “Annemin kılığından çık,” dedi sıkılı dişlerinin arasından. Annesinin yüzü dalgalanmaya başladı ve bir başka kadın yüzüne dönüştü. “Gerçek yüzümü görmek, gerçek sesimi duymak istemezsin.” R7 tekrar sordu. “Nesin sen?” “Sakin ol, sadece sana yardım etmek için buradayım. İnsanların zayıf yönlerini, zaaflarını ortaya çıkarır, bu yönde onlara yardım ederim. Beni takman yeterli; zihninde sesimi duyabilir, direktiflerimden yararlanabilirsin. Seni hiçbir şey için zorlamıyorum; takıp takmamak sana bağlı. Karar senin.” Kemerin söyledikleri R7’nin ilgisini çekmişti. Cevabını aslında bildiği bir soruyu dile getirdi: “Neymiş benim zayıf yönüm?” “Diplomasi,” dedi kemer. “Karar vermekte zorlanıyor, diplomasiden anlamıyorsun.” Kemer doğru söylüyordu. Yarınki görüşme çok büyük bir önem taşıyordu ve Başkomutan ona güveniyordu. R7 esirleri geri almayı her şeyden çok istiyordu. Kemeri çıkarıp bir kenara fırlattı. Yatağa girdi ve sabaha kadar gözleri açık bir şekilde tavanı seyredip kemerin söylediklerini düşündü. 38
*
*
*
Güneş tüm ihtişamıyla doğup da evin her bir karışını ışıltıya boğduğunda, R7 kalktı ve zaman kaybetmeden giyinmeye başladı. Pantolonunu da hızla bacaklarına geçirip salona gittiğinde, gözü yerde duran kızıl kemere kaydı. Uykusuzluk zaten bozuk olan moralini iyice bozmuştu; fakat sabaha kadar düşünme fırsatı bulmuştu ve kararı kesindi. Yere eğilip kemeri aldı ve beline taktı. Taktığı anda bir rahatlama duygusu vücudunu sardı. Belirsizlikten nefret ederdi ve artık bu belirsizlik sona ermişti. Artık can korkusu kalmamıştı; tek istediği esirleri geri alabilmekti. Yol boyunca kemer ona direktifler verdi, Şansölye ile konuşurken nerelere dikkat edeceğini söyledi, ses tonunu nasıl ayarlaması gerektiğinden mimiklerine kadar her şeyi anlattı. İki asker eşliğinde odasına getirilen R7’yi gören Şansölye A1’in yüzü öfkeyle çarpıldı. “Ne için geldiğini biliyorum Komutan. Bir işe yaramayacak. Ele geçirdiğiniz üs sadece bir yemdi. O dosyaların bizim için hiçbir önemi yok. Takas teklifini duymak bile istemiyorum.” R7 telaşa kapılmamaya çalışarak kemerin söylediklerini dinledi. Bunlara uyarak, “Size inanmıyorum Şansölye,” dedi. “Blöf yapıyorsunuz. O üs önemsiz olsaydı beş askerinizi kaybetmeyi göze alamazdınız. Sizi tanıyorum.” A1 sinir bozucu bir şekilde gülümsedi. “Emin ol ben blöf yapacak son kişiyim. Dediklerimi duydun. Seni alıkoymak istemiyorum ama adamlarım üzerine çullanmak için büyük bir istek duyuyor.” Kapıda nöbet bekleyen iki çam yarmasını işaret etti. “Onlara bu emri vermek zorunda bırakma beni.” R7 ne yapacağına karar vermeye çalışırken kızıl kemer konuştu: “Bekle R7. Başını hafifçe geriye çevir ve bak.”
GÖLGE | KASIM ‘08 R7 kemerin neden böyle bir şey istediğini merak ederek başını yavaşça çevirdi ve bir kapı gördü. Epey sağlama benzeyen bir çelik kapıydı. O başını tekrar Şansölye’ye çevirdiğinde, “Adam dönüp dönüp telaşlı bir şekilde o kapıya bakıyor. Ardında önemli bir şeyler olmalı. Eğer Şansölye göz önünde tutmak istediyse esirleriniz orada tutuluyor olabilir.” Kemerin dedikleri doğru olabilirdi fakat R7 ona gerçekten güvenip güvenmemesi gerektiğinden hâlâ emin değildi. Harekete geçmeden evvel o kapının ardında sahiden esirlerin veya önemli başka bir şeyin olup olmadığını öğrenmeliydi. Ayağa kalktı ve kapıya yürüdü. “Bu odada ne var?” A1’in birden yüzü soldu. “Şeyy... Kütüphane,” diye geveledi ama yalan söylediğini ancak bu kadar belli edebilirdi… R7 kapıya iyice yaklaşmıştı. “Bir bakabilir miyim?” A1 bu kez apaçık bir telaşa kapıldı ve ayağa kalkıp R7’yi geri çekmeye çalıştı. “Kütüphanemiz dışarıdan gelenlere açık değil. Geri çekil Komutan.” R7 gülümsedi. Artık kemerin doğru söylediğinden neredeyse emindi. Kapının tokmağını tutup çevirdi ve çevirdiği anda ölçülemez derecede büyük bir acı dalgasının vücudunu sardı. Yüzlerce voltluk bir elektrik akımı tek bir seferde vücuduna yükleniyordu. Vücudu giderek bu akıma kapılır ve canlılığını yitirirken, R7’nin aklındaki son şey Başkomutan’ı hayal kırıklığına uğratmış olmasıydı. Esirleri geri getirememişti. R7’nin bedeni yere devrilince, A1 gülümsedi. Biraz önceki telaşlı tavrından eser kalmamıştı. Çam yarmalarından birine seslendi. “Cesedi liderlerine gönderin de bize kafa tutmak neymiş anlasınlar!” Adam emri yerine getirmek için oraya yönelmişti ki, R7’nin canını alan kapı hafifçe açıldı ve seyrek saçlı, ufak tefek bir adam kapının önünde gözüktü. Kapı tokmağına elektrik yüklemekte kullandığı voltaj cihazını odanın içlerine doğru iyice ittikten sonra, R7’nin cesedinin yanından geçerek Şansölye’ye doğru yürüdü ve coşkulu bir tavırla adamın elini sıktı. Şansölye gülümsedi. “İcadın kusursuzdu. Ödüllendirileceksin.”
Ozancan DEMİRIŞIK www.xasiork.biz
İllüstrasyonlar Mehmet GÜLERYÜZ mehmetguleryuz.deviantart.com
40
Yalınayak Gen
“... Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu. Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok. Şeker bile yiyemez ki kâat gibi yanan çocuk...” (Nazım Hikmet)
“...Patlama evimizi dümdüz etti. İkinci kat birinci katın üstüne düştü ve babamı, kız kardeşim Eiko’yu ve erkek kardeşim Susumu’yu altına hapsetti...Patlamayı takip eden alevler kısa bir süre sonra bizim eve ulaştı. Evimiz kısa süre sonra alevler tarafından yutulmuştu. Kardeşim bağırarak yandığını söylüyordu; babam anneme yardım çağırması için yalvarıyordu. Acı ve çaresizlikten yarı delirmiş durumdaki annem, orada kalıp onlarla birlikte öleceğini söylüyordu...” Keiji Nakazawa (Yalınayak Gen Birinci Cilt Mangaka’nın Notu) İnsanlık tarihinin en büyük katliamını bizzat yaşamış mangaka Keiji Nakazawa’nın tüm dünyada yankılar uyandıran eseri Hadaşi no Gen (Yalınayak Gen) Japon çizgi romanları arasından içtenliğiyle, anlatımıyla ve tüm gerçekçiliğiyle sıyrılmayı başarıyor. Atom bombasının öncesindeki ve sonrasındaki günleri bir çocuğun (kendi çocukluğunun) gözünden anlatıyor. Bu yüzden bir öz yaşam öyküsü niteliğinde bir manga Yalınayak Gen. Savaşın, ırkçılığın, bağnazlığın karşısında o kadar güçlü bir duruş sergiliyor ki, mangayı okurken etkilenmemek imkânsız.
GÖLGE | KASIM ‘08 Kısaca konuya değinirsek; Gen ve yedi kişilik Nakaoka ailesi, II. Dünya Savaşı sırasında Japonya’nın da savaşa girmesiyle ülkede gittikçe artan kıtlığın ve krizin ortasında yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Gen’in babasının savaş karşıtı düşünceleri yüzünden aile, komşuları tarafından dışlanmakta ve çok zor günler geçirmektedir. Ordu, savaş bahanesiyle halkın elindeki her şeye el koymuştur fakat buna rağmen Japon halkı gözleri kapalı bir şekilde imparatoru ve savaşı fanatizm boyutunda desteklemektedir.
Karakterler: Gen: Hikâyemizin ana karakteri olan Gen; şakacı, haylaz, tuttuğunu koparan bir çocuktur. Mangaka Keiji Nakazawa’nın “alter ego”m diye nitelendirdiği Gen, bombadan önce olduğu gibi bombadan sonra da bir yetişkinin bile beceremeyeceği bir şekilde ayakta (çıplak ayakla) duruşunu sürdürecektir. Shinji: Ailenin en küçük ve en sevimli bireyi Shinji, abisi Gen’i her yönüyle örnek alsa da çocukça yaramazlıklarına ve kıskançlıklarına devam eder. Gen ile birlikte mükemmel bir ikili oluştururlar. Eiko: Gen’in ablası Eiko, babaları hain ilan edildiği için okulunda zor günler geçirmektedir. Akira: Gen’in ortanca abisi Akira, bombardımanlar başladıktan sonra okul tarafından köye kampa gönderilmiştir. Koji: Gen’in en büyük abisi Koji, ailesine sürülen hain damgasından kurtulmak için yaşı tutmamasına rağmen gönüllü olarak orduya katılır. Orada zorla orduya alınan, Kamikaze pilotu yapılan üniversiteli gençlerle tanışır. Kimie: Gen’in annesi. Bu kötü günlere karnındaki bebeğiyle katlanmakta, çocuklarının açlıktan kıvranmalarını acıyla izlemektedir. Daikiçi: Aileyi zar zor geçindirmeye çalışırken, üstüne üstlük hain damgası yemesiyle nezarete atılan babaları... Bay Pakk: Koreli komşuları Bay Pakk, ailesinden uzağa Japonya’ya zorla çalıştırılmak için getirilmiş bir işçi. Koreli olduğu için aşağılanan Pakk komşusu Nakaokalara, savaş karşıtı oldukları için, en yakın olan insandır. Yalınayak Gen konu itibariyle pek iç açıcı bir manga değil. Nakaoka ailesinin bombadan önce savaş karşıtı oldukları için başına gelenler en az bombadan sonra yaşananlar kadar acıklı. Fakat Nakaoka ailesinin çocukları Gen ve Shinji, en kötü zamanlarda bile haylazlıkları, enerjileri ve fedakârlıklarıyla okuru güldürmekten geri kalmıyorlar. Dönemin şartlarını ve Japon aile yapısını en iyi şekilde yansıtmayı başaran mangadaki baba rolü dönemin katı baba anlayışıyla çok iyi örtüşüyor. Açıkçası ailesi için her türlü fedakârlığı yapan savaş karşıtı baba, yeri gelince çocuklarını döverek terbiye edebiliyor. Ama çocuklar her zaman babalarını çok seviyorlar. Patlama sırasındaki ve sonrasındaki şiddet, kan ve karamsarlık içeren kareler ise okurun beynine kazınıyor. Manganın çizimleri mükemmel değil. Biraz karikatürize, hatta Art Spiegelman’a göre “çirkince”. Ama mangaka öyle numaralar yapıyor ki o çizimler, gerçek birer sanat eserine dönüşüyor okuyucunun gözünde.
