Gölge 109 Ekim 2016

Page 1

Ekim 2016

Sayı 109

.

Gölge e-Dergi 9 YASINDA! .


İÇİNDEKİLER 3

HABER İstanbul Comics & Art Fest.

6

ÖYKÜ Google

11 Bir Çarşamba Günü 12 ÖYKÜ İntikam 16 RÖPORTAJ Çizmanda Batman Günü 21 ÖYKÜ Tepedeki Bar, 9. Kısım 26 İNCELEME Arkham Tımarhanesi Sayı: 109

34 ÖYKÜAnadeniz Hükümdarları, 3. Blm. 39 İNCELENE Corpse Party

www.golgedergi.com golgedergimail@gmail.com

42 ÖYKÜ Sesler, Bölüm II

Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ

47 İNCELEME EsseGesse

Editör ve Grafik Tasarım: Mustafa Emre ÖZGEN

54 HABER Ghost in the Shell

Yayın Kurulu: Olca KARASOY, Ahmet YÜKSEL, Tuğba TURAN, Hasan Nadir DERİN, Gülhan SEVİNÇ, Mehmet Berk Yaltırık, Atilla BİLGEN

46 ÇİZGİ ROMAN Incarna

50 ÖYKÜ Manik Depresyonlu Var Edici

56 ÖYKÜ Şeytanın Saklı Yüzü 61 Gölge e-Dergi ile Nasıl Tanıştım? 62 ÖYKÜ Siyah En Güzel Renktir 64 İNCELEME Tarık Akan

Redaksiyon: Ecehan BİÇEN

69 Neki

Kapak: Rıza TÜRKER

72 SİNEMA Adana Film Festivali

Arka Kapak: Nilay ADLIM http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/

70 Bilim Kurguda Hangi Yerel

Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir.


Gölge e-Dergi 9 yaşında! 109 sayı ile dokuz yılı geride bıraktık. Geçmişe baktığımızda yüzlerce yazar ve çizer, milyonlarca okur (İssuu verilerine göre 1,5 milyondan fazla etkileşim) ve tam 109 sayı var! Bırakın Türkiye'yi, Dünyada bile çok az yayına nasip olur böyle bir tarih. Gölge'nin sadık okurları, çalışkan ekibi ile Türkiye'nin en geniş kapsamlı alt kültür dergisi olmaya devam edeceğiz. Siz de bu dev aileye katılmak istemez misiniz? Yayınlanmasını istediğiniz öyküleriniz, çizgi romanlarınız ve diğer incelemeleriniz için e-posta ile bize ulaşmanız yeterli. Gelecek ay görüşmek üzere!

Mustafa Emre ÖZGEN


ICAF

İSTANBUL COMİCS & ART FESTİVAL Meryem YAVUZ

Çizgi roman severler olarak hep “Neden Türkiye'de

tanımlıyor.

comic-con olmuyor” diye şikâyet ederdik. Eh, tam

Atölyeler

comic-con formatında olmasa da, artık çizgi -

romancılara ve animasyon, karikatür, illüstrasyon,

Festivalin ilk gününde Apollo Virtual Art

Gallery, Tilt Brush, Nike Roshe 2 Flyknit ile String Art,

grafiti, performans sanatları ve bunun gibi alternatif

Edding Laque ile Nail Art, Origami Atölyesi ve Defter

görsel sanatseverlere hitap eden yepyeni ve çok

Yapım Atölyesi etkinlikleri yer aldı. Tilt Brush

yaratıcı bir şehir festivalimiz var artık. ICAF: İstanbul

etkinliğinde duvarları resimleyip boyadık, String Art

Comics & Art Festivali.

etkinliğinde kocaman bir spor ayakkabıyı iple ördük. Bu yıl ilki gerçekleştirilen ICAF, keyifli ve özgün

Edding Laque ile Nail Art etkinliğinde tırnaklarımıza

programı ile tüm dikkatleri üzerine çekti. 23-24-25

resimler çizdik.

Eylül'de Kadıköy'de Saint Josephliler Derneği Sosyal -

Tesisleri (Club Quartier) ve Moda'daki All Saints

Ayrıca Posca Markerlerın sergilendiği

standda ziyaretçilerle masaları rengarenk poscalarla

Kilisesi'nde gerçekleşmiş olan ICAF'a katıldık, sizler

boyadık. Aynı masada Drink and Draw İstanbul ve

için gözlemlerimizi yazıya döktük.

İzmir çizerleri olarak bir araya geldik. Hem eskiz Türkiye'nin önde gelen yaratıcı etkinlik

defterlerimize çizimler yapıp kendimizi özgürce ifade

ajanslarından, İCAF'I bizlerle buluşturan DSM Grup

ederken hem de yeni çizerlerle tanışma ve

bu etkinliği “Çizgi roman ve çizgiye dair tüm yaratıcı

kaynaşma imkanı bulduk. Ayrıca beraberken çok

sanatların bir araya geldiği bir şehir festivali” olarak

daha güçlü olduğumuzun da farkına vardık.

3


Benim en çok beğendiğim animasyon, The Sparrow's Flight oldu. Animasyonda, yapımcı kişinin ve beyin tümöründen ölen en iyi arkadaşının sağken beraber yaptıkları montajlar kullanılmış. Böylece animasyonun yapımcısı, arkadaşı öldükten sonra onunla ortak bir iş çıkarmış olmuş. Animasyonun konusu, arkadaşının geçirdiği tümör sırasında hissettikleriydi. Soyut öğeler de barındıran animasyon, görsel açıdan da duygusal açıdan da çok etkileyiciydi. Festivalin 2'nci gününde Stop Motion Atölyesi, Baskı Atölyesi, Gırgır Karikatür Atölyesi, Stencil Atölyesi ve Kağıt Heykeller Atölyesi gerçekleşti. Stop Motion atölyesinde hamurlara şekiller verdikten sonra tek tek fotoğraflamayı ve editleyerek bunu hareketli bir film haline getirmeyi öğrendik. Baskı atölyesinde rengarenk baskılar yaptık.

Sokak sanatçıları Türkiye'de ve yurtdışında isimlerini duyurmuş olan birçok sokak sanatçısı, ICAF'ta canlı performans gerçekleştirerek katılımcıların beğenisini topladı. Cins, Nuka, Max, Ares, Esk Reyn, Adekan, Badea a.k.a Sailor, Yok, Sedna, Dozer, Wicx ve Canavar CA sanatçılar arasındaydı. Seminerler

Festivalin 3'üncü gününde devam eden atölyelerin yanı sıra Pin Hole Atölyesi, Feyzi Özşahin ile Süper Penguen Çizgi Atölyesi, Çiçek Dürbünü Atölyesi, Paper sculpture (kağıttan heykeller), book binding (kitap bağlama), digital painting (dijital boyama) atölyeleri gerçekleşti. Bütün atölyeler birbirinden keyifli ve öğreticiydi, birçok sanatçı ve çizerle tanışıp sosyalleşme imkanı bulduk, bu açıdan da festivalin öneminin büyük olduğunu görmüş olduk. -

Türkiye'nin önemli çizerleri, sanatçıları ve yaratıcı isimleri All Saints Kilisesi'nin harika atmosferinde takipçileri ve hayranlarıyla buluştu. Kara Karga İmza Günü etkinlikleri ile Serkan Özay'la "Süper Kahramanların Tarihi ve Yanlış Bilmediklerimiz", Kutlukhan Perker'le "Süper Kahramansız Çizgi Roman", Devrim Kunter, Ömer Tunç ve Koral İlhan'la "Günümüze Ait Bir Sanat Dalı: Dijital İllüstrasyon", Erdil Yaşaroğlu ve Selçuk

Ayrıca workshoplara katılan çocuklu aileler de dikkat çekiciydi. Çocukların da bu festival sayesinde sanata ilgilerinin uyandığını ve bu aktivitelerden ne kadar keyif aldıklarını görmüş olduk. -

Havuz Başı Animasyon Kuşağı Club Quartier'de bulunan havuzun başına kurulan özel sinema alanında üç gün boyunca animasyon film gösterimleri yapıldı. Havuz Başı Animasyon Kuşağı, 14:00 – 15:15 / 15:45 – 17:00 / 17:30 – 18:45 / 20:00 – 21:15 saatlerindeki seanslarda izleyicilerle buluştu.

4


Erdem'le imzalı sohbet gerçekleştirildi. İrfan Sayar'la "Prof. Zihni Sinir", Berat Pekmezci, Mustafa Kara ve Selçuk Ören'le "Yeni Nesil Çizgi Romancılar", İlban Ertem'le "Puslu Kıtalar Atlası Yaratım Süreci ve Edebiyat Uyarlamaları", Yıldıray Çınar ve Hakan Tacal'la söyleşi etkinlikleri düzenlendi. Hepsi de çok eğlenceli olan bu seminerlerde ben en çok İlban Ertem'in söyleşisini sevdim. Puslu Kıtalar Atlası'nın yapım süreci ile ilgili detayları, şehir incelemesi, renk skalası oluşturma gibi deneyimlerini ve günümüz çizgi roman sektörüne dair fikirlerini dinlemek gerçekten keyif vericiydi. Çizgi roman dükkanları ve yayınevleri

Eh, iyi hoş, harika geçti. Hem etkinliği düzenleyenler hem katılımcılar çok memnun kaldı. Peki ICAF her yıl düzenlenmeye devam edecek mi?

İstanbul Comics & Arts Festival'da yer alan yayınevleri ve çizgi roman dükkanları:

DSM group kurucusu Alper Sesli bu konuda müjdeyi kendi ağzıyla vermiş:

Zihni Sinir, Penguen, Uykusuz, Kara Karga, Sel Yayıncılık, Gerekli Şeyler, Arka Bahçe, Maya, Can Plak, Ot, Domingo, Tudem, Aylak, Siren, İstos, Flaneur, Milos, Kolektif, Paralel Evren, Otlak, Wohha, Onaranlar Kulübü Bunun yanında etkinlikte açılmış sergiler sayesinde çeşitli dergi ve fanzinlerle de tanışma imkanı bulduk. Hem fanzinleri, hem de fanzin sahibi yazar ve çizerlerin standlarındaki kitap ayracı, sticker ve kartpostalları tabir-i caizse yağmaladık. Ayrıca tasarımcıların ve çeşitli sanatçıların sergiledikleri tamamen kendilerine ait olan ürünler de gerçekten yaratıcı ve ilgi çekiciydi.

"İCAF, kendi alanında Türkiye'de ilk kez düzenlenen bir şehir festivali. Bu alanda bir boşluğu doldurduk. Dünyanın en iyi karikatüristleri ve çizerleri bizde ama bugüne kadar bu sanat dalıyla ilgili bir festival düzenlenmemiş. Hedefimiz bunu sürdürebilir hale getirmek, bunun için görüşmelere şimdiden başladık.”

Devamı gelecek mi?

ICAF 9.000'i aşkın ziyaretçinin katılımıyla tamamlanmış oldu. Alper Sesli, 2017 yılında İCAF'ı çok daha geniş kapsamlı ve uluslararası katılımla gerçekleştireceklerini vurguladı ve festivalin geleceğin yeni nesil çizerleri ve çizgi romancılarına ilham kaynağı olmasını arzuladıklarını da sözlerine ekledi. Sanatseverler olarak bize de merakla ve heyecanla beklemek kaldı.

5


GOOLGE YAZAN: Tuğba TURAN

İLLÜSTRASYON: Nilay ADLIM

__________________________ |Search or type URL |� ~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~~

sarhoş olup bütün gece mastika oynarsın ya. Sonra (Allah kahretsin) videoyu izleyince, 'Ben miyim lan o kıvrım kıvrım oynayan?' dersin. Ama bütün

Meraklısı için, bu hikayede hiç seslendirme yok.

akrabalar, seni o inanılmaz kıvrak hareketlerle

Herkes kendini konuşuyor.

hatırlarlar bir kere. Dönüşü yoktur.

***

İşte yazmak da, sarhoşken bir akraba düğününde

Ben-anlatıcı:

dans etmeye benzer.

Hani inatçı ve ahlaksız bir tükenmez kalem, önce

Sonra teşbihte hata olduğunu öğrendim. Beni hep

kağıda ucundan biraz mürekkep akıtır ama yazmaz.

yanlış kadınlara benzettiler. Seksenli yıllarda,

Sonra ucunu, akıttığı o minik mürekkep birikintisine

otuzların kadınlarına benzettiler. Doksanlı yıllarda,

bandırınca yazmaya başlar ya; ben de kendimi

seksenler civarında takılı kalmıştım. İkibinlerde ise

Gölge e-Dergi'ye bandırdım. Gözlerimi, elimi,

fena benzettiler beni. O gün, bugündür gömülmeyi

beynimi.

bekliyorum.

Radiohead'in Creep şarkısının gitar riff' leri ile

Zaten babam en başta beni gömüp, erkek kardeşimi

senkronize bir ilişkimiz vardı Gölge'yle. Tam 'I wish I

de kurban etseydi, şimdiye rahat edecekti. Ne miras

was special / You're so f.ckin' special / But I'm a

paylaştırma, ne bir şey. Ama sonra olaylar farklı

creep / I'm a weirdo' derkenki gitar riff'leri gibi bir

gelişti. Herkese ak saçlı bir âlim der 'oku' diye, bana

görünüp, bir kayboluyordum.

annem dedi.

Hayat da gel-gitlerle doludur. Gel'ler ve git'ler. Kimi

Okul bitince askere yazıldım. Ama asker beni

zaman gel diyenler git diyenlerden daha çabuk

tınlamadı bile. Ben hayatıma virgül koydum, sen

azalır ve biter. O zaman başıboş seyahat eden bu

elinde bir gülle, çıkageldin. 'Nerden buldun bu

gemi, gel-gitlerden bağımsız bir limana yanaşmak

gülleyi?' demişim, sen güldün. Sonrası salaktım

ister.

işte, aşık olmak için sebep mi arıyorsun?

Sonra gelip bu Gölge'li limana sığındım. 'Dışarıdaki

Çok daha sonra, yollu yazılar geldi sırasıyla. Yollu

deli dalgalar'ın duvarları yaladığını bilerek...

dediysem, yol temalı. 'Yazmakla bitecek gibi değil.

Oyalanacak sesler bulmaya çalışarak... Denizi

En iyisi dünden yola çıkmak' dediğim dünü, dün gibi

görmek için gökyüzüne bakarak... Aldırmamaya

hatırlıyorum. Kendi yağımda kavrulup, kendi toprak

çalışarak...

yolumda debelenip duruyordum. Hamdım,

Yazmak da böyle bir şey. Aslında yazmak değil.

hamdım, hâlâ hamım. Sonradan yağan yağmurlarla

Gözyaşları damlar ya kağıda. Sihirli bir şekilde

çamur olan bu yolda patinaj yaparken, ekranıma bir i Gölge düştü. Bu Gölge, belki de bir düştü.

yazıya dönüşür. Hani amcaoğlunun düğününde

6


7


Oysa hayatımda bir Gölge hep vardı. Kırmızı

attılar misyonerler bizim milletin kafasına.'(6)

stilettolu, mor çiçekli elbiseli kadındı mesela;

Havva'dan doğan Habil, uçkur meselesi

'Saçları şehrin en uzun caddesi boyunca

yüzünden kardeşini öldüren Kabil'di;

uzanırken bulundu. Upuzun kıvrımların

'... Havva'nın kaçtığına delil olsun diye (kanlı)

sonundaki yılanbaşları kendisine bakanları değil

çarşafları balkona astılar. Ama bu Havva'nın

bakamayanları taşa çevirmişti. Bilinen tüm

kaçtığını ispatlamadığı gibi yüzyıllar boyunca

dinlerde dualar yazılıydı saçucunda. Ama hiçbiri

gerdek gecesi akıtılması beklenen bekâret

kabul olmamıştı...'(1)

kanının sergilenmesi felaketine yol açtı. Sevdikleri

Bir Baykuş'un sabahladıktan sonra denize düşen

erkek uğruna kanını ilk sevişmede akıtamayan

Gölge'siydi;

nice kız, bıçaklanarak öldü, çünkü erkekler buna açtı.'(7)

'Aynı suda iki kez yıkanılmaz'mış bunu duymuştum; ama bir su aynı 'sen'i de iki defa

Bir seyyah, bir düzenbaz, iflah olmaz bir

yıkayamazmış. Bunu öğrendim o gece.'(2)

cambazdı;

Mavi bir köpeğin gözleri ya da bir köpeğin, yarısı

'Derken bir gün geldi 'dünyanın merkezi'ne

mavi yarısı kahverengi ama tamamı sana sevgiyle

rastladım. Güncelledim kendimi, sık kullanılanlara

bakan gözleriydi Gölge:

ekledim. Ben sana pervaneyim, dedim. Aynadan baktığında göremediğin tek göz benim.'(8)

'Beni hiç kimse onun kadar çok ve onun kadar ilk görüşte sevmemişti anne. Belki sen? Sen beni ilk

Tüm gölge ve ayak oyunları düzenine ayak

görüşte ne kadar sevdin anne?'(3)

uydurmuş Karagöz, yüzyıldır uyuduğu uykudan uyanıp geldiğimiz hallere vah eden Hacivat'tı;

Rapunzel'di, aykırı da olsa masal kahramanıydı:

'Karagöz: Üzülme boğazda kayık falan kalmadı,

'...bir gün, saçlarının çoğunu kazıdı, aslında kilitli

benzinle çalışıyor artık arabalar. Hem bak ben ev

olmayan kapısının kilidini açtı ve kuleden indi

aldım kocaman bir kuleden adı da Sapphire;

Rapunzel. Pembe 'punk' modeli saçları ile İstiklal'de yürüyen ilk kadın oldu.'(4)

Hacivat: Yahu sen tumansız gezerdin ben görmeyeli ne zaman böyle semirdin bre kâfir!'(9)

Bronşitli öksürüğü, uzun boyu, mevzun fiziği ile bir şehre aşık'tı:

İsmini telaffuz ettiğimizde fazla söze gerek

'Bayılıyordum ona. Arabama yer bulmasına. Bana

kalmayan, yüreği gibi kocaman burnuyla

yer bulmasına. Bende yer bulmasına. Sokaktaki

gözlerimizden iki damla yaş akıtan Cyrano de

Çingenlerle, fahişelerle, sahildeki balıkçılarla,

Bergerac'tı;

barlardaki ibnelerle olan muhabbetine.'(5)

'İnsanın ilk seyrettiği andan itibaren, “Aşık'ı aşık eden, duygular ve bu duyguları anlatan kelimeler

Çoktan bu diyarlardan göçüp gitmiş olsa da,

midir?” yoksa “Uğruna bir ömür adanan sadece

bende daha doğmamış olan, 'dörtnala sevişmek

güzel bakabilen bir çift göz müdür?” diye

lazım'diyen şairdi;

sorgulatan o yüce aşkın sahibi koca Cyrano!'(10) 'O zaman bir şairle de tanıştırılamaz insan, ona toslar. Ama şairi sevmen için bir şiirine kafanı değil

Mutlu sonla bit(e)meyen tüm masallardaki gibi, o

kalbini çarpman gerekir. (gülerek) Yoksa çok İncil

ayakkabıyı deneyen Sinderella'ydı;

8


...Prens'in adamları ayakkabıyı gümüş bir tepside

gölgelerinden o ara doğdu.

getirdiler.... "Yönetmenim kızın ayakları şişmiş,

Bir de ona soralım bakalım bir e-dergiyle aynı adı

ayakkabı olmuyor!”... Eni konu karnı büyümüş

taşımak nasıl bir duygu?

olan kız her ne kadar bunu saklamaya çalışmışsa Gölge-anlatıcı:

da artık Su'dan devlet televizyonunda dört aylık

(Gölge'nin ağzından Gölge e-Dergi'de olmak nasıl

hamileliği ile canlı yayındaydı.'(11)

bir duygu mu? Ne anlatacağım ki ben şimdi...)

Diğer on kardeşinden daha yavaş büyüdüğü için yarım kalmış, YÜZDE ELLİ ismini bu masum

Yoktum, sindim. Üşüdüm, ısındım. Bağırdım,

sebepten almış bir yavru köpekti;

duyulmadı. Acıktım, bir lokma ekmek veren olmadı. Sokakta 'sokak kızı' diye yaftalandım,

'Evet, YÜZDE ELLİ'yi evde tutmak isterdim ama

evde 'ev kızı'. İşe gireceğim, dedim, başımıza

maalesef yapmayacağım. O da gidecek,

orospu mu olacaksın, dediler. Her coğrafya ve her

kendisine yeni bir yuva bulacak. Dışarıda kendisi

iklimde başıma bir çorap ördüler. Recm edildim,

gibi doğduktan sonra kavruk kalmış diğer yüzde

resmedildim, karı edildim, vaftiz edildim, sevk

ellilere karışacak... Şairin dediği üzerinden

edildim, sünnet edildim, taciz edildim, katledildim;

gidecek olursak:

ama hiç mutlu edilmedim. Güçlü olmam Dünyayı güzellik kurtaracak

gerekiyordu ama ne Hulk gibi kaslarım, ne de

yüzde elli'yi sevmekle başlayacak her şey…'(12)

Ironman gibi kasklarım vardı. Ben de, yoklukla

***

güçlendim. Hiçlikten doğdum. Bir kadının içine düşerken istenen, düştükten sonra istenmeyen bir

Gel-git'ler bitti, gemi limana girdi. Dışarıda hâlâ

bebek gibi, boşluğu doldurdum. Ben oldum.

deli dalgalar... Ama artık Saramago'nun 'yitik ada'sı gibi ne yöne gittiği belirsiz bu bir türlü adam

Lisbeth Salander-(Gölge'nin başının derdi,

olmayan adaya, 'huzur adası' denmişti. Yersen.

dert ortağı, başına iş açmaz ise iş ortağı) anlatıcı:

Bu zamanlarda Gölge'ye her ay yazmak hem zor hem kolaydı. Çünkü memleketimde gündem,

Bir kahramanın ömrünün uzun olması için güçlü

gölge oyunu gibiydi. Ampul ışığıyla perdeye bir

bir villain lazım. İnsanları evine sokacak, amanın

görüntü yansıyor ama Karagöz kimin elinde,

Gulyabani geliyor, şehri, ülkeyi dünyayı ele

Hacivat kimin belinde belli değil. Bir Tuzsuz Deli

geçirecek diye korkutup onu yenerek her

Bekir var, bağırıp duruyor hafta içi beş gün beş

seferinde küllerinden yeniden doğması lazım. Bu

tepemizden. Erkek egemen zihniyet, dünya çocuk

yüzden Gölge, sen, fazla uzun ömürlü olamazsın

gününde çocuklarını öldürüyor, sevgililer

canım!

gününde sevgililerini... Kadın mısın, kız mısın belli

Gölge: Sen öyle sa! Açsana şu haberlerin sesini!

değil diye aşağılanıyor insanlık en yüksek

İyi akşamlar sayın seyirciler. Karadul

mercilerden.

sertifikasını aldığı gün, Zincirlikuyu

İşte bütün bu yükseklik ve 'merci'lerle derdi olan,

mezarlığını ona tahsis etmişler. İlk ve son

kadınları kaderlerine terk etmeyi değil, kadın

röportajında öyle söylüyor.

düşmanlarını adalete teslim etmeyi görev bilen

Odasının duvarında 'No country for old men'

kahramanımız Gölge, küllerinden ya da

posteri asılıymış ve 'old' kelimesinin üzerinde

9


kocaman kırmızı bir çarpı işareti varmış. Bir de kendi deyimiyle dünyanın en yumuşak kalpli kiralık katili Léon'un resmi.

Gölge e-Dergi; (1) Eylül 2012, sayı 60 (2) Şubat 2011, sayı 41

Kalkıp giyiniyor. Söylediğine göre üzerindeki her şey siyah. Whatsapp üzerinden yaptığımız röportajımıza başlıyoruz:

(3) Mayıs 2011, sayı 44 (4) Haziran 2012, sayı 57 (5) Ağustos 2013, sayı 71

“Bugüne kadar kaç kişiye Y damgasını vurdunuz?"

(6)Temmuz 2012, sayı 58

***

(7) Şubat 2013, sayı 65

Gölge ve Lisbeth'in haberlerde dinlediği röportaj kime ait? Y damgası ne? Kim Gölge ve Lisbeth'i peşinden koşturacak kadar kötülük yapıp kin güdecek? Kim zulme zulümle karşılık verecek kadar kana-kan, dişe-diş diyecek? Az sonra (yani önümüzdeki ay) dergimizin yeni sayısında!

(8) Aralık 2012, sayı 63 (9) Ağustos 2012, sayı 'Değişen Dünya Düzeni' (10) Nisan 2013, Kahraman Özel Sayısı (11) Mayıs 2013, sayı 68 (12) Temmuz 2013, sayı 70 'Gezi-Direniş'

10


BİR ÇARŞAMBA GÜNÜ Ahmet YÜKSEL İşsiz bir günümdü. O kadar işsiz bir günümdü ki bir gün öncesinde, bir hafta öncesinde ve hatta bir ay öncesinde her hangi bir mesaiye katılmamış, bir sene sonrasına kadar da katılmayacaktım. “Abi, dedi ben bi dergi hazırlıyom” İçimden elbette “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diye geçiriyorum. “Fanzin mi” diyorum. “Evet” diyor. Çocuk bu hevesini kırmamak lazım. “Aferin” diyorum. O günlerde o kadar işsizim ki MSN denen illette herkesi dinliyorum, gaz vermekte üstüme yok. “Destek verir misin” diyor, “Alpaslan'a söyle” diyorum. Bir şeyi yapmak istemiyorsam tek çıkışım Alpaslan; kardeşim. O zamanlar site kuruyor, siteler kuruyor, korsan müteahhit gibi bişey. Aradan fazla zaman geçmiyor, ya 10 ya da 15 gün filan; “abi biz Cem Vural'la dergiye başladık” diyor. “Aferin” diyorum. Çocuk bu hevesini kırmamak lazım. “Abi Orkun Uçar'la röportaj yapacağım, ne sorim” diyor. Ulan bu Orkun Uçar'da kim ola? Hz. Google'a yazıyorum, vakti zamanında TRT'de tanıdığım biriymiş. “Yap bakalım” diyorum. Daha gün bitmeden “Abi Orkun Uçar'a ulaşamadım, Burak Turna ile yapacağım” diyor. “Aferin” diyorum. Daha gün bitmeden “Abi Cem çizgi romanı yetiştiremiyor” diyor. Hadi be!!! “Şükrü Bağcı'yı dene” diyorum. Şükrü iyi çocuk. Ne iyisi be mükemmel biri. Hacettepe grafikte mi ne okuyordu o zaman. “Yazar da lazım.” “Oğuz Özteker'e bak” diyorum. “O kim” diye bile sormadan “Tamam” diyor. Ne oldu da ne zaman anlaştı bu adam. “Oğuz abi de çok sevindi yazısını bu akşam gönderecek”.

