Gölge e dergi şubat 2016 sayı 101

Page 1


İÇİNDEKİLER 04-11 Haberler- Gölgede Buluştuk

12-17 Korku Köşesi - Tepedeki Bar

Merhabalar, sevgiler, saygılar…

18-19 Öykü- Korkulan Ölüm Serisi 20-27 Röportaj- Şahap Ayhan Wuthering Heights (1992)

28-29 Öykü- Haftalık Güvercin Toplantısı 30-56 Çizgi Roman- Orada Yerin de Misin?

57 Kitap Tanıtım- Karanlık Kitap

58-61 Öykü- Karı Gibi Gülme

101. Sayı ile

62-63 Yazar'ın Kaleminden- Hankah Balık

tekrar birlikteyiz.

Tapınağının Azizleri

Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com

64-67 Öykü- Safranbolu'da Yanmış Bir

Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Ahmet YÜKSEL golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Mehmet Berk YALTIRIK, Melahat YILMAZ.

Deniz Feneri 68-70 Çizgi Roman- Kut Kahraman Halil Paşa 71-73 Öykü- Karanlık 74-78 Çizgi Roman İnceleme -Türkiye'de Yayınlanmış En İyi Örümcek Adam Macerası

Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Naci YAVUZ Pinup: Şükrü BAĞCI Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/ www.golgedergi@com

79-82 Öykü - Ay ile Ayhan 83 Fantastik Şiir- Yağmur Şövalyesi 84-89 Öykü -Uğultu 90-98 Sinema- 2016 Oscar Tahminleri 99-102 Öykü- Endişenin Soluk Gölgesi 103-113 Sinema- 5. Pembe Hayat Kuirfest

Malum 2016’ya hızlı bir giriş yaptık ve Ocak ayı içerisinde önemli isimleri kaybettik. Motörhead’ın frontmani Lemmy Kilmister Ünlü şarkıcı, söz yazarı, besteci, oyuncu, David Bowie Ve Harry Potter’daki Severus Snape rolü ile gönlümüze taht kuran Alan Rickman

114 Pinup

Bu üç isme bir saygı duruşu olacak bir kapak düşünüyordum ve bizim Gölge Hatun’u da bu kompozisyonda bulundurmam gerekiyordu. Aklıma Edward Hopper’ın çok sevdiğim Gece Kuşları (Nighthawks) tablosu geldi ve bu sayı için becerebildiğim kadarı ile oturdum çizdim. Saygılar, sevgiler tekrar, iyi okumalar. Rıza TÜRKER


Fotoğraflar: Turgut Peker

Haberler

Gölgede buluştuk…

Uzun zamandır büyük bir Gölge aile toplantısını nasıl yaparız, nasıl ederiz diye düşündük, birkaç girişimde bulunduk ama olmadı, neyse ‘’vuslat başka bahara kaldı’ ’deyip yolumuza devam ettik… Bu süreç içerisinde Gölge e-Dergi ekibine yeni yazar ve çizer arkadaşlarımız, yeni takipçilerimiz katıldı, Göle’nin gölgesi daha da genişledi… Eh sayı geldi dayandı 100 e…9 senedir her ayın 1inde masa üstünüzde olan Gölge e-Dergi birbirini sadece sanal ortamda tanıyan ama birebir tanışmayan kişiler tarafından internet üzerinden organize edilip yayınlanmaya başladı… Zaman içerisinde bazı arkadaşlarımız ile birebir tanışıp sohbet etme imkânımız oldu ama daha tanışıp konuşamadığımız birçok arkadaşımız vardı. Tanışıp görüşmek, konuşmak isteyen Gölge e-Dergi ’ye yazı ve çizgileri ile destek veren arkadaşlarımızın haricinde birçok takipçimizde vardı…

‘’Her ayın ilk günü masaüstünüzde, ilk okuyan siz olun’ ’sloganı ile yayın hayatına başlayan, 1 Ekim 2007 tarihinde ilk sayısını okuduğunuz Gölge e-Dergi 01 Ocak 2016 tarihli sayısı ile 100 CÜ sayısına ulaştı… 9 senedir her ayın 1inde masa üstünüzde olan Gölge e-Dergi birbirini sadece sanal ortamda tanıyan ama birebir tanışmayan kişiler tarafından internet üzerinden organize edilip yayınlanmaya başladı… Zaman içerisinde bazı arkadaşlarımız ile birebir tanışıp sohbet etme imkânımız oldu ama daha tanışıp konuşamadığımız birçok arkadaşımız vardı. Tanışıp görüşmek, konuşmak isteyen Gölge e-Dergi ’ye yazı ve çizgileri ile destek veren arkadaşlarımızın haricinde birçok takipçimizde vardı… 4

Uzun zamandır büyük bir Gölge aile toplantısını nasıl yaparız, nasıl ederiz diye düşündük, birkaç girişimde bulunduk ama olmadı, neyse ‘’vuslat başka bahara kaldı’ ’deyip yolumuza devam ettik…

arkadaşlarımız olmasına rağmen yine de önemli sayıda konuğumuzla buluşup tanıştık, sohbet ettik, birlikte anı fotoğrafları çektirdik… Konuklarımız arasında sadece İstanbul’dan değil,

Ankara,

Bursa

ve

İzmit’ten

gelen

arkadaşlarımızda vardı.

Bu süreç içerisinde Gölge e-Dergi ekibine yeni yazar ve çizer arkadaşlarımız, yeni takipçilerimiz katıldı, Göle’nin gölgesi daha da genişledi… Eh sayı geldi dayandı 100 e… Artık ‘’dalya’’ dediğimize göre büyük bir gölge aile toplantısı kaçınılmaz olmuştu. Öncelikle Gölge e-Dergimizin kadim editörü Ahmet Yüksel başta olmak üzere SANATATAK ekibine Ayşegül Sönmez'e ve Devrim Kunter'e bu organizasyonu yapıp bizi yıllar sonra ilk defa bir araya getirdikleri için çok teşekkür ediyoruz. Gölgemizi canlandırdıkları için Sensee Cosplay Aksesuardan Nilüfer Karaata ve Fin Cosplay’a ayrıca teşekkür ederiz. Zorunlu nedenlerden dolayı gelemeyen

5


6

Tabii bu büyük buluşmaya gelen yazarçizer ve takipçilerimiz hepsi de önemli ve değerli arkadaşlarımızdı, sağ olsunlar bizi kırmayıp davetimizi kabul etmişler, zahmet edip gelmişlerdi.

Ve yine bizi yalnız bırakmayan değerli ağabeylerimizden Ersin Burak, Ömer Muz, Yener Çakmak ve Hikmet Yamansavaçılar ustalarımıza da çok teşekkür ediyoruz.

Gelen bütün dostlarımıza da ayrıca çok teşekkür ediyoruz.

Ve ayrıca Çizgi Diyarı ekibine ve Ankara’dan kalkıp gelen çizgi roman koleksiyoncusu Haluk

Yücesoy abimize, Abdullah Kural abimize de çok teşekkür ediyoruz… Bizler bu büyük Gölge e-Dergi aile buluşmasından dolayı çok mutlu olduk ve gelemeyen arkadaşları-mızın isteği ile bu tür toplantılarımızı zaman zaman tekrar etmeye karar verdik…

Şimdiden bir tarih veremiyoruz ama en azından kışı bir atlatmamız gerekiyor, sonrasında gelecek günler bakalım ne gösterecek… Tekrar görüşmek dileği ile selamlar, saygılar, sevgiler… Gölge e-Dergi

7


8

9


10

11


KORKU KÖŞESİ

Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Öykü

Tepedeki Bar 1. KISIM

aşağıda bulunan, bahçe duvarlarının bitimindeki

(1890’lar…)

kapının hemen önüne kondurulmuş müştemilatta

Müştemilatın tahta duvarları arasından gelen rüzgârın uğultusu inilti sesi misali geceye karışmaktaydı. Dışarıda fırtına yoksa da epey rüzgârlı bir hava vardı ve arada bahçedeki ağaçların dalları mütevazı binanın camlarını tırmalıyordu. Köşede yanmakta olan bir ufak sobanın deliğinden vuran ateşin loşluğu örtü gibi mekânın üzerine örtülmüştü. Sobanın içinden gelen çıtırtıların ayak sesine benzerliği, duvar dibindeki yataktan hallice döşeğinde uyumaya çalışan Bekir’in çoktan boş verdiği bir ayrıntıydı, zira alışmıştı. Bir ara her gece sobadan gelen her çıtırtıyla gözlerini açıyordu ama o huyunu da bırakmıştı. Nitekim Peymanzer geldiği vakit kapıyı açıp da öyle süzülürdü yanına, kapıyı

12

kalıyordu.

Peymanzer

-köşkün

yetişme

hizmetçilerindendi,

beslemelikten gecenin

kör

karanlığında o yolu tek başına iner çıkardı da bazı geceleri hem yüreği hem döşeği bayram yerine dönerdi. Köşk tepeye doğru, müştemilat da hayli uzakta kaldığından ses seda işitilmezdi. Peymanzer’in gülmesi, şarkılar okuması, işveli sesleri duyulsa zaten köşkte o saat barındırılmazdı. Aylardır kimse bir şey demediğinden Bekir, köşkün top patlasa duyulmaz bir uzaklıkta bulunduğuna kanaat getirmişti de şükretmişti. Uzaklığa bu kadar şükretmesine değecek bir başka husus ise köşke fazla yanaşmayacak olmasıydı. Bu ikinci şükrünü her hatırladığında belli belirsiz ürperirdi.

çalmazdı. O yüzden Bekir bilirdi de müştemilatın

Koca paşanın bu kadar paraya bir adamı

kapısını geceleri kilitlemezdi. Kırda yazıda bu

tutmasında bir yağlı kapıdan çok tuzak hissiyatı

yere hırsız bir yana eşkıya bile uğramadığından

olmasının

gerek de görmezdi. Tedbir cihetinden yastığının

hayıflanırdı. Parası vardı, silahı vardı –ki geldiği

altında tuttuğu Karadağ tabancası vardı, sonra

yerde namus yerine geçerdi, dolu kursağı, yatacak

memleketinden kalma bir âdeti; ayak patırtısını tez

döşeği ve sarılacak kadını vardı. Parasıyla haftada

işitirdi. Dağların nihayetinde bir köyden kalkıp şehre

bir izin gününde Beyoğlu’na iner, çoğu belalı

gelmeden önce kan davası yüzünden yahut arada

paşaların beylerin kapısında, semtlerinde külhanilik

bir Şimali Arnavutluğa sarkan Karadağ çetelerinden

eden kimseler olan memleketlileriyle görüşür

mülhem baskın beklemeyi, pusmayı, eşkıyalar

balozlara, tiyatrolara gider, kantolar seyrederdi.

kaçaklar gibi yaşamayı öğrenmişti. Sülalesiyle şehre

Ardından bazen yeğenlerinden biri bazen kardeşleri

konduğunda kendisine bir kapı aramış, sonunda bir

aracılığıyla bir miktar parayı anasına ve kardeşlerine

paşa köşkünün bahçıvanlığına kapulanmıştı.

gönderirdi,

nedensiz

açta

olmadığını

açıkta

düşünerek

olmadıklarını

bilirdi.

Ağaçların koruların ortasında kâgir ve aşı

Bahçıvanken gezindiği sade kıyafetin –geldiği

boyalı paşa köşkünün hayli yürüme mesafesinde

yerden cepken, pabuç bir de beyaz keleşa, aksine,

13


paşanın verdiği ilk parayla aldığı afilli kıyafetlerle inerdi Beyoğlu’na.

“Bekir! Ayağının türabı olayım yetiş! Paşa

Keyfi yerindeydi ama yine de içini sıkıştıran, rahatsız eden bir şey vardı kendisini. Belli belirsiz rahatsız eden bir histi. Köyündeki Deli Emina’nın gelişini haber veren çıngırak seslerini duyup korkuyla kaçmasına neden olan, geceleri uyurken

aklını yitirdi!” (2010’lar…) Galatasaray Lisesi’nin önünden koşar adım geçerken neredeyse tramvayın altında kalıyordu

gelip boğazına sarılacakmış gibi zannettiren, uykuyu

Kenan. Tramvay uyarı zilini öttürerek uzaklaşırken

piç eden, kelimenin tam anlamıyla rahatsız edici,

arkasından

huzursuz edici o uğursuz histi. Köşke para almak için,

bulunduğu muhitteki kalabalığın ekserisi genelde

öteberi getirip götüren ayvazlara, hamallara nezaret

yabancı olduğundan tınısı hariç küfürden hiçbir şey

etmek için, paşanın mabeyne gideceği vakitlerde

anlamadılar. Ne çok yaşlı denebilecek bir yaştaydı,

hazır bulunmak için her gidişinde ziyaret ederdi

ne de gençliğin dibindeydi kimse dikkate almadı.

kendisine. Todor’un meyhanesinde demlenirken

Hollanda

zihninin en dumanlı anında bu sırrını bir ahbabına

devam etti. Saçları yeniden uzama yolunda olup

ifşa

anlatmıştı

kesmeye hiç niyeti olmayan, kirli sakallı, handiyse

meseleyi. Zira köşkün tövbe estağfurullah “sahipli”,

çöp gibi zayıftı. Ancak sinirli görüntüsü pek de

perili falan olduğunu düşünmüştü. “Ölüden değil,

rüzgâr esse yıkılır intibaı uyandırmıyordu.

ettiğinde

tafsilata

girmeden

diriden korkarım more! Göze görünmezden değil, görüneninden korkarım!” diyerek kestirip atmıştı. Gözleri

ağır

ağır

yeniden

Bir camından

okkalı

bir

küfür

Konsolosluğu’na

ara kendi

önünden

savurdu,

doğru

koşturmaya

geçtiği

görüntüsüyle

lakin

mağazanın

karşı

karşıya

kapanırken

kaldığında geçmişini anımsadı. Askere alınmadan

dışarıdan işittiği belli belirsiz bir sesle yerinden

önceki halini anımsadı, sanki mağazanın camında

fırladı. Kulağına mı öyle gelmişti acaba? Ne olup

eski uzun saçlarının hayaletini görür gibi olmuştu.

bittiğini anlamaya çalıştığı o melun vakitte tetikte beklerken bu sefer sesi daha iyi duydu lakin tüyleri diken diken oldu. Peymanzer’in sesine benziyordu. Gerçek mi değil mi diye kulaklarına itimadını sorguladığı o anda Peymanzer’in sesi daha yakından duyulmaktaydı: “Bekir!” Bekir

adını

duyar

duymaz

yerinden

doğrulamadan müştemilatın kapısı gürültüyle açıldı. Tahta kapı duvara çarpıp kulak tırmalayan bir gıcırtıyla ileri geri sallanırken karanlıkta Peymanzer’in terden sırılsıklam olup ay ışığında parıldayan saçlarını ve korkuyla bakan gözlerini gördü. Dili damağına yapışmıştı endişeden, ağzını açıp bir şey söyleyemedi. Peymanzer de göğsü

14

korkudan inip kalkmaktayken güç bela konuşabildi:

Hepi topu bir yıl öncesiydi, o vaziyette bu caddede yürümesi ama sanki asırlar geçmiş gibiydi. Oysa İstiklal birkaç yer hariç hala aynıydı, askerden döneli bir haftalık süreçte görebildiği tanıdıkları aynıydı. En yakın tek arkadaşı Vedat hariç. Vedat kısa sürede -o asırlık askerlikte- almış yürümüştü. Aynı yerde çalışıyorlardı. Kendisi çalıştığı mekanın müzik işlerini –dj’likten enstrüman icrasına kadarhallederken Vedat bodyguard’dı. Aynı mahallenin çocukları olup aynı kavgalı gürültülü yerde peyda olmalarına rağmen Vedat hep farklı olmuştu. Hep bir adım öndeydi, kararları o verirdi ama bu parlaklığı başarısından çok hırsından ileri gelirdi. Mahallesindeki kocakarıların: “Hırs adamı kurutur!”

15


vecizesine rağmen Vedat hırsla yaşayan, onunla

Vedat değişmiş olabilirdi ama Kenan hala aynıydı.

anlam bulan biriydi ve bununla ilgili bir sıkıntı da

Onda çelimsiz görünen lakin her daim tetikte ve

yaşamıyordu. Çalıştıkları barın netameli ve kaynağı

saldırgan adam halet-i ruhiyesi vardı ki sürekli tersti.

meçhul paralı sahibinin yanında birkaç ayda

Birini terslemesi gerektiğinde bundan kaçınması

bodyguardlıktan çıkmış, sağ kolluğa dek oynamaya

gerektiğini düşünmezdi. Modern görünümlü lakin

başlamıştı, iş bitiriciydi. Büyük paralar kazanıyordu,

her daim arka sokaklara çıkan “polis girmez”li

nereden gelip nereye gittiği meçhul liralar akıyordu.

mahalle mensubuydu, sadece şivesi ve görünümü

Kenan hiç sormazdı bunları. Ancak askerden döner

büyük şehre aitti. “Patron olmuşsun…”la karşıladı

dönmez kulağına çalınanlar ve Vedat’ın kendisini

Vedat’ı.

acil olarak çalıştıkları bara çağırırken sesinden yayılan emredici tını ister istemez merakını celp etmişti.

“Henüz değil. Ama çok yakın. Sen de patron olucan…” dedi Vedat, suratında iş bitirirken kullandığı meşum sırıtmalardan biri peyda olmuştu.

