Şubat 2009 Sayı 17
KAPAK İÇİ YAZISI
Merhaba Sevgili Gölge Okuyucuları, Destekçileri,
On altı sayı geride kaldı ve on yedinci sayıda bendeniz, Rıdvan Şoray, bolca illüstrasyon çiziktiriverdim - çok boş vaktim varmış gibi. Gölge Dergisi Yayın Kurulu’ndan Ahmet Yüksel kapak içi yazısını da benim yazmamı istediğinde kafamdaki o şimşekçik çakıverdi. Evet ya bir şey vardı bu 17. sayıda. Neden bu kadar ilgilenmiştim ki? 1 ve 7 benim en sevdiğim ve etrafında yazıp çizebildiğim rakamlardı. Hatta duvarımdaki A2 boyuttaki resimdeki bir adamın kollarında dövme 1 ve 7 ve kafasındaki 17 sayısını gören arkadaşlarım hep sormuştur bir anlamı olup olmadığını. Ama yok. Sadece seviyorum 1 ve 7’yi. Hemen, hatta şu an bile, bunu bir şeylere bağlıyorum kafamda sevgili Gölge kitlesi. İyi şeyler olacak. Her ne kadar gölgede kalsanız da, bulutlar kafanızdan eksilmese de bir an gelecek ve bir şeylerin iyi olacağını haber veren – en azından sizin öyle olduğunu düşünmeniz gereken – izler göreceksiniz hayatınızda. Bunun için ne yapmalıyız peki? İçinde bulunduğumuz gölgemizi sadece serinlemek için kullanmalıyız. Hayatın zorlu sıcağından kaçmak, bir parça nefes almak için “Gölge”mize sığınmalıyız. Etrafı dinleyip, dinlenmemizi tamamlarken göreceğimiz izler dışarıdaki yolumuzu aklımızda belirlememize ve hissedeceğimiz sıcaklığı hafifletmeye yardımcı olacak. İşte karşınızda Gölge E-Dergi sayı 17. Şubat ayı konaklama yerinize, Gölge’nize hoş geldiniz sevgili arkadaşlar. Aklınız, bedeniniz ve yolunuz hep açık olsun.
Rıdvan ŞORAY Gölge E-Dergi Çizeri
Bu dergide yayınlanan tüm yazı ve çizimler yazarlarına-çizerlerine aittir. İzinsiz alıntı yapılamaz,yayınlanamaz. Yazıların içeriğinden yazarları-çizerleri sorumludur Editör: Utku Tönel Gölge Yayın Kurulu; Oğuz Özteker, Ahmet Yüksel, Şükrü Bağcı, Emre Özgen http://golgedergi.blogspot.com Artık Facebook’ta da şubemiz var. Kapak: Cengiz Bostan Her zaman yeni yazar ve çizerlere ihtiyacımız var. Görüş, öneri, yorum, yazı-çizinizi yollayabileceğiniz adres utkutonel@gmail.com Gölge logosu Hüseyin Esen tarafından tasarlandı. Gölge karakteri Şükrü Tönel tarafından yaratıldı.
2
İÇİNDEKİLER Kapak İçi yazısı Sayfa 2 Bir Hırsız Doğuyor Sayfa 4 Gümüş Ruh - Gintama Sayfa 13 Çek Kulağı Çal Islığı Sayfa 17 Gomorra Sayfa 20 Metruk Sayfa 22 Yer Yok Sayfa 26 KIRT Sayfa 29 Gökyüzüne Şarkılar Sayfa 36 Bir Yılbaşı Hikâyesi Sayfa 37 Bu Sene Oscar’lar Kimlere Gider Sayfa 42
Rıdvan ŞORAY Utku TÖNEL Onur KÜÇÜK (Kazegami) Cengiz BOSTAN Barış SAYDAM Burak TURAN Serdar KÖKÇEOĞLU Yazan Ümit KİREÇÇİ Çizen Şükrü BAĞCI Emre DEMİROK Masis ÜŞENMEZ Hasan Nadir DERİN
BİR HIRSIZ DOĞUYOR Tekboynuz Geçidi hiçbir yerin ortasında yine sessizce belirmişti. Mevsim dönümüyle birlikte nehrin kuzey ve güney olarak ikiye ayırdığı bölgeyi tekrar, kendi bildiği basit ama işe yarayan yöntemle birleştirmişti. Akarsuyun ortasında beliren bir iki kayalık ve ömrü pek de uzun olmayan adacıklar deneyimli yolcular için eşi bulunmaz bir kısa yol oluşturuyordu. Zorlu ve tehlikeli olabilirdi, ama doğanın elinden gelenin en iyisi buydu. Dalgın ya da yöreye yabancı biri ise, Fenore’ye inmenin tek yolunun karla kaplı bir coğrafyada haftalarca batıya ilerledikten sonra Puslugöl’ün etrafından dolaşarak Orkanyolu’na varmak ve oradan tekrar kuzeydoğuya yol almak olduğunu düşünebilirdi. Çünkü, nehrin çağlayan suları arasında belli belirsiz baş gösteren bu geçit fazlasıyla nazlıydı ve kendini yalnızca baharın son zamanlarında, ve pek de kısa bir süreliğine gösterirdi. Dorangillerden Farhin ise tam bir yaşlı kurttu. Yıllardır Fenore’nin kuzey-güney hattı boyunca sürdürdüğü ticaret sayesinde hem bu tekinsiz topraklar hakkında bir ölümlünün ömrü boyunca öğreneceğinden fazlasını öğrenmiş, hem de on ölümlünün ömründe kazanacağından fazlasını kazanmıştı. Eruh Kannar limanından ucuza topladığı mallarını önce Taserin şehrine uğrayıp daha iyileriyle takas eder, sonra da güneye Fenore’ye, oradan da Sahipsiz Topraklar’a iner ve buradaki göçebelerle uzun pazarlıklardan sonra yörenin nadir mücevherleriyle takas ederdi. Göçebelerden topladıklarını ise tekrar kuzeye götürür ve böylece kesesini doldururdu. Tehlike para demekti. Bunu biliyordu. İşte tam da bu yüzden, sırtları tepeleme dolu pur sürüsünü geçide sürerken aceleci davranıyordu. Kırbacını telaşla hayvanların sırtında şaklatırken bir yandan tehditkâr bir tonda komutlar veriyor bir yandan da, endişeli gözlerle suyun seviyesini gözlüyordu. “Acele edin bre hayvanlar!” Farhin’in bunca yıllık tüccarlığı boyunca öğrendiği bir başka şey ise, bir kervanın her zaman için açık bir hedef olduğuydu. Hele ki bu kervan, Sahipsiz Topraklar üzerinde yol alıyorsa, tersini düşünmek aptallık olurdu. Dahası, para tehlike demekti. Kuzeyin değerli mallarıyla, türlü çeşit kap kaçağı ve baharatıyla dolu bir kervan daima ilgi çekerdi. Bunu da biliyordu. “Boğulup gitmeden geçin de gidin, haydi!” Kırbacını bir kez daha şaklatırken, aniden duraksadı. Doğu ufkunda gözüne takılan sıradağların adlarını hatırladığında, bağrışlarını azalttı ve kırbacını bir kez daha hışımla savurdu. Çünkü azgın nehirden, aç gözlü yağmacılardan ve keskin soğuktan daha tehlikeli olan kanatlı ölüm doğudan gelebilirdi. Çabuk, ve sessiz olmalıydı, göze batmamalıydı, nehrin yatağındaki herhangi bir taştan farksız görünmeli ve orada olduğunu hissettirmemeliydi. Bir an kendini kocaman bir dünyada küçücük, değersiz bir şey olarak hissetti. Ejderyuvası Dağları’nın kendini görenler üzerinde yarattığı tehdit tam da buydu; çaresizlik. “Bu acelen ne be adam, Olgan aşkına hayvanlara merhamet et!” Konuşan, geçidin kuzey yakasında, kervanı en arkadan izleyen bir atlıydı. Alaca bineği üzerinde, alaca postlara sarınmıştı ve başında kızıl bir kürk kapüşon vardı. Dizlerine dek uzanan deri çizmelerini kayışlarla sıkıca dolamış ve omzundan beline uzanan bir çanta asmıştı. Sol yanından sarkan kınında ise uzunca bir kılıç gizliydi. Suratındaysa, buralarda ender bulunan bir rahatlık ve gençliğin getirdiği vurdumduymazlık vardı. “Genç adamsın, Azonar ve Sahipsiz Topraklar’ı tanımıyorsun. Buradaki gerçekleri rüyalarında bile göremezsin,” dedi tüccar ve kırbacını havaya kaldırdı. O eski topraktı, ve kervanına kattığı bir yolcunun sözünü dikkate almaması gerektiğini biliyordu. “Üstelik, özel bir müşterime bir an önce ulaşması gereken bir paketim de var. O yüzden, acele edin ahmak hayvanlar!”
4
Bunu Azonar da fark etmişti. Yaşlı tüccar, kervanın başındaki yürüyüşüne devam ederken yol boyunca elini boynunda asılı duran bir anahtara götürmüş ve sanki orada olduğundan emin olmak istercesine bunu pek çok kere tekrarlamıştı. Bu anahtarın bir şekilde, tüccarın bineğindeki gizemli kutuyla ilgili olduğunu sanıyordu. Burnunu sokmaması gereken bir iş olduğunu varsayarak yoluna sessizce devam etti. Öğle üzeri kervan, aceleyle fakat kazasız belasız bir şekilde nehrin diğer yakasına geçmeyi başardığında, purların bacakları gövdelerine değin ıslanmış ve kalın tüyleri büzüşüp sarkmıştı. Titreşen atlar ve sırılsıklam olmuş silkinen köpeklerle, yorgun purlar; sahipleri önderliğinde - ve onların zorlamasıyla- bir süre daha yola devam ettiler. Ancak ıslanan hayvanlar iyice üşümüştü ve batmaya yüz tutan güneşle birlikte soğuk onlar için dayanılmaz bir hâl aldığında Farhin mola vermeleri gerektiğini anladı. Büyükçe bir ateş yakıldı ve tüm hayvanlar bir daire oluşturup ateşin etrafına dizildi. Dairenin içindeyse, Farhin, tüccarın çırakları, Azonur ve az sayıdaki yolcular toplanmış karınlarını doyuruyorlar ve sohbet ediyorlardı. Söz kimi zaman doğudaki Ejderyuvası Dağlarından açılıyor ve bu tehdit her birinin içini ürpertiyle dolduruyordu. Böyle zamanlarda yolcular ateşe biraz daha yaklaşıyordu. Kimi zaman ise eski günlerden ve efsanelerden bahsediliyordu ve bu gülüşmelere ve şen kahkahalara yol açıyordu. Sahipsiz Topraklar’ın pek alışık olmadığı bu sesler, karla örtülü uçsuz düzlüklerde dört yöne dağılırken geride yaşam kırıntıları bıraktılar. Üzerlerine gecenin sessizliği çöktüğündeyse her şey eski haline dönmüştü, vahşi doğanın izleri dışında kampta hiçbir hayat belirtisi yoktu. Sönmeye yüz tutmuş ateşin ışığı etrafı belli belirsiz aydınlatırken Azonar karanlığı gözlüyordu. Belirli bir yöne bakmıyordu ve her yönden tehlike gelebileceğinin farkındaydı; ne de olsa Sahipsiz Topraklardaydılar -Farhin öyle demişti; buralar Kyra’nın tamamından daha tehlikeliydi. Bu yüzden ilk nöbeti Azonar almak istemişti ve şimdi, geceyle baş başa kaldığında bunun bir hata olduğunu anladı. Bir an önce uyumak istiyordu. Ama gözlerini açık tutmalıydı. Bu yüzden etrafına bakınarak,gözlerini üzerine çevirebileceği bir şeyler aradı, istemsizce bakışları doğuya, uzaklarda silik izleri zorlukla seçilebilen Ejderyuvası Dağları’na kaydı. Konuşulanlar aklına geldiğinde ürperdi ve sönmekte olan ateşe bir odun fırlattı. Aynı anda ardında bir ses duyduğunu sandı ve o yöne döndü. Kılıcını gürültüyle kınından çekti ve sürtünen çeliğin çıkardığı ses birkaç yolcuyu uyandırdı. Tutuşmuş bir odun parçasını eline aldı ve onu meşale gibi kullanarak karanlığın içine, sesin geldiğini düşündüğü yöne temkinli adımlarla ilerledi. “Kim var orada?” Yanıtlayan sessizlik oldu. Genç adamın üzerine karanlıktan ve sessizlikten daha ağır bir korku çöktü. Bilmediği bir şeylerin, yakınlardaki varlığını sezinlemiş gibi tedirgindi, her an birinin, bir şeyin üzerine atılıp dişlerini boynuna geçirmesini bekliyordu. Kılıcını sağa sola savurup karanlığı yarmayı denedi. Değişen bir şey olmadı. Vazgeçip, yan yana uyuyan hayvanların arasından geçip ateşin başına geçti ve beklemeyi sürdürdü. Kana susamış çığlıklar karanlığı yırtıp kamp yerini doldurduğunda her şey için çok geçti. Gecenin içinden on-on beş eli silahlı adam üzerlerine çullanmıştı. Bu ıssız yerde mışıl mışıl uyuyacak kadar saf olanlar yerlerinden bile kıpırdayamadan katledildiler. Bazılar biraz olsun direnç gösterebildi ve Farhin de, elindeki kırbacıyla üzerine atılanları savuşturmaya çalışıyordu. “Basıldık, haydutlar!” diyebildi can havliyle. Azonar, tüccarın yanına doğru koşup kılıcını adamın etrafını saran üç hayduttan birinin ensesine doğru savurdu. Kılıcın değdiği yerde kapanamayacak kadar geniş bir yarık açtı ve haydudun sırtından fışkıran kan, adamı az sonra yere serdi. Beklenmedik saldırının karşısında yüzlerini Azonar’a çeviren diğer iki haydut ellerindeki baltalarla genç adama doğru hamle
6
