Eylül 2016
sayı 108
İÇİNDEKİLER 2 HABER Kenny Baker Hayatını Kaybetti 3 HABER B.ALT.A.’dan Suicide Squad 8 HABER Warner Bros’u Dava Ediyorlar 9 ÖYKÜ Ich Bin Ein Berliner 15 İNCELEME Vampire Hunter D 18 ÖYKÜ Aldatmak Bu Kadar Basit mi 21 İNCELEME West 24 ÖYKÜ Bataklık Canavarı 31 İNCELEME Suicide Squad Sayı:
108 www.golgedergi.com golgedergimail@gmail.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör ve Grafik Tasarım: Mustafa Emre ÖZGEN Yayın Kurulu: Ahmet YÜKSEL, Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan SEVİNÇ, Mehmet Berk Yaltırık, Melahat YILMAZ Redaksiyon: Ecehan BİÇEN Kapak: Rıza TÜRKER Arka Kapak: Mehmet Kaan SEVİNÇ Pin Up: Celalettin CEYLAN http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/
34 ÇİZGİ ROMAN Artık Çok Geç 37 ÖYKÜ Çocuk Oyunu 40 İNCELEME Hellboy, Maskeler ve Canavarlar 42 ÇİZGİ ROMAN Cazu, II. Bölüm 47 ÖYKÜ Anadeniz Hükümdarları II. Bölüm 52 RÖPORTAJ Sensee Cosplay 59 ÖYKÜ Sesler 62 İNCELEME Bilimkurgu Neden Yerelleşemez 64 Edi ile Büdü 65 ÖYKÜ Randevu 70 ÖYKÜ Tepedeki Bar 8. Kısım 75 SİNEMA 2015-2016 Sezonu İncelemesi II 85 KİTAP İNCELEME Faşizmin Kehanetleri 88 ŞİİR Karanlık Çağların Barbar Şövalyesi 89 PİN UP Gölge Kız Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir.
Gölge e-Dergi 9 yaşına giriyor! 2007 yılının Ekim ayından bu yana, her ay düzenli olarak yayınlanan dergimiz Gölge, gelecek ay dokuzuncu yaşını dolduracak. Yalnızca bir dergi olmaktan öte çizgi roman, fantastik edebiyat, bilim kurgu, sinema ve diğer alt kültür türlerinde yüzlerce ürüne ev sahipliği yapan Gölge, aynı zamanda dev bir çevrimiçi arşiv! Yazdık, çizdik, okuduk, tüm bunların yanında Türkiye'de ve Türkçe olarak çok büyük bir kaynak meydana getirdik. Bu dev eserin oluşmasında hepimizin o kadar büyük emeği var ki… *** Eylül sayımızda sekiz öykü, iki çizgi romanla karşınızdayız. İncelemeler ve Sensee Cosplay (Nilüfer Karaata) ile bir röportaj gerçekleştirdik. Asıl sürpriz bana oldu. Mehmet Abi arkadaşlarla selfie yaparken yakalamış, arka kapağa iliştirdik. *** Gelecek ay görüşmek üzere. Herkese iyi okumalar! Mustafa Emre ÖZGEN
KENNY BAKER
(1934-2016)
HAYATINI KAYBETTİ
Hasan Nadir DERİN cücelerden oluşan bir tiyatro ekibinin bir parçası olmuş. Daha sonra sirklerde çalışmaya başlamış, ufak tefek sinema ve televizyon deneyimleri olmuş. İlk Star Wars filminden sonraki tüm Star Wars filmlerinde de R2-D2'ya can veren o oldu. Hatta üçüncü Star Wars filminde (Bölüm 6'da yani), Ewok kostümleri içindeki isimlerden biri de oydu. Geçtiğimiz yıl gösterime giren yeni Star Wars filmi, Güç Uyanıyor'da ise her ne kadar doğrudan R2D2'nun içine giren o olmasa da karakterin yaratılmasında danışman olarak görev aldı.
Star Wars. 1970'lerde ve 1980'lerde çocuk olanlar için bambaşka bir anlamı olsa da hemen her kuşağın hayranlık duyduğu bir Star Wars vardır. Serideki en sevilen karakter de herkes için değişir. Kurallarla arası olmayan serseri ama mert ve korkusuz bir kahraman isteyenler için Han Solo, gücün karanlık tarafındaki karizmatik kötü adamı sevenler için Darth Vader hayranlık duyulacak karakterlerdir. Luke Skywalker'dan Yoda'ya kadar pek çok karakterin de seveni vardır. Peki ya tüm seri boyunca bize eşlik eden iki robota ne demeli? C3PO ve R2-D2. Bu iki robot belki kimsenin en sevdiği, özdeşleştiği karakterler değildir ama her Star Wars hayranının da kalbinde özel yerleri vardır.
Yıllar içinde Baker'ın rol aldığı filmler Star Wars ile kısıtlı değildi elbette. Özellikle 80'lerde The Elephant Man ve Amadeus gibi Oscar adayı filmlerde, Flash Gordon, Time Bandits, Mona Lisa ve Labyrinth gibi dönemin farklı açılardan önemli filmlerinde de irili ufaklı roller üstlendi. 90'lardan sonra sinema dünyasından bir miktar uzaklaşmış olsa da bir stand-up komedyeni olarak sektörün içinde kaldı.
Star Wars'un ilk filmi günümüzde çekilseydi bu iki robot da mekanik ve bilgisayar efektlerinin bir karması ile karşımıza çıkardı. Nitekim Bölüm 7'deki BB-8 böyle ortaya çıktı. Ama 1977 yılında elde bu imkân yoktu. Özellikle R2-D2 için, o ufacık robot kostümünün içine girecek biri gerekiyordu. İşte filmin çekimleri sırasında George Lucas'ın yolu Kenny Baker ile kesişti ve Baker'ın hayatı değişti. 1934, İngiltere doğumlu olan Baker, sanatla ilgilenen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Henüz 20 yaşına girmeden
2
13 Ağustos 2016 tarihinde kaybettiğimiz Kenny Baker'ın rol aldığı pek çok film olsa da onu hiç yüzünü görmediğimiz Star Wars serisindeki R2-D2 olarak anımsayacağız her zaman. Bu serideki pek çok diğer oyuncu gibi o da bir karakteri sevdirmek için yüzünün gözükmesi gerekmediğini gösterdi bize. Güç seninle olsun Kenny.
B.ALT.A.‘dan Mustafa Emre ÖZGEN Bursa Alt Kültür Ailesi (B.ALT.A.), Suicide Squad filminin gösteriminden önce, DC Comics karakterlerinden oluşan cosplay etkinliği gerçekleştirdi. Carrefour Cinemaximum'da gerçekleşen etkinlikte B.ALT.A.lılar başta Batman, Joker, Harley Quinn olmak üzere pek çok karakteri canlandırdılar. Filmi izlemeye gelenlerin yoğun ilgisi ile karşılayan “cosplayer”lar, genç yaşlı pek çok kişi ile fotoğraf çekildi.
. 3
.
4
.
5
.
6
.
7
KULLANICISI
WARNER BROS’U DAVA EDİYOR Daha önce Suicide Squad'ın Rotten Tomatoes puanını düşük bulan ve bunun kasten yapıldığını düşünen biri rottentomatoes.com'ı kapatmak için imza kampanyası başlatmış, fakat iki gün sonra ''Bu kadar büyük bir olay hâline geleceğini tahmin etmemiştim.'' diyerek kampanyayı durdurmuştu. Bir Reddit kullanıcısı ise avukat olan abisi ile birlikte Warner Bros.'ı dava etmeye karar verdi. BlackPanther2016 isimli kullanıcının mesajı şöyle;
gözlerinin siyah oluşu ve ağır çekimde kılıcından ruhların çıktığı sahne. Bu sahneler fragman ve TV Spot'larda birçok kez tanıtıldı. ''Hey, tanıtımlara bakın! Bunların hepsi 5 Ağustos'ta vizyona girecek filmde olacak! Gelin izleyin!'' dedikleri için ulaşıma ve diğer şeylere hatırı sayılır bir para verdim ama hiçbiri filmde yer almadı. Sinemadaki görevlilere bu sahneleri izlemek için geldiğimi ama filmde olmadığını anlattım ve geri ödeme istedim. Bana gülüp dışarı attılar. Bu yüzden bu meseleyi mahkemeye taşıyorum. Geri ödeme istediğim için sinemadan dışarı atılırken bana gülünürken duyduğum utancın travmasını ve geri ödeme talep ediyorum, ayrıca İskoçya'dan Londra'ya 160 sterlin tutan yakıt paramı istiyorum.
''Film fragmanları yemek menüleri gibidir, sipariş ettikten sonra eline ne geçeceğini gösterirler. Bir McDonald's menüsüne bakıp turşulu, tavuklu, erimiş peynirli en sevdiğin hamburgeri seçiyorsun (erimiş peyniri çok sevdiğin için bu hamburgeri seçmişsindir.) Zor şartlarda çalışıp kazandığın parayla bu hamburgeri alıyorsun, hamburgeri veriyorlar ama o da ne? Bu senin sipariş ettiğin hamburger değil. Evet turşu ve tavuk var fakat erimiş peyniri yok... Sadece normal bir peynir var. Suicide Squad fragman ve TV Spot'larında Warner Bros. ve DC'nin tanıttığı BELLİ Joker sahnelerini izlemek için bütün filmi izlemem gerektiğinden dolayı biletimi aldım. Bahsettiğim sahneler: Joker'in arabanın içinde tavana yumruk atması, Joker'in ''Sana oyuncaklarımı göstermek için sabırsızlanıyorum.'' repliği ve Joker'in yüzü yanık hâldeyken ''Görüşürüz!'' deyip el bombası attığı sahne. Bunların hiçbiri filmde yer almadı. Fragman ve TV Spot'larda tanıtılan sırf bu sahneleri izleyebilmek için Londra'ya 482 kilometre araba sürdüm ve bu sahneleri bana göstermediler. Ek olarak, filmi izleme sebeplerimden biri olan iki Katana sahnesi de yer almadı. Bunlar: Katana'nın
Eğer bir şeyi tanıtıyorsanız... Tanıttığınız şeyi verin. Nokta. Film stüdyolarında bu alışkanlık hâline gelmeye başladı, fragmanda efsane sahneler gösteriyorlar... Ama filme eklemiyorlar. Hiç adil değil. Siz de böyle hissediyorsanız bana katılın. Bu saçmalığı durduralım. ''Uzatılmış versiyon'' saçmalığıyla sizi soymalarına izin vermeyin. http://www.cizgikafe.com
8
.
ICH BIN EIN
BERLINER YAZAN: Tuğba TURAN
İLLÜSTRASYON: Mehmet Kaan SEVİNÇ Ankara hipodromunda tertiplenen Livaneli konserlerinden birine. Hani, 'Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz'ın, bir hipodrom dolusu insan tarafından hep bir ağızdan söylenebildiği günlere… Artık çok geç. Geçmişe gidip duygusal olabilmek için çok geç. Bu yüzden Gölge ve Lisbeth'e senelik izin verdim. Hangi yüzyılda ve nerede olduklarını bilmiyorum. Umarım yine ortalığı karıştırmazlar!)
Burada tarih yazacağım. Gerçekten. Ama masal formatında. Çünkü bir kaç günlüğüne de olsa bugününe gittiğim bir ülkenin geçmişine yolculuk edeceğim. Orada değildim ki 'Oldu, bitti' diye anlatayım. 'Olmuş, bitmiş' diyeceğim. Orada olanlar düşünsün.
(Gölge e-Derginin 100. sayısından beri kahramanlık ve sakarlıklarıyla bizimle olan benim kahramanım Gölge ve Steig Larsson'dan çaldığım, daha çok ödünç aldığım bilgisayar hacker'ı Lisbeth Salander; bu sayıda, 1 Eylül Dünya Barış Günü'nden bahsedeceklerdi. Geçmişe gidip. Benim geçmişime. 80'li yılların sonu, 90'lı yılların başında, her 1 Eylül'de
Ortalık bundan daha fazla karışamaz gerçi. Ne izi, ne izine karıştı belli değil. O yüzden ben de körükle gitmeyeyim. Yangına. 27 Şubat 1933 Reichstag yangınına. Bir varmış, bir yokmuş. Bir zamanlar bir Alman İmparatorluğu varmış. I. Dünya Savaşı
9
.
İmparatorluk, tek Lider!
imparatorluktan küçüle küçüle ülkeye dönüşmüş. Bu ülkenin, onu yeniden imparatorluk olarak görmek isteyen bir lideri varmış. Dolayısıyla kendi de imparator olmak istermiş. Adı Hitler'miş. O aralar Hitler ülkenin 'Şansölye'siymiş, yani tarafsız bir cumhurbaşkanının yanında başbakan gibi asıl ülkeyi yöneten kişiymiş. 1933'te Reichstag'da, yani Almanlar'ın millet meclisi binasında yangın çıkardığı için bir işçi tutuklanmış. Hitler bunu 'Komünistler Almanya'ya, hem de kalbine saldırdılar bakın' diyerek propaganda malzemesi yapmış. Derken Almanlar, Drittes Reich yani Üçüncü Reich ismi verilen Nazi Almanyası'na yumuşak geçiş yapmışlar. 2 Ağustos 1934'te Cumhurbaşkanı Hindenburg da ölünce, 19 Ağustos'taki referandumdan sonra, Şansölye ve Cumhurbaşkanı'nın tüm yetkilerini bünyesinde toplayan Hitler, Führer – Lider seçilmiş. Seçilmiş yani. Millet bildiğin sandığa gidip oy vermiş. Çünkü sloganı buymuş: Ein Volk, ein Reich, ein Führer – Tek Halk, tek
Sonra kırmızı-beyaz-siyah gamalı haçlı bayrağını kapan meydanlara koşmuş. Sağ eller havada hep bir ağızdan haykırırlarmış: Heil* Hitler! Derken II. Dünya Savaşı çıkmış. Hitler oraları buraları bombalamış ve işgal etmiş. Milyonlarca kendinden olmayanı; YahudiÇingene-komünist-Marksist-Leninist-vs diyerek toplamış. Devamı La Vita est Bella, Anne Frank'ın Hatıra Defteri, Schindler'in Listesi… Okuyun, izleyin, izletin... Acılı kısımları kısaltmalarla geçmeliyiz. Almanlar öyle yapmışlar. Hitler ve yaptıkları için 'Denkmal für Die ermordeten Juden Europas – Katledilmiş Avrupalı Yahudiler Anıtı' adını verdikler beton bloklar dikerek özür dilemişler tüm dünyadan. Allah affetsin, pardon Tanrı affetsin demişler. Tanrı kimseyi 6 çocuğunu birden zehirleyerek öldürmek zorunda bırakmasın; Hitler'in sağ kolu Joseph Goebels'in karısı Magda Goebels gibi… .
10
gazetesinde çıkan başlıkta Alman Demokratik Cumhuriyeti lideri Walter Ulbricht 'Niemand hat die Absicht, eine Mauer zu errichten – Kimsenin bir duvar inşa etmeye niyeti yok!' demiş. Ve Doğu Berlin, Batı'dan, Ruslar tarafından sessizce ve sinsice ayrılırken, Kennedy, 19 Ağustos 1961'de, Almanya'da neler olup bittiğini anlamak için yardımcısı Lyndon Johnson'u ta Amerikalar'dan göndermiş. Ama Batı Almanya Şansölyesi Konrad Adenauer, rahatını bozup da ancak 22 Ağustos 1961'de başkent Bonn'dan Batı Berlin'e gelebilmiş. Politikacılar işte… Oy istemeye gelince her yerdeler, halkın başına çorap veya duvar örülünce deve kuşu misali körler…
Bu arada Reichstag yanık ve kubbesi yıkıkmış hala. 1945'te II. Dünya Savaşı bitmek üzereyken, 30 Nisan'da Hitler intihar etmiş. Yine 1945'te Berlin; Rus-Amerikan-İngiliz ve Fransız işgali altındaki bölgeleri ile dörde bölünmüş. Sonra bu dört ülke Müttefik Kontrol Konseyi kurmuşlar. 2 Mayıs 1945'te Ruslar Reichstag'ın gönderine, yani faşişmin kalbine Rus bayrağını çekmişler. Aradan 16 yıl geçmiş. Berlin şehri 4 ayrı ülkenin kontrolü altında iken ikiye bölünmüş. Berlin'in Fransız-İngiliz-Amerikan işgali altındaki Batı kesimi yüzü batıya dönük ilerlerken, Rus işgali altındaki doğu kesimi insan hakları, ekonomik ve tüm diğer özgürlükler bakımından geri gitmiş. Üstelik doğu kesimi, her gün yüzlerce insanın bavuluyla batı kesimine geçip bir daha asla dönmemesine engel olamıyormuş. Böylece Doğu Berlin'in Ruslar'a hizmet edecek iş gücü azaldıkça azalıyormuş.
Duvar örülmesi ve her yere 'vur' emri verilmiş nöbetçiler konması Doğu Berlin'den kaçanları korkutamamış. Demir perde altında kalıp her gün biraz ezilerek ölmek yerine, (belki de) 'Ya istiklal ya ölüm' diyerek duvara sınır pencerelerden kendilerini aşağı atmışlar, nehre atlamış yüzmeye çalışmışlar, dur ihtarını dinlemeden duvardan atlamaya kalkışmışlar. Kimi kurtarılmış, kimi boğulmuş, kimi vurularak iki ülke arasındaki bölgede kimse müdahale edemediği için kan kaybından ölüme terk edilmiş. Duvar yüzünden ölen genç-yaşlı, kadınerkek pek çok insanın arasında 5 yaşındaki Türk çocuk Çetin Mert de varmış. Zavallı çocuk, Oberbaum Köprüsü'nde oynarken nehre fırlayan topunun arkasından suya düşünce, Batı Alman tarafının ulaşamaması, Doğu Alman tarafının umursamaması nedeniyle boğulmuş… Çocuklarınki de ne kader. Masum ama ölüler. Batı ya da doğu değil, her coğrafyada öyleler.
Ruslar, 7 Ekim 1949'da kontrol altında tuttukları Doğu Berlin'de Alman Demokratik Cumhuriyeti'ni kurmuşlar. Ve 1949'dan 1961'e kadar doğudaki komünist ve yasaklı yönetim, batıdaki kapitalist ve kapitalist olduğu için renkli, sürekli gelişen ilerleyen sisteme o kadar çok nüfus vermiş ki, 13 Ağustos 1961 gecesi, ansızın, Doğu Berlin-Batı Berlin arası tüm karatren-yaya yollarını kapatıp asker yığmışlar. İki gün içinde hızlıca Das Maurer – Berlin Duvarı'nı inşa etmişler. Adına da 'Antifaschistischer Schutzwall - Antifaşist Koruma Duvarı' ismini vermişler. Bu Almanlar'ın da işi ne zormuş. Aşağı tükürüyorlar faşist, yukarı tükürüyorlar komünist. Kim, kimi, kimden koruyorsa artık. Reichstag ise hala yanmış ve yıkıkmış. Günümüzde Berlin'in simgesi olan Brandenburg kapısının önünde önce kocaman bir tabela konmuş: 'Achtung! Sie verlassen jetzt WestBerlin – Dikkat! Batı Berlin'i terk etmek üzeresiniz.' Ve sonra kocaman çirkin bir duvar. Üstelik 16 Haziran 1961'de Neues Deutschland
Führer'in 1933 Mayıs'ında (muhtemelen) Büyük Alman İmparatorluğu hayaliyle yanıp tutuşarak Üçüncü Reich'a başkent yaptığı Berlin, önce dört ülkenin kontrolü altına girmiş; sonra da kelimenin tam anlamıyla ikiye bölünmüş. Doğu Berlin, Doğu Almanya'nın başkenti, Batı Berlin ise soğuk savaş sırasında 11
.
wherever they may live, are citizens of Berlin, and, therefore as a free man, I take pride in the . words Ich bin ein Berliner – Neresinde yaşarsa yaşasınlar, Berlin'de yaşayan tüm insanlar özgürdür ve bu nedenle ben, özgür bir adam olarak, şu cümleyi söylemekten gurur duyuyorum: Ben bir Berlinliyim.' Fena değil. Etkileyici. Ağlamaklı. Keşke 'Ben bir Doğu Berlinliyim' de deseydi. Ama diyememiş. Özgür bir batılı adam olarak Doğu Berlin'e asla geçememiş.
2 milyon insan ile Almanya'nın nüfusu en kalabalık şehri olurken; iki dünya devi ülkenin ideolojilerini dayatması sonucu kapitalizm vs. komünizm, serbest piyasa vs. kapalı ekonomi, özgürlük vs. tutsaklık, ifade özgürlüğü vs. düşünce suçu gibi pek çok zıtlığın ve ayrıştırmanın başkenti olagelmişler. Ve maalesef Reichstag hala yanık ve yıkılmış bekliyormuş. Batı ve Doğu Alman hükümetleri bölünmenin verdiği (keyifle) güçle, kendilerine yeni birer parlamento binası kurmuşlar.
Kennedy'den tam 1 ay 2 gün sonra, 28 Ağustos 1963'te, Washington'daki Lincoln Anıtı'nın basamaklarında, Martin Luther King, kendi meşhur sözünü söylemiş: 'I have a dream – Benim bir hayalim var.' Benim de var. Tüm duvarların yıkılması. İçerideki ve dışarıdaki. Kafamızdaki ve sokaktaki. (Break down the wall.)
John F. Kennedy, (dayanamayıp) 22 Haziran 1963'te Batı Berlin'e gelmiş. Batı'ya gelmiş ama Sovyet çizmesi altında ezilmiş Doğu Berlin halkına (demokrasi getirmek için işgal ettikleri tüm diğer ezilmiş dünya halklarına yaptıkları ve yapacakları gibi) 'Ta Amerika kıtasında yaşasak da kalbimiz sizinle' mesajını iletebilmek için şu (sonradan) meşhur cümlesi ile biten konuşmasını yapmış: 'All free men,
Bak sen. Kenedy'den 24 yıl sonra ise meslektaşı Ronald Reagan, Brandenburg 12
kapısının önünde yaptığı konuşmasında 'Come here to this gate. Mr. Gorbachev, open this gate. Mr. Gorbachev, tear down this wall! - Bu kapıya geliniz. Mr. Gorbaçov, bu kapıyı açınız. Mr. Gorbaçov bu duvarı yıkınız!' diyecekmiş. Ne demişler, aklın yolu bir. (Mother, should I run for president?)
eseri şeklinde paketlenmiş. Bir nevi artistik şov mahiyetindeki paketli haliyle 2 hafta boyunca milyonlarca turisti kendine çeken bina, restorasyonunun bittiği tarih olan 19 Nisan 1999'da yeniden açılarak hayat bulmuş. Yangında yıkılmış olan kubbesinin yerine, içindeki helezon şeklindeki merdivenlerden ziyaretçilerin şehri seyredebileceği şeffaf yeni bir kubbe yapmışlar. Mimar Norman Foster'a ait bu kubbe planı 66 yıl kimsesiz ve metruk kaldıktan sonra Alman demokrasisinin simgesi haline gelen binaya her gün binlerce ziyaretçi gelmesini sağlamış.
Reichstag hala ve hala yanık ve yıkılmış ve terk edilmişken, dünya, 68 kuşağıyla, Beatles'la, Jimi Hendrix'le, Nelson Mandela'yla, tanışmış, Amerika'ya Reagan, Rusya'ya Gorbaçov hükmetmeye başlamış. El sıkışmışlar, öpüşmüşler, glasnost, perestroyka derken 11 Kasım 1989'da Berlin Duvarı yıkılmış.