11

Yazarlar çizerler havada uçuşuyor. Bi kibarlık yapıp da “sen de yazcan mı” demiyor herifçioğlu. Ayın biri geliyor. Gelir hep. Kardeşim arıyor, telefon titreşimde MSN den yazıyor, “Dergiye baktın mı yükliyim mi” diye. Hangi dergi hangi, nereye ne oluyoruz!!! Daha cevap vermeye fırsat bulamadan linki yolluyor. O zamanlar kotalı internet kullanıyorum. İndirmiyorum dergiyi. Günler geçiyor, birileri dergiden bahsedip duruyor, kulağıma fısıldıyor, kaşıntı yapıyor. “Emre, diyorum. 2. Sayı ne durumda?” Bunu da 10. Yılında anlatırım. Mehmet Kaan'ın, Hasan Nadir'in, Mehmet Berk'in hikâyesi ile birlikte. Mehmet Kaan neden Gölge'ye çizecem deyip 2 sene tek kare bile çizmedi de bugün derginin her boş gördüğü sayfasına karalıyor. Benim yaptığım röportajları neden sümen altı ediyor. Yazdığım ve “ben bunu çizgi roman yapacağım” dediği hikâyelerim nasıl piç oluyor. Mustafa Emre'yi 100. Sayıdan itibaren yeniden editör koltuğuna oturttuktan sonra neden uzun zaman telefonlarıma cevap vermedi. Bu hafta aradığımda telefonu neden “sen kimsin” diye açtı. Mehmet Berk Yabani Dergi'yi duyunca neden “Ben biraz o tarafa kayacağım” dedi de Tepedeki Bar”ı hala hızlandırmadı, Yoksa Kırımlı bi yengemiz mi olacak? Çok söyleyecek söz var ama işte dediğim gibi Mustafa Emre, Ahmet Hamdi, Mehmet Berk, Hasan Nadir, Mehmet Kaan gibi çift isimlilerin tekelinde dergi. Ne demiş şair “hoşça kalın dostlar, aydınlıklar sizlerin olsun. Benim derin gölgelere, koyu karanlıklara kaçmam gerek…” Eyvallah.


İNTİKAM YAZAN: Atilla BİLGEN

İLLÜSTRASYON: Gökçe DENİZ

Avuçlarımın içinde tuttuğum eli gibi sıcaktı içerisi,

bu mahcup hali hoşuma gitmişti. Şimdi onu her

ama ben titriyordum! Güneşi koynuma alsam,

zamankinden çok arzuluyordum!

yine de geçmeyecek bir üşümeydi bu. Oysa daha

“Bira içer misin?” diye sordu.

birkaç saniye öncesine kadar yanıyordum! Anahtarı kilide sokmamla ateşim söndü ve

“Sence yeteri kadar içmedik mi?”

gerçekle yüzleştim: Aldatıyordum. Son birkaç

“Sanırım.” dedi ve sustu. Harekete geçmek için

saattir yaşadıklarım küçük, masum bir oyundu.

benden bir işaret bekliyordu. Bir bakış, bir sözcük,

Ancak artık oyun bitmişti. Hissettiğim heyecandan

bir gülümseme, bir el hareketi… Bu düşünceyle

dolayı

kafesimden

gülümsedim ve kinayeli bir ses tonuyla “Bira

fırlayacakmışçasına atıyor, bacaklarım yeni

içmeyeceğimize göre şimdi ne yapacağız?” diye

yürümeyi öğrenen bir bebek gibi titriyordu. Hiçbir

sordum. Derin bir uykudan uyanırcasına kendine

şey düşünmemeye çalıştım, zira düşündükçe

geldi ve boğuk bir sesle “Seni istiyorum.” dedi.

yaptığım yanlışlıklardan ve engelleyemediğim

Ufak bir kahkaha attım, ardından kollarımı iki yana

arzulardan korkuyordum. Elimi kurtarıp kapının

açıp “O zaman neden bekliyorsun?” dedim.

kalbim

göğüs

yanındaki düğmeye dokundum. Oda aydınlandı,

Bu sözleri utanmadan nasıl söyleyebilmiştim?

ama içim hala loştu! Sabah uyandığımda pişman

Gerçekten bilmiyordum. Ama böylesine rahat

olacak mıydım? Bilmiyordum. Vazgeçersem, belki

davranmak çok keyifliydi!

de ömür boyu pişmanlık yaşayacaktım. “Ne pahasına olursa olsun denemeliyim.” diye

Kollarıyla bedenimi sardığı an kendimi

içimden geçirdim. O kararlılıkla yüzüne baktım;

sorgulamayı bıraktım. Dudaklarını çekingen bir

dudaklarını ısırıyordu. Yanakları pancar gibi

tavırla dudaklarıma bastırdı. İki ağız birbirini

kızarmıştı. Heyecandan sıklaşmış nefesini, zar

keşfetmeye başladıkça nefes seslerimiz arttı

zor zapt ediyordu. Yüzünü ellerimin arasına

Kibarca başlayan küçük dokunuşları, zamanla

almak, dudaklarına öpücükler kondurmak

sertleşti. Dudaklarımı kanatırcasına öperken elleri

istediysem de, kendimi frenledim. Nasılsa

vücudumda hoyratça dolaşıyordu. Kalbimin ritmi

acelemiz yoktu. Uzun bir gece bizi bekliyordu.

hızlanmıştı, o zevkle gözlerimi kapatıp kontrolü tamamen ona bıraktım. Elleri kuralsız bir şekilde

Yüzümde kocaman bir tebessümle yatağa doğru

bacaklarımda, göğüslerimde, kalçalarımda

gidip kenarına oturup gözümü üzerine diktim. Ne

dolaşırken hiç tereddüt etmiyordu. Bedenimin her

yapacağını, ondan ne beklediğimi bilmesine

noktasını ezbere biliyor gibiydi.

rağmen yerinden hareket edemiyordu. Barda,

Ardından

yavaşça üstüme çıktı. Ritmik hareketlerle

sokakta, arabada, koridorda gösterdiği cesaretten

üzerimde gidip gelirken dudakları boynumda

eser kalmamıştı. Siyah gözlerindeki ihtirası

geziniyordu. “Sakın durma! Devam et.” diye

oturduğum yerden rahatlıkla görebiliyordum, ama

haykırdım.

aynı zamanda yeni yetme bir genç gibi tutuktu ve

12


13


Zirveden inerken gözlerimi açtım. Sevgi dolu

gerçekten kırmak istemiyordum, ne var ki böyle

bakışları üzerimdeydi. Nedense rahatsız

davranmaya devam ederse mecburen

olmuştum. Görmemek için başımı yana çevirdim.

yapacaktım.

“Seni…”

“Devam etmek istemiyorum!”

Ne söyleyeceğini biliyordum. Onu engellemek

Bir şey söylemek istercesine dudaklarını

amacıyla başımı iki yana sallayıp parmağımı

oynattıysa da tek kelime etmedi. Ne yapacağını

dudağına götürdüm ve “Lütfen sus.” dedim.

kestiremiyordu anlaşılan. Başını çaresizce önüne

“Meğerse hayatım boyunca hep seni

eğdi, yüreğim sızladı. Ama bunun adı sevgi

beklemişim!”

değildi! Öyle olsaydı haline dayanamaz, sıkıca sarılır ve beni affedene dek bırakmazdım. Başını

“Lütfen!”

kaldırıp bakışlarını yeniden üzerime yöneltip

Fısıltıları yüreğimi incitmiş, ateşimin sönmesine

“Gitmemi ister misin?” diye sordu.

sebep olmuştu. Az öncekinin aksine ne kalbim

“Lütfen. Yalnız kalmaya ihtiyacım var.”

deli gibi atıyordu, ne de uçuyordum! Alkolün ve tutkunun vücudumda oluşturduğu sarhoşluk

“Anlıyorum.”

sevgi dolu kelimeleriyle vücudumu terk etmişti. O

Ben bile ne olduğunu bilmezken o neyi anlamıştı?

ise yaşadığım fırtınalardan habersiz üzerimde

İstenmediğini mi? Gerçekten istemiyor muydum?

gidip gelmeye devam ediyordu. Ruhum

Bilmiyorum! Bilmiyorum! Artık hiçbir şey

bedenimden ayrılmış yatağın diğer ucundan bizi

bilmiyorum…

izliyordu! Biraz evvel kuşlar gibi uçarken, şimdi bir

Yataktaki pozisyonumu değiştirmeden sessiz bir

sürüngen gibi yerlerde sürünüyordum. Beni bu

şekilde giyinmesini seyrettim. Odadan çıkmak

denli geren vicdan azabı mıydı, yoksa bağlanma

için kapı kolunu tutmuştu ki, birden durakladı. Bir

korkusu mu? Bilmiyordum, ama acı çektiğimden

süre öylece kaldı. Ardından başını geri çevirdi.

emindim.

Dudaklarında buruk bir gülümseme vardı.

Bu

eziyete

daha

fazla

dayanamayacağımı anlayınca, sert bir hareketle “Şey için tasalanma. Zira henüz gelmemiştim!”

kendimi altından kurtardım. Tükenmişçesine yatağın üstüne oturup bacaklarımı kendime

Umursamadığımı anlatırcasına omuzlarımı

doğru çektim ve başımı üstüne koydum. Olanlara

silktim ve donuk bir sesle “Spiralim vardı. Rahatça

anlam verememişti.

gelebilirdin.” dedim. Bu sözüm üzerine umudunu

Bakışlarında belirgin bir

tamamen kaybetti. Bir süre gözlerimin içine baktı,

hayal kırıklılığı vardı.

ardından sessizce arkasını dönüp odadan çıktı.

“Ne oldu?” diye sordu.

Adım adım benden uzaklaşmasını dinledim. Ayak

“Keşke bilebilsem! Ama inan bilmiyorum.”

sesleri duyulmaz olunca ortalığa bir sessizlik “Canını yakacak bir harekette mi bulundum?”

çöktü. Sinek uçsa kanat sesleri duyulacak kadar

“Hayır.”

koyu bir sessizlik! Hiç hareket etmeden, gözümü

“O zaman sorun ne?”

bile kırpmadan durdum öylece. İçimi acıtan hüzünlü bakışlarını, buruşmuş çarşafın kıvrımları

Hüzün dolu gözlerine bakarken üzerime

arasına gizlemeyi başarınca, ayağa kalkıp

gelmemesi için içimden yalvardım. Onu

banyoya gittim. Sıcak suyu sonuna kadar açıp

14


duş başlığının altına girdim. Vücudum kıpkırmızı kesilince suyu kapatıp banyo jelini aldım ve acele etmeksizin her tarafıma sürdüm. Durulandığımda üzerimdeki sabunlardan kurtulmuştum, ama düşüncelerim benimle kaldı!

de almıştım. O zaman durup dururken neden irrite olmuş ve apar topar yanımdan uzaklaştırmıştım? Bu soruya yanıt bulmak için zihnimi zorladığım sırada sevişirken söylediği sözleri anımsadım. “Meğerse hayatım boyunca hep seni beklemişim!”

Kurulandım ve geceliğimi üstüme geçirip yatağa uzandım. Ama uyuyamadım. Kokusu yastığa sinmişti. Her nefes aldığımda o an zihnimde yeniden canlanıyordu. Hayatta bir kere yaşanabilecek türden bir deneyim yaşamıştım ve adrenalin hala damarlarımda dolaşıyordu. Yattığım yerden doğrulup yatağın kenarına oturdum. Yarı aralık perdeden içeriye dolan ay ışığına bakarken huzursuz olmamın sebebini düşündüm. Vicdan azabı olamazdı, zira onunla isteyerek yatmıştım. İtiraf etmek gerekirse zevk

Amacım yeni bir ilişki yaşamak değildi. Arayış içindeyken karşıma çıkmıştı. Gözümde bir piyondu. Beni sevdiğini söyleyerek şah olmayı hedeflemiş ve kaybetmişti! Yatağa sırtüstü uzanıp gözlerimi tavandaki lambaya diktim ve “Yanlış bir şey yapmadım. Aldatmasaydı aldatmazdım! Her şey bu kadar basit!” dedim. Haklığımı onaylamış olmalı ki lamba ses çıkarmadı. Ben de üstelemedim…

15


16


17


18


19


20


TEPEDEKİ BAR DOKUZUNCU KISIM YAZAN: Mehmet Berk YALTIRIK İLLÜSTRASYON: Hüseyin ESEN (2010'lar)

Yaratık kafasını çekince Vedat kapıyı tamamen kapatarak kilitledi. Pelin'in eşiğinde dikilmekte olduğu kapıya atılarak: “Beni takip edin aşağıya inmemiz lazım!” diye bağırdı. Kadının böğürtüsü daha da şiddetlenmişti ve duyulabiliyordu.

Odanın kapısı zorlanıp kadın suretli dehşetin böğürtüsü kulaklarında çınlarken bir anlığına hareketsiz kaldılar. Ahşap kapılar pençe darbelerine dayanamayarak ardına kadar açıldığı esnada kanlı beyaz elbisesi ve çarpık dişleriyle arz-ı endam eden dehşetle göz göze geldiler. Vedat: “Öbür kapıdan!” diye bağırınca bir anda kapıya hamle edip hızla başka bir odaya geçtiler. Vedat da arkalarından girip kapıyı örttüğü esnada yaratığın kafasını kapının arasından sokarak kapıyı ittiğini gördüler. Vedat'ın zorlandığını görünce var güçleriyle kapıyı itmeye başladılar. Kadından yükselen boğucu küf kokusu yüzlerine çarpıyordu. Işıltılı gözleri ve dişleri oldukça yakınlarındaydı. Bedeninin olanca gücüyle kapıyı itmeye çalışan dehşet arada bir böğürerek konuşmaya başladı: “Ben de... Ben de… Ben de sizler gibiydim. Bana… Bana bir şey oldu.

Merdivenlerden koştura koştura aşağıya inip

Susadım! Susuyorum! Susuzluğumu dindirmem

birinci kata vardıklarında zemin kata inen

lazım! Lazım! Lazım!”

merdivenlerin olduğu yere geçebilmek için uzunca bir koridora saptılar. Vedat bir yandan yürürken bir yandan Kenan'a bakıyordu: “Patron geliyor. Eli kulağında!”

Vedat hengâme esnasında beline sıkıştırdığı silahını yeniden çekerek olanca gücüyle yaratığın suratına indirmeye başladı. Yaratık böğürdükçe kapıyı daha da şiddetli itiyordu. Kenan: “Bana ver baba silahı benim sağım kuvvetlidir!” deyince Vedat tereddüt etmeden silahı ona verdi. Kenan, silahın kabzasını söve söve dehşetin suratına indirmeye başladı. Koyu renge sahip bir kan yaratığın suratını kaplamış, daha da korkutucu hale gelmişti. Kenan odanın diğer ucundaki kapıyı Pelin'e gösterip kafasıyla işaret ettikten sonra tüm gücünü toplayıp yaratığın suratına tekrar vurdu.

Odalardan hızla geçip konağın öbür ucundaki merdivene doğru yürürken Kenan bir yandan elde silah söyleniyordu: “Ulan böyle temiz iş olmasından kıllanmalıydım. Senle girdiğimiz hangi iş sağlam oldu ki bu olsun? İnşaattan geçilmeyen, yakılmamış ormanın olmadığı İstanbul'da sen git böyle bir ev bul anasını satayım…” Vedat müstehzi bir ifadeyle karşılık verdi: “İyi yönden bak! Arazi mafyasıyla da kapışabilirdik!” “S.ktir git lan! Mafyaya en azından sıkabiliyorsun. Bu ölmüyor!”

“Patron ne yapacak? Bizdeki silahsa ondaki de silah. Roket mi sıkacak karıya?” Vedat bir anlığına geri dönüp Kenan'ın üzerine yürüdü: “Ne bileyim ulan! Ne yapacak! Ne yapacak! Uğursuzluk abidesi! Her işin uğurunu kaçırırsın zaten…” Kenan gerilemek yerine tam karşısına dikilmişti Vedat'ın: “Öyle mi oldu şimdi? Senin yüzünden hayatım kaydı lan benim. Hangimiz uğursuzuz

21


22


acaba?” Pelin ikisinin arasına girdi hemen: “Ya durun Allah aşkına sırası mı? Çıkalım şuradan önce…”

beni de çok öncesinde Kadir'in yanına yollayacaklardı! Kadir'in vadesi dolmuş onun için elimden bir şey gelmezdi. Pelin'in de bildiğim kadarıyla kalbini kırıp askere kaçan sendin…”

Vedat, Pelin'i bir kenara itti: “Bir dakika Pelin anlayayım bir beyefendinin hayatını nasıl kaydırmışım?”

“Zarar verirler diye korktum lan! Benimle ayrılırsa mafya peşine düşmez diye düşündüm.”

Kenan: “Buraya getirmen bile başlı başına bela lan nasılı mı var?”

“Ben vardım. Ben korurdum. Gittin kafana göre iş yaptın!”

“Hayır! Onu kastetmedin çıkar ağzındaki baklayı!”

“O zamanlar kıytırık badigarttın lan ne yapacaktın koca mafyaya? Hem emanet etsem ne olacak. Ne bok yediğinizi bilmiyor muyum?”

“Kızın yanında konuşmayalım istersen.” “Konuş ulan bu saatten sonra bir şey olmaz…” “Ben askere gitmeden önce yaptığımız o toz işi işte. Tek iş ama hayatımı kaydırmaya yetti…” “Kafana silah dayamadım.” “Paraya ihtiyacım olduğunu biliyordun. Pelin'le evlenecektim!” “Pisliğe girmekse hepimiz girdik. O işte beraberdik.”

Pelin bu sözü duyunca beyninden vurulmuşa döndü. Dengesini yitirdiği esnada yanında durduğu pencereye yaslandı. Elleri titriyordu. Vedat, ceketinin cebinden sigara paketi çıkarıp Pelin'e uzattı. Titreyen elleriyle sigarasını güç bela yakan Pelin zonklayan şakaklarını ovuşturmaya başladı. Vedat küfreder gibi baktı Kenan'a: “Ne bok yemişiz?”

“Pis tarafını yapan bendim. Benle Kadir. Sana bir bok olmadı!”

“Ben yokken yaptığınızı diyorum. Gerçi sen buna da bir bahane bulmuşsundur. Nasıl olsa ayrıydık di mi?”

“Konuş konuş susma….”

“Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu lan?”

“Ne konuşayım lan biliyorsun işte. Toz işi yapılacak dedin. Tek seferde muazzam miktarda canlı indiragandi dedin. Kadir'le birlikte “he” dedik. Demez olaydık. Bildiğin gibi o işi takip eden başka bir lavuk varmış, tepemize çöktü. Kadir'i kurşunladılar. Ben askerliği tecil ettirmek yerine askere gitmeyi tercih ettim.”

“Ben kızı bırakıp askere gittim sen de fırsattan istifade… Konuşturma beni!” “Arkadaşım olmasan, başkası dese şunu ölüsü çıkardı buradan! O olay sandığın gibi değil…” “Nasıl sandığım gibi değil lan arkadaşın manitasına bakmak delikanlılığa sığar mı?”

“Benimle ne alakası var bunların peki? Talihsizlik işte satış olmadı. Mafyayla papaz olduk. Sen askere gittin kurtuldun, tüm bok bana kaldı ben de hepimizi sıyırdım işte.”

“Ben öyle bir eşeklik yaptım, yaptım ama Pelin masum lan. Bir gece barda kaldık yağmur bastırdı. Kafam da iyiydi. Yanaştım o halde… Ama Pelin… Pelin istemedi. Kız yaptığın eşekliğe rağmen istemedi.”

“Paramı alamadım. Arkadaşlarımdan biri öldü. Saçlarımı kaybettim. Pelin'i kaybettim. Hâlâ ne alakam var diyorsun!”

“Yalan!”

“Ben mi yedim lan paranı? Satış işinden geleni mafyaya vermesem seni kışladan çıktıktan sonra

“Kızı üzme Kenan. Bilsem böyle olacağını vallahi konuşalım demezdim.”

23

“Yalan olduğu belli işte…”


Vedat bir anda Kenan'ın yakasına yapıştı: “Ne yalanı lan! Yalan olsa sana bu imkânı sağlar mıydım? Parayı alır mafyaya paranın sende olduğunu söylerdim!” Tam o esnada Pelin'in önünde durduğu camın korkunç bir şangırtıyla parçalandığını işittiler. Pelin cam kırıklarından korunmak için bir anlığına başını yüzünü örtüp eğildi. Kenan'la Vedat o esnada camdan baş aşağı sarkan dehşeti fark edebildiler. Yaratık Pelin'i bir anda kucaklayarak yukarı doğru çekti. Pelin'in canhıraş çığlıkları konağın dört bir yanında çınlarken ellerini pencerenin pervazına dayayarak direnmeye çalıştı. Vedat bir anda Pelin'in ayaklarına atılıp kızı kendine çekmeye başladı. Kenan da kendine gelince Pelin'i belinden tutup çekmeye başladı. Kadın suretli dehşetin böğürtüsü Pelin'in çığlıklarını dahi bastırıyordu. Kenan bir anlığına Pelin'le göz göze geldi. Yalvarır gibi bakıyordu: “Kenan! Beni ona canlı teslim etmeyin! Beni ona bırakmayın! Öldürün beni!”

“Sağ kalmamız lazım. Onun için!” Kenan onu duymazdan geldi. Vedat üzerine atıldığı esnada namluyu kendi kafasına dayadı: “Artık benim için dünya yok…” Tetiğe basar basmaz patlayan gürültünün ardından yere düştü Kenan. Vedat gözyaşlarını silerek koridorda koşmaya devam etti. Merdivenlere ulaştığında korkudan yine ayaklarını güç bela hissedebildiğini fark etti. Yine o bataklıkta, çamurlara bata çıka yürüyormuş hissi… Zemin kata ulaştığında kapıya yöneldi. Kapıya varmadan kapının iki kanadının da muazzam bir gürültünün ardından açıldığını gördü. Patron kapıdaydı. Ona doğru koştururken bir yandan da kurtulmuş gibiydi: “Patron! Seni Allah gönderdi abi yetiştin!” Patron mağrur bir ifadeyle poz keserek elindeki silahı hazırda tuttu: “Kim basabilir lan Arnavut'un mekanını? Nerede o pezevenkler?” Vedat patronun yanına varınca bu sefer başka bir korkuya kapılarak boynunu büktü: “Patron ben sana olayı tam aktarmadım.”

“Kurtarıcaz seni!” “Nasıl aktarmadın?” Pelin'in gözlerinden yaşlar süzülüyordu: “Öldür beni! Yalvarırım öldür!” Yaratık Pelin'i yukarıya doğru insan ötesi bir güçle çekiyordu. Vedat dahi bir müddet sonra haykırmaya başladı. Sesi ağlamaklıydı: “Onu böyle bırakma. Dediğini yap! Ben bırakamıyorum sen yap!” Kenan ellerinin titremesine hâkim olmaya çalışarak istemeye istemeye kıza doğrulttu. Boğazında düğümlenen hıçkırıklara aldırmayarak nişan aldı. Tetiğe basarak Pelin'i başından vurdu. Pelin'in gözlerinin donuklaştığını ve kana bulanan yüzünü görür görmez olduğu yere yığılıverdi. Vedat, Pelin'i bırakır bırakmaz yaratık kızın cesedini yukarıya çekti. Kenan yığıldığı yerde çökerek sarsıla sarsıla ağlamaya başladı. Vedat'ta çöktüğü yerde ağlıyordu. Kenan'a bakarak bir anda ayağa fırladı:

“Baskın değildi. Bir kişi. Dahası bir şey. Duvardan çıktı. Sonra…” “Bir dakika. Duvardan mı çıktı?” “Evet abi. Ses geliyordu sürekli. Ben de kedi sıkışmıştır sandım bizim kel badigarda yıktırdım. Ölmesini bekleyene kadar sesi keseriz diye düşündüm. Kenan'la Pelin'i bir de bizim badigardı öldürdü işte…” “Ulan beyinsiz herif! Burası zaten bar olacak o müzikte kim neyi duyacak? Su borusu der geçerdiniz. Bok mu vardı o duvarı kıracak?” Patron böyle deyince Vedat duraksadı. Onun duvardan çıkan dehşeti garipsemediğini görmek şaşırtıcıydı. O esnada patronun ardında ikisi kadın beş kişinin daha olduğunu gördü. “Misafirleri…” diye düşündü zira her birinin giyimi jantiydi. Patron misafirlerine şöyle bir baktıktan

24


sonra Vedat'a döndü. Şaşkın bakışlarını görünce alaycı bir ifadeyle gülümsedi: “Burasını çok özel partiler için yaptırmıştım. Ancak bu kadar erken bir organizasyon beklemiyordum!” Patronun bunları söylerken bir anlığına sırıtmasıyla bunca zamana kadar fark etmediği bir detay onu dehşete düşürdü. Yahut yaşadığı olayların tesiriyle hayal gördüğünü sandı. Zira patronun köpek dişleri gözlerine biraz fazla uzun gibi gelmişti. Patronun misafirlerinden biri içeriye girerek konağa göz gezdirdi. Ağzını açtığı sırada Vedat onun da dişlerini olağandan uzun gibi görmüştü. Gözlerini ovuşturduğu esnada adam sakin bir ses tonuyla konuşmaya başladı: “Bekir'ciğim bence tıpkı eski Beyoğlu günlerimiz gibi olacak!” Patron: “Pek huyum değil ama biraz aperatife ben de hayır demeyeceğim sanırım. Aç gelmiştik zaten…”

Vedat bu konuşmalarına bir anlam vermeye çalışırken dışarıdaki insanlara daha dikkatli baktı. Gözlerinin tıpkı o kadın suretli dehşet gibi ışıldadığını gördü. Vedat şaşkınlıkla Bekir'e baktığı sırada patronunun da gözlerinde aynı korkunç ışıltıyı fark etti. “Patron… Sen bu duvardaki şeyi biliyor muydun?” Bekir gülümsedi. Ardından ağır adımlarla konağa giren misafirlerine döndü: “Hatırlarsınız sizlere eski yaşadıklarımı anlatmıştım. İttihatçılar konağı

sarınca ben gündüzden ne olur ne olmaz diye duvarda bir küçük delik açtırmıştım. Elime sımsıkı bağladığım bir kamayla birlikte kolumu delikten içeri soktuğumda kendimi ısırttırabildim. Baygın düşmeden evvel hem onu yaraladım hem de kolumu kurtardım. Eski halk ananelerini iyi bilirim! Kamayı yaladığımda onun kanı ve ısırığı bana hayat vermişti yeniden!” Daha sonra Vedat'a baktı: “Eğer o duvarı kırmasaydın buradan elinizi kolunuzu sallayarak çıkabilirdiniz. Sonuçlarına katlanacaksın…” O esnada Vedat kafayı yiyip yemediğini düşünürken merdivenlerden aşağıya doğru o kadın suretli dehşetin indiğini gördü. Yanında Pelin ve Kenan'ın cesetlerini çuval misali sürükleyerek aşağıya iniyordu. Kadının ağzı kana bulanmıştı ancak beslendiği için silueti insanı ziyadece andırıyordu. Bekir onu görünce misafirlerine geleni takdim etti: “Paşa kızı ama çok hamarat. Bakın bize elleriyle ziyafet hazırlamış!” Kadın suretli dehşet ona bakıp sırıttığı esnada Bekir de aynı korkunç sırıtışla ona karşılık verdi: “Seni uzun süre ihmal ettim muhterem refikam. Lakin artık öte hayatın tadını çıkarabiliriz! Afiyet olsun!” Vedat tam ortasına düştüğü dehşeti fark ettiği sırada Bekir'in misafirlerinin bir anda üzerine atılıp kollarından ve boynundan kendilerini dişlediklerini gördü. Çığlıkları konağın duvarlarında çınlıyordu…

25


ARKHAM TIMARHANESİ İNCELEME: Uğur YAKIŞIK

Merhaba. Bu yazıyı yazarken ilk defa bir inceleme yazısında kalem kâğıt kullanmadığımı söylemeliyim, bu da normal olarak kalem kâğıt kullanırken ki kelimelerimi kullanamayacağımı his olarak aynı olmayacağını düşünmemi sağlıyor, bir senarist olarak böyle hisseden kaç kişi vardır bilemiyorum. Hal böyle olunca yazacağım şeyin iyiliğinden şüphe ediyorum. Peki bu durumda Arkham Tımarhanesinin yazarı olsa ne hissederdi? Grant Morrison'un ne hissettiğinin bir öneminin olduğunu düşünmüyorum, neden böyle

söyledin derseniz eğer şunu söyleyebilirim, adam ne yazarsa, nasıl yazarsa iyi yazacakmış gibi bir hava veriyor çünkü. Şimdi ilk olarak neden yazardan başladım, çünkü sanırım en kısa sürecek kısım bu kısım olacak, çizimler üzerine sanırım buradakinden fazla değineceğim (sanırım). Arkham Tımarhanesini okuduğumda aklımda tek bir soru vardı, bu hikâye başka türlü çizilseydi aynı anlamı, duyguyu içeriği bize verebilir miydi?