1973-74 yılları arasında Haftalık Shounen Jump dergisinde yayınlanmaya başlayan manga 10 cilttir. Bunun dışında iki animasyon filmi ve bir televizyon dizisi uyarlamaları mevcuttur. Hadaşi no Gen Türkiye’de Tudem yayınları tarafından Türkçeye kazandırılmıştır. Şimdiye kadar 3 cildi satışa çıkarılan manganın yeni cildi yakında piyasada olacak. Levent Türer tarafından Türkçeleştirilen ilk cildini okuma fırsatım oldu. Gerçekten çok iyi iş başarmışlar. İçten ve konuşma dilimize uygun diyaloglar hatta arka sesler çok hoş çevrilmiş. Baskı kalitesi de mangaya yaraşır nitelikte. Pek çok büyük kitap evinde raflarda okuyucusunu bekliyor Yalınayak Gen. Son olarak; savaş karşıtı biriyseniz; atom bombasının yol açtıklarını, bombanın bugünlere kadar olan fiziksel, psikolojik ve stratejik etkilerini, dönemin Japon halkını öğrenmek istiyorsanız bundan daha iyi bir manga henüz yapılmadı. Üstelik Türkçe olarak manga okumak istiyorsanız ve çevrenizdeki insanlara savaş ve faşizm karşıtı bilinci veya çizgi roman okuma sevgisini aşılamak istiyorsanız Yalınayak Gen en yakın kitap evinde raflarda sizi bekliyor...
Onur KÜÇÜK (kazegami) kazegami1.deviantart.com
GÖLGE | KASIM ‘08
CHUCK!
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki tüm ajanlık sistemlerinin topladığı istihbaratın tek bir bilgisayarda bir araya getirildiğini düşünün. Bu bilgisayar her şeyinizi organize ediyor, ajanlarınızın gerçek kimliklerini, hangi görevlere atanacaklarını, hangi ülkenin hangi ülkeye kaçak olarak işbirliği yaptığı… Her şeyi biliyor ve ayarlıyor. Ve bir gün, CIA’nin bir numaralı ajanı size ihanet ediyor ve bu bilgisayardaki tüm istihbaratı kopyalayıp, bilgisayarı havaya uçuruyor! Ne yaparsınız? Peki, bunun Chuck ile ne alakası var? Chuck, “Buy More” adlı bir alışveriş mağazasında Nerd Herd Bilgisayar Acili’nde çalışan şefin, CIA, NSA, DEA ile ne işi olabilir ki? O sadece bir bilgisayarcı… Doğum günü partisinden sonra, eski okul arkadaşı ve onu Stanford’dan attıran Bryce Larkin’den gelen e-mail ile tüm Intersect (istihbarat bilgisayarı) Chuck Bartowski’nin beynine download edilir. İşte Chuck’ın hayatı, o günden itibaren değişir. John Casey adındaki NSA ajanı da, Bryce’ı emaili gönderirken vurmuş ve öldürmüştür. Tabii, Intersect verileri ve tüm istihbaratın Chuck’a gönderildiğini NSA ve CIA’nin yüksek merci’leri de bilmektedir. Bu yüzden Chuck’ı korumaya ajanlarını gönderirler. CIA, Sarah Walker’ı, NSA ise Major John Casey’i Chuck’ın “bodyguard”ları olarak görevlendirir. NSA ve CIA, birbirilerini çok sevmeseler de, Chuck sayesinde, Sarah ve Casey birbirileri ile çalışmayı öğrenirler. Bu sırada, Chuck’ın doktor olan kardeşi Ellie Bartowski, onun erkek arkadaşı Devon “Captain Awsome”, Chuck’ın en yakın arkadaşı Morgan Grimes ve diğer insanlar bütün bu gelişen olaylardan habersizlerdir. Sarah, Chuck’ı daha iyi korumak için yakınlardaki bir sosisçi dükkânında çalışmaya başlar. John Casey ise Buy More’da satış görevlisi olarak iş başı yapar. Aynı zamanda Sarah, Chuck’ın kız arkadaşı rolünü de üstlenmiştir. Chuck, Instersect verilerini, tehlikeli durumlarda flaş olarak hatırlayarak kötü adamların yakalanmasına yardımcı olmaktadır. Üçü birlikte Los Angeles’ın sokaklarında kötü adamları avlarken, öldüğü sanılan Bryce Larkin geri döner. Bryce, aynı zamanda Sarah’nın eski kız arkadaşıdır. Bryce aslında masumdur, çünkü o “Fulcrum (dayanak)” adında CIA içinde oluşturulan özel harekât timinin şantajları ile bu görevi kabul etmiştir. Fakat Intersect verilerini onlara vermeyip, ajanlıktan, Intersect’ten bir haber olan Chuck’a göndermiş ve ülkeyi kaos ortamından kurtarmıştır.
44
Chuck ilk bakışta karışık gibi görünse de, izlemesi oldukça zevkli bir dizi. İlk sezonu CNBC-e’de gösteriliyor. İkinci sezonu ise geçtiğimiz haftalarda NBC televizyonunda gösterilmeye başlandı bile! Gelin bu dizinin karakter ve oyuncularına bir göz atalım.
Zachary Levi – Charles “Chuck” Irwing Bartowski Yvonne Strahovski – Sarah Walker (CIA) Adam Baldwin – Major John Casey (NSA) Joshua Gomez – Morgan Grimes (Chuck’ın en yakın arkadaşı) Sarah Lancester – Ellie Bartowski (Chuck’ın ablası)
Oyuncular birer harika. Film size önce “ajan parodisi” gibi gelebilir, fakat olaylar büyük bir ciddiyetle ele alınıyor. Uyduruk bir ajan parodisi değil yani, espriler ve göndermeler tam yerinde ve zamanında. Aşırı espriler, bayık cümleler vs. Chuck’ta kesinlikle yok. Açıkçası beni Nip/Tuck’tan sonra ekrana kilitleyen ilk dizidir Chuck. Heyecan hiç durmuyor, sürekli “Acaba nasıl bitecek?” sorusu akıllarda… İkinci sezon birinci bölümü geçen gün izleme fırsatı buldum internet üzerinden, gerçekten ilk sezondan daha hızlı başlıyor. Fakat üzücü bir durum var. Eğer önümüzdeki aylarda, Küresel Ekonomik Kriz ortamı devam ederse Chuck’ın son sezonu olacak ikinci sezon. Çünkü diğer diziler, filmler ve Broadway gibi, Hollywood da bu krizden fazlasıyla etkileniyor. Tabii henüz kesin bir durum olmamakla beraber, umarım bu durum daha fazla kültürel aktiviteye ve eğlence sektörüne sıçramadan bir son bulur. Chuck gibi harika ötesi bir dizinin devamının gelmesi dileği ile… Cansu KORKMAZ www.yildizsavaslari.com
GÖLGE | KASIM ‘08
GENOVA Mesafeli bir psikolojik drama…
Michael Winterbottom’ın kariyerinde birbirinden farklı ve kimi deneysel sayılabilecek ilginç filmler olsa da, aslında yönetmenin temelde filmlerinde tutturduğu bir dramatik dengeden söz edebiliriz. Canlı bir mizah duygusu, güçlü müzikal arka plan ve şekilsel olarak deneyselliğe açık üslubu ile bu dramatik dengeyi birleştiren yönetmen, bu sayede her filmine ayrı bir ruh kazandırmayı başarır. Ajitasyondan uzak, karakterlere mesafeli yaklaşan ve izleyicinin karakterlerle özdeşleşmesini engelleyen anlatımıyla, yönetmen dramayı izleyicileri uyutmak ve onlara şirin gözükmek için bir aracı olarak kullanmaz. Yönetmenin bu duyarlı yaklaşımını ve aktardığı hikâyelere belli bir noktadan yaklaşan mesafeli duruşunu, son filmi Genova’da da görmek mümkün. Bir trafik kazası sonrasında annelerini kaybeden iki genç kızın, bu olaydan sonra yaşadıklarına odaklanan Genova; genelde karakterlere mesafeli duruşuyla öne çıkıyor. Bu olayın şokunu atlatmak için İtalya’nın Genova kentine giden ailenin burada yaşadıklarını anlatan film; özelinde de her karakterin yaşadığı travmayla mücadelesini ekrana taşıyor. Babanın toparlayıcı rolünden dolayı geri planda kalması, hikâyede iki kızın öne çıkmasına neden oluyor. Yönetmen, her karakterin bu olayla kendince başa çıkmaya çalışmasını anlatırken, bir yandan da karakterlerin giderek yalnızlaşan hallerini resmediyor. Bunu yaparken de; karakterlerin yalnızlığını anlatmak için mesafeli bir anlatımı tercih ediyor. Yakın plan çekimlerle karakterlerin ruh hallerini dışa vurmak yerine, karakterleri uzaktan resmederek onların yalnızlığını ve kaybolmuşluğunu bizlere de yaşatmak istiyor. Bunu da en iyi, Genova’nın Ortaçağ’dan kalma daracık sokaklarındaki çekimlerle gerçekleştiriyor. Neredeyse klostrofobik bir ambiyansın yakalandığı bu dış mekân çekimleri, kuşkusuz karakterlerin psikolojilerini çözümlemek için de bizlere oldukça önemli ipuçları veriyor. Geçmişin hayaletleri Genova’nın üzerinde… Geçmişte yaşanan kötü olaylardan, tatsız anılardan ve yaşanan travmalardan uzaklaşmak için insanlar çoğu zaman yeni yerlere gitmeyi, farklı şeyler yapmayı ve kendilerine beyaz bir sayfa açmayı tercih eder. Oysa insan nereye giderse gitsin anıları ve yaşadığı deneyimler de onunla birlikte yolculuğa çıkar. Ama insan doğası gereği, yaşanan gerçekleri kabullenmemeyi seçer. Gerçekliğin ağırlığı onun yüzleşmesini geciktirir, fakat sonuçta bu yüzleşme kaçınılmazdır. Genova’daki karakterler de yaşadıkları travmanın etkisini azaltmak ve bu yüzleşmenin ağırlığından sıyrılmak için kendilerine yeni bir sayfa açmaya çalışıyor. Karakterler gerçeklerle yüzleşmekten kaçtıkça aradaki gerilimde sürekli artıyor. Gerilimin tırmandığı, filmin otoyolda geçen final sahnesi de hemen sonraki uzlaşma aşamasına geçişin bir işareti. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar konuşarak gerçekleri kabullenmek yerine, hiçbir şey yaşanmamış gibi olayların üstünü örtmeyi seçen ve bu seçimlerinden dolayı her geçen gün daha da yalnızlaşan bireyler, en sonunda tehlikeli bir şekilde de olsa bir bütün olmayı ve üstü örtülmeye çalışılan gerçeklerle yüzleşmeyi kabul ediyor. Genova, bir dramın kişiler özelinde yarattığı tahribattan çok; dramın kabullenilmesine kadar geçen süreye yoğunlaşması nedeniyle, bana 2006 yapımı Danimarka filmi Prag’ı hatırlattı. Çocukluğunda gördüğü ve hiç konuşmadığı babasının naaşını almak için Prag’a giden 46