***
3 Ekim 1990'da ortadan ikiye bölünmüş bu ülke, Almanya, çizgiyle ayrılmış yerlerinden yeniden uhuyla yapıştırılır gibi birleştirilmiş. Reichstag'a gelirsek... 18 Haziran 1995, saat 17.00'da Christo ve Jeanne Claude tarafından 100.000 metrekare alüminyum kaplı kumaş ve 15.600 metre mavi propilen ip kullanılarak sanat
Peki, bu masalın herhangi bir yerinde pikabın iğnesi plağı, kırılan tebeşir kara tahtayı çiziyor gibi bir ses gelmedi mi kulağınıza? Tuhaf gelen bir şeyler yok mu? Ya da tanıdık? Neyse biz işimize bakalım. Masal, masaldır. Çocuklar ya da büyükler için fark
13
.
etmez. Amaç güzel ve derin bir uyku çekmenizi sağlamak. Hem minicik kuzuları yiyen kurt, Hansel ve Gretel'i pişiren cadı, kendi ((şımarık) çirkin kızlarını baloya götürüp Sinderella'yı evde bırakan üveyanne bu anlattıklarımdan daha korkunç bence.
arabamızı yapacak aklımız varmış. Ama (anlaşılan hiç) kullanmamışız. Fiilen olmasa da ülkemizi yüzde elli/yüzde elli ikiye bölmüşler. Görünmeyen duvarlarımızı yıkın diye Putin'le bir araya gelecek ve (yalan da olsa) bizi birbirimize yakınlaştıracak bir Amerikan başkanımız da olmayacak yakın gelecekte. Çünkü ilk seçimle gelecek olan Amerikan başkanı da tam bir faşist. (Gerçi biz doğuyla dost olduk artık. Hıh. Batı düşünsün. Aynı anda bir kaç erkeği idare eden kötü kızlar gibi, mavi boncuk kimdeyse bizim gönlümüz onda nasıl olsa!
Ne diyorduk... Bütün bu yangınlar, savaşlar, işgaller, bölünmeler, duvarlar olmadan önce ve dahi olup biterken, Almanlar; 1810'da üniversiteyi, 1844'de hayvanat bahçesini, 1850'de müzik okulunu, 1855'te reklam sütunlarını, 1864'te tiyatroyu, 1887'de Berlin Filarmoni Orkestrası'nı, 1889'da doğa tarihi müzesini, 1896'da büyük endüstri fuarını, 1897 uluslararası otomobil fuarını (dikkatinizi çekerim daha 21. yy'a gelmedik), 1902'de metro ve Mercedes'i, 1916'da BMW'yi, 1919'da LGBT temalı film prömiyerini, 1923'te havaalanını, 1936'da olimpiyat stadyumunu, 1937'de Volkswagen otomobil fabrikasını... inşaa etmeyi/kurmayı/sergilemeyi başarmışlar. Onlar bunları yaparken biz Türkiye'de, yanmamış, yıkılmamış, (hele şükür) işgal edilmemiş, duvarla ortadan ikiye bölünmemişiz ama (sanırım) hep yan gelip yatmışız. Bizim de tüm dünyada ilerleyecek sanatımız, galerilerde sergilenecek resimlerimiz, büyük salonlarda seslendirilecek müziğimiz varmış. Atlantik ötesi uçacak uçağımızı, çöllerde hız testi yapacak
O yüzden bizi bölen görünmeyen duvar yıkıldı, birleştik, kucaklaştık, inatlaştık, insanlaştık, özgür opera-bale-tiyatro-sinemakonser-gazete-dergi sergiledik/yazdık/çizdik/söyledik vs derken memlekete aklı başında bir Merkel gelip bizi yönetinceye kadar önümüzde nereden baksak en az 55 yılımız var. Müsterih olun. O zamana kadar başınızı derde sokmayın.
*Heil: Yaşasın, selamet, kurtuluş manasında.
.
14
VAMPİRE HUNTER D 1985 Gölge kızın gölgelerde ki eşi Vampire Hunter D
Olca KARASOY Vampire Hunter D, Hideyuki Kikuchi adlı yazarın aynı adlı eserlerinden uyarlanan bir OVA serisidir. Kikuchi'nin eserleri toplam 21 bölümden oluşmaktadır ve bu da dört romana denk gelmektedir. Her bölümde Vampir D'nin bir macerası konu ediliyor ve OVA filmi de bunlardan bir tanesi ve 1985 yılında bizlere merhaba dedi. Ayrıca yine Vampire Hunter D: Bloodlust adını taşıyan 2001 yapımı bir anime filmi daha bulunmaktadır ve Vampire Hunter D: Resurrection adı altında yönetmenliğini Yoichi Mori üstlenmiş yeni bir seri plan aşamasındadır. Uzak bir gelecekte, 12.090 yılında yeryüzü vampirlerin egemenliği altına girmiştir. Dolayısıyla insanlar artık beslenme zincirinin en üst halkası değildir. Elektrik gibi, robot hayvanlar gibi teknolojiler varlığını sürdürse de büyü ve doğaüstü güçler artık daha üstün gelmektedir. Aristokrat sınıfı temsil eden vampirlere zayıf insanlar boyun eğmiştir ve bu zalim yaratıklara yüzyıllar boyunca kimse başkaldıramamıştır. Ta ki kendisine “D” diyen gizemli bir vampir avcısı ortaya çıkana kadar. Vampire Hunter D'de yaratılan gotik tarzındaki karanlık dünyada ölüm kol
15
gezmektedir. Kendisini bir soylu gibi gören ve 10.000 yaşında bir vampir olan Kont Magnus Lee, kendisine yeni bir eş, daha doğrusu yeni bir eğlence aramaktadır. Bunun için de vefat etmiş bir kurt adam avcısının genç ve güzel bir kız olan Doris'i seçer. Çaresizlik içindeki Doris'in karşısına ise bir “dhampir” yani balkan kültürüne göre yarı insan yarı vampir D çıkar. Doris, D'den kendisini korumasını ister lakin Kont Lee daha hızlı davranarak Doris'i malikânesine kaçırır. D ise verdiği sözü tutmaya kararlıdır ve Kont . Lee'nin
dağılıyor ve etraf kırmızı renkten geçilmiyor. B filmi olduğuna dair en güzel örneklerden birisi de anime filminin konusunun aslında önemli olmadığı, içeriğin ve aksiyon sahnelerinin daha ön planda olmasıdır. Filmin başında Kont Lee'nin Doris'i bu kadar çok isteyip de ilk seferde kaçırmaması ile oldukça basit bir konu yaratılmış. Tüm bunlara karşın Vamprie Hunter D çıktığı tarih itibariyle içerdiği şiddet ve kan bakımından malikânesine doğru kan dolu bir yolculuk
yetişkin izleyici kitlesine hitap
onu beklemektedir.
eden ender animelerden birisidir.
İşin içinde vampirler olunca doğal olarak
Seriye adını da veren D'nin güçlerini
haç da karşımıza çıkıyor. Vampir filmlerinden
Hellsing'teki Alucard'a benzetebiliriz. Yani D de
alışkın olduğumuz üzere vampirlerin en büyük
çok güçlü. Özellikle bu filmdeki düşmanlarına
zaaflarından birisi haçlar ve İsa. Kimi vampir
göre fazla bile güçlü. Üstelik düşmanların çoğu
filminde vampirler haç gördüklerinde kaçacak
akılsız ayak takımı olunca aksiyon sahnelerinde
yer ararken kimi filmlerde umurunda bile
fazla bir heyecan yaşamıyorsunuz. D'nin
olmuyor. Vampire Hunter D'de de Doris'in
düşmanlarını pataklamasını izlemek elbette
haçına zoom girilerek “Ben buradayım” diye
eğlenceli ama başa baş bir mücadele söz
Hıristiyanlık ve Batı kültürü bas bas bağırıyor.
konusu olsaydı ortaya harika sahneler
Bu da bize bir kez daha animelerde Batı
çıkabilirmiş.
kültürünün ne derece etkili olduğunu gösteriyor. Vampire Hunter D live-action bir film olsa kesinlikle “B-movie” tarzında bir film olurdu. Geçmişlerine fazla girilmeyen ana karakterler, Godfather'a benzeyen İtalyan klişe bir kötü adam ve basmakalıp adamları ile kötülük saçması gibi basit karakterlerin yanında aksiyon sahneleri ve dövüşler ile eğlenceli ama yüzeysel. Ve elbette bolca kan, kan ve daha fazla kan. Tıpkı Peter Jackson'un Braindead filmindeki gibi vücutlar
. 16
Bunun dışında cinsellik de animede yerini almış durumda. Doris üzerinden çıplaklık sergilenmekten çekinilmemiş. Animenin çizimlerinde seksenli yılların etkilerini görmek mümkün. Yuvarlak suratlar, büyük gözler ve kimi zaman komik denebilecek efektler ve teknik nedenlerden dolayı ayrıntısız çizimler ile bu açığın durağan sahneler ile kapatılmak istenmesi. Bu arada, anime başladığında uzun bir süre karakterlerin konuşmadığı göze çarpıyor. Sanat filmlerinde gördüğümüz bu özelliği bir animede görmek ilginç. Diyeceğim şu ki; sanat animesi diye bir animeler varsa onlardan biriside Vampire Hunter D'dir.
ve Doris'e kişilik olarak çok benziyor. Ayrıca her iki çift de bir diğerinin animesinde kısa da olsa gözüküyor. Yani Kenshiro'yu Vampire Hunter D'de ve D'yi Hokuto no Ken'de kısa da olsa görmek mümkün. Romanların çizimlerini yapan Yoshitaka Amano, OVA serisinde de görevde bulunmuş lakin karakter çizimlerinde yönetmenin de katkısı göz ardı edilemeyecek kadar büyük. Dolayısıyla hem Yoshitaka hem de Ashida'nın çizimleri birleştirilerek anime filminin karakterleri oluşturulmuş. Ünlü popçu Tetsuya Komuro ise yapımın müziklerinden sorumlu kişi. Filmin sonunda çalan “Your Song” adlı parçayı kendisi seslendiriyor.
Animenin yönetmeni Toyoo Ashida. 2011 yılında aramızdan ayrılan yönetmenin Vampire Hunter D dışında en büyük yönetmenlik denemelerinden birisi de Hokuto no Ken (Fist of the North Star). Bu serinin karakterleri Kenshiro ve Lin'Vampire Hunter D'nin ana karakterleri D
Tek cümle ile özetlemek gerekirse Vampire Huter D için yüzeysel ama izlemesi de zevkli diyebilirim. Anime içerisinde fazlaca bulundurduğu şiddet sahneleri dışında herhangi bir yenilik sunmuyor. Lakin buna karşın . kendisini izlettirmesini de biliyor. 17
ALDATMAK BU KADAR BASİT Mİ? YAZAN: Atilla Bilgen
İLLÜSTRASYON: Deniz GÖKÇE bakındım; sokaklar gibi boş ve ıssızdı. Yoksa onun gibi yalnız mı kalmak istemişti? Bunun için mi bürünmüştü korkutucu karanlığa? O zaman yıldızlarla aynı kaderi paylaşıyorduk! Aklımdan geçenleri duymuşçasına gri bulutların ardından birdenbire ay görünüverdi ve hiç tereddüt etmeden ona içimi döktüm.
Odadan dışarı çıktığımda şaşkındım. Birkaç dakika boyunca öylece bekledim, ardından kulağımı kapıya dayayarak umutlandırıcı bir ses duymayı ümit ettim ama hiçbir şey yoktu. Gözlerimi sımsıkı yumarak ne olduğunu düşündüm. Durup dururken neden gitmemi istemişti? Mantıklı bir yanıt yoktu. Bir yanım yeniden odaya girmemi söylerken, diğer yanım sessizce oradan ayrılmamı istiyordu. Sonunda aykırı sesi bastırdım. Zorlamanın bir anlamı yoktu. Beni istemiyordu. Her şey bu kadar basitti.
“Kadifemsi siyah yumuşaklığından neden seni kovdu gökyüzü? Bilmiyorsun değil mi? İşte ben de aynı durumdayım. Onu zorlamadım. Birlikte olmayı en az benim kadar istiyordu Birlikteyken onu incitecek bir davranışta da bulunmadım. Performansımı soracak olursan; fena değildi. Zevk aldığı her halinden belliydi. Buna rağmen gitmemi istedi! Üstelik bir sebep belirtmeden… Sahi senin durumun nedir? Yanından uzaklaştırdığında bir mazeret söyledi mi? Hiç sanmam. Olsa olsa “Yalnız kalmak istiyorum. Anla beni Ay!” demiş, sen de sessizce ışığını yüklenip bulutların arkasına saklanmışsındır. Şimdi ne oldu da çıktın ortaya? Sorduğum soruya bak? İki günlük bir ilişki değil sizinki, milyonlarca yıldır birliktesiniz. Artık huyunu suyunu ezberlemişindir. Sence tekrar denemeli miyim? Demek bir fikrin yok! Bak bu konuda haklısın. Kadınları kim anlamış ki sen anlayasın! Yeniden odasına gitsem onu zorlamış mı olurum? Ama belki de gelmemi bekliyordur! Zaten git dediğinde; gözleri buruk bitmiş bir masalın sonu gibi hüzünlüydü. Ya da bana öyle geldi! Şu an yalnız olduğuma göre ne fark eder? Sorunu neyse benimle paylaşmalıydı.
Kafam allak bullaktı. Bu halde uyuyamazdım. Ağır adımlarla loş koridoru geçip merdivenlere ulaştım. Basamaklar karanlıktı. Bastığım yere dikkat ederek aşağıya inip bahçeye çıktım ve sırtımı kapıya dayadım. Üzerimdeki esrikliği süpürürcesine tatlı bir esinti yüzümü yalayıp geçti. Dalgın bakışlarım gecenin karanlığını amaçsızca arşınlarken, parmaklarım cebimdeki sigara paketine uzandı. Yerinde yoktu. Yukarıda unutmuş olmalıydım. Ellerimi saçlarımın arasında gezdirerek derin bir of çektim, ardından başımı kaldırıp penceresine doğru baktım; ışığı yanıyordu. Bir an odasına gitmeyi ve paketimi istemeyi düşündüm ama bu fikirden hemen vazgeçtim. Zira beni görür görmez ne söyleyeceğimi bile dinlemeden “Lütfen üzerime gelme. Yalnız kalmak istiyorum” diyecekti. Oysa sadece sigarasız kalmıştım! Bu saatte açık büfe bulmam olanaksızdı. Çaresizce ellerimi ceplerime sokup gökyüzüne
18
Belki kendi açısından haklıydı. Ancak söylemedikten sonra bunu nasıl bilebilirim? Bu arada sigaran var mı Ay? Demek kullanmıyorsun! Olsa süper olurdu ya neyse… Şikâyet ettiğime bakma. Her şeye rağmen güzeldi bu gece. Sevişmemizden bahsetmiyorum. Hoş o da tam anlamıyla olmadı… Onunla birlikte olmaktan zevk
almıştım. Konuşurken, içkilerimizi beraber yudumlarken vakit nasıl geçti anlamadım. Uzun zamandır ilk defa yaşadığımı hissettim. Her türlü basitlikten, bencillikten uzak bir ilişki içindeydik sanki. Zaten bu yüzden sevişirken kulağına sevgimi fısıldadım. Ve sonra… Tabii ya! Şimdiye kadar neden aklıma gelmedi? Galiba bu sözlerimden rahatsız oldu ve beni 19
.
yatağa attığı her kadına aynı bayat sevgi numaraları çeken adi bir zampara olarak gördü. Ama duygularım gerçekti. Gel de anlat şimdi! Can Baba burada olsaydı kulağımı bir güzel çeker ve “Kimileri “Seviyorum” der, çünkü ezberlemiştir. Kimileri diyemez, çünkü gerçekten sevmiştir.” derdi. Dur bir saniye; Can Baba haklıysa o da aynı duygular içinde olmalı. Sevgimi bu kadar rahat söylememi garipsedi ve doğal olarak bana inanmadı. Veya inandı, bağlanmaktan korktu. Ya da tüm bunlar benim fantezilerim. Bilmiyorum Ay. İnan bilmiyorum. Sözlerimde samimi olduğumu söylesem değişen bir şey olur mu? Neden öyle anlamlı göz kırpıyorsun. Sen de mi inanmadım sevdiğime? Bu kadar çabuk olmaz mı diyorsun? Sizin oralarda durum nedir? Gökyüzüne âşık olmak için kaç yüzyıl bekledin? Aslına bakacak olursan sevginin zamanı yoktur be Ay! Bazen sadece bir bakış yeter, bazen de yıllarca bir arada yaşarsın yine de sevemezsin! Şimdi ne mi olacak? Eğer düşüncelerimde haklıysam ve beni gerçekten seviyorsa bunu asla öğrenemeyeceğim. Zira kulağına fısıldadığım sözlerle ayılıp anne olduğunu, eş olduğunu anımsadı ve kabuğuna
çekildi. En kısa zamanda da evine gidecektir. Zaten dönmemesi için sebep kalmadı! Eşiyle ödeşti! Sahi bu arada ben de eşimi aldattım değil mi Ay? Bu kadar basit miymiş aldatmak! Anlaşılan beden susturulabilecek bir dil değil. Kafaya taktı mı insana her şeyi yaptırıyor! Aslında başka birini değil, başka bir ben arıyordum. Ama bulduğum ben kalkıp ilk tanıştığı kadına âşık oldu! Demek birine bağlanmadan duramıyorum! O zaman neden kaçtım evden? Sonuçta eşimi seviyordum. Üstelik arada kızımız da var. Galiba şimdi seni daha iyi anladım Ay. Yalnızlıktan korkuyorsun! Bu yüzden çıktın gizlendiğin bulutların ardından. Yalnız kalma konusunda birbirimize çok benziyoruz. Ben de korkuyorum. Bu yüzden de ilk fırsatta geri döneceğim Ay.” Bir karar vermiş olmam beni rahatlatmıştı. Başımı gökyüzünden ayırıp etrafıma bakındım. Uykum kaçmıştı. Amaçsızca yürümeye başladım. Ayaklarım nereye götürürse oraya gidecektim. Bahçe kapısını açtığımda dönüp penceresine baktım. Işığı çoktan kapanmıştı…
. 20
BATI’NIN HİKÂYESİ
STORIA del WEST Ahmet Ziya SEKENDİZ Vahşi Batıyı anlatma konusunda İtalyanların, Amerikalılardan daha başarılı olduğu konusunda ciddi şüphelerim var. ABD yapımı kovboy filmlerinin revaçta olduğu 1950lerde, Türkiye'de İtalyan yapımı Pekos Bill çizgi romanı okunuyordu. Sonrasında western temalı Teksas, Tom Miks, West hatta Zagor bile hep İtalyan yapımı. Aynı şekilde spagetti western dedikleri İtalyan işi kovboy filmlerinin de son derece başarılı olduğu bilinen bir gerçek. Yani demem o ki, İtalyanlar, söz konusu vahşi batı olduğunda birinci sınıf işler çıkartıyorlar. Bunun bir örneği de Storia del West. Ülkemizde “West” ismi ile bilinen seri Gino D'Antonio ve Renzo Calegari tarafından yaratıldı. 1967 yılında macera çizgi roman serisi Rodeo'da (Collana Rodeo) yayınlanmaya başladı ve serinin en önemli çizgi romanı oldu. Gino D'Antonio sadece seriyi yazmakla kalmadı, çizimlerde de katkıda bulundu. Böylece 75 kitaplık (Aslında 73 bölümdü. Ama sonradan ilk 3 bölüm genişletildi ve 75 bölüm oldu) Serinin tüm kapakları Gino D'Antonio tarafından çizildİ.
batıyı ciddi anlamda ele alan, tarihi özellikler de taşıyan bir seridir. Serinin sabit bir kahramanı yoktur. Seriyi başka serilerden farklı kılan yönü de budur. Sabit bir kahramanı olmamakla birlikte zaman zaman daha önce karşılaştığımız karakterler de yeniden karşımıza çıkabilmektedir. Manuel Lisa, Jim Bridger, Kit Carson, Billy the Kid ve Wyatt Earp gibi tarihi karakterler seride karşımıza çıkar. Aynı şekilde vahşi batının dedektiflik ajansı Pinkerton'ın elemanları ile de sıklıkla karşılaşırız. Yine Oturan Boğa, Çılgın At, Satanta gibi tarihi Kızılderili karakterler de West'te gördüğümüz . karakterlerdir.
West, kahramanları ve maceraları ile
21
ederiz. Amerikayı yeni keşfeden genç göçmen attığı her adımı bizlerle paylaşır. Serinin gerçekçi anlatımı, sadece vahşi batı tutkunları için değil, tüm maceracılar için büyülü bir dünyanın kapılarını aralar.
Serinin “Bilinmeyene doğru” adlı ilk macerasının kahramanı, Brett McDonald'tır. Brett serinin 2,3,4 ve 5. Sayılarında da karşımıza çıkacaktır. West, daha ilk sayıdan “batının hikayesi” olduğunu göstermektedir. Genç Brett, puslu bir sabah, gemi ile Amerika'ya ulaşır. Kahramanımız “daha gemideyken geride bıraktığı eski dünyayı unutmuştur.” Brett bir ressamdır. Kendi kendine “burada kendime bir yer bulmalıyım. Böylece sırtım yere gelmez” diye düşünerek sokaklarda ilerlerken kuytu bir köşede saldırıya uğrayan bir adamın yardımına koşar. Ancak hem sopa yer hem de tüm parasını çaldırır.
Nitekim sonraki maceranın ismi “maceracılar”dır. Haftalardır kıtanın doğusunda yol alan bir beyaz Karaayaklar ile karşılaşır. Bu maceracının adı John Colter'dır. Colter, gerçekten yaşamış bir insandır. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Thomas Jefferson tarafından seçilerek daha önce Fransa'dan satın alınan Louisiana Bölgesini keşfetmeleri amacıyla görevlendirilen Meriwether Lewis ve William Clark'ın ekibinden bir kişidir. 1807-1808 kışında şimdi Yellow Stone Milli Parkı olarak bilinen bölgeye gelen ilk Avrupalıdır. Keşfini “kışın” yağacağının işaretleri West'te verilmiştir aslında. Colter, Kızılderililer tarafından çıplak bırakılır. Colter koşarak buz gibi suya dalar ve onlardan gizlenerek kurtulmayı başarır. Kızılderililer gittikten sonra titreyerek ilerlerken soğuktan donmamak için koşmaktadır. Dudaklarından şu cümleler dökülür: “John Colter, yavaş yavaş sonun geliyor” .
Amerika, genç göçmene daha ilk dakikalarda bir sürpriz yapmıştır. Ne de olsa orası yeni dünyadır ve “macera doludur” Nitekim yardımına koştuğu kişi, Brett'e resim satarak para kazanmasının zor olabileceğini söyler. Ama fırsatlar ülkesinde çareler tükenmemektedir. Adamın bir teklifi vardır. Brett ressam olarak değil ama bir harita çizeri olarak iş bulur! Brett'in uçsuz bucaksız kıtadaki seyahati başlar. Tabi biz de ona sayfalar boyunca eşlik 22
Yayıncılık 2004 Yılında başladığı 200 sayfalık Yeni West adlı serisi yine karışık sıralama ile 9 sayı devam etti. 2010 yılında yine Demirbaş yayınları 400 sayfalık Yeni West serisine başladı. Bu seri orijinal macera sıralaması ile sunuldu.
West ülkemizde bir çok yayınevi tarafından dönem dönem yayınlandı. Ceylan Yayınlarının Tomteks dergisinin fasikül ve ciltlerinde, Ceylan Tom Reks fasikül ve ciltlerinde yayınlandı. Daha sonra Kamarro adı altında bağımsız bir seriye kavuştu. Ancak maceraları karışık sıralama ile sunan seri sadece dört sayı sürdü. West'in okuyucu ile bir sonraki buluşması 2000 yılında Alfa Yayınları ile oldu. Bu defa üç sayı yayınlandı. Demirbaş
West, Amerikan tarihi ile paralel şekilde okununca daha da zevk veren bir yapıt. Bir gün tüm sayılarının düzenli bir şekilde Türkiye'de yayınlanması ümidiyle…
. 23
BATAKLIK CANAVARI YAZAN: Gökçe Mehmet AY
İLLÜSTRASYON: Mehmet Kaan SEVİNÇ Hekate'nin güvenliği için çok önemli."
Hekate'nin gecesi yaklaşan fırtınayı haber veren bulutlarla daha da karanlık olmuştu. İmparatorluğun düşürdüğüm mekiğinin alevleri tek ışık kaynağıydı. Titreşen ışık zorhları içinde Akıncılarımı ve bize yardım için gelen Timsahları aydınlatıyordu. Yüzbaşı yaralı olduğu için komuta bendeydi. Yaralılarla ilgilenmeli, fırtınadan korunacak bir yer bulmalı, Timsahların başkenti Quezlac'a dönmeli ve ana birlikle buluşmalıydık. Galaksi Meclisi'nin Akıncıları'nın işi imkansızı başarmaktı. Zırhımın biyokontrol devresini kullanıp Yüzbaşı Tekin'in durumunu kontrol ettim. Daya Levinson bacağındaki kanamayı durdurmuştu. Zırhım tehlikenin geçtiğini söylüyordu. İlk problem çözüldüğüne göre birkaç saat sonra tepemizde olacak fırtına için bir yer bulmalıydım. Neyse ki yanımızda iki Timsah vardı.