yaptılar. İlki, boyuna savurduğu baltasını Azonar’ın sağ ayağına saplayacak gibi oldu ama adam çevik bir hareketle bundan kurtulmayı bildi. Haydut, toprağa saplanan silahını sökmeye uğraşırken Azonar, kılıcını mızrak gibi kullanarak adamın karnından içeri soktu. İki büklüm yere devrilen cesedin üzerinden atlayıp üçüncüsüyle ilgilenmek üzere kılıcını savurdu. Düşmanının ilk hamlesini savuran haydut baltasını Azonar’ın kalçasına geçirmeyi denedi. Baltanın keskin sırtından kurtulmak isteyen genç adam içgüdüsel olarak geriye bir adım attı ve ayağı az önce öldürdüğü adama takılarak yere yuvarlandı. Bu durumu fırsat bilen haydut iki eliyle kavradığı baltasını başının ardına dek kaldırıp güçlü bir vuruşla Azonar’ın kafasını ikiye ayırmak isteyen bir hamle yaptı. Ancak balta kafasının üzerinden bir türlü inmek bilmedi. Bir el, bir güç, bir şey, onu havada tutuyordu. Kafasını çevirip baktığında silahının sapına dolanmış bir kırbaç güldü. Kırbacın diğer ucunda, tüccar sakalları arasından sırıtıyordu. Haydudun gördüğü son manzara bu oldu. Düşmanının şaşkınlığını fırsat bilen Azonar doğrulup kılıcını adamın kafasına indirdiğinde, haydudun kafası sayısız parçalar halinde kamp ateşi üzerine savruldu. Azonar, bir şeyi olup olmadığını sormak üzere Farhin’e yaklaşırken, karanlığın içinden çıkan bir el, tüccarın boğazına yapıştı, yaşlı adamın bir kulağından diğerine uzanan derin bir yarık açtı ve tekrar geldiği yere karanlığa geri döndü. Koşarak Farhin’in yanına varan Azonar, adamın cansız bakışlarından gözünü kaçırırken boynunda taşıdığı anahtarın yerinde olmadığını gördü. Hemen sonra duyduğu, dört nala uzaklaşan bir at sesi ise durumu anlaması için yeterliydi. Savaşçı bir içgüdüyle atına binen Azonar, uzaklaşan haydudu kovalamak üzere hayvanı kırbaçladı. Uzaklaşan nal seslerini izleyerek karanlığın içlerine doğru ilerlerken aklında bir plan yoktu. Hayvanî güdülerle, bu tehlikeyi ortadan kaldırmak üzere atılmıştı. O an ya kaçacaktı, ya da savaşacaktı. Şimdi savaşmayı seçmişti ve bunun için dört nala gidiyordu. Solgun ay ışığı altında önündeki düşmanını seçmek pek kolay değildi ve Azonar’ın uykulu gözlerine adam giderek hızlanıp uzaklaşıyor gibi geldi. Elindeki fırsatı kaçırmak istemediğinden, kılıcını çekip atını daha hızlı gitmesi için kamçıladı. Karla örtülü arazide var gücüyle koşan atın ardında kaldırdığı kar, ay ışığıyla aydınlanırken, binicisi de efsanelerden fırlamış büyülü bir kahraman gibi görünüyordu. Alaca at, son bir gayretle ileri atılırken Azonar etrafını saran geceden bile daha karanlık bir şeyin üzerine çökmekte olduğunu hissetti. İstemsizce başını gökteki yegâne parlaklığa aya doğru çevirdi ve gördükleri karşısında dehşete düştü. Tüm gökyüzünü kaplarcasına açılmış bir çift kanat, solgun ayın ışığı altında çırpınıyor ve en büyük şeyden dahi büyük bir şeyi daha yükseğe taşıyordu. Metrelerce uzanan kuyruk, bir yılan gibi hayvanı takip ediyor ve ileri uzanan başı ise karanlığı yararak yol alıyordu. Azonar kanatlı dehşetin karanlık çizgilerini seçer seçmez atını yavaşlattı. Karanlığın içinde kaybolan haydudu izlerken, içine dolan korkuyu bastırmak istedi ancak buna hayvanın tüm göğü dolduran yırtıcı çığlığı engel oldu. Azonar, kendisi için yolun sonuna geldiğini anladı ve haydudu izlemekten vazgeçip kervanın konakladığı yere dönmeye koyuldu. Geri geldiğinde, bir harabeyle karşılaşmıştı. Haydutlardan bir iz yoktu ve hayvanlar dahil her şey öldürülmüştü. Etrafı ağır bir kan kokusu kaplamıştı ve gecenin leş yiyen hayvanları az önce ölen yol arkadaşlarının cansız bedenlerini kemirmek üzere üşüşmeye başlamışlardı bile. Azonar, kervandan geriye kalanlardan, bir başına kaldığı bu ıssız yerde işine yarayabileceğini düşündüğü şeyleri alarak uzaklaştı. Uykusu gelinceye dek at sırtında yol aldı ve uykusuzluk dayanılmaz bir hâl aldığında bir ağacın dibinde dinlenmeye koyuldu. Başını yere koyar koymaz derin bir uykuya daldı. Sabahın ilk ışıkları Azonar’ı uyandırdığında karşısındaki manzara onu gece gördüğü ejder rüyalarından daha çok korkutacaktı. Tuhaf giysili bir çift elf adamın yatak bellediği ağaç altında dikilmiş, sorgulayan gözlerle Azonar’ı izliyordu. Her ikisi de yeşil cübbelerinin içine,
üzerinde ağaç dalları biçiminde işlemeler bulunan tunikler giymişti ve çizmeleri neredeyse kaval kemiklerine dek ulaşıyordu. Vücut yapılarından, savaşçı oldukları belliydi ve yüzlerindeki ifade de pek barışçıl değildi. “Emanet nerede?” diye sordu saçları omzuna dek dökülen adam, sırtına asılı olan oku imalı bir biçimde düzeltirken. “Şansın yok, bir an önce onu bize ver ve biz de ölümünü çabuk kılalım.” Bu kez konuşan daha uzun boylu olandı. “Ne emaneti? Anlamıyorum.” “Tüccardan yağmaladıkların arasında bize ait olan bir şey var.” “Yanılıyorsunuz,” dedi Azonar, “Ben de o kervanla birlikte yol alıyordum. Tekboynuz Geçidini aştıktan sonra konakladığımızda haydutların saldırısına uğradık. Herkes öldürüldü, tüccar Farhin de dahil. Ancak kervanın taşıdığı mallar olduğu gibi duruyordu.” “Kutu nerede?” diye sordu elf, lafı daha fazla uzatmadan. Sabrı taşmak üzereydi ve gördüklerine bakılırsa kervanı yağmalayanlardan biri de Azonar’dı. Çünkü etrafındaki eşyalar, hem bir gezginin yanında taşıyacağından çok fazla hem de karşısındaki gibi bir adam için fazlasıyla kıymetliydi. “Farhin’in kutusunu diyorsunuz. Onu haydutlardan biri alıp kaçtı, doğuya doğru at sürdü, onu izledim ancak karanlığın içinden bir ejderhanın çıktığını görünce korkuya kapılıp daha fazla ilerleyemedim.” “Pekâlâ,” dedi elf ve diğerine Azonar’ın anlamadığı bir dilde bir şeyler anlattı. Sonra tekrar Azonar’a dönüp konuştu. “Şimdilik söylediklerini doğru kabul ediyoruz ve bizi, haydudu en son gördüğün yere götürüyorsun. Yine de, eğer söylediklerinden en ufak bir tanesi yalansa sonuçlarına katlanırsın.” Bu kısa konuşmanın ardından adam ve iki elf atlarına bindiler ve Azonar’ın rehberliğinde kervanın bozguna uğradığı yere doğru at sürdüler. Durduklarında, atların solukları neredeyse kesilmişti. “Buradan doğuya doğru kaçtı,” dedi Azonar, eliyle Ejderyuvası Dağları’nın heybetli çizgilerini göstererek. “Öyleyse biz de o yöne gidiyoruz. Üstelik nerede olduklarını da biliyorum.” Konuşan elf, sözünü bitirir bitirmez, henüz koşmayı bırakmış olan atını kırbaçladı ve adamın gösterdiği yöne doğru sürdü. Bu kısa mola bile hayvanlara yetmiş gibi görünüyordu. Azonar ve diğeri öndeki adamı takip ederken, kaybolmuş gezginlerden çok ne yöne gittiklerini bilen savaşçılara benziyorlardı. İlerlemeleri öğle vaktine dek sürdü. Yol boyunca fazla konuşmadılar ve elflerin tavırlarından anlaşıldığı kadarıyla aceleleri vardı. Tüccarın taşıdığı kargo her ne ise, bu adamlar için önemliydi ve bir aciliyeti vardı. Azonar bunu hareketlerindeki kesinlik ve çabukluktan ve yüzlerindeki gergin ifadeden okuyabiliyordu. Dizginler atları yavaşlatmak için gerildiğinde önlerinde unutulmuş zamanlardan kalan bir harabe uzanıyordu. Yarım, yıkık duvarlar, parçalanmış merdivenler, kırılmış kolonlar ve yıllara meydan okumuş kubbeler önlerindeki manzaranın birer parçasıydı. Sarmaşıklar ve boyu aşan otlar her çatlaktan her delikten bitmiş ve yıkıntıların üzerini neredeyse tamamen örtmüştü. Gördükleri karşısında bir an duraksayan Azonar’a attan inmesini işaret eden adamlar, kılıçlarını çekip sessizce yıkıntıların arasına daldılar. “Burası, eski zamanlardaki bir kentten geriye kalanlar. Zaman ve kar, her şeyin üzerini örterken inatçı olan son yapılarda şimdi haydutlar yuvalanıyor. Dikkatli olun.” Azonar da kılıcını çekti ve önünde ilerleyen adamların her hareketine dikkat ederek, yıkılmış duvarlar arasından geçip geniş bir kapıdan içeri girdi. İçine girdiği büyük salonun
bir kısmını zamana direnen bir kubbe örtüyordu. Kubbedeki yarıktan sızan güneş ışığı ise salonun ince işlenmiş zeminini örten tozları altına dönüştürüyordu. Etrafta ise haydutlardan hiçbir iz yoktu. “Geç kaldık, çoktan geçide girmişler. Onları izlemekten başka şansımız yok.” Yol gösteren adam, bu yıkık kente daha önce gelmiş gibi rahatça hareket ediyordu. İçinde bulundukları büyük salonun diğer kapısından çıkarak, bir zamanlar geniş bir cadde olduğuna dair izler taşıyan bir açıklığa vardılar. Sarmaşıklar arasından karşılarındaki bir duvar yarığından içeri girip etrafı kolaçan ettikten sonra kimse olmadığını görüp duraksadılar. “Pekâlâ, aşağı gidiyoruz. Dikkatli olun,” diyerek yanındakileri uyaran bir el işareti yaptı ve sonra yerdeki bir kapağın demir halkasını kavradı ve olanca gücüyle kapağı araladı. Açılan boşlukta karanlığa uzanan bir merdiven görülüyordu. Tereddüt etmeden aşağı indi, Azonar ve diğer elf de onu izledi. Taştan duvarlarla çevrili bu dar koridorda nem boğucuydu ve hava yılların kendisine kattığı acı tatla ziyaretçilerin ciğerlerini yakıyordu. Duvarlardan süzülen damlaların zemine düştüklerinde çıkardığı sesler, sonu yokmuş gibi görünen koridorun karanlığında yankılanıp binlerce kez çoğaldığında Azonar Kyra’nın en derinine dek inen sonsuz bir yolda olduklarını düşündü ve kendisini nelerin beklediğini bilmediğinden kılıcını daha sıkı kavradı. “Bu tünel, Ejderyuvası’nın altına dek uzanıyor, Odgûlların yaşadığı söylenen mağaralara dek. Eğer haydudun biraz aklı varsa onu odgûllara satacaktır, ya da en başından beri onlar adına çalışıyordur ve şimdi de paketi teslim etmek üzere çoktan yola koyulmuştur.” “O kutunun içinde ne vardı?” diye sordu Azonar, artık merakını gizlemiyordu. “Biz Tuikad halkı için son derece önemli bir emanet. Anayurdumuzdan çalındığını biliyoruz ve onu Tuikadnor’dan çıktığından beri izliyoruz. Önce denizden bir korsan gemisiyle Yeşil Körfez’e, oradan da Eruh Kannar’a. Limanda birçok el değiştirdikten sonra, son sahibine ulaşmak üzere güneye doğru yola çıkmıştı. Ancak yolda, başkaları da ona sahip olmak istedi ve biz de harekete geçmemiz gerektiğini düşündük.” “Odgûlların eline geçmesindense, yok olsun daha iyi!” Söze diğer elfsoyu da girmişti. “Onunla ne yapacaklarını düşünemiyorum bile, ancak ellerinin altında böyle bir güç olduğunda büyük bir tehlike oluşturacakları gün gibi aşikâr.” “Söz günden açılmışken Torena,” dedi öndeki elfsoyu, “biraz ışık fena olmaz,” ve Azonar’ın anlamadığı dilde bir şeyler söyledi. Sözlerini bitirdiğinde adamın kılıcının kabzasına işlenmiş olan mücevherlerden titrek bir ışık yayılıyordu. “Şşşt, bir ses duydum,” dedi ötekisi. Azonar bir şey duymadığından emindi ama daha iyi dinlemek üzere başını eğip koridorda yankılanan seslerden, sıra dışı bir tanesini ayırt etmeyi denedi. Ayaklarının altındaki zemin suyla kaplanmaya başlamıştı ve attıkları adımlar sonsuz kez yankılanan su sesleri çıkarıyor ve her şeyi birbirine karıştırıyordu. Az sonra bir köşe başına geldiler ve Torena durmaları için arkadaşlarını uyardı. Koridorun diğer tarafından önlerine dolan ve duvarın diğer tarafını boylu boyunca aydınlatan kızıl bir ışık vardı. Buralara gizlice giren birinin yakacağı küçük ya da ürkek bir meşale ya da bir fener değildi, yeraltında yaşayan ve burayı evi bilen birinin rahatlığı ve cesaretiyle yakılmış büyük bir meşaleydi. Ateş, güçle, hararetle ve cesurca yanıyordu. Oynaşıyor ve her hareketinde gölgeler şekil değiştiriyordu. Kyra üzerinde ateş denince akla tek bir şey gelirdi; odgûl. Ancak onlar ateşe böyle hükmedebilirdi. Düşündüklerini doğrulamak üzere Torena, sessizce başını duvardan çıkarıp diğer tarafta olan biteni gözledi. Arkası dönük bir adam, ve geceden daha karanlık iki cübbeli siluet, ellerinde tuttukları meşalelerle birlikte tünelin ucundaki bir genişlikte sessizce fısıldaşıyor-