bir adamın, yabancısı olduğu bir şehirde anılarıyla yüzleşme sürecini aktaran filmin; bu sürece ayna tutmasının haricinde hayatın zorluklarına dair de sade bir hikâyesi vardı. Aslında iki filmde, insanın ne kadar uzağa kaçarsa kaçsın, günün birinde yaşadıklarıyla yüzleşmesi gerektiğini anlatıyor. Hayatın zorlukları, gündelik hayatın telaşı, yüzleşememenin getirdiği gerilim ve kabulün yarattığı sessizlik iki filmde de kendini gösteriyor. Fakat Winterbottom’ın Genova’sı, şehri de işlevsel bir şekilde kullanmayı başarıyor. En eski İtalyan şehirlerinden biri olan Genova’nın mimarisi ve İtalyan insanının karakteristik özellikleri de bu drama etki eden unsurlar. En azından karakterlerin halet-i ruhiyelerini açıklama adına, kullanılan mekânların ve şehrin mimari yapısının da büyük önemi var. Başlarına gelen üzücü olayın etkilerinden kurtulmak için Genova’ya gelen bir Amerikan ailesinin yaşadıklarını anlatan Genova; genel itibariyle dört başı mamur bir psikolojik drama. Zaten Winterbottom’ın bundan önceki filmlerini, özellikle Jude, Wonderland ve Welcome to Sarajevo filmlerini, izlediyseniz yönetmenin son filmi de sizi hayal kırıklığına uğratmayacaktır. Filmin ismine ve konusuna bakıp da egzotik bir terapi seansı şeklinde düşünenler ise, filmin psikolojik yoğunluğundan dolayı şaşırabilir. Zira Winterbottom’ın ajitasyondan uzak dramatik anlatımı ve bu anlatımına uygun kamera açıları ve kadrajları, ortalama bir dramanın çok üstünde. Genelde insanların özdeşleşebileceği basit ve anlaşılır karakterler üzerine kurulan filmlerin aksine, yönetmenin sinematografik tercihleri de bu dramanın açılımlarını çok iyi yansıtıyor. Barış SAYDAM http://burnout.blogcu.com
GÖLGE | KASIM ‘08
BİR ANTALYA GÜNCESİ
Senelerdir Ankara’daki festivalleri kararlılıkla takip eden bir sinemasever olarak bu yıl şehir dışına açılmaya karar verdim. Daha önce İstanbul Film Festivali’ne katılmıştım ama özel olarak festival için gitmemiştim. Bu defa özel olarak festival için Antalya’ya gittim. Ancak sadece 3 gün ayırabildim. Eh, başlangıç için bu kadar olsun. Umarım önümüzdeki yıllarda daha uzun sürelerde de gitmek kısmet olur. Öncelikle bu üç gün boyunca beni evlerinde konuk eden Nesrin ve Erol Demiray’a buradan bir kez daha teşekkür ederek festival izlenimlerine geçelim. 16 Ekim Perşembe: 10 Ekim’de başlayan festivalin benim için ilk günü. Bir önceki gece Ankara’dan başlayan yolculuk sabahın 7:30’unda Antalya’da noktalandı. Yol yorgunluğu ile filme gitmek zor olacağından bu ilk gün 11:00 seanslarındaki filmleri pas geçtim. Zaten festival boyunca takip etmeye çalıştığım filmler hep daha sonra görme şansımın az olduğunu düşündüğüm filmler oldu. Bu nedenle bu yazıda Üç Maymun, Güreşçi ya da Süt gibi filmlere yönelik değerlendirmeler aramak hata olacak. Otogardan beni alan arkadaşımın evine gidip biraz dinlendikten sonra festival salonunun yolunu tuttuk. Öncelikle açılış ve kapanış töreni ile kırmızı halılı gala gösterimlerinin yapıldığı mekanın önünden geçerek diğer gösterimlerin yapıldığı Cinebonus sinemasına vardık. 14:00 – Bu seans için seçtiğim film Delta idi. Bu filme girmeden önce aynı seansta başka bir salonda oynayan Tatil Kitabı filminin yapımcılarından Nadir Öperli ile karşılaştık ve filmin yönetmeni Seyfi Teoman ile tanıştık. Meğerse onlar da kendi filmlerini 20. kez izlemek istememişler ve Delta filmini izlemeyi seçmişler. Delta’nın bitiminden sonra hızla diğer salondaki söyleşi bölümüne koştular.
53
GÖLGE | KASIM ‘08 Genç Macar yönetmenlerden Kornél Mundruczó’nun yönetmenliğini yaptığı Delta, geçmişini bilmediğimiz genç bir adamın kendi topraklarına geri dönmesi sonrasında gelişen olayları anlatıyor. Yıllar sonra döndüğü evinde varlığını bile bilmediği kız kardeşiyle karşılaşan adam onunla enteresan ve tehlikeli sularda gezen bir ilişki yaşamaya başlıyor. Film, kardeşlerin bu ilişkisine odaklanmaktan çok çevrenin onlara bakışını ve hoşgörüsüzlüğü öne çıkararak trajik bir sona doğru ilerliyor. Filmin başında teşekkür de edilen Macar usta Béla Tarr’ın filmlerini kısmen anımsatan bir üslupla sessiz sakin ve derinden ilerleyen film, seyirci üzerinde yavaş yavaş derinleşen bir etki yaratıyor. Özellikle görüntü çalışması ile öne çıktığını da vurgulamak gerek. Seyirci ile ilgili bir not. Gayet yavaş tempolu bir film olmasına rağmen kötü talih sonucu yanıma oturan iki orta yaşlı bayan izleyici dışında konuşup da beni rahatsız eden olmadı. Onları uyardığımda da konuşmadıklarını iddia ettiler ama sonuçta bir daha konuşmayarak ikazımı dikkate aldıklarını da göstermiş oldular. Film sonrasında Kornél Mundruczó ile yapılan söyleşide o da özellikle hoşgörüsüzlük temasına dikkat çekerek filmin tiyatro ve Yunan tragedyaları ile bağlantısına değindi. Filmin taşra hayatına yönelik eleştiri getirdiğine dair eleştirileri ise kesin bir dille reddederek bu tip olayların her yerde olabileceğini belirterek Macaristan’da eşcinsellerin yaptığı bir yürüyüşe saldıran insanları örnek gösterdi. Ayrıca bu filmin başrolündeki oyuncunun aynı zamanda besteci olduğu için filmde fazlaca müzik kullanması gerektiğini ama hiç müzik kullanmadan bir film yapmak istediğini de ekledi.
54
16:30 – Bir sonraki seans için seçtiğim film bol ödüllü bir Rus filmi olan Mukha idi. Filmin ana konusu aslında en tipik Hollywood filmlerinde bile karşımıza çıkabilecek bir konuydu. Orta yaşa gelmiş dayanmış bir adam bir gün hiç bilmediği kızının varlığını öğrenir, gençliğinde kısa bir macera yaşamış oldukları kızın annesi de ölmüş durumdadır ya da ölmek üzeredir. Birbirlerini hiç görmemiş baba-kız arasında en başta çeşitli sorunlar olsa da sonunda sağlam bir bağ kurulur. Hollywood sineması bu konuyu genellikle komedi kalıpları içinde anlatırken burada daha ayakları yere basan gerçekçi bir filmle karşı karşıyaydık. Yine de kimi yerlerde mizah unsurları da unutulmamıştı. Çok önemli bir film olmasa da rahatça izlenen yer yer keyifli, yer yer hüzünlü bir filmdi Mukha. 19:30 – Festival koşturmasında bir sonraki seansta, Guy Ritchie’nin yeni filmi RocknRolla’nın gösterime gireceği düşüncesi ile Bitmeyen Yürüyüş (Still Walking / Aruitemo aruitemo) filmini tercih ettim. Sonuçta bu filmin uluslararası yarışmada en iyi yönetmen ödülünü aldığı düşünülürse yanlış bir tercih olmadığı söylenebilir. Bitmeyen Yürüyüş, bir ailenin yıllar önce ölen büyük oğlunun ölüm yıldönümünde yaşlı anne babalarının evinde toplanan bir ailenin geçmişi ile yüzleşmesinin bir hikayesi. En başından itibaren görünürde gayet sıradan bir aile toplantısının perdeye yansıtılması gibi görünen film aslında yine ilk anlarından itibaren ailenin arka planında kimi sırlar, söylenmemiş duygular ve arzular olduğu hissettiriyor. Ozu’nun tarzını anımsatan biçimde sade bir anlatım stili tutturan film tümüyle o sade tarzı ile devam ederek, söz konusu yaşanmışlıklar ve sırlar konu edildiğinde bile seyirciyi sarsma amacı gütmeden, belki de bunlar da hayatın bir parçası diyerek finale ulaşıyor. Kesinlikle başarılı bir film, ancak en iyi yönetmen ödülü biraz abartılı olabilir. Yine de uluslararası yarışmadaki çoğu filmi izlemediğim için kesin bir şey demek mümkün değil. 21:30 – Her ne kadar günün asıl dikkat çeken film gösterimi Üç Maymun’un galası olsa da hem bir hafta sonra gösterime gireceğinden hem de o filme bilet bulmanın zorluğundan ötürü benim için günün son filmi ise festivalin en çok izlemek istediğim filmlerinden biri olan Zamanın Külleri (Dung Che Sai Duk Redux / Ashes of Time Redux) idi. Favori yönetmenlerimden Wong Kar-Wai’nin 1994 tarihli kendi filmini bir miktar kısalttığı ve restore ettiği bu film Kar-Wai’nin ilk dönem filmlerinden biri olmasına rağmen daha sonra kullandığı pek çok temayı içeriyordu. Hikaye mevsimlere göre bölünmüş epizotlar halinde tek başına yaşayan ve ihtiyacı olanlara silahşör kiralayıp bundan payını alan bir adamın hikayesini anlatıyor. Hemen her bölümde yanına farklı insanlar gelen bu adam, tüm film boyunca hem kendisi çeşitli değişimler yaşıyor hem de yanına gelen giden diğer karakterler. Tüm film boyunca birbirinden ayrılamayan aşıklar ve kavuşamayan aşıklar, şizofrenik bir aşk hikayesi, yavaş yavaş kör olan bir silahşörün dramı gibi hikayeler izliyoruz. Tüm bunları Kar-Wai’nin bildik stili çerçevesinde izliyoruz. Renk kullanımları, yavaş çekimler eşliğindeki dövüş ve kovalama sahneleri, sulardan dönen yansımalar ve duvarlara vuran gölge oyunları hep onun imzasını taşıyan sahneler ve elbette tüm film boyunca insanın içine işleyen hikayeler de onun tarzını yansıyor. Filmin eski halini izlemiş olsun olmasın yönetmenin takipçilerini mest edecek bir film. Son bir not, bu film büyük ihtimalle gösterime girecek, çünkü Türkçe altyazısı filmin