Asmalı Mescit’e gelmeden sokak aralarına saparak yıllarını geçirdiği –öncesinde birkaç yer daha dolaşmıştı- “Qasvet” adlı 90’ların sonunda 2000’lerin ortalarında takılıp kalmayı başarabilmiş barın uzaktan aynı neon levhasını fark etti. Kapıda başka birinin siyahlarla dikildiğini –Kenan’dan da Vedat’tan da iriydi- görünce Vedat’ın çoktan badigardlıktan başka mecralara geçiş yaptığını anladı. Mekana girmek istediği esnada –kendisine göre yeni- bodyguard karşısına dikilince ters ters

Ancak Kenan, pek sırıtmaya tav olacak tıynette değildi: “Askerden geldim, daha seni sormadan mevzun açıldı. Bodyguardlığı bırakmışsın falan dediler, bir geldim kapıda başka adam, belde emanet, telefonda bir havalar…” Vedat surat yapmadı, zira ölümüne hırlaşsalar da mahalleden arkadaşlardı. Ancak o can sıkıcı iş bitirici eda bu sefer sesindeydi: “İşleri büyüttük be kardeşim, hep yerimizde sayacak değiliz ya?” “On iki ay. Bir sene. Bir senede ne yaptın,

bakıp: “Vedat çağırdı beni”yi savurdu yüzüne. Adam Vedat’ın adını duyunca önünden çekilip kendisine

önünde tabure üstüne tünemişti. Kafasını çevirip kendisine döndüğünde onun “karanlıklar” içinden baktığını gördü zira belinde tekinsizce parıldayan bir emanet sanki sırıtmaktaydı. Vedat’ın tabureden fırlayıp “vay kardeşiml”li bir karşılama sergilemesini bekledi ama onun yerine soğukça elini uzatıp: “Askerlik yaramış koçum!”la karşılaştı. Nasıl olduğunu bilmiyordu ama birkaç ayda Vedat patronluğa fırlamış gibiydi. Belindeki makinenin esbab-ı mucibesini de çözmüştü. Yalnız şunun şurasında gelip geçen 12 ayda her şey nasıl da bu kadar değişebileceğini anlayamıyordu.

16

Konsept, sektör, kitle… Vedat bu ağızları nereden kapmıştı? Hani her şey aynıydı? “Niye be, nesi var Asmalı’nın her yeri bar?”

“Sen zaten ortak olmayacaksın. Müziğini sanatını icra edeceksin, onda devam edeceksin kardeşim. Ama benimlesin, bırakmam seni.” Mevzu şimdi daha net anlaşılmaktaydı. “Zaten ortak olmayacaksın” tokadının ardından söyledikleriyle müzisyen işini ucuza kapatmak niyetinde

olduğunu

çakmıştı.

Şeytan,

sinirle

ardını dönüp gitmesini söylese de çaresizlikten kıpırdayamadı Kenan. Nerede iş bulacaktı, Vedat demiyor muydu hem buralar değişiyor diye,

“Belediye sıkıntı çıkarmıyor pek ama… Buralarda böyle yer kalmayacak artık. Yemekli falan bir yer olacak burası, patronla karar verdik.” Vedat’ın ağzından çıkan o son “-dik” sesinden otorite akıyordu. “Yine eğlenmek isteyenleri, farklı bir mekana çekeceğiz. Gelenler kısmen kalburüstü kısmen orta halli kimseler olacak ama iyi para kırıp nam yapıcaz kardeşim. Orman arazisine yakın, şahane bir mekan var. Sen de işin içindesin.”

buralarda nasıl tutunacaktı? Zaten askerden döner

“Beni ne hemen sokuyorsun işin içine aga? Sermaye namına yirmi te le’m ya var ya yok, onu da askerde verdilerdi en son.”

devam ediyordu: “Henüz isim bulamadık ama neyle

dönmez ayağının tozuyla gelmemiş miydi buraya? Vedat sinir bozucu bir ifadeyle omuzuna dokundu: “Ekibi yeniden toparladım koçum. Bak Pelin de bizimle…” Kenan’ın sesi soluğu bir anda kesildi. Hayata karşı sürdürdüğü daimi atarı kesintiye uğramıştı. Beyni uğuldarken Vedat konuşmaya tanıncağımızı biliyorum. Tepedeki bar diyecekler!” DEVAM EDECEK

n’oldu ki?”

yol verince, bir kere daha Vedat’ın ne hale geldiğini anlamıştı. İçeri girdiğinde mekân boştu, Vedat barın

“Yo, burası kalacak. Kalacak ama değişcek biraz. Nasıl desem, buralar çok 2000’ler işi kalıyor anlıyo musun? Değişcek, başka bir mekân olacak, başka müşteri kitlesine hizmet edicek. Bar falan çok gitmiyor buralara artık. Ancak biz farklı bir bar konseptiyle, eğlence sektöründe hizmet vermeye devam edeceğiz.”

“Pek bi’şey değişmedi. Her şey aynı. Bildiğin gibi çalışmaya devam ettim işte.” “Patron olmaktan bahsediyosun oğlum nasıl aynı? Sen de patron olacaksın falan diyosun. Senin gibi siyahları çekip makineyle mi fink atacağım?” “Yok be kardeşim, değişen bi’şey yok. Sen aynı bildiğin işi yapacaksın. Telefonda anlatamadım. Bar işine giriyoruz.” Kenan’ın manalı gözlerle bulundukları barı işaret ettiğini çakan Vedat tafsilatına değindi: “Patron buranın işletmesini bana devretmişti zaten. Ama benim kafamda başka şeyler var.” “Başka bi’yere mi taşıycaz?”

17


Öykü: Oğuzhan ÖZBAY

Öykü

Korkulan Ölüm Serisi II. Ne

uğultulu rüzgar sesi hiç kesilmiyordu. Kulak zarı

Düşen Adam kadar

yüksekte

olduğunu

aşağı

bakmadan anlayamazsın. Dengesinin bozulmasıyla etrafında tutunacak bir şeyler arayan umudunun refleksif çırpınışı olan atik kol hareketleri boşa

anda attığı kendi çığlığı ve haykırmaları dışında tek duyabildiği bu beyni uyuşturan uğultuydu. Gözleri başta açık tutuyordu ama sonradan korkuyla

çıkmıştı. Uçmayı bilmediği halde kollarını bir kuşun

kapamıştı ve daha sonrasında yere olan uzaklığını

yaptığına benzer salındırması faydasızlığıyla giderek

kestirebilmek için kısık bir şekilde açtı. Görebildiği

azalmaya mahkûmdu. İç organları göğüs kafesine

çevresinde dönen binalardı, yeryüzü bir altındaydı

yapışmıştı. Bu baskı nefes almasını zorlaştırıyordu.

bir üstünde ve beyni bu keşmekeşten doğru bir

Midesindeki sıkışmanın etkisi yemek borusuna

sonuç çıkaramıyordu.

doğru akan asidin yakıcı acısı oldu. Gözleri bu acıyla

18

patlayacak kadar gerilmişti. İlk düşmeye başladığı

Yere

yaklaştığını

anlamasına

tutmuştu. Döngüsel hareketin momentumu ve son

kemikleri yere değdiği anda parçalara ayrılarak iç

anda aldığı biçimin vermiş olduğu açısal avantaj

organlarına ok gibi saplandı. Yerle en son temas

ile ayakları yere neredeyse doğrusal gelmişti. Bu

eden kafası basınçla darmadağın olup tastı kağıt

doğrusallık son anda bozularak yer çekimine karşı

helva gibi dağılırken gözleri yuvasından fırlayacak

verdiği mücadeleyi yere yüzükoyun ve hafif çapraz

oldu. Dişlerinden kopan parçalar ve vücudundan

karşılamasına sebep olmuştu.

fışkıran kanlar etrafa dağıldı. Yere ilk temas ettiği

İlk önce ayakucu yere değdi ve baskıyla bileklerine doğru ayağı kıvrıldı. Bacakları üzerine binen ağır yükle sırasıyla kaval ve baldır kemikleri parçalanarak dağıldı ve oluşan biçimsiz yığın yere yapıştı. Kırılan beline bağlı üst vücudundaki kaburga

anda çıkardığı garip iniltiden sonra duyulanlar tok bir küt sesi ve çatırdamalardan ibaretti. Son nefesi ciğerlerinden basınçla uzaklaşmıştı. Kendine 10 mt uzaktan bakarken öldüğünü anlamıştı. Arkasını döndü; uçmayı artık biliyordu.

yarayan

yaşardı: Yaşadığı korkunun çözülmesi olan birkaç

dikkatini anlamsızca verdiği ve sadece onu

damlanın eklenmesiyle kapanmaya yüz tutmuş göz

odak bellediği kırmızı bir araba olmuştu. Araba

kapakçıklarından kaçan yaşlar kirpiklerine çarparak

beynindeki perdeye her düştüğünde biraz daha

havada dağıldı. Yutkundu.

büyüyordu. Bu odaklanma bir an için hayal

Kalbinin hızlı atışı vücut ısısını yükseltiyordu

kurmasına ve bütün bunların korkulu bir rüya

ama bir yandan da yediği rüzgâr derisini

olduğuna olumlama yapan düşüncelere dalmasına

soğutuyordu. Bu ani durum bacağına kramp

fırsat vermişti. Korkusunu azaltan bu anlık durum

girmesine sebebiyet vermişti. Vücudu hareketliliğini

vücudunun salgıladığı adrenalin gibi tesiri kuvvetli

kaybediyordu. Kaskatı kesilmesiyle, ağır gelen

hormonlara yenilerinin eklenmesiyle içinde harareti

üst vücudu yönünü aşağıya çevirmişti ama bu

yüksek bir buhran oluşturmuştu. Yere yaklaştığını

döngüsel hareket bir devinim meydana getirmişti.

fark ettikçe buna kendini hazırlamak için sertleşmiş

Düşerken bir yandan da havada yavaşça taklalar

kaslarını ve zorlanmış eklemlerini vücudunu

atmaya başlamıştı. Ağzının içine dolan hava

sıkıştırmak için harekete geçirdi. Gözlerini o

nefes almasını güçleştirecek kadar boğucuydu.

kadar sıkı yummuştu ki yüzü buruşmuş, çatlayan

Sırtında bıçaklanıyormuş gibi bir his meydana

dudaklarının arasından tüm dişleri ortaya çıkmıştı.

getiren ciğerlerindeki dilinme ve sönme düşmenin

Boyun kaslarındaki baskıyı güçlü olan sağ koluna

farkındalığını arttırmıştı. Ayrılacak gibi gerilmiş

doğru kafasını yatırarak azaltmaya çalışıyordu.

kollarını başını tutmak için kendine doğru zor bela

Ellerini yumruk yapmış bacaklarını sanki yere

çekse de o şekilde çok duramadı. Kulaklarındaki

düştüğünde yaylanmasını beklercesine hafif çekik

19


Röportaj: Ahmet YÜKSEL

Röportaj

Şahap AYHAN Çocukluğum Milliyet Çocuk ve Tercüman Çocuk çizgi romanları okuyarak geçti. Çocuk dergileri ile öğrendim okumayı. Milliyet Çocuk dergisinin ortasındaki her hafta okumaya doyamadığım Jules Verne maceraları, Karl May’ın kızılderili hikayeleri. Her biri birbirinden harika eserlerin çizgi romanını okuyarak başladık hayata. Sonrasında ise babamın eve günlük olarak aldığı Tercüman gazetesinin Tercüman Çocuk dergisini çıkarttığını duyduk ve onu da okumaya başladık. Thorgal’I Tunga’yı keşfettik. Bir de baktık ki Tengiz diye bir kahraman var ve Orta Asya’dan çıktı maceradan Maceraya koşuyor. Gözlerimizi dört açıp okuduk. Tengiz’in maceraları çocuk dünyamızın tüm hayallerini kapladı. Allah rahmet eylesin çocuk hayal dünyamın en güzel yerlerinden birinde yer alır Şahap Ayhan. O güzel günler bir gün bitti. Aradan yıllar geçti ve birgün Nilüfer Ayhan’la karşılaştık internette. “Şahap Ayhan’ın torunuyum” dedi. Biz bir zamanlar o çocuk dünyamızda ne hayallerle yaşatmıştık o çizeri, Tengiz gibi yağız atıyla ne maceradan maceraya koşar neler neler yaşardı. Biz hayal kurarken Nilüfer hanım da dedesinin dizinin dibinde o hayallerin gerçeklerini yaşıyordu. Şahap Ayhan’ın torunu Nilüfer hanım’a muhteşem yılları konuştuk. Gölge: Nilüfer hanım, öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Nilüfer Ayhan: 22 yaşındayım. Üniversite siyaset bilimi ve kamu yönetimi son sınıf öğrencisiyim. Gölge: SizTürkiye’nin ilk çizgi romancılarından birinin Şahap Ayhan’ın torunusunuz. Şahap Ayhan vefat ettiğinde kaç yaşındaydınız?

20

Nilüfer Ayhan: 12 Gölge: Şahap Ayhan ile ilgili hafızanızdan silinmeyen birkaç anınızı anlatır mısınız? Nilüfer Ayhan: 3 yaşından beri her yazımı

21


Gölge: Şahap bey aynı zamanda tarih ve felsefe eğitimi almış, fikirlerini nasıl ortaya koyardı? Nilüfer Ayhan: Önce konu hakkında sizin fikrinizi değiştirecek tüm bilgileri ortaya koyar, bunun sonucunda sizin fikirleriniz kendiliğinden değişir ya da en azından sarsılırdı. Bunu da kibarlığından ve samimiyetinden yapardı. Yani bir nevi size öğretirdi. Biriyle herhangi bir konuda iddialaştığını hiç görmedim. Gölge: Siz Şahap Ayhan’ın Tengiz çizdiği dönemde yanındaydınız, Tengiz nasıl bir çizgi romandı, Nasıl hayaller kurardı yazarken çizerken, size anlatır mıydı?

İstanbul'da dedemlerle beraber geçirdim. Ve her yaz dedem, farklı türlerde maceralar(o zamanlar oyun olduğunu bilmezdim) hazırlardı. Bir defasında sahaflarda kitap bakarken eski bir kitabın içinden harita bulmuştum. Ve eve kadar takip edilmiştik. Haritada ilk bakışta hiçbir şey fark edilmiyordu. Sadece ateş ve su çizimleri vardı. Ateşin altından su tutulduğunda suya da su damlatıldığında yeni çizimler ortaya çıktı. Bunun sonucunda yazlığımızın yakınlarındaki dağın haritası olduğunu anlamıştık. Yine takip edilerek yazlığa vardığımızda bir sabaha karşı elimizde halatlar ve ilk yardım malzemeleriyle tırmanışa geçtik. Dağın içindeki ufak mağarada sonunda hazinemi bulmuştuk! Daha sonra eve geri geldik ve bunun oyun olduğunu vefatının 3. yılında öğrendim. Diğeri de İstanbul'daki evimizdeyken Jules Verne'nin Esrarlı Adası'nı oynadığımız için salonun ortasında benim için çadır kurardı ve 3 ay boyunca o çadır kalırdı.(Ben İzmir'e dönene kadar) Tabii gelen misafirlere durumu açıklamak genelde babanneme kalırdı. Gölge: Şahap Ayhan’ın son dönemlerine denk gelmişsiniz, evine gelip giden dostlarından hatırladıklarınız var mı, nasıl dostlukları vardı?

22

Nilüfer Ayhan: Tabi benim dönemimde yaşı itibariyle dostları azalmıştı. Benim gördüklerim ressam, gazeteci ve yazardı. Seyrek gelirlerdi ama hep sıra dışı kişiler gelirdi. Kendi aralarında iyi oldukları alanlarla ilgili lakapları olduğu için birbirlerine ismen hitap etmezlerdi. Kim olduklarını sorduğumda da az önce de söylediğim gibi sanatçı, televizyoncu ya da gazeteci olduklarını söylerlerdi. Gölge: Yine Gölge için röportaj yaptığım Şahin Karakoç Şahap Bey ile ilgili bir anısını anlatırken “Üstat, bir efsane var senin odanda otağ kurduğunla ilgili var mı böyle bir şey, diye sordum. O da: karıştırma orayı, öyle bilsinler” demiş. Bunun aslı neydi? Nilüfer Ayhan: Eski evde çalışma odasına kendisi kubbe ve şömine yapmış. Tavanında da yine kendi imal ettiği camii kandilleri varmış. Bir köşesinde yine kendi yaptığı mini havuz varmış. Apartman yapıldığında da dediğim gibi benim için çadır yapardı. Ama kesin olan bir şey var ki, insanların ne düşündüğü ya da ne söylediğiyle samimi bir şekilde ilgilenmezdi.

Nilüfer Ayhan: Tengiz ben henüz dünyaya gelmeden önce çizildi. Dedem, kendisi hayal dünyasında olduğu için hayal kurmazdı, zaten onun içindeydi. Arada sırada normal dünyaya, aramıza katılırdı, o da mecbur kaldığı için. Gölge: Mesela Feydamid. Feydamid neydi? Tengiz Feydamid projesini Ruslar ve Amerikalılar çalmasın diye zamanda yolculuk bile yapmıştı. Tengiz’i zamanda yolculuk yaptıracak kadar Şahap beyi heyecanlandıran neydi? Nasıl işledi bu projeyi çizgi romanında? Nilüfer Ayhan: Feydamidi dedem bulmadı. O dönemde bazı bilim adamları tarafından tartışılan bir projeydi. Dedem de Jules Verne ile tayyi mekan yapabilen velilerin özelliklerini hayalinde birleştirerek kurguyu oluşturmuş. Gölge: Sizi bana bir forum sitesi üzerinden ulaştınız ve orada dedenizin arşivinin ailesi tarafından korunmadığı söyleniyordu. Arşivi Şahap beyin vefatından sonra nasıl korudunuz? Nilüfer Ayhan: Sadece 60 küsur roman ve çizgi romanlarıyla resimleri alıp İzmir'e getirdik. Salonumuzda duruyor.(Gerçekten de salonumuzun yarısını kaplıyor) Gölge: Size ya da babanıza veyahut aileden her hangi bir başkasına gelip de “Şahap Bey’in falan çizgi romanını yayınlamak istiyorum” diyen hiçbir çizgi roman yayıncısı oldu mu?