10
lardı. Arkası dönük olan adamın konuşmalarından, gergin ya da tedirgin olduğu belliydi. Bir an önce işini bitirip gitmek istiyordu. Odgûlların ise yüzü kapüşonları içinde kaybolmuştu, sadece karanlıkta parlayan kızıl gözleri seçilebiliyordu. Azonar da kafasını köşeden dışarı çıkardı ve o anda, arkası dönük adamın kervana saldıran haydutlardan biri olduğunu anladı. Kolunun altında büyükçe bir kutu tutuyordu ve bu kutu ölen tüccara aitti. Ya da yanındaki iki tuikada. Gizemli kutu oradaydı ve yine el değiştiriyordu. Ama yeni sahibi, efsanelerde anlatılan ve gerçekliğinden bile şüphe ettiği odgûllardı. İçini bir ürperti kapladı, kılıcının kabzasını avuç içi kanayıncaya dek sıktı ve tüm cesaretini toplayıp ileri atıldı. Geniş adımlarla suyun içinden sekerek bir çırpıda aralarındaki mesafeyi kapadı ve ilk hamlesiyle arkası dönük olan haydudun kafasını ikiye ayırdı. Ölümün nereden geldiğini anlamayan adam gürültüyle suyun içine düşerken odgûllar beklenmedik bu saldırı karşısında bir anlığına donakaldılar. Azonar’ın ani saldırışı karşısında elfler de şaşırmıştı, neyse ki onlar odgûl gibi durmaktansa ileri atılmayı seçtiler. İnce kılıçlarıyla her biri karanlık siluetlerden birine saldırırken Azonar birkaç adım geri çekildi ve önündeki çetin mücadeleyi izlemeye koyuldu. Fırsat buldukça kılıcını bu efsanevi yaratıklar üzerine savuruyordu ancak bir türlü kan akıtmayı başaramıyordu. Azonar, odgûlun ani bir büyüsüyle Torena’nın tünelin duvarlarına binlerce ayrı parça olarak yapıştığında hayatının tehlikede olduğunu anladı ve tüm korkusuna rağmen boşta kalan odgûla hamle yaptı. Yaratığın meşale tutan koluna doğru savurduğu kılıcı, kemikle buluştu ve ayaklarının altındaki suyun rengi daha da koyulaştı. Yere düşen meşale tüneli daha karanlık yaptı ama Azonar’ın içi daha da aydınlandı. Demek efsanevi yaratıklar da ölebiliyor diye düşündü ve onlar da kanıyor. Hışımla kılıcını sağ kalan odgûlun göğsüne bir mızrak gibi sapladı ve yarayı daha da genişletmek için kılıcını çevirdi. Göğsünden kanlar fışkıran yaratık yere devrilirken, can havliyle elindeki hançeri hedef belirlemeden savurdu. Boynuna saplanan hançerin zehrinin yayılmasına gerek kalmadan, sağ kalan elfsoyu da kan gölünün içine devrildi. Azonar bir anda kararan koridorda yapayalnız kalmıştı. Kanlanan kılıcını kınına soktu ve suyun içindeki kutuyu kapıp kolunun altına aldı. İki elini de suya sokup, karanlıkta el yordamıyla bulmayı umduğu şeye dokunana kadar arayışını sürdürdü. Anahtar avucuna geldiğindeyse, bir çırpıda onu sudan çıkarıp avucuna aldı ve geldiği yoldan geri giderek dışarı, eski kentten geri kalanlar arasına döndü. Yarısı zamana yenik düşmüş bir duvara sırtını verip elindeki anahtarı, kutunun deliğine yerleştirdi ve usulca çevirdi. İçinde bulunduğu anın tadına varmak için olabildiğince yavaş hareket eder gibi bir hali vardı. Kapağı kaldırıp baktığında birkaç ağaç dalından başka hiçbir şey görmedi. Ama bu sıradan bir ağaç değildi, Tuikadnor’daki İlk Doğan ağacından alınan ve tüm tuikadlar için kutsal sayılan bir bitkiydi. Nasıl ve ne amaçla alındığının önemi yoktu, şimdi Azonar’ın avuçları arasındaydı. Onunla ne yapacağını bilmiyordu ama gittiği yere onu da beraberinde götüreceğinden emindi. Kutunun kapağını kapadı ve anahtarı çevirerek iyice kilitlendiğinden emin oldu. Atına binmek üzereyken doğu ufkundan yükselen ve havayı bütünüyle dolduran bir çığlıkla irkildi. Uzakta, Ejderyuvası Dağlarının zirvelerinde bir çift kanat havalanmıştı. “Bu kez değil,” dedi kendi kendine ve atını doğuya, dağlara ve Yeşil Vadi’ye uzanan yöne doğru dört nala sürdü. Utku TÖNEL kendime.blogspot.com İllüstrasyon Rıdvan ŞORAY ridvan.deviantart.com
12
GÜMÜŞ RUH - GİNTAMA
“Edo, Samurayların ülkesi… Daha doğrusu uzun zaman önce öyleydi. Yirmi yıl önce Amanto denilen uzaylıların dünyamızı işgaliyle… ” “Kes artık şu tanıtımı Şinpaçi!! Burada uyumaya çalışıyorum!” “Ama Gin-san! Hikâyemizi yeni takip etmeye başlayanlar için bunu yapmam lazım. Hem elinde Jump ile mi uyuyorsun sen?” “Seni ilgilendirmez, uyur-okurum ben!” “Kafandan hastalıklar uydurma!” “Gin-chan! Kendimi iyi hissetmiyorum. Sadaharu’nun kumlarının yedim…”
YOROZUYA DÜKKÂNINA HOŞ GELDİNİZ
Az
önce
açlıktan
Yorozuya, diğer bir adıyla parasını ödediğiniz sürece ne iş olsa yapanlar… Uzun yıllar önce Amanto’ya karşı olan savaşta yer almış, gümüş saçlı, çilekli süt canavarı patron Gintoki... Pop şarkıcısı Otsuu-chan’ın en büyük fanatiği, samuray adayı Şinpaçi… Ve insanüstü kuvveti ve iştahıyla uzaydan gelen Çinli kız Kagura… Bu mükemmel üçlü, onlara paralarını (veya yemeklerini) verdiğiniz sürece, dünyayı kurtarmak dâhil her türlü işi yapabilir. İster Gintama’yı animesini izleyerek, ister de mangasını okuyarak takip edin Yorozuya ile geçirdiğiniz her dakika size kahkaha olarak geri dönecek. Hazırlık aşamasında tarihi bir manga olarak tasarlanan, fakat yaratıcısı SORAÇİ Hideaki tarafından değiştirilen Gintama ,“farklı bir tarih”i anlatan parodi türüne ait bir eserdir. 8 Aralık 2003’ten beri haftalık Shonen JUMP dergisinde yayınlanmakta olan manganın ayrı satılan ciltleri Japonya’da 20 milyonluk bir satış rakamına ulaşmıştır. Tarihsel isimlerin, kurumların, olayların değiştirilmiş hallerinin yer aldığı manga kısa süre içerisinde büyük bir hayran kitlesine ulaşmıştır. 2005 yılında Jump Festa’da (Shonen Jump festivali) gösterilen pilot bölümün ilgi görmesiyle, Sunrise firması tarafından animeye uyarlanmıştır. Animenin başarısıyla Gintama, dünya çapında çığ gibi artan bir hayran kitlesine kavuştu.
GİNTİMA’NIN DÜNYASI:
Eski Japonya… İnsanlar kimonolarıyla, tahta ayakkabılarıyla sokaklarda gezerken karşı caddede bir Şinsengumi üyesi, kılıç taşıma yasağını delen eski bir samuraya bazuka ile saldırıyor. Sokaktaki bir iki binayı yerle bir eden bu çatışmayı gökyüzünde bir basın helikopteri canlı yayında televizyonda yayınlıyor… Burada bir yanlışlık yok aslında. Amanto isimli uzaylı halkının Japonya’ya yüksek teknolojiyi beraberinde getirerek yerleşmesinin ardından orta çağ Japonya’sında hazıra konan halk teknolojik aletlere kısa zamanda alışmıştır. O kadar hızlı gelişmiştir ki bu süreç; bir yandan geleneksel ve ilkel temalar, diğer taraftan günümüz teknolojisinin ürünleri… Japon hükümeti, yıllar önce Amato’ya karşı verilen bağımsızlık savaşının (Joui savaşı) hüsranla sonuçlanmasından sonra Amanto tarafından kontrol edilmeye başlamıştır. Ülke, Amanto’nun mandası durumundadır. Artık savaşmanın yararsız olduğunu düşünen pek çok isyancının aksine Kotaro Katsura’nın başını çektiği Joui grubu yasadışı olarak eylemlerini sürdürmektedir. Hükümet tarafından asileri susturmak ve güvenliği sağlamak için kurulmuş Şinsengumi polis teşkilatı, elindeki geniş yetkilerle görevini yapmaya çalışmaktadır. Bu sembolizmi biraz açarsak; Tokugawa Şogunluğunun sonunu getiren iç savaştan sonra sağcı Meiji imparator olmuştur. Kısa zaman içinde imparatorun Amerikalıları ve diğer Avrupa ülkelerini (Amanto) kabul etmesiyle, Yokohama limanından ülkeye kapitalizmin ilk tohumları ile birlikte pek çok teknolojik gelişme ve batı hayranlığı girmiştir. Yepyeni silahlar sayesinde artık samuraylara ihtiyaç kalmamıştır. Kılıç taşımak yasaklanmıştır. Eserde yer alan isimler de pek çok tarihi kahramanın isimlerinin değiştirilmiş halidir. (Hattori Hanzo => Hattori Zenzou; Jubei Yagyu=>Kyuubei Yagyu; Okita Souji=> Okita Sougo…vs)
BAŞLICA KARAKTERLER: Yorozuya Takımı:
SAKATA Gintoki: Yıllar önce Joui savaşında Katsura ile omuz omuza Amanto’ya karşı savaşmış olan Gintoki, bu günlerde ise hayatın tüm ciddiyetinden uzak bir şekilde Shonen JUMP okuyup Yorozuya’yı işletmektedir. Olaylara karşı umursamaz gibi görünse de aslında diğer karakterlerin hayatlarına olumlu bir şekilde karışmadan edemez. Taşıdığı tahta kılıcı ustalıkla kullanan Gin-san’ın hayatında vazgeçemeyeceği şeylerden biri de çilekli süttür. ŞİMURA Şinpaçi: Bir dojo sahibi olan babalarının erken ölümünden sonra dojoya bakamamış, ablasıyla birlikte yaşam mücadelesi vermeye başlamıştır. Pop idolü Otsuu-chan dışında hayatındaki en önemli kişi olan ablası Tae’den ayrılıp, hayatını kurtaran adam Gintoki ile Yorozuya’da ikinci karakter olarak çalışmaya başlamıştır.
14
Kagura: Uzaydan gelme Çinli görünümlü, daha olgunluk çağına henüz ulaşamamış, babası kozmik bir süper kahraman olan Kagura doymak bilemez iştahı ve insanüstü gücüyle Yorozuya takımının üçüncü üyesidir. Şemsiyesi aslında makineli tüfektir. Saf, komik ve cahil bir karakter olan Kagura ile Gintoki arasında bir nevi baba-kız ilişkisi vardır diyebiliriz. Japonya’nın milli anime kahramanı Doraemon gibi dolapta uyur. Yeri geldiğinde kusmaktan, yemeğin içine hapşırmaktan ve sümkürmekten asla çekinmez. Çin aksanına sahiptir ve cümlelerinde gramer hatalarına bolca rastlanır. Özellikle Japoncadaki son ekleri durduk yere tekrarlar.
Şinsengumi Takımı: KONDOU İsao: Goril olarak da bilinen Şinsengumi’nin lideri Kondou, Şinpaçi’nin ablası Tae’ye âşıktır. Gizlice Tae’yi izleyen Kondou, kaslı ve kuvvetli yapısına rağmen Tae’den her seferinde bir araba dolusu dayak yer.
HİJİKATA Toşiro: Şeytan lakabıyla tanınan Şinsengumi kaptan yardımcısı Hijikata, acımasız bir lider olarak bilinse de My Neighbor Pedoro (Miyazaki’nin Totorosu’nun parodisi) ve Alien vs Yakuza gibi alakasız filmleri izlerken gözyaşlarını tutamaz. En büyük ve insanı en rahatsız eden özelliği ise yediği her yemeğin üzerine tabaktan taşıncaya kadar mayonez eklemesidir. Ayrıca Edolu kızların favorisidir.
OKİTA Sougo: Şinsengumi 1. Takım lideri Okita, çocuksu görüntüsünün aksine tam bir sadisttir. İnsanlara acı çektirmeye bayılır. Yanında taşıdığı bazukasını her an ateşleyip ortalığı cehenneme çevirebilir.
Diğer Karakterler: KATSURA Kotaro: Amanto ile yapılan savaştan sonra, yasadışı Joui örgütünün başında anarşist hareketlerine devam etmiştir. Hikâye ilerledikçe hükümete karşı bombalama eylemlerinin yerini daha az şiddet içeren eylemlere bırakmıştır. Eski tarz espri ve beğeni anlayışına sahip Katsura’nın en yakın arkadaşı yanından hiç ayrılmayan ördek kıyafetli, içinde ne olduğu hâlâ belli olmayan Elizabeth isimli bir yaratıktır. Özellikle her bölümde Gintoki Katsura’ya argoda peruk anlamına gelen “Zura” diye seslenir. Her defasında da Katsura “Zura değil! Katsura!” diye cevap verir.
ŞİMURA Tae: Şinpaçi’nin ablası Tae’nin anlayışlı gülümsemesinin ardında vahşi ve inatçı bir kişilik yatmaktadır. Otose-san ve Catherine: Yorozuya’nın ev sahibi orta yaşlı, çirkin bir kadın olan Otose her ay kirasını Gintoki’den almak için gerekirse şiddet başvurmaktadır. Amerikan aksanıyla Japonca konuşan, kedi kulaklı çirkin yardımcısı Catherine ise ona en yakın kişidir.
Ne İş Olsa Yaparız Onii-san!