GÖLGE | KASIM ‘08 kopyasının üzerine gömülüydü. Az salonda gösterime girer ama hiç yoktan iyidir. 17 Ekim Cuma: Bir sonraki günün 11:00 senasında yine Üç Maymun’un gösterimi vardı. Ancak çok önceden biletleri bitmişti. Diğer filmler de yine sonradan yakalanabilecek filmler olunca sinema günü yine 14:00’da başladı benim için. 14:00 – Günün ilk filmi kimi filmlerini çok sevdiğim ve gözlerimi alamadığım, kimi filmlerinde ise gayet sıkıldığım deneyimli kadın yönetmen Claire Denis’in yeni filmi 35 Tek Rom (35 Rhums) idi. Önümüzdeki yıl Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’nin programına da gireceğini tahmin ettiğim film, Fransa’da yaşayan bir baba-kızın ve arkadaşlarının etrafında gelişen olayları anlatıyor. Danes bir kez daha favori oyuncularından Alex Descas’ı başrole koyduğu filminde (bu arada Descas da epey yaş almış) yine alt sınıfta kalmış, göçmen Fransızları anlatıyor çoğunlukla. Bunu da yine Tindersticks’in hipnotize edici müziği ve Agnès Godard’ın en az onun kadar kendine bağlayıcı görüntü çalışması ile yapıyor. Ancak beklendiği gibi yine yavaş tempolu bir film var karşımızda (bu festivalde en azından benim izlediğim filmlerin bir ortak noktası sanki). Açıkçası kendi açımdan Danes’in en sevdiğim filmleri arasına koyamasam da fena da bulmadığım bir film oldu. 16:30 – Bir sonraki seans için Christian Petzold’un Jerichow filmi keşfedilmeye değer bir Alman filmi olarak göze çarpıyordu. Bir Alman filminde Türk karakter görmek uzunca bir süredir şaşırtıcı bir durum değil. Ne de olsa ülkede önemli bir azınlık grubunu oluşturuyor Türkler. Ama burada Türk karakter bir yan karakter olarak kalmıyor, filmin iskeletini oluşturan aşk üçgeninin bir köşesinde yer alıyordu. Üçgenin diğer köşelerinde ise onun Alman karısı ve işsiz bir Alman genci yer alıyordu. Filmi klasik bir aşk üçgeninden ayıran herhangi iki karakterin arkasında yer almayıp tüm karakterleri detaylı olarak çizip her birinin artıları ve eksileri ile gerçek bir insan olarak çizilmesi oluyordu. Karısını döven bir adam için de kocasını farklı şekillerde her fırsatta aldatan bir kadın için de en zor anında kendisine yardım eden bir adamın karısıyla yatmaktan çekinmeyen biri için de kayıtsız şartsız kötü tanımlamasını kullanmak mümkün olmuyor filmde. Ancak sinemasal açıdan çok başarılı olduğu söylenemez filmin. Bu arada herhalde son jeneriği dahil en çok Türkçe şarkının çalındığı filmlerden biri olmalı bu. Nilüfer, Sezen Aksu ve Gülşen’in şarkılarının resmi geçit yaptığı film, bu şarkılardan biri ile filmin en akılda kalan sahnelerinden birine de imza atıyordu. Doğrusu eğer fırsatım olsaydı şarkı sözlerinin de sahnelere gayet iyi oturduğu bu bölüm için jürinin yabancı isimlerden oluşan kısmı ne hissetti sormak isterdim. 19:30 – Günün bir sonraki filmi bir aile draması olan Yed Gün (Seven Days / Shiva) idi. Özelikle festivallerle oyuncu olarak tanıdığımız Ronit Elkabetz’in, oyunculuğunun yanı sıra kardeşi Shlomi Elkabetz ile birlikte senaryo yazarlığını ve yönetmenliğini de üstlendiği bu film tıpkı Bitmeyen Yürüyüş gibi aile bireylerinden birinin ölümünün ardından ailenin bir araya gelişini anlatan bir drama idi. Ancak bu kez ölümün hemen ardından gelen yedi günlük bir yas peri56
yodunda yaşananları anlatan bir film vardı karşımızda. Söz konusu 7 gün, Musevilikten gelen ve bu süre içinde pek çok şeyin yapılmasının yasak olduğu bir yas süreci. Film arka planına 1991 yılının İsrail’ini ve o dönem yaşanan korkuları alarak, aile içi çatışmaları, ailenin eski ve yeni bireyleri arasındaki çekişmeleri, daha köktendinci olanları ile daha modern olanları arasındaki görüş ayrılıklarını ve yine aile içinde gizli kalmış ya da gizli kalmış gibi görünen ama herkesin bildiği sırları anlatıyor. Elkabetz kardeşler son derece incelikli olarak yazdıkları senaryonun yanında belli ki yönetmenlik üzerine de ince ince düşünmüşler. Hemen hemen tüm film boyunca tüm sahneler sabit bir kamera önünde gerçekleşip bitiyor. Hatta filmin ortalarından itibaren bu tarza dikkat etmeye başladım ama belki de sadece filmin giriş ve bitiş sahnelerinde kamera hareket ediyor diğer sahnelerde tümüyle sabit. Çoğu sahneler de yakın plan kesmeler başvurmadan tek bir kamera açısıyla başlayıp bitiyor. Üstelik bunu seyirciyi rahatsız etmeyen bir tarzda yapıyor. Doğrusu çok çok iyi bir film olmasa da festival içinde izlediğim iyi filmlerden biri idi Yedi Gün. Kendi açımdan çeşitli ortak noktaları olan Bitmeyen Yürüyüş’e göre yönetmenlik açısından da daha iyi bir filmdi. Doğrusu uluslararası yarışmada bir ödül alabileceğini düşünmüştüm ama jüri benimle aynı fikirde değilmiş demek ki. 21:30 – Ufak bir nefes alma arasından sonra günün bir sonraki filmi Tanık’a (Surveillance) girmeye hazırlanıyorduk beni evinde konuk eden arkadaşımla. Bir miktar geç başlayan filmi beklerken salonun kapısında filmin Türkçe afişini gördük. Demek ki bu da sonradan gösterime girecek filmlerden birisi. Tanık, David Lynch’in kızı Jennifer Lynch’in Helena’yı Sarmak’dan (Boxing Helena) tam 15 yıl sonra yaptığı yeni filmi. İlk filmi bir başarısızlık olarak görülen Lynch’in bu filminde de başarıyı yakaladığını söylemek mümkün değil ne yazık ki. Üç tanığın ifadelerinin izini sürerek iki seri katilin peşinde olan iki FBI ajanının hikayesini anlatan film, aslında bu kısa özet cümlesinin bile yanlışlığını gösterecek bir finale doğru ilerleyen bir yapıya sahip. Aslında buradaki sürpriz unsuru çok zor tahmin edilebilir bir konu değil. Zaten Lynch de sürprizi en sona bırakmadan açık ederek asıl derdinin bu olmadığını da gösteriyor. Onun asıl derdi sırf eğlence için masum insanları durduran onlara eziyet eden polisler, göründüklerinden bambaşka kişiler olan FBI ajanları ve hatta masum ve sevimli bir küçük kızın aklından geçenler. Aslında filmin temel senaryo yapısı hiç fena değil, yönetmenlikte de sınıfı geçen bir düzey tutturuyor Lynch. Ortada olanlar en azından ortalamanın üzerinde bir film için yeterli. Ancak filmin kendi kendini baltaladığı nokta son derece abartılı oyunculuklar bence. Belli ki bu tarzı yönetmenin kendisi istemiş. Yoksa en az 4 oyuncunun bu tarzda oynaması tesadüf olamaz. Zaten filmin sonundaki söyleşide de bu onaylandı. Ama bu oyunculuk tarzı, film sırasında çeşitli gülüşmelerin oluşmasına yol açtı. Halbuki daha gerçekçi bir oyunculuk tarzı ile film çok daha tedirgin edici bir konuma ulaşabilirdi. Filmden sonraki söyleşi B filmlerinin değişmez kötü adamlarından Michael Ironside’la yapıldı. Filmde küçük sayılabilecek bir rolü olan Ironside, filmlerde canlandırdığı kötü adamların tersine son derece sevimli ve hoşsohbet bir insanmış. Zaten kendisi de şiddete karşı olduğunu, oynadığı filmlerde şiddeti bir hastalık olarak yorumladığını vurguladı. Bu filmde Lynch’in özellikle otoritenin yozlaşması üzerinde yoğunlaşmak istediğini belirtti. Bu arada
GÖLGE | KASIM ‘08
Hollywood sinemasının günümüzde geldiği noktadan yakındı, insanları giderek daha az düşünmeye ittiğinden bahsetti. Öyle ki başrole iri göğüslü bir kadın oyuncu koymadığınız zaman para bulmanız son derece zor oluyor dedi Bu arada Üç Maymun’u seyrettiğini ve çok sevdiğini de belirtti. Ancak kadın karakterin gelişiminin yeterli derecede perdeye yansımadığını da söyledi. Söyleşinin eğlenceli anlarından biri de seyircilerden birinin yaklaşık 10 dakika boyunca İngilizce bildiğini ve çevirmene ihtiyacı olmadığını kanıtlamak istercesine uzun uzun bir soru sormasıydı. Daha doğrusu sormaya çalışması. Abimiz aslında tam da yeterli İngilizce bilmediğini ve çevirmene ihtiyaç duyduğunu kanıtladı. Halbuki adam gibi Türkçe sor, çevirsinler değil mi? Ne gerek var bu çabaya. Üstelik sorunun 3. dakikasında zaten ne demek istediği anlaşılmıştı iyi kötü. Neyse ki Ironside iyi adammış da bozmadı, gayet sakin cevabını verdi. Söyleşi sonrası iyice geç olmuş bir saatte eve döndük ve ufak bir muhabbet sonrası yarınki film maratonunda dinç olabilmek için ER’ın sezon finalini izledikten sonra yattık. 18 Ekim Cumartesi: 11:00 – Bir sonraki günün koşturmacası daha erken başlıyordu. Aslında aynı saatte Marisa Tomei’min basın toplantısı da vardı ama biz fani seyircilerin bu tip etkinliklere girmesinin zor olduğunu düşünerek yarışma filmlerinden İyi ki Doğdun Laila (Eid milad Laila / Laila’s Birthday) filmini tercih ettim. 71 dakikalık bu neredeyse orta metrajlı film, geçinmek için taksi şoförlüğü yapan eski bir hakimin, kızının doğum gününde yaşadıklarından hareketle bir Filistin panoraması çiziyor. Bunu da taksiye binen çeşitli müşteriler aracılığı ile yapıyor. Çok başarılı bir film olmasa da kritik bir coğrafyada yaşananları kaba hatlarıyla da olsa çizmesi açısından önemli bir filmdi. Zaman zaman çok acıklı, zaman zaman da trajikomik bir film vardı ortada. Festivalde izlediğim filmler arasında sonunda alkış alan tek film oldu üstelik (sonunda söyleşi olanlar hariç, onlar konuk sahneye çıktığı zaman mecburen alkış alıyordu zaten). 14:00 – Uzunca bir dinlenme arasından sonra günün ikinci filmi olarak seçtiğim film Tokyo Sonata idi. Kendisini korku filmleri ile kanıtlamış olan Kiyoshi Kurosawa’dan bir aile draması beklenmezdi belki ama işte kaşımızdaki tam da böyle bir filmdi. Bu filmin Kurosawa’nın diğer 58