Nilüfer Ayhan: Hayır. (Yani ağız aramak için soranlar oldu ama ciddi bir talepte bulunulmadı) Gölge: Geçen gün Pera mezat sitesi üzerinden 258 Şahap Ayhan çiziminin 500 liradan mezata çıktığını gördüm. Yaşayan sanatçıların bile tek bir çizimi, eskizi yüzlerce liraya alıcı bulabiliyorken bir efsanenin çizimlerinin mezata hele de böyle bir fiyatla çıkması içimi acıtıyor. Bu çizgi roman mirasını nasıl değerlendireceksiniz aile olarak? Nilüfer Ayhan: Yaşayan sanatçıların eskizleri yüzlerce liraya alıcı bulabilirken, dediğiniz gibi bir efsanenin çizimlerinin pazarda bir değerinin olmaması acı olmakla beraber, bizim için geçerli olan değerini hiç düşürmez. Bu ancak Türkiye'deki sanat görüşünün acı gerçeği olmakla kalır. O çizimlere gelince dedemin zamanında hediye ettikleri de olabilir. Onları biz kontrol edemeyiz. Çünkü hiçbir

23


zaman egosuyla hareket etmez, isteyene eserlerini verirdi. Hatta birden fazla kişi aynı resmi ister, onlar için oturur aynı resmi tekrardan yapardı. Gölge: Türk çizgi romanının en önemli karakterlerinden Tarkan’ı ilk çizen Şahap Ayhan ve Ayhan Erel’di. Dedeniz sizinle hiç Tarkan hakkında ya da Sezgin Burak hakkında herhangi bir şey anlattı mı? Nilüfer Ayhan: Ayhan Erel yazar, resimleri dedem çizermiş. Sezgin Burak beyefendi ise, dedemin çok sever ve saygı duyarmış, dedem de onu çok severmiş. Bir gün dedemin yanında iken ''Şahap Abi ben bu Tarkan'ı çok seviyorum. Devam etmeyeceksen ben Tarkan'a devam edebilir miyim?'' ricasında bulunmuş. Dedem de sevinerek ''Tabii çizebilirsin, çok da iyi olur'' demiş. O zamanlar bir konuşma yeterliymiş tabii her şey sevgi ve saygı temelindeymiş, şimdi ki gibi para ve çıkarlar yokmuş. O nedenle günümüzde anlaşılması gerçekten zor bir anlayış. Gölge: Türk çizgi romanının ilk yazar- çizer ikilisi Şahap Ayhan ve Ayhan Erer. Hatta isimleri Şahap Ayhan Erer olarak yazılmış pek çok ortak çalışmalarında. Hiç Ayhan Erer’i anlatmış mıydı size, nasıl çalıştıklarını?

24

Nilüfer Ayhan: Çok kısa bir süre çalışmışlar. Başka bir bilgim yok.

bir on yıl kadar gecikti” diyor. Dedeniz çizgi romana başladığında neden bir kahraman yaratma ihtiyacı hissetmemiş de son yıllarında yarattığı Tengiz’le yıllarca maceralarda koştu? Hiç anlatır mıydı ilk yıllarını?

Gölge: Yine dedeniz gençliğinin en meşhur yazarlarından Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun senaryolarını çizmiş. Hiç Kozanoğlu’nu, onunla nasıl çalıştığını anlatmış mıydı?

Nilüfer Ayhan: Hiçbir şeyi ticari düşünmediği için bir kahraman yaratıp yıllarca aynı kişi etrafında dönmek yerine farklı karakterlere farklı konularda farklı maceralar yaşattı ki bence bu çok daha zor.

Nilüfer Ayhan: Benim için oldukça eski bir dostluk. İnternette yazılanlardan fazlasını bilmiyorum.

Gölge: Dedeniz Şahap Ayhan ile ilgili başka neler anlatmak istersiniz?

Gölge: Levent Cantek Türk çizgi romanları ile ilgili yazdığı araştırma kitabında “Kırklı yıllarda bizim kahraman yaratacak kadar yeterli çizerlerimiz yoktu, bunu yapabilecek yeterliliğe sahip tek kişi Şahap Ayhan’da aynı şeyi yapmaktan sıkılırım” diyordu. Bu yüzden çizgi romanın geniş kitlelere ulaşabilmesi

Nilüfer Ayhan: Hiçbir zaman ailemi ve şahsi anılarımı dışa vuran bir eğitimden geçmedim. Ancak torunu olarak, söyleme ihtiyacı duyduğum en önemli şey kelimenin temel anlamıyla hiçbir zaman maddiyatçı bir insan olmadığıdır. Günümüzde belki de hiç kimsenin anlayamayacağı bir alçakgönüllülüğe sahipti. Para ya da çıkar gibi

25


herhangi bir konu ya da durum onun için hiçbir şey ifade etmezdi, mühim olan maneviyattı ve hep de öyle kaldı. Gölge: Dedenizin kütüphanesinde ne tür kitaplar vardı, çizgi roman var mıydı mesela? Nilüfer Ayhan: Dedemin kütüphanesinde en az 5000 kitap vardı (bilmediği dildeki kitapları bile alırdı), kısacası her tür kitap vardı.

26

Gölge: Dedeniz size çizgi roman sevgisi aşılayabildi mi, çizgi roman okuyor musunuz, sevdiğiniz çizerler sevdiğiniz kahramanlar var mı? Nilüfer Ayhan: Ben dedemi sadece çizgi romancı olarak değil, ağırlıklı olarak romancı kimliğiyle tanıdım. Zaten o da kendini gazete ressamı ve yazar olarak tanımlardı. Bu nedenle ben romancı yetiştirildim ve romancıyım. Gölge: Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.

27


Öykü: Emrecan DOĞAN İllüstrasyon : Emre GEÇER

Öykü

Haftalık Güvercin Toplantısı Önündeki tokmağı sağ kanadının içine alarak bir kere kürsüye vurdu:

terlikle aksayarak kediyi kovmuştu. Ahmet Cemil onlara bakarak devam etti:

-Evet, kanatlı arkadaşlar. 12.Park Güvercinleri toplantımıza katıldığınız için teşekkürler. Bu toplantıyı sunma ve yönetme görevi bu ay bana verildi. O yüzden hemen toplantıya geçelim, dedi ve başını eğerek hırçın ve dikkatli bir şekilde gövdesini gagaladı. Her güvercin bu şekilde kendini temizliyordu. O bu işle uğraşırken önünde ki topluluktan gri tonu siyaha hâkim ve şişman bir güvercin kanadını kaldırarak söz aldı:

-O yüzden daha önemli konulara yoğunlaşabiliriz. Mesela aramızdaki yem paylaşımı gibi. Bazılarımız az yem alırken, bazılarımız ise bütün yemleri alıyor.

-Bence öncelikle yani kediyi ortadan kaldıralım. Yani Vedat'ı. Mesela boğazına mısır atarsak boğabiliriz. Mısırı da şu ileride ki seyyar satıcı Nedret'ten bulabiliriz, yani bence, dedi ve o da kendi tombul bedenini gagalama işine başladı. -Mısır için Mısır'a gidebiliriz, diye bağırdı ön sıradan beyaz, parlak tüylü güvercin. Geçen hafta da pişmaniye gagalamak istediğinde İzmit'e giden güvercindi bu. Ahmet Cemil tekrar tokmağıyla kürsüye vurdu: -Kedi konusunda sorun yok, güvercin dostum Nurgül ve mısır için de Mısır'a gitmeyeceğiz Hamdi. Vedat'ı savma işini zaten pekiyi bir şekilde Semra Hanım hallediyor. Kürsünün önünde ki topluluk hemen ağacın çaprazında bulunan bankta oturan yaşlı ve tonton yüzlü bir kadına baktılar. Daha dün Vedat onlar bir ağacın gölgesinde toplanmışken saldırınca Semra Hanım da ayağında ki terliği çıkarıp elinde bir

28

-Yemlerimi mi sayıyorsun sen? Diye bağırdı

-Tombul Hikmet, iki kanadını kaldırsan bile

Tombul Hikmet ve gözdağı vermek için kuş’a doğru

tek kanat sayılıyorsun, biliyorsun değil mi? Şimdi,

bir adım attı. Kuş bu gözdağına, tüylerini kabartarak

kimler %10’luk paylaşıma karşı?

Tombul Hikmet’e doğru bir adım atarak yanıt verdi. Tam bu sırada Ahmet Cemil kürsüye tokmağını vurarak müdahale etti:

Kalabalıktan 2 kanat kalktı. Ahmet Cemil tokmakla bir kez daha kürsüye vurdu:

düzleştirin

-Evet, arkadaşlar. Ben de %10’luk dilimin

arkadaşlar. Bunu oylamaya sunuyorum, kaç kişi

yanındayım. 10’a karşı 3 ile kabul edildi. BU toplantı

%10’luk dilimlerle yem paylaşımı istiyor?

bitmiştir. Herkes istediği ağaca tünesin. Semra teyze

-Sakin

olun

ve

tüylerinizi

Kürsünün önündeki kalabalıktan 10 kanat kalktı. Ahmet Cemil bir kere daha kürsüye vurdu:

birazdan gelir, neredeyse şafak söküyor, dedi ve bütün kuşlar o anda ağaçlara dağıldılar.

Güvercin Hamdi tekrar konuştu: -Yem paylaşımı önemli evet, kim ne yiyecek, ne kadar yiyecek kararlaştırmalıyız. Geçen gün Sait Faik parkından bir arkadaş’a rastladım. Onlar kim ne kadar yem yiyecek kararlaştırıyorlarmış. Epey de yararını görmüşler. -Pekâlâ, bunu konuşabiliriz. Ünalan Parkı güvercinleri olarak 10 kuşluk bir grubuz. Bu durumda atılan yemi %10’luk paylar halinde bölmeyi teklif ediyorum, dedi Ahmet Cemil kürsüden. Bunun üzerine önündeki güvercin grubundan siyah-gri karışık bir tona sahip bir kuş çıkıp ona seslendi: -Ben sevmedim bunu, herkesin %10 aldığını nasıl anlayacağız? Ben açıkçası Tombul Hikmet’e pek güvenmiyorum, dedi. Kırmızı gözlerini yan tarafta bulunan şişman, gri tüyleri arasında hafif beyazlıklar bulunan kuş’a dikti. -Neyime güvenmiyorsun be? Dedi Tombul Hikmet. Sonra kendini gagaladı. Bu yaptığından mutlu olmuş bir şekilde ona baktı. -Adın üstünde zaten, bir de her şeyi götürürsün. Hem bazen gelmeyen arkadaşlar da oluyor. Onların da hakkını alıyorsun. Nasıl anlayacağız?

29


30

31


32

33


34

35


36

37


38

39


40

41


42

43


44

45


46

47


48

49


50

51


52

53


54

55


Kitap Tanıtım

Karanlık Kitap Kayahan Demir fantastik bir dünya yaratmıyor; içinde yaşadığımız gerçek dünyanın aslında ne kadar fantastik olduğunu yüzümüze vuruyor. Kardan ölü adamların aramızda dolaşmadığını, beynimizi kemiren öç alıcı sineklerin var olmadığını kimse iddia edemez. Yirmi yıl arayla karşılaştıkları için ruh ikiziyle birlikte olma fırsatını kaçıran kim bilir kaç kişi vardır aramızda… Okurken tedirgin olduğunuz, her cümlesini bitirdiğinizde, bir sonraki cümleye merakla başladığınız öyküler bunlar. Bu doğru... Ama ruhunuzu kasmayan, aksine ruhunuzu gevşeten öyküler kaleme almış Kayahan Demir. Bir çeşit ruh ziyafeti! Karanlık öyküler… Ama aydınlığa giden yolun karanlıktan geçtiğini kanıtlayan öyküler... Altay Öktem

Alışılagelmişin dışında kalem darbeleriyle kana bulanan her sayfa bir sonrakini sırtından bıçaklayacak satırlarla dolu. Her hikaye uykularınızı kaçıracak kadar acımasızken, bazen de saf bir aşkın gizemi hayallerinizi süsleyecek kadar naif satırlarla yüklü. Son zamanlarda yazılmış en karanlık kitap. Emel Kosi - Yazar

Yazar, Karanlık Kitap’ta size ışığı karakterleriyle sunuyor. Siz o ışığın peşinde koşarken, olaylar sizi takip ediyor. “Kayahan Demir” ismini karanlık kitaplarda duymaya devam edeceksiniz. Erol Çelik- Yazar, Senarist, Yönetmen

Kayahan Demir’in öyküleri, ruhumuzun gelgitlerini okura başarılı bir biçimde yansıtıyor.

56

Fantezinin içinde bir yandan evrenseli imlerken diğer yandan yerli olana bağlı kalabilmek yetenek gerektiriyor. Kayahan Demir’in öyküleri okuru ruhun derinliklerinde ve karanlıklarında gezdirirken düşündürüyor ve insancıl olana götürüyor. Tünelde iken tünelin sonundaki ışığı gösteriyor, karanlığın sonunda aydınlık olduğunu anlatıyor. Baharın değerini en iyi kışı yaşayanlar bilir. Kayahan Demir’in öyküleri, kış sonrası bahar serinliğini fısıldıyor. Şeref Yılmaz

57


Öykü: Atilla BİLGEN İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ

Öykü

Karı Gibi Gülme Sahnenin ortasında bir kadın; ayakta durmuş, sabırla seyircilerden yükselen uğultunun dinmesini bekliyordu. Siyah uzun saçlarını topuz halinde toplamıştı. Üzerinde siyah renkte, etekleri ayak bileğine kadar uzanan bir döpiyes vardı. Artık pek kullanılmayan kalın çerçeveli gözlükleri, büyük ve geniş yüzünü örtmüştü. Dudaklarında, tebessümün en ufak bir izi bile yoktu. Fısıltıların azalmaması üzerine dinleyicileri süzdü. Bakışlarındaki hırçın ifade, çatık kaşlarıyla birleşince salona tam bir sessizlilik çöktü. Hâkimiyeti ele geçirmen güveniyle tane tane konuşmasına başladı. “Ben Atıfet Huyugüzel. Adsız iffetsizler derneğinin olağan toplantısına hoş geldiniz. Sevgili arkadaşlar; çok değerli bir devlet büyüğümüzün açıkladığı gibi iffet, sadece bir isim değildir. Namustur. Güzel ahlaktır. Biz kadınlar için aynı zamanda bir süstür. Bu yüzden hiçbir zaman hareketlerimizde cazibedar olmayacak ve her şeyden önemlisi herkesin içerisinde kahkaha atmayacağız. Çünkü çok gülmek kalbi öldürür ve müminin değerini düşürür. Şunu asla unutmayınız sevgili arkadaşlarım, kahkaha mekruhtur ve sadece aptallara yaraşır. Aynı zamanda biz kadınları zinaya götürür.” Sözünü henüz tamamlamıştı ki, dinleyiciler arasında bir kadın ayağa kalktı ve “İsmim Lale Bal. Ben bir kahkaha iffetsiziyim. Atıfet Hanım, gülmenin zinayla olan bağlantısını anlayamadım. Rica etsem bu konuyu biraz daha açar mısınız?” diye sordu. “Elbette. Bakın arkadaşlar biz hanımların ulu orta gülmesi haramdır. Bu şekilde davrandığımızda erkekler haliyle tahrik olur ve peşimizden ayrılmazlar. Karşılık verirsek adımız çıkar, vermezsek tecavüze uğrarız. Gördüğünüz gibi erkekleri de

58

durup dururken günaha sokmuş olduk. Onlara da yazık.” “Ama hocam erkekler kafaya koydular mı her durumda tahrik oluyorlar. Tayt giymemizin veya çarşafa bürünmemizin onlar için pek bir farkı yok. Her durumda azıyorlar.” “Ne yaparsın fıtratlarında var.”

kızım,

bu

olay

onların

“Bu durumda ne yapmalıyız hocam?” “Erkeklerin yaratılıştan gelen bu özelliklerini açığa çıkaracak davranışlardan uzak durmaya çalışacağız.” Soru soran kadının yerine oturmasının ardından Atıfet Huyugüzel, “Bazı bilim adamları gülmenin bağışıklık ve sindirim sistemimizi çalıştırdığını, öfke gerginlik ve korku gibi duyguları azalttığını söyler. Onlara göre stres damarları daraltırken gülmek genişletiyormuş. Bu söylenenlere inanacak olursak sürekli kahkaha atmamız gerekir. Ama yanlış. Bakın arkadaşlar, ‘güldüğünüzde nefesinizi tutuyorsunuz. Dolayısıyla kan basıncınız artıp kalp atışlarınız hızlanıyor. Farkında olmadan vücudunuzun farklı bölgelerini zorluyorsunuz. Kahkaha atmanın faydalarını ballandırarak anlatanlar nedense bundan hiç bahsetmiyorlar.” dedi. Arka sıralardan oturan kısa boylu tombulca bir kadının ısrarla el kaldırınca Atıfet Hanım ona söz verdi. “Konuşmanızı böldüğüm için özür dilerim hocam. İsmim Zehra İşinibilir. Ben de bir iffetsizim. Müsaadenizle bir soru sormak istiyorum. Zevk almayacaksak neden yaşıyoruz?” Küçümseyen bakışlarını kadının üzerinden ayırmadan, “Bu dünyadaki tüm zevkler aldatıcı 59


ve gelip geçicidir. Bizim tek amacımız ahiret nimetlerinden yaralanmaktır.” diye yanıtladı. “Hocam doğrusunu söylemek gerekirse öbür dünyadan da pek umudum yok. Erkeklere şarap bahçelerinde yetmiş huri vaat edilirken, biz kadınlara sadece uçsuz bucaksız çayırlık sözü veriliyor. Biz koyun muyuz hocam? Nerede bizim nimetlerimiz? “Zevk sadece cinsellikten ibaret değildir kızım.” “Ama erkeklere sadece cinsellik vaat ediliyor.” “Onlar aklen malul insanlar kızım. Kandırılıyor zavallılar. Ellerine geçecek huriler üç beşi geçmez. Sevgili iffetsizler; geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımız telefon açarak derneğimizden yardım istedi. Bize doğru bir adım atana biz koşarak gideriz. Arkadaşlarım hemen onunla irtibata geçtiler. Bugün de aramızda. Sevgi Hanım lütfen yanıma gelir misiniz?” dedi. Atıfet Hanımın çağrısı üzerine orta sıralarda oturan genç bir kadın ayağa kalkıp sahneye doğru yürüdü. Salondaki bayanların dikkatini çekecek kadar güzeldi. Sarı saçlarını kısacık kestirmişti. Geniş pürüzsüz alnı, çıkık elmacık kemikleri ve bal rengi gözleri ilk bakışta hemen fark ediliyordu. Dar bir kotun üstüne beyaz tişört giymişti. Sahneye vardığında duyduğu heyecandan ötürü yüzü pembeleşmişti. “İsmim Sevgi Can. Ben bir iffetsizim. Yani öyle olduğumu sanıyorum. Yardımınıza ihtiyacım var. “ dedi. “Aramıza hoş geldin Sevgi. Utanmana, çekinmene hiç gerek yok. Ama öncelikle nasıl iffetsiz olduğunu anlatmanı istiyorum.” “Geçen haftaya kadar iffetsiz olduğumu bilmiyordum. Gerçeği daha yeni öğrendim. Ne yapacağımı bilememenin çaresizliğiyle kıvranırken, bir arkadaşım sizden bahsetti. Atfet Hanım beni bu yola düşürüp iffetsiz yapan Saba Tümer’dir.” “Saba Tümer’mi? Nasıl becerdi bu işi kızım?” “Liseyi bitirince üniversiteyi kazanamadım.