"Haklısın, önemli ama o zırhta büyük ihtimalle zorlama halinde devreye girecek bir kendini yok etme sistemi vardır." "Bu riski alıyorum, İmparatorluk'un Hekate'de ne yaptığını bulmalıyım." "Ben de onların burada ne yaptığını merak ediyorum ama şimdi sırası değil." Yiozi kuyruğunu yere vurdu. "Hemen sinirlenme. Şu fırtınayı atlatalım Onbaşı Jake sana yardım eder ve zırhı açabiliriz." Yiozi ve yanındaki pilot başlarını kaldırdılar. Havayı kokluyor gibiydiler. "Haklısın Halil Teğmen. Büyük bir fırtına geliyor." “O zaman bana yardım et de saklanacak bir yer bulalım.”
Yiozi'ye baktığımda birkaç dakika önce bizi öldürmeye çalışan İmparatorluğun Kara El askerinin başında olduğunu gördüm. Onunla tanıştığımızda kendini gezegenin yöneticisi Itzmana'nın üçüncü sofra yamağı olarak tanıtsa da onun casus olduğundan şüpheleniyordum. Büyük ihtimalle karşı casusluk birimindeydi ve dost olsa da gözümü ondan ayıramazdım. Yaklaşınca Kara El'in zırhında plazma iğnemin açtığı deliğe ışık tuttuğunu gördüm. Elindeki bıçakla zırhı açmaya çalışıyordu.
Mekikte ekipmanlar arasında getirdiğimiz tableti açtım. Zırhımdan Gayretgah'ın yörüngeden yaptığı taramada güvenli olduğunu düşündüğüm üç nokta bulmuştum. Onları tablette işaretledim. Yiozi dikkatlice haritaya baktı. "Bu en kısa yol gibi gözükse de bataklık" eliyle ağaçlık bir araziyi gösterdi "bu bölgede çok derinleşir. Oradan sizin zırhlar ve ekipmanla geçemeyiz." Geriye iki nokta kalmıştı. "En iyisi şu tepe, hem orada mağaralar var, hem de diğer tarafa gidersek Kruxclen'lerle karşılaşabiliriz."
"Yerinde olsam zırhı açmaya çalışmazdım." Yiozi beyaz pullu suratını bana çevirdi. Onun şarkı gibi dilini ense kökümdeki çip anlayacağım dile tercüme etti.
"Yiozi Kruxclen nedir?" Zırhım kelimeyi tercüme edememişti.
"Onun nereden geldiğini bulmak 24
"Kruxclen mekikten biraz daha büyük, iki
.
. 25
beklenmeyecek sakinlikte yürüyordu. Daya Levinson ise gölgelerin arasında bir kayboluyor bir gözüküyordu. Kıyafetinde bir damla çamur bile yoktu. Elinde tuttuğu hafif piyade tüfeğinin dürbününden yolu takip ediyor, rahat ama tetikte gözüküyordu. Çipimdeki telsizden ona mesaj gönderdim. Bir an duraksayıp bana baktı.
ayaklı ve yüzlerce keskin dişleri olan uzun kuyruklu bir hayvandır. Zırhına rağmen onla karşılaşmak istemezsin." "Birkaç zırhsız hayvanı yenebiliriz, merak etme." "Kruxclen'lerin volkan patlamalarından sağ çıktığı söylenir. Avını bir lokmada yutarmış. O kadar büyük olabilirler ki seni zırhınla birlikte yutabilir."
"Dinliyorum." "Daya burada ne olduğunu biliyor musun?" "Bilmiyorum, teğmenim."
"Bizi çok küçümsüyorsun, gene de zaman kaybetmemeliyiz. Hedefimiz belli oldu, tepelere gidiyoruz."
"Senin bir tür casus olduğunu anladım. Hekate ve burada olanlar hakkında benim bilmediğim ne biliyorsun onu öğrenmem gerekiyor."
# Yürüyüş kolunun başında ben vardım. Yiozi hemen arkamdaydı. Elinde mekikten aldığı güçlü bir plazma tüfeği taşıyordu. Onun arkasından da Sezgin geliyordu. Yanında da Zoya yürüyordu. Onların arkasında Yüzbaşıyı taşıyan Kutay ve Bay Ogawa ile Bayan Levinson geliyordu. Kara El'in zırhını taşıyan Jake ve Yiozi'nin pilotu kolun sonundaydı. Akıncılarımın hepsinin sırtında mekikten topladığımız mühimmat vardı. Gece karanlığında suyu solumuza almış, zırh lambaları ile yürüyorduk. Bataklık canlıları geceyi çığlıkları ve vızıltılarıyla sarmıştı. Zırhların batmayacağı sağlam yerlerden yürüyebilmek için yavaş gidiyorduk. Ağaçların kökleri sudan dışarı çıkmış, geniş yaprakları aşağı sarkmıştı. Zırhımın enerjisini korumak için sızdırmazlığı kapatmıştım. Bataklığın çürük kokusu her nefes alışımda midemi bulandırıyordu. Haritaya göre birkaç saatlik yolumuz kalmıştı. Tüm belgelerde, bilgilendirme notlarında bu görevin basit olacağı yazılıydı. Tam olarak bunu yazmamışlardı ama İmparatorluk birliklerinin uzağında, sıradan bir diplomasi görevi olacağını düşünerek gelmiştik. Zoya'nın yanına geçip ona öne gitmesini işaret ettim. Yüzbaşı ilk yardım çantasındaki ilaçların etkisiyle uyuyordu. Ogawa da yaşından
"Halil sana söyleyebileceğim hiçbir şey yok." "Daya, senin görevinin ne olduğunu bilmiyorum. Ama benim görevim buradan sağ salim çıkmanızı sağlamak. Bana yardım etmelisin." "Üzgünüm yardım edemem." "Daya, siz gezegenler arası partilerde gezinen casus takımının anlaması gereken; hatalarınızı benim gibilerin topladığı. Tehlikeye ilk giden ben ve diğer akıncılar olmasa sizin oynayacağınız oyunlar kalmazdı. Oyun oynamayı bırak ve bana neler döndüğünü anlat." Daya durdu. Gözlerinde baktığını kavuracak bir nefret vardı. "Sen ve sizin kalın kafalı akıncıların anlamadığı şey asla ve asla tehlikeye ilk gidenin siz olmadığı. Bizler Meclis'in emriyle senin akıncılarından önce tehlikeye gidenleriz. Biz oyun oynamıyoruz Teğmenim, biz sizlerin ve diğerlerinin hayatını kurtarmaya çalışıyoruz." Kola devam etmesi için işaret edip Daya'nın yanına gittim. "Eğer hayat kurtarmaya devam etmek 26
.
ediyorsunuz."
istiyorsan bana Hekate'nin neden bir anda karıştığını anlatmalısın. İmparatorluk neden burada? Quezlac'dakiler güvende mi? Galaksi Meclisi bunları bekliyor muydu, destek gelecek mi?"
"Evet, kaç kişi olduklarını bilmiyoruz ama Itzmana'ya yapılan saldırı ve darbenin onların işi olduğundan eminim." "Bu silonun nerede olduğunu biliyor musun?"
Gözlerimi arar gibi başını kaldırıp zırhıma baktı.
Daya güldü. Bataklığın sessizliğinde sadece onun sesi duyuldu.
"En yakın filo bir hafta uzakta. Destek gelse bile bir haftası var. Quezlac güvende mi bilmiyorum ama sizinkiler orada bir timsah ordusunu tutacak kadar mühimmat yığmıştı, İmparatorluk Kara El askerleri saldırmazsa güvendedirler."
"Eğer bilseydim Halil, şimdiye oraya girmiş ve buradan gitmiştim." Daya'nın cevabını dinlemedim. Bir terslik vardı. Hızla Yiozi ve Zoya'nın yanına koştum. Bataklık hayvanlar susmuştu.
"Peki İmparatorluk neden burada?"
"Bir terslik var. Ateşimle atış serbest."
"Halil, imparatorluğun Hekate ile ilgilendiğini yaklaşık altı ay önce öğrendik. Padişah'ın divanından gelen bir emirle Hekate'de operasyon yapmaya karar vermişler."
Akıncılarım hemen koruma pozisyonlarına geçmişti. Plazma tüfeklerinin enerji hücrelerinin aktiflenme sesi dışında ses yoktu. Zırhım aktif korumaya geçmişti. Enerji harcamasını göze alıp yakın tehlike radarını çalıştırdım. Radar tehdidi buldu. Suyun içinden bir şeyler bize doğru geliyordu.
"Burada bir şey yok ki." "Doğru, görünüşe göre bir şey yok. Ama eskiden varmış." "Nasıl yani?" "Size Akıncı okulunda tarih öğretmediler mi? İnsanlık galaksiye yayılmadan önce başka bir uygarlık buralara hakimmiş. Burgu motorları gibi teknolojileri onlardan aldık."
"Suda, geliyorlar." Tüfeğimi suya çevirdim. Suyun yüzeyi dalgalanıyordu. Lambaların ışığında yüzlerce minik dalga bir gözüküyor bir kayboluyordu. Birden su ayrıldı ve kocaman ağızlı, kuşla kertenkele arası bir yaratık sudan fırladı. Kafamın üzerinden uçup diğer tarafta suyun derin olduğu yere indi. Suyun içinde kaybolmuştu. Ne olduğunu anlamaya çalışırken sudan bir başkası sıçradı. Sonra bir başkası. Ve ardından onlarcası sudan çıkıp üstümüzden atladılar. Elim tetikte, tek dizim yerde onları izledim. Lambaların ışığında korkutucu, bir o kadar da etkileyici gözüküyorlardı. Kaç dakika geçti bilmiyorum, sürü bize bulaşmadan çekip gitti. Akıncılarım emrime uymuş biri bile ateş etmemişti.
Kol uzaklaşmıştı. Elimle takip etmesini işaret edip yürümeye başladım. "İşte Hekate'de antik uygarlığın silolarından biri olduğu düşünülüyor. İmparatorluk bu yüzden burada ve biz de onları engellemek için buradayız." "Neden saldırmıyorlar?" "Sınırlara bu kadar yakın bir gezegene saldırırlarsa, bizim de cevap vereceğimizi tahmin etmek zor değil. O yüzden burada ufak bir kuvvet bulundurduklarını tahmin ediyoruz." "Yani Kara El'leri gönderdiklerini tahmin
Yiozi'nin yanına gittim. 27
.
"Emin misin?"
"Bunlar neydi?"
Yiozi kuyruğunu sallayıp "Evet" dedi. Fırtına yaklaşıyordu. Gayretgah'ı aramaya çalıştım ama sinyal gemiye ulaşamıyordu.
"Onlar Tsolket'di. Şans getirdiği söylenir ve zararsızdırlar." "Hep böyle sürü halinde mi gezerler?"
Bataklığın son ağaçlarının altında toplandık.
"Hayır, normalde bu kadar çok görmezsin. Sanırım fırtına onları korkutmuş."
"Hedefimize vardık ve bize uygun bir mağarada bulduk. Ancak bir problemimiz var."
Şaşırmıştık ama Hekate'nin tehlikelerin yanında güzellikler de taşıdığını hatırlatmıştı. Tüfeğimin emniyetini kapatıp, derin bir nefes aldım. Hedefimize az kalmıştı, herkesin iyi durumda olduğunu kontrol ettikten sonra yola koyulduk.
Herkesin duyabilmesi için zırhların kaskını çıkartmıştık. Sezgin su şişesinin kapağını kapattı. "Sorun nedir teğmenim?"
#
"O mağarada bizim mekikten büyük bir yaratık olduğundan şüpheleniyoruz."
Sol47z'nin ışıkları ağaçların yapraklarını aşıp bize ulaşamadığı için sabah olduğunu hedefimize ulaştığımızda fark ettik. Bataklık birden bitmiş, ağaçların arasında bir tepe çıkıvermişti. Gökyüzü kasvetli bulutlarla kaplıydı. Yiozi çantasından dürbünü çıkartıp tepeyi incelerken ben de etrafı kolaçan ettim. Akıncılarımın sistemleri herhangi bir sorun göstermiyordu. Yüzbaşı ilacın etkisiyle uyanmamıştı. Ogawa yorgundu, Daya'dan destek alarak yürüyordu. Yiozi tepenin güney cephesinde, fırtınadan korunabileceğimiz bir mağara bulmuştu. Yanına gittiğime kuyruğunu yere vurdu.
"Plan nedir?" Sezgin'in timimde çavuş olmasının en önemli sebebi hemen sonuca gitmek istemesiydi. "Zoya, mağarayı görebileceği bir yere yerleşip nişan alacak. Ben mağaraya girip o dev kertenkeleyi çıkartacağım ve Zoya onu öldürecek." "Komutanım, Zoya'nın o kadar büyük bir hedefi vurabileceğine eminim ama sizin oraya girmeniz doğru olmaz." "Ne demek istiyorsun, Sezgin?"
"Bir problemimiz var." "Efendim, zırhla uçmayı öğrenmiş olabilirsiniz ama ben sizden daha hızlıyım. İzin verin ben gireyim."
"Nedir?" "Mağaranın girişine bak. Oradaki kemikleri ve izleri görüyor musun?"
"Ayağındaki kırıkla benden hızlı olduğunu mu düşünüyorsun?"
Mağaranın girişinde kemikler ve otlar vardı. Biraz daha dikkatli bakınca Yiozi'nin bahsettiği izleri gördüm. Büyük bir hayvanın pençe izlerine benziyordu.
"Evet komutanım. Nano alçı zırhın içindeyken beni engellemiyor. Zırh ayağıma ağırlık gelmesini engelliyor ve parmaklarımı hareket ettirememem sorun değil."
"Ne olduğunu düşünüyorsun?"
Sezgin'in yürüyüş boyunca performansını kontrol ettim. Zırhı sorun yaşamadığını gösteriyordu. Veriye göre eğer bizle olmasaydı .
"Bu bölgede, o izleri yapabilecek tek hayvan Kruxclen olabilir." 28
düştüğünde cansızdı. Sarı pulları kirli turuncuya dönmüştü. Anlaşılan Tsolket'ler gerçekten şans getirmişlerdi. Yakınlarda bir şimşek çaktı, mağaraya girmeli ve onu güvenli hale getirmeliydik. Sezgin kalkmış, yanıma gelmişti.
belki daha da hızlı gelebilirdi. "Tamam Sezgin, sen gidiyorsun. Zoya hazırlandığında çıkacaksın."
Zoya zırhını ve silahını taşıyabilecek bir büyük ağaç bulup üstüne tırmandı. Ağacın dalları kırılacak gibi oldular ama istediği yüksekliğe çıkabildi. Dallardan ve yapraklardan kendine bir tünek yapıp nişan aldı. Yağmur başlamıştı. Sezgin sinyali alınca mağaraya koştu. Hızla mesafeyi kapatıp mağaranın girişine vardı. Plazma tüfeği elinde içeri girdi. Birkaç dakika içeride kaldı, dışarıda heyecanla onu bekliyorduk. Ateş sesleri duyuldu ve ardından dışarı koştu. Hızla bize doğru geliyordu. Arkasından da üç metreye yakın boyu olan dev bir kertenkele çıktı. İki ayağı üzerinde Sezgin'in peşinden koşuyordu. O ışığa çıktığı anda Zoya bir el ateş etti. Kruxclen'in sarı pullarla kaplı kafası geri savruldu. Gözlerinin arasından yeşil kan akıyordu, merminin çarptığı yerden dumanlar çıkıyordu ama durmadı. Sezgin'in peşinden koşmaya devam etti. Zoya bir el daha ateş etti. Bu sefer gövdesine gelmişti mermi ama durmuyordu. Yere çöküp tüfeğimi tepeden koşarak üstümüze gelen Kruxclen'e çevirdim.
"Sezgin içeride başkası var mıydı?" "Hayır komutanım." "O zaman herkes içeri. Çabuk olun fırtına geliyor." # Kruxclen'in mağarasının beş metreden geniş bir girişi vardı. Yüzbaşı ve Ogawa'yı başlarında Daya ile beraber mağaranın diplerine yerleştirip girişi kapatmak için odun kesmeye başladık. Yarım saat içinde yağmur sertleşmiş, rüzgar güçlenmişti. Zırhların denge sistemleri rüzgara dayanıyordu ama Yiozi ve pilotu mağaraya göndermek zorunda kaldım. Ağaç dallarını zırhın gücü ile kırıp barikat yapması için Kutay'a götürüyorduk. Fırtına Gayretgah'ın tahmininden üç saat önce tepemizdeydi. Gene de kötü kısmı gelmeden mağarayı kapatmıştık. Zırhsızlar içeride ateş yakmış başında oturuyorlardı. Yüzbaşı Tekin uyanmıştı. "Teğmenim dev bir canavarla savaşmışsınız, doğru mu?"
"Akıncılar, ateşimle atış serbest."
"Evet komutanım. Sezgin'i yutmasına izin veremezdik."
Sezgin bizim yanımızdan geçip arkamıza atladığında ateş ettim. Enerji hücresinden kararsız duruma geçmesine yetecek kadar enerjiyi alan mermi fırladı. Havada plazma reaksiyonu oluşup mermi çekirdeğini eritti. Güneş sıcaklığında plazma Kruxclen'e çarptı. Zırhsız bir canlıyı delip geçmesi gereken mermi, enerjisini onun üstünde kaybedip yok oldu. On metre mesafede ateşe devam ettik. Sonunda Kruxclen kükreyip saldıracakken Zoya açık ağzından onu vurdu. Bir anda başını alevler sardı. Kruxclen'in çığlığı fırtınanın gürültüsünü aşıp içime işledi. Ayaklarımızın dibine
Yüzbaşı gülümsedi. Ogawa'yla ilgilenirken Daya da gülümsemişti galiba. Yiozi'nin melodik sözlerini çip tercüme ettiğinde gülümsemeler kayboldu. "Öldürdüğünüz bi yavru Kruxclen'di. Eğer fırtına onu engellemezse annesi buraya geliyor olmalı."
Ateşin başından ayrılıp Zoya'nın yanına mağaranın girişine gittim. Zoya'ya dikkat 29
.
pençesiyle saldırdı. Yuvarlanıp pençeden kaçtım. Rüzgar ayaklarımı yerden kesecek gibiydi. Kruxclen ağzını açtı. Olduğum yerde kaldım. Kruxclen dev ağzını açıp beni yuttu.
etmesini söyleyip mühimmatı kontrole gittim. Jake, Kara El'in zırhını açmaya çalışıyordu. Yedek plazma tüfekleri ve küçük bir orduyla savaşmamıza yetecek mermimiz vardı. On adet yönlü patlayıcımız ve otuz beş el bombamız vardı. Quezlac'a gittiğimizde gerekirse savaşabilirdik. Fırtına mağaranın girişine yaptığımız barikattaki ağaçları titretiyor, garip sesler çıkartıyordu. Zırhımı çıkartıp ateşin başında dinlenmeyi düşünürken Zoya'nın tüfeğinin sesini duydum. Zoya ateş ettikten sonra çipten haber verdi.
Ağzının içinde dişlerinden sakınmak için güç kalkanımı çalıştırdım. Dişler kalkanı geçemiyordu ama kalkan onun beni yutmasına engel olmadı. Midesine indiğimde zırhımın tehlikeli ortam alarmları çalmaya başladı. Güç kalkanımın enerjisi biterse mide suyu zırhımı eritebilirdi. Kruxclen yürümeye devam ediyordu. Düşmeden mide çeperine ulaştım. Yönlü patlayıcıyı beş saniyeye ayarlayıp mide duvarına yerleştirdim. Hayatımın en uzun beş saniyesinden sonra bomba büyük bir güçle patladı. Patlamanın etkisi ile savrulmuştum. Lambamı yaktığımda, yeşil kan, mide suları ve organ parçaları arasında olduğumu gördüm. Kruxclen hareket etmiyordu. Başarmıştım ama onun içinde kalmıştım. Bombanın gücü iç organları parçalamaya yetmiş fakat derisini delememişti. Bu da tek yönde olması gereken patlamanın içeri yayılmasına sebep olmuş, etkisini arttırmıştı. Güç kalkanım olmasaydı ben de Kruxclen'in içinde parçalanabilirdim. Bir zamanlar canlı bir varlığın içinde olduğumu düşünmemeye çalıştım. Kapalı hava tankımdan nefes almama rağmen ölümün kokusunu alıyordum. Midem bulanıyordu. Bir şimşek çaktı ve ışığını gördüm. Kruxclen'in ağzına doğru yürüyüp açık ağzından dışarı çıktım. Zırhın içinde kusmamak için kendimi zor tutup mağaraya doğru yürüdüm. Fırtına tüm gücüyle üzerimize geliyordu. Bataklığın ilerisinde bir hortum oluşmuştu. Hekate'nin bana gönderdiklerine rağmen gülümsedim. Ne olursa olsun fırtına dinince Quezloc'a gidip arkadaşlarımızı kurtaracaktık. Çünkü bir akıncıyı ne düşmanları, ne fırtınalar ne de canavarlar durduramazdı.
"Kruxclen. Düzlükten buraya geliyor. Mermi etki etmedi. Ateşe devam ediyorum." Hemen yanına koşup dışarı baktım. Kruxclen'in boyu yedi metre kadar vardı. Dev ağzını açıp kükredi. Keskin nişancı tüfeğinin mermileri onu kızdırmak dışında bir işe yaramıyordu. Mağarada ateşin ışığında Yiozi ve pilot gözlerini kapatmış, ellerini birleştirmiş, gökteki koruyucuya dua ediyorlardı. Yüzbaşı bana bakınca çipten Kruxclen geldiğini bildirdim. Tüfeğini alıp Ogawa ve Daya'nın önüne geçti. Kruxclen tekrar kükredi. Yiozi'nin Kruxclen hakkında söylediklerini düşünürken çözümü bulmuştum. Yönlüyü alıp akıncılarımın yanına gittim. Zoya ateş etmeye devam ediyordu, diğerleri de elleri tetikte Kruxclen'in menzile girmesini bekliyorlardı. "Sezgin, Kutay çekilin dışarı çıkıyorum. Arkamdan barikatı düzeltin." Şaşkınlıkla bana baktılar. Zırhlarının altında yüzlerinin ifadesini merak ediyordum. Cevap vermelerine zaman vermeden ağaçların arasından dışarı çıktım. Kruxclen tepenin altına varmıştı. Koca gözlerini bana dikti. Ona doğru koşmaya başladım. Kükreyip bana doğru koşmaya başladı. Ayaklarını bastığı yerden çamur fışkırıyordu. Tepeden kaymamaya çalışarak indim. Kruxclen onun yanına geldiğimde
. 30
GÖSTERİ YENİ BAŞLIYOR
SUICIDE SQUAD Tuğba TURAN
Captain Boomerang; gerçek adı George Harkness. First app. 1987.
Suicide Squad, ilk versiyonu ile DC Comics'in "The Brave and the Bold" isimli Eylül 1959 sayısında boy gösteriyor. Sonra Mayıs 1987'de "Legends" başlığı ile okuyucuyla buluşan ve daha sonraki yıllarda defalarca çizilen Suicide Squad ekibinde (tamamına olmasa da) tanıdık gelen kimler varmış bir bakalım:
Penguin; gerçek adı Oswald Cobblepot. First app. 1987. Slipknot; gerçek adı Christopher Weiss. First app. 1987. Harley Quinn; Dr. Harleen Frances Quinzel. First app. 1992.
Albay Rick Flag Jr; gerçek adı aynı. First appearance-İlk çiziliş 1959.
Bane; gerçek adı bilinmiyor. First app. 1993.
Amanda Waller; gerçek adı aynı. First app. 1987.
(DC Extended Universe- 2016'dan günümüze)
Deadshot; gerçek adı Floyd Lawton. First app. 1987.
El Diablo; gerçek adı Chato Santana. Katana; gerçek adı Tatsu Yamashiro.
Enchantress; gerçek adı June Moone. First app. 1987.