Gintama’nın mangasının bu kadar popüler olması ve animesinin tüm dünyada ilgi görmesi mangaka SORAÇİ Hideaki tarafından da tahmin edilemezdi. Mangada tek karede anlatılan bir şaka, animede dakikalarca sulandırılabiliyor. Ama bu hiçbir zaman sıkmıyor. Animede mangada olmayan çok daha fazla espriyi izleme şansımız oluyor. Mesela sadece animeye özgü bölümler ve parodiler, sadece mangayı okuyanları da animeyi izlemeye yöneltiyor. Örneğin bir bölümün ilk 10 dakikasında Gintoki bir sabah yatağında bilinmeyen bir nedenle felce uğramış bir şekilde uyanmış yatarken, biz de onun acı çeken iç sesini dinliyoruz. Gintoki bunun sebebini açıklarken, animatörlerin havalar ısındığı için bu hafta biraz dışarı çıkıp gezip tozduklarını, o yüzden bu bölümün 10 dakikası için tek bir kare çizdiklerini söylüyor. Gintoki’nin sivri dilinden mangaka, animatörler, yönetmen hatta sponsor firmalar bile nasibini alıyor. Animenin mizah anlayışı çok çeşitli. Bleach, Naruto, One Piece, Lupin, Doraemon, Death Note, Detektif Conan, Gundam gibi pek çok tanınmış animelerle; Dragon Quest, Super Mario gibi oyunlarla; tarihi olay ve kişilerle; popüler kültür ve pop şarkılarıyla; Tv dizileri ve Hollywood filmleriyle ilgili parodi sahneler saniyelik de olsa izleyeni gülmekten yerlere yatırıyor. Japon dilinin gramer yapısı ve aksanlarıyla ortaya çıkan esprileri yabancı okur/izleyicinin anlaması için özellikle altyazı çevirisini yapan fanatikler (bkz. fansub) dip notlarla destekliyorlar. Yani eseri internet üzerinden hayran grupların çevirileriyle takip ederseniz kaçırdığınız espri sayısı oldukça az olacaktır. Ayrıca bazı espriler cinsel içerikli olabileceğinden çok küçük yaştakilere tavsiye etmemekteyiz. Son Söz: Son sözleri Gintama’yı özetlemesi için kahramanımız Gintoki’ye bırakıyorum. Sizlere buradan hayattaki en büyük sırrı verecek: “Şimdi beni dinleyin! Diyelim ki çok fazla çilekli süt içtiniz ve gece yarısı tuvalete yetişmeniz lazım. Ama yatağınızdan dışarısı çok soğuk. İçinizden hiç kalkmak gelmiyor, fakat işeme isteğiniz o kadar artmış ki… Kalkmaya karar veriyorsunuz! Tuvalete koşup içinizde ne varsa bırakıveriyorsunuz! Bunun hayatınızın en güzel dakikası olduğunu düşünmektesiniz! Fakat birden hâlâ yatakta olduğunuzu fark ediyorsunuz!! Ilık bir ıslaklık hissinin hızla yayıldığını hissediyorsunuz! Ama durmuyorsunuz, duramıyorsunuz! İşte tam da demek istediğim şey bu! İşte bu çilekli sütün arkasındaki büyük sır! Anladınız mı? Hey! Kime diyorum?!”
16
Onur KÜÇÜK (kazegami)
18
GOMORRA
Sistemin Yarattığı Canavar; Camorra. Filmle ilgili kullanılan tanıtım yazılarındaki “vahşi ve epik bir mafya filmi” etiketi, aslında Gomorra’yı tam olarak tanımlamıyor. Film, Camorra örgütünü merkezine alırken bir yandan İtalya’nın yakın tarihine ve toplumsal dengelerin nasıl şekillendiğine dair de keskin bir bakış açısına sahip. Filmin içinde birbirinden bağımsızmış gibi görünen hikâyeler var. İlk bakışta bunlar farklı hikâyeler gibi gözüküyor, ama dengelerin değişmesi bütün hikâyelerin trajik bir şekilde birbirine bağlanmasına neden oluyor ve bütün yollar Camorra’ya çıkıyor. Başta, yasa dışı yollarla uyuşturucu ve silah ticareti yapan örgüt, faaliyetlerini bununla da sınırlamıyor. Büyük fabrikaların zararlı maddelerinin yok edilmesi, tekstil sektörü ve ticaret gibi başka alanlara da uzanıyor. Örgütün kolları bu kadar uzun olunca, ister istemez örgüt içi hesaplaşmalar da kaçınılmaz oluyor. Bu kanlı iç hesaplaşmaların ortasında ise; kendilerine Tony Montana’yı idol olarak seçen gençler, suça batmış sokaklar, şiddet eylemleriyle kendini ifade etmeye çalışan çocuklar kalıyor. Yönetmen Matteo Garrone, kamerasıyla karakterleri uzaktan süzüyor ve kamerasını meraklı bir göz gibi kullanıyor. Kanlı iç çatışmaları ve mafyanın gözdağı vermek için kan gölüne çevirdiği sokakları, hızlı ve dinamik görüntülerle ekrana taşıyor. Sokağın keşmekeşini, bir insanın ne kadar kısa bir sürede öldürülebileceğini ve mafya içinde olmanın getirdiği güvensizliği ve kaygıyı seyircilere çok doğru açılarla yansıtıyor. Bir yandan Camorra örgütünün acımasızlığını gösterirken, öte yandan da örgüt içindeki elemanların psikolojilerini açık ediyor. Daha küçük yaşta örgüt içine giren üyelerin; taşıyıcılık, dağıtıcılık ve en sonunda da adam
20
öldürmeye doğru ilerleyen hayat hikâyelerini gerçekçiliğinden hiç taviz vermeden, abartısız ve seyircinin karakterlerle özdeşleşmesini engelleyici bir üslupla ele alıyor. Film, farklı hikâyeleri bir araya getirerek aslında örgütün İtalya’da nasıl kök saldığını da herkese kanıtlamış oluyor. İktidar, başa gelmek için bu örgüte karşı yapılacak müdahaleleri koz olarak kullanıyor. Polis, bu örgütün işlek yasa dışı ticaret yolundan rant sağlama peşinde koşuyor. Kısacası, Camorra bir anlamda İtalya’daki bozulmuş sistemin ürettiği ve göz yumduğu bir örgütlenme ve bu açıdan da bütün büyük mafya örgütlenmelerinin de bir izdüşümü. Çürümüş bir sistemin yarattığı, yeri geldiğinde “öteki”leştirilerek üzerinden rant sağlanan yeri geldiğinde de iktidar çevrelerinin kendi pis işleri için kullandığı, sonrasındaysa başı boş bıraktığı bir yapılanma. Bu açıdan da, Gomorra özellikle Camorra örgütünü “vahşi” göstermek amacıyla çekilmiş, mafyaya saldıran bir film değil. Camorra örgütünden yola çıkarak, genel olarak çürüyen bütün sistemlere göndermede bulunan ve mafya örgütlenmelerinin iç dinamiğini gözleyen ve bunu olduğu gibi dışarıya aktaran bir yapım. Gomorra’nın çarpıcılığı da zaten onun bu “gözlemleme” nosyonundan kaynaklanıyor. Filmin arka planlarından birini oluşturan Napoli’nin Scampia mahallesinin geçmişi, şimdiki hali ve gelecekteki hali aslında izlediklerimiz... Filmin seyirciyi en çok çarpan yanı da, filmin hikâyesinin sadece geçmiş ve şimdiyle sınırlı kalmayışı. Gomorra’da yaşananlar, aslında gelecekte de yaşanacakların bir kesitini sunuyor bizlere. Sistemin çarkları bu şekilde işledikçe Camorra’lar hiçbir zaman bitmeyecek... Gomorra’nın gücü de, işte bu mesajından ileri geliyor.
Barış SAYDAM burnout.blogcu.com
METRUK
Ahmet Burak Turan’ı Orkun Uçar ile birlikte yazdıkları Zifir ile tanıdım. Çok satanlar listesinde sadece isim olarak bile tepelerde yer almayı başaran Orkun Uçar’ın bir kaç kitabını beyin jimnastiği ile ikili yazdığını bilmekteyim zaten. Bu günlerde yeni bir haber var fantastik okurları arasında. Bu sefer bir korku romanının raflara gelmesi bekleniyor. Korku romanı Türkiye için fazla alışagelmiş bir tür değil. Genelde yabancı yazarların korku romanlarını görüyoruz kitapçılarda. İşte şimdi daha bizden bir korku romanı ile karşı karşıyayız. Şubat sonunda kitabevlerinin raflarında yerini alacak Metruk. Ahmet Burak Turan Gölge e-Dergi okurları için Metruk’un öyküsünü yazdı. Metruk başlı başına bir maceraydı. Kitaba yazmaya başlamam oldukça sancılı geçti. Çılgınlar gibi yazmak istiyordum ama elim kaleme bir türlü gidemiyordu. İçinde bulunduğum durum yazmamı engelliyordu. Her şeyden önce, üretim denen canavarın en büyük düşmanıyla yüz yüzeydim. Yani çalışıyordum. Her sabah erkenden kalkıp işe gitmek zorundaydım. Aynı otobüse binmek, aynı vapura Metruk’un facebook sayfasından. yetişmek ve aynı yokuşu tırmanmak... Her sabah… Yazamıyordum çalışırken… Her sabah, eve döndüğümde yazmaya başlayacağıma dair söz veriyordum kendime. Ama ne bir hikâye toplanıyordu zihnimde ne de bir karakter fırlayıveriyordu önüme, “beni yaz,” diye. Mahvolmak üzereydim. Zifir’i düşünüyordum. Onu yazarken işsizdim ve bütün günümü rahatlıkla yazmaya adayabiliyordum. İşsizliği özleyecek kadar tuhaflaşmıştım. İşten kovulmaya bile çalıştım defalarca. Onlarca kez romanlara başladım. Hikâyeler çiziktirdim. Anlattım, dinledim. Ama maalesef kafam artık çalışmıyordu. Para kazanmak için paranın kendisi mi olmuştum ne? Beyinsiz, zayıf bir kâğıt parçasına mı dönüşüyordum? İçimdeki en belirgin his, mide bulantısıydı. Yüreğim bulanıyordu, aklım içime içime kusuyordu! Bir gün, kendime büyük bir bloknot aldım. Hani şu tepeden spiralli olanlardan. Bütün gün onu yanımdan ayırmamaya başlamıştım. Henüz hiçbir şey yazmıyordum ama yanımda taşımaya devam ediyordum yine de. Sonra bir şey oldu. Zihnimde bir şeyler sanki canlanmaya başlıyordu. Önce bir katil düşündüm. Katilin profilini yazmaya başladım. Sonra kurbanları hakkında notlar aldım. Tramvayda ayakta, vapurda sigara içerken güvertede, Üsküdar’da 9ÜD beklediğim sonu gelmez kuyruklarda, bilgisayarımın başında, evde salonda, sokakta, helâda… Aklınıza gelen her yerde sürekli yazdım bloknota. Defalarca yazdım. Yırttım. Yazdım. Yırttım. Romanın konusunu değiştirdim. Katilden vazgeçtim. Baştan başladım. Aklımda bir sürü karakter ve mekân oluşmuştu ama nasıl birleşecekti bütün bunlar bilemiyordum. Bir canavar düşündüm ardından. Sonra onun nasıl öldürdüğünü kurdum hayalimde. Ardından hızla notlar almaya başladım yeniden. Önce karakterleri sıraladım. İsimlerini, nerede yaşadıklarını, romandan önceki hayatlarını yazdım. Bazılarıyla röportaj yaptım kâğıt üstünde. Aşklarını ve hayatlarındaki dönüm noktalarını hayalledim. Sorular sordum.
22
Dergi yayına hazırlanırken kitabın kapağına henüz ulaşamamıştık. Bu kapak denemesi Rıdvan Şoray tarafından Gölge için yapıldı.