bazı filmleri ile ortak noktası ise ortada yine bir modern büyük şehir yaşamı eleştirisi olmasıydı, üstelik bu kez daha doğrudan. Filmde önce sudan bir sebepten dolayı işinden kovulan ve bunu ailesine söyleyemeyen evin babası ile karşılaşıyoruz. Her sabah işe gidermiş gibi evden çıkıyor, bir şekilde gününü dışarılarda geçiriyor ve mesai saati bittiğinde eve dönüyor. Üstelik Japonya’da bu tip pek çok insan olduğunu da görüyoruz filmde. Evin annesi ise her ne kadar kocasını ve çocuklarını sevse de belki de kendisine bile itiraf edemediği bambaşka hayalleri olan bir kadın. Çocuklar ise iletişimsiz bir genç neslin birer prototipi adeta. Bu karakterlerin öyküsünü birbirine koşut şekilde götüren yönetmen etkileyici bir film çıkarmış ortaya. Filmin sonu ise çok değişik şekillerde yorumlanabilecek bir son. Her şey kötü giderken birden yön değiştiren hikaye gayet gerçekçi bir şekilde iyimser bir son olarak yorumlanabileceği gibi yönetmenin bundan önceki kariyerinden de hareketle fantastik bir anlam yüklenerek de okunabilir ve aslında kötümser bir son olarak da yorumlanabilir. Günün birinde film üzerine daha uzun yazma şansımız olursa bu durumu açarız ama şimdilik Tokyo Sonata’nın iyi bir film olduğunu söylemekle yetinelim. 16:30 – Antalya’daki günlerim sona ermek üzereyken, sondan bir önce izlediğim film, hemen her filmi birbirinden farklı olan Michael Winterbottom’ın yeni filmi Cenova (Genova) idi. Winterbottom, Cenova’da bir ölümün travmasını üzerlerinden atmaya çalışan bir ailenin öyküsünü getiriyor karşımıza (festivalde ismi konmamış böyle bir tema olduğunu söyleyebiliriz belki de). Ama bu kez benzer diğer filmlerdeki kadar kalabalık bir aile değil söz konusu olan. Anne, baba ve 2 kızdan oluşan bir aileden söz ediyoruz bu kez. Annenin henüz filmin başında ölümü sonrasında bunun etkilerini üzerlerinden atmak amacıyla Cenova’ya giden bir ailenin geçirdiği bir yazı izliyoruz. Winterbottom yine kendisi için farklı sayılabilecek bir konuya el atmış. Tarz olarak da sanırım tümüyle dijital kamera ile Cenova sokaklarına çıkıp gerçek mekanlarda çekim yapmayı tercih etmiş. Bu tarz da aslında Winterbottom’a çok yabancı değil. Ortaya çıkan film için başarısız demek mümkün değil ama yönetmenden daha önemli işler bekleyenleri hayal kırıklığına uğratabilecek bir çalışma. 19:30 – Bir başka salonda festivalin öne çıkan filmlerinden Güreşçi (The Wrestler) gösterilirken benim için festivalin kapanış filmi Donmuş Irmak (Frozen River) oluyordu. Üzerine gömülü altyazıdan anlaşıldığı kadarıyla gösterime de girecek olan bu film tam anlamıyla bağımsız
GÖLGE | KASIM ‘08 bir Amerikan yapımıydı. Zaten bağımsızların kalesi Sundance’den de büyük jüri ödülünü almıştı. Film bir şekilde Amerika-Kanada sınırındaki Kızılderili bölgesindeki insan kaçakçılığı olayına karışan biri beyaz diğeri Kızılderili bir kadının öyküsünü anlatıyor. Bir yandan bu iki kadının önce düşmanlıkla başlayan sonra birbirlerine destek olmaları ile gelişen hikayeyi izlerken bir yandan da Amerika’nın en kıyıda köşede kalmış insanlarının hayatına da tanık oluyorduk. Son derece kısıtlı bir bütçeyle çekildiği her halinden belli olan film bunu bir dezavantaj olmadığını, bu şekilde de çok başarılı filmler çekilebileceğini bir kez daha gösteren filmlerden biri ve gösterime girince de izlenmeli. Bu filmle birlikte Antalya için ayırdığım üç gün bitmiş oluyordu. O gece saat 23:30 otobüsü ile Ankara’ya geri döndüm ve ilk Antalya maceramı böyle tamamlamış oldum. Bu Antalya seyahati ile ilgili toplu birkaç not da verelim o halde: • Bu Antalya epey Ankara’ya benziyormuş. En fazla uzaktan bir deniz görünüyor o kadar (Antalya’ya sırf film izlemek için gidip sadece ev-sinema arası yolu ve sinemanın olduğu alışveriş merkezini görünce böyle oluyor). • Bu alışveriş merkezi olayını sevmediğimi bir kez daha anladım. Nerede Antalya’ya özel herhangi bir şey? Yok. Başka şehirlerde olan markalar, yemekler, mağazaların aynısı. • Antalya seyircisi belli birkaç film dışında festivale çok ilgi göstermese de gayet iyi bir seyirciymiş. Birkaç ufak örnek dışında fısıldaşma, konuşma ya da cep telefonu kullanma gibi beni çileden çıkartıcı hadiseler olmadı filmlerde. Gittiğim 12 filmden birinde konuşulmaması, birinde de cep telefonu kullanılmaması uyarısında bulundum o kadar. • Festivale özel mi oldu bilemiyorum ama film son jeneriklerini kesmeyen Antalya Cinebonus’a da teşekkür etmek lazım. • Ünlü konuklardan çoğunu filmleri izlerken göremedim (elbette jüri üyeleri mecburen izledi). Farklı filmleri seçmiş olmamız da muhtemel elbette ama özellikle Nuri Bilge Ceylan belli ki sırf kendi filmini tanıtmak için gelmemiş, filmlerin de takibinde. Kendisiyle epeyce bir filmi aynı salonda izledik. Bu takipçiliğini takdir ettim. • Kendime not: Eğer kısmet olursa sonraki festivallerde kırmızı halılı gala gösterimleri, masterclass ve basın toplantılarına girmek için yöntem aranması gerekecek. Yoksa festivalden dönüşte herkes bir Antalya’ya gittin Kevin Spacey’i göremedin mi diye soruyor. Hasan Nadir DERİN sinemamanyaklari.wordpress.com
60
GÖLGE | KASIM ‘08
Asİ Bİr Ruh Ne Yapar ŞİmDİlerde?...
Metin bu dünyadan göçeli bir yıl oldu. Kolay değildi onsuzluk. Birçok kere öldüğünü unutarak andım onu, İstiklal’de rastlayacağımı düşündüm veya buluşalım, görüşelim diye aramak için elim telefona gitti. Rüyama defalarca girdi kendi üslubunca… Çoğu zaman varlığını hissettim… Şu anda her neredeyse (Araf’ta kıyameti bekliyor olmalı) acayip sıkılıyor, zebani veya meleklerin canına okuyor olabilir. Hemen belirteyim; Metin ne Tanrı’ya, ne öbür dünyaya inandığını söylerdi. Her türlü otoriteye karşı olan birinin böyle düşünmesi normal. Metin asiliği, anarşistliği hücrelerinde dahi taşıyan biriydi. Ben onun durumunu daha çok inançsızlık değil isyankârlık ve kızgınlık olarak yorumluyorum. Metin zehir gibi öldürücü, arı gibi sokucu bir zekâya sahipti. Bu zekâ yöneldiği her hedefi yok edebilirdi. Bu açıdan beyin kanaması ile ölmesi ona en yakışandı sanırım. Yirmi yılı aşkın dostluğumuz sırasında onu herkesten farklı tanıdım. Metin’i zayıf karakterli insanlar rahatsız edici bulurdu, çünkü tıpkı bir ayna gibi her türlü sorunlarını hemen yansıtırdı. Masamızdan ağlayarak veya küfrederek kaçan çok kız, erkek olmuştur. Benim tanıdığım Metin acı doluydu. Melankolikti. İyi insanları hemen tespit eder ve onlarla dostluk kurar ama yapmacık tavırlılara, kompleksli insanlara dayanamaz çok sert davranırdı. Konuşarak öldürebilecek bir insan varsa bu Metin’di işte. Her zaman güçlü görünürdü, sivri dili ile birleşince kimse onun bu tavrının arkasındaki acı çeken çocuğu göremezdi. Arkadaşlığımızın ikinci veya üçüncü yılı içinde bir kere berbat halde rastladım ona, üsteleyince banliyö treninden düştüğünü söyledi. Hâlâ hareket halindeyken inmeye kalkmış. Biraz da içkili olunca dengesini kaybetmiş tabii. Ve o zaman biraz deşince öğrendim ki aşk acısı çekiyordu dostum. Âşık olduğu kız Metin’de gelecek görmemişti. O kariyer yapacak birini arıyordu. Oysa Metin maddiyata önem vermeyen, kariyer hırsı olmayan bir insandı. İyi bir karikatüristti ama belli ki hiçbir zaman zengin olmayacaktı. Metin çoğu zaman toplumun değerlerine toslamıştır. Çünkü o sadece hayal etmez, hayal içer, yer, onu solurdu ama bu para gibi elle tutulmayan değere Türkiye’de her zaman az değer verilmiştir.
*
*
*
Yıl 1986; Bartın’dan İstanbul’a yeni gelmiştim. Beyazıt Sahaflar’da “Çağdaş Sanat Bilimkurgu” diye yeni çıkmış bir dergi buldum. Okudum, ardından telefon ettim ve tanışmaya çağırıldım. Derginin merkezi Kadıköy’de cam işleri satan bir dükkândı. Orada birkaç bilimkurguseverle, en önemlisi Metin’le tanıştım. İlk tanışma yirmi yıl sürecek bir dostluğu başlatacak gibi değildi; daha sonra çok tanık olacağım gibi ısırgan bir saldırganlıkla sohbet etmişti. Isaac Asimov sevgimi sorgulamıştı. Bu tanışmadan birkaç hafta sonra Hürriyet Kelebek’te çalışmaya başladığımda arkadaşlığımız ilerledi, zira onun çalıştığı Çarşaf dergisi de aynı binadaydı. Daha sonra yıllarımız çalışmayla geçti. Çok çalışıyorduk, fazla kazanamıyorduk ama üretiyorduk. Gırgır’da az gecelemedik veya eski Galata köprüsü altında az sohbet etmedik. Özellikle “Mega Metal”i çıkarırken çok eğlendik. Mega Metal’de çizgi roman, heavy metal gruplarının tanıtımları, yerli yabancı grupların röportajları, haberler, köşe yazılarımız vardı. Fotokopi ile çoğaltıyorduk. Paramız yokken ar64
kadaşlar aracılığıyla şirketlerdeki fotokopi makinelerini bile kullanıyorduk. Metin’le geçinmek zordu. Yirmi yıl içinde o kadar çok küstük barıştık ki sayamam. Ama şu var ki sahte insanlar arasında bir vahaydı o. Bazen onu turnusol kâğıdı gibi kullanırdım. Mesela iş yapacağım biri var, Metin’in de olduğu bir ortamda buluştuk mu ak mı kara mı hemen belli olurdu. Metin’in sivri dili birkaç dakika içinde tüm foyaları dökerdi. Metin bu dünyadan göçeli bir yıl oldu ama unutulmadı. Birkaç ay önce anısına yapılan toplantıya gitmiştim. Orada yarım bıraktığı filmi “Baltam Gelecek Kellem (Kellen değil mi?) Gidecek” ve hakkında bir belgesel gösterildi. Röportajı vardı. İşin komik tarafı benim de bulunduğum bazı konuşmalar belgesele konmuştu. Her zaman olduğu gibi kavga ediyorduk. Bir yıl geçti dostum sen bu dünyadan göçeli. Senin asiliğin bana bulaşalı çok oldu. Senin sadece dostum olmadığını, hayal dünyasındaki rehberim, öğretmenim olduğunu da biliyorum artık. Sen gideli daha az konuşuyorum insanlarla. Her şey için teşekkürler.