Killer Croc; gerçek adı Waylon Jones. 31
Gelelim kahramanlarımızın, pardon anti-kahramanlarımızın özel bir görev için hapisten çıkartıldığı filmimize. Bazı karakterlerin ön planda olup diğerlerinin sönük kaldığı eleştirilerine (şimdilik) kulak asmazsak, açılışı Deadshot (Will Smith) ve Harley Quinn (Margot Robbie) ile yapmalarının doğru seçim olduğunu söyleyebilirim. Bu ikilinin Focus (2015) filminde aralarındaki fizik-kimya-biyolojinin tuttuğunu gören yapımcılar, sevgili olmasalar da dirsek dirseğe savaşan antikahramanlar olarak ikisini ön plana çıkarıyorlar. Savaşmaları gereken kötülük (biraz) yetersiz kalsa da, filmdeki şarkı seçimleri daha ilk sahnelerden itibaren beni esir aldı. Kaç gündür Quinn'in görüntüleri ile birlikte "You don't own me" şarkısı dönüyor kafamda! Şarkının Lesley Gore tarafından ilk seslendirildiği Aralık 1963'ten, 1 Şubat 1964'e gelindiğinde 3 hafta boyunca Billboard listelerinin 2. sırasında kaldığını söylemeden geçmeyelim. Şarkının tek talihsizliği o tarihlerde 1 numarada Beatles'ın "I want to hold your hand" şarkısı olması sanırım. Şarkının, Grace ve rapçi GEazy'nin birlikte söylediği filmde kullanılan versiyonu ise 2015 tarihli başarılı bir cover.
*** The Joker; gerçek adı yok. First app. 1940. Suicide Squad'da yer almaz, Batman'in daimi düşmanı ve Harley Quinn'in sevgilisi. (Bold yazı tipi ile yazılmış karakterler son filmde yer alanlardır.) *** Suicide Squad'ın sinema filmi olarak ilk görüntüleri nete düştüğünde, Jared Leto'lu Joker belki biraz abartılı servis edilmişti. Filmin vizyona giriş tarihi yaklaştıkça Batman v Superman'de (bence) beceremedikleri "villain" yani kötü adam tiplemesini başarılı bir Joker'le unutturacaklar diye düşündüm. Çünkü kahraman filmlerinde kötü adam da, (buradaki -da eki fazla) en az kahraman kadar kalplerimizde yer eder. Kötü adam kötülük yapmakta ne kadar yetenekli ise, dünyayı ele geçirmeye ne kadar bir adım daha yaklaşmışsa, kahramanın da tüm dünyayı ve sevdiği kadını aynı anda kurtarırken küllerinden doğuşu bir bambaşka olur. Hele kötü adam gündüzleri kahramanın yanı başında dostça gezerken, için için onu mahvetme planları yapıyorsa, kahramanın gücü ve yüce gönüllülüğü daha bir ön plana çıkar. 32
Film eleştirisi yapayım derken "spoiler" vererek henüz filmi izlemeyenlerin keyfini
Bazı filmleri (bu da dahil) izledikten sonra, keşke film endüstrisiyle uzaktan yakından hiç alakası olmayan kişilere (örneğin bana), daha film proje aşamasındayken izlettirseler diye düşünmeden edemiyorum. Bir seyirci gözüyle nerede yanlış yapacaklarını önceden söylerdim ve bir sürü box-office hayal kırıklığıma engel olabilirdim. Mesela Boomerang rolünde gönül isterdi ki Tom Hardy'yi göreyim. Tom Hardy bu, her yerde görmek istediğimiz adamlardan, öyle değil mi?
bozmak istemem. Ama Joker karakteri, Heath Ledger'dan sonra beyaz perdede efsaneleştiği için, Jared Leto'nun bu t/b/ahtsız prensin yerini doldurup dolduramayacağını merak ettiğimden, filmde Harley Quinn'in sevgilisi tipinden çok, hikayenin en kötü adamı olarak boy göstermesini isterdim. Amanda Waller'ın (Viola Davis) Task Force X için toparladığı bu anti-kahraman grubuna karşı olmasını, onları dağıtmak için elinden geleni yapmasını, hatta geçmişten gelen kişisel bir kin nedeniyle Waller'a savaş açmasını beklerdim. Ne de olsa kötü adamların kötü olmasının sebebi, dünya düzeniyle ve dünyayı düzenlerle sürekli bir alıp veremedikleri olmasıdır. Suicide Squad takımını, (sözde) sadece ülke çıkarlarını korumak isteyen Amanda'nın emirlerine mi uyacaklar yoksa kötülük abidesi Joker'e mi katılacaklar ikileminde seyretmek keyifli olabilirdi. Neyse bir dahaki filme artık.
Margot Robbie'ye gelince, fragmanı seyretmeyenler seyretsin. Askerlerin arasında bir kostüm değiştirme sahnesi var ki akıllara zarar. Onun için üzülmüyor değilim ama Allah onu da öyle yaratmış n'aapalım.
33
Son söz olarak bu DC Comics ve Marvel karakterlerinden Hollywood daha çok ekmek yer, bize de seyretmesi düşer diyorum. İyi seyirler...
34
35
36
ÇOCUK OYUNU YAZAN: Bedia YILMAZ
İLLÜSTRASYON: Nilay ADLIM
Doğuştan mı yoksa sonradan mı olduğunu bilmediği bir neşe vardı içinde ve aynı şekilde bir güç. Dur-durak bilmiyor, oynamayı çok seviyordu. Aynı şekilde oyunlar hazırlamayı da çok seviyordu. Hele hele hazırladığı oyunlarla oynanması adeta mest ediyordu onu.
gücü harekete geçirdi. Onunla birlikte makine de hareket etmeye başlamıştı. Annesinin feryadı ile kendisine gelip gözlerini açtığında annesinin iğneye sıkışmış parmağını gördü. Etraf kan içindeydi. Annesi bağırıyor aynı zamanda yardım isteyen gözlerle oğluna doğru bakıyordu. “Çocuk gibi ağladı annem. Ayrıca o minicik parmaktan bu kadar kan akar mı yaaa” diye düşündü içinden.
Bir gün, dikiş diken annesini izliyordu. Çok ilginç bir olaydı bu. Dümdüz bir kumaşa terzi sabunuyla şekil veriyorsun, makasla paramparça ettikten sonra makine ile birleştiriyorsun. Eğlenceli işe benziyordu. Buna rağmen annesi biraz üzgün gibiydi. Belki sadece yorgundu ama üzgün olabileceğini düşünüp bir oyun hazırladı.
Ufak cüssesine rağmen kocaman bir cesaret vardı yüreğinde. Sanki daha önceden benzer sahneler yaşamıştı. Ne yapacağını biliyor gibi hareket ediyordu. Henüz 11 yaşındaydı. Yüz hatları “büyümüş de küçülmüş” diye tabir edilecek kadar anlam yüklüydü. Bebek tenli, tertemiz yüzlü, yanağının kenarında minicik bir gamze vardı. Ensesine kadar uzanan simsiyah saçları, yeşil gözlerinde delice bakışlar vardı.
Köşesine geçti. Odada var olan tek çekyatın yanına. Onun yanında da üzerine örtü serilmiş ufak bir masa vardı. Her zamanki gibi masa ile çekyatın arasında yerleşti. Örtü ile kendisini saklıyordu. Böylelikle herkesten saklanmış oluyor, istediği gibi, istediği kadar oyun planlayabiliyordu.
Annesine yaklaşarak; “Sana yardım edeceğim, korkma olur mu anneciğim” dedi kadife sesiyle. Sol eliyle annesinin sırtını sıvazlıyor, sağ eli ile de makinenin kenarındaki kontrol direksiyonunu çeviriyordu. Bu arada iğne yavaş yavaş yukarı hareket ediyordu. Annesi acı bir çığlık attığında iğne çoktan parmaktan çıkmıştı bile. “İşte bu kadaar. Bitti bak bitti... Bu kadardıııı” dedi.
Tüm odaya hakim olabildiği o güzel köşesindeydi. Dikiş makinesinin olduğu kısım ve annesini çok güzel bir noktadan görüyordu. Gözlerini kapattı. Kirpiklerindeki minik kıpraşmalarla yapacağı eyleme kilitledi kendisini. O esnada annesi “Offff yine mi yaaa!” diye serzendi. Ağzından cık cık cık sesleri çıkıyordu. Sinirden dişlerini gıcırdattı. Yine ip kopmuştu. Yine onca labirentten ipi geçirip yeniden iğneye takacaktı. İp kopması kadar gıcık bir durum yoktu.
Annesini ecza dolabının yanına götürdü. Pürüzsüz eliyle pansuman yaparken adeta klasik müzik dinliyor da ona eşlik ediyor gibi hareketler halindeydi. Muzip bir gülümseme vardı dudağının kenarında ve fazlaca soğukkanlılık. Parmağı gazlı bez ile sarıp beyaz.
Annesi tam makinenin pedalından ayağını çekip elini iğneye götürdüğü esnada içindeki 37
. 38
geçme zamanım geldi. Gece rüyamda öğretilenlerin diyetini ödemeliyim. Yapılacak çok şey var, akacak çok kan…” diye kendi kendine konuşmaya devam etti.
O gece yatağına yattığında gün içerisinde yaşadıklarını düşündü. Her gece yapardı bunu. Bir tür kişisel muhasebe. Ne kadar yol kat ettiğini görmesine yardımcı oluyordu. Aynı zamanda nerelerde eksiği olduğunu buluyordu. Bu da bir tür oyundu onun için. Ona zevk veren sevdiği oyunlardan. Ancak bu kansız olanlarıydı hatta cansız…
Sol elini göğsünün üzerine yerleştirdi. Adeta vicdanını tutuyordu. Derin bir nefes aldı. Gözlerini kapadı. Yüzündeki ufak tebessümle ilk gerçek görevini almak için uykuya daldı.
“Artık hazırım” dedi içinden. “uygulamaya
. 39
Maskeler ve Canavarlar Mustafa Emre ÖZGEN “crossover”ı olmadığını fark edene dek.
Son iki sayıda çizgi roman incelemesi yazmamıştım. Bu nedenle Eylül sayısında diğer incelemelerimizden farklı olarak Comics ekolünden bir çalışmayı sizlere anlatmak istiyordum.
“CROSSOVER” GİBİ, AMA DEĞİL Benim tanıtımlarda gördüğüm, dolayısıyla anladığım Hellboy macerası, bir BatmanHellboy ortak macerası idi. Fakat olay hiç de böyle değilmiş.
Gölge'ye geri döndüğüm Ocak ayından beri incelediğim çizgi romanlar hikâye ve çizim açısından farklılık göstermekle birlikte popüler kültürden kısmen uzak, sanatsal yönü ya da mesajı öne çıkan çalışmalardı. Berlin, Don Kişot, Komünist Manifesto gibi…
Hellboy, Maskeler ve Canavarlar, iki maceradan oluşuyor. İlk macerada kahramanlığı bırakan ve Gotham City'de bir konferans vermekte olan Ted Knight, Naziler tarafından kaçırılıyor. O sırada Joker'i elinden kaçıran ve düşmanının ne planladığını henüz bilmeyen Batman, Knight'in kaçırılması olayında karşısında Hellboy'u buluyor.
Bu ayki planım ise Hellboy: Maskeler ve Canavarlar çizgi romanı olmuştu. Gerçekleştirmeye çalıştığım “comics dışı” incelemelerin dışına çıkarak iki popüler ve karanlık karakteri bir araya getirdiğini düşündüğüm bu çalışmayı büyük beklentiyle satın aldım.
Knight'i bulmak için Gotham'a gelen Hellboy, Batman'a “yalnız çalıştığını biliyorum, fakat birbirimize yardımcı olmalıyız” minvalinde şeyler söylüyor. Batman da hemen kabul ediyor! İkili bir iki küçük sorgu için koşturduktan sonra Knight'in oğlu yeni Starman ortaya çıkıyor, Batman ise Joker'in peşine düşeceği
Bir hafta kadar rafta bekleyen kitabı okumaya başladığımda beklentilerim devam ediyordu. Ta ki kitabın sadece bir Batman 40
anladığım Hellboy macerası, bir BatmanHellboy ortak macerası idi. Fakat olay hiç de böyle değilmiş.
Son iki sayıda çizgi roman incelemesi yazmamıştım. Bu nedenle Eylül sayısında diğer incelemelerimizden farklı olarak Comics ekolünden bir çalışmayı sizlere anlatmak istiyordum.
Hellboy, Maskeler ve Canavarlar, iki maceradan oluşuyor. İlk macerada kahramanlığı bırakan ve Gotham City'de bir konferans vermekte olan Ted Knight, Naziler tarafından kaçırılıyor. O sırada Joker'i elinden kaçıran ve düşmanının ne planladığını henüz bilmeyen Batman, Knight'in kaçırılması olayında karşısında Hellboy'u buluyor.
Gölge'ye geri döndüğüm Ocak ayından beri incelediğim çizgi romanlar hikâye ve çizim açısından farklılık göstermekle birlikte popüler kültürden kısmen uzak, sanatsal yönü ya da mesajı öne çıkan çalışmalardı. Berlin, Don Kişot, Komünist Manifesto gibi…
Knight'i bulmak için Gotham'a gelen Hellboy, Batman'a “yalnız çalıştığını biliyorum, fakat birbirimize yardımcı olmalıyız” minvalinde şeyler söylüyor. Batman da hemen kabul ediyor! İkili bir iki küçük sorgu için koşturduktan sonra Knight'in oğlu yeni Starman ortaya çıkıyor, Batman ise Joker'in peşine düşeceği
Bu ayki planım ise Hellboy: Maskeler ve Canavarlar çizgi romanı olmuştu. Gerçekleştirmeye çalıştığım “comics dışı” incelemelerin dışına çıkarak iki popüler ve karanlık karakteri bir araya getirdiğini düşündüğüm bu çalışmayı büyük beklentiyle satın aldım. Bir hafta kadar rafta bekleyen kitabı okumaya başladığımda beklentilerim devam ediyordu. Ta ki kitabın sadece bir Batman “crossover”ı olmadığını fark edene dek.
Hellboy Maskeler ve Canavarlar YAZAR, ÇİZERLER: Mike MİGNOLA, James ROBİNSON, Scott BENEFİEL Jasen RODRİGUEZ ÇEVİRMEN: Cenk KÖNÜL YAYINCI: JBC YAYIN TARİHİ: Haziran 2016
“CROSSOVER” GİBİ, AMA DEĞİL Benim tanıtımlarda gördüğüm, dolayısıyla
41
- II 42
43
44
45
ANADENİZ HÜKÜMDARLARI - BÖLÜM II -
YAZAN: Oğuz Özgür UĞUR
İLLÜSTRASYON: Hüseyin ESEN mü? İlerde tek parça bembeyaz bir bulut var. O bize adanın yerini gösteriyor. Derler ki tanrıçalar bir adadan diğerine adım atarken ayak izlerini bırakırmış. Bu gördüğün bulut da bir tanrıçanın ayak izidir.”
"Hem rüzgarla hem dalgayla dalaşmalıyım daima. İkisiyle de savaşmalıyım yaban diyarlarda. Güçlüyüm aslında tutunabildiğim kadarıyla. Azıcık bırakırsam kendimi, süründürürler beni. Benden ulu güçleriyle tattırırlar hezimeti. Gücüme güç katan kayalar yetişemezse imdadıma, dayanamazsa kuyruğum bu iki bozguncuya alıp götürürler koruduğum ne varsa. Bil bakalım ne derler adıma."
Kaptan söze karıştı: “Anlaşılan etine dolgun bir tanrıçaymış. Buluta baksanıza, kocaman. Bu kadar coğrafya dersi kafi. Kayran'da durmak için bir sebebimiz yok. Devam edeceğiz. Magjan! Şafak sökene kadar vaktin var. Bilmeceyi iyi düşün sonra yanıma gel. Hadi herkes işinin başına!”
Serdümen Kayran adasının göründüğünü bildiren borazanı öttürdü. Sıcak denizde dur durak bilmeden ilerlemişlerdi. Beklenenden daha süratli yol alıyorlardı. Kaptan kamarasından çıkarken Magjan da onu takip etti. Tayfa kaptanı saygıyla selamladı. Serdümen seri adımlarla kaptanın yanına indi.
Kayran adasının üzerini kaplayan bulut hızla kabarırken güneş batmak üzereydi. AlBatros masasına yerleştirdiği kil kandilin ışığında seyir defterini dolduruyordu. Tayfa günlük işlerini tamamlamış, içki içip barbut oynamak üzere kamaralarının yolunu tutmuştu. Magjan geminin pupasına yaslanmış bilmecenin cevabından çok kimliğini al-Batros'a açıklamanın doğru olup olmadığını düşünüyordu. Onda sıradan bir denizciden daha öte bir şeyler olduğunu hissetmişti. Bir kaptan değil sanki okyanus adalarının hükümdarıydı. Yüzündeki yara izi ve yanından ayırmadığı arbaleti onun savaş geçmişini simgeliyordu. Alim bir gezgine yaraşır sivri zekası ve iyi laf yapan bir ağzı vardı. Görünürde ise annesini ziyarete giden bir denizciden başkası değildi. İkisi de birbirinin görünüşün altına sakladığı kimliği merak ediyordu. Magjan . birkaç saatliğine uyumaya karar verdi.
“Kayran adasını gördük süvari bey. Yolu yarıladık sayılır. Böyle gidersek ay dönmeden Ragusa'da oluruz.” Kaptan onaylayan bir tavırla serdümeni selamladı. Magjan çevreye dikkatle baktıysa da ortada bir ada göremedi. “Hangi adadan söz ediyorsunuz? Ben uçsuz bucaksız tuzlu sudan başka bir şey göremiyorum.” Serdümen alaycı bir tavırla elini Magjan'ın omzuna attı. “Çünkü yanlış yere bakıyorsun evlat. Denizde toprak görmek istiyorsan gökyüzüne bakacaksın. Kafanı yukarı kaldır. Bak gördün
47
. 48
Issız gecenin içerisinde akıp giden Andalus gemisi yağmurla ıslanmaya başladı. Gemi hafif hafif kabaran dalgaların üzerinde nazikçe yüzüyordu. Gökyüzündeki akıncı bulutlar serdümenin keyfini kaçırmıştı. Bugün Sopdet yıldızının yetmiş günlük uykusundan uyanışının gecesiydi. Gündoğumunda şark ufkundan yükselip kara semanın kalbine oturmuştu. Yeni yılın ilk yıldızının ortaya çıkışı, Akhet'in ilk ayının ilk günü, Nil nehri taşkınının ilk sabahı anlamına geliyordu. Andalus karavelinin serdümeni Sabaf çocukluğundan beri olduğu gibi bu anı büyük bir heyecanla beklemişti fakat yıldızla arasına oyunbozan bulutlar girmişti. Serdümen talihine ettiği eşrefli bir küfrün ardından baykuş uykusuna devam etti. Karşıdan esen ılık rüzgar aniden soğumaya başladı. Gemiyi serinleten sakin yağmur rüzgarın kışkırtmasıyla sertleşti. Dalgalar birazdan başlayacak dehşet gösterisinin öncü birliklerini çağırırcasına coştukça coşuyordu. Kimse ne olduğunu anlayamadan zifiri karanlıkta dev dalgalar kükremeye başladı. Fırtınanın keskin dişleri albatros karavelini ikiye bölmek için bilenmişti sanki. Cehennem kazanı gibi kaynayan azgın deniz sağanak yağmurla güçleniyor, ancak sekiz kolunun sekizi de cana gelmiş dev ahtapotların yaratabileceği hiddetle avazesi kesilmiş mürettebatı çıngırak gibi titretiyordu. Köpüklü dalgalar güvertede ne varsa yutup denize tükürürken gemi hacıyatmaz gibi bir o yana bir bu yana savrulup nihayetinde doğruluyordu. Karavelde denizin eşi benzeri görülmemiş misafirperverliğine dayanacak takat kalmamıştı. Dev dalgalar geminin etrafında döndükçe girdap oluşuyor, gemi girdabın içinde hızla yükseliyordu. Gece karanlığına daha fazla tahammül edemeyen şimşek döne döne arşın beline dayanmış fırtınanın orta yerinden karavelin göbeğine çivileme dalmadan az evvel 49
Raşid kamarasından çıkmış, Magjan'a balık ağından sökme urganı fırlatıp kendisini sağlam bir yere sıkıca bağlamasını tembihlemişti. Şimşeğin yarıp geçtiği karavel ateşe atılan çırpı gibi çatırtılar arasında yok olup gitmek üzereydi. Sabaf işte o sırada gördü. Ölümünün sudan mı ateşten mi yoksa göklerden mi geleceğine hem bu kadar müphem hem de bu kadar yakın olduğu anda aklından geçen tek şey Sopdet yıldızının mavi hareli parlak ışığını son bir kez görebilmekti. Devrik kalasların altında ezilmiş bedenini kaldırdığında yelkenlerini açmış, fırtınaya meydan okuyan devasa kalyonun dalgaların üzerinde ihtişamla süzülüşünü gördü. Kendi gemisi paramparça olurken doğaya karşı gelircesine mum direk duran gemi Sabaf'ın aklını başından aldı. Su emmekten şişmiş iskeletinin lombarlarından kan rengi bir sıvı boşalıyordu. Küpeştesindeki insana benzer kara siluetler fırtınadan bihaber yoluna devam ediyorlarmış gibi kaskatı dikiliyorlardı. Sabaf Dimyat şehrinin izbe sokaklarında çocuk aklıyla annesinden gizlice karnı şişene kadar yediği acı eriklerin artanını gece uykusunda yatağına boşalttığı günden beri ilk kez altını ıslatıyordu. Korku bedeninden bacaklarına akıp giderken kuvvetli bir el ayak bileğinden yakaladı. Dizlerinin bağı çözülüp de güverteye çöktüğünde al-Batros'la göz göze geldi. AlBatros ona sakin olmasını işaret ediyordu ancak Sabaf çoktan küçük dilini yutmuştu bile. Kaptan gittikçe kabaran denizin üzerinde uzaklaştıkça büyüyen esrarengiz kalyona gözlerini dikti. Han köşelerinin vazgeçilmez denizci efsanelerinden fırlamış kazulet gemi adına yaraşır şekilde uçuyordu. Raşid geminin görkemine kapılıp yerle yeksan olacağı sırada peri masalının büyüsünden ruhunu çekip çıkarmayı başardı. Sonu hiçbir zaman iyi bitmemiş bir anlatıydı bu. Geminin arz-ı endam edişinin yalnızca bir sebebi vardı. "Ne zaman bir gemi batacak olsa..." Raşid sözünü tamamlamaya fırsat . bulamadan çoktan ikiye bölünmüş karavelin
yoksa gece boyunca geçirdiği korku nöbeti yüzünden mi titrediğini bilemiyordu. Sabaf gece dilini yutmuş, gündüz görmez olmuştu. Direğe kenetlenmiş kolları onu denizin dibine sürüklenmekten korumuştu. Bir müddet sonra donarak ölmesi ve leş yiyenlere güzel bir ziyafet vermesi işten bile değildi. Raşid geminin rotasında akan denizin onları Kayran adasına götüreceğini biliyordu ancak vücut ısısını sürekli düşüren su bu gidişle ancak cesetlerini kıyıya vuracaktı. Yüzerek zaman kazanmayı göze alamazdı. Gemi batmış olsa bile kalan parçalar onun gözünde ne olursa olsun halen bir gemiydi ve bir kaptan asla gemisini terk etmezdi. Üstelik kendinden geçmiş bir mürettebatı yanındayken kaçmak ölmekten daha beterdi. Direğin üstüne çıkmayı düşündü ama ters bir harekette serdümen ters dönüp direkten kayabilirdi. Çaresizliğini görmemek için bin bir yöntem düşünse de hiçbiri onu kurtaracak gibi görünmüyordu. Sabah rüzgarını getiren ince bulutların arasından solgun güneşe baktı. Beş yaşındayken babasının onları terk ettiği gün, on iki yaşındayken annesinin onu babasına bir firkateynin içinde zincirli forsa kılığında yolladığı gün, on sekiz yaşındayken Tilimsan'da kuşatılan babasının onu iki leventle beraber tekrar annesine göndermek istediği zaman gizlice en süratli uçurmaya atlayıp alametini bilmediği denizlere açıldığı gün de yine solgun bir güneş onu seyrediyordu. Şimdi Akdeniz'in ortasında kimliksiz geçirdiği günlerin sırlarıyla beraber kimsesizler mezarlığına gömüleceği anı beklemekten başka çaresi kalmamıştı.