60

Bütün gün evde ya telefonla konuşuyor, ya da televizyon seyrediyordum. İşte o günlerde Saba Tümer’in tiryakisi oldum. Neşe dolu bir kadındı. Olur olmaz her şeye gülüyordu. Ama öyle böyle değil, ağız dolusu kahkahalarla gülüyordu. Ve inanın bana, bu hali ona çok yakışıyordu. Hemen kendime onu örnek aldım”

genç yaşta yüzümün kırışmasını da istemiyorum, iffetsiz olmak da. Bu durumda ne yapmalıyım?”

“Buradan yetkililere seslenmeyi görev biliyorum. Gençleri kahkahalarıyla zehirleyen Saba Tümer’i şafak operasyonuyla tutuklamak için daha ne bekliyorsunuz?”

“O zaman olurum. Nasılsa peşimden koşan çok. Kimi seçersem seçeyim benim için her türlü fedakârlığı yapar.”

“Programı bitince aynanın karşısına geçiyor taklidini yapıyordum. Kısa zaman sonra onun gibi kahkaha atmasını öğrendim. Bulunduğum her ortamda fırsat kolluyor, ardından kahkahayı patlatıyordum. Tüm arkadaşlarım gülmemi çok beğeniyorlardı.” “Zavallı kızım. En çok nelere gülüyordun.” “Önceleri Saba Tümer gibi olur olmaz her şeye gülüyordum. Ama yaşım ilerledikçe seçici olmaya başladım. Bu arada diyete de başlamıştım. Madem bir kahkaha bir kilo pirzola ediyor, o zaman zayıflamak için güleyim dedim.” “Ama olmaz ki kızım. Sağlık diyorsun, ancak sürekli kırmızı ete yükleniyorsun. Kolesterolün kesin tavan yapmıştır.” “Düşünemedim hocam.” “Neyse kızım zararın neresinden dönülürse kardır.” “Yine de bazı şüphelerim var hocam.” “Ne gibi?” “Bir Alman atasözü “Gülmek hayatın şekeridir.” der. Madem kahkaha atmak insanı iffetsizleştiriyor, neden böyle söylemişler?” “Alman atalarına bakacağına kendi öz atalarına baksana kızım. “Karı gibi gülme” demiş bizim atalarımız. Kadınların gülmesi iffetli bir şey olsaydı, “Karı gibi gül.” demezler miydi?” “Peki Hocam, somurtan insanların yüzleri, gülenlere göre daha erken ve fazla kırışıyormuş. Bu

“Estetik yaptırmalısın.” “Bak bu iyi fikir. Onlara iffetsiz gözüyle bakılmıyor değil mi hocam?” “Kesinlikle.”

“Seçmek mi? O kadar çok mu? Oysa ben yıllardır birini bile bula…” “Neredeyse Che Guavera’yı unutuyordum. İffetsizliğimde onun da büyük payı var.” “Che’mi! O bu işe nasıl karıştı?” “Söylediği bir sözü okudum ve namus gitti.” “Ne söylemiş?” “"Dik dur ve gülümse. Bırak neden gülümsediğini merak etsinler." demiş. Bu söz hoşuma gidince…” “Başladın sağa sola gülümsemeye. Öyle değil mi? Anan baban kim bilir ne güzel sözler söylemiştir. Onları dinleyeceğine sen kalk elin gerillasının bir sözüyle… Tövbe tövbe… Bak kızım bundan böyle yedi gün yirmi dört saat yanında olacağız. Gülme krizin tuttuğu anda hemen bizi arayacaksın, iki elimiz kanda bile olsa gelip seni sakinleştireceğiz. Şimdi yüksek sesle tövbe et ve “Ben iffetsizim.”diye haykır.” “Orası kolay, ama iffetsizliğimin derecesini de bilmiyorum hocam. Uluorta yerde kahkaha attığımı kabul ediyorum, ne var ki direk gördüm mü tırmanma hevesim yok. Bu durumda hangi seviyede oluyorum?” “Direk mi! Bu da nereden çıktı şimdi?” “Bir devlet büyüğümüz iffetsizlikten bahsederken, “Evliyken, çocuğu dahi olmuşken, kocasını bırakıp sevgilisiyle tatile çıkanlar, birbirlerine el sallamalar, aynı mekânda yan yana oturmalar veya Allah saklasın, direği gördüğü zaman dayanamayıp direğe çıkanlar...” dedi. Şimdi

düşünüyorum da, bunların hiçbiri bende yok. Alt tarafı kahkaha atıyorum. Bu durumda ne kadar günahkâr oluyorum?” “Direk gördüler mi dayanamayıp direğe mi tırmanıyorlar. Hangi direğe? Elektrik direğine mi?” “Hayır hocam. Şeye işte… Anlasanıza.” “Haydi canım sende! Yani şimdi bunlar… “ Atıfet Hanım sözünün devamını getiremedi. Çatık kaşları gevşemiş, gözlerinde muzip bir ifade belirmişti. Önce dudaklarında belli belirsiz bir tebessüm oluştu, ardından koca bir kahkaha patlattı. Ardından, “Ay öleceğim gülmekten. Demek direğe tırmanıyorlar… Ha ha ha… Eee haksız da sayılmazlar doğrusu.” “Nasıl yani?” “Bulmuşlar direk gibi şeyi kaçırırlar mı hiç? “…” “Kızım anla artık, buldun mu kaçırmayacaksın.” “Ay ben gene anlayamadım.” “Anlamazsın tabi. Ne de olsa hem güzel, hem de çekicisin. Elini sallasan ellisi. Bizim gibiler ne durumda hiç düşündüğün yok ki?” “Ne varmış sizin durumunuzda hocam?” “Hiçbir şey! Bu yüzden de kimse suratımıza bakmıyor. Ama haklılar. Sen varken bize kim baksın?“ “Atıfet Hanım ya iffetsizlik?” “İffet iffet nereye kadar? Ama suç sende durup dururken bastırılmış duygularımı açığa çıkardın. Artık dayanamıyorum. Ben gidiyorum.” “O direk senin, bu direk benim demeyip gördüğüm her direğe tırmanmaya.” Atıfet Huyugüzel, bu sözleri söyledikten sonra gözlüğünü çıkarıp attı. Ardından topuzunu açıp saçlarını özgürlüğüne kavuşturdu ve kalçasını kıvırta kıvırta salondan çıkıp gitti. 61


Ömer Faruk İSPİR

Yazar’ın Kaleminden

HANKAH Balık Tapınağının Azizleri

Emre Şanlı Adana doğumlu bir fantezi meraklısı, Müfredatından hayli sıkılsa da, İstanbul’da bir üniversitede iktisat okumaya devam ediyor. Başarabilirse(!) 2015-2016 sezonunda bitirecek.. Fakat gönlü sosyolojide kaldı. Okumalarını, Din Sosyolojisi ve Dinler Tarihi alanlarında yapmayı tercih ediyor. Kadim geleneklere karşı oldukça tutkulu, özellikle anadolu medeniyetinin bıraktığı yerli detaylara karşı oldukça dikkatli. Mistik müziği, Gospelleri, Klasik Türk Müziğini özellikle de Bektaşi nefeslerini muhteşem yorumlayamasa da, çok iyi dinler!!Yine bir Bekir Sıtkı Sezgin parçasını mırıldanmayı bitiriyordu ki, Ömer Faruk İspir ile tanıştı. Ömer Faruk İspir: Kahramanmaraş’lı. Bir süre bir kitapçıda Kültür sorumlusu olarak çalıştı. İlkokula başladıktan kısa bir süre sonra, babasının siyah

62

kaplı hukuk kitaplarını (Istılahatı Fıhkiye Kamusu gibi bir şeydi) okumaya çalışınca, bazı özelliklerini yitirdi. Bazı bağları koptu gitti! Eskiye olan merakı arttı. Tarihe, Kronolojiye,Mitolojiye, yoğun ilgi duydu. Özelinde Tasavvuf Edebiyatı, Tasavvuf Tarihi, Selçuklu ve Osmanlı Tarihi konusunda, okumalar yapmak en önemli uğraşı haline geldi. Son olarak İbn-i Arabi’nin Fütuhatı üzerindeki kişisel şarihliğine son vermişti ki Emre Şanlı ile tanıştı. Hankâh-Balık Tapınağı’nın Azizleri romanımız, fantastik, bilim-kurgu bir polisiye. Sufi savaşçılar, Gnostik haçlılarla harp ediyorlar. Aksiyon-macera okurları bir kitaptan ne bekliyorsa kitabımızda mevcuttur. Bu kitabı yazabilmek için sevgili dostum Emre Şanlı ile birlikte dinler tarihi, ezoterizm, felsefe tarihi, sosyoloji ve psikoloji çalıştık. İnşallah, bu derin mevzuları anlayabilmiş ve kitabımızda

hakkıyla işleyebilmişizdir. Kitabımızın içeriğine gelecek olursak; Bir kanaat önderi öldürülüyor ve evinde, kalbine saplanmış balık kabzalı bir hançerle bulunuyor. K.S.D’nin yani Kriminal Soruşturma Dairesi’nin 13 kişilik özel ekibi Kenan Özden başkanlığında bu vakayı çözmek için uğraşıyorlar. Balık Tapınağı, Hristiyanları, Batı medeniyetini, Haçlıları sembolize ediyor. Balık Tapınağı diye bir kuruluş aslında hiç var olmadı fakat kitabımızı okuyanlar görecekler ki bu örgütü kurgularken kullandığımız bilgiler gerçektir. Kıymetli dostum Emre Şanlı ile beraber keşfettiğimiz ve bu kitapla birlikte konuşulmaya başlanacak balıkçının dini ve incili diye bir mevzu var. Bu iki konu Hristiyanlık tarihini ve Vatikan’ı çok yakından ilgilendiriyor çünkü bu iki konu Hristiyanlığın içine tamamen karışmış durumda. Hankâh ise doğuyu, İslam’ı ve Türk medeniyetini sembolize ediyor. Yazar adayları olarak bu kitapta yapmaya çalıştığımız şey; batı medeniyetinin neden doğu medeniyetine galip geldiğini ve bunun sebebini anlatmaktı. Türkiye neden eski ihtişamlı, görkemli günlerine dönemiyor, neden bu konuda yapılan çalışmalar eksik veya yetersiz kalıyor? Bu soruların cevabını aradık. Bu konuyu tahlil ederken son derece gerçekçi ve sert olmaya çalıştık. Duygusallığa yer vermediğimiz gibi bugüne kadar yapılmış izahlardan ve işlenmiş konulardan uzak durduk. Zaten maalesef kutsallarımızı ve dokunulmaz olanları saymazsak kendimizi sürekli tekrar edip ortaya yeni bir şeyler koymadığımız için bu haldeyiz. Kavrayabildiğimiz ve anlayabildiğimiz kadar kitapta simyadan ve astrolojiden de bahsettik çünkü işlediğimiz konu ile bunlar yakından alakalı. Bu konulara ilgili olan arkadaşlara da söylemiş olalım ki kitapta klişelerden kaçındık. Kitabın içinde İlluminati, Tapınak Şövalyeleri, Opus-Dei gibi kelimeler geçmiyor. Artık insanlar bu konulardan sıkıldı ve basit görmeye başladı. Tabi sıkılmakta haklılar. Yıllarca farklı isimlerle, aynı şeyleri anlatan kitaplar çıktı. Bu iş ilimden, edebiyattan uzaklaşarak ticari kaygıya ve markalaşma merakına dönüştü.

Sonuç olarak oluşturduğumuz daire hem bu cinayeti çözmeye çalışıyor hem de bu sorulara cevap arıyor. Kitabımızın başkarakterinden de bahsetmek isterim biraz. Kenan Özden çok farklı ve enteresan bir tip, ekibinden sakladığı sırları var. Kitaplar yazmış, (Topluma göre Aile İçi Cinayetler, Türk Ceza Hukukunda Yaptırımların Caydırıcılığı, Ezoterik

Kökenli

Cinayetler,

Teolojik

Kökenli

Cinayetler, Anadolu Coğrafyasında Suçun Yapısı ve Tarihi) enteresan ve farklı çalışmalar yapmış genç yaşta kariyerinde zirveyi görmüş bir insan. Kriminal Soruşturma Dairesi onun için kuruluyor ve kurulduktan sonra da başa geçiriliyor. S Çocuk Kanalı’nda “Hikmet Dünyasından İnciler” isimli masal programını sürekli takip ediyor ve bu programın sembolik mesajlarla çocukların beynini yıkadığına ve batıni, gizemli örgütlerin bu kanal yoluyla gizli şifrelerle mesajlaştıklarına inanıyor. Programdaki şifreleri ve mesajları çözmeye çalışıyor. Romanda işlediğimiz konulardan biride İznik Konsülü… Şurası bir hakikattir ki tüm dünyanın ve Hristiyan âleminin kaderi İznik Konsülü’nde değişmiştir. Okuyuculara belki çok iddialı gelecek ama Batı medeniyetinde bugün her ne oluyorsa aslında kararı orada verilmiş. Okuyucularımız diyebilir

ki

bu

senaryodur

veya

siz

bunu

uydurdunuz. Bizlerde o zaman deriz ki İmparator Konstantin gizemli ve senaryo yazmayı iyi bilen bir liderdi. Zaten çok iyi okunup tahlil edilirse, ulaşmak istedikleri hedefler Kitab-ı Mukaddes isimli İncil’de yazmaktadır. Biz bu kitabı Hz. Pir Mevlana Celaleddini Rumi’nin şu buyruğunu esas alarak yazdık. “Dün eskidi gitti cancağazım artık yeni şeyler söylemek lazım.” Herkese saygılar, selamlar…

63


Öykü: Tuğba TURAN

Öykü

L. Salander: Böyle bir vahşete sebep olan kişinin bir erkek olduğundan mı? Adım gibi!

Safranbolu’da Yanmış Bir Deniz Feneri Gotham'ın yedi kilometre dışındaki Wayne malikanesinde… Gölge: Hadi toparlan Lisbeth, Safranbolu’ya gidiyoruz! Lisbeth Salander: Hani o yanan konakta sadece kediler ve köpekler vardı? Bizim ne işimiz var orada? Gölge: Akıllı bir köpek, binanın enkazındaki hayvan cesetleri arasında bir kadın cesedi bulmuş. Bu da bizim işimiz… L. Salander: Google maps, Gotham’dan Safranbolu’ya ulaşmanın hava ve kara yolu ile bir buçuk gün süreceğini söylüyor. Gölge: Bak Batman, senden son bir ricamız olacak… Batman: Thor’un baltası, Hulk’ın kasları, örümcek adamın ağları… Hani hepsi güç ve gövde gösterisiydi? Ama sanırım şu an biraz güç ve gövde gösterisine ihtiyacınız var! Gölge: Tamam Wayne, sen kazandın, söylüyorum; zalimin zulmü varsa, Batman’in batmobili var. Bizi Safranbolu’ya bırak. Sana bir iyilik borcumuz olsun. Batman: İki! Gölge: Tamam anlaştık! Batmobilde… L. Salander: Safranbolu; 1994’te UNESCO tarafından Dünya Miras Listesi’ne alınmış şehir. Şehirde bulunan yaklaşık 2.000 geleneksel 64

yapıdan 1.008 adeti tescil edilmiş ve yasal koruma altındaymış. Maktule gelince, yirmi sekiz-otuz yaşlarında, kadın, beyaz. Yanan konağın adı; Selmin Hanım Bağevi. Yer Safranbolu Harmanlar mevkii. Safranbolu Eski Çarşı’da bir de Selmin Hanım Konağı varmış. Eskiden konağı kışlık, bağevini yazlık olarak kullanırlarmış. O konak da beş sene önce bir yangın kazası atlatmış. Konak da, bağ evi de 1890’ların başında yapılmış. İkisi de Süleyman Efendi denilen tüccara ait görünüyor. Soyadı kanunu ile Keçioğlu soyadını almış. Şehirle ilgili anı kitapları var. Bunlardan ikisinde Süleyman Efendi’nin soyadı gibi bir keçi inadı olduğu vurgulanmış. Bu arada her iki konağın da tescillenmiş olarak koruma altında olduğunu ve anıtlar kurulundan izin almadan bu binalara çivi çakılamayacağını söylememe gerek yok sanırım. Gölge: Dur bakalım elimizde neler var: Yanmış bir kadın cesedi, yanmış bir bağ evi, yanmış onlarca kedi ve köpek, yanma tehlikesi atlatmış bir konak ve bu mülklerin Jules Verne’in Keraban’ı gibi inatçı bir sahibi! L. Salander: Nete yeni düşen otopsi raporuna göre yanmış bir kadın değil! Üç aylık hamile iken yanmış bir kadın! Yanıp kül olmuş Selmin Hanım Bağevi’nin bahçesinde… Gölge: Kediler, köpekler, bir kadın ve bir de bebek! Nasıl bir cani, nasıl bir yaratık_

Son derece nazik bir erkek sesi: O kadar emin olmayınız küçük hanımefendi. Tespit edemediğiniz katil zanlısının her iki cinsiyetten de olma ihtimali ile tahkikatta bulunursanız, kusur işleme nispetiniz asgariye iner. L.Salander: Söylediklerinizi Translate’e yazdım ama çeviremedi!