Orkun UÇAR www.derzulya.com
GÖLGE | KASIM ‘08
YERALTINDAKİ AMAZON
Sevgili Metin Demirhan bir dükkânı kapayıp diğerini açardı ama bugün özellikle İstanbul’da gözlenen gerçek büyük tehlikenin işaretiydi aslında. Bağımsız kitapçılar ve müzik dükkânları tıpkı video kiralayan dükkânlar gibi yavaş yavaş siliniyor. Hepsini bir arada sunma amacını taşıyan zincirlerin şubeleri tüm köşelere yerleşti. Artık birileri ne okuyacağımıza, ne izleyeceğimize ve ne dinleyeceğimize bizim adımıza karar veriyor. Büyük bir kitle ise bu durumdan hiç şikâyetçi değil. “Çok Satanlar” arasından seçim yapmayı, reklâm anlaşmaları sonucu vitrine çıkanlarla yetinmeyi giderek kabulleniyoruz. Hâlbuki aradıklarını o dükkânlarda bulamayanlar için alternatif dükkânlar ne kadar çok önemli. Bugün mesela sayısı giderek azalmış müzik dükkânları sayesinde küçük plak şirketlerinin dışarıda bile zor bulunan albümlerine ulaşabiliyorsunuz. Beyoğlu’nun ünlü sahafları arayıp da bulamadığınız bir kitabı merdivenle çıkılan üst katlarda rahatlıkla bulunabiliyor. Bir de filmler var tabii! Kitapları ve filmleri yarım kalan Metin Demirhan’ın dükkânları internet öncesinde bile Amazon sitesi gibiydi. Uzun süredir aradığınız, artık üzerine okumaktan sıkıldığınız bir filmi tozlar arasında eğilerek uzanır ve mucize gibi elinize tutuştururdu. Keşke yeni Atılgan’lar, Deep Red’ler açılsa. Ne de olsa birilerinin tuhaf zevkleri var ve tuhaf zevkleri olan insanların en büyük buluşma ve tatmin noktası bu dükkânlar oluyor. Keşke biri “Demirhan” diye bir yer de açsa!
Serdar KÖKÇEOĞLU
RENKLERDEN METİN’Dİ... Metin gideli 1 sene olmuş. İnanamadım. Emin misiniz, diye sordum Gölge’deki arkadaşlara... Eminlermiş tabii, bendeki de laf işte. Metin’in sevebileceği ya da yönetmenine küfür edebileceği pek çok film seyrettim bir yıl içinde. Keşke o da izleyebilseydi de küfür etseydi. Az çok bizim kafadakilerin ölümle ilgili derdi biraz da çekilecek filmleri seyredemeyecek olmak değil midir? İlla ki Metin’in de öyleydi. Bu popüler kültür işlerine gönül verenler en iyi biliyorlar... Metin gidince hayatımızın bir rengi de yok oldu. Tıpkı Sadi Konuralp vefat ettiğinde olduğu gibi. O rengin yokluğunu hissetmek bile bir ayrıcalık ama. O his hayatınızın bir yerinde o rengi gördüğünüz anlamına geliyor. Metin gidince, tıpkı bin kişinin takip ettiği bir dergi kapandığında (mesela Geceyarısı Sineması gibi) o bin kişinin hayatında oluşan türden bir eksiklik oluştu hayatımızda. Fark, yeni bir dergi çıkabilir o eksikliği kapatacak ama Metin bir daha dönmemecesine gitti ve ardında telafi edilemez bir boşluk bıraktı. Metin gideli 1 sene olmuş. Kötü filmler çekildiği sürece hatırlayacağız Metin’i. Korku filmleri olduğu sürece... Çizgi romanlar var olduğu sürece... Biz hayatta olduğumuz sürece…
Kaç kişi bu kadar uzun süre hatırlanacak biri olma şansına sahiptir ki...
Gittiği yerde film izliyordur belki şimdi, yanı başında sevdiği sinema suretleri... Belki de bizi seyrediyor ve yazdıklarımızı görünce bir kötü adam kahkahası atıyor yüksek volümlü... Ege GÖRGÜN www.tersninja.com
GÖLGE | KASIM ‘08
“BU NE BİÇİM FİLM BÖYLE!”
Atılgan Kült Shop hayatımdaki dönüm noktalarından biridir. Atılgan ve Metin Demirhan’la tanışmam 18 yaşında olmuştur. Şimdi keşke daha erken olsaymış diyorum kendi kendime. Atılgan Kült Shop’a gittikten sonra sinema zevkimde ve asıl önemlisi, hayal dünyamda köklü değişiklikler oldu. Japon anime klasikleri, Cronenberg, Zulawski, Takashi Miike, Walerian Borowczyk, Lucio Fulci, Dario Argento, Eraserhead, Braindead ve 80’lerin İtalyan vahşet ve yamyam filmleri... Alt kültür ve sanat sinemasına gözlerimi açtıran yerdir Atılgan. Bugün hayatıma damgasını vurmuş olan bu yeni denizlere yolculuğum Atılgan’da başladı. B-movie ne demek orda öğrendim. Fanzin ne demek orda öğrendim. O güne kadar dalga geçtiğim 70’ler ve 80’lerin Türk Fantastik Sineması’nın aslında nasıl bir değer olduğunu orada öğrendim. Bütün bunların yanında, zamanında epey büyülenmiş olmakla beraber Metin Demirhan’a hiçbir zaman hak ettiği saygıyla bakmadığımı hatırlıyorum. Atılgan’a gidip Metin abiyi ilk gördüğümde, açıkçası olayı kavrayamamıştım diyebilirim. Ucuz bir dükkân, içerde bir sürü korsan VCD, sararmış posterler, fotokopi makinasından çıkmış küçük dergiler... O posterler en çok hoşuma giden şeyler olmuştu. Geri kalanına biraz küçümsemeyle bakıyordum hep. Metin Demirhan masasında dağınık saçlarıyla otururdu hep. Ne para kazanma hırsı, ne de o dükkânı daha güzel yerlere taşıma hırsı olmadığı o şehlâ gözlerinden okunuyordu. Yanımızda kız arkadaşlarımızla dükkâna geldiğimiz zaman, bizi ikinci plana atıp, kızlara özel bir ilgi gösterirdi. O zamanlar ne Fantastik Türk Sineması üzerine kitap yazdığını, ne de karikatürist olduğunu biliyordum. Dükkânını soyan bir hırsızın robot resmini pat diye iki dakikada çizdiğini ise hiç bilmiyordum! Kapağına bakıp ta ‘bu ne biçim film böyle ya’ diye içimden geçirdiğim filmleri bana dakikalarca anlatarak satmaya çalışırdı Metin abi. Beni acaba kazıklamaya mı çalışıyor, elinde kalmış bu kimsenin izlemek istemeyeceği filmleri bana kakalamaya mı çalışıyor, diye düşündüğümü hatırlıyorum. Daha geçen sene, arkadaşım Mehmet Kösemen’in evinde iki tane VHS kaset gördüm. Cüneyt Arkın’ın ‘Ölüm Savaşçısı’ ve şu an adını hatırlayamadığım, nerdeyse yüzde ellisi aynı görüntülerle oluşturulmuş o diğer, ninjalı Cüneyt Arkın filmi. Kapaklarını Metin Demirhan kendi elleriyle boyamış, birer ninja çizmiş. Aynı filmdeki gibi pala kılıçları da var. Metin abi iki çizgiyle o ucuz ama fantastik havayı aynen vermiş. Kasetlerin arkasına da birkaç cümleyle bu filmlerin kült değerlerini çok güzel açıklamış. Hayran oldum! Bir gün dört tane film seçtim ve kasaya geldim. Metin abi yanındaki yaşlı bir arkadaşıyla ufak eski bir televizyonda acayip bi film izliyordu yine. Uzun uzun o filmi izlediğimi hatırlıyorum. Arkasını dönüp de benimle ilgilenmedi. Bekledi. Ben de bekledim. O filmi beraber bir on beş, yirmi dakika seyrettik herhalde. Sonra Metin abiye filmleri ve kredi kartımı uzattığımda “Oğlum underground’da kredi kartı geçer mi lan,” diye azarlar tonda bir laf edip, ardından da basmıştı kahkahayı. Yıllar geçti Atılgan, önce yan taraftaki iş hanında, yerin altında iyice köhne bir yere taşındı, ardından Metin abi’yi hiç görmez oldum, birkaç yıl sonra da acı bir sürpriz, ölüm haberini aldım. 68
Bu sene Londra’da Türk Korku Sineması üzerine Master tezimi yazarken, Metin Demirhan’a teşekkür ederek başladım yazıma. Yine bu sene Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde korku filmi festivallerinde, çektiğim kısa korku filmi SANDIK ile dolaşırken aklımın bir kenarında hep Metin abiye teşekkür ediyorum. Elimde SANDIK’ın bir DVD’si ile Atılgan’a girip, onu Metin abiyle beraber izlediğimizi hayal ediyorum. Bana ufak tefek bir iki övgü dolu söz ettiğini, filmdeki hatalarla dalga geçtiğini ve bir sonraki projem için bana yardımcı olmak istediğini düşünüyorum. Zamanında onu bu kadar az tanıdığım için üzülüyorum. İleride Türk Sineması’na ciddi bir korku filmi kazandırırsam, bunu her şeyden çok Metin abi’ye izletecekmiş gibi yapacağım.
Belki de hakikaten izler bir şekilde, belli olmaz.
Can EVRENOL
GÖLGE | KASIM ‘08
Nostromo Macerası
Sene 1998! Dayımın İstanbul’daki evinde gece yarısı tavanı seyrediyorum. Heyecandan uykum kaçmış ve kalbim küt küt çarpıyor. Yarın Atılgan’a gideceğim. Metin Demirhan ve Giovanni Scognamillo ile tanışacağım. Çalışmalarımı göstereceğim. Yaşadığım coşkuyu gerçekten kelimelerle ifade edemem. Birkaç hafta önce, birden bire başladı bu macera. Yaz tatilinde, İzmir’e geri döndüğüm sırada, Kıbrısşehitleri Caddesi’ndeki İletişim Kitapevi’nde Nostromo’nun ilk sayısı ile karşılaştığım anda kafamda bir kıvılcım çaktı. Aslında bir arkadaşım göstermişti bana Nostomo’yu;
“Bak, böyle bir dergi var gördün mü? Bilim-kurgu dergisi, yazılar çok güzel.”