kaptan ve serdümeni taşıyan baş kısmı son yalpalamaya direnemeyip alabora oldu. Fırtına dindiğinde oradan geçmekte olan bir geminin varlığına dair denize saçılmış kırık tahta parçaları ve bezler haricinde bir iz kalmamıştı. Deniz yutabildiği kadarını yutmuş geri kalanları akıntısıyla dört bir yana dağıtmıştı. Kaplumbağa Yaleb kendisine urganla bağlanan Magjan'la beraber batıya doğru yol alıyordu. Kaptanın son nefeste fırlattığı urganı kapan Magjan kendini geminin pupasına bağlayacakken şimşeğin çakmasıyla beraber denize düşmüş, dev dalgalarla giriştiği canhıraş mücadelenin ortasında kabuk üstü yatan kaplumbağayı görmüştü. Beline doladığı urganı kaplumbağanın karnına sarmış, tokat gibi sersemleten dalgaların öfkesinden korunabilmek için Yaleb'in üzerine kapaklanmıştı. En başından gemide ne işleri oldukları belirsiz ikili fırtınayı göğüs göğüse geçirmişti. Akıntının seyriyle Kayran adasına varana kadar da o şekilde kalacaklardı. Raşid ve Sabaf, Magjan ve Yaleb kadar şanslı değillerdi. Alabora olan geminin altında kalmışlar, taze bir dalga üstlerinden tahta yığınını kaldırana kadar da bolca su yutmuşlardı. Fırtına dinene kadar geminin kırık mizana direğine tutunmuşlar, yelken bezleriyle hem yağmurun hem dalganın şiddetini kesmeye çalışmışlardı. Fırtına dindiğinde ikisi de soğuktan titriyordu. Deniz onlardan canlarını alamayacağını anlayınca kanlarını dondurmayı deniyordu. Kaptan üstüne çıkabileceği sağlam bir tahta parçası aramaya koyuldu. Onu öfkelendiren ne fırtınanın gazabı ne de gemisinin batması olmuştu. Alabilmek için akıl almaz bedeller ödediği gemisinin canını kurtaracak bir parça tahtayı ondan esirgemiş olması yüreğine oturmuştu. Yetmezmiş gibi gökyüzünde dolanan deniz kuşlarının kulak yırtan gürültüsüne leş yiyenlerin kart çığlıkları karışmıştı. Raşid serdümenin soğuktan mı
Sabaf üzüm kurusu gibi büzüşmüş boğazından çıkardığı hırıltılı nefesle kendine geldi. Kendini ucu bucağı gözükmeyen denizin içinde bulduğunda tekrar bayıldı. Raşid onu ayıltmak için okkalı bir tokat savurunca Sabaf'ın gözleri yeniden açıldı. Direğe sarılmaktan kasılmış kollarını salar salmaz suyun içinde çırpınmaya başladı. Raşid Sabaf'ın yüzme . 50
Islak kıyafetlerini çıkarıp vücudunu güneşin kalender merhametine bıraktı. Esmer teninin soğuktan morarmaya başladığını ilk o an fark etti. Sabaf direğe iki taraftan sımsıkı tutunuyor, dönmesine müsaade etmiyordu. Kaptan adayı görebilmek için dengesini koruyarak direğin üzerinde doğruldu. Ada ağaçların tepeleri gözükecek kadar yakındaydı. Bir gün daha yaşayacak olmanın sevinci Raşid'in gözlerinden okunuyordu.
bilmediğini o an öğrendi. Serdümeni var gücüyle ensesinden tuttuğu gibi direğin üstüne serdi. Sabaf yavaş yavaş kendine gelmeye başlıyordu. Bir yandan titriyor bir yandan kekeleyerek bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Raşid'in anladığı kadarıyla devasa bir gemi görmüş sonra denizden gelen bir canavar bacağını yakalamıştı. Sabaf aynı şeyleri tekrarlarken kaptan kendini direğin üstüne çıkardı. Bir an olsun sudan çıkmak iyi gelmişti. Dengede durabilmek için eğilerek duruyordu.
Devam edecek...
. 51
“COSPLAYER” NİLÜFER KARAATA İLE RÖPORTAJ:
“COSPLAY” DEDİKLERİ İŞİN TÜRKÇESİ NEDİR??? NE İŞE YARAR? NASIL YAPILIR? RÖPORTAJ: Mehmet Kaan SEVİNÇ -Merhaba Nilüfer Karaata. Öncelikle sizi daha yakından tanımak isteriz. Bize kendinizden söz eder misiniz? Merhaba Gölge E-Dergi Ailesi ve okuyucuları. Ben amatör bir hobi severim. 29 yaşındayım, İstanbul'da yaşıyorum, ev hanımıyım. 10 yıldır cosplay tasarımcılığı ile alakalı çalışmalar yaparak boş zamanlarımı değerlendiriyorum. Daha çok bu işin eğitimini vermeye çalışmamla ve alakalı mini buluşmalar düzenlememle tanınırım. -Bu adına 'cosplay' dedikleri olayın Türkçe meali nedir? Ne işe yarar, neler yapılır?
Nilüfer Karaata ile 16 Ocak 2016 Cumartesi günü Kadıköy SanatAtak’ta düzenlenen Gölge e-Dergi'nin 100. Sayı özel akşamında tanıştık… "Gölge Kız" modeli Fin Cosplay'e hayran kaldık. Bunca yıldır kâğıtlara çizip boyadığımız "Gölge Kız"ımız canlı bir şekilde karşımızda duruyordu! O günden sonra Nilüfer Karata Sensee Cosplay ve Aksesuar'ın etkinliklerini keyifle izlemeye devam ettik. Bu röportajımızda da hem ülkemizde yeni oluşmaya başlayan “cosplay”i hem de bu konuda başarılı işler ortaya çıkaran Cosplayer Nilüfer Karaata'yı yakından tanıyalım istedik .
52
Sitemden alıntılayarak; “Cosplay (コスプレ kosupure), İngilizce Costume ve Play kelimelerinin birleştirilmesi ile oluşturulmuş, "Karakter Kostümleri Tasarlama ve Performansını Yapma Sanatı" olarak tanımlanabilir. Yani Cosplay'deki amaç bir karakteri -ki bu anime, manga, oyun, fanart (hayran çizimi), film, çizgiroman, kitap, internet ikonu, ünlü kişi, orijinal vs vs olabilir- her bir ayrıntısına dikkat ederek hayata geçirmektir ve bu esas çizer ya da tasarımcısına saygıyı ifade eder. Cosplay genelde bu konuda düzenlenen büyük Convention (frp, masa oyunları, bilgisayar oyunları, LARP, cosplay, söyleşi, panel, yarışmalar, tanıtımlar vs içeren festivaller) lar veya özel fotoğraf çekimleri ile online Cosplay yarışmaları için yapılır. En keyifli kısmı kendi
Örnek olarak bir ben (Son işlerimden Uncharted 4 Projesi Sony Play Station Türkiye içindi, buna örnektir.) bir de MEG Cosplay (Oyun fuarlarında birçok firma için zırhlar tasarlayıp modelliklerini yaptılar; son işleri TBF deki Nautilus idi.) profesyonel sipariş alıyor diyebiliriz. Bu işten para kazanabilmek için popülerlik, sürekli sipariş gelmesini sağlamak için hareketli bir piyasa ve ekip çalışması şart. Bunları ülke şartlarımızda sağlamak güç ama elimizden geldiğince geliştirmeye çalışıyoruz. Firma olmadığımız için sözleşmelerimiz şahsi imzalar şeklinde ve faturamız da Tediye makbuzu ile olmak durumunda…
kostümünü tasarlamanın kişiyi zihnen ve el becerisi olarak geliştirmesidir. Sosyal ve interaktif bir hobidir.” -Peki cosplay bir meslek dalı mıdır? Yoksa sadece hobi olarak mı yapılır? Bu işten para kazanılır mı, ev geçindirilir mi, sigortası emekliliği var mıdır? Kişiden kişiye değişen bir durum bu. Aslında kişisel bir hobidir ama dünya üzerinde bu işi güzelliği ve bağlantıları sayesinde profesyonelliğe taşıyarak modellik, jürilik, kostüm ve fotoğraf baskısı satışları vb. konularda gelir elde eden çok popüler insanlar var. Ülkemizde profesyonel kostüm siparişi alarak firmalarla çalışan sahne gösterisi tasarlayan kişiler bir elin parmaklarını geçmez.
53
-Cosplayer olmaya nasıl ve neden karar verdiniz? Örneğin çocukken 'büyüyünce ne olacaksın' diye sorulduğunda siz doğrudan 'cosplayer' olacağım mı diyordunuz?
yerine çıraklıktan hobiye dönüşen amatör tasarım işlerime devam ettim.
Şunu belirteyim, şahsi fikrim ben başarısız bir Cosplayer; fakat tecrübeli bir Cosplay Designer ım (Yani: Karakter Kostümleri Tasarımcısı). Tiyatro dekorunda çıraklık ile geçti lise yıllarım, kostüm aşamasındakilerinde yanına gidip karışmaya bayılırdım. Ben büyüyünce ressam olacağım derdim, fakat masraflarını karşılayamayacağım sanat okuluna gitmek
Bu güne kadar kaç etkinlik düzenlediniz?
-Ne kadar zamandır cosplayersınız, cosplay etkinlikleri düzenliyorsunuz?
10 yıldır kostüm dikip giyiyorum, giydiriyorum. Mini arkadaş buluşmaları gibi düzenlediğim ücretsiz etkinliklerim var. Açtım bloğumu, harita kısmından sayıyorum şu an sizin için: Tamamen kendi işim olan ücretli, hatta adında ilk “cosplay” kelimesi geçen İstanbul'daki parti 54
Cosplay Türkiye Volume 4 dür. Bunun harici biletli organizasyonlarda arkadaşların çalışmalarında görev dağılımdan pay kaparak Zombie Walk ve Anime Shouten (3 etkinliğinde) etkinliklerine destek oldum. Blogumun herkesten bağımsız ücretsiz etkinliklerinde ise 12 adet temalı oyun günü ile 13 adet de özel fotoğraf çekim günü düzenledim. Son zamanlarda Kültür Bakanlığı ve Büyükşehir Belediye'den izinli etkinliklerimi güvenlik açmazları sebebiyle sekteye uğrattık ama bekliyoruz. Çalışmalarıma devam edeceğim. -Cosplay ve cosplay modelliği ülkemizde daha çok yeni bir oluşum, gittikçe muhafazakarlaşan, bağnazlaşan bir toplumun bu konuda size bakış açısı nedir..? Bakış açısı yoktur. Yani direk o açı gelişmemiştir. Bazen hobidaşlarımızdan çok zor durumlarda kalanların hikayelerini okuyor üzülüyoruz. Hani gerçeklikten kaçıp üretmek için sığındığımız bir sanat dalı mı yoksa rezil çevresel sebeplerle psikoloji ve sağlığını tehlikeye atan bir uğraş mı karar veremez olduk. Bu böyle olmamalıydı ama cosplay çok komplike bir hobi, anlamayan veya anlamak istemeyen insanımsılar engellemeye çalışıyor. Pek tabii kendi içimizden
çıkan ego tatmini veya haksız bağış toplayarak kazanç sağlama gibi aşağılık amaçlarla pornografik veya küçük düşürücü hareketlerle popülerlik kaygısına düşenler yüzünden bu hobiyi çok yanlış tanıyanlar da var. Sonra o insana istediğin dokümanı göster, istediğin kadar anlat; yine bu hobi ile uğraşanları kostümlü telekız sanmaya devam ediyor. Her şeye rağmen biz birbirimizi bulup sanaldan da olsa kalitemizi yüksek tutmaya, iyi işler çıkarmaya devam ediyoruz. 55
İlgi. Çünkü aslında bu bir tür eğlence hizmeti, insanlar ulaşamadıkları şeyden nefret ettiğinden saldırırlar. Burnunun dibinde birden bire peyda olan sarhoş taklidi ile yanından geçen bir Jack Sparrow karşısında gülümser ve eğlencelerine bakarlar, ne kadar cahil olurlarsa olsunlar. Çok açık saçık bir kostümle bahsettiğiniz yerlerde kimse dolanmaz zaten, saçma bir varsayım olur şu halde, yorumlamayalım. -Cosplay çalışmalarına daha çok gençlerin ilgi gösterdiği malum. Ebeveynlerde bu konuya ilgi gösteriyor mu ya da ailelerin bu çalışmalara tepkisi ne oluyor, olumlu olumsuz? Dediğim gibi benimkiler umursamadı. Bu tamamen şans meselesi… Tepkili ebeveynlerin okumuşluk derecesi de çok değişebiliyor, öyle hepsini ilkokul mezunu sanmayın. Hepsinin kendince sebepleri var; prestij kaygısı, güvenlik vs. Aslında bu ömürlük her yaştan takipçisi olabilecek / olması gereken bir hobidir. Fakat ülkemiz daha çok yeni gelişme kaydettiğinden belli bir yaşa gelenler geçim kaygısı ve toplum baskıları ile bırakıyorlar. Ama ben Begüm (Metamorphmagus Cosplay)'ün babasının muhteşem Saruman cosplay'ine hayranım mesela!
-Bu konuda mahalle baskısı var mı? Aileden ya da akrabalardan, yakın çevreden size hiç 'Kızım bırak bu boş işleri. Korsan, kovboy, pokemon kıyafeti dikmek yerine çeyiz işlesen de hayırlı bir kısmet bulsan evinin kadını, çocuklarının anası olsan' diyenler oluyor mu?
-Bir yerde cosplay etkinliği düzenlemek için örneğin valilikten, kaymakamlıktan, mahalle karakolundan ya da mahalle muhtarından herhangi resmi bir yerden izin almak gerekiyor mu?
Bana olmadı, şanslıydım veya 16 yaşından beri ailemle pek okulumu, paramı, evimi, kısaca hayatımı vs. paylaşmadığımdan rahat ve fakirdim. Yaşayanlar var böyle şeyler, bırakan bırakıyor, devam edenler de var ama.
Kültürel bir sergiyi kamuya açık alanda düzenlemek istediğinizde almanız gereken belgelerin aynısını aynı yerlerden alıyorsunuz, öyle çok farklı bir şey yok. Sıkıntı devletin güvenliği sağlayamamasında…
-Örneğin bir sokakta, meydanda, alışveriş merkezinde cosplay çalışmalarınızı sergilerken ne tür tepkilerle karşılaşıyorsunuz? İlgimi daha çok, yoksa tepki mi?
-Cosplay etkinliği düzenlerken katılımcıların hangi kıyafetleri giyeceğine, hangi animemanga veya çizgi roman karakteri ile 56
katılacağına siz mi karar veriyorsunuz yoksa dileyen dilediği kıyafet ve karakter kimliğinde katılabiliyor mu? Dileyen dilediği çalışmasını yapar, getirir, sunar. Kimse kimseye karışmaz.
-Gözlemleyebildiğim kadarı ile cosplay etkinliklerine ilgi gittikçe artıyor. Örneğin bizim Gölge e-Dergi grubundan arkadaşlarımız da Bursa'da bu tür etkinlikler düzenliyor. Cosplay grupları veya cosplayer olarak birbirinizi destekliyor musunuz, bir birlik içinde hareket ediyor musunuz, bir derneğiniz filan var mı? Yoksa şimdilik birbirinizden bağımsız olarak mı etkinlik düzenliyorsunuz?
Sponsorunu bulan etkinliği yapar, bu kadar basit. Herkes bir yerlerde küçük bir şeyler yapıyor, kimi firmasına faturalandırıp kimi okulundan destekle vs. Şahsım adına duyduğum etkinliği bloğumdaki takvimlerde yayınlayıp tüm Türkiye'deki hobiseverleri destekliyorum. İmkanı olan uzaktaki etkinliklere 57
boyunca oynarız. Bu sanat daha fazla ücreti hak ediyor ama bilinmediğinden bu tarz güçlükler ile piyasada karşılaşabiliyor. Bir başka sıkıntı da çekim yapacak alan bulamıyoruz artık. Her yer paralı plajlar ile tekinsiz gecekondu ve silahlı vs. insan çıkan güvensiz alanlar ile dolu artık.
de gidiyor. Hani en büyük ve profesyonel ekip nedir diye sorarsanız; Cosplay Türkiye sayfasıdır. İşi ciddiye alıp 10'larca görevlisi ile ciddi düzenlemeleri var. -Düzenlediğiniz etkinlikler sırasında hiç ilginç, komik olaylar yaşadınız mı? Kaybolduk, kaza yaptık, zehirlendik, tutuklandık, tacize uğradık ve 7 tane modelimin kostümünü getirip kendiminkini evde unuttum; bu sebeple kendi etkinliğimin en güzel iki buçuk saatini yolculukla eve gidip gelerek kaçırdım. Pişman mıyım? Hayır. Bir daha yapar mıyım? Evet.
-Cosplay, Dünya'da ve Türkiye'de gelip geçici bir moda mıdır bir geleceği var mıdır, bir alt kültür etkinliği olarak varlığını sürdürebilecek midir? Kesinlikle gelip geçici bir moda değildir. Gelişen teknolojiye ayak uyduran interaktif ve dinamik bir hobidir. Çok geç olmadan bu harika hobide bir arşiv yayınlayın ve kültürel mozaikteki yerinizi kapın bence!
-Hiç şüphesiz ki eğlenceli olmasının yanı sıra birçok sıkıntı ile de karşılaşıyorsunuzdur, bu işin zorlukları nelerdir? Sonuçta hobi bile olsa bu işe bir para yatırıyorsunuz. Oyun fuarlarında mesela stantlarda kiralanan cosplayer için verilen ücret yurt dışının dörtte biri kadar hâlâ! Biz Ukraynalı manken gibi dikilmeyiz, karakterimizi gün
-Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz ve gelecekteki çalışmalarınızda kolaylıklar dileriz… Ben teşekkür ederim, yayın hayatınızda başarılar dilerim. 58
SESLER YAZAN: Mustafa Emre ÖZGEN
BÖLÜM I - UYKUSUZ
İLLÜSTRASYON: Hande SAVAŞ Ne olduğunu anlayamadığı, sanki yüzlerce insanın aynı anda konuşması gibi. Duydukları öyle karmaşıktı ki herkesin konuştuğu bir kalabalıkta gibi hissediyordu kendini. Gözlerini iyice kapatıp tüm bu gürültüyü yok saymaya çalışsa da nafile, engel olamıyordu.
Mâvera uyuyamıyordu… Genç kız iri, yeşil gözlerini tavana dikmişti. Perdenin arasından sızan sokak lambasının sarı ışığı, duvarın bir kısmı ve tavanda bir leke gibi duruyor, o da bu lekeye bakıp duruyordu. Gözleri hem kızarmış hem de nemlenmişti. Sinirinden ağlamasına çok az kalmıştı fakat kendini tutuyordu. Aylardır başında olan derdi ve beraberinde getirdiği uykusuzluk onu gitgide daha hırçın ve depresif bir hale sokmuştu.
Önceleri rüya sandı. Önemsemedi. Sadece anlamsız sesler duyuyordu. Bir süre sonra uykuya dalıyor ve sabah hiçbir şey olmamış gibi uyanıyordu. Günler geçtikçe sesler yükselmeye başladı. Konuşan kalabalık artıyor, adeta bağırıyordu. Gözlerini açıp uyku halinden uzaklaşınca bir anda kayboluyordu tüm o anlamsız konuşmalar. Biraz nefes alıp tekrar uyumaya çalışması ile seslerin geri gelmesi ise bir oluyordu.
Aslında normal bir kızdı Mâvera. Gündüzleri herkes gibiydi. Zor bela uykuya daldığı gecenin ardından erken saatlerde uyanıyor, bir şeyler atıştırıp hazırlanıyor, o günkü ders saatine göre okulun yolunu tutuyordu. Arkadaşları ile buluşup derslerine giriyor, belki biraz dolaşıyor, akşam çok geç olmadan evine geliyordu.
Uzun süre devam etti bu garip olay. Artık rüya olmadığına emindi Mâvera. Her geçen gün sesler arttı, yükseldi, daha rahatsız edici bir hal aldı. Beraberinde gelen uykusuzluk ise onu yakında çileden çıkaracaktı.
Okulu bitirmesine daha bir buçuk yıl vardı. Eğer uzatmazsa tabii. Evin büyük kızı olduğundan, bir an önce mezun olup ailesi üzerindeki yükünü hafifletmek istiyordu. Küçük kardeşi Esra birinci sınıfa yeni başlamıştı. Aynı evde iki üniversiteli olması, üstelik küçük kardeş uzak şehirde, tek maaşla geçinmeye çalışan bir işçi ailesi için oldukça zordu.
Yatağa girdiğinden beri kaç saat geçti bilmiyordu. Gözleri hâlâ tavandaydı. Sarı ışığın yansıdığı tavanı izlerken, son bir kez daha uyumayı denemek istedi. Gözlerini hafifçe kapattı, başını biraz daha gömdü yastığına. Sanki her şey yolundaydı. Sadece sokaktan geçen bir iki otomobilin sesini duymuştu. Onların da gerçek olduklarına emindi! Biraz rahatladı, gevşedi, artık uykuya hazırdı.
Akşamları biraz internette gezinip, biraz da kitapları karıştıran Mâvera için zorlu saatler, kafasını yastığa koyduğunda başlıyordu. Yastıkla buluşmasından birkaç dakika sonra, uykuya dalmasına yakın anlarda sesler çınlamaya başlıyordu kulaklarında genç kızın.
O an sanki birisi seslendi uzaktan. Umursamadı. Başka birisinin, yine başka birine hararetle anlattığı şeyleri duymaya başladı. .
Sesler… 59
. 60
Yatağına dönen Mâvera, gözlerini yeniden tavana dikti. Saat dört buçuk civarı olmalıydı. Aslında birkaç saat sonra uyanacaktı, “Bugün uyumasam ne olur” diye düşündü. En fazla sersem bir halde gezerdi etrafta. Düşüncelere daldı, kendini fakültesinin bahçesinde hayal etti, ertesi gün gireceği dersleri düşündü. Hocalarını gözünün önüne getirdi.
Araya bir bebek ağlaması girdi. Üzerine öfkeli bir azarlama duydu. Sözlerini anlamadığı bir şarkı tüm bunları birkaç saniye bastırsa da en sonunda zihnini tırmalayan çığlık sesi kaldırdı onu yatağından. Doğruldu. Uyuyamayacaktı, belliydi. Anne babası çoktan uyumuş olmalıydı. Komodinin üzerindeki telefonuna uzandı, saate baktı. Sabaha karşı dördü biraz geçiyordu. Gece on birden beri yatağın içindeydi ama gram uyku girmemişti gözüne.
Göz kapakları ağırlaşan genç kız, yavaş yavaş uykuya yeniliyordu. O uykuya yaklaştıkça sesler tekrar yaklaşıyor, yaklaşıyor, yükseliyordu.
“Konuşuyorlar, bağırıyorlar” diye mırıldandı. “Gerçek değiller, rüya da değiller…”
Neydi bu sesler, nereden geliyorlardı, konuşanlar kimlerdi, ne anlatmaya çalışıyorlardı?
Önce pencereyi açtı Mâvera. Egzoz ve çöp kokularının arasından yakalayabildiği kadar temiz havayı ciğerlerine doldurdu. Birkaç saniye için rahatlayıp mutlu olmuştu. Ardından lavaboya yöneldi. Musluğun başında durup aynada kendine baktı. Düz kızıl saçları dağılmış, yorgunluk ve uykusuzluktan iyice şişen göz kapakları, gözlerini gizleyecek hale gelmişti. Bir de kocaman gözleri kan çanağına dönmüştü. Çıkık elmacık kemikleri de kızarmış, ince dudakları kurumuştu. Aynadaki görüntüsünden ürktü bir an.
Bilmiyordu ama tatsız bir hale gelen bu duruma bir çözüm bulması gerektiğine emindi. Öyle de yapacaktı. “Basit bir ergenlik atağı değil bu” diye düşündü. Ergenliği geride bırakmıştı çoktan. 22 yaşındaydı. Bir yandan ürpermiyor da değildi. Neden başkalarının konuşmalarını duyuyordu ki? Sesler gelmeye devam ediyordu. Umursamadı, dinlemedi, uyumak istiyordu. Derin bir nefes alıp saymaya başladı. Bir, iki, üç…
Musluğu açıp soğuk suyu yüzüne vuran Mâvera, “madem olmuyor, ben de uyumayacağım” diye geçirdi içinden. Üç soğuk vuruşun ardından saçlarını toplayıp tekrar orasına yöneldi. Kimseyi bu saatte uyandırmak istemediğinden sessiz ve dikkatli adımlarla ilerliyordu.