Google

Gölge: Merak etme ben anladım Lisbeth. Siz kimsiniz acaba? Seyfettin Efendi: Ben de siz ve bu ecnebi hanım gibi bu vahim vakayı tetkik etmeye gelen bir hafiyeyim. Namım ise, Seyfettin'dir. L. Salander: Seyfettin Efendi; otorite düşmanı, emir almaktan hoşlanmaz, kurallara uymaktansa kestirmeden gitmeyi yeğler. Kadim dostu Doktor Aziz ile iş birliği içinde çalışır. Ama aktif dedektiflik yaptığı yıllar 1915-1942 arası! S. Efendi: Mistır Wells sağ olsun, bugünlere gelmemi sağladı. Ayrıca bana yirmi birinci yüzyılda icat edilip kullanılması muhtemel dokunmatik bir aygıt daha yaptı. Ve bunu faydalı olabilecek tatbikatlarla tatfih etti. L.Salander: H.G. Wells ya da Herbert George Wells; 1866 doğumlu İngiliz yazar. The Time Machine "zaman makinesi" isimli romanı 1895’te yayımlanmıştır. Tatbikat; uygulama ya da günümüzde yaygın kullanılan hali ile aplikasyon. S.Efendi: Aynen Matmazel Salander. Hemşirem Selmin Hanım'ın gelin geldiği bu bağ evinin 2016 yılında yangına kurban gideceğini bu aygıtımdaki "Nasılsınız" aplikasyonundan öğrendim. Kısaca Nas’ap. Ayrıca tüm cihana ait haritaları içeren Harait’ap, gününüzde yaşayan insanları bulmak için Kitab-ül çehre aplikasyonu ve gününüzde saniye saniye değişen siyaset havadislerini izlemek için alametifarikası mavi bir kuşcağız olan Cıvıltı aplikasyonu da mevcut. Aygıtın adı da Kamer’fon. Tahmin edebileceğiniz gibi aydan bile sesinizi duyurabilirsiniz iddiasında. L. Salander: Demek bu Kamer’fon aygıtı 1900’lerde yapıldı öyle mi? Yani şu anda takip edilmesi imkansız! Bir yedeği var mı acaba Seyfettin Efendi?

L. Salander: Nasıl bir erkek!?

Gölge: Bu kadar laubalilik yeter! Yürü Lisbeth!

Gölge: Emin misin?

Safranbolu’daki Zalifre Otel’in lobisinde…

Gölge: Demek yine genç bir kadını evlenme vaadiyle kandırıp, kadın hamile kalınca yüz üstü bırakan, karnındaki çocuğu, kendi deyimiyle bir “piç”i dünyaya getiremesin diye kadını ve bebeğini yakacak kadar aşağılık olabilen bir soysuz var karşımızda. Bu erkekler neden aşna-fişneye gelince çok ilgili olurlar da sonrasında doğacak bebeğe kendi tohumlarını isteyerek katmamışlar gibi “piç” adını verirler ki! L. Salander: Aşna-fişne; sözlük anlamı gizli dostluk. Ama konuşma dilinde sevişmek, öpüşmek, koklaşmak manasında da_ Gölge: Tamam anladık! S.Efendi: Erkek cinsinin, arzusunu uyandıracak nitelikteki bir hatun kişi ile bir takım münasebetlerde bulunmak hissiyatı gününüze mahsus değil elbette. Ve bu münasebetlerin acı tatlı neticelerine katlanmamak da öyle. Erkek zihni son yüzyılda bir arpa boyu yol kat edememiş anlaşılan küçük hanımefendi. 65


S. Efendi: Mösyö Poirot!

Gölge: Sen bizi mi takip ediyorsun Seyfettin Efendi!? Git efendi efendi otur bir yerde yahu! S. Efendi: Az önce polis ağına, ne diyorsunuz siz, düşmek, evet düşen bir rapor ilginizi çekebilir diye düşündüm hanımlar. Bağ evinde yanarak ölen hayvanlar aslında yanarak ölmemişler. Ölmeden önce fare zehri ile zehirlenmişler. Bu çok etkili fare zehrinin izini süren polis teşkilatı, tahkikatı rahmetli Selmin Hanım'ın küçük küçük torunu olan Eczacı Hüseyin Bey’in eczanesine kadar ilerletmiş. Safranbolu’da bir tek bu eczanede satılan ve sahibi tarafından kilit altında tutulan zehir, şüpheli sayısını oldukça azaltmış. Maktulün bebeğinden deoksiribonükleik asit elde etmeleri an meselesi. Böylece bebeğin babası tespit edilebilecek. Ve kıymetli hemşirem Selmin Hanım'ın küçük küçük torunu da olsa, zanlının yakalanıp adalete teslim edilmesi benim huzur içinde geçmişe dönmem için kâfîdir. Gölge: Görüyor musun Lisbeth? Şehirdeki tüm konaklara, tüm gizli odalara, tüm mahzenlere girdim çıktım; senin indirmediğin belge, hack’lemediğin devlet kurumu kalmadı ama bu geçmişten her nasılsa ışınlanmış Seyfettin Efendi şıp diye çözdü olayı. Kedi ve köpekleri zehirle. Kadının cesedini aralarına gizle. Ve yangında kimsenin fark etmeyeceğini düşünerek yan gel yat! Ağır İngiliz aksanlı bir erkek sesi: Ama sonra sağ gözü tam mavi, sol gözünün yatay eksenden yukarısı kahverengi aşağısı mavi olan Çakır isimli bir köpek, tutup kadın cesedini yanmış hayvan cesetleri arasından çıkarsın. Ve iki gözü de mavi bir İngiliz, cinayetin hamile bir kadın öldürmek adına değil; Süleyman Efendi’nin konak ve bağ evini satın aldığı Ermeni Safranyan ailesinden kalan altınları bulmak için işlendiğini keşfetsin! İngiliz aksanlı bir başka erkek: İki gözü de mavi iki İngiliz dostum… S. Efendi: Mistır Holmes ve Doktor Watson! Bu ne güzel sürpriz! L. Salander: Sherlock Holmes; ilk olarak Sir Arthur Conan Doyle'un "A Study in Scarlet” romanında ortaya çıkmış olan cihanşümul dedektif. Dr. Watson; Holmes’ün asistanı ve en yakın arkadaşı. Sherlock Holmes: Ah! Size müteşekkirim leydim!

66

L. Salander: Hercule Poirot; ilk olarak 1924'te Agatha Christie’nin “The Bodley Head” isimli kısa hikayelerinde boy göstermiş olan eksantrik Fransız dedektif. Eksantrik kelimesi Wikipedia’dan Mösyö Poirot! Mösyö Poirot: Garip bir kişiliğe sahip kişi diyor; eksiktir, ama doğrudur. Müteşebbis diyebilirdi, zira oldukça meraklıyımdır. Sadece tek bir kaynaktan elde edilen bilgiye asla güvenmem. Hele de bu bilgi ne diyordunuz adına, dünya çapında ağ, dubluve dubluve... Hah! İn-ter-net! İşte oradan gelen bir bilgi ise! Gölge: Bütün bunlara inanamıyorum! Dr. Watson: Ayrıca Doktor Aziz’e, biz, size bu zaman makinesini ve Kamer’fon’u yaparken ve yaptıktan sonraki ketumluğu için saygılarımı sunmak isterim ama mütevazılık da bir yere kadar değil mi Seyfettin Efendi? S. Holmes: Ve ben de mütavazılıkta berbat bir insanım değil mi sevgili Dr. Watson? Nerede kalmıştım? Eczacı Hüseyin Bey’in hayvanları zehirlemesindeki asıl amaç, bağ evinin kokudan girilmeyecek kadar iğrenç bir hale gelmesi ve sonunda koruma altındaki bağ evine mahkemeden zarurî yıkım kararı aldırabilmek istemesiymiş. Böylece evin temelinde gizlendiği rivayet edilen üç küp altına ulaşabilecekmiş. Hayvanları zehirlediği sırada bağ evine gelmek gafletinde bulunan komşu kadın vahşeti görüp çığlıklar atmaya başlayınca, olay insan cinayetine dönüşmüş ve iki kere bahtsız olan kadının hamile olması sizin asıl olaydan uzaklaşarak düşünmenizi sağlamış. Bakınız “Safranbolu’dan Mübadele ile Ayrılan Ermeni Aileler, Konakları ve Geride Bıraktıkları” isimli kitap. Bu kitap, 1980 Eylülünde yasaklı kitaplar listesine girdi ve fakat şehrin ileri gelenlerinden Hidayet İlerigörüş isimli beyefendinin kişisel kütüphanesinde mevcuttu. Kitabın yazarı ise 2007 yılında bir cinayete kurban giden Ermeni gazeteci Krant Dinkyan! Ve tüm bunları internette bulamazsınız Lady Lisbeth! Doğru bilgi için bulabildiğiniz ve girebildiğiniz her yere bakmak değil, nereye bakacağınızı bilmek gerekir! Fransız aksanlı bir erkek sesi: Ve baktığınız yerde bulduğunuz bilginin kesinkes doğruluğunu araştırmak!

M. Poirot: İnanamazsınız zaten Matmazel Gölge! Hepinizin ve dahi kıymetli meslektaşım Mr. Holmes’ün de düştüğü hata, Selmin Hanım Konağı’nın 5 sene önce yandığı bilgisini havada kapmaktı. Oysa internet denen bilgi ve çöplük deryasına manuel bilgi girişi sırasında 5 sene diye aktarılan yangın olayı, bundan 35 sene evvel vuku bulmuştu. Şu an 34 yaşında olan Eczacı Hüseyin Bey’in, konağın altından altın bulmaktan ümidini kesince, bağ evindeki hayvanları mecburiyetten de olsa yaktığı gerçeği burada çürütülüyor ve şüpheler Hüseyin Bey’in babası, Süleyman Bey’in torunu Mahmut Bey’e yöneliyor. Evde yaptığım araştırmada konağın 35 yıl önce yanma tehlikesi geçirmiş halinin fotoğraflarını buldum. Sizin gizlice girmeyi akıl etmediğiniz bir yerde Matmazel Gölge. Yatak odasındaki “yüklük” denilen, koyun yününden yapılma yer yatağı istiflerinin arasında! Aniden bir müzik sesi duyulur: Dubi dubi duuba, duubi dubi duuba, Perry! Turuncu gagalı, turkuaz postlu, siyah dedektif şapkalı bir ornitorenk, kolundaki telsiz saati kalabalığa doğru kaldırınca, sesinden, kalın bıyıklı olduğu tatmin edilen bir erkek sesi yükselir: Ben Binbaşı monogram Mösyö Poirot. Ajan P, arzu ettiğiniz gibi Mahmut Bey’i kaçmaya teşebbüs ettiği anda kıskıvrak yakaladı ve adalete teslim etti. Şimdi müsaadenizle ajanımın, gizli kimliği açığa çıkmadan önce evine dönmesi gerekiyor. L. Salander: Ornitorenk Perry;_

Binbaşı

Monogram

ve

Tüm dedektifler hep bir ağızdan: OWCA isimli gizli örgütün ajanları. Phineas ve Ferb isimli Disney Channel çizgi filmi için Don Povenmire ve Jeff “Swampy” Marsh tarafından çizilmişlerdir!!! İşte buna inanamıyorum! DC Comics, Devrim Kunter, Sir Arthur Conan Doyle, Agatha Christie, Povenmire ve Marsh! Yazarımızın bu kadar telif hakkı ödeyebilmesi için çok zengin olması lazım! S. Efendi: Ben ailevi sebeplerden ötürü geldiğim, diğer arkadaşlarım da mesleki meraktan ötürü burada bulundukları için yazarın gönlünün zengin olması yeterlidir küçük hanımefendi. Cesedi bulan akıllı köpeği Çakır’la bize bir mesaj yollamış. Bir çay davetine hiç birimiz hayır diyemeyiz sanırım… *** "Sevgili Gölge ve Lisbeth stop. Selmin Hanım Bağevi'ndeki üç küp altını sayenizde bulup asıl sahiplerine teslim ettiğimi bildirmek isterim stop. Safranyan ailesi de altınları savaşta ailesini kaybetmiş çocuklar vakfına bağışladı stop. Sevgiyle kalın stop. Hüseyin Avni, Ölü Ozanlar Derneği Safranbolu Şube Temsilcisi." L. Salander: Hüseyin Avni Cinozoğlu; 1955'de Sarfanbolu'da doğdu, 2015 Eylülünde aynı şehirde öldü. Avukat, şair ve yazar. "Safranbolu'da Tek Deniz Feneri"* şairin şiir kitaplarından biridir... 67


Yazan Çizen: Ramazan TÜKMEN

68

69


Öykü: Hay İllüstrasyon : MKS

Öykü

Karanlık Afak koşmayı bıraktığında, şafak sökmeye başladığında, domuzlar tundrayı kapladığında, yel durduğunda, zamanın sonsuzluğunda bir yerde, bir su gözünün dibinde… Afak bir su gözünün dibinde durdu, elini yüzünü yıkadı. Karnındaki açlık zihnini bulandırıyordu. Yerden yumruğundan büyük bir taş aldı ve yakınından geçen bir yavru domuza fırlattı. Domuz ‘gık’ bile demeden, can çekişmeden öldü gitti. Etrafta ateş yakmaya bir ağaç dalı yoktu. Kesmeye bir bıçağı yoktu. Taşa sürterek hayvanın kafasını koparttı. Kafası kopan ölü hayvanın iki ön bacağını tutup göğsünü ikiye yırttı. Eli yüzü kan içinde kaldı. Hayvanın iç organları etrafa dağıldı. Derisini tutup var gücü ile çekti. Deri tek parça halinde ayrıldı vücudundan. Afak aç karnına bir şey gitsin diye çiğ eti kemirmeye başladı. Kadını olsa böyle çiğ et yedirmezdi ona. Ya pişirir ya tütsüleyip kuruturdu. Şimdi ne kadını vardı ne yumuşacık pişmiş et ne de kuru et. Domuzun çiğ etini çekiştire çekiştire; kemire kemire yedi. Ağzındaki et parçasını çiğneyip öğütmeye çalışırken aklına oğlu geldi. Acunun da, süreklerin de, uluğların da, Akkartal’ın da, Jinperi’nin de ve ne kadar varsa… En çok da Jinperi’nin. Bitmezdi bu küfür… Afak o mızrakla çok atış yapmış çok tavşan avlamış çok kaplumbağa öldürmüş ve en çok da atbizonlarını… Çocukluğundan beri öldürdüğü hayvanın sayısı belli değildi. Çok ölüm görmüştü; anasının ölümü, babasının ölümü, kadınının ölümü, çocuğunun ölümü… Ama ilk defa bir insanı öldürmüştü. Hem de insanların en kutsalını öldürmüştü. Jinperi o kalın cam duvarın ardından, o kalın totem maskının ardından nasıl olmuştu da ölmüştü… Mızrak nasıl Jinperi’nin o küçük bedenine saplanıp kalmıştı… O yüce adam, o kutsal adam ne kadar da ufakmış! Minicik bedene nasıl sığmış. Tek vuruşluk can kalmış bedeninde, onu da Afak aldı. Neden manastırında değil de bir mağaranın içinde? Neden uluğlarının başında değil de bir mağaranın içinde? Genç adamın düşünceleri Jinperi’den kadınına, çocuğuna kaydı. Çiğnedi ağzını dolduran çiğ eti. Çiğnedi çiğnedi çiğnedi. Sonra az öteye fırlattı elindeki kemiği. Koştu bir domuz geldi bir ucundan tuttu etli kemiği. Sonra bir domuz daha, bir domuz daha… Koca tundrada her taraf domuz oldu. Geldiler suyun gözünü buldular. Kalkıp gitmese Afak’ı da yerlerdi. Genç adam aç domuz sürüsüne, doyumsuz domuz sürüsüne bakamadı. Küçücük bir et parçası için birbirinin üzerine çıkan, tepişen, ezilen o pis hayvan sürüsüne bakamadı. Hayvanlar azgınca üst üste, üst üste, üst üste çıktılar. Tepelerine gelen o karartıyı, kapkara büyük gölgeyi göremediler. Bir babakartal gelmişti tundraya. Tundrada olmazdı babakartallar. Dağlarda olurdu. En ıssız, en amansız, en yüce dağların hayvanıydı babakartal. Tundrada konacak, görecek, izlenecek, yuvalanacak yeri yoktu. Daha cüce domuzlar yeni girmişti tundraya da babakartal nerden görmüştü de gelmişti bu pisliğin sürüsünü. Afak tam omuz üstünden ardına baktığında koca kartalın kanatlarını toplayıp pike yaptığını gördü. O üst üste binmiş domuz güruhu umarsızca hala bir kemik parçası için birbirleri ile karışıyorlar, güreşiyorlar, dövüşüyorlardı.