Bu yazıyı okuyan ve okuyacak arkadaşların arasında daha önce Nostromo’yu duymamış olanlar için bir not düşme ihtiyacını duyuyorum. Nostromo, 1997 ile 1998 seneleri arasında üç ayda bir yayınlanan, (gecikmeli bir bilim-kurgu kısa öykü yarışması özel sayısı ile birlikte dört sayısı çıkmış) Giovanni Scognamillo’nun editörlüğünü, Metin Demirhan’ın da yazı işleri müdürlüğünü ve genel yayın yönetmenliğini yaptığı “underground” bir bilimkurgu dergisidir. Metin Demirhan, o döneme kadar bir fanzin “Guru”su olarak tanınıyordu. Ve asla Nostromo’yu bir fanzin olarak kabul etmezdi. Nostromo’yu bilim-kurgu sineması, edebiyatı, çizgi romanı ve kültürü üzerine yazıların paylaşılacağı ciddi bir yayıncılık örneği olarak görüyordu. Derginin makyajının fakir olmasının sebebi ise sadece Türkiye yayıncılık camiasının tercihlerine yönelik ekonomik bir sorundu. Alternatif kültürler üzerine odaklanmış ve bin bir güçlükle çıkartılan diğer yayınların da karşılaştığı bir problemdi bu. Scognamillo ve Demirhan’ın, Nostromo’dan sonra ortaya koydukları, Fantastik Türk Sineması gibi eserler, bu ikilinin ne kadar engin bir vizyonu olduğunu sergileyen yapıtlardır kanımca. Nostromo, Ridley Scott’ın Alien filmindeki uzay gemisinin adıydı. Demirhan’nın senelerce Atlas Pasajı’nda işlettiği, her türlü çizgi roman, film, müzik, poster ve efemeranın bulunduğu dükkânına verdiği Atılgan adının temsil ettiği umut dolu, aydınlık değerlerin aksine, Nostromo, bilim-kurgunun daha karanlık tonlarını barındıran bir dergiydi. Nostomo ile ilk karşılaştığımda, henüz bıyıkları terlemiş bir üniversite ikinci sınıf öğrencisiydim. Kafamda geleceğe yönelik bin türlü plan ve umut vardı. Nereye saldıracağımı, ne ile uğraşacağımı bilemiyordum. Bir an ayranım kabarıyor, bir çizgi roman projesi uyduruveriyordum. Çizmeye başlarken canım sıkılıyor, kendimi yetersiz hissediyor ve başladığım işi yarım bırakarak yeni hedeflerin peşinden koşuyordum. Genellikle hikâye hep aynı seyirde devam ediyordu. Yeteneğim ve yaratıcılığımın sınırlarını anlayamıyor, düşlediklerim ve yapabileceklerim arasındaki orantıyı bir türlü kuramıyordum. Genellikle hissettiğim tek bir yoğun duygu vardı; yalnız olduğumu, bir türlü anlaşılamadığımı düşünüyordum. Bu ülkeye ve bu zamana ait değildim. Yaşadığım şehirden, yaptığım işten, çevremdeki insanlardan bambaşka bir şeylere layık olduğuma inanıyordum. Ancak bu çok değerli hazineleri hak etmek için neler yapmam gerektiğini bir türlü kestiremiyordum. O yaz günü, kitapçıda dergiyi elime aldığımda, o kendini bilmez müşkülpesentliğimle uzun uzun incelediğimi hatırlıyorum. Kapağında Empire Strikes Back’dan Luc Skywalker’in Yoda’yı sırtında taşıdığı sahne vardı. Nostromo’nun kapağı renkli ve kuşeydi. İçi ise siyahbeyazdı. Ancak sayfaları saman kâğıda değil, birinci hamur, düşük gramajlı beyaz kâğıda basılmıştı. Resimler fotokopi gibi durmuyordu, genel tasarımı ise Hayalet Gemi veya Geceyarısı Sineması gibi amatör ama pek düzenliydi. Yazıları harikuladeydi ve kesinlikle bir Rock-Punk fanzini değildi. Kendisini ciddiye alan bir “Genre” dergisi görünümündeydi. Nostromo’yu elime aldığımda yalnız olmadığımı hissetmiştim ve o güne kadar ilk defa kafamda bir “net-work” kurma fikri belirmişti. Eğer yazı-çizi işiyle uğraşıyorsanız, sizinle aynı 70
M. Korkut Öztekin’in çizdiği Nostromo 3. sayı kapağı.
GÖLGE | KASIM ‘08 kafadan olan ve aynı biçimde takılan insanlarla veya örnek aldığınız ustalarla tanışmanın, hele ki beraber çalışmanın ne kadar önemli bir deneyim olduğunu anlarsınız. Ancak en zor olanı, o ilk adımı atmaktır. Camiada belli bir yere ulaşmış herkesin bir ilk adım öyküsü vardır; Kapısını çaldığı birileri; çalışmalarını gösterdiği ve kariyerine ilişkin tavsiyeler aldığı birileri vardır. İşte benim hikâyem de böyle başlıyor. Derginin iç kapağındaki irtibat numarasını aradım. Güzel bir kadın sesi beni karşıladı. Çalışmalarımı sunmak ve tanışmak istediğimi dile getirdim. Randevulaştık. Böylece İstanbul’a gittim. Bir cumartesi günü, elim ayağım buz kesmiş bir halde, ancak kendimden pek de emin görünmeye çalışarak Atılgan’ın kapısını tıklattım. Kalabalık, küçücük bir dükkândı Atılgan. Bin bir çeşit acayip hediyelik eşyanın satıldığı Atlas Pasajı’nın derinliklerinde, içeride, sol köşedeydi. Yerden tavana kadar yığılmış dergiler, çizgi romanlarla doluydu. Vitrini ve müsait olan birkaç duvar köşesi tamamen B sınıfı filmlerin posterleri ile kaplanmıştı. Küçük, saklı bir cennet, bir kurtarılmış bölgeydi. Telefonda konuştuğum bayan Nilgün Birgül’müş; Metin Demirhan’ın ortağı. Sonra Demirhan çıka geldi. Müşterileri ile ilgileniyordu. İnce plastik poşetlerin içinde sakladığı çizgi romanlardan birini gösteriyordu. Marquise De Sade, misafirlerine işkence etmek için onlara sımsıkı bir kesekâğıdı kılıf içine dikkatle yerleştirilmiş kalın ciltli bir kitap sunarmış. Misafir kitabı alıp baktıktan sonra aynı şekilde kesekâğıdına yerleştirmeye çalışırmış. Hemen hemen bütün misafirler, kitabı sokmaya çalışırlarken kesekâğıdını yırtarlarmış ve çok mahcup olurlarmış. Sade, onların bu telaş anını izlemekten büyük keyif alırmış. Atılgan’daki hemen hemen bütün dergiler böyle torbaların içinde saklanıyordu. Ve yukarıdaki öyküyü bana anlatan Metin Demirhan, büyük ihtimalle müşterilerini çırpınırken seyretmekten Sade gibi çocuksu bir keyif alıyordu. Demirhan, benimle sol elini uzatarak tokalaştı. Sağ eli genellikle hep kotunun cebinde duruyordu. Sonraki zamanlarda, bunun sebebinin çok da açık etmek istemediği küçük bir sakatlıktan kaynaklanmış olabileceğini düşündüm ve asla üzerine gitmedim. Buna rağmen Metin Demirhan, araştırmacı, koleksiyoner kimliğinin yanında düzgün bir strip çizeriydi ve dahası bizim iki elimizle torbalarına geri sokamadığımız onca dergiyi o tek eliyle, müthiş bir maharetle idare edebiliyordu. Nilgün ve Metin, çalışmalarımı incelediler. Bana büyük cesaret verdiler. Dergi için neler yapabileceğim üzerinde konuştuk. Birkaç gün sonra da Scognamillo’nun kendisi ile tanıştım. O zamanlar Scognamillo’nun bu memleketin kültür dünyası için çok önemli bir isim olduğuna inanıyordum. Şu an da bu inancım değişmiş değildir. Scognamillo’nun, alternatif türler ve sinema üzerine her türlü üretimde bulunan bütün aydınlarımız için vazgeçilmez bir hazine olduğunu düşünüyorum. Scognamillo ve Metin Demirhan gibi kişilikler, bu toprakların çınarlarıdır. Onlar gittikten sonra yerlerine yenileri yetişir mi, yetişse de işlerini onlar kadar tutkuyla, savaşarak ve çırpınarak yaparlar mı, şüpheliyim. Nilgün, Metin, Giovanni ve ben, oturduk, konuştuk. Benim Nostromo’ya kapak çizebileceğimi söylediler. Hafif bir anevrizma yaşadım, ruhum bedenimden yükseldi ve olan bitenleri gümüş bir kordonun ucunda gökyüzünden izlemeye başladı. Heyecan çok iyi bir motivasyon kaynağıdır, ancak korku ile birleşirse elinizi kolunuzu bağlar. Benim heyecan katsayım, o gün yaşananların ardından tehlikeli boyutlara yükselmeye başlamıştı. Benim için bu birinci ligdi, mahalle maçı değil. Scognamillo ve Demirhan’ın bana bir kompozisyon önerdiler; solda Ripley, sağda Barbarella, ortada Vampirella-ki bu sonuncusunu Scognamillo en çok seviyordu-. Çizmeye başladım. Füzen ve kurşun kalem kullandım. Ancak sonuçtan nefret ettim. Gelen tepkiler de daha çok çalışmam gerektiği üzerineydi. Bu arada Nostromo’nun ikinci sayısının kapağında Simon Bisley’in FUKK karakterinin bir pin-upı basıldı. Scognamillo, bilim-kurguda kadın, cinsellik ve erotizm konulu bir yazı dizisi hazırlamıştı. Üçüncü sayı için mutlaka dişe dokunur bir şeyler yapmak zorundaydım. Aynı kompozisyonu bu kez daha alışık olduğum formatta, kurşun kalem ile A4 kâğıt üzerine çalıştım. Zafer! Çok beğenildi, ancak siyah-beyaz olması can sıkıyordu. Zaten siyah-beyaz olan Nostromo’nun tek renkli yeri kapağıydı ve çoğu zaman kapak, dergiyi satardı. Deseni içeride kullanmaya karar verdiler. Kapak hâlâ boştu ve 72
benim renkli bir çalışma üretmem bekleniyordu. Belki “renkli çalışma” benim alanım değildi. Belki ben sadece siyah-beyaz, tire işlerde iyiydim. Renk teorim zayıftı, teknik uygulama konusunda tecrübesizdim ve bu birinci ligdi. Bu arada guaj çalıştım. Arkasındaki duvarda bir samuray illüstrasyonu olan, siborg bir geyşa çizdim. Daha henüz cinsel olgunlaşmamı yaşamakta olan bendeniz için erotik temalı bir resim yapmak da sorundu. Metin’in yorumları olumlu oldu. Sonra, çıplak bir dansözün kanını yalayarak emen bir oryantal vampir deseni yaptım ve Scognamillo’ya hediye olarak yolladım. Herkes çok sevdi. Ardından Cthulhu’nun Çağrısı temalı “Konsey” adlı illüstrasyonumu bitirdim. Kocaman ozalite çıkış alarak Metin’e yolladım. Metin, telefonda benimle dalga geçmişti; “Beğenmez olur muyuz, dükkâna asıcam ben bu resmi.” Sonra, Ankara’da âşık oldum. Karmaşık duygular, anlamlandıramadığım düşüncelerle kâğıdın başına geçtim. Hemen hepimizin bildiği gibi, aşk bir çeşit hâkimiyet oyununa benzer. Kadın ve erkek arasında gelişen cinsel gerilim, coşku dolu bir dansa evirilebileceği gibi dehşet dolu bir kavgaya da dönüşebilir. İsteyenle istenen arasında oynanana köşe kapmacada sizin hangi tarafta olduğunuz, kendiniz nasıl tanımladığınız, ilişkinizi ve yaşadıklarınızı daha kolay betimlemenizi sağlar. Bu duygular, kadın, cinsellik ve erotizm temalı bir dergiye kapak illüstrasyonu üretmeye koşullanmış amatör bir çizer için aslında oldukça faydalı ipuçlarıydı. Resmi, 35x50 resim kâğıdına çini mürekkep ve guaj boya ile yaptım. Teknik hâkimiyetim hâlâ çok yeterli olmadığı için ortaya çıkan iş “Pulp” bir görünümdeydi. Bu amaçladığım bir şey değildi, ama sonuçtan memnundum. Resmi, Metin’e