26


27


Cevabım basit bir evet verebilirdi ötesine geçemedi, Bir hikâyede de en iyi olan kısım, en önemli olan kısım da budur, onu ne şekilde anlatırsan anlat, aslında hep aynı şeyi anlatıyor olursun anlam değişmez. Grant Morrison bunu çok iyi bir şekilde becerebilmiş bir senarist olduğunu bu hikâye ile bizlere kanıtlıyor. Hikâyedeki içeriğe değinecek olursak (incelemelerimde spoiler olmaz o yüzden rahat olun), kısa bir özetle Batman 'in Arkham Tımarhanesine gidip orada Hücrelerinden çıkan mahkûmlar ile yaşadıklarını konu alan bir çizgi roman. tabii ki bu kadar kısa bir şekilde anlatılmaz direk sorana böyle söyleyebilirsiniz ama aslında çok daha derin bir hikâye ve anlatıma, içeriğe sahip.

çıkarılabilecek deliliğe dönüşebileceğini anlatıyor aslında. Düzgün, namusuyla para kazanıp çalışan biri, deli birinin benimsediği bir felsefeyi benimserse ne olur sorusuna cevap buluyoruz bir nebze bu çizgi Rromanda. Aynı zamanda deli sandığınız kişinin aslında dahi olabileceğini de fark ediyorsunuz. Tüm bunlar aslında bize neyi anlatıyor? Karakterlerin kişiliklerini mi, hangi karakter Joker gibi deli olabilir, hangi karakter Two Face gibi saplantılı olabilirin cevabını mı veriyor bu kitap, hayır… Aslında insanların ne kadar Joker, ne kadar Two Face olabileceğini anlatıyor, bunlar için neler gerektiğini gösteriyor başka bir hikâye üzerinden. Başka bir deli üzerinden, bir delinin nasıl akıl sağlığını yitirip o hale geldiğini görüyoruz gün be gün, bu da bizim kendimizin delilikten ne kadar uzakta olduğumuz görmemizi sağlıyor. Aslında belki de bizde birer deliyiz, sadece teşhis edebilecek kapasitede biriyle henüz karşılaşmadık… Aynı Killing Joke'taki Joker' in bize söylediği gibi. "Hayattaki en aklı

Mesela tımarhanenin bazımız için ev olabileceğini, toplumun aslında her kesiminin yozlaşmış bir deliliğe sahip olabileceğini ve bunun sadece bir felsefeyi benimsemek onu anlamak ve etkileşime geçmesi sayesinde ortaya

28


başında adamı deliliğe indirgemek için sadece tek bir kötü gün yeterli. İşte dünya benim bulunduğum yerden bu kadar uzakta. Sadece tek bir kötü gün.” "Ah, evet! Kiliseleri ahlaksız düşüncelerle doldurun! Beyaz Saray'ı dürüstlükle tanıştırın! Çocukların alınlarına müstehcen kelimeler yazın! Kredi kartlarınızı yakın ve topuklu ayakkabılar giyin! Tımarhane kapıları açık kalsın! Varoş mahalleleri cinayet ve tecavüzle doldurun! İlahi delilik! Bırakın coşku olsun sokaklarda, coşku! Gülün ve dünya da sizinle birlikte gülsün!" bu da Jokerimizden bir replik, kitabı açıp okuduğunuzda görebileceğiniz bir repliktir kendileri, aslında Joker' in ne kadar aklı başında bir felsefeyi benimsediğini gösteren bir repliktir kendileri. Nasıl sansürlenmedi çok merak ediyorum açıkçası bu replik, çünkü direk sistemi eleştiren bir replik, Beyaz sarayı Dürüstlükle tanıştırın… Büyük bir replik bu replik, elinizdeki her şeyi harcayıp yakın, topuklu ayakkabılar giyin, harcayın sistem yükselsin siz topuklu ayakkabılar ile yükselirken, Kiliseleri ahlaksız düşünceler ile doldurun… Herkes bilir din üzerinden yapılan ahlaksızları bu sadece bizim dinimizde gerçekleşmiyor tabi ki, çocukların alınlarına müstehcen kelimeler yazın, burada alın kelimesi aslında akıl olarak düşünebiliriz ve kimi zaman aileler kimi zaman çevre kimi zamanda devletin okulları yapıyor aslında bu yazma işlemini. Ama yine de tımarhaneler açık kalsın çünkü deli olan bu sisteme uyanlar değil, bunu reddedenler, onları tımarhanelere tıkın, varoş mahalleleri cinayet ve tecavüz ile doldurun! , bırakın coşku dolsun

sokaklarda, coşku! Arada ki ilahi delilik kelimesini çıkarınca daha net oldu değil mi cümle, varoş yerlerde tüm bunlar olurken pahalı yüksek topuklu ayakkabılarınızla gülün ve dünya da sizinle birlikte gülsün, görmezden gelsin. Joker aslında tüm sistemin farkındaymış değil mi, siz de aradaki görünmez kelimeleri eklediğimizde onun gibi farkında oldunuz aslında değil mi. Peki kim buradaki deli? O sisteme uyanlar mı? Batman' de onlardan biri ve Joker bunu ona kanıtlamanın peşinde. Alt metinde bir sürü şey yatılı aslında, anlat anlat bitmez de, hani kısa bir yazı olmaz cidden belki de sıkılırsınız, kapitalizmi ve sistemi eleştiren bir replikti yukarıdaki mesela, aynı şekilde tek

29


eleştirisi bunun üzerine değil senaristimizin. Mesela insanların bu düzeni normalmiş gibi karşılamasını da eleştiriyor. Aynı şekilde, normallik tanımını da eleştiriyor, kime göre normal neye göre normal diye bir söylem oluşturuyor kendi içerisinde. Kendi aralarında normal olan o Arkham tımarhanesi mahkûmları dışarıya göre deli olarak nitelendiriliyorken tam tersi bir durumda var ortada aslında bakarsanız. Karanlık bir hava ile veriyor tüm bunları kitap, bunu senaryoda, hikâye de hissediyorsunuz, sadece çizimlerde değil, o kelimeler tek bile olsa aynı şekilde güçlüler, hikâyeyi ve senaryoyu çizimler güzelleştirmiyor, onlar zaten güzeller, çizimler onları mükemmel seviyesine çıkarmaya yardım ediyor sadece.

O karanlık hava hepimizin içerisinde hissediliyorken, karakterler için üzülüp onlar gibi tepki verebiliyoruz bazı şeylere, burada asıl soru Batman' de o tımarhanenin içine dâhil olmalı mı sorusu iken, bu soru üzerinden başka konular hakkında başka sorularla ilgili bir sürü cevap alabiliyoruz kitabı kapattığımızda. Normallik nedir? Kim deli? Kim akıllı? Delilik nedir, bunu kim nasıl tanımlayabilir, bu delilik denilen şeyi tanımlayan, çıkmasına neden olan şey aslında korku mudur, Batman, Joker, Two Face ve diğerleri arasındaki benzerlik aslında korku mudur? Tüm bunların cevabını Sembolizmden iyi bir şekilde yararlanarak veriyor bu hikâye, hikâyedeki sembolizm ile çizimlerdekini karıştırmayın ikisinde de var bu durum. “Tekinsiz bir âlemde tekinsiz bir ev” kitabın alt başlığı bu, Ev kelimesi tımarhane için nasıl bir yakıştırma olabilir, kimlerin evleridir burası, kimler burada evinde hisseder, toplumun birbirlerini dışlama ve ötekileştirmesi üzerine bir söylem aslında bu, kimisi için ev olan kimisi için deliler kategorisine atılmış insanların kapatıldığı Tımarhaneler. Toplumdaki ayrışmayı gösteriyor. Yani Hikâye de kısacası önüm ARKHAM tımarhane diyor… Son sahne ile bunu anlayacaksınız. Zaten kitap biterken Joker' in Batman'e söylediği son cümle bunu kanıtlar nitelikte, oradaki Joker aslında evinden bir misafiri uğurlayan bir Joker, arkadaşını kapıya kadar geçirmiş biri sadece. Şimdi gelelim Çizim konusuna, hikâyeden az buçuk bahsettiğimiz için, çizime yer kalmayacak yoksa bu arada hikâye aslında daha da derin sadece burada hepsini anlatmam, gerisini benim burada anlattıklarımdan çıkarım yaparak bulabilirsiniz zaten. Şimdi gelelim en can alıcı noktaya, Çizimlere… Çizimler Dave McKean abimiz tarafından yapılıyor, kendisi aslında çizim yapmıyor, illüstrasyon yapıyor, aradaki fark şu. Bu çizimler abartılı ya da doğada benzeri görülemeyecek ve

30


plana çıkarıldığı bir sanat akımı, genelde abartı olarak görüyoruz bunları, mesela alman korku sinemasında çıkan bu türde (sinemada ilk onlardadır) örnek olarak şöyle şeyler yapılıyordu. Karakterlerin tırnakları abartılı derecede uzundu, dekorlar ve perspektif çarptırılmış şekilde ve ışığın, gölgelerin abartılı kullanımları ön planda olurdu, tabii ki karakterler için sadece tırnak olayı yoktu, onlar da abartılır, sanki insanın iç dünyasında ki korku unsurlarını gün yüzüne çıkarmak istercesine. Peki, neden size sinemadan bahsettim, çünkü bu çizer abimiz aynı zamanda bir yönetmen. Evet, doğru okudunuz bir yönetmen, bu akımların etkilerini filmlerinde de gösteriyor normal olarak. Eğer bir iki filmini izlerseniz daha net anlarsınız ne demek istediğimi. Şimdi dönelim illüstrasyonlarımıza. Dave abimiz yeri geliyor kübizmin farklı açılarını kullanıyor kitapta hikâyeyi resmederken, yeri geliyor dışavurumculuğu kullanıyor. Mesela dışavurumculuk olarak joker karakterinin resmedilişini gösterebiliriz kendisi ciddi anlamda bu sanat akımını temsilen çizilmiş gibi kitapta. Kitapta bu akımı en çok göze sokan karakter yani, batman ve onun pelerini de bunu birazcık gösteriyor mesela.

deneysel olarak kurgulanamayacak kompozisyonlarla yapılır. Yani tam olarak çizim sayılmaz, sayılır ama tam değil yani. Her neyse şimdi Dave Abimiz garip bir çizim stili kullanıyor, böyle herkesin sevemeyeceği bir tür çizim stili ve bu da çok normal. Yani herkesin sevemeyecek olması, çünkü yaptığı şey aslında sıradan çizimler gibi değil ve içinde diğer çizgi roman çizimlerinden daha farklı bir çizim sanatı bulunduruyor. Bu çizimler farklı akımları temsil ediyor ve bu akımlar da herkes tarafından sevilmemesi normal olan akımlar, bir post modern art sanatçısı normal olarak klasik modern art sanatını sevmeyebilir, peki nedir bu akımlar. Bir kere kendisi tablo gibi çizim yapıyor, her karesini alıp bir tablo olarak kullanabilirsiniz, ama sadece bu da değil, kendisi sürreal bir anlatım ile yapıyor bunu, sürrealistik bir anlatımın içinde değişik bir sürü şey bulunabilir. Mesela bunlardan bir tanesi kübizm bu çizgi roman için, konuyu farklı açılardan görüp bu şekilde resmetme çabasında yani kendisi, e tabii ki sadece kübizmin etkisinde değil Dave abimiz, aynı zamanda dışavurumculukta yapıyor sanatını icra ederken. Dışavurumculuk doğanın olduğu gibi temsili yerine duyguların ve iç dünyanın ön

Onun dışında sürrealizm konusuna geldiğimizde kitabın çoğu zaten sürrealizm etkisinde, Batman' in yüzünü belli yerlerde görüyoruz mesela ama o da tam olarak bir görüntü değil sadece ağzı oluyor, onun dışında en fazla gözlerini görüyoruz baş karakterimizin, halbuki hikâyemizin kahramanı Batman, ama bir o kadar da değil. Kitapta iki ana karakter var aslında ikisi de birbirine çok acayip ve mantıklı şekilde bağlanıyor. Kitap bir felsefe oluşturup okuyucuya bunu benimsetiyor bitene kadar. Kitap, sonunda oha dedirttirebiliyor size. Çizimlerde gördüğümüz bu sanat etkileri, Dave abimizin hikâyeyi daha üst bir seviyeye taşımasına yardımcı oluyor. Simgeleri, sembolleri çok güzel kullanıyor ve sembolizm esintilerini yüzümüze hafif bir meltem

31


gibi tatlı tatlı savuruyor.

karışıklığın düzenini oturtuyoruz ve çok karışık gelen o çizimler bir anda kafamızda oradan oraya uçarak belli bir sıraya oturuyor sanki. O sürrealizmi içimizde hissettiriyor yani, panellemeler çok garip değil, aslında bakarsanız bahsettiğim şey panellerin yer değiştirip kafanızda düzene girmesi değil, bahsettiğim şey çizimlerin kafanızda canlanıp hareket edip size deliliği ya da karamsarlığı yaşatması.

Bazen bir hayvanı bu sembolizme eklerken, bazen bir hareketi, bir şekli ekliyor ve hikâye tamamen ayrı bir şeye dönüşüyor. Daha önce bahsettim Grant Morrison'un güzel hikâyesi karşımıza Dave abimiz sayesinde mükemmel bir hale bürünmüş olarak geliyor. Atmosferi çok iyi yansıtıyor mesela kendisi, deliliği içimizde hissediyoruz karmaşıklığından doğurduğu düzeni bizlere kabul ettiriyor hikâyeyi sindirmemize yardımcı oluyor. Başka bir çizim olsa belki bu kadar iyi anlatılamayacak hikâyeyi, üst seviyeye taşıyor. Yanlış olmasın başka bir çizim olsa hikâye yine kendi başına çok iyi anlatır ama bu seviyede olmazdı kesinlikle. Renk paletinin karanlıklığı, deliliği sembol eden renkleri ve çizimler birleşince karşımızda çok ayrı bir eser oluşuveriyor. Evet, çizimler çok güzel, ancak ileri seviyesine renkleri ile birlikte taşınıyor, tek başına verebileceğinden çok daha büyük etki uyandırıyor. Kimi zaman karamsarlığa, kimi zaman deliliğe götürüyor renk paleti ve çizimlerin birleşimi, kendi içimizde o

Şimdi gelelim bu karakter çizimlerinin ne derecede olduklarına, Joker çizimi dediğim gibi dışavurumculuk ve sürrealizm etkisinde, batman de aynı şekilde, ama diğer karakterlerde bu durum biraz değişiyor, çoğu bahsettiğim şekilde zaten ancak (karakterlerin isimlerini spoiler olmasın diye söylemeyeceğim). Şöyle bir durum var, karakterlerin hepsi zaman geçtikçe bir sembole sahip oluyor, bu en basit karakter için bile geçerli, bakın tip değil karakter diyorum ikisinin farkı var sonra gelip demeyin bu karakterin ne önemi var diye. Bu karakterler kimi zaman hayvanlar ile kimi zaman tanrılar ile özdeşleşip

32


tamamen farklı anlamlara sahip olabiliyor. Sembolizm de burada devreye giriyor, üst üste anlatılan karakterler bir anda toplanınca tamamen farklı bir şeye dönüşebiliyor ve siz okuyucu olarak buna gerçekten şaşırabiliyorsunuz. Bazen acaba bu konuşan kim diye sayfaları geri çevirip bakıyorsunuz, anlamaya çalışıyorsunuz çünkü o an sembolizm kullanılıyor ve bir anda her şey karman çorman oluveriyor.

söylenildiği gibi sadece “Tekinsiz bir âlemde Tekinsiz bir ev” mi? Alıp, okuyup buna sizin karar vermeniz gerekiyor, içeriği bayağı dolgun olan eserin aslında düz, bu dolgunluklar olmadan anlatılacak bir şeyi yok. Ama işin içerisine Dave abimizin çizimleri ile Grant abimizin hikâye anlatışı girdiğinde mükemmel bir eser çıkıyor karşımıza. Almanızı kesinlikle bu sanatlar yüzünden şiddetle tavsiye ediyorum, kaçırmamanız gereken bir hikâye anlatım tarzı olan bir kitap, aynı zaman da hikâye de çok güzel ve ince bir şekilde işlenmiş.

Evet, arkadaşlarım, abilerim, ablalarım, kardeşlerim, Arkham Tımarhanesi, aslında bir Tımarhane mi yoksa kitabın kapağında

Bunlar dışında, kitap Türkçeye çevrildi JBC yayıncılık tarafından. Piyasa fiyatı da, 30 ₺, bunun gibi bir sanat eseri için ucuz olan bir fiyat. Kitabın baskısı konusunda ise iplik - dikiş kombinasyonu kullanılmış yani hem yıpranması hem de dağılması çok zor bir kitap kendileri, sayfa sayısı 164 olan kitabın, çevirileri de gayet başarılı bence. Ve son söz olarak biraz önce dediğim gibi alıp okumanız gereken bir kitap olduğunu düşünüyorum, koleksiyonunuzda kesinlikle bulunmalı herkese iyi günler dilerim.

33


ANADENİZ HÜKÜMDARLARI 3. BÖLÜM YAZAN: Oğuz Özgür UĞUR

İLLÜSTRASYON: Hüseyin ESEN

Ada ada olmaktan çok uzakta, devasa kavlan ağaçlarının donuk gölgesinin yabansıl izbeliğine hapsolmuş yalın bir düzlükten ibaretti. Magjan için ise dünya üzerinde eşi benzeri görülmemiş bir vahadan farkı yoktu. Karaya adım atarken beline bağlı halatı kaplumbağadan çözdü. Kendini sıcak kumların üzerine bıraktı. Tüm bedeni titriyordu. Hem soğuktan hem de geceden beri yaşadığı dehşetten. Atalarının suya hasret topraklarından uzaklarda bir yerde acı suyun yıldıran görkeminden kurtulabilmek için verdiği mücadele onu bitkin düşürmüştü. Yine de kaçmayı sürdürecekti. Ne pahasına olursa olsun ruhundan bir türlü söküp atamadığı vicdan iblisinden kurtulacaktı. Onu ne çöl ne de deniz fırtınası yıkabilmişti. Geminin batmasından neredeyse memnun olacaktı. Geride bir iz, bir göz bırakmadan yeni kimliğiyle seyrine devam edecekti. İyi adamdı diye düşündü kaptanın kendisine gösterdiği yakınlığı hatırlayarak. Keşke onu daha yakından tanıyabilseydim. Gemi kırılırken fırlattığı halattı Magjan'ın hayatını kurtaran. Ondan geriye bir tek emaneti Yaleb kalmıştı. Nereye giderse onu yanında götüreceğine söz verdi. Yakıcı güneşi gölgeleyen bulutun altında uyuyakaldı. Bir eliyle kulaç atıp diğeriyle Sabaf'ı taşıyan direği sürükleyen Raşid'in kollarında derman kalmamıştı. Raşid kulaç attıkça Kayran adası büyüyordu. Orası Raşid'in uğramak isteyeceği bir ada değildi. Onun yerine düşman elindeki çoban

adasına bile razı olurdu. Hiçbir ülke bu ada için savaşmamıştı. Ada denizin ortasında bir başına ve sahipsiz kalmıştı. Tanrı buyruğu ve hükümdar emri infazlar bu adada yerine getirilirdi. Bir dönem korsanlar ve kaçakçılar için gizli bir sığınak ve takas yeri olsa da menfur geçmişi nedeniyle ıssız bir yer olarak kalmıştı. Raşid'in adaya üçüncü kez gelişiydi. İlkinde Ceneviz bankasından çaldığı kutsal Roma madalyonlarını Marakeş'e kaçırmaya çalışırken yakalanan Korsikalı bir köleyi infaza taşıyan geminin ikinci kaptanıydı. Ada o zamanlar sadece denizde yakalanan suçlular için infaz yeri olarak kullanılıyordu. Suçlular çoğu zaman gömülmeden bırakıldığı için ada leşçillerin uğrak noktası haline gelmişti. İkinci gelişinde akbabalara yem olma sırası kendisindeydi. O günü anımsarken son bir kulaç daha attı. Artık ayakları sahilin kumsalına değiyordu. Sabaf'ı kıyıya kadar çekerek getirdi. Yaşlı serdümen girdiği şoktan bir türlü çıkamamıştı. Adanın kıyısına kadar gelmiş olmasına rağmen sımsıkı tuttuğu direği bırakmıyordu. Raşid etrafa göz gezdirdi. Kayran adasının kuzeydoğu sahiline çıkmışlardı. Kendisini ölüme getirenler de onu burada indirmişlerdi. İstemsizce bileklerini sıvazladı. Boynundan vücudunun arkasına sarkıtılan ellerine bağlı halatın onu çaresiz bırakışını yeniden hissetmişti. "Bir gün daha yaşarsa hepinizin kellesini alırım." yazıyordu hüküm mektubunda. Bir gün değil, yıllarca hayatta

34


35


kalmayı başarmıştı. Şimdi tekrar aynı yerde bir kez daha hayatta kalabilmeyi umuyordu. Adanın iç kısımlarına doğru ilerlemeye karar verdi. Adaya adını veren orman açıklığını takip edemezdi. Yol düz gibi görünse de tuhaf bir şekilde doğuya doğru sapıyordu. Adanın içi labirent gibi şaşırtmacalı yollara ayrılıyordu. Engebesiz ve küçük bir ada olmasına rağmen kaybolmak mümkündü. Sabaf ayaklanana kadar sahilde beklemeye karar verdi. Orada da son zamanlarda birilerinin uğradığına dair bir iz göremedi. Gökyüzünde adanın üstünü kaplayan bulut haricinde bir şey yoktu. Kayran adası artık akbabalar için bir sofra değil diye düşündü. Rüzgarın üflediği yapraklardan gelen sesten başka bir ses duymamıştı. Ölüm kokan ada ölüm sessizliğine bürünmüştü.

mezarım olabilirse eğer bu garip ağaçların altında olsun isterim. Hem güneşten hem yağmurdan ne de güzel korurlar beni." Magjan düşüncelerinden ayıran şey dev gövdeli bir ağacın dibindeki kararmış kemikler oldu. Raşid uğuldayan ağaçların altında dinlenirken Sabaf yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Güneş birkaç saat içerisinde batacaktı. Geceyi geçirmek için korunaklı bir yer bulmaları gerekiyordu. Adada yiyecek bulmak zordu. Hayvanlar için dahi yaşaması zor bir yerdi. Elbiselerle balık tutabileceklerini düşündü. Bir de ateş lazımdı. Adaya daha önce gelenler belki birkaç işe yarar malzeme bırakmış olabilirdi. Sabaf'la birlikte vakit kaybetmeden çevreyi kolaçan etmeleri gerekiyordu. Serdümen yön bulmakta iyi olduğu kadar iz sürmede de fena sayılmazdı. Karaya vurmuş gibi kıpırtısız yatarken aniden olduğu yerden korkuyla sıçradı. Ne olup bittiğini algılayamıyordu. Bir kabusun ortasına uyanmış gibiydi. Ayağa kalkacağı sırada kustu. Midesi yuttuğu bütün deniz suyunu geri atıyordu. Ciğerlerinin acısı dayanılmazdı. Boğazı sanki patlayacak gibiydi. Durmaksızın öğürüyordu. Raşid Sabaf'ın yanına koştu. Onu telkin etmeye çalıştı. Sabaf'ın hali kalmamıştı. Yüzü bembeyaz, elleri titrek, gözleri cansızdı. Zar zor konuşuyordu.

Magjan uykusundan uyandığında bedeninin acıdan kasıldığını fark etti. Akrep veyahut yılan soktuğu sanrısıyla paniklemişti. Çabuk hareketlerle vücudunu yokladı. Boynunu hareket ettirirken zorlanıyordu. Talihine bir kez daha küfretti. Dün gecenin ve kaplumbağa ile beraber geçirdiği konforsuz yolculuğun bedeninde yarattığı tahribatın etkisini kısa uykusundan uyandıktan sonra hissediyordu. Doğrulup etrafına bakındı. Uçsuz deniz haricinde bir şey görünmüyordu. Denizin orta yerinde ıssız bir adada tek başına kaldığını düşündü. Ancak mutlaka bir şekilde bu beladan da kurtulacaktı. Kader onun yüzüne hiçbir zaman gülmezdi. En kötü durumda bile olsa bir şekilde kurtulur ama sonunda daha beter bir duruma düşerdi. Son iki

"Karımın, çocuklarımın yanında olmak istiyorum

senedir başına gelenler ona bunu öğretmişti.

kaptan oraya götür beni."