Bir süre oluşturduğum yaratık gibi davrandım içten içe. Bir süre Ezel Malik oldum. Hatta Anzelha’yı bile bulabildim yüreğimin derinliklerinde. Sonra Barbaros oldum. Gölge yaratıkları kolladım karanlık sokaklarda yürürken. Ya onlardan biriyle karşılaşırsam şu anda? Ya Metruk çıkıverirse şu köşe başında? Kalabalıklara bakarken hangi Anzelha olabilir diye sorduğumu hatırlıyorum kendi kendime. Ezel Malik’i görebilecek miyim diye baktım vapura binen insanların yüzlerine. İçinde bulunduğum iş-güç telaşından kurtulmuştum hafiften. Artık çalışırken bazen Ezel, bazen Barbaros oluyordum. Ama aynı oranda gerginliğim de artmıştı. Çünkü hâlâ bir olay örgüsü kuramamıştım zihnimde. Defterime notlar almaya devam ediyordum. Aklımdaki kabataslak hikâyeyi, her cümlesini numaralandırarak yazdım ilk önce. Sonra her cümleyi ayrı bir sayfaya yazdım. Ardından her cümlenin ardına, yeni olaylar ekledim. Cümle cümle. Hatta kelime kelime sayfalara notlar alıyordum. Bir gün, işin yarısı netleşti. Olayların doruk noktasına kadar ulaşan kısmını kısa cümlelerle yazdım. Her bölüme bir başlık koyuyordum ki hikâyeci özüm de tatmin olsundu. Sanki kısa hikâyeler yazar gibi giriştim romana. İlk bölüm bir bebeğin ölümüyle ilgiliydi. Yazarken, çok korkuyordum. Çünkü eşim hamileydi ve Zeynep’in dünyaya gelmesine çok az zaman kalmıştı. Benim için en zor bölüm birinci kısımdı işte bu yüzden. Bir bebek bekliyordum ve bir bebeğin, tank paletleri altında ezilerek can verişini yazıyordum. Kendi kendime işkence ederek bitirdim bu bölümü ve kitabın yarısına kadarki kısmı, sokaklarda yazarak tamamladım. Daha çok Sultanahmet camiinin avlusunda, Üsküdar ve Kadıköy sahilindeki çay bahçelerinde yazdım bu kısımları. Henüz bilgisayara geçmemiştim. Öylesine kargacık burgacık ve alelacele yazılmıştı ki sayfalar, onları okuyup bilgisayara geçemeyeceğim diye gerçekten endişeleniyordum. Nihayet bir tatile çıktım ardından ve Bursa’ya gittim. Babamla birlikte İznik gölünde yüzerken ona romandan bahsettim. Takıldığım yerden bahsettim. Devam edemiyorum, dedim. O da bana inanılmaz bir hikâye anlattı. O anda zihnim açıldı ve romanın sonuna kadar sürecek olan olay örgüsünün tamamı zihnimde ansızın belirdi. Geri dönüp bazı şeyleri değiştirmem gerekecekti ama sorun değildi. Anlattıkları hemen hemen şöyleydi: Roma zamanında, olası bir savaş durumunda halkın rahatça kaçabilmesi için, İznik kalesinin içinden, Deliklitaş denilen bir tepenin zirvesine kadar devasa uzunlukta tüneller kazılmıştı. Deliklitaş’taki, şimdi kapatılmış olan bu dehlizlerin, İznik’in içine kadar giden tünellerin girişleri olduğu anlamına geliyordu bu. Ayrıca İznik gölünün içinde kalan Senatus Sarayının ise bu tünellere bağlı olduğu ve sarayın, bilinenin aksine yerin altında ikinci bir kata daha sahip olduğunu anlattı. Bu tünel zinciri, romanımın bel kemiğini oluşturdu. Henüz Metruk’u okumadığınız için neden bahsettiğimi tam olarak anlatmam mümkün değil. Ancak şunu söyleyebilirim ki, yeryüzünün en habis güçleri ve iki insan, bu tünellerin içinde kan-revan bir hayat mücadelesi veriyor. Ve hiç umulmadık bir şekilde Hıristiyanlığın biçimlendirildiği Senatus Sarayına çıkarak bütün kutsal kitaplarda bahsi geçen karanlık bir varlıkla tanışıyorlar. Babamdan tünellerle ilgili hikâyeyi dinler dinlemez Güliz’i ve kardeşimin motorunu alarak Deliklitaş’ın yoluna düştüm. Birkaç kişiye sordum ama İznik’in oldukça uzağında kalan bu tepeyi bir türlü bulamadım. Bir traktör şoförüne sorduğumda ise oraya motorla çıkamayacağımı söylediği için vazgeçtim. Ne Deliklitaş’ı ne de Senatus Sarayı’nı göremeden İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştım. Oraları görememiştim ama hayalimde çok fazla şey canlanmıştı. Hızla yazmaya giriştim yeniden. Ama bu sefer, önce bütün sayfaları bilgisayara geçip, ondan sonra başladım. Artık doğrudan bilgisayara yazıyordum. Çünkü her şey bitmişti. Hikâye oluşmuştu. Sadece
24
aklımdakileri dizmek kalmıştı. Bir ay kadar yazdım. Mekânları zihnimde canlandırdığım, hayal gücümle yoğurduğum şekilde aktardım. Ama sonra tekrar İznik’e gitme şansım oldu ve bu sefer babamın arabasıyla aramaya koyuldum Deliklitaşı. İkinci denememde ise aksilikler üst üste geldi ve gideceğim yeri bulamadan eve geri dönmek zorunda kaldım. Üçüncüsünde ise başardım! Güliz’le birlikte tepenin, arabayla gidilebilecek son noktasına kadar vardık. Arabadan indik ve tırmanmaya başladık bunun ardından. On dakikalık dik bir tırmanıştan sonra, yalnızca bir kereliğine, Metruk için tasvir etmeye cesaret edebileceğim bir manzarayla karşılaştık. Tüylerim diken diken olmuştu. Devasa bir çember vardı karşımızda. Dağın içi oyuktu. Sanki bu dağ, şeytanın parmağından düşmüş bir yüzüktü. Çemberin içine girdiğimizde ise, hissettiğim ürpertiden dolayı neredeyse çığlık atacaktım. Böylesine korkunç bir manzaraya ne gerek vardı Allah’ım? Bilemiyordum… Her yanım cinlerle sarılmıştı adeta. Hayal gücüm fısıltılar duymama neden oluyordu. Dehlizlerin yanına yaklaştığımda ise öleceğimi sandım korkudan. Çemberin bitiminde bir uçurum vardı. Uçurumun dibi ise öylesine ölümcüldü ki… Tepenin etrafından dolaşarak aşağı inen bir yol aradık ve bulduk. Bir bataklık vardı. Kesilmiş taşlar ve geniş, rahatsız edici bir ortam… Sanki düzenli bir ev gibiydi. Ev sahipleri her an rahatsızlıklarını bildirebilirdi. Bataklık, o ana kadar duyduğum en berbat kokuyu yayıyordu. Hava kararmak üzereydi. Böyle bir yerde kim geceye kalmak isterdi ki? Kaçarcasına uzaklaştık. Alacağımı almıştım. Açıkçası, hiç de hayalimde canlandırdığım gibi bir yere benzemiyordu. Pek çok sayfayı iptal etmek zorunda kalacaktım. Çünkü ben insanların ara ara da olsa uğradıkları bir yer düşünmüştüm. Ama buraya ben ve en az benim kadar çatlak olan eşim haricinde hangi insan gelmeye cesaret edebilirdi? Medeniyetten iz yoktu. Tekrar tepeyi dolaştık ve aşağı inen patikaya vardık. Arabayı park ettiğimiz yeri gördüğümde oldukça şaşırdım. Çünkü misafirlerimiz vardı. Bir jandarma minibüsü yanaşmıştı bizim arabanın yanına ve elinde G3 tutan askerler etrafa yayılmıştı. Yukarıdan seslendim. “Geliyoruz!” Aceleyle aşağı indik. Komutanları burada ne aradığımızı sordu. Kitaptan bahsetmek istemedim. Merak ettiğimiz için geldiğimizi söyleyerek pek de yalan olmayan birkaç şey geveledim. Biraz uğraştırdılar ama sonra inandılar bize. Tabii evli olduğumuzu ispatlamamız gerekti. “Burada çok fazla cinayet işlendi,” dedi komutan, “buraya gelmeniz çok tehlikeli!” Tabanları yağladığımız gibi İznik surlarından içeri girdik tekrar. Garip bir macera olmuştu. Ertesi gün ise kardeşim Erentuğ beni Senatüs Sarayına götürdü. Yani Sarayın olması gereken yere. Gölün kıyısında elini uzaklara doğrulttu ve “Bu istikamette yüzmeye başlarsan, kalıntılara mutlaka çarparsın ve sarayın nerede olduğunu böylece anlarsın,” dedi. Senatüs Sarayı maalesef suların yarım metre kadar altındaydı. Sudan korktuğum için Saraya yüzerek gitme fikri bana hiç cazip gelmemişti. Ama o anda başka bir şey hatırlamıştım ki bu da romanımın finalinde bana eşlik edecek bir anıydı… Onu burada yazmayacağım ama şuna inanın, sular çekildiğinde ortaya ne çıkacağını hiç kimse bilemez…
Burak TURAN
YER YOK! 17 Ocak Bay Edgar elektronik postalarımın ilkini size Yeni İstanbul’a iner inmez bindiğim bir teleferikten yolluyorum. Nihayet babam Adnan Kundur’un hayatı boyunca dilinden düşürmediği İstanbul’dayım. Buralı bir babanın oğlu olduğum için hayatımda ilk defa adım atmış olmama rağmen kendimi çok da yabancı gibi hissetmemem gerekiyor galiba, fakat bu gizemli şehir önümde karanlıkta bekleyen bir yabancı gibi uzanırken içimdeki Avrupalı tedirginliği merak duygusunun önüne geçiyor. Benim için tuttuğunuz otel odasında dinlendikten sonra görüşmelere başlayacağım ve belki o zaman babamın uzaklardaki mezarını ziyarete bile gidebilirim. Umarım bir ay sonra Burddpunt planı da eksiksiz bir şekilde hayata geçer. 19 Ocak Yeni İstanbul’un en ünlü caddesine birkaç adım uzaklıkta küçük, sakin bir otelde kalıyorum. Otel eski İstanbul evleri gibi döşenmiş, içindeyken ait olduğunuz zamanı unutuyorsunuz. Üstelik elektronik pencereler sayesinde otelin karanlık sokaklardan oluşan manzarası bir anda Boğaz manzarası ve vapurlarla yer değiştirebiliyor. Bu vapurlar güvenlik nedeniyle artık çalışmıyor. Ünlü köprü ise bir şirketin sergi mekânına dönüşmüş. Eski İstanbul dediğiniz gibi çok güzelmiş Bay Edgar, doğanın tüm güzelliklerine sahipmiş. Fakat şimdi tarihi gotik kentleri andıran bir karanlık çökmüş üzerine ve benim kaldığım Beyoğlu sinsice bekleyen bulutlar altında uzun bir geceyi yaşıyor. Gündüzleri sessiz ve mutsuz yığınların arasında sokaklarda rahatlıkla yürümek mümkün değil. Gece olduğunda ise sokaklar evsizlere ve sokak köpeklerine kalıyor. 22 Ocak Bay Edgar, nihayet ilk görüşme gerçekleşti. Ortaköy’de (kentin turistik köşelerinden/ üç Kuzeyli şirket tarafından yönetiliyor) eski bir açık hava sinemasını ziyaretten dönerken hava aracında aradılar beni. Görüşme denizin ortasında küçük bir gemide gerçekleşti. Ay Ajansı’nın üst düzeyleri güvenlik nedeniyle denizin ortasında, hiçbir eksiği olmayan son derece lüks bir gemide yaşıyor. Üstelik çoğu zaman açıklarda oluyorlar ve ancak özel görüşmeler için Boğaz’a geliyorlar. Onların denizde olma durumu benim adalara olan düşkünlüğüm gibi değil; onlar ciddi bir şekilde öldürülmekten korkuyorlar. Korkak Yeni Dünya! Terör, Yeni İstanbul’da eskiye oranla azalmış olsa da, zaman zaman ufak tefek olaylar olabiliyor. Medya yasakları ise anında haber almamızı ne yazık ki engelliyor. Neyse; gemi buluşması tek kelimeyle mükemmel geçti. Kentin kodlarını bizim tarafa geçirecek olan sinyalleri yollamak için hazırlar. Bu konuda bizim sunduklarımız konusunda da bir şikâyetleri yok. Powda’nın Asya bölgesinde kurulmasının oldukça iyi bir fikir olduğunu düşünüyorlar. Üstelik yeni iletişim araçlarına dönük ciddi bir ilgi olduğunu onlar da kabul ediyor. Ağ geliştiriciler, mobil ekranlar ve oyun organlar şimdiden çok konuşuluyor. İlk görüşme böyle geçti. Rüya kayıtları benimle ve güvende, bu seyahatimin son adımı olan Rüya Turnesi için bekletiyorum onları. Fırsat bulursam yeraltı kitapçılarında babamın şiir kitaplarını aramayı düşünüyorum. 23 Ocak Bay Edgar, ancak şimdi yazma fırsatı bulabildim. Yeni İstanbul’da terör olayları eskiye oranla azalmış dememin üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra sevimsiz sayılabilecek olaylar gerçekleşti. Önce kentin Taksim’den sonraki en büyük meydanında bir bomba patladı. Az sayıda yaralıyla ucuz atlatılan eyleme pek çok terör örgütü sahip çıktı fakat sonradan bu olayın iki medya grubu arasındaki rekabetten kaynaklandığı ortaya çıktı! (Bu ülkede medya haberleri verirken ne kadar ketumsa, eğlence programları konusunda da o kadar iştahlı ve hırslı. Tüm televizyon kanalları tuhaf bir yarışma merakı içindeler. Çalışan kesim için bir akşam oyalaması olan bu tür programlar; geçim sıkıntısı çekenler ve işsizler için umut rolünü üstleniyor. Dün sabah büyük bir gürültüyle yatağımdan uyandım
26