70

71


Afak baktı kaldı babakartala; şaştı kaldı, şaşırıp kaldı. Koca kuş kanatlarını toplayıp öyle bir pike yaptı ki domuz sürüsünün içine bir göle dalar gibi dalıp pis hayvanların içinde kayboldu ve an içinde kaybolup ağzında üç domuzla gökyüzüne yükseldi, yükseldi yükseldi. Öyle yükseldi ki gökyüzünde bir sinekten daha ufak oldu. O koca kuşun bu kadar ufak olduğunu daha önce görmemişti Afak. Kargayı görmüştü de mini minnacık, çayır kartalını görmüştü de; mini minnacık babakartalın minnacıklığını ummamıştı. Bir babakartal karga denen kuşun bin katıydı. Tutsa bacağından Afak’ı kapar götürürdü. İşte o babakartal ağzında bir kum tanesinden küçük olan üç domuzu canlı canlı havaya bıraktı. Yerdeki bütün domuzlar göğe bakıp kaldılar. Üç cüce domuz havadan bir ok hızı ile yeryüzüne doğru indi indi indi. Yeryüzüne düşünce bir kan fışkırdı topraktan, et fışkırdı. Bir anda çiğ et kokusuna bütün cüce domuzlar doluştu. Yeni bir domuz gölü oldu kartal için. Daha da daha çok domuz geldi birikti parçalanmış arkadaşlarının yanına. Babakartal yine geldi ve yine daldı cüce domuz havuzuna. Ama hayvanlar bu sefer bırakmadılar babakartalı. Sanki beklemiş de çürümüş bir av etinin üzerindeki kurtçuklar gibi yapıştılar babakartala. Kartal göğe doğru yöneldi ama üzerine yapışmış, koca kuşu dişlemiş o kadar çok domuz vardı ki, silkinmeye çalıştı. Kanatlarını topladı yere kondu. Domuzlar daha da yerleşti vücuduna koca kuşun. Yerde durmuş üzerinde bedenini ısıran domuzcuklara gaga darbesi atmaya çalıştı ama etrafını daha çok domuz sardı. Isırdılar koca kuşu, koca kuş onları gagaladı. Dişlediler, boynuzladılar, tüylerini yoldular, parça parça lime lime etmeye çalıştılar. Bir kerede gagasına üç domuz sığdıran koca kuş yüzlerce domuzun dişlerine karşı pek de sağlam duramadı. Az zaman içinde binlerce domuz oldu çevresinde. Bir bataklığa batar gibi yitti gitti cüce domuzların içinde. Domuzlar kanlı irinli bir etteki kurtçuklar gibi çoğaldı ve bitirdiler koca kuşu. Afak seyretti sadece. Babakartalı. Domuzları. Kendini. Hırsını, öfkesini, içine attıklarını. “Acun işte böyledir” dedi dibinde bir ses. Afak şaşkınlık ve korkuyla döndü baktı. Elbisesi yerine kara bir çuvala girmiş gibi görünen, erkek mi kadın mı belli olmayan bir cüce. Koca yeşil tundrada, geceden kara bir elbise giymiş, küçücük bir yaşlı adam. Sonra o kara çuvala benzer giysinin içinden derisi buruş buruş bir kol uzandı, elinde kanlı bir mızrak vardı. Afak’ın Jinperi’ye attığı, kutsal Babacanga’yı bir vuruşta devirdiği mızrak. Koca mızrak o küçücük adamın elbisesinin içine nasıl sığmıştı. Korktu bir süre; alamadı. “Al!” dedi yaşlı adam. Afak sözü ikiletmedi. “Özür dilerim” dedi Afak. Yaşlı adam çuvala benzer elbisesinin içinden başını salladı. Afak olumlu bir hareket mi yoksa olumsuz bir cevap mı anlayamadı. Sonra yaşlı adam konuşmaya başladı; “Asıl ben teşekkür ederim” dedi. “Sen olmasaydın asla kurtulamazdım o hapishaneden. Şimdi ruhum rahat ve dinlenmiş durumda” dedi ve etrafına baktı. Yeşil tundranın her yanını saran domuzlara baktı. “Çakallar geliyor” dedi. Çakallar mı geliyordu! Günün en güzel saatiydi ama tundranın çayırlarını domuzlar sarmıştı işte.

72

73


Mustafa Emre ÖZGEN

Çizgi Roman İnceleme

Türkiye’de Yayınlanmış En İyi On Örümcek Adam Macerası Türkiye’de Genel olarak Örümcek Adam’ın çevresinde şekillenen önemli olaylar yayınlandı. Kimi zaman ise onlarca sayı süren maceralar kısaltılarak fakat heyecanı kaybetmeden okuyucuya sunuldu. Peki, bana göre şimdiye dek yayınlanan en sağlam maceralar hangileri? İşte listemiz! Hakan Alpin’in hazırladığı Çizgi Roman Ansiklopedisi’ndeki bilgilere göre, Marvel Comics tarafından 1962 yılında çizgi roman okurlarının beğenisine sunulan Örümcek Adam’ın Türkiye macerası 1975 yılında başladı. Hayrettin Önder’in sahibi olduğu Süper Yayınevi tarafından basılan Ajan X isimli dergide ilk kez Türk okuyucusunun karşısına çıkan Örümcek Adam, 1981 yılında Bilka Yayınevi çatısı altında düzenli yayınlanmaya başladı. Samet Koçyiğit’in, Yılmaz Çetiner’den satın aldığı Bilka, 1995 yılına kadar Örümcek Adam yayınlamaya devam etti. Bu uzun yayın süresi boyunca 183 sayı Örümcek Adam okuyucusu ile buluştu. Siyah beyaz ve fumetti boyutlarından daha küçük basılan dergilerin ardından 1 Numara Yayıncılık, comics standartlarına yakın boyutlarda, renkli, iki sayı içeren Örümcek Adam dergilerini yayınlamaya başladı. 1 Numara Yayıncılık, Amerika’da iki milyondan fazla satan, Spawn’ın yaratıcısı Todd McFarlane tarafından yazılıp çizilen Torment (Eziyet) adlı macera ile hızlı bir giriş yapsa da bu macera ne yazık ki dokuz sayı sürdü.

74

1 Numara Yayıncılık’ın ardından Arka Bahçe en uzun soluklu Örümcek Adam yayıncılarından biri oldu. 1998 – 2004 yılları arasında kesintili şekilde yayınlanan Örümcek Adam daha sonra Hoz Comics’e, Marmara Çizgi’ye, (şimdilik) son olarak da Panini’ye geçti.

Türkiye’de genel olarak Örümcek Adam’ın çevresinde şekillenen önemli olaylar yayınlandı. Kimi zaman ise onlarca sayı süren maceralar kısaltılarak fakat heyecanı kaybetmeden okuyucuya sunuldu. Peki, bana göre şimdiye dek yayınlanan en sağlam maceralar hangileri? İşte listemiz; 10 – SPIDER MAN, MAVİ (Marmara Çizgi, 2012) Daha önce Arka Bahçe Yayıncılık tarafından basılan Superman Tüm Mevsimler ile bizlere çok farklı bir çizgi roman atmosferi sunan Jeph Loeb ve Tim Sale, altı sayı süren bu seride Örümcek Adam’a oldukça farklı bir bakış açısı getiriyor. Marvel Renkler Üçlemesi’nden olan Spider Man Blue, Gwen Stacy’nin Green Goblin tarafından öldürüldüğü George Washington köprüsünde başlıyor. Köprüden aşağı bir gül bırakan Peter, sonradan anlayacağımız üzere bir ses kayıt cihazına, Gwen ile sohbet ediyormuşçasına konuşmasını kaydediyor. Olaylar tüm bu geçmişe dönüş konuşma çevresinde şekilleniyor. Goblin’in ortaya çıkışından, Gwen’in ölümüne kadar olan sürede yayınlanmamış farklı bir hikâye anlattığı için aynı zamanda bir “retcon” özelliği taşıyan seri, genel olarak Peter’in Gwen’e yönelik monologlarını alt metin olarak işlese de, Rhino, Vulture, Kraven ve Green Goblin gibi klasik süper kötülerin bulunduğu sayfalarda aksiyon çıtasını yukarılara taşıyabiliyor. Tüm bunların üstesinden gelebilen Örümcek Adam’ın yanında, Gwen ile “konuşurken” Marj Jane’e yakalanan çaresiz bir Peter Parker da tasvir ediliyor. Zaman zaman çaresizlik ve pişmanlık içinde yansıtılan Peter’in şu cümlesi ise oldukça akılda kalıcı; “kafam nerelerdeydi de seninle ilgilenmiyordum? Ben Amca’nın sürekli söylediği şey neydi; gençlik yanlış insanlarda ziyan olur.” 9 – SAYGIN VATANDAŞ OSBORN (Arka Bahçe Yayıncılık, Ağustos 1999, Sayı 15) Gelecek sayılarda yaşanacak olaylara giriş görevi gören bu sayı, içinde pek çok hikâyeyi başarılı şekilde birbirine bağlıyor. Mary Jane’in

kâbusu ile ile başlayan olaylar, “kurt adam” alt benliği ile baş etmeye çalışan John Jameson (J. Jonah Jameson’un oğlu) ile devam ediyor. Marvel evreninde artık olağan hale gelen bir dirilme vakası ile öldüğü sanılan Norman, geri dönerek çevresi ve özellikle Peter’ın hayatına büyük etkileri olacak işlere girişiyor. Tüm bunlar olurken Kraven’in oğlu ise Örümcek Adam’dan babasının intikamını almak için hazırlık yapıyor. Olay örgüsü bir yana, Green Goblin tarafından evine girilen ve tüm eşyaları dağıtıldıktan sonra kendine küçük bir goblin oyuncağı bırakılan Peter’ın öfkesi ise hikâyenin en can alıcı kısmı. Norman’ın davranışları canına tak eden Peter, ona ders vermek için Örümcek Adam kostümü ile ofisini basıyor. Olup olabilecek en sağlam dayağı atan Peter ise Norman’ın bilinçli kışkırtmasına alet olduğunu daha sonra fark ederek yaratılan bu çılgınlığı durdurmak konusunda çıkmaza düştüğünü fark ediyor. Sayının en dikkat çekici noktası, kesinlikle Örümcek Adam’ın

75


Norman’a attığı yüzyıllık dayak! (Fotoğrafta ilgili sayıyı da içeren, aynı kaparak resmini taşıyan Arşiv Serisi &2nın kapağını kullandık) 8 – ÖRÜMCEK AVI, SON BÖLÜM (Arka Bahçe Yayıncılık, Mayıs 2002, Sayı 23) Orijinal hikâyesi onlarca sayı süren Örümcek Avı (Spider Hunt) hikâyesi ülkemizde kısaltılarak iki sayı sürdü. Aslında Türkiye’de her derginin iki sayı kapsadığını göz önünde bulundurursak dört sayıda tamamlandı diyebiliriz. Green Goblin tarafından kaçırılan Normon Osborn’un torunu küçük Normie’nin hem Spider Man hem de başka karakterler tarafından kurtarılmasını okuduğumuz sayıda, Osborn’un başka birini Green Goblin kılığına sokarak kendi torununu kendi kaçırttığını öğreniyoruz! Öte yandan önce Örümcek Adam’ı öldürmeye çalışan daha sonra kimin doğru kimin yanlış olduğunu öğrenen Punisher, Punisher benzeri bir karakter olan Shotgun olaya dâhil oluyor. Diğer tarafta ise lotodan para tutturmaya çalışırken kendini mafya hesaplaşması arasında bulan, fakat Normie’i kurtaracak kişi olan Clarence, tek maceralık bir kahraman Greg Herd, Jimmy 6 ve daha pek çok karakter heyecanın bir an bile düşmediği bu macerada bir araya geliyor. 7 – EZİYET, 1. BÖLÜM (1 Numara Yayıncılık, Mayıs 1996, Sayı 1) Bu sayıyı değerli kılan birden çok neden var. İlki, Bilka’dan sonra renkli ve orijinal boyutta yayınlanan ilk Örümcek Adam olması. İkincisi, Todd McFarlane tarafından yazılıp çizilen, Amerika’da milyonlarca satmış bir sayının Türkçe yayınlanıyor olması. Üçüncüsü ise daha sonra gazete eki halinde hediye edilerek sayısız insana ulaştırılmış bir çizgi roman olması. Eziyet, karanlık bir New York atmosferi, alışık olmadığımız bir Örümcek Adam macerası sunuyor. Avcı Kraven’in sevgilisi Haitili büyücü Calypso, kendi hizmetkârı haline getirdiği Lizard ile Örümcek Adam’ı adeta bir kâbusun içine sokuyor. Karşısında intihar etmiş Kraven’i gören Örümcek Adam, ölümle burun buruna geliyor. Abartılı çizimleri ve korku filmlerini andıran mekân tasvirleri ile Eziyet, Blue’ya taban tabana zıt bir macera. 76

Telefonda tedirgin sesiyle May Hala vardır. “Konuşmamız gerek” der, Peter “iyi misin” diye sorduğunda ise “hayır” der, “iyi değilim”. May Hala, Peter’ın Örümcek Adam olduğunu öğrenmiştir. Önceki sayıda Morlun’dan o zamana kadar yediği dayakların en sağlamını yiyen Peter’i yaralı bir şekilde, Örümcek Adam teçhizatını etrafa atmış, uyurken yakalayan May Hala, yeğeninin ondan yıllardır sakladığı bu sırrı artık biliyordur ve konuşmak istemektedir. May Hala’nın esas sorunu, Peter’ın bunu ondan gizlemesi değil, yıllarca ona yalan söylemesidir. “Sevdiklerime zarar gelmemesi için bunu gizledim” diyen Peter’a şöyle cevap verir May; “dostlarımı, sevdiklerimi, akrabalarımı gömdüm. Bana ihtiyacın olduğunda yanında olmaktan başka bir şeyin elimden gelmeyeceğini bilerek, uğradığın kayıpların sana çektirdiklerini izledim. Bütün bunlara katlanabildiysem Peter, sence bunun yüzünden yıkılır mıydım?”

6 – DEĞİŞİM, BİREBİR VE DİĞER ANLAMLARDA (Arka Bahçe Yayıncılık, Ağustos 2002, Sayı 1) 1998 yılından bu yana yayınladığı seriyi sıfırlayan Arka Bahçe yayıncılık, Ağustos 2002 yılından itibaren iki farklı Örümcek Adam dergisini tek sayı halinde yayınlamaya başlamıştı. Ana dergi Amazing Spider’di, derginin ikinci yarısı ise ek havasındaki Peter Parker Spider Man serisi idi. Bu ilk sayıda, Türk okuru J. Michael Straczynski ile tanıştı. Örümcek Adam’ın artık mistik bir havası vardı. Peter Parker’dan önce de Örümcek Adam’lar var olmuştu, ama ortak bir düşman tarafından yok edilmişti; Morlun! Morlun’dan kaçabilen tek bir Örümcek Adam vardı, o da Ezekiel. Ezekiel, Peter’a yardım etmek istiyordu ve soruyordu; “Neden bir çocuğa dolu bir silah vermek kadar tehlikeli deyimini kullanırlar? Çocuğun kötü bir niyeti olduğundan mı, yoksa elinde tuttuğu gücü tartamadığından mı? Tıpkı senin gibi.” 5 – DİALOG (Arka Bahçe Yayıncılık, Nisan 2003, Sayı 9)

4 – ULTIMATE SPİDER MAN # GÜÇSÜZ (Arka Bahçe Yayıncılık, Haziran 2002, Sayı 1) Bu sayıyı tek başına değerlendirmemek gerekir. Çünkü Ultimate markası Marvel’ın sonraki on yıl içinde izleyeceği yolu şekillendiren parçalardan biri olmuş, süreç içinde evrenler birleşmiş ve Ultimate Peter Parker yerini Miles Morales’e bırakmıştır. Hal böyle olunca, Ultimate evreninin ilk yayını, Ultimate Spider Man de listemizde kendine yer bulabilen sayılardan biri oluyor. Daha önce hiç Örümcek Adam okumamış, kulaktan dolma bilgilere sahip ama evrene giriş yapmak isteyen genç okuyucular için ideal. 3 – AMERICAN SON (Marmara Çizgi, Ağustos 2013, Cilt 10) Gizli İstila’dan sonra Avengers’ın başına geçen Norman Osborn, kendi örgütü olan H.A.M.M.E.R’ı kurmuş ve eski suçlulardan meydana getirdiği Dark Avengers’ın liderliğini yürütmektedir. O artık Iron Patriot’tur. Amacı ise oğlu Harry’i Dark Avengers’a katılmaya ikna etmektir. Peter, Harry’e Norman’ın güvenilmez bir adam olduğunu söyleyerek engel

olmaya çalışsa da kız arkadaşının hamile olduğunu öğrenen Harry teklifi kabul eder ve ekibe katılır. American Son zırhını giyen Harry’nin gerçeği öğrenmesi uzun sürmeyecektir. Harry aslında kurbandır ve toplum nazarında Norman’ın itibarının yükselmesi için ölmesi gerekmektedir. Bir erkek çocuk bekleyen ve baba olmaya hazırlanan Harry bunları fark ettikten sonra Örümcek Adam Norman’a sorar; “Harry senin tek oğlun, neden ona böyle yapıyorsun?” Norman’ın cevabı tüyler ürperticidir; “tek oğlum değil!” Bu hikâyede Norman’ın ne kadar iğrençleşebileceğini bir kez daha görüyoruz. 2 – SON BİR GÜN (Hoz Comics, Temmuz 2010, Cilt 6) İç Savaş bitmiştir, Bütün dünya Örümcek Adam’ın kim olduğunu bilmektedir. Tony Stark’a sonradan cephe alan Peter ve ailesi saklanmak zorundadır. Fakat bir kişi onların nerede olduğunu bilmektedir; Kingpin! 77


Öykü: Ecehan BİÇEN İllüstrasyon : Hüseyin ESEN Kingpin’in kiralık katili Peter’a nişan alır. Peter örümcek hisleri sayesinde kurtulsa da kurşun May Hala’ya isabet eder. May Hala ağır yaralıdır ve ölmek üzeredir. Peter isteyebileceği herkesten yardım ister. Dr. Strange de bunlardan biridir. Burada muhteşem bir bağlantı yapılmış. Strange ve Örümcek Adam konuşurken kapı çalıyor, Strange içerde başka bir Örümcek Adam ile konuşuyor. Konuştuğu kişi ise Arka Bahçe Yayıncılık’tan Ağustos 2003’te yayınlanan “Olaylardaki Garip Değişim” macerasındaki Peter! Bir zaman atlaması yaşanıyor ve Türkiye’de iki farklı yayınevi tarafından aralarında ülkemizde yayın süresi arasında yedi yıl bulunan iki macera okuyucuya sunuluyor. Bence çok güzel bir sürprizdi. Bu kadar da değil. Strange’in evinden çıkan Peter kimsenin olmadığı sokaklarda iki kişi ve bir küçük kız ile karşılaşıyor. Bu kişilerin Peter’ın alternatif gelecekleri olduğunu öğreniyoruz. Daha sonra Mephisto ortaya çıkıyor ve Peter ile Mary Jane’e teklifini yapıyor; “May Hala’nın hayatını kurtarabilirim, ama karşılığında bir şey istiyorum; aşkınızı, evliliğinizi!” Tekliften sonra çifte yirmi dört saat süre veriyor. Son bir gün… Kabul ediyorlar, Peter bir anda küçük kızı hatırlıyor; “o küçük kız kimdi?” Kız yeniden ortaya çıkıyor; “Ben, halanızın hayatını kurtarmak karşılığında aşkınızı feda ettiğiniz için hiç sahip olamayacağınız kızınızım!” 1 – GEORGE VE GWEN STACY’NİN ÖLÜMÜ (Marmara Çizgi, Haziran 2014) Örümcek Adam’ın hayatında iki büyük kırılma varsa ilki Ben Amca’nın öldürülmesi kuşkusuz, ikincisi ise Gwen’in… İlk ölüm Peter’a “büyük gücün büyük

78

Öykü

Ay ile Ayhan Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; demiri eritenler büyücü, esen rüzgar bir öcü iken uçsuz bucaksız bozkırın ortasında bir oba varmış. Gündüzleri av avlar, geceleri toy toylar, kendi hallerinde yaşarlarmış. Bu obanın, adına Uluğ derler, bir hanı varmış. Açları doyurur, çıplakları giydirirmiş. Gökten aldığı nur yüzünde ışıl ışıl parlarmış.

sorumluluk getireceğini” hatırlatarak onu Örümcek Adam yapmaya itmişse de, Gwen’in ölümü onun süper kahraman olsa da bazı şeylere gücünün yetmeyeceğini kanıtlamış olan olaydır. Örümcek Adam kahramandır. Her zaman günü kurtarır. İnsanlara yardım eder. Suçla savaşır. Neden? Çünkü sahip olduğu güçleri bu yönde kullanması gerekmektedir. Fakat acı dokunuş Gwen ile gerçekleşir, herkesin yardımına koşan Örümcek Adam, sevdiği kadını kurtaramamıştır. Bundan sonra yazılan bütün Örümcek Adam hikâyelerinde bu ölümün etkisi olacaktır.