Daha ne kadar dibe batabileceğini bilmiyordu. Adanın iç taraflarına doğru yürümeye başladı. Meyve vermeyen uzun ve kabarık ağaçların eş zamanlı salınımları ürkütücü bir tesir yaratıyordu. Magjan doğup büyüdüğü topraklarda böylesine bir ağaç cinsi görmemişti. İnsanın yiyebileceği meyveleri olmayan ağaçların uğursuzluğuna inanırdı. Bu ağaçlar ancak ölülere yakışırdı. Ölüler acıkmaz, susamaz ama gölgeden hoşlanırlar. "Bir

"Söz veriyorum ama şimdi güçlü olma vakti. Yapacak işlerimiz var."

"Öldük mü kaptan? Yoksa şimdi mi ölüyorum? Ne oluyor? Yardım et!" "Korkma Sabaf, yaşıyorsun merak etme!"

Magjan ürkek adımlarla kemiklerin olduğu yere doğru ilerledi. Ateşin bıraktığı izin üzerinde isten kararmış küçük kemikler onu dehşete düşürmüştü. Adada birilerinin varlığı düşüncesiyle saklanmayı kafasına koysa da ateşin çok uzun süre önce yakıldığını fark etmesiyle bundan

36


vazgeçti. Yine de içindeki ürperti dinmemişti. Kemikleri incelemeye başladı. Parmaklara benzer ince kemikler buldu. Bazıları kıymık kadar inceydi. Bir insan için oldukça küçüklerdi. Maymun olabileceğini düşündü. Adada maymun olması onu şaşırtmazdı ancak yakılmış bir maymun pek de akla yatkın değildi. Bir hayvana değil, bir çocuğa ait olabileceğini aklına dahi getirmek istemiyordu lakin az ileride çalıların arasında bulduğu kafatası şüpheye mahal vermeyecek kadar açıktı. Ateşte yakılmış iskelet bir çocuğa aitti ya da çocuklara... Bir kişiye ait olamayacak kadar fazla kemik vardı. Bazı toplumların insan eti yediğini duymuştu. Issız bir ada böyle bir iş için gayet uygundu. Belki de buraya zaman zaman yamyamlar uğruyor, yanında getirdikleri insanları yiyorlardı. Belki de sadece öldürmek için getiriyorlardı. Öyle olsa bile birilerini öldürmek için neden buraya kadar getirdikleri ya da neden yakarak öldürdüklerini bir türlü anlayamıyordu. Kemikleri bulduğu yer diğerlerinden daha iri olan bir ağacın dibiydi. Dini bir ayin olabileceğini düşündü. İğrenerek elinde tuttuğu kafatasını tekrar tekrar inceliyordu. Çocukken Tan şehrinin yıkık kabristanlarında ve Kebir çölünde rüzgarla beraber savrulan kumlarının altında gördüklerinden bir farkı yoktu. Fakat elindeki bütün hepsinden daha çok içini burkmuştu. Dün denizde boğulma tehlikesi yaşarken bugün yanmış bir çocuğun kafasını elinde tutuyordu. Ölümün bin türlü hali olsa da tek bir yolu vardı. Magjan o yola girmeyi hiç düşünmüyordu. Kemikleri olduğu yere bırakıp gece için güvenli bir yer aramaya devam etti.

Ormanın iç taraflarına doğru ağaçların seyreldiğini fark etti. Bir noktadan sonra büyük bir açıklığın ortaya çıkacağını öngördü. Raşid Sabaf'ın öngörüsünü onayladı. İnfazlar bu açıklıkta gerçekleşirdi. Birkaç adım sonra Sabaf aniden yere çöktü. Çıtırtı sesleri duymuştu. Buna yemin edebilirdi. Raşid'e ses çıkarmamasını işaret etti. Ses çok yakından artarak yaklaşıyordu. Yanlarında herhangi bir savunma aleti yoktu. Raşid çok sevdiği arbaletinin yanında olmasını her şeyden çok isterdi. O olmadan kendini güvensiz hissediyordu. Sesin geldiği yönün aksinde iri bir ağacın arkasına gizlendiler. Ses garip hışırtılarıyla beraber yavaşça yaklaşıyordu. Raşid sesin geldiği yöne doğru sessiz adımlarla yürümeye başladı. Gelen şey her ne ise bir insan olamazdı. Yaleb'in desenli kalın kavkısını gördüğünde istemsiz bir kahkaha attı. Eski dostu kibar adımlarla yaklaşırken Raşid onu hükümdarlara yaraşır şekilde karşıladı. Sabaf derin bir oh çekti.

"Ne mesela? Şarap fıçıları mı? Öyle olsa hoşuna giderdi değil mi? Anlaşılan kabuğu sayesinde batmamış. Herhangi bir yara beresi yok. Sapasağlam duruyor."

Sabaf yürüyebilecek kadar kendine gelmişti. Vakit

"Kaptan, peki ya o gemi... Ondan sonrasını

kaybetmeden Raşid ile birlikte ormanın içine

hatırlayamıyorum. Kendimi burada buldum.

girdiler. Sabaf daha önce bu adaya hiç gelmemişti

Aklımdan hiç çıkmıyor. Sapartalarından kan

ama gezdiği onlarca adanın tecrübesiyle hareket

boşalıyordu. Gözlerimle gördüm. Bu denizlere ait

ediyordu. Önce yürüyen bir iz bulmaya çalıştı. Dün

bir şey değildi. Sonra beni yakalayan o şey..."

geceki yağmur tüm izleri kapatmıştı. Ağaç dallarının kıvrımlarından rüzgarın genel esiş yönüne bakarak düzgün bir rota çizmeyi denedi.

"Seni yakalayan bir şey yok. Korkudan nevrin döndü. Ama o dediğin gemiyi ben de gördüm. Garb diyarlarında adı bilinir. Ne zaman bir gemi

"Eski dostumuz da kurtulmuş baksana bizden önce gelmiş olmalı. Onu bir daha göremem sanmıştım. Preveze'den beri yanımdan hiç ayrılmadı. Önceki sahibinden daha cesur olduğu kesin. Kendisi korkak tavuğun tekiydi. Sabaf, Yaleb yanımızda olduğu sürece tüm belaların üstesinden geliriz." "Adanın diğer tarafından geliyor olmalı. Belki başka kurtulanlar da olmuştur."

37


batacak olsa ortaya çıkar. Her denizcinin kaderi bir gün onu görmekten geçer. Göremeyenler ya vebadan ya kılıçtan ölür derler. Onu görüp de kurtulan pek az kişi vardır. Şu an batan gemime mi üzüleyim yoksa gavur safsatalarının kahramanı olduğuma mı sevineyim! Bu hikaye hanlarda fazladan bir fıçı şarap içmekten başka halta yaramaz. Olan gemimize ve mürettebatımıza oldu. Daha fazla konuşacak bir şey yok! Bir yolunu bulup bu baş belası yerden kurtulacağız. Hava kışa dönmeden Tetuan'a varmam gerekiyor. Aile içi bir veraset meselesi var. Seni de İskenderiye'de bırakacağım. Artık emekli olma vaktin geldi." Batık Andalus gemisinin taze emekli serdümeni Sabaf'ın gözlerinden yaşlar akıyordu. Yıllardır yanında çalıştığı ve mümkün olsa ömrünün sonuna dek birlikte olmak isteyeceği kaptanın son sözleri onu duygulandırmıştı. Ne dün geceki şeytani gemiyi ne de birkaç saat önceki acı dolu kıvranışları kalmıştı aklında. Hayatı boyunca evi olarak gördüğü gemilerden demir atmıştı.

Albatros'un maceralarının bir parçası olmaktan her zaman gurur duyardı. Onun emriyle görevinden azat ediliyordu. Hayatının geri kalanını karısı ve çocuklarıyla geçirecekti. İçinde buruk bir hüzün vardı. Kaptanına sarılmak istedi. Yıllarca beraber çalışsalar bile her zaman mesafeli olmuşlardı. Bir anlık duraksamanın ardından kaptanın boynuna sarıldı. Hüngür hüngür ağlıyordu. Raşid Sabaf'In bu duygu yükselişini hoşgörüyle karşıladı. Kadim dostuna sımsıkı sarıldı. Yaleb'in geldiği tarafın az ilerisindeki gizlenen Magjan, Raşid ve Sabaf'ın kurtulmuş olmalarının şaşkınlığı içerisinde, donakalmış bir vaziyette, ifşa olmak veya olmamak arasında düşünceler ile ne yapacağını bilemeden tüm olanları izliyordu. Aklı her zaman olduğu gibi yine ikilemde kalmıştı. Adım atmak istiyordu ancak içinde bir şey onu tutuyordu. Kaptanın kurtulmuş olduğuna sevinmişti. Anlık bir kararla hayatta olduğunu haykırdı.

38


CORPSE PARTY: TORTURED SOULS İNCELEME: Olca KARASOY

Dört bölümlük bir OVA (original video animation) serisi olan Corpse Party: Tortured Souls, aynı adlı bilgisayar oyunundan uyarlanan bir yapım olarak karşımıza çıkıyor. İlk olarak 1996 yılında sadece Japonya'da ücretsiz olarak PC-9801 adlı bilgisayar için geliştirilen yapım ancak 2008 yılında yenilenerek ve genişletilerek resmi bir oyuna dönüştü. 2008 yılındaki dönüşünden sonra popülerleşen Corpse Party, anime serisi dışında hikayesi farklı altı mangaya ve iki liveaction filme uyarlandı. Geleneksel Japon korku sinemasının korku

39

öğelerinden hayaletleri işkenceyi birleştiren yapımda olaylar Kisagari Akademisi'nde başlıyor. Kültür festivali sona ermiş ve yağmurlu bir akşamüzeri bir grup arkadaş birbirlerine hayalet hikayeleri anlatır. Derken tıpkı anlattıkları hikayedeki gibi sınıfın kapısı açılır ama içeriye kötü bir ruh değil de öğretmenleri girer. Artık toparlanma vakti gelmiştir çünkü iyice geç olmuştur. Yedi arkadaş, sınıf öğretmeni ve çocuklardan birisi olan Satoshi'nin kız kardeşi Yuka dışında okul boştur. Herkes evinin yolunu tutmadan önce kızlardan Ayumi Shinozaki "son bir şey yapabilir miyiz" der çünkü o gün arkadaşlarından Mayu "Suzume" Suzumoto'nun okuldaki son günüdür. Yapmak istediği şey ise "Mutlu Sachiko-san" adlı muskadır. Bu muskaya göre herkes insan şeklindeki kağıt parçasının bir ucundan tutacak ve herkes dokuz kez (toplamda dokuz kişi oldukları için) "Sachiko-san sana yalvarıyoruz" diyecektir. Akabinde kağıdı çekiştirecek ve herkesin elinde birer parça olacaktır. Muskaya göre bu parça, ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar onların daimi arkadaşlıklarının simgeleyecektir. Mutlu Sachiko-san gerçekleştirilir ve herkes bir parça kağıdın sahibi olur. Lakin beklenmedik bir şekilde büyük bir deprem meydana gelir. Ve deyim yerindeyse yer yarılır içine girerler. Çocuklar ayrı yerlerde kendilerine gelir ve artık Kisagari Akademisi'nde olmadıklarını fark ederler. Eski ve harap halde bir okuldadırlar ve daha kötüsü, her taraf eskiden insanlara ait organ parçaları ile dolu, kan ile kaplıdır. Çok geçmeden çocuklar burasının Kisagari Akademisi yapılmadan önceki ilkokul olduğunu keşfeder.


Bulundukları yer çoktan yıkılmış olan Heavenly Host (imalı bir şekilde Cennetvari Ev Sahibi) İlkokulu'dur. Okulun yerle bir edilmesinin sebebi ise yaşanan acımasız cinayetlerdir. Fakat Mutlu Sachiko-san ayinini gerçekleştirenler bir şekilde bu okula gelmiştir ve üstelik yalnız da değillerdir. Okulda acı bir şekilde ölen çocukların ruhları cirit atmaktadır ve bu ruhlar huzura ermeden okulda canlı kimse huzur bulamayacaktır.

doğaüstü varlıklar da işin içine girince okulda kilitli kalan çocukların çaresizliğini sizler de yaşıyorsunuz. Öte yandan ise animenin en büyük sorunu kimi zaman gereğinden fazla kopuk ilerlemesi. Anime sadece dört bölüm ve kaynağına mümkün olduğunca bağlı kalmak istediği için bazı sahneler hızlı ilerlemiş. Bir sahnede bir hayalet ile başınız dertte iken diğer sahnede bambaşka bir olay anlatılabiliyor.

Corpse Party: Tortured Souls normal bir okul animesi gibi başlayıp ilerledikçe gerilimi tırmandıran bir anime. Sadece dört bölümü bulunduğu için bölümün süresi ortalama bir anime bölümünde göreceğimiz üzere 22-23 dakika değil 29-30 dakika arasında değişiyor. Arkadaşların birbirleri ile olan sohbeti, korku hikayeleri, arkadaşlık bağı gibi temalarla başlayan yapım adeta tam bir kabusa dönüşüyor. Kapalı mekanda kısıtlı kalma, intikam arayışı içindeki hayaletler, kan ve şiddet ile anime klasik korku türlerini içinde barındırıyor. Peki Corpse Party tam olarak ne sunuyor? Anime, barındırdığı şiddet bakımından izlenebilecek en şiddetli anime olmasa da en rahatsız edici olanlardan birisi. Animede genel kanının aksine şiddet ve işkence sahneleri az. Lakin harabe bir okulun her yerinin kanla kaplı oluşu, kovalara doldurulmuş bağırsaklar, perişan haldeki iskeletler ve altüst olmuş insan bedenleri ile ürpertip gerilimi tırmandırıyor. Bir de hangi köşe başından çıkacağı belli olmayan

Teknik olarak ele aldığımızda Corpse Party

40


tatmin edici seviyede. Öncelikle çizimleri başarılı.

şekilde öleceğini bilememek bir artısı ve sonunda

Karakterler ise klişe. Erkekler zayıf ve yakışıklı,

yaşattığı sürpriz ile şaşırtmasını başarıyor.

kızlar ise güzel ve dolgun hatlara sahip. Durum

Dolayısıyla Coprse Party'yi hikaye odaklı bir

böyle olunca biraz "fan servisliği" yapılmaktan da

animeden ziyade olay odaklı bir anime olarak

kaçınılmamış. Satoshi'nin yanlışlıkla arkadaşının

izlerseniz toplamda iki saat süren korku dolu anlar

göğüslerini tutması veya görünen birkaç külot

yaşayabilirsiniz.

buna örnek olarak verilebilir. Bunların dışında bahsettiğim harap okul ve ceset parçaları ile bir hayli gerilimli bir ortam yaratılmış. Bu konuda Yönetmen Akira Iwanaga dersine çalışmış. Yönetmen, ileri çıkan anime serilerinde yönetmen olarak görev almasa da Bleach ve Gunslinger Girl gibi animelerin birkaç bölümünde yönetmenlik koltuğuna oturmuş. Bölümler esnasında kullanılan çan sesi gibi ritim aletlerinin gerilime katkısı büyük. Anime esnasında fazla müzik çalmıyor ama olanlar da yetiyor da artıyor. Açılış ve kapanış parçaları ise klasik shonen temalı animelerde karşımıza çıkacak cinsten. Açıkçası bu konuda içerik ve müzik arasında bir uyumun olduğunu söyleyemem. Corpse Party: Tortured Souls'u izlerken yaşanan olaylar sebebiyle korkuyu hissediyorsunuz lakin kopuk ilerleyen hikayeden fazla bir şey beklemeyin. Animede kimin ne zaman ve ne

Diğer adı: Bougyaku Sareta Tamashii no Jukyou Yönetmen: Akira Iwanaga Senaryo: Soichi Sato Müzik: Hamada Takeshi, Hamamoto Mao Tür: Korku, Gerilim, Gizem, Dram Yıl: 2003 Süre: 4 OVA Bölümü

41


SESLER BÖLÜM II - ANTİDEPRESAN YAZAN: Mustafa Emre ÖZGEN

İLLÜSTRASYON: Hande SAVAŞ

İlaç kutusunun üzerinde yazanlara, neredeyse

masaları karşılıklı, muayene koltuğu da onlara

ezberlemiş olmasına rağmen bir kez daha baktı

doğruydu. Etrafta bir sürü araç gereç ve kâğıtlar

Mâvera. Beyaz, küçük dikdörtgen kutunun

vardı. Duvarda asılı “sigara içmeyin” ilanları,

üzerinde Pakshera yazıyordu. Biraz sağ tarafında

pencerenin hemen kenarında ise kül tabağı

ise mavi zemin üzerinde 30 mg... Adının hemen

dikkatini çekmişti.

yanındaki dağ ve güneşi çağrıştıran küçük görsel,

Doktor bilgisayarının başından henüz

antidepresanın amacını anlatıyordu aslında.

kalkmamıştı. Kimse Mâvera'yla konuşmuyordu.

Rahat bir uyku.

Bir süre böylece bekledi. Tepki bekliyordu. Biraz

Paketinden bir ilaç daha çıkardı. İkinci paketin de

dikkatini toplamıştı ki yine uzaktan biri “içeri giren

bitmesine birkaç gün kalmıştı. İlacı iki dişinin

kızı gördün mü, aga kızıllara hastayım” deyiverdi!

arasına sıkıştırıp mutfağa yöneldi. Bir bardak su

İrkildi Mâvera. Etrafına baktı. Biri ondan

ile kurtarıcısını yutacak, kafasının içindeki

bahsediyordu ama odada konuşan kimse yoktu.

kalabalığı bir kez daha susturmaya çalışacaktı. Nihayet doktor masasından kalkıp Mâvera'ya

Fakat bildiği yegâne şey, ikinci kutunun sonuna

yöneldi.

gelmiş olmasına rağmen onlarca hapın hiçbir işe yaramadığıydı.

“Şikâyetin nedir?” Anlat da git der gibi bakıyordu.

***

“Kulağımda çınlamalar var” sürekli konuşmalar duyuyorum” diyemezdi tabii, “bazen de bir şeyler

Bir ay önce…

duyuyor gibi oluyorum. Gürültü gibi.” “Mareva Demir. Mareva Demir!” “Bir bakalım.” Genç kız, isminin yanlış söylenmesine Doktor elindeki ışıklı kalem benzeri cihazla

takılmadan odaya girdi. Kapıda “Kulak, Burun,

Mâvera'nın kulaklarına baktı. Sonra burun ve

Boğaz” yazıyordu.

boğazını da hızlıca kontrol ettikten sonra yerine İçeride onu kırklı yaşlarında, tüm dikkatini

oturdu. Muayene yaklaşık bir dakika sürmüştü.

önündeki bilgisayara vermiş, içeri giren hastalara “Üşütmüşsün” dedi. Sana ağrı kesici yazıyorum.”

kayıtsız, yüzünde sinir bozucu bir ifade bulunan doktor karşıladı. Yüzüne bile bakmadan “otur

“Üşütmüş müyüm?”

bakalım” dedi muayene sandalyesini göstererek.

“Hı hı.”

Oturdu. Etrafına bakıyordu. Lisedeki sınıfının

“O kadar mı? Kulağımın içine bakmanız yetti

yarısı kadar bir odaydı. Doktor ve yardımcısının

yani?”

42


43


“Hı hı, evet. Al bakalım.” Doktor kâğıdı uzattı.

“Merhaba” dedi doktor, “otur bakalım.”

Mâvera yavaş yavaş sinirleniyordu.

Genç kız sedyeye oturdu. Aptal doktorun

“Ben üşüttüğümü sanmıyorum ama.”

odasından daha küçük bir yerdi. Yine iki masa,

“Ben ilacı yazdım. Doktor benim. Biliyorum. Hadi

kenarda bir sedye, etrafta bir sürü ıvır zıvır ilanlar.

dışarıdakileri bekletme.”

“Neyiniz var?”

Karşı masada oturan doktorun yardımcısı kadın

“Kulaklarım uğulduyor. Dikkatimi toplamakta

gözlerini ikisine dikmişti. Mâvera ise kıpırmızı

zorluk çekiyorum. Zaman zaman bu uğultular

olmuştu.

arasından bir şeyler duyuyor gibi oluyorum.

“Kulaklarım çınlıyor, durup dururken konuşmalar

Bunlar yüzünden uyuyamıyorum.”

filan duyuyorum, ağrı kesici yazıp

Doktor eline bir iğne aldı.

gönderiyorsunuz. Bu kadar mı? Doktor

“Uzak bakalım kollarını. Sıyır dirseğine kadar.”

olduğunuz doğru ama ya başka bir şeyim varsa Önce genç kızın sağ koluna batırdı iğneyi. Sonra

ne olacak? Çınlıyor, bağırıyor, uğulduyor.

kol koluna.

Ağrımıyor!”

“Hangisi daha çok acıttı?”

Doktor derin bir nefes aldı. Saatine baktı. Mesainin bitimine üç saatten fazla vardı.

“Aynı ikisi de.”

“Benim yapabileceğim bu kadar. Madem ikna

“Bana bak şimdi, hangi elim hareket ediyor?”

olmadın, Nörolojiden randevu al bir de oraya gir.”

Mâvera'ya kendisine odaklanmasını isteyen

***

doktor, aynı anda iki elini de hareket ettiriyordu.

Şimdi…

“İkisi de.”

“Bazıları gerçekten dayağı hak ediyor” dedi

Doktor bu iki kontrolün ardından eline küçük bir

içinden Mâvera. Delirmenin eşiğinde gittiği

çekiç aldı. Hafifçe kızın dizlerine vurdu. Beklediği

hastaneden çok daha sinirli bir şekilde ayrıldığını

tepkileri alınca çekici bırakıp yerine geçti.

hatırlayınca dişlerinin arasındaki ilacı parçaladı.

“Sana hafif, bağımlılık yapmayacak bir

Kırılan ilaç ağzına dağılınca “böyle içilmez bu”

antidepresan yazacağım.”

diyerek tükürdü parçaları. Yeni bir tane açtı.

“Depresan mı?”

Tekrar kutuya bakıyordu.

“Evet. Bu yaşlarda gençlerin kafaları bir yerlerde

***

olduğundan, böyle problemler yaşanabiliyor.

Üç hafta önce…

Biraz rahatlarsın. Zihnini de rahatlatır. Uyursun. İlk bir hafta yarım yarım iç. Sonra tek tek. Gerekli

“Mâvera Demir, Mareva Demir!”

olduğunu düşünürsen tekrar gel, bakalım.” İsminin bir doğru bir yanlış telaffuz edilmesine Antidepresan macerası da böyle başlamıştı işte.

takılmıyordu artık. Odadan içeri girdi. Kapıda bu

***

kez “Nöroloji” yazıyordu.

44


Şimdi… İlacını içmiş, odasına yürümekte olan Mâvera, o sırada lavaboya uyanan annesi ile karşılaştı. Saçları dağınık, uykulu annesi kaygılı şekilde kızına baktı.

söylese de gözlerini kapadıktan sonra uğultu yeniden başladı. Ne aptal doktorun ağrı kesicisi, ne de antidepresanlar. Hiçbir şey onu rahatlatamıyordu. Sağlıklıydı. Bir problemi yoktu. Öyleyse neydi bu olanlar.

“İlacını içtin mi kızım?”

Yastığa başını gömdü iyice. Gözlerini kapattı.

“İçtim anne, yatıyorum şimdi.”

“Cinlendik midir nedir” diye geçirdi içinden.

“Yine saati üçe getirmişsin.” Serzenişe tepki vermeden odasına gitti. Başını bir kez daha yastığa koydu. Annesine iyi olduğunu

45


46


KÜÇÜK BİR

EsseGesse DEĞERLENDİRMESİ

İNCELEME: Ahmet Ziya SEKENDİZ başka çizerler de bu çizgi roman için çalışmışlardır. EsseGesse çizgi romanlarını okuyanlar, zaman zaman maceraların birbirini fazlası ile hatırlattığını bilirler. Mesela Teksas'ta karşımıza çıkan bir öykü, Swing'de ona çok yakın bir şekilde yeniden yazılmış olabilir. Bununla birlikte EsseGesse ürünleri güçlü karakterler üzerinden işler. Bunu biraz açalım: Teksas, Tom Miks ve Kaptan Swing çizgi romanlarının hepsinde üç temel karakter vardır. Teksas'ta Blek, Profesör ve Rodi; Tom Miks'te Doktor ve Konyakçı; Swing'de ise Mister Blöf ve Gamlı Baykuş. Bunların yanına başkahramanın sevgili, sevgili adayı ya da nişanlılarını da ekleyebiliriz. Hiç kuşkusuz, bu benzerlik bir formüldür. Özellikle Teksas ve Tom Miks'de kahramanların “Son” yazmadan önce 700 sayfa süren maceralar yaşadığını düşünürsek böyle tutan bir formülün tekrar kullanılması akıllıca bir davranıştır. Nitekim bu formüle başka bir açıdan bakacak olursak, maceraların yan karakterlerle zenginleştirilmesi olgusunu dizi filmlerde de görüyoruz. Böylece macera izleyenini/okuyucusunu sıkmadan ilerleyebiliyor.

Pietro Sartoris, Dario Guzzon ve Giovanni Sinchetto adlı üç yazar-çizerin oluşturduğu çizim ekibi EsseGesse, 1950'lerde hızlı bir çalışma ile binlerce sayfa çizgi roman ürettiler. Üstelik bu hızlarına rağmen kaliteden ödün vermeden. Teksas, Tom Miks, Kaptan Swing, Tom Braks ve Kinowa ekibin en önemli işlerinden. Saydığımız dört seri, fazlası ile birbirini andırırken; Kinowa hem çıkış noktası hem de hikâyeleri ile net olarak diğerlerinden andırıyor. Bunun sebebi, Kinowa'nın başka bir İtalyan yazar, Andrea Lavezzolo tarafından yaratılmasıdır. Kinowa bir dönem EsseGesse tarafından çizilmiş olsa da

Karakterler konusuna dönelim: EsseGesse her ne kadar üç arkadaş ilkesini belirlese de karakterleri birbirinin kopyası yapmaktan kaçınmıştır.