ve yüzlerce insanın odamın altındaki dar sokaktan koşturarak geçtiğine şahit oldum. Aynen ormanda kovalanan hayvan sürüleri gibi koşturan bu grup bir programın yarışmacı konuklarıymış ve programın detaylarını anlatsam inanmak istemezsiniz!) Nerede kalmıştım, dün akşam saatlerinde büyük bir patlama ile sıçradık. Wollaf şirketinin sahip olduğu televizyon kanalının, yerli bir kanalın haberini baltalamak için yaptığı bir eylem olduğunu sonradan öğrendik. Bugün televizyonlar koşturan insan görüntüleriyle doluydu. Bir yanda zavallı yarışmacılar, diğer yanda ise patlama yerinde kaçışan insanlar. 25 Ocak Beklediğimiz görüşme bir türlü gerçekleşmiyor Bay Edgar. Hemen kötü haberi veriyorum çünkü son postanızda bu konuda daha sık size yazmam gerektiğinden bahsediyorsunuz. Ay Ajansı bir türlü iletişime geçmeyince ben de bu sabah onlara telefon açtım, fakat temsilcimize ulaşmayı başaramadım. Powda üzerine geniş bir araştırma yaptıklarını ve bu nedenle geciktiklerini düşünüyorum. Özel: Kaldığım otelin bir çalışanı dün akşam iki hayat kadınıyla birlikte kapımı çaldı. Bu civarda otellerde kalan yabancılara kadın pazarlamak çok moda. Kadınları fazla esmer ve çirkin bulmuş olsam da (üstelik biri Uzakdoğu ürünü), içeri buyur ettiğimi ve sabaha kadar ikisiyle beraber olduğumu saklamayacağım. Sabah olunca yeniden babam düştü aklıma. Kadınlara çok düşkündü, bilirsiniz. İçkiyi, şiiri ve kadınları çok severdi. Dün gece yatağımda hepsi vardı ama sanırım üçünü de buluşturan iksir eksikti: Aşk! 25 Ocak “Karanlık sokaklar ıssız değil kalbin kadar Bir katilin bakışları daha sıcak sana göre Kurtulmak istiyorum özgürlüğümü seviyorum Ama git diyen sesin beni sana atıyor sinsice” Hepsi bu kadar, sanırım biraz kısa. Ama farklı duygular var içinde. Bu yazdıklarım babama ait bir şiir. Babamın kitabını aradığımı size söylemiştim. Son rüyamda babamın şiirini parça parça hatırladığımı hissettim. Son kelimeye kadar aklıma düşünce, bir anda uyandım ve yazmaya başladım. Belki sıradan bir şiir. Ama çocukluğumda okuduğum şiirin yıllar sonra rüyamda ortaya çıkması inanılmaz değil mi? 1 Şubat Size en son babamın bir şirinden bahsetmiştim... Üşenmemiş ve bana neden özel hayatımdan bahsettiğimi sorgulayan bir mektup yazmışsınız. Size yeniden yazabilmek için beklemeye karar verdim ve ancak şimdi yazıyorum. Ay Ajansı’yla ilgili hiçbir gelişme yok. Bugün erken saatlerde telefonla aradıysam da, yine herhangi bir üst düzeye ulaşmayı başaramadım. Doğrusunu isterseniz bu durum beni telaşlandırmaya başladı ve ziyaretimin uzamasından çok fazla şikâyetçi olmasam da, elimdeki değerli şeyleri bir otel odasında tutuyor olmak beni rahatsız ediyor. Profesyonel olmayan sıradan bir hırsızın rüya kayıtlarını bulması neredeyse imkânız olsa da, onları yanımda tutmak ister istemez riskli. Bu kayıtları en önemli senaristlere yazdırdığımızı unutmayalım. Herhangi bir şirketin eline geçmesi halinde, istediği bir bölgede yaşayan binlerce insanı bir anda kendine bağlayabilir. Umutsuzca ve dişimi sıkarak bekliyorum. Bazen sonsuza kadar burada kalacakmışım gibi hissediyorum. Kötü bir duygu. 5 Şubat Bay Edgar! Çok kötü şeyler oldu. Şimdi daha fazla yazamıyorum. En kısa sürede olanları size yazacağım. 5 Şubat Saldırıya uğradım. Ve en kötüsü Bay Edgar! Soyuldum. Soyulduk. Yaşadıklarımı size anlatmayı nasıl becereceğim acaba? Klavyeye dokunduğum anda parmaklarım kontrolümden çıkarak hızlanıyor ve zihnimi öfke kaplıyor. Öncelikle, artık otelde değilim. Zaten orası bir otel değil. Ay Ajansı tarafından kontrol
edilen bir yer ve tamamen benim için hazırlanmış. Bunda ne sorun var diyor olabilirsiniz fakat aslında durum göründüğünden çok daha karışık. Ay Ajansı düşündüğümüz gibi bağımsız bir kurum değil artık. Ay Ajansı bir süre önce gizlice Wollaf şirketi tarafından satın almış. Yeni İstanbul’u tamamen Wollaf ve ona bağlı küçük şirketler yönetiyor ve Uzakdoğu kökenli bu şirket aklınıza gelebilecek her alanda faaliyet gösteriyor. Uzun lafın kısası, rüya kayıtlarımıza sahip olmak isteyen bir şirket tarafından kandırıldık. Bu şirketin aslında rüya kayıtlarına bile ihtiyacı yok, tüm ülkeyi avucuna almayı başarmış; fakat belli ki bu yolla az sayıdaki muhalifleri de etkisiz hale getirmeyi planlıyorlar. Bay Edgar, araştırma gruplarımızı bir daha gözden geçirmemiz gerekiyor. Yeni İstanbul’da bize kibrit kutusu kadar bile yer kalmamış. Saatler önce İstanbul’u terk ettim ve şu an Anadolu’ya, babamın mezarının bulunduğu köye gidiyorum. Rüya kayıtlarının bir bölümü çalındı, elimde kalanları ise küçük kutular içinde çorabımda saklıyorum. Belki de bu kayıtların bize tuzak kuran şirketin eline geçmesini engellemek için rastgele kullanmak gerekiyor. Anadolu’da kullanabilirim bunları. Oradaki insanları kazanmanın bize bir yararı olmaz ama en azından Wollaf’ın malı olmasını engelleriz. 7 Şubat Bay Edgar sıradan bir köy kahvesinden yazıyorum size. Rüya kayıtlarını burada açmak ve bu köyde yaşayan insanlara sinyalleri yollamak istiyorum. Hazır rüyalar ve anılar buradaki insanların yaşamlarını ve dünyalarını alt üst edecek fakat yapabileceğimiz bir şey yok. Keşke her şey yolunda gitseydi ve bunu Yeni İstanbul’da bize verilecek olan bölgede kullanma imkânımız olsaydı, ama olmadı. Şimdi tamamen bize ait olan bu teknolojinin Wollaf’ın uyanık ekibine geçmemesi için, elimdeki son kayıtları açıyorum. Ses duyulmaya başladı. Ben kendimi iç kulak kapakları sayesinde her türlü rüyaya karşı koruyorum. Çevremdeki köylülerdeki değişimi hissediyorum, bazıları parazitlenme nedeniyle anlık küçük şoklar yaşıyor ve bu durum hareketlerini engelliyor... Kayıtları açmamın üzerinden dakikalar geçti. Şimdi bana daha samimi, sanki tanıyormuş gibi bakıyorlar. Ürettiğimiz her şeyi satın almaya hazırlar, gözlerindeki iştahı hissediyorum fakat burada onlara verebileceğim hiçbir şey yok. Neyse, bu değerli kayıtları Wollaf’tan kurtarmış olduk. Şimdi küçük bir çocuk merakla sana bu satırları yazdığım aleti inceliyor. 10 Şubat Buraya alışmaya başladığımı hissediyorum. Yolladığınız uçak biletini almaya gitmeyeceğim. Bilginize... 20 Şubat Ah Bay Edgar, bugün hava o kadar güzel ki! Babamın bir şiirini yazmak geldi size içimden. “Canım cennet çekmiyor bugün Kötülük de yok içimde, ama Şimdi çevremdeki bu duvarlar yıkılsa Ardından sevdiğim çıksa bana bir masa kursa O masada küçük bir radyo olsa, açsam Zeki Müren çalsa Günah o masada başlar, başka yerde devam ederdi”
28
Serdar KÖKÇEOĞLU
GÖKYÜZÜNE ŞARKILAR “Kelimelerin Gölgeleri” veya “Sözün Gölgesi” belki bu isimler kitabımız için daha uygun olurdu. Romantik şahsiyetime yenilerek “Gökyüzüne Şarkılar” da karar kıldım. Peki, niçin “Gölge?” Bildiğiniz gibi hayatta yani evrende algıladığımız her şeyin bir, olduğunu gördüğümüz şekliyle (Zahirî) bir de gözle göremediğimiz (Batıni) görüntüsü vardır ki bu da ancak kalplerdeki gözlerimizle görülebilir. Yani bir değişle mana maddenin içinde gizlenmiştir ve bu mana, maddeden daha hacimli ve anlamlıdır. Tıpkı bir ağacın, uzayıp giden, kendisinden daha büyük olan gölgesi gibi… Bu kitaptaki öykülerde, son derece sade bir anlatımla yazılmış karışık olmayan cümlelerle ifade edilen bazı “Gölgeleri” içermektedir. İşte biz de okuyucunun bu madde perdesini aralamaya çalışan bir gözle bu kitabı okumasını tavsiye ediyoruz. Bu, aynı zamanda, yaşamımızda da bize karmaşık gelen ama aslında çok basit olan hayata bambaşka bir gözle bakmamızda bize yardımcı olacaktır. Böylece temel olarak kitapta, kişinin yaptığı ruhsal yolculuğu ve onun manevi boyutlarını yani önce “kendini tanımasını” sonra “ona” hâkim olmasını, dolayısıyla “ilerleyişini”, bu yolda düştüğü “manevi zindanları” ve karşılaştığı engelleri görmekteyiz. Nihayetinde “iyiliğin ve kötülüğün”, “yani zıtlıkların bir vücutta” toplandığını, “artının yakıtının eksi” “eksinin yakıtınınsa artı” olduğu ve “aşkın, aşk-ı ilahiye dönüşmesi” gibi konular hikâye edilmektedir. Son olarak önemli olanın, - Sokrates’in dediği gibi - “bilmediğini bilmek” olduğunu hatırlatıp bir sürç-ü lisan ettiysek af ola diyoruz.
Emre DEMİROK
Yazar, 21 Kasım 1972’ de Eskişehir’de doğdu. Ankara Deneme Lisesi mezunu. Açık Öğretim Fakültesi İşletme bölümünü bitirdikten sonra kitaplara olan sevgisini giderebileceği bir meslek buldu. 2002 yılından beri Ankara’da Remzi Kitapevi’nde çalışıyor. Gökyüzüne Şarkılar ilk kitabı.
36
BİR YILBAŞI HİKÂYESİ Ben de sizler gibi hayaletlere inanmazdım, ta ki görene kadar. Şimdi burada karşınızda dikilirken yaşadıklarımı açık yüreklilikle anlatmak istiyorum. Sizi o lanet güne götürmeme izin verin, izin verin ki içimdeki bu paranoyak kişiliği anlayabilin; 31 Aralık’tı, yılbaşını karım, iki küçük kızım ve kedimiz Tofu ile kutlamadan önce, uzun zamandır beni ofiste taciz eden sekreterim Alev ile Polonezköy’deki yazlığıma gitmeye karar verdim. Yaptığım plana göre Alev’le içeceğimiz birkaç kadeh şarap ve sonrasında yaşayacağımız ateşli dakikalar, eve geç gitmeme neden olmayacaktı. Hatta bir duş alıp, Alev’in vücuduma işleyen kokusundan bile kurtulabilirdim. Yeni yıla nasıl girersek öyle geçer ya, yeni yıla bir kaçamakla girmek belki bütün yıl boyunca aldatacağım karıma karşı işlediğim suçu da hafifletirdi. Gerçi ikiz kızlarımızın doğumundan sonra benden soğuması ve kendini çocuklarına adaması, bizi birbirimizden uzaklaştırmıştı. Aramıza giren bu soğukluk zaten benim için yeterli bir aldatma sebebiydi. Alev, Audi’min ön koltuğunda bacak bacak üstüne atmış otururken ara sıra vücudunun yuvarlak kıvrımlarına baktığımı fark edip gülümsüyordu, manuel araçlara olan eski alışkanlığımdan otomatik vitesin üstünde duran elimi mini eteğinin üstüne koydu. Avuç içlerindeki ter bana olan ilgisini bir kez daha fark etmeme neden olmuştu. “Bunun gerçekleştiğine inanamıyorum. Yılbaşını seninle geçireceğim.” “Biliyorsun ama akşam eve geri dönmem lazım, sabahı bulur Polonezköy’e dönmem. Çocukları yatırıp eşime de işle ilgili bir problem olduğunu söyleyip geleceğim yanına. Umarım yalnız korkmazsın orada.” “Senin geleceğini bildikten sonra hiçbir şey önemli değil benim için. Bana bir söz ver ama, sabah kahvaltısını benimle yapacaksın.” “Peki, söz canım.” Cümlemi bitirirken mini eteğinin üzerinden dokunduğum bacaklarını ayırarak daha derinlere inmemi söyler gibi baktı. Aceleci ve içten tavrı beni endişelendirmiyor değildi. Polonezköy’e varmıştık, Audi’m meydandaki ışıklandırılmış çay bahçesinden sola doğru girerken çevredeki otellere yılbaşını kutlamaya gelen İstanbulluların sokağa park ederek daralttığı yolda Alev neşe içinde etrafına bakınıyordu. Hafif yağmur da çiselemeye başlamıştı. Sokağın başında komşum Ahmet Bey arabamı tanıyarak el salladı, belli ki durup onu almamı istiyordu. Ancak içerdeki kadının eşim olmadığını görürse çıkaracağı dedikodular itibarım için hiç de iyi olmazdı. İçeriyi tam göremediğini umup hızlanarak yanından geçtim. “Daha çok var mı?” “Geldik sayılır Alev, az ilerideki sarı binayı görüyor musun?” “Evet, ne şirin bir yer. Bütün kış beni buraya mı getireceksin yoksa?” “Geleceği düşünmesek olur mu, şimdinin tadını çıkaralım.” “Peki...” Sanki bir şey daha söylemek ister gibi duran Alev’in moralinin bozulduğunu hissettim, ancak şu anda bununla uğraşacak halim yoktu. Tek düşündüğüm erkeklik hormonlarımın normal değerlerine gelmesi için bu kadını yatağa atabilmekti. Yağmur daha da artarken içeri kendimizi zor attık. Alev’in ıslanmış bedeni vücut hatlarını daha da çok ortaya çıkarmıştı. Ona bakmaktan kendimi alamadım, o da durumu anlayarak kıkırdayıp utangaçlıkla belime sarılıp vücudunu benim vücuduma iyice yapıştırdı. “Ne içersin? Kırmızı şarap uyar mı?” diye sordum duygusuzca. Sinirlenip kollarını vücudumdan çekti “Tabii ki.” Sesi hafif titreyerek çıkmıştı. Bir kadını yatağa atmak için suyuna gitmek gerektiğini bilen bir erkektim. Ancak sanırım tanıdık birini
görmek bu gizli kaçamakta bazı aksiliklerin çıkacağını gösteren ilk işaretti. Önce gidip kaloriferleri açtım, bir de büyük battaniye çıkardım. Kaloriferler ısınana kadar bizi idare eder diye düşünüyordum. Bir elimde battaniye bir elimde tepside ucuz bir Fransız şarabı ve iki tombul şarap kadehi ile içeri girdiğimde Alev oturma odasının ortasındaki şöminenin önünde eğilmiş, şöminenin içindeki kül olmuş odunlara bakıyordu. “Kışın buraya sık sık geliyor musun?” “Pek sık sayılmaz. Bazen ailemden, işten yani kısaca stresten uzak kalıp, kafa dinlemek için gelirim. Soğuk kış gecelerinde Polonezköy’ün ayrı bir havası vardır. Akşam bu battaniyeye sarılıp kitap okur, şu baba yadigârı pikapta da sahaflardan topladığım plakları dinlerim. Sabah da fotoğraf makinemi alıp günün doğuşunu, ağaçları, yavaş yavaş canlanan doğayı çekerim.” “Tam hayalimdeki Mert.” Kadehleri doldurup kendisine uzattım. Birbirimize iyi yıllar dileyip, yavaş yavaş şarapları yudumlamaya başladık. Koltuktan kalkıp pikaba bir jazz plağı koydum. Müziğin sesi biraz rahatlatmıştı beni. Alev battaniyeyi üstüne çekmiş ufak bir kız çocuğu gibi gülümsüyordu. Yanına otururken battaniyeyi bir hamlede kaldırıp iyice kendisine yanaşmam için bana yer açtı. Kafasını göğsüme dayayıp kollarını bana doladı. Sanırım ilk hamleyi benden bekliyordu. Hafifçe ellerimi saçlarında gezdirip başına bir öpücük kondurdum. Kafasını çevirip bana sevgi dolu gözlerle baktı. Dudaklarıma dudaklarını yapıştırıp dilini ağzıma soktu, ancak sonra utanır gibi geri çekildi ve yüzü kızardı. Hamle sırasının tekrar bana geçtiğini anlayarak ben de onu öptüm. Üniversiteden yeni mezun olmuş bu genç kadının seks arzusu benim gibi kırklarının sonuna gelmiş bir erkeği tabii ki tahrik etmekteydi. Ellerim vücudunda gezinirken askılı bluzunu ve mini eteğini kıkırdayarak çıkarıp battaniyenin dışına fırlattı. Sutyeninin kopçalarını çözerken şömineden kurum döküldüğü gözüme çarpmıştı. Bir salak gibi bunu görmemezlikten geldim. Belki o an kızı alıp evden kaçabilsem şimdiki paranoyak yaşamımdan da kurtulurdum. Oysaki ben, kızın sutyeninden fırlayıp ortaya çıkan süt beyazı renginde göğüslerini öpüp, pembe ve dik göğüs uçlarını ağzımın içine almakla meşguldüm. Alev beni geriye doğru attı, sırt üstü üçlü oturma takımımıza uzandım, üstüme çıkıp gömleğimi düğmelerini kopartırcasına çıkardı. Göğüslerime ufak öpücükler kondururken yavaş yavaş aşağı doğru indi, pantolonumu, benim de yardımımla indirdi. Battaniyenin altında göğüslerini ve vücudunu çıplak bedenime sürterken, hafifçe başımı şöminenin olduğu yöne çevirdim. Birkaç kurum daha döküldü, biraz daha ve biraz daha. Kurumların hızı arttıkça Alev de battaniyenin altında hızlanıyordu sanki ancak o anda aşağıda neler olduğunu düşünemeyecek kadar korkmuştum. Sonunda şömineden dışarı siyah bir bot çıktı, esnek, sanki kemiklerinden yoksun bir varlık şömineden kurtulunca yavaş yavaş kendi formunu bulmaya başladı. Yarı saydam varlık şimdi kırmızı bir Noel Baba kıyafeti ile dikiliyordu karşımda. Onu daha dikkatli incelediğimde, suratında yer yer kemiklerin göründüğünü, kalan bölgelerinde ise çürümüş et parçalarının sarktığını görebildim. Kırmızı gözleri yakarcasına bana bakıyor, sakalının olması gereken yerden çıkmış solucan öbekleri yerlere düşerek etrafa yayılıyordu. “Ho ho ho, Mert Bey bu yıl pek yaramaz bir çocuk olmuş anlaşılan!” Sesi sanki beynimin içinde yankılandı. Çene Kemikler hareket etmiyordu. Zaten ağzını açacak olsa çenesi düşecek gibiydi. Üzerindeki kurumları bir kez daha silkeleyerek bana bakıp göbeğini tuttu ve her yılbaşında görmeye alıştığımız Noel Baba’ları taklit eder gibi bir kez daha beynimin içinde kahkaha attı. Kap katı kesilen vücudumu hisseden Alev üstüme çıktı tekrar, şimdi kalçası ile üstüme oturmuş bana bakıyordu. “Ne oldu Mert, yanlış bir şey mi yaptım yoksa?” “Şömine… Baksana o tarafa,” cümleyi kurmam korkudan kekeliyor olmamdan dolayı