Henüz otuza gelmeden uykuya dalmıştı. Nihayet biraz dinlenebilecekti. Birkaç saat için bile olsa… Devam edecek...
. 61
BİLİMKURGU NEDEN YERELLEŞEMEZMİŞ? Gökçe Mehmet Ay'a(Türkçe-BKF) ithafen… Emrecan DOĞAN bence. Yukarıda verdiğim sözünüzden başlayalım: Ahmet Hamdi Tanpınar Divan edebiyatının yerli örneklerinin verilememe nedeni olarak daha önce böyle örnek olmadığını bu yüzden de örnek alınarak bir yapıt yazılamadığını anlatır. Onun bu bakışından yola çıkarsak eğer günümüzde yerli bilim kurgu diye gösterebileceğim Müfit Özdeş var. Kendisi dönemin kültürel ortamından etkilenerek pek çok bilim kurgu öyküsü yazmış ve bu öyküler Metis tarafından basılmış.
''Ancak bunu bilimkurgu yazmakla ilgili derdi olanların araması gerekiyor.'' Katıldığım bir noktaydı. Onun dışında yazdığım yazı milliyetçi bir bilim kurgu yazını oluşturmak değildi. Derginin sayfa sınırlaması olduğundan ve hem de yeri olmadığından yapamadığım açıklamayı burada yapabilirim
Daha yakın bir örneğe bakarsak: Anadolu Korku Öyküleri 1-2 derlemeleri var ve bu derlemeler bildiğiniz Anadolu kültüründen beslenen öykülerden oluşuyor. Yani ortada yazıda bahsettiğim gibi ''yerel korku yazını'' var. Peki, neden aynı kültürü kullanarak ''yerel bilim kurgu yazını'' oluşturmayalım? Gelecekte sadece Dünya devletinin olması ve millet kavramının yok olarak ortada sadece insan kavramının kalmasının ben de taraftarıyım, ancak bu insan her nedense fazla Amerikalı, İngiliz, Fransız gibi konuşuyor. Burada bir Türk milliyetçiliği yapmak yerine (yazıda da öyle bir niyetim yoktu) size sormak istediğim tam olarak şu: Geleceğin devletsiz Dünyası ve milletsiz insanı neden bu kadar İngiliz?(ya da herhangi bir Batı milleti de olabilir). Bu sorunun yanıtı büyük bir ihtimalle şudur: Çünkü yoğun bir biçimde Batı'dan okuduğumuz bilim kurgu kitaplarının gösterdiği 62
karakterlere ve o kitapların çizdiği Batılı karakterlerden etkileniyoruz. Bu yüzden de karakterin Türk olduğu halde ''evrensel insan'' özellikleri diye bize dayatılan İngiliz karakteri özelliklerine göre yazıyoruz.
kapısını aralar. Kısaca bilim kurgu geniş bir ufuk ve bizde de yerel unsurla bolca bulunduğu için istediğimiz gibi bu edebiyat türünde at koşturabiliriz. Tabii ki gerçekten ister ve çaba gösterirseniz.
Bu sorunun fantastik yazında aşıldığını kolayca görebiliriz. Örnek olarak yakın zamanda okuduğum fantastik roman Ecel'i ve Hüseyin Emre Coşkun'un Nuhsuz Tufan kitabını örnek gösterebilirim. Ecel'de İslami öğeler oldukça yüksekti ve kitabın ana karakteri Ece bir cin avcısı olduğundan bu kaçınılmazdı. Aynı şekilde Nuhsuz Tufan'da adından görebildiğiniz gibi Nuh peygamberin Tufan mitini kurgusal bir şekilde anlatıyordu.
Bununla beraber yazınızın katıldığım bir bölümü var: '' Bakın eserler çoğaldı mı nasıl da yerel oluyor. '' İşte bu söze katılabilirim. Çünkü bilim kurgu ülkemizde ne yazık ki üstüne düşünülen ve düşülen bir tür değil. Batı, belki bilim kurguyu farklı formlarda deneyip şiirlerini bile yazarken-X-Bilinmeyen de çıkmış örnekleri var bizde de ama artık yoklar.- biz ancak ''ağaçta kangal sucuk'' yetiştirip bunu da ''ışın bıçağıyla'' kesebiliyoruz. Bu örnekler artınca elbette o zaman da yerellik konusu konuşulabilir. Ancak bu kesinlikle şimdi de konuşulmayacağı anlamına gelmiyor. Neden ilk eserleri yerel unsurlarla destekleyerek vermek yerine çok geç kalarak ve Batılı unsurlar yerleştikten sonra verelim ki? Bu sefer de ortaya ''Batılı unsurlar artık yerleşti ve bu yüzden de halk onları benimseyerek 'yerelleştirdi' '' diyenler çıkacak ve bu sorun sürüp giderek yerelleşmenin önüne sürekli bir engel çıkacaktır.
Örnekler saymakla bitmeyecek denli çok olabilir aslında. Ama ben bildiğim kadarıyla sizlere sunabilirim. Uzay Yolu, ilk başlarda Ruslara yer vermiyordu ancak Rusya ''Neden burada biz yokuz?'' diyince Uzay Yolunda mürettebata bir de Rus kozmonot dahil oluverdi. Peki, neden Türkler yok? Görüldüğü gibi bilim kurguda da millet kavramı olabilir ve uyduruk bir hikâyede geçmeyebilir. Yeni Akım adlı edebiyat akımı çerçevesinde gelişen bilim kurgular neden Batılı unsurlar ile yazılsın ki? Örneğin felsefenin odakta olduğu bir bilim kurgu gayet de bir İslam felsefesi odağa alınarak yazılabilir. Sosyal bilim kurgu alt türü de bizim siyasi taşlamalarımız, toplumsal yapıyı taşlamalarımız için en uygun alt türdür. Bilimsel fantezi, bize Orta Asya Türk mitolojisiya da İslam mitolojisi de olabilir- ile beraber uzay gemilerini, distopyaları, ütopyaların
Kaldı ki bizim edebiyatımızın en büyük sorunu da budur. Her zaman geç kalıyoruz ve geç kalmamaya çalışınca da aşırı aceleci davranarak her şeyi mahvediyoruz. En iyisi bu sorunu hemen ama acele etmeden aşmaktır. Bilirsiniz acele işe şeytan karışır. 63
64
RANDEVU YAZAN: Zekeriya ÜNAL
İLLÜSTRASYON: Hamide AYDIN
Barın kapısından içeri girdiğinde kulaklarına doluşan uğultu, Murat'ın içinde her dakika büyüyen tedirginliğin biraz olsun azalmasına neden oldu. Biraz durup etrafa göz gezdirdikten sonra gülen, sohbet eden ve içki içen insanların arasından geçerek -ve ara ara dönüp arkaya bakarak- tezgaha yöneldi. Üstünde hiçbir zaman rahat edemediği o yüksek taburelerden birine tüneyerek barmene "Viski," dedi, "buzlu olsun.”
vardı. "Kim bilir kaç dakikadır böyle beni izliyor." diye düşündü ve içine bir sıkıntı çöktü. Bakışlarının karşılık bulduğunu gören yabancı, elindeki bira şişesini hafifçe kaldırıp başıyla selam verdi. Esmer bir yüzü, iri siyah gözleri, kalın dudakları ve geniş bir burnu vardı. Adamın donuk gülümsemesi Murat'ın içini ürpertti. "Sadece selam veren bir adam..." diye fısıldadı kendi kendine, "günün yorgunluğunu atmak için buraya gelmiş, içki içiyor. Tıpkı senin gibi... Birkaç bira daha yuvarladıktan sonra kalkıp gider, kafana takma!" Bardağı kafasına dikip aynısından bir tane daha istedi.
İçkisinden ilk yudumu aldıktan sonra gözlerini kapatıp derin bir nefes verdi. Alkol kanına karışırken endişe verici düşünceler zihninden uzaklaşmaya başlıyordu. Nitekim, gözlerini yeniden açtığında ellerinin titremesinin geçtiğini fark etti. Buna rağmen omzunun üzerinden geriye, kapının olduğu tarafa son bir bakış atmaktan kendini alamadı.
Aradan bir saat geçti. Kızıl saçlı kadının bardan ayrılması üzerine yabancı yavaşça kalkıp boşalan tabureye oturdu. Şimdi Murat'la aralarında sadece bir kişi kalmıştı. -Elindeki fotoğrafa bakıp sessizce ağlayan bir adamHâlâ izlendiğini fark eden Murat'ın içinde bir panik dalgası yükseldi. Bardağını alıp arkadaki masalardan birine oturmak istedi ama hepsi doluydu.
Birilerinin onu takip ettiğine dair bu dehşet verici şüphe nasıl gelip aklının ortasında yer edindi bilemiyordu. Fakat hissettiklerinden emindi. Son bir aydır hayatını polisten kaçan bir suçlu veya katilinden kaçan bir kurban gibi yaşıyordu. Hiçbir yerde huzurlu değildi, hiçbir yerde "güvende" değildi. Polise gitmeyi düşünmüştü elbet, ama elinde en ufak bir kanıt olmadan adamlara ne diyecekti ki? İş hariç evden pek az dışarı çıkıyor, tenha sokaklarda tek başına yürümeye korkuyordu. Ona "panik atak" teşhisi koyan psikiyatristin verdiği ilaçlar da hiç fayda etmiyordu.
Kalp atışları hızlanıyor, gözleri kararıyordu. Orada daha fazla kalamayacağını hissetti. Ya herkesin gözü önünde yere yığılacak ya da kaçacaktı. İçkisini bitirmeden tezgaha bir miktar para bıraktı. Tabureden atlarcasına inip kapıya doğru koşmaya başladı. Beyaz Fiesta'sının önüne geldiğinde dönüp barın kapısına baktı. Arkasından gelen olmamıştı. Arabaya binip iki yanı binalarla dolu ana caddeye çıktı. Nereye gideceğini bilmiyordu. Sadece o mahalleden, hatta o semtten bir an önce uzaklaşmak istiyordu. .
Viskiyi yarılayıp biraz daha sakinleştiğinde, tezgahın öbür ucunda onu gördü. Adam gözlerini ona dikmişti. Aralarında iki kişi daha 65
Murat ormana doğru koşarken adam ona yetişip üzerine atladı. Belindeki silahı çekip ensesine doğrulttu.
Yaklaşık iki saat boyunca neden ifadesiz bakışlarla onu izlemişti? Yabancıyla göz göze geldiklerinde nefesinin kesildiğini hissetmişti. "Adam bana büyü müyü mü yaptı lan yoksa?" diye düşündü. "Yuh ulan, daha neler!" diye geçirdi içinden.
-Bu işi kolay yoldan hallederiz diye düşünüyordum. Ama zor yolu istiyorsan, sen bilirsin..
Etrafa baktığında binaların yerini ağaç ve tarlaların almış olduğunu fark etti. Ne kadar süredir yolda olduğunu bilmiyordu ama radyonun saati 02:30'u göstermekteydi. Bir saat sonra, ileride bir cami ve birkaç gecekondu tipi ev gördü. Viski onu çok susatmıştı. Toprak yola sapıp küçük bir köye girdi. Uyuyan köy, ağustos böceklerinin ötüşü hariç tamamen sessizdi. Köy çeşmesinin önüne geldiğinde arabadan inip kana kana su içti. Başını kaldırdığında bir metre uzağında, ay ışığının altında bir insan silueti gördü.
-Bırak ulan bu klişe Hollywood laflarını! Yeter be! Korka korka yaşamaktan yoruldum! Sık ulan sık! Sıkmazsan adam değilsin! -Şimdi değil. Burada değil. Yürü! Murat'ı ayağa kaldırıp köyün ilerisindeki bir buğday tarlasına götürdü. Önde Murat, arkada elinde silahıyla gizemli yabancı, yarım insan boyundaki buğdayları yararak yürümeye başladılar. Murat'ın kalbi deli gibi çarpıyor, her adımda dizleri daha çok titriyordu ama sakin görünmeye kararlıydı. Gökyüzünün rengi koyu maviye çalmaya başlamış ve köy gözden kaybolmuştu. Cesaretini toplayan Murat ani bir hamleyle dönüp adama saldırdı. Kısa bir boğuşmadan sonra yere düşen tabancayı alıp celladına doğrulttu. Bir el ateş etti. Mermi adamın adeta içinden geçerek arkadaki ağacın gövdesine saplandı. Bir elindeki silaha, bir de karşısındaki adama bakan Murat şaşkınlıkla mırıldandı:
Yavaşça ayağa kalkarken "Kim var orda?" diye korkuyla seslendi. Siluet arabaya doğru birkaç adım atıp kendini belli etti. Bardaki gizemli yabancıdan başkası değildi bu. Otomobil farlarının ışığında zaten garip olan bakışları daha korkutucu görünüyordu. Adam yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle yaklaştı. Ağaçlara doğru gerileyen Murat "Bu... Bu olamaz!" diye fısıldadı, "Ben... Ben seni o barda bıraktım! Beni takip etmiş olamazsın!"
-An... Anlamıyorum... Nesin sen? Beni neden o çeşmenin başında öldürmedin?
"Açıkçası, seni barda gördüğüme ben de çok şaşırdım." dedi yabancı soğukkanlılıkla, görüntüsünün aksine ses tonu oldukça yumuşaktı. "Çünkü seninle buluşmak için burada randevulaşmıştık."
-Benim de uymam gereken bazı kurallar, talimatlar var diyelim. "Şafakta buğday tarlasında" denildi, şafakta buğday tarlasında olacak. Hem, benim yapacağımı kim söyledi? Kendi işini kendin bitireceksin.
-Randevu mu? Ben seni tanımıyorum birader! Kimsin, necisin bilmiyorum... Başkasına benzettin herhalde... Benim burada kimseyle randevum falan yok!
Ezan okuyan müezzinin sesi gecenin sessizliğini bir çarşaf gibi yırttı. Ardından köpek havlamaları yükseldi. Kısa bir süre sonra gün ağarmaya başladı. İki adam, güneşin yavaş yavaş yüzünü gösterişini izledi.
-Yanılıyorsun, var... Bu gece, burada ölümle randevun var.
. 66
. 67
Murat kurtulamayacağını anlamıştı. Karşısında duran ölümün ta kendisiydi. Korkusu azalmış, içini garip bir rahatlık kaplamıştı. Sakin bir ses tonuyla adama dönüp sordu:
olmuştu. -O sendin... Biliyorum. Haftalardır beni takip eden... Sendin. Derin bir nefes alıp tetiği çekti. Yabancı arkasını dönüp köye doğru yürümeye başladı.
-Şimdi mi? -Evet. Titreyen elindeki silahı şakağına dayadı. Gözlerini kapattı. Avuç içleri terden sırılsıklam
. 68
TEPEDEKİ BAR YAZAN: Mehmet Berk YALTIRIK
8. Kısım
İLLÜSTRASYON: Mehmet Kaan SEVİNÇ
(2010'lar)
kapatmadan önce kadının bu sefer krize tutulmuş birinin çığlığına benzer bir ses çıkarak üzerine atıldığını gördü. Kapıyı örttüğü esnada o şeyin ahşaba çarptığını ve kapıyı zorladığını hissetti. Ürkünç varlığın fiziki temasını bu şekilde bile olsa hissettiğinden ayakları inceden titremeye başlamıştı. İçerideki böğürtü kesilmişti ancak kapı sanki arkasında göze görünmez esrarlı bir güç varmışçasına her bir ucundan itiliyor gibiydi.
Kadın suretindeki dehşet kollarını kel badigarttan çektiğinde adamın çuval misali yere yığıldığını gördü Vedat. Badigartın yüzündeki korku ve şaşkınlık ifadesi kadından daha ürkütücüydü. Bir anlığına badigartın ayağa kalkacağını zannetti ancak adamın kıpırtısızlığı karşısında boğazı kurudu. Karşısındaki kadına benzeyen şey parıltılı gözlerini gözlerine dikmişti. Çarpık sivri dişleri Vedat'ın telefonunun ışığında ayan beyan görülüyordu.
Kapı kolunun hayaletli ev hikâyelerindeki gibi sürekli hareket ettiği ve durmadan zorlanan kapının ardından ağlamaklı bir kadın sesi duydu Vedat: “Lütfen… Lütfen açın! Yalvarırım! Korkuyorum!” Ses normal geliyordu ama çıkaran şeyin ne olduğunu tahmin ettiğinden kıpırdayamıyordu. Kadın kapı kolunu oynatmayı sürdürüyor, histerik bir şekilde kapıyı zorlamaya devam ediyordu. Vedat ses vermeyince kadının sesi bu sefer öfkeyle yükseldi: “Oradasın! Biliyorum, oradasın! Kokunu alıyorum! Aç kapıyı! Aç! Aç!” Vedat kapının anahtarını konağın duvarlarında çınlayan bir şangırtıyla yere düşürünce kadının yine o tuhaf böğürtüyle ancak insan gibi konuştuğunu işitti: “Buranın türlü yerlerini bilirim! Ben de başka yerden çıkarım! Geliyorum! Geliyorum!”
Telefonu tutan elinin titremesine engel olamayan Vedat, içinden türlü çeşit duaları hatırlamaya çalışarak ağır adımlarla gerilemeye başladı. Karşısındaki varlık ses çıkarmadan kendisini seyrediyordu. Kafasını hafif hafif kıpırdatarak Vedat'ın üzerine yürümeye başladı. Aklına dua gelmediğinden sadece besmele çekerek gerileyen Vedat, bir eliyle de arkasını yokluyordu düşmemek veya sütunlara çarpmamak için. Gözlerini o korkunç şeyden ayırmaya cesaret edemiyordu. Sanki bunu yaparsa karanlıklar içerisinde kaybolup ummadığı yerden saldıracaktı. Vedat taş merdivenlere ulaştığı esnada kadına benzeyen varlığın yüzünün sanki kızmış gibi kaşlarını çattığını, suratını öfkeyle çarpıttığını fark etti. Kadının boğazından yeryüzünde dolaşırken asla işitmediği türden bir ses yükseldi. Ulumaya dönüşen korkunç bir böğürtüydü bu. Duvarların içinden yükselen o acayip sese benziyordu. Vedat insanı dehşete düşüren o ürkünç ayrıntıyı fark ettiğinde çoktan kapıya ulaşmıştı. Bodrumun kapısını çarpıp
Kapı şiddetle sarsılmaya başlayınca Vedat korkudan ayaklarını hissedemez olmuştu. Sinirlerine güç bela hâkim olmaya çalışarak merdivenlerden yukarıya tırmanmaya koyuldu. Ayakları balçığa batmış gibiydi, korkusundan zar zor yürüyordu. Kapının zorlanması bitince bir an duraksayıp tırabzanlardan aşağıya baktı. . Konak ürkütücü bir sessizliğe bürünmüştü. 70
. 71
önlerinde torbacılıktan mafya tetikçisinin kapısında topukçuluk yapmaya ömrü hep karanlıklarda geçmişti. Vedat'ı ilk defa karanlıktan bu denli korkarken görmüştü Kenan. Onun bu zayıf hali içindeki kıskançlığı körükledi. Alay etmek ve Pelin'in karşısında küçük düşürmek istedi.
Ancak duvarların içerisinden yükselen ve derinden gelen bir çığlık sesi işitince neredeyse kalbi sıkıştı. O şey başka bir taraftan geliyordu. Merdivenleri tırmanırken duvarların içinden gelen fare tıkırtılarının da arttığını işitti Vedat. Onlar da kaçıyorlardı o şeyden. Sanki duvarların içinden sürünerek geliyordu. Üçüncü kata soluk soluğa ulaştığında Kenan'la Pelin'in şiddetli bir kavganın ortasında olduğunu gördü ve bu sahneye rağmen ilk kez rahatladı.
“Ne oldu lan betin benzin atmış?” “A… Aşa… Aşağıda… Aşağıda bi şey var oğlum.”
“Kızım bak beni delirtme şurda birlikte iş yapıcaz neticede!”
“Bi şey ha? Çok enteresan!” Pelin gözlerini devirerek Kenan'a bakınca alay etmekten vazgeçti.
“Yine kendini düşünüyosun işte! Bencilsin!”
“Ne gördün? Ne oldu?” Vedat artık takat kalmamış dizleriyle birkaç adım atıp odanın girişinde yere yığılınca kavgayı kesip ona doğru döndüler. Pelin oturduğu yerden fırlayıp Vedat'ın yanına koşturunca Kenan'ın içinde yine birkaç kıskançlık kurdu oynadı. Pelin, Vedat'ın koluna girip kaldırmaya çalışırken bir an dönüp Kenan'a çemkirdi: “Yardım etsene, ne dikiliyorsun orada öyle?” Kenan istemeye istemeye Vedat'ı koltuk altlarından tutarak odadaki tekli koltuklardan birine oturttu. Odanın camın dışından vuran ay ışığı aydınlığında betinin benzinin kireç gibi olduğunu fark ettiler. Dehşetten büyümüş gözleri ve hızla nefes alıp vermesi karşısında şaşkınlıkla karışık bir korku yaşadılar. Pelin hemen çantasına koşturup getirdiği kolonya şişesini Vedat'ın bileklerine ve suratına boca etti. “Vedat ne oldu? İyi misin Vedat?” Kenan bu sahneyi ölümüne kıskanarak Vedat'a dalga geçer gibi baktı. Ancak içten içe o da tedirgin olmuştu. Uzun süre sonra ilk defa Vedat'ı patron tavırlarından bu kadar uzak görmüştü. Esasında ilk defa korktuğunu görmüştü. Zira Vedat'ın bar badigartlığı işine girmesi tesadüfi değildi. Gençlik yıllarında karate salonlarından semt kavgalarına, bar
“Oğlum aşağıda bi şey varmış.” “Sokucam şeyine ha!” “Ya duvarın ardında… Duvarın ardında bi şey varmış. O sesi çıkaran şey.” “Kedi?” “Ne kedisi lan! İnsana benziyor ama değil… Bizim kel badigartın yıktığı duvarın içinden çıktı…” “Haplandın mı lan manyak mısın?” “Lan ne hapı sövdürcen şimdi! Gözümle gördüm lan kapıyı zorladı. Kel badigartı öldürmüş, bizim de ağzımıza sıçacak. Duvarı açtıran aklıma sıçayım ben!” “Ne çıktı ki? Bana bak yatır felan mı? Eski konaklarda monaklarda olurmuş ya hep böyle dalgalar?” “O aşağıdaki yatırsa bütün mahalle benim üstümden geçsin. Değil lan değil. Üç harfli felan herhalde. Ağzı yamulmuş, çarpık dişli bir şey bağırıp duruyor.” “Dalga geçmiyorsun di mi lan?” “Sen benim şaka yaptığımı ne zaman gördün p.şt! Aşağıya kilitledim, kapıyı zorladı 72
.
engel olmaya çalışarak varlığını arkadaşının hatırlattığı silahını çıkardı. Elindeki telefonu Pelin'e uzattı. Pelin her iki elindeki telefon ışıklarını yaratığa doğru tuttu. Şarjörünü çekip iki eliyle yaratığa doğrulttu. Nişan alıp tetiğe basarken besmele çekti. Silah konağın duvarlarında yankılanan korkunç bir gürültüyle yaratığa isabet edince başından vurulan yaratığın kıpırtısız düştüğünü gördüler. Tam rahatladıkları esnada yaratık birden kafasını kaldırarak böğürmeye başladı. Vedat ile Pelin merdivenlerden inerek hızla birinci kata inmek üzere bir alttaki merdivenlere yöneldiler. Kenan da onların peşine takıldı.
manyak! Buraya doğru geliyordur, görürsün!” “Delirdin mi lan? Kafanı kör karanlıkta bi yere mi vurdun? Nasıl gelecek kapıyı kilitlediysen?” “Duvarın içinden yürüyor kaltak sesini duydum.” “Duvarın içi?” “Aynen. Ses kablolarını falan geçirdiğimiz yer, eski sistem. Osmanlı zamanında da kendi elektriğik altyapısını döşetmişler o dönemden.” O esnada kablolar bahsinin üzerine koridordaki birkaç ses kablosunun sanki birisi asılıp yere vururmuş gibi çıkardığı sesler üzerine her biri sessizleşti. Kablolar sanki yılanmışçasına kuyruklarını “Pat! Pat!” sesleriyle yere vuruyorlardı. Üçü birbirlerinden cesaret bularak telefon ışıklarını açıp koridora çıktılar. Ses sistemlerinin olduğu ve Vedat'ın dans pisti olarak dizayn ettirdiği ikinci kattan geliyordu. Vedat onlara yalvarır gibi bakıp: “Kaçalım! Burada durmayalım!” dedi. Ama Kenan yine içindeki kıskançlık kurtlarının kımıldanmasıyla Pelin'in önünde onu küçük düşürebilmek için zıttına gitti: “Ne kaçıcam lan. Çok istiyorsan sen kaç!”