47


sağlam bir altyapı oluşturabilirsiniz.” Bu dokuz EsseGesse kahramanının geçmişinin ekip tarafından bilindiğini ve bu geçmişin zaman zaman hikâyelerde işlendiğini görürüz. Bununla birlikte karakterler her zaman kendilerinden beklenen şekilde davranırlar. Yani bu bir bakıma yazarların okuyucuya karakterleri iyi tanıttığını işaret ederken, bir bakıma da karakterlerin “karton” hale gelmesi tehlikesini doğurur. Özellikle başkarakterler işinin uzmanıdırlar: Blek çok güçlüdür, iyi dövüşür; Tom Miks mükemmel silah kullanır; Swing kılıç kullanma ustasıdır. Bu durum bir serinin devamı için önemli etkenlerdendir. Yine dizi filmleri göz önüne getirelim: A Takımı özel bir takımdır, Monk takıntılı olsa da ondan daha dikkatli bir dedektif yoktur. Yani başkahramanlarımız özel insanlardır. Biraz da maceralara ve işleniş tarzına göz atalım: Blek ve Swing'de düşman İngilizler iken, Tom Miks'de kanunsuzlar düşmandır. Her üç başlıkta da Amerika kıtasının uçsuz bucaksız ormanları

Teksas'ta Blek biraz “kaba saba” bir adamdır. Aşkla işi olmaz. Rodi henüz bir çocuktur. Profesör ise zaman zaman çeşitli oyunlarla karnını doyuran biri olsa da ekürisi bir çocuk (Rodi) olduğu için davranışları her zaman temkinlidir. Tom Miks çok genç bir kahramandır. Dürüst ve ahlaklıdır. Asla içki içmez. Bir bara girseler süt ister. Oradakiler onunla alay etse de umursamaz ve “doğru bildiği yolda” ilerler. Doktor ve Konyakçı ise yine temkinli olmakla birlikte Teksas'taki Profesör'ün yapamadıklarını rahatlıkla yaparlar. Zil zurna sarhoş olup sızabilirler. Kaptan Swing ise son derece zarif, Fransız kültürü almış bir adamdır. Nişanlısını aşk ile sever. O da dürüst ve beceriklidir. Mister Blöf görmüş-geçirmiş, yaşlı ama dinç bir adamdır. Gamlı Baykuş'un aklı ise Ulu Büyük Büyücü Dedesinin öğütlerindedir. Roman ya da senaryo yazmaya başlayanlara yaratacakları karakterler hakkında şu söylenir: “Karakterinizin her yönünü, geçmişini (eserde özellikle belirtmeyecek bile olsanız) bilin. Böylece

48


ya da kurak arazileri karşılar bizi. Maceralarda büyük bir dinamizm vardır. Kahramanlar dur durak bilmeden sürekli bir yerlere koşarlar. Maceralarda mutlak bir adalet duygusu vardır. Mister Blöf'ün Hayaleti adlı macerada, Mister Blöf'ü İngilizlere ihbar ettiğini zannettiği bir adamı iyice hırpalayan Swing, gerçek ortaya çıkınca özür dilemesini bilir. Blöf'ün köpeği Puik, durduk yere kendisini aşağılayan Gamlı Baykuş'un davranışlarını sineye çekmez, sık sık onu ısırarak öcünü alır. Yine aynı şekilde, Mister Blöf'ün Hayaleti adlı macerada Blöf'ü yakalatan ve ödül alan adam maceranın sonuna doğru canını kurtarmak için önce tüm aldığı parayı yitirir sonra da canından olur.

temel dayanak noktalarıdır. Örümcek Adam ile birlikte kahramanın iç dünyası-sıradan özellikleri olan kahraman gibi olgular ön plana çıksa da EsseGesse'nin onlarca yıl önce ürettiği eserlerin temel formüllerini bugün birçok çizgi roman, dizi ve filmde görebiliyoruz. Bu da dede ve babalarımız gibi bizim de Teksas, To m M i k s v e S w i n g o k u y a b i l m e m i z i n nedenlerinden biri olsa gerek.

Maceralarda gizem de vardır. Mesela açan herkesin ölümüne neden olan bir kutu gibi. Kısacası dinamizm ve gizem; EsseGesse'nin

49


MANİK DEPRESYONLU VAR EDİCİ YAZAN: Salih DOKUR İçim içimi yiyordu. Evde biraz daha otursaydım sinir krizine girebilirdim. Ceketimi alıp dışarıya çıktım. Yolda yürürken hayaletten farksızdım. Bir yandan da kendi kendimi sorguluyordum. “Bana bunu nasıl yapar? Ben bunları hak edecek ne yaptım?” diye düşünüyordum. Yaşadıklarım, öyle bir hal almıştı ki; önümü göremez hale gelmiştim. Oysa biz onunla denizde martılara ekmek atarken büyük bir söz vermiştik. “Asla ayrılmayacak ve evlenip çocuklarımıza maziyi anlatacaktık.” Her şey birer yalanmış meğer bana bunu nasıl yapmıştı, benim çok öfkeli biri olduğumu ve kendime zarar verebileceğimi, hiç mi düşünmemişti acaba. Soğuk olmuştu, eve döndüm ve uyumaya çalıştım, ama gözlerime uyku girmedi. İki gecem daha böyle geçti. Onu ayrıldığımız günden beri bir daha okulda görmedim. Akşamüstü deniz kenarında dolaşırken birden onu gördüm. Aman tanrım! O da ne! Gözlerime inanamadım! Bir üst sınıflardan biriyle el ele tutuşmuş, geziyorlardı. Oradan hemen ayrılıp, kafamı dağıtmaya bir bara gittim. Barmene bir içki söyledim, ikinciyi söyledim derken çok sarhoş oldum. İçki ne kadar değişik bir şeydi, bana her şeyi unutturmuş ve uyuşturmuştu. Sabah uyandığımda bir parktaydım, başımda da bir çöpçü vardı, benim yaşadığımı görünce “polis çağırmadan kaybol” dedi. Eve geldim, başımın içinde sanki davul çalıyorlardı. Bir ağrı kesici alıp hemen yattım. Ertesi sabah kalktığımda hiçbir şey kalmamıştı, artık burada kalamazdım, beni buraya bağlayan bir şey yoktu, hemen bir tur şirketini arayıp bir bilet istedim. En yakın otobüs seferi,

50

yarın akşamüstüydü. Hemen bavulumu hazırladım, eşyalarımı topladım ve zamanın gelmesini bekledim. Zaman çok çabuk geçti, bir taksi çağırıp otogara gittim. Otobüse bindim ve derin düşüncelere daldım ve aynı sorular yine kafamı kurcalamaya başladı. “O çocuğu farklı kılan şey neydi? O çocukta benden daha farklı neler vardı? Çok mu yakışıklıydı” gibi düşüncelerle boğuşurken yolun sonuna geldik, otogarda babam beni bekliyordu. Beraberce evin yolunu tuttuk. Benim geleceğimi bilen Annem, en sevdiğim yemekleri hazırlamıştı. Bugün en sevdiğim yemekler olan zeytinyağlı dolma ve cacık ile donatılmıştı. Ben en sevdiğim yemek olduğu için çok mutluydum. Herkes mutluluk ve sükût içinde yemeğini yerken, ansızın annemden bir soru yöneldi; “Bu sene yine sınıf tekrarı yapacak mısın?” dedi. Ansızın gelen soru, benim çıldırmama sebep olmuştu. Herkes benden güzel ve sakin bir tavır beklerken, ben kendimi kontrol edemeyip, bağırmaya ve masadaki tüm tabakları atmaya başladım. Gözüm hiçbir şey görmüyordu. O sinirle çok pis terlemiş ve yere yığılıp kalmıştım. Ayıldığımda, annem karşı kanepeye oturmuş ağlıyordu. Annemi ağlarken gördüğümde, hiçbir zaman dayanamazdım. Kalktım ve onun yanına gidip ona sarıldım ve gözlerine bakarak; “Anne ne oldu, neden ağlıyorsun? “ dedim. Bana korkulu gözlerle bakarak; “Biraz önce neler olduğunu hatırlamıyor musun?”


dedi. Annemin dediklerinden hiçbir şey anlamamıştım. “ Hiçbir şey anlayamıyorum anne, neler oluyor?” dedim. Annem bana korkulu gözlerle bakmaya devam ediyordu ve benim yaptıklarımı anlatmaya başladı. “Yemek masasında yemek yiyorduk. Ben sana bir soru sordum ve sen birden bağırıp çağırmaya başladın ve masanın üstünde ne kadar tabak varsa hepsini duvara fırlattın ve kan ter içinde kalıp, yere yığıldın” dedi. Bu yaptıklarımı duyunca, kendimden tiksindim. Saat geç olmuştu ve herkes yatmaya hazırlanıyordu. Benim yatağım da eski odama hazırlanmıştı. Ben de üstümü değiştirip yatağa girdim, ama bir türlü uyku gelmek bilmiyordu, bir sağa bir sola dönüp duruyordum. Böyle dönüp dururken, sabah olmuş ve horozlar ötmeye başlamıştı. Annem de uyanmış, kahvaltı hazırlamaya koyulmuştu. Kalkıp, ona yardım etmeyi düşündüm ve mutfağa yöneldim. Anneme günaydın dedim ve kahvaltıyı hazırlamaya başladık. Kahvaltıyı, bahçedeki masaya kurmaya karar verdik. Kuşların cıvıltısı ve çardağın gölgesi altında muhteşem bir kahvaltı bekliyordu ama benim hiç iştahım yoktu. Bugün eski arkadaşlarım ile buluşup, özlem giderecektik, onun için kahvaltımı hızlı hızlı edip, hazırlanmak için odama çıktım ve üstümü değiştirip yola çıktım. Eskiden olduğu gibi değişmez mekânımız olan kafede buluştuk. Bütün eski arkadaşlar ordaydık, herkesi görmek çok güzeldi. Herkes çok değişmişti. Hatta bazılarını tanıyamamıştım. Eskiden arkadaşlarımı sevdiğim pek söylenemezdi, ama hepsi bugün birleşebilmişlerdi. Eski arkadaşlarımdan Kaan, geçmişten ve dönüp dolaşıp, benim nefret ettiğim konu hakkında konuşmaya başladı.

kitabı hediye etmiştin. Can Yücel'in “Sevgi Duvarı” kitabıydı sanırım. Kıza kitabı verip, ondan hoşlandığını söylediğinde, kız seni 'sende onun gibi sapıksın' demişti ve sana bir tokat atıp gitmişti. Sen de herkesin önünde rezil olmuştun.” dedi ve bir kahkaha atmaya başladı. Benim tepem yine attı ve sandalyeyi aldığım gibi Kaan'ın başında parçaladım ve yine kan, ter içinde kalıp bayılmıştım. Ayıldığımda, Kaan'da dâhil olmak üzere, herkes etrafımda benim ayılmamı, bekliyorlardı. Herkes başımda olunca, yine sinirlerimi kontrol edemediğimi anlamış ve montumu alıp koşarak oradan ayrılmıştım. Sanki maraz bulmuş bir köpek gibiydim. Başım hiç beladan uzak durmuyordu ve her zaman aynı şeyler oluyordu. Eve girip hemen en sevdiğim şeyi kitap okumayı istemiştim. Kitabı elime alır almaz, yine bir şeyler oluyordu. Harfler satır başına doğru gizli bir kuvvetle çekiliyor ve birbirlerini yutuyorlardı. Sanırım uykusuzluktan oluyordu. Hemen üstümü değiştirip, yatağa girdim ve yine gözlerimi kapatamıyordum. Bir türlü uyku tutmuyordu. Bir sağa bir sola dönerken yine sabah oldu. Annemin tıkırtıları duyuldu. Kalkıp yine kahvaltıyı hazırlamaya koyulduk. Bu uykusuz gecelerim on beş gündür sürmeye devam ediyordu ve artık dayanılmaz bir hal almıştı. Uyumanın tek bir yolu vardı, sonsuz bir uykuya dalacaktım. İlk işim kendime bir jilet aldım ve küvete sıcak suyu doldurdum. Bileklerimi kestim ve kendimi sıcak suyun içine bıraktım. Sıcak suyu damarlarımda hissedebiliyordum. Gözlerimi açtığımda, başımda bekleyen iki doktor ve iki hemşire vardı. Sonsuz uyku planlarım yarım kalmıştı. Ertesi gün yanıma bir psikiyatrist ile bir psikolog geldi. Bana birkaç takım sorular sordular. Bende bir hastalık saptamışlardı. Annemle kapının önünde konuşurlarken işittim. Manik depresyon geçirdiğimi söylüyorlardı ve genelde

“Kızın adını hatırlamıyorum, ama kıza bir şiir

51


bu hastalığın Mart aylarında başlayıp, sonbaharda çığırından çıktığını söylüyorlardı. Gerçekten de gittikçe kötüleşiyordum. Uzun bir süre kliniklerinde konukları olacağımı söylüyorlardı.

biri ve benim ne ile mutlu olacağımı bilen, yegâne arkadaşlarımdan biriydi. Bana, Jean Paul Sartre'ın “Bulantı “kitabını almıştı. Ama en büyük sıkıntım şuydu ki; maalesef eskisi gibi kitap okuyamıyordum, harfler birbirine karışıyordu, ama yine de çok teşekkür etmiştim ve onu yolcu ettikten sonra, annem bana çok cazip bir teklifte bulundu.

Beni bir sürü değişik insanların olduğu bir odaya kapattılar. Aradan beş dakika geçmemişti ki, Mete adında 20-25 yaşlarında bir adam zıplayarak yanıma geldi ve kendini tanıtmaya başladı. Onu takmadım, çünkü hiç halim yoktu. Cevap vermediğimi görünce, yanımdan uzaklaştı.

“Sana kitabı ben okurum istersen.” Dedi. Ben bunu duyunca hemen kabul ettim. Akşamüstü kitabı aldı ve okumaya başladı. Kitapta yazar ne güzel demişti.

Bir haftadır, hiçbir şey yapmadan öylece yatıyordum. Doktorlar her gün gidip geliyorlardı ve nasıl olduğumu sorup duruyorlardı. Her çıkışlarında da, anneme hiçbir ilerleme

“Gizli boyutlardan yoksun oluşumu, varlığımın yalnız vücudum ve ondan kabarcıklar gibi yükselen sudan düşüncelerle sınırlı oluşunu, bugünkü kadar kuvvetle duyumsamamıştım hiç. Anılarımı şimdiden türetiyorum. Şimdinin içine fırlatılmış, orada bırakılmışım. Geçmişime yeniden dönmek istiyorum, ama tutsaklığımdan kurtulamıyorum” demiş.

kaydetmediğimi söylüyorlardı. Bunu duyan annemin suratı düşüyor ve; “Doktor bey, ne yapabiliriz, elimizden daha başka neler gelir?” diye sorular sorup bir çare arıyordu. Doktor;

Ben de aynı durumdaydım. Eskiden hiçbir şeyin, bu kadar farkında olmamıştım. Arkadaşım Anıl'a çok şey borçluydum. Benim doğruları görmemi sağlamıştı. Benim görüşlerim varoluşçulukla kesişiyordu.

“Yarın şok tedavisine başlayacağız” dedi. Ertesi gün elim kolumu bağlayarak sedyeyle bir odaya soktular. Çeneme, parmaklarıma ve ayaklarıma elektrotlar bağladılar. Beş dakika sonra şok vermeye başladılar. Sanki etlerim kemiklerimden ayrılıyor ve dişlerim yerinden sökülecekmiş gibi oluyordu. Tedavi sona erdiğinde hiç iyi değildim. Beni yine o değişik insanların olduğu odaya götürdüler. Üç gün hareket etmeden yattım. Şok tedavisi bünyeme çok ağır gelmişti. Ertesi gün doktorlar şok tedavisinin hiç bir yararı olmadığını ve daha kötü olmama yol açtığı için bu tedaviyi uygulamayacaklarını söylediler. Doktorlar yanımdan ayrıldıktan sonra kapıda sürpriz bir misafir vardı. Edebiyat fakültesinden bir arkadaşım olan Anıl haberimi almış, elinde bir hediye ile beni ziyarete gelmişti. Geldiğine çok sevinmiştim ve ona minnetimi bildirmiştim. Hemen bana hediyeyi takdim etti. Beni cidden iyi tanıyan

Doktorlar bugün bahçeye çıkabileceğimi söylediler. Bunu duyunca hemen dışarı çıkmak istedim. Dışarıya çıktım ve ciğerlerimi temiz havayla doldurdum. Yerde çok güzel bir sarı lale gördüm ve eğilip onu koparmak istedim, ama koparamadım. Sartre'ın yaşadığı olayın aynısını yaşamaya başlamıştım. Her şey bir anda yavaşlamaya başlamıştı, evren sanki yeni bir oluşum içindeydi ve sanki varlıklar, benim istediğim şekilde tekrardan bir varoluş içindeydi. Artık belli bir konuda emindim. Önce ben var olmuştum ve sonradan her şeyi ben var etmeye başlamıştım. Her şeyin kontrolü bendeydi, artık tanrı bendim ve bütün evrenin yönetimi benim elimdeydi.

52


Bir hemşire, saatin çok geç olduğunu ve içeri girmemi söylüyordu, ama ben onu var etmiştim. Nasıl olur da, kendi var ettiğim bir varlık, beni kontrol etmeye çalışırdı. “Ben senin var edicinim, nasıl olur da sen beni kontrol etmeye çalışırsın. Var edicine karşı saygısızlığını çok ağır bir şekilde ödeyeceksin ” dedim. Hemen karşıdaki topluluğa; “Ben sizin var edicinizim, ben sizi var ettim ve sizler benim emirlerime itaat edeceksiniz. Şimdi şu karşıda duran hemşireyi görüyor musunuz? O var ediciye, yani bana karşı geldi, onu öldürün?” dedim. Herkes hemşirenin üstüne doğru yürüdü ve hemşireyi yere yatırıp güzelce ezdiler. Çok geçmeden kliniğe polisler üşüştü, herkesi soruşturdular ve onlar da, benim öldürttüğümü söylediler. Polisler bana doğru geldiler ve kelepçeleyip karakola götürdüler. Üç gün sonra mahkemeye çıkardılar. Hâkim bana sorular sormaya başladı.

53

“Hâkim sen nasıl olur da var edicini, yani beni yargılarsın. Senin de sonun o hemşire gibi olacak cezanı çekeceksin” dedim. Hâkim güldü ve planlayarak adam öldürmekten, müebbet cezasına çarptırılacağımı söyledi. Ama öncesinde, akıl sağlığım yerinde olmadığı için tedavi olacaktım. Dava bitiminde, beni tedavi göreceğim kliniğe götürdüler. Üç aylık bir tedaviden sonra hapishaneye götürüldüm. Tedavi sürecinde her şey çözüme kavuşturulmuştu, ama uyku problemim hala devam ediyordu. Uykusuz geceler tekrardan başlıyordu. On beş gün geçti ve uykusuzluklarım yine dayanılmaz bir hal almaya başladı. Yarım kalan işimi artık tamamlamalıydım. Yatak örtümü ve battaniyemi akşamdan tuvalete sakladım. Sabaha doğru kalktım ve battaniye ve örtüyü tavana sabitledikten sonra boynuma geçirdim ve ayağımın altındaki banyo taburesini itekledim. Artık sonsuz tatlı uykuya dalmıştım ve kendi evrenimi öteki dünyadan yönetebilirdim.


GHOST in the SHELL İDDİALI GELİYOR Olca KARASOY

İlk olarak 1995 yılında çıkan anime filmi ile tanıdığımız Ghost in the Shell, şu sıralar Scarlett Johansson'un başrolünü üstlendiği live-action filmi ile gündemde. Birçok anime filmi, serisi ve oyunu derken günün birinde filminin de gelmesi elbette bekleniyordu. Lakin kadro seçimi duyurulduğunda gelecek olan film daha şimdiden şimşekleri üzerine toplamayı başardı. Çünkü içeriği az çok değişse de, Japonya'da geçen ve Japon

karakterlere sahip anime için Amerikan aktörler uygun görüldü. Yani Kusanagi Motoko'ya Amerikalı Johansson'un canlandıracak olması "acaba yeni bir Dragonball faciası mı gelecek?" yorumlarına bile sebep oldu. Elbette henüz net yorumlar yapmak imkânsız. Sonuçta live-action film beklenmedik bir başarı da elde edebilir, yerin dibine de sokulabilir. Marvel evreninde gönüllere Black Widow olarak taht kuran Sayın Johansson, süper kahramanlık işini çok sevmiş olacak ki anime dünyasının en popüler kahramanlarından birisi olan Binbaşı Kusanagi Motoko'yu da hayat vermeye cesaret edebilmiş. Kızıl afet ajandan siyah saçlı afet cyborg olarak yayınlanan resimlerden ve teaserlardan Scarlett'in işini oldukça ciddiye aldığı aşikâr.

54


Ghost in the Shell'in önemli karakterlerinin filmde yer alacağı zaten biliniyor. Teaserlardan da göreceğimiz üzere animesinde olduğu gibi aksiyondan ziyade psikolojik etmenlerin ön planda olacağı görülüyor. Geyşa bir kadın, "sen nesin" diye sorulan sorulardan filmin felsefi içeriğinin de geniş olacağı tahminini yürütebiliriz. Sonuçta serinin adı başlı başına bir felsefe: Kabuktaki Hayalet. Makineleşirsek ruhumuzu kaybeder miyiz? Peki ya ruh aslında nedir? Aramızda Ghost in the Shell'in konusunu bilmeyenler varsa kısaca konudan bahsedecek olursam; "cyberpunk" ve distopik bir gelecekte geçen yapımda makineleşme günlük hayatın önemli bir parçası olmuş ve doğrudan beyne bağlanan kablo ile sanal âleme girmek mümkün kılınmıştır. Blade Runner'a benzetebileceğimiz bu dünyada devlete bağlı gizli Bölüm 9 adlı özel birliğin teknolojik suçlulara karşı mücadelesi konu ediliyordur. Filmde de dördüncü dünya savaşından sonra yaşanan bir bombalama olayından sorumlu olan kurnaz bir bilgisayar korsanını yakalaması konu edilecek.

üzere insanlar temkinli yaklaşıyor. Serinin Japon köklerine sahip çıkılarak Amerikan sinemasının gölgesini yansıtmak ne derece tutarak bilemeyiz ama ilk izlenimlerin de fena olmadığını kabul edebiliriz. Her ne kadar Japon köklerine sahip çıkmış desek de filmin ilham kaynağını tam olarak nereden aldığını şimdilik bilemiyoruz. Masamune Shirow'un orijinal mangası mı, Mamoru Oshii'nin yönettiği ilk anime filmimi yoksa Kenji Kamiyama'nın Stand Alone Complex serisi mi diye merak etmemek elde değil çünkü her seri aynı evreni ve karakterleri konu alsa da tonlamaları farklı olarak ele alıyor. Aynı dünya ama farklı bir bakış açısı gibi düşünebilirsiniz.

Teaserlardan gördüğümüz kadarıyla Mamoru Oshii'nin filmleri daha baskın gibi. Motoko'nun yatağında uyandığı sahnenin aynısını anime filminde görmek mümkün. İlham kaynağı olmasa da Oshii'nin tarzını filmde bolca görecek gibiyiz. Yine "sen nesin?" sorusu Oshii'nin vizyonundan çıkma bir cümle. Filmin vizyon tarihi 31 Mart 2017. Film çıktıktan sonra materyaline ne denli sadık Scarlett Johansson, Motoko Kusanagi olarak kalmış, Amerikan Motoko olur muymuş, hep yayınlanan ilk medyalardan her ne kadar başarılı beraber göreceğiz. gözükse de başta animesinin hayranları olmak

55


ŞEYTANIN SAKLI YÜZÜ KISIM BİR - EFSUN YAZAN: Eda Yaren CENGİZ

İLLÜSTRASYON: Hamide AYDIN

''Efsuncu kadını yaşatmayacaksın.'' (Çıkış 22:18)

Bağlı olduğu kazıkta alevlerin onu yavaşça yok etmesini istemiyordu.

Pelerinli figür, elindeki vahşi köpekleri ile izini sürmeyi denerken o da fark edilmemek için dua ediyordu. Diğer adamlarına bağırarak bir şeyler söylediğini duydu ama ne dediğini net olarak algılayamamıştı. Nefes almak için ciğerlerini zorluyordu. Bacaklarının titremesi, daha fazla koşamayacağını işaret etse de, ormanda kalmak onun için ölüm demek olurdu.

Kilise, onları açık hedef haline getirene kadar barış dolu bir yaşamı vardı. Babası ve annesi onu tam anlamı ile eğitmeyi hedef edinmişti, matematikten astronomiye tüm bilgilerini ona aktarmak için yıllarca çabalamışlardı. Şimdi tüm emekleri yok olacaktı.

Adamların bağırışlarını duyduğunda, koşmak için derin bir nefes aldı ve elbisesinin uzun eteklerini elleri ile topladı, yarı yarıya uzamış otların dikenleri ve sivri yaprakları onun bembeyaz bacaklarını çizerken, tek yapabildiği acısını göz ardı etmekti. Dikenler yavaşça cildini deliyor, küçük yakut parçacıklarına benzeyen kan damlaları ortaya çıkıyordu. Acısını göz ardı etmek yola dikkat etmesini engelliyordu. Engebeli orman zemini koşmak için var olmamıştı, sürekli sendeleyip dengesini kaybediyordu. Ona ormanın sonundaki bir kaleden bahsetmişlerdi ama o orayı bulabileceğinden emin değildi. Cadı avlama birlikleri ona çok yakındaydı ve köpekler, kokusuna her an biraz daha yaklaşıyordu. Yakalanırsa, ne olacağını biliyordu. Daha geçen ay en yakın arkadaşının çığlıklarını dinlememiş miydi? Onun narin bedenini alevlerin yutuşunu izlemek zorunda bırakılmamış mıydı? Kaçmalıydı, yaşamayı her şeyden çok istiyordu. Gençti, hayatı keşfetmeye vakti bile olmamıştı. Gideceği yerin dar ağacı olmasını istemiyordu.

56

Saatlerdir koşuyordu, bacaklarının derisi çoktan soyulmuştu ve ayakkabılarının içine yavaşça kanın dolduğunu hissediyordu, soğuk havanın yakıcı etkisi açıkta kalan etini kavuruyordu. Acı hızını azaltıyor, ses çıkarmamaya çalışsa da inildememek için dudağına dişlerini geçirip onu parçalıyordu ama dikenler asla canlı canlı yakılmak kadar acıtamazdı. Nefesini tutarak gözlerinin dolmasını engellemeyi denedi, başarısız olmuştu. Kız içinin huzurla dolduğunu hissetti, ormanın engebeleri artmış ve yüzyıllık ağaçlar gün ışığını engellemeye başlamıştı. Arkasından birisinin silahını ateşlediğini işitti, merminin havayı yarışını hissetti, gürültüden korkan kuşların kanat sesleri ormanda yankılandı. Aynı anda bir atın kişnemesi ve birisinin acı dolu bağırışı da ormanın sessizliğini yardığında, istemsiz olarak gülümsedi. Evren, onlara yapılan kötülükleri geri iade ediyordu. Bir el daha ateşlenen silahın sesi tüm ormanı uyandırdı, hayvanların korku dolu bağırışları isabetsiz atışa gelen hakaretlere karıştı. Hız kazanmak için eteğinin uçlarını tutmayı bırakıp kollarını bükerek önünde tuttu ve nefes almayı


deneyerek koşmaya devam etti, bütün kasları sızlıyordu. Son bir el daha silah sesini duydu, nefes almayı denerken artık ciğerlerinden boğazını yakan bir sıvının yükseldiğini hissediyordu. Vücudundaki tüm gücün çekildiğini hissederken koşmaya devam etti, bulanıklaşmaya devam eden görüşü ve sızlayan ciğerleriyle tökezlemeye başlamıştı. Bir kök düğümüne takılıp yere düştüğünde,

57

kalkmak için çaba bile harcamamıştı, biliyordu ki başaramayacaktı. Koşmaktan güçsüz düşmüş bedeni son bir öksürükle sarsıldığında, verdiği nefesine karışan ruhu da uçup gitti. Geriye sadece cansız bir kız çocuğu kalmıştı. Korunmasız, kırılgan ve meleksi. Son nefesini vermesini izleyen avcısı, onun ruhunun affedilmesi için son bir dua okudu ve ona son bir dokunuşu bahşederek, bedenin boşluğa


bakan gözlerini kapadı. Sonlarla dolu bir gün

lanetli gülüşleri ile cevap veriyor ve acılarını biraz

olmuştu ama bu ateşi söndürmeye yetmeyecekti.

daha arttırıyorlardı, hücrenin içine fırlatılan taşlar

II

genelde hedefini buluyordu. Onların inancının yalan olduğunu bağırmak istiyordu, cehennemin

"Buna şaşmamalı. Şeytan da kendisine ışık meleği süsü verir." (Korintliler 11:14)

harıl harıl yanan ateşinin üstünde çıplak ayakla yürümesi anlamına gelse de cesaret kanının

Karanlık, pis bir köşede büzülmüş olan bedenin

kaynamasına sebep oluyor, öfkesi gözünü kör

üstüne, parmaklıklardan kurtulan bir parça ay ışığı

ediyordu.

düşüyordu. Açlıktan kasılan midesinin üstünde kavuşturulmuş elleri, yaralarla dolu kolları ve iğne delikleriyle süslenmiş derisi. Midesinin bulantısı uzun zaman önce geçmişti, onun yerini gözlerinin önünde beliren renk demetleri almıştı. Yemek için yalvardığı zamanları ise şu an sadece bir hayal tutamıydı.