yolladım. Metin, resmimi üçüncü sayıda kullanacaklarını söyledi. Dünyalar benim olmuştu. Kapağım, çevremde değişik tepkilerle karşılandı. Takdir ve iltifatlar kadar türlü dedikodular da kulağıma ulaştı. Neyin dedikodusu yapılacaksa? Ancak aşkın ve vasat ufuklara doğru yelken açan ders notlarının arasında kafası bulanmış toy bir gencin bunları çok da aklına takacak vakti yoktu. Metin kanalıyla İstanbul’dan türlü teklifler gelse de ben bunları değerlendiremedim. Okulumu ve derslerimi tercih ettim. Metin, “Sen bir sanatçısın,” demişti. Belki başka bir yolu izlemem gerektiğini o da fark etmişti. Metin Demirhan’la sohbetlerimiz bir süre daha, araları git gide açılan telefon konuşmalarıyla sürdü. İstanbul’da ve Dünya’da nelerin olup bittiğini ondan öğrendim. Sonra koptuk. Ayrı şehirler ve ayrı hayatlar; aynı şehirde yaşayan arkadaşlar bile bazen öylece kopabiliyorlar. Sonra Atılgan’ın kapandığını, Atılgan’ın taşındığını duydum. Sonra Atılgan ve Nostromo macerasına ilişkin anılarım, bu yazıyı kaleme almaya karar verdiğim ana kadar sirojenik bir tabutta, puslu bir uykuya gömüldü. Artık Metin yok. Benim onunla bu dünyada yeniden bir araya gelme şansım da böylece tükendi. Yaptıklarımı ve yapmadıklarımı telafi etme fırsatı yok artık. O ana dair yaşadıklarım, hayatın, zamanın ve umutların gelip geçerliği üzerine bir anekdota dönüştü. Tek temennim ve tesellim, yaşamın üzerime salacağı vahşi köpeklere karşı, en az Metin kadar metin olabileceğimi bilmek, her şeye rağmen üretmeye ve inandığım şeyleri ısrarla sevmeye devam edeceğimin sözünü verebilmek. Bize armağan ettiğin bütün güzel anılar, keyifli oyuncaklar, ışıltılı çizgi romanlar için teşekkürler Metin. Umarım, Atılgan’ın aydınlık güvertesinde, daha önce hiçbir insanın gitmediği topraklarda huzurla yol alıyorsundur. Sevgilerle,
Mehmet Korkut ÖZTEKİN
GÖLGE | KASIM ‘08
SEVGİLİ METİN DEMİRHAN ARAMIZDAN AYRILALI KOCA BİR YIL GEÇTİ… Öldüğüne o zaman inanmamıştım ve hâlâ inanmak istemiyorum. Bu kadar neşesi ve projesi olan bir insanın böyle aniden çekip gitmesini kabullenmek zor… Öteki Sinema Blog’a her post attığımda mail kutuma hâlâ ondan gelmiş bir “Olmamış bu yazı, iyi başlamışsın ama sonunu getirememişsin!” azarı gelmiş mi diye bakıyorum. Onun verdiği ilhamla ve ona verdiğim sözle “fantastiğin sineması”nı ısrarla yazmaya devam ediyorum. Bana en bıkmış anımda verdiği güç ve samimi destek için binlerce teşekkür. Huzur içinde yatsın… Ama vefatından hemen sonra ve hâlâ kızdığım bir şey vardı ve hâlâ da bunu düşündükçe boğazım düğümlenip yumruklarım sıkılıyor. Metin ağabey hastaneye yattığında sosyal güvenceden yoksun oluşu ve bizim bloglarda çırpınarak yardım arayışımız isyanın ilk halkası idi. Memleketin fikir ve kültürüne bu kadar emek vermiş, “Fantastik Türk Sineması”, “Erotik Türk Sineması” gibi Kabalcı’nın en çok satan kitaplarına imza atmış bir kalem neden böyle bir destekten yoksun kalırdı? Mercedes’le gezenlerin bile yeşil kartının olduğu memlekette sanatçıya verilen önem bu kadarmış, diye sitem ettik yazılarımızda… Oyunun ikinci perdesi ise Metin ağabey öldükten sonra oynanmaya başladı. TV programlarını parsellemiş, festival gediklisi, onlardan başka hiç kimsenin sinemayı bilmediğini sanan züppe eleştirmen takımımız. Antalya Film Festivali kokteyllerinde içtiklerinden daha ayılamamış olsa gerek ki tek bir kelam bile etmediler. Metin ağabeyin desteklediği birkaç blog, Hayal Saati gibi alternatif siteler… Ulusal basında vefa gösteren tek isim Yeni Şafak’ta yazan muhafazakârlığı yüzünden çoktan aforoz edilmiş Ali Murat Güven oldu. Çok güzel bir veda yazısı ile uğurladı Metin ağabeyi ve her daim yazılarında andı. Diğerleri hiçbir şey olmamış gibi “tabii ki de bu filmi hiç beğenmedik!” tadında her şeyin içinden kendi egolarını fışkırtmaya ve elitlerinin cilasını parlatmaya devam ettiler. Metin Demirhan’ı ölümünün ilk yılında özlem, sevgi ve rahmetle anıyorum. Öteki Sinema onun verdiği el ile yürümeye devam edecek ve başkalarının sevmediği “dandik” filmleri yazmaya devam edecek… Metin’e son sözüm; cennettekileri ayartıp bitirsene şu “Baltam Gelecek Kellen Gidecek”i be ağabey!
Murat Tolga ŞEN www.otekisinema.com
KENDİ FANTASTİK DÜNYASINA UÇUP GİDEN BİR ÇİZER: METİN DEMİRHAN Aynı yollardan geçmiş olsak da Metin Demirhan’la birlikte çalışmadık hiç. Aramızda topu topu 2 yaş varmış. Çarşaf dergisinden yetiştiği günlerden tanımıştım onu. Sonra Gırgır-Fırt-Avni-Dıgıl yıllarından. Bir kaç kez Beyoğlu’nda ayaküstü sohbetimiz oldu. Pasajdaki film afişleri dolu dükkânına yolum düştü bir kaç kez. Onu geçtiğimiz yıl henüz 42 yaşında yitirdiğimiz 1 Kasım 2007 tarihinde biz karikatürcü-mizahçı takımının yüzüne bir acı gerçek daha tokat gibi çarptı. Çoğu kurduğu kendi naif dünyasında yaşayan biz karikatürcülerinçizgi romancıların-mizahçıların maddi hayat karşısındaki çaresizliği... Sizi adam yerine bile koymayan bir ülkede böylesine ince işlerle uğraşma hastalığı hepimizin damarlarını saran. Televizyona dizi yazıp, yazar ya da yapımcı olarak hayatını kurtaran, ya da dergi sahibi olarak fazlaca düze çıkan beş-on kişinin dışında kalan yazar-çizer takımı maddi anlamda bin bir güçlükle sürdürmektedir bu akla ziyan ülkede yaşamını... Metin’in herhangi bir sosyal güvencesi olmadan, Yeşil Kart çıkartma peşindeyken bu boktan dünyadan yitip gitmesi, yıllardır dam üstlerinde turlayarak, içinde fazlaca biriken hüznü dağıtmaya çalışan bendenize de, tokat gibi çarptı doğrusu... Ne de olsa onunla benzer bir güvencesizlik içinde yaşamaktaydım yıllardır... Haybeye mi atmıştım kendimi sanıyorsunuz bu damlara? Sevgili Metin Demirhan da kendine özgü naif bir dünyanın adamıydı pek çok çizer gibi. Kendi yarattığı o fantastik ve naif dünyanın içinde üretti, yaşadı ve hızlı bir şekilde galaksi değiştirdi... Kendine özgü bir dünya kurmuş olduğu için çizgisi de bu kendine özgü dünyaya uygun bir hal almıştı Metin’in. Geniş mi geniş bir hayal dünyasının içinde süzülüverdi kalemiyle… Gezegenler arasında yol aldı, trafikte bile yol alınamayan bir ülkenin insanı olarak… Dünyadan bihaber yaşanan bir düzende o kendi fantastik dünyasını koza gibi ördü. Pek çok Fanzin dergi yaptı. Bu işin kuralıdır bu. Çocukluğumu anımsadım birden. Elle hazırladığım sayısız dergiyi. Fotokopiyle bile lise yıllarında yanışmış bir kuşağız biz. Fanzin dergilerde, mizah dergilerinde yapmaya fırsat bulamadığı işlere yöneldi. Bilim kurguya olan merakı çizgisine de bu fanzinlere de yansıdı. Yıllarca Beyoğlu’ndaki pasajlarda çıktı karşımıza. Karikatürcülüğüne de yansımıştı fantastik dünyası. Çizgi romanlarına da… Yanlış ülkede, yanlış iş yapma hatasına kapılmıştı hepimiz gibi. Onun çizgi dünyasını besleyen Fantastik Sinema’ya da delicesine tutkundu. Metin Demirhan arkadaşımız, “Damdaki Mizahçı” adlı kişisel blogumun da, pek çok çizer-yazar arkadaşın katkısıyla can bulan blogumuz “Mizahhaber”in de iyi takipçilerindendi. Ara ara mail atardı. Fantastik sinema adına yaptığı blogların haberlerini iletmişti kardeş blogumuz Mizahhaber’e bir ara... Onun Giovanni Scognomillo ile birlikte hazırladığı “Erotik Türk Sineması” yayınlandığında ben de epeyce uzun yıllar üzerinde çalıştığım “Araya Parça Giren Yıllar” adlı kitabımla uğraşıyordum. Türk sinemasının 1974-1980 arası dönemini bize ilk anlatan sinema yazarı Agah Özgüç ise de, sonrasında Metin Demirhan’la, Giovanni Scognomillo’nun ve benim kitaplarımdan başka pek bir kaynak bulamazsınız bu ülkede. Çünkü o yıllar sanki yaşanmamış gibi üstünü örtmüştür Türk insanı... Bu ülke yaşadıklarını yaşamamış gibi örtmeyi-kapatmayı pek sever ne de olsa… Onun aramızdan ani uçuşu Türk mizahının bir başka özgün ustası Zeki Beyner’i getirdi birden aklıma... Hiçbir sosyal güvencesi hatta ve hatta hiçbir akrabası olmadan bundan 6 yıl önce aramızdan ayrılan Zeki Beyner’i... Zira “DAMDAKİ MİZAHÇI” adlı blogumda yazdığım bir “Zeki Beyner” yazısı sonrasında 8 Eylül 2007 tarihinde Metin Demirhan, bana aşağıdaki şu hüzünlü maili yollamış, ben de bu mektubu “Damdaki Mizahçı”’da yayınlamıştım...
GÖLGE | KASIM ‘08
Boktan Dünyaya Veda...
Şöyle diyordu Metin Demirhan o mektubunda:
“Sevgili Cihan Demirci; Beni neredeyse 25 yıl öncesine götürdün. Zeki Abimle beraber... Ağlamamak için zor tutuyorum kendimi. Ne desem bilemiyorum. Zeki Abi geliyor gözümün önüne; önündeki saman kâğıda eskiz karalıyor. Uzun uzun... Ve boyuyor onları rengârenk... Ekolinlerle, guajlarla... Sigara içiyor fosur fosur. Sigara tutan eli çenesinde, dirseği masada… Dalmış çizmeye. Sigaradan tüten dumanlar, darmadağınık ve yukarıya dikilmiş saçlarının arasından süzülerek geçiyor. Sanki kafası tütüyor Zeki Abimin... Göz göze geliyoruz ve utangaç bir çocuk gibi başını önüne eğiyor çizmeye devam ediyor... Yazı için çok teşekkür ederim tekrar. Bu boktan dünyada bana mizahın bu eşsiz güzelliğini anımsattığın için de ayrıca teşekkür etmek istiyorum... Selamlar, saygılar...” Benden de sana selamlar ve saygılar sevgili Metin... Şu boktan dünya filminden umarım çok keyif alacağın, gönlünce bir fantastik filme geçersin oralarda... Giden gidiyor, gerisi hikâyedir dostlar… Metin gideli de bir yıl olmuş bile… Son bir kaç yıl da ne çok özel insan yitirdik bu akla ziyan coğrafyada. Yaşamların kazara sürdüğü, hayata bile kazara gelinen bu absürt ötesi, şaka misali ülkede kısacık yaşamın iz bıraktı ya, önemli olan da bu değil mi? Kısacık ömrünce fantastik olamamış hayatlarımıza kattıkların, yaptıkların, yazdıkların, çizdiklerin için de ayrıca teşekkürler... Yakın ya da uzak bir gezegende günün birinde görüşmek üzere… Cihan DEMİRCİ damdakimizahci@gmail.com
76