38
uzun sürmüştü. Alev yüzündeki şaşkınlık ifadesi ile döndü şömineye, ancak o dönene kadar yaratık sırra kadem basmıştı bile. “Kurum dökülmüş. Bunun için mi telaşlandın. Buradaki işimiz biterse temizleriz ne acelesi var dimi aşkım.” Nasıl bir rüyanın içinde olduğumu anlamadan Alev’e bakıyordum. Alev ise organımı içine sokup hızla yukarı aşağı hareket etmeye ve inlemeye başlamıştı. Yarım saat sonra ikimiz de bitkin bir şekilde yatıyorduk. Alev’i üstümden yavaşça indirip, banyoya doğru yöneldim. Bir duş alıp buradan ayrılmak istiyordum artık. Duş başlığını açtığımda pis bir kurum üstüme boşaldı. Nefes almakta zorlanarak küvetin içine yığılıp kaldım. “Ne o Mert, yoksa sen de mi Noel Baba’ya inanmayan çocuklardan birisin? Bilirsin bazılarımız öteki dünyada yargılanır. Oysa sen şanslısın Mert, o kadar beklemene gerek olmayacak. Şimdi Noel Baba’nın kötü çocuklarına hediye yerine ne verdiğini göreceksin!” Sakallarından düşen solucanlar üstümü kapladı, dokundukları yerler sanki derimi soyuyor beni lime lime ediyor ruhumu etimden ayırıyordu. Zifiri karanlığa gömüldüm, aşağıda bir ışık görüyordum. Işığa doğru düşmeye başladım. Bir süre serbest düşüşüm devam ettikten sonra Kemerburgaz’daki villamızın şöminesinden bakarken buldum kendimi. Dışarı çıkmak istedim, ancak bir şeyler beni engelliyordu. Ufak kızlarım kedimiz Tofu ile oynuyor, eşim ise hazırladığı masada yalnız başına oturmuş Türk kahvesini yudumlayıp saate bakıyordu. O an içimden bir şey koptu, karımla birlikte geçirdiğim güzel günleri hatırladım. Düğünümüz, ilk öpüşmemiz, ikizlerimizin doğumu, ilk ateşli sevişmemiz, hepsi bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden. O anda ne bok yediğimin farkına vardım. Dünyadaki en rezil, en aşağılık varlık ben olmalıydım. “Seni anlıyorum,” dedim yanımda olduğunu hissettiğim hayalete. ”Şimdi izin ver de onların yanına gideyim. Her şeyi düzelteceğime yemin ederim.” “Ho ho ho, o kadar kolay değil o Mert.” Birden hızla yukarı çıkmaya başladım. Bir an sanki gökyüzüne çıktım ve aynı hızla az önce devrildiğim küvetin içinde buldum kendimi. Solucanlar beni terk etmişti. O garip yaratık da ortada yoktu. Hemen kısa bir duş alıp küvetten çıktım. Banyonun aynası buharlanmıştı. Aniden görünmez bir parmak buharın üstüne bir yazı yazmaya başladı. “Öldür ya da öl.” Lavabonun içinde duran kasap bıçağımızı o anda fark ettim. Pisliğimi temizlemek için bir seçeneğim vardı. Ya ailemi bırakıp kendiyle olmamı isteyen içerdeki kadından kurtulmalı ya da kendimi öldürüp kanımla birlikte içimdeki pisliği akıtmalıydım. Kendimden tiksiniyordum, ancak içerideki kadından daha da çok tiksiniyordum. Aklım başımdan gitmişti. “Öldür ya da öl!” Başka seçeneğim yoktu. Bu genç kadın beni yavaş yavaş oyuncağı yapacaktı. Ne kadar ondan uzak durmaya çalışsam da az önce yaşadığım mutluluğu tekrar yaşayabilmek için ona bir süre sonra her şeyimi verecektim. İçindeki kötülüğü hissettim ve kasap bıçağını sağ elimi arkada tutup gizleyerek içeri girdim. Alev kim bilir beni ailemden ayırmak için ne tezgâhlar düşünüyordu. Ona fırsat vermemeliydim. Bunları gerçekten ben mi düşünüyordum yoksa o yaratığın kafama soktuğu paranoyalar mıydı bütün bunlar? Alev aslında bana böyle bir istekte bulunmamıştı. Ancak ilk kaçamakta kendini fazlasıyla sunmuyor muydu bana? Kesin bu kadın bir şeytandı ve ondan kurtulmalıydım. Bunun dışında bir şey düşünemiyordum o esnada. Alev çıplak sırılsıklam vücudumda, aksak yürüyüşümde sanki yabancı bir şey varmış gibi bana baktı. “Ne saklıyorsun arkanda, yoksa bana yılbaşı hediyesi mi aldın? Ne kadar düşüncelisin canı...” Tam o sırada kasap bıçağımı kafatasına sapladım. Şaşkınlıkla gözleri bir an bana baktı daha sonra göz akları göründü. Bıçak kafatası kemiklerini parçalamıştı. Sanki onu öldürmeye doyamamış gibi bıçağı çıkarıp bu sefer de boynuna sapladım. Her yer
İllüstrasyon Gökhan GÜLTEKİN telumaithor.deviantart.com
kan içinde kalmıştı, kızın boynundan fışkıran kan çıplak vücudundan akıp yerlerden oluklara giriyor sanki bütün evi kızıla boyuyordu. Kustum, sanki kusmam içimdeki pisliği de dışarı çıkarıyordu, başım yavaş yavaş dönmeye başladı. Dizlerimin üzerine çöktüğümde kendine Noel Baba diyen yaratık yine karşımdaydı, göbeğini tutmuş kahkahalar atıyordu, baş dönmem hızlandı ve kısa bir süre sonra bayıldım. Tam olarak kaç saat baygın kaldım bilmiyorum, tam olarak bayılmış mıydım yoksa o garip ruh beni ele mi geçirip bana hatırlayamadığım başka şeyler de mi yaptırmıştı ondan da emin değilim. Ama kendime geldiğimde emin olduğum tek şey öldürdüğüm kadının cesedinin ortada olmadığı ve etrafta tek bir kan izine rastlamamamdı. Acaba neler olmuştu? Şaşkınlıkla etrafa bakıyor elimde tuttuğum kasap bıçağını istemsizce yukarı aşağı sallıyordum. Tam bu sırada kapı çaldı. Delikten baktığımda Ahmet Bey yeni yaptırdığı dişlerini göstererek bana doğru sırıtıyordu. Bıçağı gazeteliğin içine saklayıp üstüme battaniyeyi alarak açtım kapıyı. “İyi yıllar Mert Bey. Sizi arabada yalnız görünce telaşlandım ve bir hal hatır sormaya geldim.” Ne saçmalıyordu bu salak. Aracın renklendirilmiş camlarından dolayı yanılıyor olmalıydı. “İyi yıllar. Eve bir şey getirmek için gelmiştim. İlginize teşekkürler, ben de çıkmak üzereydim tam, malum yeni yıldan önce evde olmam gerek.” “Haklısınız, hanımefendiye sevgilerimi iletin. Umarım o battaniye ile çıkmayı düşünmüyorsunuzdur. Malum kış, üşütmeyin.” Çok önemli bir espri yapmış gibi kahkahayı bastı. Ancak bu kahkahada sanki bir şey vardı. Beni korkutan ama tanıdık bir şey. Sanki Noel babanın attığı kahkaha gibiydi. “Ho ho ho” gibi, ama belki de ben hâlâ şoktaydım ve gerçeklerle hayalleri ayırt edemiyordum. Ahmet Bey gittikten sonra son hızla giyinip Audi’me atladım. Gaza bastığımda oldukça paniklemiştim. Arabayı hangi hızda, ne şekilde sürdüğümü, eve nasıl geldiğimi inanın bilemiyorum, ancak zamanında eve varmıştım. Kızlarımın yanaklarına ayrı ayrı öpücük kondurup daha önce işyerindeki ofis boya aldırıp paketlettiğim hediyelerini verdim. Karıma sarılıp sanki ilk kez öpüşür gibi aşkla öptüm. Karım şaşkına dönüp bana iyi olup olmadığımı sordu, tenimin bembeyaz kesilmesi onu tedirgin etmişti. Önemli bir şeyimin olmadığını söyleyip konuyu kısa kesmek istediğimi belli ettim. Yemeğe oturmadan bir şeyi teyit etmek geldi içimden. İçeri girip cep telefonumdan Alev’in numarasını buldum, bir an duraksayıp yeşil yes tuşuna bastım. Olacaklardan korkuyordum. Onca günahımın yanına bir de öldürmeyi mi eklemiştim yoksa? Telefon açıldı, arkadan yüksek sesli, gürültülü bir müzik geliyordu. Belli ki bir partinin ortasındayken aramıştım saatler önce öldürdüğüm kadını. Kesik kesik gelen sesten ve gürültüden anladığım kadarı ile Alev çok heyecanlanmış ve aşağı yukarı şunları söylemişti “Mutlu yıllar Mert, beni aramana ne kadar sevindim bilemezsin. Ben de tam seni düşünüyordum, ama arayıp da ailenin yanında seni rahatsız etmek de istemedim.” Cevap veremeden kapadım telefonu ve geri arayamasın diye uçuş moduna getirdim. Alevin sesi kafamda uzun süre yankılandı, sesle beraber onu keserken akan kanlar birbirine geçiyor, midemi iyice bulandırıyordu. Sanırım bir daha onu görmeye dayanamazdım. İş yerine gittiğimde ilk işim bu kıza başka bir iş bulup, bizim şirketten kovdurmak olacaktı. Yaşadığım bu deneyimden sonra tek bir şeye inandım. Ben de eskiden inanmazdım, ta ki görene kadar. Hayalet diye bir şey var!
Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com
BU SENE OSCAR’LAR KİMLERE GİDER? Bu yıl da Oscar ödüllerinin verilmesine kısa bir süre kaldı. Her yıl olduğu gibi bu yıl da eleştirmen birlikleri ve meslek birliklerinin ödülleri, Altın Küreler derken 22 Şubat gecesi Oscar heykelcikleri de sahiplerini bulacak. Bu yıl bizler için ayrı bir heyecan daha vardı. Yabancı Dilde En İyi Film dalında Üç Maymun’un ilk dokuz film arasına kalması ile son beşe kalması konusunda da epey ümitlenmiştik. Ne yazık ki kısmet olmadı. Artık ileriki yıllarda ümidimiz. Bu yıl da geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi bu yazının yazıldığı, Oscar’ların açıklanmasına yaklaşık 1 ay kaldığı günlerde aday filmlerden büyük bir çoğunluğunu vizyonda izleme şansımız olmadı. Bazı filmler çeşitli illerdeki festivallerde oynadı ama onları da kısıtlı bir izleyici kitlesi izleyebildi. Özellikle 13 dalda adaylık alan The Curious Case of Benjamin Button ve 10 dalda adaylık alan Slumdog Millionaire filmlerini izlemeden kazanacak adaylar konusunda sağlıklı bir değerlendirme yapmak mümkün değil. Burada yapacağımız şey, bugüne kadar verilen diğer ödüllerin de ışığında bir tahmin çalışması olacak. Kategorilere daha az dikkat çeken dallardan başlayarak birer birer bakalım: En İyi Kısa Film: Adaylar: Auf der Strecke / On the Line, Manon on the Asphalt, New Boy, The Pig, Spielzeugland / Toyland Genellikle izleme fırsatı bulamadığımız kısa film dalındaki filmlerden ikisini (On the Line ve Toyland) Gezici Festival’de izleme olanağını buldum kendi adıma. Diğer filmler hakkında bir bilgim yok ancak 2. Dünya Savaşı yıllarında aslında toplama kamplarına giden Yahudi komşularının oyuncak ülkesine gittiğini düşünen bir çocuğun onlarla beraber gitme isteğini anlatan Toyland gerçekten başarılı bir kısa filmdi. Konusu da akademinin beğeneceği bir konu. Oscar’ı alması sürpriz olmaz. En İyi Animasyon (Kısa): Adaylar: La Maison en Petits Cubes, Lavatory – Lovestory, Oktapodi, Presto, This Way Up Bu daldaki adaylardan da sadece Presto’yu izleme fırsatı bulabildik. Aslında ülkemizde gösterime de girdi diyebileceğimiz bu film (Wall.E’nin önünde gösterilmişti) gayet eğlenceli ve başarılı bir animasyondu. Diğer filmler hakkında hiçbir bilgim olmadığı için bu dalda da Pixar’ın kalitesine de güvenerek Presto’yu favori görüyorum. En İyi Belgesel (Kısa): Adaylar: The Conscience of Nhem En, The Final Inch, Smile Pinki, The Witness - From the Balcony of Room 306 Bu daldaki adayların ise hiçbirini izleme şansımız olmadı. Konularına baktığımda The Witness filminin konusunun tarihi olarak önemli bir kişilik olan Martin Luther King ve ona yapılan suikast ile ilgili olduğunu gördüm. Bu nedenle Oscar şansının yüksek olduğunu düşünüyorum. En iyi Belgesel (Uzun): The Betrayal – Nerakhoon, Encounters at the End of the World, The Garden, Man on Wire, Trouble the Water
42
Werner Herzog’un Encounters at the End of the World iyi eleştiriler alan bir film olarak dikkati çekiyor, ancak 1974 yılında Dünya Ticaret Merkezi’nin bugün artık olmayan kuleleri arasına bir tel çekerek o tel üzerinde yürüyen Philippe Petit’in bu gösterisinin arka planını anlatan Man on Wire filmi pek çok yerde yılın en iyi belgeseli seçildi bile. Oscar’ı da bu film alacaktır. En İyi Makyaj: Adaylar: The Curious Case of Benjamin Button, The Dark Knight, Hellboy II: The Golden Army Her 3 filmde de ciddi bir makyaj başarısı var. Ancak fragmanlardan görüldüğü kadarıyla Benjamin Button, Brad Pitt’in yaşlandırıldığı makyaj çalışması ile bir adım önde. Diğer dallardaki adaylık sayısının fazlalığına bakıldığında akademinin bu filmi ne kadar sevdiği de ortada zaten.