Parmaklıklardan sıyrılıp ona isabet eden bir taş büzüldüğü yerde silkelenip ayağa kalkmasını sağladı. Sivriltilmişe benzeyen dişlerini göstererek gardiyanına aynı şekilde hırladı, üstü başı kan içinde olan adam ise ona sarı dişlerini sergileyerek gülümsedi. Birisi hücrenin kapısını açarken, sarı dişli adam onu dışarı çekerek

Suçlamalardan kurtulamayan masumlardan

sürüklemeye başladı. Çığlıklar atarak tepindi ama

birisiydi işte o da, güvendiğinin ihanetine

tek elde ettiği kahkahaları olmuştu. Tırnaklarını

uğramıştı. Nefretin ölümcüllüğüne daha önce hiç

adama batırmayı denediğinde, yüzünün sağ

bu kadar tanık olmamıştı. Ceset kokulu bir

tarafına oldukça sesli bir tokat yemişti.

zindanın köşesine oturmak ona fazlasıyla şey öğretmişti. Ten renginin getirdiği şanssızlığı başarı ile taşımış, geleneklerini akan her damla kanı ile savunmuştu. Ama burası, bunun için en yanlış yerdi.

Sürüklendi, dayak yedi ve sonunda güneş ışığı ile buluştu. Eskimiş kilisenin kirli pencerelerinden içeri giren ışık, havadaki toz zerrelerini açık ediyor ve aynı zamanda gözlerini de acıtıyordu. Uzun zamandır güneş ışığına hasretti ve yeniden

Parmaklıkların ardından, onu ve diğerlerini izleyen bir grup insan vardı, kendisini sirk hayvanları gibi hissetmesine sebep oluyorlardı. Bir anda ayağa fırlayarak paslı parmaklıklara yapışıp hırlamaya başladı, izleyicileri korkuyla bağırarak geri çekilmişti, cesaretini korumayı deneyen bir adamın ayağına tükürdü, oradan çıkar çıkmaz hepsinden intikamını alacaktı, aynı hışımla yerine geri oturdu.

buluşmalarının böyle olacağını asla düşünmezdi. Mahkeme salonu şeklinde düzenlenmiş kilise, insan kaynıyordu. Onu görenlerin çıkarmaya başladıkları sesler, kulaklarında yankılanıyor, kalp atışlarını hızlandırıyordu. Böyle bir yerde yargılanmak istemiyordu. Daha iyisine layık olduğu kesindi, yuhalamalar ise hırlamak istemesine sebep oluyordu. O da bir insandı, bir gösteri hayvanı değil, toplumun eğlencesi için

Hücrenin içindeki diğer kadınlar ise öfkeden deliriyordu, çığlıklar atıyor ve parmaklıkları yerlerinden sökmek istercesine sarsıyorlardı. Gardiyanları olması beklenen üyeler ise onlara

58

öldürülecek bir kurban hiç değildi. Eninde sonunda ölecekti, bunu biliyordu ama bu şekilde ölmek iyi olmaktan fazlasıyla uzaktı. Adamlar onu herkesin önünde zorla diz


çöktürdüler, taş zemine çarpan dizleri

III

parçalanmıştı, açık yaranın alev alev yaması

"Medyumlara ve ruhbanlara yüz göstermeyin.

dikkatini toplamasını engelliyordu. Yargıcın ona

Onlar tarafından kirlenirsiniz. Ben sizin

bir an gülümseyerek baktığını gördü. Kır saçlı

Tanrı'nızın da efendisiyim" (Levililer 19:31)

adam gür bir sesle adını söyledikten sonra ona yöneltilen suçlamaları saymaya başlamıştı. Bir kadın çocuklarına kekeme olmaları için büyü yaptığını söylüyordu, başka birisi ise evinin

Cadı avı başladığından beri kabuslar peşindeydi. Her yerde bir gölge onu yakalamak için pençelerini zihnine geçiriyor, engizisyona sürüklüyordu. Her uyku tuzağa körü körüne

bahçesine lanetli muskalar gömdüğünü.

atlamak gibi hissettiriyordu, uykusuzluk ise Bir kez daha, şifacı olmayı seçtiği için güçlü bir

paranoyayı daha çok körüklüyordu. Böyle

pişmanlık duydu, cadı avları başladığında

yaşayamayacağını biliyordu ama birisinin onu

mesleğini bırakmalı ve başka yere gitmeliydi, bu

mahkemeye verebileceği korkusu onu ele

kıvılcımın onu da yakacağını baştan beri biliyordu.

geçirmişti.

Yargıç suçlamaları kabul edip etmediğini

Neden şu ana kadar yaşayabildiğine dua

sorduğunda tereddüt bile etmeden “Evet” dedi, bu

etmiyordu?

işkenceyi olabildiğince çabuk bitirmek istiyordu. Her kabulünde kilisede bulunan kalabalığın sesi yükseliyordu. İnsanların ona olan nefretini gülünç buluyordu, o olmasaydı belki de bu insanların

Belki birisi şu anda mahkemeye onun adını veriyordu, kendi hayatını kurtarabilmek için? Sakinleşmeyi denemek için elini kalbinin üstüne bastırdı ve huzursuz bir şekilde yatağına gitti.

yarısı hayatta olmayacaktı.

Gözlerini içinde büyüyen endişeye karşı Aynı gür ses ile cezası ve infaz tarihi okundu.

kapamıştı.

Yakılacaktı, bir yol bulamazsa alevin ıstırabı bilincini yok edene kadar işkence çekecekti. Kendinden emin görünmeyi deneyerek ayağa

Uyanışı ise birisi kafasından aşağı su boşalttığında oldu. Çığlık atarak yatağından fırladığında karşısında sinirli bir şekilde duran

kalktı ve omuzlarını dikleştirdi.

komşusunu gördü. Kadından uzaklaşmayı ''İlmi yakarak yok edemezsiniz.''

deneyerek yatağa sindi. Bunun üzerine kadın, iri

Kahkahası bir anlığına sessizleşen kilisede

cüssesinin yardımıyla onu saçından yakalayarak

yankılandı. Sonra sert bir şeyin kafasına

yatağın kenarına çekti, sonra da onu ayağa

çarptığını hissetti. Yanma hissi ile birlikte acı tüm

kaldırmak için yine gür ve kızıl saçlarına asıldı.

vücuduna yayılırken yere yıkılmamak için

Çığlık atma isteğini bastırmayı denerken kadına

çabaladı, başı yarılmış olmalıydı.

ne yaptığını sordu, kadın sorusunu duymamış

Bunu yapan herkesi tebrik etmek isterdi, öfke ve

gibiydi.

acı düşüncelerini mantıktan uzaklaştırırken acıya

''Yürü cadı, gidiyoruz!'›

yarasını tutup sakin olmayı denedi.

Ona verilen sıfatı duyunca bu sefer de kafasından

Acısı yakında sona erecekti.

aşağı kaynar su dökülmüş gibi hissetti. Cadı ilan

59


edildiyse, her şey bitmiş demekti, mahkemeye gidecekti. Masumluğunu kanıtlayamayacaktı, kısacık süren hayatı sona erecekti. Vücudunu ele geçiren panik ile bağırmaya başladı, masum olduğunu söylüyor ve onu bırakması için yalvarıyordu. Kadın ise bundan hiç etkilenmiyor gibiydi, minyon bir cüsseye sahip olduğu için kendisine lanet etti. Saç telleri teker teker kopuyordu, kadın saçlarını fazlasıyla sıkı tutmuştu. Gözyaşları yanağını ıslatırken acımaya başlamış boğazıyla yalvarmaya devam ediyordu.

birlik oluyordu. Merhametsizlikleri kanını dondurmuştu, gözlerindeki nefret ve korkuyu görebiliyordu. Dindar bir kasabaydı, Kilise'yi her şeyden çok önemseyen bu halkın, avlara katılmayacağını düşünmesi yanlıştı. Zorla mahkemelerin yapıldığı yere doğru sürüklenirken kendisini kurtarmayı çabalamaktan vazgeçti, artık tek bir kadere sahipti: ölüm. Sadece daha erken olmaması için dua ediyordu. ''Açık pencere yüzünden bir perde titriyor.

Sesi duyan diğer komşular da uyanmıştı, birkaç evden sadece ışık yansırken çoğu kapının

Acınası bir mum titriyor ve damlıyor.

önüne toplanmıştı. Ellerinde gaz lambalarıyla merakla içeriye bakıyor, ne olduğunu anlamayı deniyorlardı. Kadın şikayet etmeye devam ettikçe sormalarına da gerek kalmıyordu. Yardım dilendiği insanlar onu mahkemeye götürmek için

Ölü adamın dili bu: unutmayın, unutmayın. Nasıl da uzaklarda şimdi, hareketleri'' (Sylvia Plath, Berck Plajı)

60


GÖLGE e-Dergi İLE NASIL TANIŞTIM ve onu tanıyınca ne yaptım: Gökçe Mehmet AY Kötü başlayan eğlenceli öykü... Gölge e-Dergi hayatımın önemli bir parçası olmuş ki nasıl tanıştığımı hatırlamıyorum. Ama ne yaptığımı hatırlıyorum. Haberi gördüğüm forumda bol bol övmüştüm. Arkadaşlarla konuşurken de pek umutlu değildim doğrusu. İlk tepkim iyi de bu işi para kazanmadan nasıl devam ettirecekler olmuştu. Baktım devam ediyorlar, ben de bu başarılı yazarların, çizerlerin arasında olmalıyım dedim. Bir şeyler yazma heyecanı da var ne de olsa, hemen elimdeki bir öyküyü editöre gönderdim. 2010'un Mayıs'ın sonunda öyküyü gönderir göndermez Oğuz ÖZTEKER'den cevap geldi. Öykünün kendilerine uygun olmadığı yazmıştı ama düzeltmeler de göndermişti. Açıkçası gelen cevap beni ateşleyip daha iyisini yazmaya itti. Kimsenin de günahını almayayım, editör kurulu beraber bakacak demişti Oğuz ÖZTEKER, yani büyük ihtimalle onun tek başına verdiği bir cevap değildi. Yazma işi blogun da yoğunluğuyla yavaşlamıştı ama okuduğum çizgi romanları inceleyecek bir mecra arıyordum. 2010 Kasım'ında “başkaları okumasın diye ben okudum” diyerek Crossed incelemesini dergiye gönderdim. Bir kaç ay daha sadece Gölge'de inceleyebileyim diye çizgi roman arayıp okudum. Sonra hayat araya girdi ve yazamaz oldum. Neyse ki kitap okuyacak zaman buluyordum. Bu yılın başlarında o ilk eleştirileri göz önüne alıp yazdığım ve yıllardır bir köşede beklettiğim öyküyü dergiye gönderdim. Kendi

kendime verdiğim bir söz vardı o öyküyü gönderirken; her ay bir öykü yazacaktım. Gölge eDergide yayınlanabilecek kalitede olmalıydı yazdıklarım. Şimdilik editörden ret almadım, ama o ilk ret epostasını hala saklıyorum. Gölge e-Dergi her damlasıyla daha iyi olmamı sağlayan bir iksir, yıldızların arasında uçmamı sağlayan birer paslanmaz çelik kanat. Gölge eDergi Türkçede önemli bir eksikliği yıllarca tek başına doldurmuş, önemi ileride daha da anlaşılacak bir dergi bana sorarsanız. Şimdilerde yeni işler ortaya çıksa da hala türe nefes aldıran bu güzel mekânın var olmasını sağlayanlara teşekkürler.

61


SİYAH EN GÜZEL RENKTİR YAZAN: Buket YILDIRIM Masanın üstü buruşturulmuş peçete, kahve bulaşığı, sigara izmaritleri, her yere yayılmış külleri, geceden kalma marulu pörsümüş salamlı tost ve tostun üzerinde uçuşan sineklerle doluydu... Gerindi, gerindi, gerindi ve yine her zamanki gibi uzun L koltuktan yere düştü. Uykudan böyle uyanmak onu akabinde öksürük krizine sokuyordu. El yordamıyla masanın üstünde bulduğu bir peçeteyi ağzına götürerek öğüre öğüre öksürdü. Yine o manzarayı görmek istemediği için diğer peçetelere yaptığı gibi hemen buruşturup masanın üstüne fırlattı kanlı peçeteyi. Yerden doğruldu, pejmürde pijaması üstünden dökülüyordu. “Kim bilir kaç kilo verdim” diye mırıldandı. Ayaklarını yere sürte sürte mutfağa gidip bulabildiği en temiz bardakla dudak payı bırakmadan doldurdu kahvesini. Ardından onu eritip bitiren sigarasını yaktı... Uzun zamandır kahvaltısı bu ikiliydi... Epeydir doktor randevusunu ertelemişti. Bugün biraz hava almak ona iyi gelebilirdi. Bu bahaneyle hastaneye gitmeye karar verdi. Ne kadar kötüye gittiğini kontrol ediyorlardı. Hastalığını yüzüne yüzüne vurmak için ayaklarına kadar çağırıyorlardı. Bu meretle çocukluğundan beri savaşıyordu, Tam geçti derken nüksedip hayattan soğutuyor, kendisini kendine yük ediyordu. Bu yüzden ne evlenebildi, ne de çocuk istedi... Dolaptaki tüm kotları ona bol geliyordu, gitti yine her zaman giydiği siyah pantolonuyla siyah

62

fanilasını giydi. Saçlarını gelişigüzel bağlayıp uzun askılı çantasına hastalığa dair tüm evrakları oflaya puflaya tıkıştırarak hastaneye doğru yürümeye başladı... Yol boyunca dalgın dalgın yürüdü. “Kendinize hiç dikkat etmiyorsunuz Nurten Hanım, sigarayı kesinlikle bırakmalısınız Nurten Hanım, ilaçları düzgün kullanmıyorsunuz Nurten Hanım, randevunuzu çok aksatıyorsunuz Nurten Hanım...” “Bıktım” dedi. “Öleyim de kurtulayım”... Rüzgar yüzüne çarpa çarpa yürüdü... Uzaklarda ince bir çığlık sesi duydu yol boyunca yürüdükçe çığlık ona yaklaştı. Çığlığın etkisini tüm vücudunda hissetti. Sese doğru yöneldi. Uzun uğraşlar sonucu bulduğu sesin sahibi bir köşeye büzüşmüş kömür karası bir kediydi. Anladığı kadarıyla araba ezmişti. Ön bacağından her gün peçetelerinden görmeye alışkın olduğu kıpkırmızı kan akıyordu minik kedinin... Hemen kucağına alıp veterinere doğru hızlı adımlarla yürüdü. O öksürdükçe minik kedi yarı baygın miyavlıyordu. Sonunda ulaştı ve tahmin ettiği gibi araba kazasıydı... Veteriner, kontrolünden sonra kedinin yürüyemeyeceğini söylediğinde gözlerinden yaşlar boşaldı... Küçücüktü. O da kendi gibi “defolanmıştı” ... Bu kara, bu siyah hayatına bir siyah kedi fazla gelmezdi. Yeniden kediyi kucağına aldığı an göz göze geldiler ve o an tüm bakımını üstlenmeyi kabul ederek bir taksiye atlayıp kediyi evine götürdü. Nasıl olsa hastanede yine durumunun kötüleştiğinden bahsedip bir poşet ilaçla eve yollayacaklardı gitmeye gerek yoktu şimdi... Eve


gittiğinde kediyi kucağına alıp “Bu siyah hayatımı, tüm siyahlığınla renklendirir misin?” “İsminin 'piksel' olmasını istiyorum.” dedi kulağına fısıldayarak... İkisi de yaralıydı, belki aynı anda ölürlerdi... Her gün düzenli veteriner kontrolüne götürdü, yeri geldi kendi hastalığını unutup başında sabahladı Piksel'in... Bir sabah burnunun yalanmasıyla uyandı, Piksel sürüne sürüne sahibinin yanına kadar gidip burnunu yalamayı başarmıştı... Büyük bir mutlulukla kucakladı kedisini. Ağzından, burnundan bıyıklarından öptü kızını. Büyük adımlarla mutfağa gidip kendisine kocaman bir tost hazırlayıp kedisine de bir paket yaş mama açtı. Tüm camları açıp evin puslu havasını atmosfere kovdu, ulaşabildiği her yerin tozunu aldı. Hazırladıklarını pırıl pırıl olan masanın üstüne yerleştirdi. Karşısına Piksel'i alarak huzurlu, mutlu bir kahvaltı yaptı. Göbeğine dokundu, Şişmişti ve o an fark etti. Hani nerede bu her sabah olan öksürük krizleri? Gece terlemeleri nereye gitmişti? Peki bu masada en son ne zaman gülerek bir şeyler yemişti? Piksel onun kapkara hayatını renklendiriyordu... Piksel piksel, kare kare renk işliyordu anlarına... Tamamen teslim oldu kedisine... Birbirlerini iyileştiriyorlardı... Merhem oluyorlardı... Yine bir kontrol günü gelip çatmıştı ama bu sefer biraz daha rahattı. Çünkü mutluydu. Doktoruyla görüştü, raporlar incelendikten sonra ayda bir kere gittiği muayeneye üç ayda bir gitmesi kararı alındı. Bu mutlu haberi Piksel'le paylaşmalıydı! Hemen hastaneden çıktı, şarkı söyleye söyleye yürüdü. Yol üstündeki mağazaya girme ihtiyacı duydu. Her yer rengarenkti. Onunsa dolabı simsiyah. Beğendiği birkaç açık renkli fanilayı alışveriş sepetine doldurdu. Piksel'ine, canı kızına beş-altı tane yaş mama aldı. Yavaş yavaş yürüyerek evin yolunu tuttu. Yol boyunca tek başına geçirdiği o zorlu günleri düşündü. Ne kadar önemliymiş sevmek, sevilmek... “Yaşamak ne güzel şeymiş bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi

kardeşçesine...” “ Güzel kedim her zamanki gibi televizyon masasının altındaki kare oyukta beni bekliyordur, anahtarın sesini duyar duymaz poposunu sürüye sürüye kapının yakınına kadar gelir” diye geçirdi içinden Nurten Hanım. Zor bela ufak tefek öksürük krizleriyle ulaştı evine, anahtarı biraz yorgunluk biraz heyecanla çevirdi. Aldığı yaş mama markasını daha önce hiç tatmamıştı Piksel. O nemrut, muşmula suratını görmek için sabırsızlanmıştı tüm yol boyunca. Kapıyı açtığında karşısında yoktu kedisi. “Muhakkak uyuyordur” diye düşündü. Elindeki poşetleri mutfağa bırakıp salona geçti. Doktorun yorumladığı akciğer röntgeni grafisini eline aldı, Şöyle pencereye doğru tuttu, anladığı kadarıyla şu soldaki kalp olmalıydı, kaburgalar, köprücük kemiği ve akciğerler... Hastalığına dair az da olsa iyileşme vardı ki doktor kontrol günlerini 3 aya uzatmıştı. Bu bile bir umut kaynağıydı. Röntgen grafisini koltuğa koyup televizyon masasının altına doğru baktı. Piksel burada da yoktu. Nereye gitmiş olabilirdi? Hızlıca mutfağa, yatak odasına tuvalet ve banyoya baktı. Bir saat evin içinde aralıksız aradı. Yoktu. Temizlikten kalan sonuna kadar açık balkon camı beyninde fırtınalar çaktırırcasına dikkatini çekti... Hemen aşağıya inip üç-dört mahalle boyunca aradı Piksel'i... Kime sorduysa olumlu cevap alamamıştı... Yoktu... “Belki bir kelebek, belki bir kuş dikkatini çekmişti kızımın... Ona erişmek istemişti belli... Daha çok erkendi... Ben daha seni yeni bulmuştum... Birlikte geçireceğimiz kim bilir belki bir ömür vardı... Yakıştı mı böyle bırakıp gitmek... “ diye diye gözyaşlarına boğularak kapıyı açtı... Gidişini, kayboluşunu kabullenememişti... Eve girdiğinde kendini kedisinin kıvrılıp uyumayı en sevdiği koltuğa bıraktı... Derin bir nefes çekti sızlayan ciğerlerine... Hoşça kal dedi. Simsiyah hayatımın piksellerini tırnaklarıyla renklendiren can kedim... Gittiğin yerde hoşça kal.

63


TARIK AKAN (1949 - 2016) Hasan Nadir DERİN

16 Eylül sabahı her zamanki gibi, ilk iş olarak sosyal medyada neler olmuş diye bakarken bir anda göz pınarlarımızı harekete geçiren bir haberle karşılaştık. Tarık Akan, o güzel insan, hayata veda etmişti. Evet, bir süre önce hastalık haberini almıştık ama çok çabuk olmuştu bu. Zaten hastalığı da ona yakıştıramamıştık. Koskoca Tarık Akan, Damat Ferit, Seyit Ali bir hastalığa mı yenik düşecekti? Ne çare ki haber doğruydu, hayatlarımıza bir yerinden dokunan o adam artık sonsuzluğa kavuşmuştu. neden onu bu kadar sevmiştik, neden onu ayrı bir yere koymuştuk? Bunun için Tarık Akan'ın yaşamına, filmlerine, hayata karşı duruşuna bakmamız gerek. Tarık Tahsin Üregül, 1949 yılında İstanbul'da dünyaya gelir. Babası asker olduğu için çocukluğu Anadolu'nun çeşitli yörelerinde geçer. Üregül ailesinin İstanbul'a dönmesi ile Tarık da ortaokul ve liseyi burada bitirir

64

ve Yıldız Teknik Üniversitesi'nde makine mühendisliği okur. Tam da o yıllarda, dergilerin “artist yarışmaları” çok popülerdir. Yakışıklı bir genç olan Tarık da 1970 yılında Ses dergisinin yarışmasına girer ve birinci olur. Yeşilçam'ın pek çok ünlü oyuncusu gibi onun da sinemaya ilk adımı bu yarışma ile olur. O yıllarda neredeyse her oyuncuya yapıldığı gibi onun da adı değiştirilir ve daha akılda kalıcı olduğu düşünülen Tarık Akan adını alır. 1971 yılında Mehmet Dinler'in yönettiği ve Fatma Girik ile başrolleri paylaştığı Solan Bir Yaprak Gibi filmi ile sinema macerası başlar. Kariyerinin ilk yıllarında çoğunlukla Yeşilçam'ın bildik romantik komedi filmlerinde yer alır. Bu filmlerin bir kısmı sinemasal açıdan çok önemli olmasa da Tarık Akan'ın sinema seyircisi ile arasında bir bağ kurulmasına yardımcı olmuştur. Akan da zaten bu filmlerden hiç pişman olmadığını her zaman belirtir.


yönetmenlerinden bir kısmıyla da çalışmıştır. Osman F. Seden'in yönettiği Ateş Böceği ve Yaz Bekarı, Lütfi Akad'ın yönettiği Esir Hayat ve Memduh Ün'ün yönettiği Para bu filmlere örnek olarak gösterilebilir. Ancak bu yıllardan en çok hatırlanan Tarık Akan filmi bir romantik komedi değil, bir melodramdır. Yine Ertem Eğilmez'in yönettiği ve Sadık Şendil'in senaryosunu yazdığı Canım Kardeşim, özellikle finaliyle izleyenlerin içini acıtmıştır ve bugün de izlenmeye ve sevilmeye devam etmektedir. Bu hüzünlü filmin oyuncu kadrosunda, o yıllarda Arzu Film'le çalışan Halit Akçatepe, Metin Akpınar, Kemal Sunal ve Adile Naşit gibi komedi ağırlıklı oyuncular olduğunu da not olarak düşelim. Elbette Münir Özkul'un Yaşar Usta karakteri ile efsaneleştiği Bizim Aile filmini de unutmamalıyız.