Birinci katta iki kapılı bir odaya kendilerini zor atarak kapıları kilitlediler. Pelin korkuyordu: “Ne yapıcaz ya?” Her biri telefonlarına bakıp çekip çekmediklerini kontrol ettiler. Vedat telefonu tuşlamaya başladı: “Polisi arıyorum.” Kenan sinirle karşılık verdi: “Ne diycen? Abi duvarı yıktık, içinden bi şey çıktı bize saldırıyo mu diycen? Ondan sonra narkotiği göndersinler koduğumun keşleri diye?” “Ne yapıcaz lan başka?” “Semtten çocukları arayalım gelsinler.” “Onlara ne diycez?”
Kenan, arkasına bile bakmadan onların önünden hızla inerek ikinci kata indi. Pelin'le Vedat arkasından takip ediyordu. Kenan'ın rahatlığı kabloların çıkış yaptığı büyük deliği görene kadar sürdü. Duvar boşluğuna açılan delik genişlemiş, kireç parçaları etrafa saçılmıştı. Kabloların üzerinde kıpırdayan, delikten çıkmayan şeyi o anda fark etti. Korkunç varlık Kenan'ı fark edince boğazından yükselen ürkütücü bir böğürtüyle ona hamle yaptı. Delikten çıkmaya çalışırken parıltılı gözlerinin karanlığın içinde kendisine dikildiğini gördü. Can havliyle Vedat'a bağırdı:
“Kavga var deriz.” “Neyle gelcekler lan buraya koşarak mı? Mevcut tek Beyaz Şahin'e doluşarak mı? Öyle olsa kavga var diye polisi çağırırız baştan.” Tam o esnada Vedat'ın telefonu çalmaya başladı. Ekranda görünen “Patron” yazısı yanıp sönüyordu. Üçünün de kanı çekildi. Vedat: “Şimdi tam sıçtık. Patron arıyor. Tam arayacak zamanı buldu.” “Daha iyi oğlum aç işte. Mekanı bastılar de gelsin kurtarsın bizi.” Vedat telefonu korkarak açtı: “Evet abi. Evet. Evet. Biz de mekândaydık zaten. Hı hı. .
“Çek silahını vur şunu! Çek silahını!” Vedat elinin titremesine olduğu kadar
73
Tepedeki bar aynen. Misafirler mi? Abi yalnız şöyle bir pürüz çıktı. Burayı bastılar. Kel badigartı indirmişler. Biz iyiyiz. Sen ne zaman gelirsin abi? Tamamdır. Boş gelmeyin abi çok sakat burası. Estağfurullah abi.” Telefonu kapatınca Kenan sordu: “Ne diyo?”
farkında mıyım? Bu işte başımıza bir bela geleceği belliydi ama. Çok ah aldık. Bu ev aslında patronun. Ama vergi bokuna falan heralde evi benim üstüme yaptırdı. Kaç adamı tehdit ettim sırf şu iş olsun diye. Topukçulukta tahsilatçılıkta ben bu kadar adam tehdit etmedim. Tapudaki memurlardan birini bile çocuğuyla karısıyla tehdit ettim. Bu pislik bir işti Allah belamızı verdi.”
“Ya Allah'ın şanslı kullarıyız ya da Allah belamızı verdi. Patron buraya geliyormuş tam. Misafirlerine mekânı gösterecekmiş. Ben de bastılar diye yalan söyledim.”
İçinde bulundukları odanın kapısı birden gürültüyle sarsılmaya başlayınca Vedat sustu. Üçü pencereye doğru gerileyerek kapı kolunun hızla sarsıldığı, dört bir yanından zorlanarak menteşelerinden fırlayacakmış gibi görünen kapıyı korkuyla seyretmeye başladılar. Panik vücutlarını ele geçirmişti. Kapının ardından o korkunç böğürtü işitiliyordu…
“Ne dedi?” “Ağzıma sı.tı. 'Ulan hergeleler iki elinizle bir s.ki doğrultamazsınız zaten. Kim basabilir lan Arnavut'un mekânını!' dedi. Bizi sordu. Geliyormuş hemen. Dışarıda bekleyelim, yakınmış. Boş gelmeyin dedim küfür etti.” “Yılların Arnavut'u lan bu boş gezer mi? Anasına söv daha iyi.”
Devam edecek...
“Ne bileyim ulan korkudan ne dediğimin
.
74
2015-2016 SEZONU
DEĞERLENDİRMESİ -II Hasan Nadir DERİN
Geçtiğimiz ay Gölge e-Dergi'de Haziran 2015-Mayıs 2016 tarihleri arasında gösterime giren filmlerle ilgili değerlendirmemizin ilk bölümüne yer vermiştik. Konuya kaldığımız yerden devam edelim. Ama ne çok güldük: Yerli sinema sektörünü ayakta tutan türlerden biri düşük bütçeli korku filmleriyse diğeri de düşük bütçeli komedi filmleri. Elbette düşük bütçeli olması bir filmi kötü yapmıyor ama yerli komedi filmlerinin büyük kısmının gerçekten de zekice esprilerden çok, ilk akla gelen ve seyirciyi güldüreceği varsayılan fikirlere dayandığını itiraf etmeliyiz. Bu filmlerin büyük bir çoğunluğunda komedi unsuru olarak mafyanın kullanılmasının nedenlerini bir sosyolojik çalışmaya bırakalım ve sezonun yetersiz yerli komedilerinden bir kısmını sıralayalım: En Güzeli, Can Tertip, Adana İşi, Kariyer, Leblebi Tozu, 1 Kezban 1 Mahmut: Adana Yollarında, Eski Sevgiliyi Unutmanın 10 Yolu, Hep Yek gibi filmler türün kötü örnekleri arasında yerini aldı. Elbette geçen yılların çok seyirci çekmiş komedi filmlerinin devamlarını da sinemalarımızda gördük. Ancak Şevkat Yerimdar 2: Bizde Sakat Çok, Kolpaçino 3. Devre, Ali Kundilli 2 ve Oflu Hoca'nın Şifresi 2 gibi filmler zaten çok büyük umutlarımız olan filmler değildi ama bu serilerin ilk filmlerini sevenleri bile tatmin etmekten çok uzaklardı. Kahpe Bizans'tan yıllar sonra gelen ve bir devam filmi olarak nitelenebilecek olan Bizans Oyunları: Geym of Bizans ise kamera
arkasındaki Gani Müjde ismiyle bir umut vaat etse de ne yazık ki o da birkaç sahnesi dışında başarılı bir film değildi.
75
Yerli komedinin ticari açıdan başarılı isimlerinin filmleri de geçtiğimiz sezon bekleneni veremedi. Şahan Gökbakar'ın Osman Pazarlama'sı, Ahmet Kural ve Murat Cemcir'in . sürüklediği Düğün Dernek 2: Sünnet ve Cem
Amman Hocam (Les Profs) ise biz yıllar önce Hababam Sınıfı ile çok daha iyisini görmüştük dedirtiyordu. İki Aşk Arasında (How to Make Love Like an Englishman), Roma'da Aşk Başkadır (All Roads Lead To Rome) ve Bir Dilim Aşk (My Bakery in Brooklyn) romantik komedi türünün sıradan örnekleri olarak kaldılar.
Yılmaz'ın Ali Baba ve 7 Cüceler filmleri çok kötü hasılatlar yapmasalar da bu isimlerin önceki filmlerinin ticari başarısını yakalayamadılar. Benzer cümleleri televizyon ekranından sinemaya taşınan Geniş Aile: Yapıştır için de kurmak mümkün. Yerli komedilerin hepsi de başarısızdı demek haksızlık olur. Fakir bir ailenin bir tesadüf sonucu hayatının değişmesini anlatan Merdiven Baba ve yine benzer bir fikirden yola çıkarken işin içine farklı sınıfların hayata bakışının farkını da katan Guruldayan Kalpler, bir derdi olan, eli yüzü düzgün komedilerdi. Mafyayı komedi unsuru olarak kullanan filmlerden Kara Bela ve Küçük Esnaf da eksiklerine rağmen güldürmeyi başaran yapımlardı (Cengiz Bozkurt'un bu filmlerden birinde mafya, diğerinde mafyadan kaçan adamı canlandırdığını not olarak düşelim). Yozgat'tan İstanbul'a kaçan kardeşlerini bulmak için İstanbul'a giden bir ailenin hikâyesini anlatan Kaçma Birader ise beklenmedik bir şekilde yılın en eğlenceli yerli komedisiydi belki de.
Bu sezon devam filmleri konusunda yabancı komedi filmleri de iyi bir sınav vermediler. İlkini çok sevdiğimiz Ayı Teddy 2 (Ted 2) kimi sahnelerinde yine kahkahalar attırsa da çıtayı epey düşürdü. Kötü Komşular 2 (Neighbors 2: Sorority Rising), neredeyse ilkinin bir yeniden çevrimiydi. Zoolander 2 ise yıllar sonra bu devam filmi hiç gelmeseydi keşke dedirtti. Yabancı filmler arasında da televizyondan sinemaya geçen bir örnek vardı. Entourage, dizinin hayranlarını kısmen tatmin etse de diziyi bilmeyenlerin çok ilgisini çekmedi. Aslına bakarsanız yabancı filmlerde de komedi türünün çok iyi örneklerine rastlayamadık. Yine de Robert de Niro'nun komedi oyuncusu haline geldiği bu yıllarda Stajyer (The Intern), hiç de fena bir film değildi. Her zevke göre olmasa da Çılgın İhtiyar (Dirty Grandpa) için de suçlu zevkler arasına giren bir film demek mümkün. Romantik komedi türünün iyi örneklerinden Acemi Çapkın (Caprice) Fransa'dan gelen keyifli bir filmdi. John Green'in romanından uyarlanan Kâğıttan Kentler (Paper Towns) da genç kuşağı iyi anlatan bir yapımdı. Aynı fikirde olduğum kişi sayısının çok fazla olmadığını biliyorum ama benim için Başımın Belası (Tumbledown) da romantik komedi klişelerine çok fazla saplanıp kalmayan, izlemeye değer bir filmdi.
İşin romantik komedi tarafına bakarsak, geçen sezonun başarılı yapımlarından Kocan Kadar Konuş'un devam filmi Kocan Kadar Konuş: Diriliş ve Çağan Irmak'ın ondan alışkın olduğumuz duygusal filmlerden daha eğlenceli bir yola saptığı, bunda da hiç fena iş çıkarmadığı Nadide Hayat'ı yılın iyi filmleri arasında sayabiliriz. Kardeşim Benim de çok klişe hikâyesine rağmen, Burak Özçivit ve Murat Boz'u düşman kardeşler olarak inandırıcı kılabiliyor ve bu sayede ayakta kalıyordu. Yabancı filmlere baktığımızda elbette orada da iyi örnekler kadar, kötü örnekler de görüyoruz. Aksiyon komedi kategorisine alabileceğimiz Ajan (Spy) ve Çıtır Kaçak Tehlikeli (Barely Lethal) fazlasıyla zorlama filmlerdi. Fransa'da çok iyi hasılat yapan
Sezonun en iyi komedilerinden biri aksiyon komedi kategorisine alabileceğimiz İyi Adamlar (The Nice Guys) idi. 70'lerin dokusunu her anında hissettiren film, yönetmen Shane Black'in en iyi becerdiği işi yaparak karşımıza . 76
Disney'nin klasik animasyonlarını gerçek oyuncularla yeniden çekme çalışmalarının yeni örneği Orman Çocuğu (The Jungle Book) da türünün son derece başarılı bir örneği olarak hafızalarımıza işlendi.
Lucas'a aitti. Film de Lucasfilm yapımcılığında hayata geçirilmişti zaten. Film olarak çok yeni bir tarafı olmasa da bilinen pop ve rock müzik şarkılarının fantastik bir dünyada kullanılması fena fikir değildi. Sezonun iyi animasyonlarından Hayat Kitabı (The Book of Life) filminin yapımcılarından biri ise Guillermo del Toro idi. Hayat ve ölümü birbirinin devamı ve hatta farklı yüzleri olarak gösteren filmin ele aldığı temalar ve atmosferi yönetmenin diğer filmleri ile de ortaklıklar içeriyordu.
Çocuk edebiyatının önemli karakterlerini ana karakter olarak kullanırken hikâyelerini büyük ölçüde değiştiren iki film, bu sezonun tartışmalı yapımları arasındaydı. Tim Burton'ın bir kaç yıl önce hayal kırıklığı yaratan ilk filminden sonra yönetmen koltuğunu James Bobin'e bıraktığı Alis Harikalar Diyarında: Aynanın İçinden (Alice Through the Looking Glass), yine eksikleri olan bir filmdi ama belki de ilk filmdeki beklentiyi yaratmadığı için daha çok sevildi. Joe Wright'ın Peter Pan uyarlaması Pan ise çoğunlukla yerden yere vuruldu ama kişisel olarak bu filmde iyi adam olarak gördüğümüz Hook karakterinin değişimi üzerine birkaç ipucu olmaması gibi sorunları yanında bir görsel eğlencelik olarak hiç fena bulmadığımı söylemeliyim.
Sezonun animasyon ve çocuk filmleri arasında daha önce başka şekillerde tanıyıp sevdiğimiz klasik karakterlerin yeniden yorumlanmaları da önemli bir yer işgal ediyordu. Bir kuşağın çok sevdiği karakterleri bir kez daha beyazperdeye taşıyan Snoopy ve Charlie Brown-Peanuts Filmi (The Peanuts Movie) teknik olarak alıştığımız Snoopy'den epey farklı bir animasyon anlayışı ile çekilmiş olsa da orijinaline ihanet etmediği için sevdiğimiz unsurlarını koruyordu. Çok iyi bildiğimiz Küçük Prens hikâyesini beyazperdeye taşırken işin içine yeni karakterler de katan ve günümüzde çocuklarının her anını ince ince planlayan annebabalara eleştiri oklarını yönelten Küçük Prens (The Little Prince) de sezonun iyilerindendi. Yıllarca televizyonlarda çizgi film olarak izlediğimiz Heidi de bu kez kanlı-canlı olarak karşımızdaydı. Belki ona çocukluğumuzdaki kadar bağlanmadık ama yine de iyi bir filmdi.
Bu türde sezonun hatta son yılların en iyisi ise hiç kuşkusuz Ters Yüz (Inside Out) idi. Bir çocuğun büyümesini anlatırken beyninde gerçekleşen olayları bilimsel gerçeklere uygun bir şekilde ama bir yandan da son derece eğlenceli bir anlatımla önümüze getiren film çocuklara hitap ederken büyükleri de ihmal etmeyen son derece başarılı bir yapımdı. . 77
mutlaka uğruyorlar. Yani bir kez daha işin maddi boyutu öne çıkıyor. İşin ilginci, sinemamız korku ve komedi türlerindeki potansiyeli fark ettiği halde animasyon ve çocuk filmleri örnekleri çok az ve kalite olarak da yetersiz. Geçen ay bahsettiğimiz Kötü Kedi Şerafettin'i çocuk filmi olmadığı için bir kenara koyarsak elimizde sadece Pırdino Sürpriz Yumurta ve Köstebekgiller: Gölge'nin Tılsımı kalıyor ki onlar da başarılı filmler değiller ne yazık ki. Her yıl olduğu gibi bu sezon da bu türdeki yabancı filmlerin büyük bir kısmı, çeşitli nedenlerle çocukların ilgisini çekse de sinema sanatı açısından bir önem taşımayan filmlerdi. Bu filmlerin neredeyse hepsinin Türkçe dublajlı olarak gösterime girmesinin de etkisiyle söz konusu animasyonların çok farklı ülkelerden geldiğini de belirtmeliyiz. Şövalye Rusty (Knight Rusty), Kıvırcık: Ay Macerası (Black to the Moon), Kurbağa Prens (Ribbit), Barbie Prenses ve Rock Star (Barbie in Rock 'N Royals), Doraemon (Stand by Me Doraemon), Küçük Savaşçı: Savva (Savva, Serdtse Voina), Sevimli Köpek Lotte (Leiutajateküla Lotte) gibi filmleri bunlara örnek olarak gösterebiliriz.
bir dargın, bir barışık iki dedektif arkadaşı getiriyordu. Russell Crowe ve Ryan Gosling'in uyumu da filmi yükselten unsurlardan biriydi. Komediler arasında tek bir filmi öne çıkarmak gerekirse Yeni Ahit (Le Tout Nouveau Testament) yanlış bir seçim olmaz. Tanrı'nın kızının ona sinirlenip insanlara ölüm tarihlerini SMS attığı, sonra da dünyaya kaçtığı, Tanrı'nın da onun peşinden gidip türlü aşağılamalara uğradığı film, zekice bir komedi nasıl yapılır sorusuna iyi bir cevaptı.
Benzer filmler arasında İspanya yapımı Altın Gol (Metegol), ilginç bir özelliği ile dikkat çekiyordu. Bizde 2 yıl kadar gecikmeli olarak gösterime giren filmin yönetmeni Juan José Campanella, 2010 yılında Yabancı Dilde En İyi Film Oscar'ını alan Gözlerindeki Sır (El Secreto de Sus Ojos) filminin de yönetmeniydi. Hatta yönetmenin o filmden sonraki ilk sinema filmi olma özelliğini de taşıyordu. Her ne kadar Altın Gol için kötü bir filmdi diyemesek de yönetmenin önceki filminin verdiği sinemasal hazları vermekten uzaktı.
Çocuk Filmleri ve Animasyonlar: Çocuk filmleri ve animasyonlar da sinemalarımızda her zaman yer bulan filmler. Her zaman söylediğimiz gibi bunun çok basit bir nedeni var. Çocuklar filmin başkarakterini ya da fragmanını beğendikleri zaman o filme gitmek istiyorlar, anne ve babalar da buna itiraz edemiyor. Üstelik genellikle kendileri için de bilet alıyorlar ve film arasında büfeye de
Farklı türlerde filmlerle tanıdığımız yönetmenlerin animasyon filmlerine bir şekilde dâhil olduğu tek örnek bu değildi. Tuhaf Bir Sihir (Strange Magic) filminin hikâyesi George . 78
Önce gerçekten ünlü isimlerin hayatlarından yola çıkarak yapılan filmlere bir bakalım. Herhalde Steve Jobs, bu tarz filmler içinde en fazla ilgi çekeniydi. Zaten filmin adının da Steve Jobs olması, bu ismin bile seyirci için yeterli olduğunu gösteriyordu. Birkaç yıl önce Jobs ile ilgili yapılan ama çok da başarılı olamayan filmin yanında Danny Boyle'un yönettiği bu film çok daha başarılıydı. Özellikle Michael Fassbender'in oyunculuğu ve Aaron Sorkin'in senaryosu ile ön plana çıkıyordu.
Animasyonları bir kenara bırakın, bence sezonun tüm filmleri arasında da en iyiler arasında adı anılabilecek bir filmdi. Gerçek Yaşamdan Alınmıştır: Gerçek yaşamdan alındığı söylenen hikâyelerin her zaman ayrı bir çekiciliği olduğunu hep söylüyoruz. Ya tanıdığımız çok ünlü kişilerin hayatlarına bir yerinden dâhil oluyoruz ya da daha önce hiç duymadığımız kişiler hakkında olsa da, vay be, neler olmuş diyoruz. Elbette bu cümleleri kurarken beyazperdede izlediğimiz yorumun zaman zaman gerçekten çok uzak olabildiğini de aklımızın bir köşesinde tutmak lazım.
James Dean'in ana karakterlerden biri olduğu Life için tam anlamıyla bir biyografi filmi demek doğru olmaz. James Dean ve onun bugün ikon haline fotoğraflarının bazılarını çeken Dennis Stock'ın hayatından sadece bir kesiti anlatan film, dönemin atmosferini vermekte çok başarılıydı. Dönemini aktarmakta başarılı bir biyografi olarak Saint Laurent'in adını da anabiliriz. Escobar: Kayıp Cennet (Escobar: Paradise Lost), Pablo Escobar'ın adını kullansa da onu adeta bir yan karakter konumuna indirgiyordu. Yine de Benicio Del Toro'nun, elinde çok malzeme olmadan ortaya koyduğu performans başarılıydı. Ana karakteri çok tanınmış olan filmlerden biri de Kaçak Prenses (A Royal Night Out) idi. Bizi Kraliçe Elizabeth'in gençlik yıllarına götüren film, aslında orta karar bir gençlik romantik komedisinden fazlası değildi. Üstelik anlattığı hikâyenin de gerçekle neredeyse hiçbir ilgisi yoktu. Gerçek yaşam öykülerinin önemli bir kısmı da sporcuların hikâyeleri olur her zaman. Lance Armstrong'un kanserden kurtulup üst üste başarılar kazanması ile birlikte kitlelerin sevgilisi olmasını, sonra da doping yaptığının ortaya çıkması ile bir anda tepetaklak olmasını anlatan Son Efsane (The Program) bu türün iyi filmlerinden biriydi. Jesse Owens gibi spor tarihinin en önemli ikonlarından birini anlatan . 79
atan, zaman zaman aşırı uçlara gittiği düşünülebilecek eylemler düzenleyen kadınları anlatan Diren: Zamanı Geldi (Suffragette) için de benzer cümleler kurulabilir.
Rüzgârın Oğlu (Race) ise kötü bir film değildi belki ama insan Owens'ı anlatan bir filmin çok daha iyi olmasını bekliyordu. Çok bilinmese de yine olimpiyatlarda başarı kazanmış olan bir isim olan Eddie Edwards'ın hayatını anlatan Kartal Eddie (Eddie the Eagle) de türün vasat örneklerinden biriydi. Ana karakterlerini çok iyi tanımadığımız atletizm filmi McFarland (McFarland, USA) ve satranç filmi Şah Mat'ı (Pawn Sacrifice) da bunların arasına katabiliriz.
Bu sezon, gazetecilerin haber peşinde koşmalarını anlatan iki önemli film de vardı sinemalarımızda. Gizli Dosya (Truth), George W. Bush'un askerlik dönemi ile ilgili bir haberin peşine düşen gazetecilerin başına gelenleri anlatırken, yılın en iyi film Oscar'ını alan Spotlight ise kilisenin sistematik olarak çocuk tacizi yapan rahiplere göz yumması haberini tüm detayları ile inceleyen bir grup haberciyi getiriyordu karşımıza. Her iki film de üniversitelerin basın-yayın bölümlerinde
Elbette ülkemizin tarihinde utançla hatırladığımız bir günü anlatan Madımak: Carina'nın Günlüğü'nü de anmadan geçmemeliyiz. Özellikle kurbanların ailelerinden de bazı eleştiriler alan film yine de yıllar geçse de unutmamız gereken bir olayı anlatırken boğazımızı düğüm düğüm yapmayı başarıyordu. Gerçek yaşam öyküleri bazen de el atmak istediğiniz tür ya da anlatmak istediğiniz mesele için bir vesile oluyor. Örneğin denizde geçen bir aksiyon olarak Deniz Ortasında (In the Heart of the Sea) ve Zor Saatler (The Finest Hours) gibi filmlerde izleyenler açısından filmin gerçek olaylara dayanmasının çok da bir anlamı yoktu. Benzer şekilde Efsane (Legend) ya da Kara Düzen (Black Mass) gibi filmlerin yönetmenlerinin bir gangster filmi çekmek için gerçek olayları bahane ettikleri bile söylenebilir.
gazetecilik budur alt başlığı ile gösterilebilecek filmlerdi. Sezonun en iyilerinden Diriliş (The Revenant) için de kısmen gerçek olaylardan alınmış bir film demek mümkündü. Her ne kadar film Hugh Glass'ın başından geçenlerden esinlenmiş olsa da yaşananlarda ciddi değişiklikler yapılmıştı. Filmi izleyenler, gerçekte Glass'ın karısının ya da oğlunun olmayışının ciddi bir değişiklik olduğunu kabul edeceklerdir. Alejandro González Iñárritu'nun Birdman'in hemen arkasından çekmiş olduğu filmle iki yıl üst üste en iyi yönetmen Oscar'ını alması büyük bir başarıydı. Bu filmle Leonardo DiCaprio da sonunda çok arzu ettiği heykelciğe erişmiş oldu. .