En İyi Görsel Efekt: Adaylar: The Curious Case of Benjamin Button, The Dark Knight, Iron Man Bu dalda genellikle efekte ağırlık veren bilim-kurgu filmleri şanslı oluyor. Bu yıl iki çizgi roman uyarlaması ve Benjamin Button adaylar. Iron Man’in başarılı efektlerinin Oscar’ı alması beklenebilir. En İyi Ses Kurgusu: Adaylar: The Dark Knight, Iron Man, Slumdog Millionaire, WALL•E, Wanted Ses kurgusu kategorisinde de genellikle aksiyon filmlerinin öne çıktığı söylenebilir. Ancak bu yıl ortada Wall.E gibi, özellikle ilk yarısında hiç konuşmanın olmadığı, tümünde de hikayenin büyük
bir kısmının seslerle ilerlediği bir film var. Film olarak çok başarılı olduğu gibi bu ses çalışmasının arkasında da sektörün çok deneyimli isimlerinden, bu yıl 11. adaylığını alan Ben Burrt’ün olması da önemli bir avantaj. Bu nedenle hak eden ve alacak olan Wall.E olacaktır diye düşünüyorum. En İyi Ses Miksajı: Adaylar: The Curious Case of Benjamin Button, The Dark Knight, Slumdog Millionaire, WALL•E, Wanted Ses kurgusu kategorisi ile aynı sebeplerden dolayı bu dalda da Wall.E filmini favori olarak görüyorum. En İyi Kostüm: Adaylar: Australia, The Curious Case of Benjamin Buton, The Duchess, Milk, Revolutionary Road Kostüm dalı da dönem filmlerinin ağırlıklı olarak öne çıktığı bir dal olarak görülebilir. Nitekim adaylıklara bakınca da böyle bir eğilim göze çarpıyor. Adaylar arasında izlemiş olduğumuz filmlerden Australia’da Nicole Kidman’ın adeta defilede gibi sunduğu kostümler ile The Duchess’de tüm filmle yayılan görkemli kostümlerin çekişeceğini düşünüyorum. Her ne kadar film olarak çok sevilmeyen bir film olmuşsa da Australia bir adım önde gözüküyor. En İyi Sanat Yönetmeni: Adaylar: Changeling, The Curious Case of Benjamin Buton, The Dark Knight, The Duchess, Revolutionary Road Özellikle bu tip dallarda filmleri izlemeden karar vermek çok mümkün olmuyor. Belki de bu yüzden benzer bir kategori olan kostüm kategorisinde olduğu gibi yine izlediğim bir filmin kazanacağını tahmin ediyor ve The Duchess’ı avantajlı görüyorum. En İyi Kurgu: Adaylar: The Curious Case of Benjamin Button, The Dark Knight, Frost/Nixon, Milk, Slumdog Millionaire Kurgu dalındaki ödülle en iyi film dalındaki ödülün paralellik gösterdiği söylenir yıllardır. İstatistikler de bunu destekler zaten. Adaylara baktığımızda da en iyi film dalındaki adaylardan The Reader dışında kalanlarının bu dalda aday olduğunu görüyoruz. Onun yerini The Dark Knight filmi almış. Ancak ödülü alacak film muhtemelen en iyi film dalındaki iki favoriden Benjamin Button ya da Slumdog Millionaire olacak. Slumdog Millionaire bir adım önde bana göre. En İyi Görüntü Yönetmeni: Adaylar: Tom Stern (Changeling), Claudio Miranda (The Curious Case of Benjamin Button), Wally Pfister (The Dark Knight), Roger Deakins, Chris Menges (The Reader), Anthony Dod Mantle (Slumdog Millionaire) Bu kategoriden itibaren aday olan isimleri de belirtmeye başladım. Çünkü artık sinemaseverler olarak bildiğimiz isimler karşımıza çıkmaya başlıyor. Bu daldaki 5 adaydan Changeling’e çok şans vermiyorum. Onun dışındaki adayların hepsinin şansı var. The Dark Knight’da ilk kez IMAX kameraları böyle bir filmde kullanıldı. David Fincher filmlerinin her zaman görüntü çalışması olarak birinci sınıf filmler olduğunu biliriz. Benjamin Button da bir istisna olmamalı. Slumdog Millionaire’in de görüntü çalışmasının çok iyi olduğu her yerde söyleniyor. Ancak Roger Deakins ve Chris Menges gibi iki çok çok önemli görüntü yönetmeninin The Reader’da
44
çok iyi bir işe imza attığına ve bu filmle beraber 8. adaylığını alan Deakins’in sonunda heykelciği evine götüreceğine inanıyorum. Bu Menges’in de 3. Oscar’ı olacak. En İyi Müzik: Adaylar: Alexandre Desplat (The Curious Case of Benjamin Button), James Newton Howard (Defiance), Danny Elfman (Milk), A.R. Rahman (Slumdog Millionaire), Thomas Newman (WALL•E) Çoğu iyi tanınan müzisyenlerin aday olduğu bir kategori en iyi müzik. İşin ilginç tarafı bundan önce defalarca aday olmalarına karşın (bu dalın adaylarının bu yıldan önceki toplam adaylık sayısı 19) hiçbirinin Oscar alamamış olması. Ancak tahminim, aralarında daha önce aday olmamış tek isim olan A.R. Rahman’ın tıpkı Altın Küreler’de olduğu gibi ödülü alacağı ve rakiplerini bir kez daha hayal kırıklığı ile evlerine döndüreceği yönünde.
En İyi Şarkı: Adaylar: Down to Earth (Wall.E filminden, Müzik: Peter Gabriel, Thomas Newman Söz: Peter Gabriel), Jai Ho (Slumdog Millionaire filminden Müzik: A.R. Rahman Söz: Gulzar), O Saya (Slumdog Millionaire filminden Söz-Müzik: A.R. Rahman, Maya Arulpragasam) Büyük ihtimalle bu dalın galibi de A.R. Rahman ve Slumdog Millionaire olacak. Tahminim Jai Ho şarkısı. Tabii ki Altın Küre’yi kazanan Bruce Springsteen burada aday olsaydı her şey farklı olabilirdi. Yabancı Dilde En İyi Film: Adaylar: Almanya’dan Der Baader Meinhof Komplex / The Baader Meinhof Complex, Fransa’dan Entre les murs / The Class, Japonya’dan Okuribito / Departures, Avusturya’dan Revanche, İsrail’den Vals Im Bashir / Waltz with Bashir Çok fazla bir şey demeye gerek yok. Yılın en iyi filmleri arasında sayılan Waltz with Bashir ile İsrail ilk Oscar’ını almazsa sürpriz olur. En İyi Animasyon (Uzun Metraj): Adaylar: Bolt, Kung Fu Panda, WALL•E İşte fazla bir şey söylemenin gereksiz olduğu dallardan biri daha. En iyi film Oscar’ına aday olsa kimsenin itiraz etmeyeceği Wall.E Oscar almazsa sürprizden öte ayıp olur. En İyi Özgün Senaryo: Adaylar: Courtney Hunt (Frozen River), Mike Leigh (Happy-Go-Lucky), Martin McDonagh (In Bruges), Dustin Lance Black (Milk), Andrew Stanton, Jim Reardon, Pete Docter (WALL•E) Özgün senaryo genellikle yılın gölgede kalan ama gerçekten kaliteli filmlerinden birine veriliyor. Her ne kadar akademinin daha çok sevdiği bir film gibi gözüktüğü için Milk’in ödülü alması da ihtimal dâhilinde olsa da tecrübeli yazar/yönetmen Mike Leigh’in bu Happy-Go-Lucky ile Oscar’ı alabileceğini düşünüyorum. En İyi Uyarlama Senaryo: Adaylar: Eric Roth, Robin Swicord (The Curious Case of Benjamin Button), John Patrick Shanley (Doubt), Peter Morgan (Frost/Nixon), David Hare (The Reader), Simon Beaufoy (Slumdog Millionaire) En iyi film dalındaki çekişmenin öncelikle bu dalda yaşanacağını düşünmek yanlış olmaz. Ne de olsa en iyi film dalındaki adayların dördü bu kategoride de yarışıyor. Senaryosu ile de önemli övgüler alan Slumdog Millionaire ve Simon Beaufoy’un ödülü almasını bekliyorum kendi adıma.
46
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Adaylar: Amy Adams (Doubt), Penélope Cruz (Vicky Cristina Barcelona), Viola Davis (Doubt), Taraji P. Henson (The Curious Case of Benjamin Button), Marisa Tomei (The Wrestler) Altın Küreler’de ve SAG ödüllerinde bu dalda The Reader ile ödül alan Kate Winslet Oscar’larda aynı rol ile en iyi kadın oyuncu kategorisine alınınca bu daldaki adayların önü açılmış oldu. Muhtemelen Woody Allen filmlerinde oyuncuların sıklıkla Oscar alma geleneğini devam ettirerek Penélope Cruz ödülü alacak.
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Adaylar: Josh Brolin (Milk), Robert Downey Jr. (Tropic Thunder), Philip Seymour Hoffman (Doubt), Heath Ledger (The Dark Knight), Michael Shannon (Revolutionary Road) Başka bir yıl olsa diğer adayları da değerlendirmemiz gerekebilirdi ama hem çok iyi bir Joker portresi çizmesi hem de trajik ölümü nedeniyle Heath Ledger bu dalda rakipsiz görülüyor.
En İyi Kadın Oyuncu: Adaylar: Anne Hathaway (Rachel Getting Married), Angelina Jolie (Changeling), Melissa Leo (Frozen River), Meryl Streep (Doubt), Kate Winslet (The Reader) Angelina Jolie ve Melissa Leo’nun bu dalda sadece adaylıkla yetineceği kesin gibi. Anne Hathaway’in de bir gün Oscar kazanacağını ama o yılın bu yıl olmayacağını tahmin ediyorum. Yarış büyük ihtimalle Meryl Streep ve Kate Winslet arasında geçecek. Streep’in 15. adaylığında 3. Oscar’ına alması da ihtimal dâhilinde olsa da yılın öne çıkan oyuncularından olan Winslet 6. adaylığında ilk Oscar’ını kucaklayacak gibi gözüküyor.
En İyi Erkek Oyuncu: Adaylar: Richard Jenkins (The Visitor), Frank Langella (Frost/Nixon), Sean Penn (Milk), Brad Pitt (The Curious Case of Benjamin Button), Mickey Rourke (The Wrestler) Bu daldaki ödülün Sean Penn ya da Mickey Rourke dışındaki bir isme gitmesi büyük sürpriz olur. Bütün yılsonu ödüllerini bu iki isim toparladı çünkü. Her ne kadar akademi geri dönüşleri sevse de, Mickey Rourke çok iyi bir performans sergilemiş gibi gözükse de Milk’in aldığı adaylıklara bakılınca akademinin bu filmi daha çok sevmiş olduğu görülüyor. Bu filmin başka bir dalda çok fazla şansı olmadığı da düşünülecek olursa Sean Penn bir adım daha önde sanki.
En İyi Yönetmen: Adaylar: David Fincher (The Curious Case of Benjamin Button), Ron Howard (Frost/Nixon), Gus Van Sant (Milk), Stephen Daldry (The Reader), Danny Boyle (Slumdog Millionaire) Bu yıl en iyi film dalındaki adayların hepsi en iyi yönetmen dalında da adaylar. Çok fazla görmediğimiz bir durum bu. Genelde 1-2 farklılık olurdu. Ancak ödüle yakın gibi gözüken isimler sadece David Fincher ve Danny Boyle. İkisi de kazansa sürpriz olmaz ama ibre Danny Boyle’u gösteriyor. En İyi Film: Adaylar: The Curious Case of Benjamin Button, Frost/Nixon, Milk, The Reader, Slumdog Millionaire Bu dalda da yine iki aday iddialı: The Curious Case of Benjamin Button ve Slumdog Millionaire. Buradaki tahminlerin genelinde de Slumdog Millionaire favori gördüğüm için bu dalda da kazananın bu film olacağını tahmin ediyorum. Doğrusu bu yılki ödül töreni ile ilgili tahminim ödüllerin paylaştırılmayacağı ve söz konusu iki filmden biri ödülleri toplarken diğerinin elinin boş döneceği (ya da en fazla 1-2 ödül alacağı) yönünde. Görüldüğü üzere gecenin galibinin de Slumdog Millionaire olacağını tahmin ediyorum. 23 Şubat sabahı bu tahminlerden kaçının doğru olduğunu göreceğiz. Not: Bu yazı 26 Ocak’da son haline getirilmiştir. Hasan Nadir DERİN sinemamanyaklari.wordpress.com