Günlerden bir gün Uluğ Han domuz avına çıkmış. Etine dolgun bir domuz görünce okunu fırlatmış ama ok ters yöne gitmiş. Üç ok, beş ok derken hiç oku kalmamış. Obanın yeni yetmeleri bunu yeni yeni terleyen bıyıkları altından gülerek izliyorlarmış. Bacak kadar veletlerin diline düşmeyi gururuna yediremeyen Uluğ Han allem edip kallem edip domuzu öldürmeye ant içmiş. Ardından koşup gitmiş. Tepeler aşmış, dereler geçmiş. Yürümekten yorulunca dalları göğe eren bir ağacın dibine oturuvermiş, gözlerimi azıcık dinlendireyim derken uykuya dalmış. Rüyasında neler gördü bilinmez, böğüren bir canavarın sesiyle uyanmış. Sağına bakmış, soluna bakmış, canavar manavar yok. Meğer ses karnından geliyormuş. Saatlerdir ağzına tek lokma koymadığını hatırlayıp yiyecek aramaya karar vermiş. Ama etrafta ne uçan, ne kaçan... Gözü ağaçların dibinde biten mantarlara takılmış. Kıpkırmızı başlı, bembeyaz benekli mantarlar karın doyurmaya yetmezmiş ama hiç yoktan iyidir diyerek hepsini bir çırpıda mideye indirmiş. Bakmış ki midesi hala gurulduyor. “Bari azıcık su içeyim” demiş, gölün kıyısına gitmiş. Tam eğilmiş su içecek, ne görsün! Aradığı domuz suyun üstüne öylece duruyor, kendisine bakıyor. Hemen yanına koşmuş, yakalamış ve kıyıya çekmiş. Heybesinden bıçağını çıkarmış, bağırsaklarını kurda kuşa yem yapmak için domuzun karnını kesmiş. O zaman gördüklerine kendi de inanamamış. Domuzun karnında iki büklüm, anadan doğma bir genç kız varmış. Hem de ne kız! Saçları gece gibi kapkara, kaşları yay gibi gergin, yanakları elma gibi al al. Sevdanın odu Uluğ Han’ın gönlünü ilk görüşte yakıvermiş. Demiş “Söyle güzel, kimsin sen? Bana varmanı dilerim,

anan kimdir, baban kimdir, seni kimden isterim?” Karşısında göğsü ayı göğsü gibi, ayakları öküz ayağı gibi adamı görünce kızın yüreği hoplamış. Ateş bacayı çoktan sarmış ya, kız evi naz evidir. Belli etmemiş. “Ben buralara uzaklardan, taşın toprağın kum olduğu yerlerden geldim. Adım Ürperi’dir. Anama Gulyabani, babama Zebani derler. Onlar hem çok uzaktadır, hem dilinizi bilmezler. O yüzden beni onlardan istemene gerek yok ama ikisinin iki gözü hep üstümdedir, oralardan yediğimi içtiğimi hep bilirler. Eğer beni kendine yar eder de sonra üstüme kuma getirirsen ağzını çarparlar, belini bükerler, kemiklerini tuzla buza çevirirler. Razıyım diyorsan senin olurum, cayarım diyorsan sen kendi yoluna ben kendi yoluma.” Uluğ Han razı gelmiş. Nikahları kıyılsın, düğünleri yapılsın diye obaya yollanmışlar. Üç gün, üç gece yürümüşler. Buldukları mantarların azını yemişler, çoğunu insanlara yedirmek üzere heybeye atmışlar. Konuşan çiçek, dans eden ağaç dağlarını aştıktan sonra çadırları uzaktan görmüşler. Tazı gibi koşup yanlarına varmışlar. Hanlarına nice zaman sonra yeniden kavuşan obalılar epey neşelenmişler. Bunun onuruna akşam toy toylamışlar. Kopuz çalmışlar, koşuk koşmuşlar. Hanlarının getirdiği ikramları kımızın yanına katık etmişler. Şenlik yedi gün yedi gece sürmüş. Herkes bir gülmüş pir gülmüş, kimi gülmekten ölmüş. Gel zaman git zaman aradan yıllar geçmiş. Uluğ Han hâlâ obanın hanıymış, hâlâ çok seviliyormuş ama derdi içini tırmalıyormuş. Çadırı gerçi pek büyükmüş. Kışın soğuğu yazın sıcağı geçirmezmiş ama gönlü gibi kapkaraymış. Çünkü Ürperi’nin toprağı bereketsizmiş, hiç döl tutmuyormuş. Ne kız doğurmuş Han’a, ne oğul. Kocasının kendisinin üstüne başkasını alamayacağından emin; başı dik ortalıkta geziniyormuş. Uluğ Han derdine derman bulsun diye şamana gitmiş. Demiş “Derdim ötedeki dağlardan büyüktür. Karım ne oğul verir ne kız. Zamanında büyük yemin ettim diye üstüne kuma

79


da alamam. Gel bana bir yol göster, ne yapayım, ne edeyim de soyumu sürdüreyim.” Şaman uzun süre düşünmüş taşınmış. Doluya koymuş almamış, boşa koymuş dolmamış. Neden sonra aklına bir fikir gelmiş. Demiş: “Sen üç tepe aş, üç ağaç bul. O üç ağacın altından üçer mantar bul, getir. Dönerken beş nehir geç. Her nehrin kıyısında beşparmak çiçeği bulunur. Beş nehirden beşer tane beşparmak çiçeği bul, getir. Onları ezip toz yapacağım, kazanda kaynatacağım. Şerbet yapıp önce sana, sonra karına, sonra da tüm obaya içireceğim. Göreceksin, üç vakte kalmaz, karın bebek haberi verecek. Ama unutma, karın insan değildir. Doğuracağı çocuk da insan postuna bürünmüş in, cin veya kurt olabilir. Bir de şu ağacın altına kese içinde kırk akçe gömün ki çocuğunuz uzun ömürlü olsun” Uluğ Han şamanın dediklerini tek tek yapmış, beklemiş. Günlerden bir gün karısı gelmiş, muştu getirmiş. Uluğ Han bunu duyunca çok sevinmiş. Adadığı adakları kesmiş, tüm obayı beslemiş. Aylarca beklemiş. Kız mı doğacak, oğlan mı derken Ürperi’nin karnı şişmiş de şişmiş. Sonunda bebek anasının karnından çıkmış. Nur topu gibi bir oğlan. Göğsü ayı göğsü gibi, ayakları öküz ayağı gibi. Her gören bayılmış, ayılan tekrar görünce tekrar bayılmış. Şaman gelmiş, kötü ruhlardan korumak için büyüler yapmış. Onuruna kırk gün, kırk gece toy toylamışlar. Kopuzlar çalınmış, koşuklar koşulmuş, kımızlar içilmiş. Aylar ayları, yıllar yılları kovalamış. Uluğ Han epey yaşlanmış. Dağa çıkamaz, ava gidemez olmuş. Anlamış ki devir oğlunun devridir. Hanlığı ona vermeye niyetlenmiş ama oğlan on yedi yaşı doldurmasına rağmen hâlâ adı konmamış. Değil yiğitlik göstermek, eli ne kılıç tutmuş ne de yay. Varsa yoksa geceyi beklesin, ayı seyretsin. Bu hal babasının canını çok sıkmış. Derdine derman bulsun diye yine şamana gitmiş, durumu anlatmış. Şaman dinlemiş, düşünmüş, taşınmış. Fallar açmış, rüzgarlara danışmış. Sonunda demiş: “Derdinin çaresi çocuğa bir ad koymaktır. Ad konması için yiğitlikte bulunması gerekir. İçini ferah tut, oğlun kimselerin görmediği bir yiğitlikte bulunacak. Boynuz kulağı geçecek. Herkes anlayacak ki o senden bile yiğit, senden bile kutlu bir kişidir. Ben diyeyim üç vakit, sen de beş vakit, derdin tasan kalmayacak.” Şamanın dedikleri gerçekleşmiş. Günlük güneşlik bir gün aniden hava kararmış. Sanki geceymiş. Gökyüzüne bakınca anlamışlar ki

80

ay güneşin önüne geçmiş. Buna kimse anlam verememiş, şamana danışmışlar. Uluğ Han’ın oğlunun çağırılmasını salık vermiş. Oğlan durumu anlayınca başlamış yalvarmaya: “Gönlümün sevdiği ay, Burnumda hep tüten ay, Yalvarırım ben sana Biraz daha yana kay” On kere demiş, yirmi kere demiş; gerçekten de ay yana kaymaya başlamış. Güneş tekrar ışıl ışıl parlamış. Kurtulduklarına sevinen obalılar toy toylamışlar. Kopuz çalmışlar, koşuk koşmuşlar. Dedem Korkut gelmiş, demiş: “Atının ayağı tez olsun, dölünün bereketi pek olsun. Obayı karanlıktan kurtardın, adın artık Ay Han olsun” Bunu duyan Uluğ Han gönül rahatlığıyla gözlerini hayata yummuş. Ürperi ise hala ayın on dördü gibi güzel, daha kocaya varmamış gibi körpeymiş. Doğduğu topraklara, anasının babasının yanına dönmüş. Ay Han tek başına kalıvermiş. Ne ava çıkıyormuş, ne halkı gözetiyormuş. Toklar acıkmış. İpek kuşananlar çıplak kalmış. “Bu hal böyle gitmez. Han dediğine kadın gerek. Bir kız bulalım, yanına varsın, koynuna girsin. O Ay Han’ı koca, Ay Han onu karı bilsin” Obanın tüm kızları kutlu ağaç dalına çaput bağlamış. Hamur açmakta, ok atmakta, ata binmekte türlü türlü hüner sergilemişler. Ne çare ki Ay Han kendisine gösterilen her kıza “Aaaay aaaay!” diyor, başka bir şey demiyormuş. Sormuşlar: “Yüceler yücesi hanımız, nedir bu haliniz?” Ay Han cevap vermiş: “Aaay aaaay aaay! Sevgilim, tanrıçaların hanı ay tanrıça. Ondan başkasını görmez gözüm, söylemez dilim. Bana bakarken değil obanın, dünyanın hanıyım da yüzünü sakladığında yanar şu göğsümün içi yanar cayır cayır, tek kuru dal kalmaz. Yokluktan fırtınalar kopar yüreğimde, küller savrulur her yana. Hilal kaşlarını göstermesiyle beraber yeniden filizlenir içimde ağaçlar, çiçekler. Ne elim erişir, ne sesimi duyurabilirim. Sanırım ki o da beni sever ama nasıl öğrenebilirim? Kaybolduğu geceler ne eder, kimle görüşür diye meraktan dört dönerim de alay eder tüm yıldızlar benimle. Söyle bana ey şaman, sorularımın cevapları sende mi? Yok değilse, nerede bulabilirim?” 81


Mehmet Fatih BALKI Şaman şaşkın, insanlar şaşkın. Hiç aya aşık olunur mu? Diyelim ki sevdasına karşılık buldu, nerede ve nasıl gerdeğe girecekler? Öpmeye dudağı, doğurmaya rahmi yok. Bu sevda gökyüzünün kulağına erişirse nice olur halleri. Fısıltılar homurdanmalara, homurdanmalar feryatlara dönüşmüş. Yakasını yırtan mı ararsınız, böğrünü yumruklayan mı... Şaman düşünmüş taşınmış ve demiş: “Uluğ Hanımızın oğlu Ay Hanımız! Sevdanız yüreğinizi dağlamış, gözünüzü bağlamış. Af buyurun ama sorularınızın cevabı bende değildir. Derler ki yerin yedi kat altında bir canavar yaşarmış. Bu canavar öylesine bilgeymiş ki geleceği dahi bilirmiş. Ancak şimdi sorsanız sesiniz ona yedi yıl sonra ulaşırmış. Onun cevabının gelmesi bir yedi yıl daha. Eder size on dört yıl. Üstelik böğürtüsü gelince yer yerinden oynadığı için söyledikleri de kolayına anlaşılmazmış. En iyisi siz bir kürek alın kendinize, toprağı kazmaya başlayın. Böylece cevaplarınızı daha çabuk alırsınız.” Ay Han uzun süre sevgilisini görmeyeceği için üzülmüş ancak dinledikleri de aklına yatmış. Obayı şamana emanet etmiş. Çıkınını hazırlamış. İçine yiyecek diye bol mantar, içecek diye bol kımız koymuş. Küreği eline almış, başlamış kazmaya. Taşlar, topraklar geçmiş; alevlere gelmiş. Sevda odunda yanan gönlüne lavlar vız gelmiş, tırs gitmiş. Az gitmiş, uz gitmiş; katman katman yer bitmiş. Bir gün bakmış ki kazacak toprak bitmiş, tepesinde masmavi gökyüzü. Onca yol gitmiş de canavarın ne sesini duymuş, ne izine rast gelmiş. “Vah bana vahlar bana” demiş, başlamış ağlamaya. Gözünden yaşlar aktıkça halini düşünüp bir daha ağlamış.“Canavar manavar yok”dememiş, şamandan hiç işkillenmemiş de en azılı rakibi olan güneşin peşine düşmüş. Çünkü bilirmiş ki güneş her gün doğudan batıya koşturur, ayı yakalamaya çalışırmış. Solundaki tepeliğe doğru gidiyormuş güneş. Battı batacak diye rahat bir nefes alacakken sevgilisini tepede görmüş. Üstelik bembeyaz gelinliği içinde. Anlamış ki sevgilisinin gönlü güneşte ama o değer bilmez kaçıyor, ayı peşinde koşturuyor. Yüreğine demir kazıklar oturmuş, kanlar gözlerinden taşmış. O ağlayadursun, hava kararmış. Ay beyaz gelinliğini çıkarmış, beti benzi atmış, sapsarı ve yapayalnız bekliyor. Ay Han saf yürekli âşık. Kendisine çektirdiği acıları boş vermiş, sevgilisine seslenmiş.

82

“Her akşam o vefasıza meylettin, Onun uğruna kendini mahvettin.

Fantastik Şiir

Sana hep benim gelinim ol dedim, Yüzüme bile bakmadan reddettin” Ay çaresizliğinden midir, güneşi kıskandırmak isteğinden midir bilinmez; Ay Han’ın sesini ilk kez işitmiş. Çatık kaşları yumuşamış, asık suratı gülümsemiş. Demiş:

YAĞMUR ŞÖVALYESİ

“Gönlümün sevdiği er, Şimdi bana kulak ver Gönlüm sana meyletti Gel bana öpücük ver” Hava yağmurlu ve ben yalnız bir adamım Bunları duyan Ay Han önce inanamamış. Sonra bakmış ki sevgilisi gökyüzünde onu bekler. Sevinçten ayakları yerden öyle bir kesilivermiş ki başı göğe ermiş. Kaldırmış duvağı, gelini alnından öpüvermiş. Kızcağız utancından kıpkırmızı kesilmiş. Başı önde, sevdasını söylemiş. Bunu duyan herkesi coşku kaplamış. Ağaçlar alkış tutmuş, kuşlar şakımış. Ağustos böcekleri hep bir ağızdan ıslıklar çalmış. Bütün yıldızlar çil çil altın olmuş. Yarısı damada takılmış, yarısı geline. Kırk gün, kırk gece düğün yapılmış. Hep beraber toy toylamışlar. Kopuzlar çalınmış, koşuklar koşulmuş. Ay ve Ay Han’ın hikayesi dilden dile dolaşmış, efsane olmuş. Gökte üç elma varmış. Birincisini zaten ilk anamız, babamız yemiş. O gün bugündür kadınla erkeğin arasındaki tatlı çekişme hiç bitmemiş. Dünya üzerinde hayat devam ettiği sürece de böyle gidecekmiş. İkincisi tak diye Ay Han’ın başına düşmüş ama Ay Han bir türlü ayılma-mış. Elma da yanlış kişinin başına düştüğünü anlamış. Cezası doğru kişi gelip yerin çektiğini anlasın diye asırlarca bir ağaçta beklemekmiş. Hiç böyle şeyler olur muymuş? Anlattıklarım yalan mıymış, rüya mıymış, hayal miymiş? Bu masaldan çıkarılacak ders neymiş? Üçüncü elma da bunu soranın başına düşecekmiş.