1980'lerde İngiltere'de maden işçilerinin grevini destekleyen eşcinsellerin öyküsünü anlatan Onur (Pride) ve yakın zamanda Amerika'da eşcinsel çiftlerin kanun önündeki durumları irdeleyen Aşka Özgürlük (Freeheld) de gerçek yaşam öykülerini anlatırken bir dertleri de olan filmlerdi. Özellikle Onur filmi baskıcı iktidara karşı ortak noktada buluşan çok farklı sivil hareketleri anlatması açısından ilgiye değerdi. Kadın hakları için kendilerini tehlikeye 80
tanımının en klişe karşılığıydı belki de. Neyse ki bu sezon aşk kavramına farklı açılardan bakan daha fazla film izledik. Örneğin her türlü eksiğine karşın Angelina Jolie'in yazıp yönettiği ve Brad Pitt ile başrollerini paylaştığı Hayatın Kıyısında (By The Sea), ilişkileri tıkanma noktasına gelen bir çiftin, genç bir çift vasıtasıyla ilişkilerini hareketlendirmeye çalışmasını anlatırken belli açılardan başarıya ulaşıyordu. Yılın en iyilerinden 45 Yıl (45 Years) için de bir anlamda aşk filmi diyebiliriz. İlk başlarda 45 yıllık bir evliliği kutlamak üzere olan çift üzerinden bir evlilik güzellemesi yapacak gibi gözüken film, kısa bir sürede bu 45 yılın belki de bir yalan üzerine kurulduğunu gösteriyordu. 45 Yıl, son derece incelikli senaryosu yanında Charlotte Rampling'in verdiği oyunculuk dersiyle de önem taşıyordu. Yılın en iyi aşk filmi ise 1950'li yıllarda iki kadının aşkını anlatan Carol idi. Todd Haynes'in anlatmayı çok sevdiği bir dönemi ayrıntılara çok dikkat eden bir tarzla anlatan film, elbette Cate Blanchett ve Rooney Mara'nın başarılı oyunculukları ile de dikkat çekiyordu.
Bugün de bir aşk filmine gidelim: Elbette şu ana kadar bahsettiğimiz filmlerden pek çoğunda da aşk teması yer alıyordu ama bu bölümde ana hikâyesi aşk olan ve genellikle biraz hüzünlü olan filmlere göz atacağız. Önce ufak bir istatistik. Bu sezon Türkçe isminde “aşk” kelimesi geçen filmlerin sayısı: 14. Anlaşılan her önümüze gelen filmin adında “aşk” kelimesini kullanmakta biraz frene basmışız. Son iki sezonda 20 ve 19 olan bu sayı biraz azalmış. Ama Ölümsüz Aşk adından vazgeçmiş değiliz. Üç yıl içinde üçüncü kez aynı Türkçe isim verilmiş bir film görüyoruz. Orijinal adı The Age of Adaline olan bu film hiç yaşlanmayan bir kadının yıllar içindeki aşk hikâyelerini karşımıza getiriyordu.
Belgeseller ve Müzikaller: Birbirine hiç benzemeyen bu iki türü neden aynı başlık altına aldık? Çünkü her ikisi de sinema salonlarında üvey evlat muamelesi gören, çok az salonda seyirci ile buluşabilen filmler. Müzikaller zaman zaman bir yükselme ivmesine giriyor ama geçen sezon o dönemlerden değildi. Hatta sadece bir müzikal izlediğimiz için geçen yıllarda birbirinden ayırdığımız bu iki türü tekrar birleştirmek durumunda kaldık. O halde öncelikle sezonun tek müzikalini aradan çıkaralım. Son 5 Yıl (The Last Five Years), Anna Kendrick'in tüm çabasına karşın, tiyatro sahnesi için yazılmış bir eser olduğunu fazlasıyla hissettiriyordu. Koşulsuz müzikal sevenler için yine de izlenebilir olsa da sahnede.
Sürekli olarak birbirine benzeyen romanlar yazan ve bunların her biri de sinemaya uyarlanan Nicholas Sparks'ın yeni ürünü Aşkın Seçimi (The Choice) gibi filmler aşk filmi 81
izlemenin daha keyifli olacağı açıktı. Not: Bu sezon tek bir müzikal vardı dedik ama diğer türler arasında kısmen müzikal olarak tanımlayabileceğimiz filmler de vardı. Örneğin animasyonlar arasında bahsettiğimiz Tuhaf Bir Sihir (Strange Magic) ve bir Bollywood aksiyonu olan Yakışıklı Rocky (Rocky Handsome) bu örneklerden ikisiydi. Belgeseller açısından giderek daha şanslı sezonlar geçiriyoruz. Her ne kadar bu belgesellerin neredeyse hepsi sadece Başka Sinema salonlarında vizyon şansı bulsa da meraklısı arayıp buluyor. Gösterime giren belgeselleri birkaç grupta toplamak mümkün. Buz ve Gökyüzü (La Glace et le Ciel), belgesel kanallarında gördüğümüz tarzda klasik bir belgeselken Hasret (Sehnsucht) ve Hatıraların Masumiyeti (Innocence of Memories) gibi örnekler belgesel ve kurmaca arasındaki sınırları zorluyordu.
belgeseller de sezonun başarılı yapımları arasındaydı. Ah Yalan Dünyada, Neşet Ertaş'ın yaşamına kapsamlı bir bakış sunarken, Amy de genç yaşta kaybettiğimiz Amy Winehouse'u o noktaya getiren unsurları iyi bir arşiv çalışması ile önümüze getiriyordu.
Politik tarafı ağır basan belgeseller arasında Haziran Yangını, Gezi protestoları sırasında Ethem Sarısülük'ün öldürülmesi olayını bir polisiye titizliğinde inceliyordu. Sessizliğin Bakışı (Look of Silence) ise bir zamanlar topluca cinayetler işleyen insanların aradan yıllar geçtikten sonra bile hiçbir cezaya çarptırılmadıkları gibi vicdan azabı da çekmediklerini göstererek insanlığa inancımızı azaltıyordu.
Sinemaseverleri en heyecanlandıran belgesel ise hiç kuşkusuz Hitchcock/Truffaut idi. Bu iki büyük yönetmeninin söyleşisinden oluşturulan kitaptan yola çıkılarak yapılan film Hitchcock'un filmografisine kapsamlı bir bakış atıyordu. Henüz izlemeyen her sinemasever için tekrar ve tekrar önerelim. .
Sanatçıların hayatlarına değinen kimi 82
Ve Diğerleri:
Saul'un Oğlu, 2. Dünya Savaşı ve toplama kampları üzerine çarpıcı filmler yapmanın hâlâ mümkün olduğunu gösteriyordu.
Her yıl olduğu gibi “Ve Diğerleri” başlığını attığımız bölümdeki filmlerin sezonun kıyıda köşede kalmış filmleri değil, bir türe rahatlıkla dâhil edemediğimiz ama çoğunun da sezonun en iyileri arasında yer alan filmler olduğunu söyleyelim.
Spor filmleri için ayrı bir bölüm açsaydık o bölüme dâhil edebileceğimiz iki boks filmi de gösterime giren filmler arasındaydı. Son Şans (Southpaw), karısının ölümünden sonra dibe vuran bir boksörün kendini toparlama çabasını anlatıyordu. Creed: Efsanenin Doğuşu (Creed) ise artık sinema tarihinin unutulmaz karakterlerinden biri olan Rocky Balboa'yı yedinci kez karşımıza getiriyordu. Rocky, bu kez ringlere kendi çıkmıyordu elbette. İlk filmlerdeki ezeli rakibi, sonrakilerdeki dostu Apollo Creed'in oğluna koçluk yapıyordu. Son dönemin nostaljik filmlerinin çoğunda gördüğümüz gibi ilk Rocky filminin hikaye yapısını takip eden Creed, önümüzdeki yıllarda özellikle ortasındaki kesintisiz çekilmiş boks maçı sahnesi ile kendisini hatırlatacak. Bizim de bir boks filmimiz vardı bu sezon. Deliormanlı isimli bu film teknik açıdan fena olmasa da toplamda bekleneni veremiyordu. Hele kötü adamının komedi filmlerinden fırlamış gibi durması, filmin tüm atmosferini yerle bir ediyordu.
Bu filmlerden bazıları öncelikli olarak biçimsel özellikleri ile dikkat çekiyordu. Örneğin bir sağır-dilsiz okulunda yaşananları konu eden Kabile (The Tribe), anlattığı ortama uygun olarak tek bir keline diyalog ve müzik içermiyordu. Hatta kullanılan işaret dilini bile altyazıda okumuyorduk. Victoria ise 140 dakika boyunca kesintisiz bir çekim kullanılarak karşımıza gelen bir filmdi. Bir soygun hikâyesi olan Victoria, kimi zaman inandırıcılık sorunları yaşasa da teknik açıdan kendisine hayran bıraktırıyordu. Wim Wenders'in Her Şey Güzel Olacak (Everything Will Be Fine) filmini de yönetmenin 3 boyutlu drama filmi yapma çabası açısından biçimsel özellikleri ile ön plana çıkan yapımlar arasına alabiliriz am ne yazık ki sonuç bir hayal kırıklığıydı (festivallerde 3 boyutlu olarak izlediğimizi ama vizyona 2 boyutlu olarak çıktığını not olarak düşelim). Son yıllarda sıkça karşılaştığımız bir şekilde, perdede gördüğümüz görüntünün kadrajını iyice daraltarak seyirciye bir sıkışmışlık hissi veren filmler de vardı. Hayal Ülkesi (Jauja) ve Saul'un Oğlu (Son of Saul) filmlerini bunlara örnek olarak verebiliriz. Özellikle
. 83
kanımca.
Paolo Sorrentino'nun yeni filmi Gençlik (Youth), önceki filmi Muhteşem Güzellik kadar iyi değildi belki ama yine de çok etkileyiciydi. Henüz 46 yaşındaki yönetmenin çok daha fazla şey görmüş geçirmiş gibi yazıp yönettiği film için fazla gösterişçi yorumları yapılabilir. Bu yorumları yapanlar haklıdır da ama bu tavrın beni etkilediği inkâr edecek değilim. Benim için Sorrentino yine yılın en iyilerinden birine imza atmıştı.
Benim için sezonun en iyi yerli yapımı ise Sarmaşık'tı. Bir gemiye sıkışıp kalmış bir grup denizciyi anlatan film, karakterlerin giderek çıkışsızlığın içine çekilmelerini çok başarılı bir şekilde anlatıyordu. Hemen her yönü ile başarılı olan filmde Nadir Sarıbacak'ın muhteşem oyunculuğu da ayrıca dikkat çekiyordu.
Yerli filmlere geldiğimizde sezonun en iyi filmlerinin yine belli bir türe doğrudan dâhil edemediğimiz filmler arasından çıktığını görüyoruz. İlk filmi Tepenin Ardı'nı çok beğendiğimiz Emin Alper'in belirsiz bir zaman ve mekânda geçen Abluka'sı, işçi sınıfından bir genç kızın ayakta kalma çabalarını anlatan Nefesim Kesilene Kadar, ülkemize özgü bir anne-kız çatışmasını anlatan Ana Yurdu sezonun en iyi yerli yapımları arasındaydı. Dünya çapında bir görüntü yönetimi çalışmasına sahip Rüzgârın Hatıraları, Toz Bezi ve Annemin Yarası gibi filmleri de kimi yanları ile tartışmalı olsa da sezonun önemli yerli yapımları arasında sayabiliriz.
Sezonun ilk 10'u: Elbette iki bölüme ayırdığımız bu değerlendirmede sezonun tüm filmlerinden bahsetmek mümkün değildi. Daha keşfedecek çok film var. Yine de şimdilik bu kadarıyla yetinelim. Yazıyı bitirirken adettendir, Haziran 2015-Mayıs 2016 arasında gösterime giren filmler içinden seçtiğim kişisel bir Top 10 listesi vereyim:
Bu noktada Türk filmi mi Fransız filmi mi tartışmalı olan Mustang'dan bahsetmezsek haksızlık etmiş oluruz. Önce Türkiye adına Oscarlara gitmesi söz konusu olmuştu, sonradan Fransa adına gitti. Belki de bu durum film için daha iyi oldu ve 5 aday arasına girmeyi başardı. Saul'un Oğlu olmasa belki de bugün Oscar almış bir film olacaktı. Yurtdışında çok sevildi ama ülkemizdeki eleştirmenler arasında seveni yok gibiydi. Sadece bu durum bile yönetmenin Türkiye gerçeklerine çok yabancı olduğu şeklindeki temel eleştirinin doğru olduğunu gösterir gibiydi. Kişisel olarak benim de sevdiğim bir film olmayan Mustang'ın beş genç oyuncusu filmin en başarılı unsuruydu
1- Diriliş (The Revenant) 2- Saul'un Oğlu (Son of Saul) 3- Gençlik (Youth) 4- The Lobster 5- Carol 6- Sarmaşık 7- Hitchcock/Truffaut 8- Sessizliğin Bakışı (Look of Silence) 9- Ters Yüz (Inside Out) 10- Kaptan Amerika: Kahramanların Savaşı (Captain America: Civil War) . 84
FAŞİZMİN KEHANETLERİ Aynur KULAK Ne bitmez kehanetlermiş! Nasıl bir dünya gündemiymiş bu böyle! Savaşın, savaş olmazsa çatışmanın, çatışma olmazsa kavganın hüküm sürdüğü, ivmesini bu anlamda hiç aşağı düşürmeyen bir dünya gündemi. Dilimize pelesenk olmuş kolayca ve bir çırpıda söylenebilen bir tekerlemeye dönüştü 'Faşizm Kehanetleri.”
"Gerçekte her şey ne kadar basitti! Yalnızca teslim ol, gerisini düşünme! Ne kadar çabalarsan çabala, seni sürekli geriye akan bir akıntıya karşı yüzmek ve sonra geri dönüp akıntıyla birlikte yüzmeye karar vermek gibi bir şeydi bu. Sizin tutumunuzdan başka değişen bir şey yoktu. Olması kararlaştırılan şey, nasıl olsa olacaktı...”
Faşizmle ilgili dünya şu şu savaşları yaşadı, şu diktatörler geldi geçti, şunlar oldu bunlar oldu yine de insan soyu akıllanmadı demeyeceğim. Çünkü faşizm enerjisinden, yaptırımından, gündeminden hiçbir şey kaybetmeden obez bir yetişkin gibi her geçen gün daha da fazla yiyerek yayılmaya ve insan haklarını hiçe saymaya devam ediyor. Daha da kötüsü bu durum normalleşiyor. Bizler günlük yaşantımızda içinden faşizm kelimesi geçen en az bir cümle mutlaka kuruyoruz. Neden? Yıl 2016 iken ve bu dünya birçok faşist yönetim muamelesine maruz kalıp hayatını yoktan yere kaybederken neden hala faşizm bitmeyen kehanetleri ile gündemde birinci sırada?
Bu alıntı George Orwell'ın 1984 isimli kitabından. 1948'de İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra yazdığı 1984 romanı faşizmi anlatır. Faşizmi sertliklerinden ayıklamış bir biçimde bu kadar yalın anlatan çok az tanım okursunuz. Bu yüzden George Orwell'ın Faşizmin Kehanetleri isimli deneme kitabını yazacak olmama rağmen faşizmi tüm yönleriyle ele aldığı 1984 romanından bir alıntıyla başlamak istedim. Bu alıntı aynı zamanda Faşizmin Kehanetleri'nin kapısını da aralıyor. Sonuçta sadece bir kitaptan bahsetmek değil niyetim, geriye birbirini kapsayan ve tamamlayan çok az eser bırakmış bir yazardan, her anlamda 'bütün' bir yazardan da bahsedeceğim çünkü. 85
Milliyetçiliği nasıl bilirsiniz?
1984 romanında halk dev ekranlardan “Büyük Birader Seni Gözlüyor” sloganı ile gözetlenir. Özel hayat diye bir şey yoktur, kişilerin geçmişleri devlet eliyle silinmiş ve yeniden kurgulanmış, dolayısıyla birey olma iradesi ortadan kaldırılmıştır. Düşünme edimi söz konusu olmasın diye “Yenikonuş” sistemi adı altında kelime haznesi en aza indirilir, dil zıtlıklardan tamamen arındırılır, soyut kavramlar ortadan kaldırılır ve kişinin kendini ifade edebileceği en önemli paylaşım aracı olan 'dil' zapturap altına alınarak ifade özgürlüğü tamamen ortadan kaldırılır.
İyi biliriz. İyi bir duygudur milliyetçilik. Devlet olabilmek için, toplum olabilmek için, bağımsız olabilmek için, özgür olabilmek için, vatansever olabilmek için ilk önce milliyetçi olmanız gerekir . Bütün uluslar için milliyetçiliğin bu gerçekleri değişmez birer unsur. George Orwell şöyle yazmış milliyetçilikle ilgili: “Milliyetçilikle, öncelikle insanların böcekler gibi sınıflandırılabileceğini ve milyonlarca, on milyonlarca insanın rahatlıkla bloklar halinde “iyi” veya “kötü diye etiketlenebileceğini varsayma alışkanlığını kastediyorum. Ama ikinci olarak –ki bu çok daha önemli- insanın kendini tek bir ulusla veya başka bir birimle özdeşleştirerek, onu iyinin ve kötünün ötesine yerleştirip, onun çıkarlarına hizmet etmekten başka görev tanımamasını kastediyorum. “
Faşizm budur. Tanıdık geliyor değil mi? Bilmiyorum, görmedim, hiçbir alakam yok diyemezsiniz. Belki dünya nüfusuna karşılık rakamsal bir istatistik yapsak çok az insan henüz hiç tanışmamıştır faşizmle, faşizmin kehanetleriyle. “Faşizm Kehanetleri” tam da içinde bulunduğumuz bu zaman diliminde okunması gereken çok önemli bir kitap. On iki bölümden oluşan “Faşizm Kehanetleri”nde George Orwell emperyalizmi, milliyetçiliği, pozitif milliyetçiliği, negatif milliyetçiliği, sınıf duygusunu, bütün bu duygular eşliğinde damarlarımıza zerk edilen pasifizmi, dünya devleti olgusunu ve bu paralellikte ilerleyecek yönetim biçimlerinin insanları peşine takıp istediği yere götürmesini gayet açık ve anlaşılır tanımlamalarla anlatıyor. Bütün bunları anlatırken Hitler'den, Goebbels'den, proleter yazar olmaktan bahsediyor elbet. Fakat aynı zamanda İngiliz mutfağından, güzel bir fincan çaydan, toz pembe bir gözlükten ve Gandi'den de bahsediyor.
Bu alıntı bölümün tamamını okuduğunuzda çok küçük bir alıntı. Aynı zamanda milliyetçilik üzerine yaptığım bu alıntı faşizmin ilk kehaneti aslında. Çünkü bizler (yani toplum) yukarıda da yazdığım gibi milliyetçiliği iyi olarak biliriz. “Faşizm Kehanetleri” bölümü: Bu kehanetleri edebiyata bağlamak! İlginç, şaşırtıcı, kesinlikle olası değil demeyeceğim. Bir şeyi kitlelere yaymanın en iyi yolu yazıdır ve kitlelere yasaklamanın da (kitap yakmak) en iyi yoludur aynı zamanda. Orwell, Jack London'ın Demir Ökçe'si, H.G Wells'in Efendi Uyanıyor'u, Aldous Huxley'nin Cesur Yeni Dünya'sı ve Ernest Bramah'ın The Secret Of The League kitapları üzerinden Faşizmin iz düşümünü analiz ediyor.
“Faşizm Kehanetleri”ni bu şekilde toparlayabilirim fakat özellikle bazı bölümleri biraz açmak istiyorum alıntı da yaparak. Milliyetçilik Üzerine Notlar bölümü: 86
Toz Pembe Bir Gözlükle bölümü:
toplumları faşizme bir adım daha yaklaştırmaktan başka hiçbir işe yaramıyor maalesef.
“A ile B ne zaman ters düşse, A'ya saldıran ya da onu eleştiren herkes B'ye yardım etmekle ya da suç ortağı olmakla itham edilir.
“Gerçeği saklamanın her zaman son derece mükemmel, son derece asil ruhlu nedenleri vardır ve bu nedenler birbirinden son derece farklı davaların destekçileri tarafından nerdeyse aynı sözcüklerle öne sürülür.”
Eğer dünyayı ikiye böler ve A'nın ilerlemeyi, B'nin gericiliği temsil ettiğini varsayarsanız, A'ya zarar verecek hiçbir hakikatin hiçbir zaman açığa çıkmaması gerektiğini gerçekten iddia edebilirsiniz.”
George Orwell 1930'lardan 1950'de ölümüne kadar 'doğru bildiğini yazma ve söyleme' tavrından hiç vazgeçmedi. “Büyük Birader Seni Gözlüyor” tespiti faşizmin en belirgin tanımıdır; ki faşizmi bu tespitten daha iyi tanımlayacak çok az niteleme vardır. Yirminci yüzyılın en nitelikli yazarının “Faşizm Kehanetleri” kitabı faşizmi daha iyi anlamak için eşsiz bir kaynak kitap niteliğinde.
Önce toz pembe bir gözlük takılarak düşünülebilir Orwell'ın bu sözleri üzerine ve sonra bir de toz pembe gözlükler takılmaksızın düşünülebilir dünyada bütün bu olup bitenler üzerine. Faşizm bir yönetim şekli, aynı demokrasi gibi. Gökten zembille inmiyor toplumların üzerine ve genellikle de faşizm yanlısı yönetimler seçilerek iş başına geliyor. Toplum nasılsa yönetim de o şekilde oluşuyor aslında, hiçbir şey tesadüfe değil yani devletlerin dolayısıyla da halkların yönetiminde. “Faşizm Kehanetleri” bu şekilde oluşagelmeye devam ediyor, devam da edecek. Bilmiyordum, görmedim, faşizmde benim hiç payım yok kaçışı Faşizmin kehanetlerine kehanet eklemekten ve
Faşizmin Kehanetleri Yazar: George Orwell Türü: Deneme Çeviri: Aylin Onacak Yayınevi: Sel yayınları Yayın Tarihi: Temmuz 2016 Sayfa Sayısı: 115
87
Karanlık Çağın Barbar Şövalyesi Kadim bir özlemle yanarken kalbimin içi Gaipten gelen bilgilerin asırlar süren karanlığında Çok çok eski çağların savaşçılarının hayaleti gibi Sonsuz bir arzu, yanar asil kanımda, onurum için Son kez seçildim askerlerime önderlik etmek için Yeter ki güvende olsun yurdum, geçsin sözüm Yeter ki ulaşmasın masum halkıma insanlarıma Düşmanın kara elleri, hain pençeleri, lanetli tehditleri Baltam onurumdur, yanan öfkem gibi gezdirdiğim Hayatımın yolu sapmasın karanlığa bir an olsun Kara gök yorganımdır, beklerim uykulu umarsızca Yıldızsız bir biçimde, bakar bana kararlılıkla Savaştım yıllarca ordumda, at sırtında, hayat yolunda Düşmanlarım korkar görünce beni, karşılarında Arzı endam ederim baltamla, kristal kalkanımla Zırhımın içinde asalet, saltanat benimdir, sürer yaşadıkça
Sonsuza dek sürer belki anlatılan hikâyelerim Karanlık bir gecede gitmiştik askerlerimle Yalnızca anayurtta bekleyen halkım için Biz bu yola baş koyduk dönmezdik, şayet ölseydik Kalbim kırılırdı eğer, geri çekilip, yenilseydim Güçsüzlüğün pençesinde can çekişseydim Eminim vardır elbette fazlasıyla gurur Benimle savaşırken ölen askerlerimin Karanlık çağlar aydınlanıyor Yaşlandım gücüm artık yetmiyor Katlanmak, bu berrak semaya Aydınlanan göğe, yaşlanan Dünya'ya Uzatıp ellerimi bir yaşamak dilerim Huzur bulduğu yaşlı bir barbar şövalyenin
Yusuf GÜRKAN 88
89