Bu dönemde Akan, Yeşilçam'ın en önemli kadın oyuncuları ile beyazperdeyi paylaşır. Kadın oyuncuların kare ası olarak bilinen Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik ve Filiz Akın'la olan filmleri yanında ses sanatçılığından sinemaya geçen Emel Sayın ve o da bir artist yarışması ile sinemaya atılan Gülşen Bubikoğlu ile iyi birer ikili oluşturur. Bu dönemde çalıştığı diğer kadın oyuncular arasında Hale Soygazi, Necla Nazır ve Perihan Savaş da sayılabilir. Bu filmlerin önemli bir kısmının yönetmeni ya da yapımcısı Ertem Eğilmez'dir. Eğilmez'in film şirketi olan Arzu Film şemsiyesi altında çekilen bu filmlerin çoğunda da oynadığı karakterin adı Ferit'tir (Ertem Eğilmez'in babasının adı). Akan'ın ilk dönemindeki romantik filmleri arasında bugün en akılda kalanlarının Emel Sayın'lı Mavi Boncuk, Filiz Akın'lı Tatlı Dillim ve Gülşen Bubikoğlu'lu Ah Nerede olduğu söylenebilir. Ayrıca daha kariyerinin ilk yıllarında, 1972'de Suçlu filmiyle Antalya Altın Portakal Film Festivali'nden ilk en iyi erkek oyuncu ödülünü alır. Tarık Akan, ilk döneminde sinemamızın en önemli

65

1975 yılına geldiğimizde Ertem Eğilmez'in Rıfat Ilgaz'ın bir eserini sinemaya uyarladığını görürüz. Bugün herhalde ülkemizde yaşayan hemen herkesin en az bir kez izlediği, farklı kuşaklardan hayranları olan, pek çok soruşturmada sinemamızın en iyi komedisi olarak kabul gören bu film elbette Hababam Sınıfı'dır. Çok büyük bir oyuncu kadrosu içinde Tarık Akan da Damat Ferit olarak yerini alır. Bu filmin büyük başarısı üzerine çok kısa bir süre sonra çekilen Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı filminde de Akan aynı karakteri canlandırır. Ana kadro içinde serinin sadece iki


sadece iki filminde yer alan tek oyuncu olmasına karşın Tarık Akan ve Damat Ferit karakteri Hababam Sınıfı'nın akılda kalıcı karakterlerinden biri olmayı başarır. Bu yıllarda Tarık Akan yeni arayışların peşine düşer. Henüz sinema sektörüne girişi 10 yıl bile olmamıştır ama rol aldığı onlarca filmin büyük kısmında benzer karakterleri canlandırmaktan sıkılmıştır. Bu düşüncesi Ertem Eğilmez'le aralarının bozulmasına yol açar ve Arzu Film'le Tarık Akan'ın yolları ayrılır. Eğilmez'in sinema sektöründeki çok güçlü etkisi nedeniyle Akan bu dönemde çeşitli zorluklar yaşar. Bu dönemde Türker İnanoğlu, yapımcı kimliği ile kendisine yardımcı olur. Bu dönem Kader Bağlayınca, Babanın Evlatları ve Sevgili Dayım gibi yine ilk dönemi içinde yer alabilecek filmlerde yer alır. Sevgili Dayım ve Ertem Eğilmez dönemindeki Boşver Arkadaş filminde birkaç yıl sonra beraberce çok daha başarılı bir filme imza atacakları Zeki Ökten'le beraber çalıştıklarını not olarak düşelim. Artık politik görüşünü yer aldığı filmlere de yansıtmak isteyen Tarık Alan için bu yolda ilk adım

66

Maden filmi olur. Yavuz Özkan'ın yazıp yönettiği filmde Cüneyt Arkın'la başrolleri paylaşır. Filmde maden işçilerinin yaşadığı sorunlar


anlatılmaktadır. O yıllarda gösterime girecek her film sansür kuruluna girmek zorundadır. Maden filmi ile ilgili, Ankara'ya sansür kuruluna giden Akan, daha önce tanışmadıkları ama hayranlık duyduğu Yılmaz Güney'i de hapiste ziyaret eder. Bu ziyaret, Yeşilçam'ın yalnız bıraktığı Yılmaz Güney'i de etkiler ve sonraki aylarda devam eden bu ziyaretler bir dostluğun kapılarını açar. 1979 yılında gösterime giren Sürü filminde bu dostluğun bir sonucu olarak Tarık Akan'ı başrolde görürüz. Yılmaz Güney'in senaryosunu yazdığı, Zeki Ökten'in yönettiği bu filmde Akan, o yıllara kadar üzerine yapışan rollerden çok daha farklı bir rol canlandırır ve filmin verdiği toplumsal mesajla birlikte Akan'ın oyunculuğundaki gelişim de göze çarpar. Filmde Melike Demirağ ve Tuncel Kurtiz'le de büyük bir uyum yakalarlar. Akan hem Maden, hem de Sürü filmleriyle birer Altın Portakal daha kazanır. Sürü ile aynı yıl gösterime giren Atıf Yılmaz filmi Adak da Altın Portakal kazandığı filmlerden bir diğeridir. Akan, Sürü ile bir kez daha sinema tarihimize imza atan filmlerden birinde oynamıştır ama bu son değildir. Bu dönemlerde Akan siyasi kimliğini sadece filmlere yansıtmaz, özel hayatında da tavrını belli

67

etmekten çekinmez. Örneğin 1977 yılında sinemacıların İstanbul'dan Ankara'ya sansüre karşı büyük yürüyüşünün planlayıcılarından biridir. Sendikalara desteği de her zaman devam etmiştir. Tarık Akan filmlerde oynamaya da devam eder elbette. Bu dönemde Erden Kıral'ın ilk yönetmenlik denemesi olan Kanal filminde de yer alır. Ancak 1980 yılında 12 Eylül darbesi tüm ülkenin olduğu gibi, sinema sektörünün üzerinden de bir silindir gibi geçer. Tarık Akan da kısa süreli bir hapis dönemi geçirir. Dönemin koşullarında sinema yapmak çok kolay değildir. Ama Tarık Akan, bir kez daha bir Yılmaz Güney senaryosunda başrollerden birini oynar. Güney yine hapiste olduğu için bu kez yönetmenlik görevi Şerif Gören'e düşmüştür. Elbette bu film Yol'dur. Bayram iznine çıkan beş mahkumun hikayesini anlatırken ülkenin portresini de çizen bu filmdeki en etkileyici bölüm Tarık Akan ve Şerif Sezer'in yer aldığı bölümdür hiç kuşkusuz. Yol, hapisten kaçan Yılmaz Güney tarafından son kurgusu bitirilir bitirilmez Cannes Film Festivali'ne katılır ve Altın Palmiye kazanır. Bu ödül, uzun yıllar boyunca sinemamızın kazandığı en büyük ödül olarak kalır.


O yıllarda ülkemizde Yol'un gösterimi yasaklandığı için ancak bir şekilde el altından ya da yurtdışında izlenebilir. Çoğunlukla büyük övgüler toplar, elbette politik içeriğinden dolayı sevmeyenler de vardır. Ama bugün halen pek çok kişi için sinema tarihimizin en iyi filmi olarak kabul görür. 80'ler devam etmektedir ama ülkede sinema yapmak, özellikle politik sinema yapmak iyice zorlaşmıştır. Seyirci de sinemadan uzaklaşmıştır, çekilen filmler fazla iş yapmaz, sinema salonları birer birer kapanır. Yine de bu dönemde Akan, Zeki Ökten'in yönetmenliğinde Pehlivan, Muammer Özer'in yönetmenliğinde Bir Avuç Cennet gibi önemli filmlerde oynar. Hatta Pehlivan ile bir Altın Portakal daha kazanır. Ancak 70'li yılların ortalarında kendisine destek olan Türker İnanoğlu'nu da unutmaz. Onun yapımcılığında ve Ahu Tuğba, Çiğdem Tunç ve yine Gülşen Bubikoğlu gibi oyuncularla Kayıp Kızlar, Beyaz Ölüm ve Alev Alev gibi filmlerde de rol alır.

hemen her sene bir filmde oynamaya devam eder. Belki eski yıllardaki kadar iz bırakan filmlerde rol olmadığı için hafızalarımızda bu dönem çok fazla yer etmemiştir. Yine de bu dönemde Devlerin Ölümü, Kürtçe bir film olan Siyabend-û Xecê (Türkçe çekilip Kürtçe dublaj yapılmış ve o yıllarda gösterime girememiş bir film), bir Nazım Hikmet uyarlaması olan Yolcu, bir kısa filmler toplaması olan Aşk Üzerine Söylenmemiş Her Şey akılda kalan filmler arasında sayılabilir.

Akan, 2000'li yıllarda sinemamız bir yükselişteyken ne yazık ki kendisine yeteri kadar alan bulamaz. Belki de belli bir yaşa gelen oyuncuları unutuveren sistemin kurbanı olur. 2000'lerde onu sadece beş filmde görürüz: Yine bir 12 Eylül filmi olan Eylül Fırtınası, ona yedinci ve son Altın Portakal'ını kazandıran (ki bu konuda rekor ondadır) Gülüm, Abdülhamid Düşerken, Vizontele Tuuba ve kayıtlara son filmi olarak geçen ve bir kez daha Şerif Sezer'le beraber oynadığı Deli Deli Olma. 2000'lerde elbette bir Beyaz Gölge uyarlaması olan Koçum Benim dizisini de unutmamalıyız. 2002-2004 yılları arasında 47 bölüm süren bu dizide Akan, Koç Can karakteri ile dikkat çeker.

80'lerin ortalarından itibaren, zor da olsa, yavaş yavaş 12 Eylül dönemiyle hesaplaşan filmler de gelmeye başlar. Zeki Ökten'in Ses filminde Akan, darbe döneminde işkenceye uğraşmış bir adamı canlandırır. Bu dönem rol aldığı filmlerden bir kez daha Şerif Gören'le çalıştığı Beyoğlu'nun Arka Sinemadan uzaklaştığı dönemlerde bile Akan ülke Yakası da önemli filmlerinden biridir. 80'lerin için doğru bildiklerini savunmaktan çekinmez. sonlarında Orhan Oğuz filmi Üçüncü Göz ve Yusuf Kimi zaman bir tarafın, kimi zaman diğer tarafın Kurçenli filmi Karartma Geceleri ile birer Altın tepkisini çeker belki ama o hep ülkesini aydınlık Portakal daha kazanır. Ayrıca Karartma Geceleri yarınlara götürme çabasında olmuştur. Bugün ile Adana'dan bir Altın Koza sahibi de olur. Üçüncü Adile Naşit, Kemal Sunal, Ertem Eğilmez, Yılmaz Göz, dönemin aydın bunalımı filmlerine tipik bir Güney ve Tuncel Kurtiz'in yanına giden Akan, tıpkı örnekken Karartma Geceleri çok daha başarılı bir onlar gibi ölümsüzlüğe erişmiştir. filmdir. Yine bir Rıfat Ilgaz romanından uyarlanan Yol'un açık olsun güzel insan… film, her ne kadar 2. Dünya Savaşı yıllarını anlatsa da işkence sahneleri, kitap toplatma olayları ile 12 Eylül'e gönderme yaptığı açıktır. Bu nedenle Not: Yazıya katkılarından dolayı sevgili Oğul Can sansürle de başı derde girmiştir. Çomak'a teşekkür ederim. Her ne kadar 90'lardan itibaren Akan'ı sinemada çok fazla görmedik diye düşünsek de o yine de

68


YAZARIN KALEMİNDEN:

NEKİ Ali BENİCE

Bu kitabı nasıl yazdığıma dair pek ilginç anım yok, ama büyük ihtimalle üzerimde pijamalarım ya da eşofmanım vardı. Bir de kış gibiydi sanki ama tam da değildi hani. Galiba geçen seneydi. İlk kitabım “Öteki Dünyadan Hafta Sonu Ziyareti”nin piyasaya sürüldüğü tarihlerde olmalı (Araya ürün yerleştirmiş oldum, hoş oldu). Word dosyasını ilk kaydedişimde, “Paranoya Serisi” diye adlandırmıştım. Çoğu zaman daha yazmaya başlamadan hikâyelerim için isim bulur, bir kenarda hazır tutarım. Tabii sonucun neye benzeyeceğini bilmeden böyle bir işe girişince sonuç genellikle tatmin edici olmuyor, zırt pırt değişiyor.

yazdı klarım arasında (yayınlanmamış işlerim dâhil) günümüzde geçen tek çalışmam. Günümüzü en iyi anlatan şeylerden biri onlar; toplu konutlar.

Buna rağmen ne yapmak istediğimi biliyordum. Amacım toplu konutlardaki hayatın boğuculuğuna dair zımbırtıları işleyerek ahkâm kesmekten ziyade, bu bina yığınlarını karakterlerin ortak noktası olarak kullanmaktı. Ortaya çıkan sonucun da hedeflediğimden farklı olduğunu sanmıyorum. Karakterlerin toplu konutlarda yaşamalarının başlıca sebebi, özlerinde son derece sıradan insanlar olduklarını vurgulamaktı. Öyle de oldu, ama toplu konut melodraması olarak değerlendirildi. Bu şekilde kulağa daha çarpıcı bir hale geliyor galiba. Aldığım yorumlar açıkçası beni bile düşündürmeye başladı. Belki de hikâyelerdeki asıl şeytani mistik unsur, bizzat toplu konutlardır. Spekülasyona açık bir konu bu.

Paranoya kelimesini kullanmamın nedeni, onu hikâyelerin ortak noktası olarak ele almak istememdi. Beş öykü, beş paranormal(imsi) olay ve beş paranoyak. Toplu konutlar orada da dizginleri ele aldı, masaya yumruğunu koydu. Kitabın adı “Neki – A Blokta Paranoya”, ancak öykülerin son hallerinde paranoyanın etkisini kaybettiğini söyleyebilirim. Galiba kitap hedeflediğim sonuca ulaşmadı, ama ben sonuca yaklaştığımda istediğim şey değişmişti. Kitap da değişti. Paranoyaya şizofreni ve depresyon da eşlik etti. Bunlar olası bir ya da iki devam kitabı için sakladığım sağlık sorunlarıydı hâlbuki…

Toplu konut kavramını çekici kılan bir diğer özelliği de, çağdaş ve yeni bir terim olması. Bu,

Yine de onları tekrar kullanamayacağım anlamına gelmez.

69


BİLİM KURGU'DA HANGİ YEREL? Gökçe Mehmet AY Emrecan Doğan'ın 108'inci sayıdaki yazısını keyifle okudum. Konuşulması gereken bir konuda, rahat anlaşılan bir yazı yazmış. Ben de editörlerin izniyle yazısında katılmadığım konuları paylaşmak istedim. Öncelikle belirtmeliyim ki temel bir konuda Emrecan Doğan ile anlaşamıyoruz. Emrecan Bey'in Türk'ü, yereli ile benim yerel tanımım farklı. Onun örnekleri üzerinden bakıldığında bilim kurgu eserlerde İslami öğeler ve Orta Asya efsaneleri kullanılsa yerel bilimkurguya ulaşmak mümkün olacak. Kendilerinin kafalarında kurduğu bir Türk var ve aslında haklı olarak onu, sevdiğini düşündüğüm tür olan, bilimkurguda arıyor. Oysa benim kafamda Emrecan Bey'inki kadar net bir Türk ya da Anadolulu yok. Büyük ihtimalle Emrecan Bey'in aradığı bilimkurgu sterotipler üzerinden giden bir bilimkurgu değildir. Ne yazık ki işaret ettiği yolun oraya varma ihtimali çok yüksek. O yolda devam edersek İstanbul'da yaşayan ve Türkiye'nin büyük şirketlerinde çalışan birinin kahraman olduğu eserin ne kadar yerel olduğunu tartışma noktasına kolaylıkla gelebiliriz. Ya da bir başkası sadece Karadeniz insanının hikâyesi olmalı diyebilir. Edebiyatın kısıtlayıcı değil, açıcı olması gerektiğini düşünenler için ikisinin de, edebiyat ölçütleri içindekiler dışındaki kıstaslarla değerlendirilmemesi gerekir. Edebiyat, hatta onun dar bir kümesi olan Türk Edebiyatı hepsini kapsayabilir. Efsaneleri kullanmak da her zaman eseri yerel yapmayabilir. Örneğin Roger Zelazyn'nin Işık Tanrısı Hint Mitolojisinden beslenir. Sanıyorum kimse onu Hint edebiyatının parçası olarak görmeyecektir. Mike Resnick'in etkileyici eseri

Krinyaga'da kolonize edilen gezegende Afrika Ütopyası kurmaya çalışanların hikâyesi Afrika edebiyatı değildir. Batı bilimkurgusu sadece Anglo-Sakson efsaneler ve hatta iyice özetleme yaparsak Arthur efsanesi ve İncil'de geçenlerden ibaret olsaydı çok zayıf olurdu. Oysa eskilerden Ursula K. le Guin, Octavia Butler yenilerden N. K. Jemessin, Saladin Ahmed gibi yazarlar ana akım kültürden farklı olmalarına rağmen Batı edebiyatında kabul edilmektedirler. Hatta onların orada olmalarına tepkili Beyaz Erkek yazarlar ve okuyucular vardır. İki senedir bu tepkililer

70


yüzünden Hugo ödüllerinde olanları takip etmişsinizdir. Ben Bova bir yazısında “Bilimkurgu'nun herhangi bir politik görüşü yoktur ancak temel Batılı değer olan; insanın organizasyondan büyük olduğu, hepsinde mevcuttur” der. Batılıya benzer diye karşı çıktığımız bu hal midir? Bunu eserlerimizden çıkartırsak, Keloğlan, Köroğlu gibi kahramanlardan esinlenme şansını kaybetmiş olmaz mıyız? Bilimkurgu ulaşılmak istenen “yerel”in ne olduğunun net olmaması ve bir kültürün öğelerini kullanan her eserin o kültüre ait olmaması yüzünden zor bir sorundur. Bana sorarsanız T ü r k ' l e r i n y a z d ı ğ ı h e r e s e r y e r e l d i r. Kahramanlarının Batılıya benzemesi ya da benzememesi işi değiştirmez. En kötü ihtimal özenti olmuş denebilir ama istese de insan içinde yaşadığı kültürden bağımsız yazamaz. Yerel arayışının bir kötü yanı da “Batılı gibi” karakterler

var, eleştirisi ile eserlerin dışarıda bırakılmasıdır ki hepimizin beslendiği kaynağın kurumasına sebep olur. Kaldı ki her sene bu tartışmayı yapacak kaç bilimkurgu kitap çıkıyor? Kaç bilimkurgu öyküsü var? TBD'nin yarışması olmasa belki de bilimkurgudan 2000'ler sonrasında bahsetmek mümkün olmayacaktı. Geç kalınıp “Batılı” özentisi eserlerden başkası kalmayacak diye düşünmeyin. Geç kalmayı bırakın, ABD'de geri atılan kadın, beyaz olmayan ve azınlıklardan olan yazarlar gür bir sesle eserler çıkartmaya başladı. Eğer yazarda istek varsa her tür eser yazılacaktır. İstek yoksa aranan zaten yerel değildir. Yapmamız gereken bilimkurgu eserleri desteklemek olmalıdır. Sizin aradıklarınıza benzerleri çok destekleyin ama benzemeyenlere de azıcık destek verin ki daha çok insana ulaşılsın. O yüzden

71

Bırakınız hayal etsinler, bırakınız yazsınlar.


23. ADANA FİLM FESTİVALİ'nin ARDINDAN Hasan Nadir DERİN

Adana Film Festivali, geçen yıl sessiz sedasız, sadece Ulusal Yarışma filmlerinin gösterimi ile geçtikten sonra bu yıl yine sezonun ilk önemli festivali olarak karşımızdaydı. Bu yıl program da son derece iyiydi üstelik. Hem Ulusal Yarışma filmlerinin önemli bir kısmı umut vaat ediyordu, hem de Dünya Sineması bölümünde, özellikle Cannes Film Festivali'nden gelen filmler merakla bekleniyordu. Adana Film Festivali, hem film ekiplerinden, hem de basından çok sayıda konuk da davet etmişti. Geçtiğimiz yıl sadece yarışma filmlerinin gösterilip hiç konuk çağırılmamasının acısı çıkartılıyordu adeta. Daha önceki yıllarda olduğu gibi, bu yıl da tüm gösterimlerin ücretsiz olması da hem Adanalı sinemaseverler, hem de festival turizmi yapan sinefiller için bulunmaz bir nimetti doğrusu.

sonra otele yerleştim ve ufak bir dinlenme sonrası kendimi filmlere verdim. Her zamanki gibi niyetim, çok merak ettiğim birkaç film dışında, daha az adı duyulan, sürpriz keşifler olabilecek filmler izlemekti. İşte ilk günün ilk filmi olarak seçtiğim Çırak (Apprentice) böyle bir filmdi. Singapur'un Oscar adayı olan Çırak, ölüm cezasını uygulayan iki karakter üzerinden hem ölüm cezasına, hem de bu cezanın bunu uygulayanlara ve geri kalanlara etkisine bakıyordu. Karakterlerden biri, yıllardır bu işi yapmış bir adamken diğeri de bu işin yeni talibi

19 Eylül günü başlayan festivale ben de ikinci gününden itibaren dâhil olma fırsatı buldum. O halde güncemize başlayalım. 20 Eylül Salı: 12:15 – Salı sabahı Adana'ya uçakla indikten

72


Uzunca bir süre, ablasıyla beraber Aiman karakterinin neden ölüm cezasına ilgisi olduğunu, neden bu işi yapmak istediğini çözemiyoruz. Ancak karakteri tanımaya başladıkça ve onun geçmişinde ölüm cezası ile ilgili yaşadıkları öğrenince, durum anlam kazanıyor. Her iki oyuncunun performansı ve karanlıklar arasındaki görüntü yönetimi de iyi. Ancak kamera arkasında bir Kieslowski yok elbette. Neticede ölüm cezasını daha fazla sorgulayan bir film olsa memnun olurdum ama bu haliyle de sınıfı geçti. Festivale çok müthiş olmasa da iyi bir başlangıçtı. 15:00 – Sırada bir Rus filmi vardı. Öğrenci ((M)uchenik) adlı filmin daha ilk sahnelerinde okulun havuzuna bikini ile giren kız öğrencilere karşı gösterilen tepki bize bu filmi izlemeden daha bir kaç gün önce yaşadığımız metroda şort giyen kadına atılan tekme olayını hatırlattı. Tıpkı o olayda olduğu gibi burada da yapılan hareket tümüyle dine dayandırılıyor. Filmde, Veniamin isimli, her şeyin dine uygun yaşanması gerektiğini düşünen ve sürekli İncil'den alıntılar yapan bir lise öğrencisi ile tanışıyoruz. Okulda genel olarak çok fazla tepki görmüyor ve onu kendi haline bırakalım yaklaşımı benimseniyor. Sadece pozitif bilimden yana, öğrencilerine cinselliği ve hastalıklardan ve hamilelikten korunma yöntemlerini anlatan, Darwin'i öğreten bir biyoloji öğretmeni olan Elena ona karşı çıkıyor. Bir tiyatro oyunundan uyarlanan ama filmin sonunda bu bilgiyi görene kadar bu hissi vermeyen filmde, bu iki görüşün mücadelesini izliyoruz. Yönetmen, özellikle finalde geldiği noktayla açıkça öğretmenden yana tavır almış. Kimi yönleriyle ülkemizde yaşanan

başka olaylara da denk düşen filmde Kabataş yalanının bir benzerini görmek de mümkün. Yönetmen, öğrencinin İncil'den yaptığı her alıntı sırasında bu alıntının İncil'in neresinden olduğunu da belirterek filme gelebilecek olan, ama bunun dinde yeri yok ya da gerçek Hristiyanlık bu değil şeklindeki eleştirilerin de karşısında durmayı

becermiş. Öğrenci sadece ele aldığı fikirle değil sinematografi ve oyunculuklarıyla da gayet sağlam bir film. Festivalin yabancı filmler seçkisinin iyilerindendi.

17:45 – Cannes'da aldığı Altın Palmiye epeyce tartışılan yeni Ken Loach filmi, Ben, Daniel Blake (I, Daniel Blake) de ülkemizde ilk kez Adana'da seyirci karşısına çıkan filmlerden biriydi. Ken Loach elbette bir kez daha bir işçi sınıfı hikâyesiyle karşımıza çıkıyordu. Filmin ana karakteri Daniel Blake, geçirdiği kalp hastalığı sonrası doktoru tarafından çalışması yasaklanan bir eski toprak. Çalışmadığı için devlet desteği başvurusunda bulunuyor ama bürokrasi o kadar yoğun ve o kadar saçma kuralları var ki bir türlü bunların üstesinden gelemiyor. İzlerken adeta bu bürokrasinin, başvuranların bir kısmını vazgeçirmek için oluşturulmuş olduğunu hissediyorsunuz. Benzer şeyler iki çocuğu ile birlikte yeni bir hayata başlamak isteyen Katie için de geçerli. Loach (ve elbette değişmez senaryo yazarı Paul Laverty) birbirine destek olan bu iki karakter üzerinden bürokrasi çarkları için kaybolan küçük insanın gerçek ve dokunaklı hikâyesini anlatıyor. Film manifesto gibi bir finalle bitiyor ama olayın oraya gideceği çok belli. Film sırasında açık açık şimdi şu olacak diyenler bile oldu. Karşımızdaki tam bir Ken Loach filmi. Tesadüfen karşınıza çıksa, kısa sürede onun filmi olduğunu anlarsınız. Loach'ın etkileyici, insanın içine işleyen filmlerinden biri üstelik. Sevilmesini anlıyorum, ki ben de sevdim. Ama çok büyük bir yenilik içerdiği söylenemez. Altın Palmiye'lik bir filmi mi? Şüpheliyim. Hatta festivalin ilerleyen günlerinde rakiplerinden birkaç tanesini izledikten sonra, benim tercihimin başka bir film olacağını düşündüm.

73


20:30 – Günün son seansı olarak Arabulucu (The Peacemaker) adlı belgeseli seçmiştim ama son anda diğer sinemadaki Çatışma (Eshtebak) nasıl bir filmmiş acaba diye İnternet'e baktığımda Mısır'ın Oscar adayı olduğunu ve konseptini öğrendiğimde diğer sinemaya doğru yola koyuldum. Çatışma, Mısır'da darbe sırasında geçen ve tümüyle bir polis kamyoneti içinde geçen bir film. Kamyonette, polislerin gün içinde tutukladığı Müslüman Kardeşler elemanları, onlara karşı olanlar ve bu olaylarla neredeyse hiç ilgisi olmayan insanlar var. Dışarda gerçekleşen büyük olayları da tümüyle bu kamyonet içinden izliyoruz. Teknik açıdan son derece iyi çekilmiş bir filmle karşı karşıyayız. Bir buçuk saat boyunca bir sürü insanın iç içe olduğu bir mekândan hiç çıkmadan hikâyesini anlatmayı beceriyor.

Filmin esas derdi, o kamyonetin içindeki insanların aslında birbirinden çok da farklı olmadığını, bu beladan kurtulmak için birlikte hareket etmeleri, fikirlerine tahammül etmeleri gerektiğini göstermek (kamyonet = Mısır olarak okuyunuz, hatta Mısır yerine istediğiniz ülkenin adını yazabilirsiniz). Yönetmen bu düşüncesini film boyunca, çeşitli yollarla defalarca vurgulamış. Filmin sıkıntısı da burada aslında. Bir yerden sonra iyi çekilmiş olmasına rağmen, anladım ben artık derdini dedirtiyor ve tekrara düşüyor. Ama izlenebilir bir film kesinlikle. Bir not olarak da izlerken bizim Mavi Ring filmini hatırlattığını ekleyeyim. 21 Eylül Çarşamba: 12:15 – Ulusal Yarışma filmlerinin ilk gösterimleri bugün başlıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk günün yarışma filmleri çok umut vermeyince tercihimi bugün de yabancı filmlerden yana kullandım. Kaptan Fantastik (Captain Fantastic) filminde Viggo Mortensen, 6 çocuğunu modern yöntemleri hiç iplemeden yetiştiren baba olarak çok iyi. Anneleri ile birlikte çocukları doğanın ortasında bir evde, onları okula göndermeden yetiştirme fikrini

benimsemişler. Annelerinin hastalığı sonrası bu iş tümüyle babaya kalmış. Fakat baba o kadar donanımlı ki, çocuklarını çok iyi yetiştirmiş. Çocuklar hem müthiş bir bilgi birikimine sahipler, hem de fiziksel olarak tam formdalar. Bunun yanında çocuklara hiçbir zaman yalan söylememe ilkesini benimsemiş. Ne cinsellikle ilgili bir soru sorduklarında, ne de annelerin hastalığı ile ilgili. Film eğlenceli ve duygusal anların dengesini iyi tutturmuş. Viggo ve çocukların uyumu da çok iyi. Aynı zamanda izleyiciyi, doğru olan çocuk yetiştirme yöntemi hangisidir diye düşünmeye de itiyor. Filmdeki babanın seçtiği yol doğru olabilir ama çok riskli. Zamanında Erkin Baba, ben kızımı okula göndermemeyi seçtim ama siz yapmayın derdi. Bu filme de öyle yaklaşmak mümkün. Filmdeki baba kadar donanımlıysanız olabilir ama değilse düşünmeyin bile.

15:00 – Festivallerde güzel ve eğlenceli bir animasyonun karşımıza çıkmasına da alıştık artık. Bu sene Adana programındaki animasyon Kabakçığın Hayatı (Ma vie de Courgette) idi. Bir saat civarındaki süresi ile ufak ve eğlenceli bir animasyon gerçekten. Kendisine Kabakçık diyen bir çocuğun yetimhaneye girmesi ile başlayan film buradaki diğer çocukları da hikâyesine dâhil ediyor. Yetimhanedeki çocukların hayatını anlatıyor ama iç karartmıyor. Ancak gerçeklikten de uzaklaşmadığını söyleyebiliriz. Çocuk filmi denebilir ama arada yetişkin dokunuşları da yapıyor. Riskli konuları çok ince işlemiş. Örneğin iki arkadaş, yetimhanedeki kızlardan birinin

74


geldiğini konuşurlarken, babası ona kötü bir şey yapmış ama ne olduğunu tam anlayamadım diyorlar. Biz seyirci olarak neden bahsedildiğini anlıyoruz elbette ama filmi izleyen çocuklar için bu şekilde bir anlatım daha doğru belki de. Doğrusunu söylemek gerekirse biraz daha çarpıcı yönleri de olan bir film bekliyordum ama bu yönden aradığımı çok fazla bulamadığımı söyleyebilirim. Ancak bu tamamen beklentiyle ilgili bir durum, filmin kötü olduğu anlamına gelmiyor.

17:45 – Benim için festivalin ilk hayal kırıklığı Frantz. François Ozon'dan farklı bir şeyler beklerdim. Birinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından Almanya'ya gelen ve savaşta tanıdığı bir Fransız'ın mezarına çiçek bırakan eski bir askerin, o Fransız'ın nişanlısı ile olan ilişkisini anlatan film, bayağı eski usül bir savaş sonrası melodramı. Zaten 1932 tarihli bir filmden uyarlanmış. Büyük kısmı siyah-beyaz olan film kimi anlarda renkliye dönüyor. Bu geçişler gayet başarılıydı. Oyunculuklar da öyle ama gerisi pek beni yakalayamadı. Bir de filmden sonra kiminle konuştuysam hikâyenin belli bir yere gideceğini tahmin etmiş ama oraya gitmiyor. Elbette bunun detayını vermeyeceğim ama sanki Ozon bunu bilinçli yapmış. Benden belli bir beklentiyle geldiyseniz onu vermeyeceğim size diyor adeta. Bunun ne kadar doğru bir tercih olduğundan emin değilim. Bana çok hitap etmedi ama filmi sevenlerin olduğunu da eklemeliyim.

20:30 – Günün son filmi adıyla ilgili çeken bir filmdi doğrusunu isterseniz. Orijinal adı Radio Dreams olan filmin Türkçe adı, ilgi çeksin diye Metallica'yı Beklerken yapılmış diye düşünmüştüm ama çok yakışmış. Belirgin şekilde Godot'yu Beklerken'i referans veriyor ama doğru bir referans. Amerika'dan yayın yapan bir İran radyosunun gün boyu Metallica'yı beklemesini izliyoruz. Eğer Metallica gelirse bir Afgan rock grubu olan Kabul Dreams ile beraber müzik yapacaklar. Metallica geliriz demiş ama saati belli değil. Biz de film boyunca süren bu bekleme sürecinde radyoda yapılan yayınları takip ediyoruz. Filmin rahat içine girilmeyen bir mizah anlayışı, soğuk bir tarafı var. Özellikle güreş ile ilgili bir alt hikâye var ki gülmekle sinir olmak arasında gidip geliyorsunuz. Ancak radyonun saçma sapan yerlerde reklam alması ya da Amerika'daki bir İran güzeliyle yapılan söyleşi gibi yerler başarılı. Program yapımcısı üzerinden anlatılan gurbet, yalnızlık ve anlaşılamama hissi de iyi verilmiş. Özellikle sinemasal açıdan çok başarılı diyemem ama farklı bir çaba olarak izlediğime mutlu oldum. Peki Metallica hayranları izlemeli mi? Elbette Metallica'nın gelip gelmediğini açık etmeyeceğim ama Afgan grubu Kabul Dreams'in de güzel rock şarkıları var doğrusu (film için oluşturulmuş bir grup değil, 2008'den beri müzik yapıyorlar). 22 Eylül Perşembe:

12:15 – Bugün ilk film olarak seçtiğim Barakah Barakah ile Tanışınca (Barakah yoqabil Barakah), Suudi Arabistan'ın Oscar adayıymış. Çok şansı olduğunu söylemek zor ama bu ülkeden çıkan bir romantik komedi olması açısından enteresan. Film Barakah adlı, belediyede çalışmakta olan genç bir adamın bir moda çekimi sırasında tanıştığı bir kadınla olan ilişkisini anlatıyor. Bir İnternet şöhreti olan bu kadın Bibi adıyla biliniyor ama onun da esas adının Barakah olduğunu zamanla öğreniyoruz (filmin adından tahmin edemediysek tabii). Romantik komedi kategorisine sokulabilir ama politik göndermeleri de yok değil. Hatta bir ara, bayağı bir eski günlere, eski günlerde Suudi Arabistan'da kadınlara bakışa

75


özlem var. Aslına bakarsanız izlediklerimiz gerçeği yansıtıyorsa bizim önyargılarımız da biraz fazla olabilir. Ya da ülkenin farklı yerlerinde farklı yaşayışlar var. Filmde bayağı modern giyimli kadınlar görüyoruz mesela. En azından iki sene önce izlediğimiz Vecide filmi bambaşka bir ülke anlatıyordu bize, bu bambaşka bir ülke. Belki de pek çok ülkede olduğu gibi farklı ekonomik kesimlerde çok farklı yaşayışlar var. 14:45 – Ve geldik Ulusal Yarışma filmlerine. İlk izlediğim film Babamın Kanatları oldu. Filmde kanser olduğunu öğrenen bir inşaat ustasının hem bu hastalıkla mücadelesini hem de ailesine para gönderme çabasını izliyoruz. Menderes Samancılar'ın son derece başarıyla canlandırdığı bu karakter yanında aynı inşaatta çalışan yeğeni ve onun sevgilisi de filmin diğer karakterleri. Yönetmen o hikâyeye de neredeyse ana hikâye kadar yer ayırmış. Hatta filmin ana karakterinin kim olduğu konusunda bir kafa karışıklığı olduğunu düşünüyorum. Bir ara baba karakterini unuttuk neredeyse. İş kazaları ya da iş cinayetleri de filmin önemli noktalarından biriydi. Film sonrası söyleşide yönetmenin de belirttiği gibi, aslında projenin ilk hali tamamen gerçek hayattan alınan bir kaza öyküsünü anlatmak yönündeymiş, sonradan o hikâye filmin küçük ama önemli bir parçası haline gelmiş.

Daha yeni bir Ken Loach filmi izlemişken, Babamın Kanatları'nı Loach izlese sever diyebilirim sanırım. Babamın Kanatları ilk film olarak iyi ama çok fazla konuya değinme gibi bir çabası var. İzlediğim ilk yarışma filmi olduğu için ödül şansını çok iyi değerlendiremiyordum ama neticede festivalin ne çok ödül alan yapımı oldu. Menderes Samancılar'ın en iyi erkek oyuncu ödülü banko bir ödüldü zaten. Yeğen ve sevgilisi karakterlerini canlandıran Musap Ekici ve Kübra Kip de kazandıkları yardımcı erkek ve kadın oyuncu ödüllerini hak ettiler. Kurgu ödülü ise başka bir filme gidebilirdi açıkçası. 17:30 – Peşin peşin şunu söylemeliyim. Derviş Zaim'in Rüya'sı, bayıldım demeyi çok isteyeceğim bir film. Zaim bir kez daha kültürümüzdeki önemli

unsurlardan birinden yola çıkarak bir film yapmış. Bu kez Yedi Uyuyanlar efsanesini anlatısının temeline yerleştirmiş. Anlattığı temel meseleler ise çarpık kentleşme, yozlaşmış kimi kurumlar ve insanların duyarsızlığı. Ancak Zaim'in ne anlattığı değil, nasıl anlattığı daha önemli. Yönetmen, sinemamızda çok fazla denenmeyen tarzda bir anlatım numarası denemiş. Bu tip numaralarını seviyorum. Ama filmin kimi önemli sıkıntıları var. Özellikle giriş kısmında derdini anlatmaya başlayana kadar, karakterlerin hareketleri, tepkileri çok sıkıntılı. Oyuncular ve ağızlarından dökülen replikler inandırıcı olmayınca film de aksıyor. Hatta salonda hiç olmaması gereken yerlerde kimi inandırıcılık sorunları nedeniyle kahkahalar yükseldi. Ama Zaim'in baştan itibaren ipuçlarını serpiştirmesini, anlatımını sarmal sarmal açmasını sevdim. Keşke toplamda daha iyi olsaydı. Bu arada Rüya'yı izlemeyi düşünüyorsanız filmle ilgili mümkün olduğu kadar az şey okuyun, hatta IMDB sayfasına bile bakmayın derim. Rüya ilginç bir şekilde komedi filmi olmamasına rağmen seyirciyi belli ölçüde güldürdü. Kimi inandırıcılık problemleri dışında bunun nedenlerinden biri de Zaim'in ufak göndermeleriydi. Kendisinin göründüğü sahne bir yana, jüri başkanının Tayfun Pirselimoğlu olduğu düşünüldüğünde Zaim'in onunla ilgili yaptığı gönderme büyük bir tesadüf olmalı. 20:30 – Cannes'da eleştirmenlerin bayılıp George Miller başkanlığındaki jürinin hiçbir ödül vermediği üç saat civarındaki iki film de Adana'daydı. Babalarını anmak için toplanan büyük bir ailenin bu yemekte yaşadıklarını anlatan Sieranevada deli bir iş olmuş. Kesinlikle herkese göre değil. Salonun yarısı çıktı, kalan yarısı film bittiğinde başyapıt izledik diyordu. Cristi Puiu artık nasıl bir ön çalışmayla çektiyse filmini, bizi almış gerçekten o evin içine koymuş. Kamera sürekli olarak karakterleri takip ediyor ama bir yandan da aralık kapıların arasından bakıyor, hatta kameralar

76


yüzüne kapanıyor, oradan oraya savruluyor, olanları takip etmeye çalışıyor. Bu sırada karakterler de ailenin sorunlarından tutun da 9/11'e kadar onlarca konu hakkında konuşuyorlar, konuşuyorlar, konuşuyorlar. Keyifle ama yorgunlukla izledim. O kadar fazla diyalog var ki, bir ara yazı okumaktan perdeye bakamadım. Bu nedenle sevmeyene de hak veririm. Bu tip, özel bir yemekte toplanan geniş aile filmlerinin belli klişeleri vardır. Yemeğin sonuna doğru çok büyük bir sır ortaya çıkar, en az iki aile üyesinin arası bir daha hiç düzelmeyecek şekilde bozulur vs. Puiu bu tip klişelere de pek kulak asmamış. Bu da filmin artılarından biri. Kesinlikle izlenmeli, sevileceği garantisini veremem ama izlenmeli.

karşımıza. Ancak bu çift, evlat edindiklerinin çevre tarafından anlaşılmasını istemedikleri için kadına hamilelik dönemi ile ilgili bir albüm hazırlama çabasında. Evlat edinecekleri çocukla ilgili de bazı spesifik istekleri var. Bu özet duygusal bir filmi akla getiriyor olabilir ama Albüm ülkemizde tarzına pek rastlamadığımız türden bir komedi. Film sonu söyleşisinde de belirtildiği gibi özellikle bazı sahneleri Roy Andersson mizahını akla getiriyor. Yönetmen ve senaryo yazarı Mertoğlu'nun çok keskin gözlemleri var. Bir yandan devlet bürokrasisini taşa tutarken bir yandan da ele aldığı çift üzerinden yeni Türkiye eleştirisi yapıyor adeta. Anlaşıldığı kadarıyla ne istediğini de çok iyi bilen bir yönetmen. Albüm bu yarışmayı ödülsüz kapamaz diyordum. Nitekim en iyi yönetmen ve senaryo ödülünün sahibi oldu. Açıkçası benim beklentim senaryo ve jüri özel ödülüydü ama buna da çok itirazım yok. Gerçekten de bu filmle sinemamız yeni bir yönetmen kazanmış olabilir. 14:45 – Yarışma filmlerinin hepsini izlemek gibi bir niyetim olmadığını, umutlu olduklarımı izlediğimi belirtmiştim. Her nedense Dar Elbise iyi çıkacağını düşündüğüm filmlerden biriydi. Film bittiğinde neden böyle düşünmüş olduğumu hiç anlamadım doğrusu. Muhtemelen festival boyunca aldığım en

23 Eylül Cuma: 12:00 – Festival kaşla göz arasında sonuna yaklaşmıştı bile. Cuma gününü yine Ulusal Yarışma filmlerine ayırdım. Albüm yurtdışında aldığı ödüllerden dolayı festivalin merak edilen filmlerinden biriydi. Mehmet Can Mertoğlu'nun bu ilk filmini az daha izleyemeyecektim. Sinemaya gidecek aracı kaçırınca yeni aracı beklemek zorunda kaldım, o da biraz gecikince ve başka bir yere de uğramak zorunda kalınca filmin başladığı saniyelerde salondan içeri girip ancak önden üçüncü sırada kendime yer bulabildim. Ama sonuç buna değdi. Giriş sahnelerinde yapay bir döllenme ile çoğaltılan hayvanları izlediğimiz Albüm, çocuk evlat edinmek isteyen bir çiftin öyküsünü getiriyor

yanlış karar. Yönetmen Hiner Saleem, filmine gerçek bir olaydan alınmıştır diye başlıyor ve anlattığı yerin İstanbul olduğuna dair pek çok referansla yoluna devam ediyor. Film, Parisli bir modacının ülkemizde bir defile düzenlemek istemesi üzerinden gelişiyor. Defile için 50 genç kız bulunması gerekiyor ama ne hikmettir ki deneme yapılıp seçilen modern görünümlü kızlardan bir tanesi bile iş ciddiye binince gelemiyor. Kimisi tutucu annesi, babası ya da abisi yüzünden, kimisi de mahalle baskısı nedeniyle. Filmin devamı da kadına karşı şiddet örnekleri ile devam ediyor. Evet, ülkemizde kadına karşı ayrımcılık ve şiddet olayları yaşanıyor, ne yazık ki sıkça yaşanıyor ama

77


ama bu filmde anlatıldığı gibi değil. Dar Elbise, hiçbir anında inandırıcı olmayı başaramıyor ve sınıfta kalıyor. Film sonundaki söyleşide epey tepki toplayan yönetmen Hiner Saleem, filmlerin birebir gerçeği yansıtmak gibi bir sorumluluğu olmadığını ve sosyolog olmadığını, sanatçı olduğunu vurguladı. Elbette bunlar doğru, ancak filmin başına gerçek bir olaydan alındığını yazarsanız bu konuda sorumluluğunuz artar. Üstelik bu gerçek olay da Türkiye'de yaşanmamış. Yönetmen Orta Doğu'da başka bir ülkede bu filmi çekemediği için ve ülkemizdeki oyuncu ve yapımcılarla iyi çalıştığı için burada çektiğini ve zamansız ve mekânsız bir film yaptığını söyledi. Eğer niyeti gerçekten buysa hiç de mekânsız bir film yapmadığını belirtmeliyiz. Hadi yine de filme dair iyi bir şey yazarak bitirelim. Tuba Büyüküstün beklediğimden başarılı bir performans ortaya koyuyordu. 17:30 – İşte festivalin en merakla beklenen Ulusal Yarışma filmi: Koca Dünya. Sadece kendi adıma böyle olmadığını, sinema salonunun kapısındaki müthiş yoğunluktan da anlamak mümkündü. Salona zar zor girebildikten sonra kendimize oturacak yer de bulamadık ve salonun merdivenlerinde uygun bir yere konuşlandık. Yerleşme faslı bitene kadar belli bir zaman da geçince film de biraz geç başladı. Ama tıpkı sabah izlediğimiz Albüm gibi Koca Dünya da bittiğinde, zor koşullarda izledik ama değdi diyorduk.

oyuncularla çalışmayı seven bir yönetmen. Onlardan da her zaman iyi performanslar elde ediyor. Burada da farklı bir durum yok. Her iki oyuncusu da çok başarılı. Erdem'le uzun yıllardır çalışan ve her işine hayran olduğumuz görüntü yönetmeni Florent Herry de öyle. Film bittiğinde Koca Dünya'nın en iyi film ödülünü alıp almayacağını bilemiyordum ama ödül gecesinin en fazla ödül alan filmi olacağını düşünüyordum. Bunda yanıldım ama en iyi film, en iyi görüntü yönetmeni ve umut veren kadın oyuncu ödüllerini kazandı. Her üç ödüle de katılmakla birlikte yönetmen ödülünü de almalıydı diyorum. Ayrıca Ecem Uzun'un yaşından dolayı umut veren oyuncu ödülü alacağını tahmin ediyorduk ama hiç ona bakmayıp en iyi kadın oyuncu ödülü de verilebilirdi. 24 Eylül Cumartesi: 12:00 – Hafta sonu, yani kapanış töreni günü gelip çattı bile. Günün ilk filmi, gerçek bir yaşam öyküsünden alınan Olli Maki'nin En Mutlu Günü (Hymyilevä Mies) idi. Bir dönem Finlandiya'nın önemli boksörlerinden olan Olli Maki'nin önemli bir maç öncesi hazırlık dönemini ve maç gününü anlatan bu film siyah-beyaz hoş bir filmdi. Hemen her anında Kuzey Avrupa sinemasından geldiğini hissettiriyordu. Özellikle içerdiği o mizah duygusu ile. Yabancı dilde en iyi film kategorisinde Oscar adayı olması muhtemeldir. En azından ilk dokuz bekliyorum (zaten o ilk dokuzda yer alacak filmlerin en azından üç ya da dördünü bu yıl Adana'da izlemiş olabiliriz). Siyah beyaz boks filmi dediğinizde ilk akla gelen film elbette unutulmaz Raging Bull. Ancak yönetmen bu ve benzeri filmlerden aklınıza gelebilecek klişelerle neredeyse hiç ilgilenmiyor. En basiti, sinir harbi şeklinde geçmesi beklenen basın toplantısında, yenilirsem iyi bir boksöre yenilirim diyen bir karakterimiz var elimizde. Maç sırasında yaşananlar da bu tarz bir filmden beklemeyeceğiniz nitelikte. Film sonundaki çok hoş sürpriz için de yazıları takip edin derim.

Koca Dünya, Reha Erdem'le barıştırdı beni. Şarkı Söyleyen Kadınlar'ı sevmemiştim, bu kez olmuş. Hem de bayağı iyi olmuş. Film kendilerini arayanlardan kaçmak için ormanın ortasında kendi başlarına bir yaşam sürmeye başlayan iki kardeşin hikâyesini hatta belki de masalını anlatıyor. Eski Reha Erdem filmlerinden esintiler var mı? Epeyce. Özellikle Hayat Var ve Jîn ile bağlantılı. Hatta birkaç senaryo hamlesi ile Hayat Var'ın devamı olarak bile karşımıza çıkabilirmiş. Favori Erdem temalarının, imgelerinin hemen hepsini bulmak mümkün burada. En fazla da doğa ve insan birlikteliği. Erdem, genç

78


15:00 – Brezilya sinemasından gelen Aquarius, orta yaşlı bir kadının hikayesini anlatıyor. Yıllar önce bir meme kanseri geçiren ama hem kendisi, hem de vücudu ile barışık bir yaşam süren Clara, ana karakterimiz. Filmin merkezinde o olduğu için Aquarius'un çoğunlukla başroldeki Sonia Braga'nın performansı ile anılmasına şaşmamak lazım. Bu güçlü kadını başarıyla canlandıran Braga tüm filmi sürüklüyor. Filmde Clara'nın yıllardır yaşadığı evi kurtarmak için verdiği çaba da anlatılıyor ama temelde bir karakter çalışması olduğunu söyleyebiliriz. Yönetmen Kleber Mendonça Filho'nun hikâyeye 1980'lerde başlayıp başka bir karakterin hikayesini anlatacak gibi yapıp zamanda ileri gidip farklı bir karaktere dönme numarasını sevdim. Mekândaki objeler ve müzik üzerinden dönen anlatımını da. Ancak yine de önceki filmi Neighboring Sounds'u daha etkileyici bulduğumu belirtmeliyim.

bir önceki Kuzey Kore lideri olan Kim Jong-il'in propaganda filmleri çektirmek için Güney Kore'nin önemli yönetmenlerinden Shin Sang-ok ve onun eski karısı olan oyuncu Choi Eun-hee'yi kaçırtmasını ve kendisi için çalıştırmasını anlatıyor. Kim Jong-il'i savunacak değilim elbette ama anlatılanlardan, en azından yönetmenin, Kuzey Kore'de elinde istediği bütçenin olmasından memnun olduğu seziliyordu. Bu konudan kısaca bahsediliyordu ama çok da üzerinde durulmuyordu. Bir belgesel olarak olaylara biraz daha farklı bakış açıları sunmasını, özellikle Kuzey Kore'deki yaşama ve çalışma şartları konusunda bizi biraz daha bilgilendirmesini beklerdim ama Kuzey Kore'den birileri ile konuşmanın pek mümkün olmadığını da kabul etmek lazım. Yakın zamanda bu belgeselde anlatılan olayları kurmaca bir filmde izlersek şaşırmam. Çok uygun bir malzeme var elde. 20:15 – Bu saatte bir yanda kapanış töreni vardı, bir yanda ise Cannes'da pek çok eleştirmenin yarışmanın en iyisi saydıkları Toni Erdmann. Beni tanıyanlar için tercihimi film izlemekten yana kullanmış olmam pek şaşırtıcı olmayacaktır sanırım.

17:45 – Günün son filmi üç saate yakın olacaktı. Bu nedenle aradaki filmi daha kısa süreli bir film olarak seçtim. Üstelik bu festivalde belgesellere biraz üvey evlat muamelesi yapmıştım, bir belgesel fena olmayacaktı (bu vesileyle çalışmalarını hiç izleyemediğim kısa filmcilerden özür dilemeliyim).

Despot ve Aşıklar (The Lovers and the Despot) biraz fazla batılı bakış açısına sahip ama anlattığı hikaye gerçekten ilgi çekici olan bir yapım. Filmde

Toni Erdmann yılın en iyisi mi emin değilim ama son yılların en iyi komedisi. Çok güldüm, hem de zekice bir filme güldüğüm içim çok da keyif aldım. Kendisini kariyerinde yükselmeye adamış genç bir kadınla onun hayatı çok da ciddiye almayan, olaylara mizah penceresinden yaklaşan müzik öğretmeni babası arasındaki ilişkiye odaklanan film hem iyi bir ikili ilişki filmi, hem de “plaza insanları” üzerine iyi bir eleştiri. Ayrıca uzun süresine rağmen gerçekten su gibi akıyor, birkaç sahne kısaltılabilirmiş izlenimi verse de bir an bile sıkmıyor. İki oyuncusu da çok çok iyi. Cannes'da eleştirmenlerin çok sevdiği diğer film olan Sieranevada ile karşılaştırmak gerekirse, burada ondaki yönetmenlik ustalığı yok belki ama Toni Erdmann'ı tekrar izleme isteği daha fazla. Bu anlamda bu tarz bir film için geniş kitleye ulaşma potansiyeli de daha fazla. Filmden çıktığımızda herkes telefonuna bakıp

79


ödülleri hangi filmlerin aldığını öğrenmeye çalışıyordu. Otele gidene kadar kendi aramızda ödül yorumları yapmayı da ihmal etmedik. Kendi yorumlarımı yukarda ilgili filmlerden bahsederken yaptığım için burada tekrarlama gereği duymuyorum. 25 Eylül Pazar: 12:15 – Geldik festivalin son gününe. Uçağım akşamüstü olunca son günün ilk seansına da bir film yerleştirme fırsatım oldu. Festivalde izlediğim son film Köpekler (Câini) idi. Kendisine büyük bir arazi miras kalmış olan bir adamın bu araziyi nasıl değerlendirebileceğini görmek üzere bölgeye gitmesini, sonrasında burada faaliyet gösteren mafya ile yollarının kesişmesini anlatan film, ana hatlarıyla polisiye sınıfına sokulabilir. Aynı konu, Hollywood ana akım sinemasında bol aksiyonlu, bol kanlı bir film olabilirmiş. Köpekler'de ise yönetmen, kimi zaman şiddet seviyesi yükselse de çok daha sakin bir anlatımı benimsemiş. Mizahi dokunuşları da ihmal etmemiş. Filmin ana karakterlerinden biri olan, bir yandan kendi sağlık sorunları ile uğraşırken, bir yandan da olayı çözmeye çalışan polis karakteri ve genel atmosferi ile uzaktan uzağa Fargo'yu da hatırlattığını söyleyebilirim.

İşte bir festivali daha böyle bitirdik. Bu yılın Adana Film Festivali'nde gerçekten iyi filmler izledik. Neredeyse boş yoktu. Adana seyircisi açısından da güzel bir festival olduğunu düşünüyorum. Genelde ilgi yüksekti. Yabancı filmlerin daha zorlu olanlarında ve bir miktar çıplaklık içerenlerinde salonu terk edenler oldu ama bu da tümüyle ücretsiz olan bir festival için beklenebilir bir durum. En azından çıkanlar, salonda kalanları rahatsız etmediler. Zaten birkaç film dışında genel olarak seyirciden memnun kaldığımı söyleyebilirim. Çoğunlukla çıt çıkarmadan, telefonları ile uğraşmadan izlediler filmleri. Ayrıca filmleri de hiçbir teknik sorun yaşamadan izledik. Hem programı yapan, hem arka planda filmlerin gösterimlerini, altyazılarını düzenleyen ekine teşekkürler. Elbette oteldeki ve ulaşım ekibindeki arkadaşlara da. Tüm ekip olarak bize güzel ve sinema ile dolu bir hafta yaşattılar. Seneye görüşmek üzere.

80



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.