Ne ordular gördüm tepeden tırnağa Zırhlarla ve cesur erkeklerle dolu Ne savaşlar duydum binlerce insanın Yağan yağmur gibi bir bir yok olduğu

Hava yağmurlu ve ben yalnız bir adamım Sesler duyuyorum geceleri sanki çığlık gibi Zindanlar insan dolu savaşın galibi belli Hikayeler anlatılıyor toprağın görünmediği Her yeri kan kaplamış kabuslar gibi

Hava yağmurlu ve ben yalnız bir adamım Bundan ömürler önce ne yemekler yedim krallarla Ne öğütler verdim ne danslar ettim kadınlarla Şimdiler gezgin diyorlar sadece bana Bilmezler ki bildiklerimi, gördüklerimi Artık öte diyarlarda masallarda geçiyor adım Ama hava yağmurlu ve ben yalnız bir adamım

83


Öykü: Sertuğ BAĞCI

Öykü

Uğultu Saat oturma odasındaki köşesinden sonsuz tik taklarını sürdürüyor; Seda ise yatağında olmasına rağmen sesleri gayet net biçimde duyabiliyordu. Son bir aydır uyumakta güçlük yaşıyor; hemen her gece sabahın erken saatlerine dek gözünü kırpmadan yatağında vakit geçirmek zorunda kalıyordu. Bu gece de bir kez daha uyuyabilmek adına heyecan dolu bir romana gömülmüş; tam da kendinden geçtiği esnada o tanımlanması güç gürültüyle gözlerini açmıştı. Bu nedenle sesi ilk duyduğunda hem ürkmüş hem de gayri ihtiyari bir küfür savurmadan edememişti. Bir İran kedisi olan Catherine bacaklarının dibindeki her zaman ki yerinde yatıyor olmalıydı. Evet, tam da beklediği gibi oracıkta mışıl mışıl uyumaktaydı. İlk anda o garip sesin Catherine'den geldiğini düşünmüştü, fakat ihtişamlı kedi hiçbir şey olmamışçasına uykusunu sürdürmekteydi. Tuhaf bir şekilde aynı monoton tonda devam eden sesi duymuyor gibiydi. Yatağa girmeden önce saati kontrol etmek aklına gelmemişti; ancak önceki gecelerin tecrübesiyle gecenin ilerleyen saatlerinden birinde olduğunu tahmin etmesi o kadar da güç değildi. Şafağın ilk belirtilerinden henüz eser yoktu. Ortalık hala zifiri karanlığın hakimiyetindeydi. Aralık ayının ortalarında olduklarını da düşünürsek en fazla üç veya dört olmalıydı. Dışarıda sert rüzgarlar eşliğinde şiddetli bir sağanak sürmekteydi, ancak bulutlarda bir elektrik yükü var gibi görünmüyordu. Lakin yatağa girmeden çok önceleri başlayan sağanak aynı seyrinde sürmekteydi ve o zamandan bu yana bir şimşek dahi çakmamıştı. Bu durum Seda'nın daha da endişelenmesine neden olmuştu. Çünkü kulaklarını tırmalayarak uykusundan eden o ses bir gökgürültüsü olamazdı. Zaten birkaç dakika boyunca kulak kabartarak nereden geldiğini kestirmeye çalıştığı sesin gök gürültüsü olma ihtimali de çok zayıftı. Tuhaf biçimde aralıklarla pik yapan kesintisiz bir uğultuydu bu. Sesin kaynağına

84

ilişkin herhangi bir tahminde bulunmakta zorlanan Seda, en sonunda eşi Sarp'a seslenmeyi akıl etti. Eşi bu gece de yatağa gelmemiş, uzun zamandır üzerinde çalıştığı projesiyle haşır neşir olmayı, deliksiz bir gece uykusuna tercih etmişti. Sarp ile Boğaziçi Üniversitesinde öğrenci oldukları sırada tanışmışlar, kısa sürede büyük bir aşka tutularak, mezuniyetlerinin hemen ertesinde de dünya evine ilk adımlarını atmışlardı. Seda daha sıradan bir meslek tercih ederek iktisat okumuş, Sarp ise Türkiye'nin ilk bibliografi mezunlarından biri olmayı kafaya koymuştu. Başlarda her şey çok güzeldi. Seda ülkenin en yaygın ağına sahip bankalarından birinde İstanbul-Bahçelievler bölge müdürlüğüne erişmiş, Sarp ise kendi alanında doktora yaparak, doçentlik seviyesine dek yükselmişti. İşte ne olduysa da o andan itibaren olmuş, birbirini deliler gibi seven bu genç çiftin aynı evi paylaşan iki yabancıya dönüşmesinin ilk adımları sessizce kapıya dayanmıştı. Ne yazık ki olup bitenin böylesi sonuçlara neden olabileceğinin farkına varabilmeleri her ikisi için de mümkün olamamıştı. Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesinde yeni açılan bibliografi bölümü Sarp için büyük bir şans olarak görünmüş ve hiç zaman kaybetmeden kadrodaki yerini alabilmek adına ilk girişimini de gerçekleştirmişti. Açıkçası mezun olduğu bölümün ülkede yeni yeni yaygınlaşıyor olması sayesinde bu rüyasını da gerçeğe dönüştürmek çok kolay olmuştu. Sarp'ın Tekirdağ'da çalışmaya başlamasının ardından eşini yabancı bir şehirde yalnız bırakmak istemeyen Seda da tayinini istemiş ve genel müdürlükten çıkan yazılı bir emirle Tekirdağ merkez ilçe sorumlusu olarak tayin edilivermişti. Merkez ilçede, denize nazır lüks bir sitede, bir apartman dairesine yerleşmişler; huzurlu bir hayat sürmekteydiler. Ta ki, Sarp o John denen adamla tanışıncaya kadar.

Profesör John McMullin üniversitenin yurtdışından ithal ettiği sayılı hocalardan biriydi. O da tıpkı Sarp gibi bibliografi konusuna merak salmış, uzmanlığınıysa yeryüzünden çoktan silinmiş olan kadim diller ve bu dillerde yazılmış eserler üzerine yapmıştı. Yalnızca birkaç defa görme fırsatı bulmuş olsa da Seda'nın anladığı kadarıyla gizemli ve az konuşan bir yapısı vardı. John'un gizemli kişiliği ve ilginç uğraşıları Sarp'ın da dikkatinden kaçmamış, çocukluğundan beri süregelen gizem merakıyla yeni arkadaşının yanından ayrılmaz olmuştu. Elbette çok iyi iki arkadaş olup çıkmaları da pek uzun sürmemişti. Arkadaşlıkları başlarda Seda için pek sorun teşkil etmese de, ilerleyen dönemde çok sık bir araya gelmeye başlamaları ve bu buluşmalar hakkında Sarp'ın kati bir ketumluk sergilemesi, Seda'yı günbegün artan bir tedirginliğin içine itmişti. Sarp toplantılarının içeriği bir yana, John denen adamın kim olduğu hakkında da pek bir şey söylememeyi yeğliyordu. Seda'nın Sarp'tan yeni arkadaşı hakkında alabildiği tek bilgi Amerika'da Providence - Rhode Island diye anılan bir bölgeden geldiği ve yüksek öğrenimini Harvard'da yaptığıydı. Master'ınıysa daha önceleri her ikisininde varlığından bihaber oldukları Massachusetts Arkham'da bulunan Miskatonik Üniversitesi'nde tamamlamıştı. Sarp'ın söylediğine göre Harvard ile eş değerde, hayli prestijli bir üniversiteydi. O garip ses tüm hızı ve monotonluğuyla devam ederken, Seda da çok sevdiği kedisi Catherine'i uyandırmamaya gayret ederek, kırmızı nevresimli karyola takımının arasından sıyrıldı. Uğultu bir kez daha pik yaptığında Catherine yerinde huzursuzca kımıldanarak, rahatsızlığını belli eden tuhaf seslerle mırıldansa da, Seda'nın yataktan çıkma çabalarının farkınavarmışa benzemiyordu. El yordamıyla ilerleyerek ulaştığı aralık duran tahta oymalı kapıyı ardına kadar açan Seda, evin derinliklerinden gelen o garip sesin birden artan tonu karşısında irkilmeden edemedi. Böylesi bir sesin bir insandan çıkması veya insan eliyle hayat bulması imkansız görünüyordu. Bu da Seda'nın endişelerini bir kat daha arttırmaktayı. Temkinli adımlarla holü geçerek oturma odasının kapısına ulaştı. Aslında sesin kaynağının alt katlar olduğunun farkındaydı. Yine de araştırmasına başlamadan önce saati kontrol etmek istemişti. Kapının karşısındaki

duvarda konuşlanmış olan büyük sarkaçlı saat üçü beş geçeyi gösteriyordu. "Tam da tahmin ettiğim gibi" diye geçirdi içinden. Bir kez daha saati doğru olarak tahmin edebilmişti. Yaşadığı zafer duygusu bir anlık da olsa içini ferahlatıp, sakinleşmesine yol açsa da yeniden zirve noktasına erişen ses ile birlikte tüm endişeleri geri geldi. Bu saatte böylesine sesler üreten şey ne olabilirdi? "Saat..." diye geçirdi içinden. Hırsızlık, gasp ve vahşice işlenmiş cinayetlere kadar akla gelebilecek her türlü adi suçun en fazla rastlandığı saatler tam da gecenin bu saatleriydi. Art niyetli kişiler kurbanlarını en zayıf oldukları anlar olan uykularının en tatlı kısmında yakalamayı tercih ederler, böylelikle güçlü bir mukavemet ile karşılaşmadan kirli emellerini kolayca gerçekleştirirlerdi. Daha geçen gün İstanbulun göbeğinde, yaşlı bir çift uykuda oldukları esnada kıtır kıtır doğranmamışlar mıydı? Dehşete düşmesine neden olan bu düşüncelerle istemsiz bir titremeye tutulan Seda, bir müddet boş gözlerle saate baktıktan sonra kendine gelebildi. Uykusuzluktan yorgun düşmüş olan zihni ona oyunlar oynuyor, yatmadan önce okuduğu seri katil temalı romanda geçen cinayeti gerçekmiş gibi hatırlamasına neden oluyordu. Gözlerinin önüne kadar gelen kan donduran cinayetlerin birer kurmaca olduğunu hatırlayarak rahat bir nefes alan Seda, durmakta olduğu kapı eşiğinden sola dönerek alt kata yöneldi. Her ne kadar hatırladığı sahneler kurmaca olsa da temkini elden bırakmak istemiyordu. Bu nedenle ışığı açmaktan vazgeçti. İçeride birileri varsa ışığı görüp yerini kolayca tespit edebilirlerdi. Alt kata inen merdivene doğru ilerlerken, bir yandan da eşinin bu sesleri duyup duymadığını merak ediyor; tüm bu gürültüye rağmen nasıl olup da çalışma odasından çıkmadığına hayretler ediyordu. Belki de çoktan odasından ayrılmış ve sesin kaynağını araştırmaya başlamıştı. Yok ama, olamazdı. Bodrum kattaki çalışma odasından top patlasa duyması imkansızdı. Marmara denizinin kıyısında, Marmara adasının siluetiyle süslü muazzam bir manzaraya sahip olan iki katlı villa tipi yazlık eve taşınalı bir yıldan biraz fazlaydı. Esasen eski evleri olan özel sitedeki apartman dairesinden gayet memnundular; fakat Sarp'ın üstlendiği son çalışması sessiz bir mekanı zorunlu kıldığından, bu özel mülkü satın almak zorunda kalmışlardı. Sarp'a göre yazlık bir

85


bölgede bulunuyor olmaları sayesinde kış boyu kimse tarafından rahatsız edilmeden çalışabilecekti. Önlerinde yalnız geçirecekleri koca bir kış olmasına rağmen, yaz aylarını da projesiyle haşır neşir olarak geçirmek isteyen Sarp; zemin katta şu an boş durmakta olan çalışma odası yerine, kışlık odun, kömür stoklarını barındıran, bodrumdaki tek göz odayı kendine çalışma alanı olarak belirlemiş; bir adım daha ileri giderek, çelik bir kapıyla da odanın sessizliğini garanti altına almıştı. Artık ne dışarıdan içeriye ne de içeriden dışarıya ses geçebiliyordu. Öyleyse Seda bu tehlikeli uğraşısında tek başınaydı. Son bir yılın hemen her anında olduğu gibi... "Hep o John'un yüzünden!" diye bir kez daha söylendi Seda, son günlerin alışkanlığıyla. Eğer o olmasaydı Sarp'ın yolu o ürkütücü kitapla kesişmeyecek, şimdilerde yüzünü bile zor hatırlar olduğu kocasıyla mutlu mesut yaşamlarını sürdüreceklerdi. Profesör John McMullin günün birinde Necronomicon adlı o kitaptan bahsettiğinde, Sarp'ın tüm tutkusu o uğursuz kitabı görmek ve üzerinde çalışabilmek olmuştu. O zamanlar henüz daha bugünkü kadar ketum ve içine kapanık bir ruh haline sahip olmayan Sarp, tek hayali halini alan kitaptan bolca söz etmiş, ancak günün birinde her ne olduysa, bıçakla kesilircesine konuşmalarına bir son vermişti. Seda'nın öğrenebildiği kadarıyla söz konusu kitaptan dünya üzerinde yalnızca bir adet vardı ve o da Miskatonik Üniversitesi'nin arşivinde kilitli tutulmaktaydı. Hakkında pek tekin olmayan dedikodular dolaşan kitaba ait en ufak bir bölümün bile kopyasının çıkartılmasına izin yoktu. Fakat John her nasılsa kitap üzerinde çalışmak için gerekli izni almayı başarmış, Sarp'ı da kitabı ilk defa yakından görme fırsatı bulacağı yolculuğa davet etmekten geri durmamıştı. Ne yazık ki, Seda yürütmek zorunda olduğu işleri nedeniyle bu yolculukta eşine eşlik edememişti. Eğer eşiyle birlikte gitmiş olsaydı her şey çok farklı olabilir miydi diye defalarca düşünmüş, fakat en sonunda yenilgiyi kabullenmek zorunda kalmıştı. John ve Sarp'ın bir hafta süren seyahatlerinin Sarp üzerindeki etkisi korkunçtu. O uğursuzluğu adından belli olan kitabın bir kopyasını gizlice üniversitenin sınırları dışına çıkartmayı başaran Sarp, o günden itibaren yanında getirdiği kopya üzerinde delicesine bir şevkle çalışmaya başlamış;

86

diğer tüm projelerini bir kenara iterek üniversitede verdiği dersleri de haftada bir ile sınırlandırmıştı. Yürüttüğü çalışmalar her neyse de, o yolculuğun ardından takındığı garip tavırlar Seda'yı ister istemez endişelendiriyordu. Önce bu evi almış, sonrasında gerekli düzenlemeleri yaparak bodrumdaki hapishanesine neredeyse bir daha çıkmamak üzere kapanmıştı. Fakat bunlar ilerleyen günlerdeki garip davranışlarının yanında sadece birer başlangıçtı. Çok sevgili kocası o uğursuz adamla çıktığı seyahatten adeta bambaşka biri olarak dönmüştü. Artık eşiyle vakit geçirmeyi pek tercih etmiyor, hemen her gece korkunç kabuslarla uyanıyor, uyanmadığı zamanlardaysa soğuk terler döktüğü tuhaf sayıklama nöbetleri geçiriyordu. Yeni kişiliğinin belki de en tuhaf alışkanlığıysa denize olan takıntısı olsa gerekti. Eskiden beri denizi seyretmeyi severdi, ancak Amerika'dan döndüğünden bu yana denize daha bir büyülenmişçesine bakıyor; zaman zaman da gecenin bir yarısı yağmur, çamur demeden balığa çıkıyor, fakat hiçbir şey yakalamadan geri dönüyordu. Gün geçtikçe daha da içine kapanık bir hal alan Sarp, son dönemde tüm zamanını odasında o lanetli kitaba gömülerek geçirip çok az uyur, çok az yer ve çok az konuşur olmuştu. İlk zamanlar Seda'yı rahatsız eden bu durum aylar geçtikçe ne yazık ki yerini kanıksamaya bırakmış, yemek saatleri dışında doğru dürüst yüzünü bile göremediği, aylardır tek satır sohbet bile edemediği bu yabancı adamın bodrumdaki o daracık alanda neler karıştırdığı pek de umursamadığı bir konu halini almıştı. Şu sıralar merak ettiği ve de uykularını kaçıran tek bir konu vardı. O da altınları nereden bulduğu. Evet, altınlar... Daha doğrusu garip bir biçimde açık sarı renkte ışıldayan o göz kamaştıran mücevherler. İlk zamanlar sosyetede büyük bir sükse yapmasını sağlamaları nedeniyle başını döndüren takılar, zamanla o tiksindirici kitapla olan bağlantılarını keşfetmesiyle en büyük sorunlarından biri halini almıştı. Esasen son bir aydır sürmekte olan uykusuzluğunun altında yatan yegane sebep de o altınlardı. Miskatonik Üniversitesine yapılan malum seyahatin sonuçlarından biri olan takılar, Sarp'ın ifadesine göre Arkham'da kendi tasarımlarını üreten küçük bir işletmenin el emeği ürünleriydi. Her göreni alnından vurulmuşa çeviren mücevherleri tesadüf eseri keşfetmiş, biricik eşine de bir set hediye etmek istemişti. Ancak Sarp değil yurtdışına, odasının

dışına zor çıkarken nasıl olup da takı setlerine her ay yenileri ekleniyordu? Sarp'ın bu durumu da izah edebilecek mantıklı bir açıklaması vardı elbet. İnternet aracılığıyla mücevherleri tasarlayan şahısla iletişimini sürdürüyor, yeni tasarımlarını günü gününe takip ederek, beğendiklerini hemen sipariş ediyordu. Gün boyu bankada çalışmakta olan Seda'nınsa söylenenlere inanmaktan başka çaresi yoktu. Lakin eşinin kargoyla geldiğini öne sürdüğü mücevherleri başka bir yoldan temin ettiğine dair herhangi bir ipucuna sahip değildi. Yine de derinlerde bir yerde bunun basit bir yalandan ibaret olduğunu biliyor, fakat kocasının neden böylesine lüzumsuz bir yalanı ısrarla sürdürdüğüne dair en ufak bir fikir yürütemiyordu. Tek ulaşabildiği sonuç; eşinin çalışmaları hakkındaki sorularına bir dur diyebilmek adına onu hediyelere boğuyor olmasıydı. Bir defasında takılardan birkaçını ağzı sıkı bir mücevher uzmanı arkadaşına göstermiş, yine de bir sonuç elde edememişti. Arkadaşı mücevherlerin üzerinde bulunan işlemeleri eşsiz bir ince işçilik eseri olarak nitelemiş, ancak menşeileri hakkında herhangi bir şey diyememişti. Dahası takıların üretildiği cevherin ne olduğunu da çıkartması mümkün olamamıştı. Ona göre mücevherlerin üretildiği maden ne bildiğimiz sarı altın ne de beyaz altındı. İki madenin eritilip bir araya getirilerek üretildiği takılarla da uzaktan yakından bir alakası yoktu. En sonunda birkaç farklı metal ve cevherin bileşiminden oluşan bir alaşım olabileceğini öne sürmüş, daha net bir cevap verebilmesi için birtakım testler yapılması gerektiğini söylemişti. Testlerin tamamlanabilmesi için ise bazı teçhizatlara ihtiyaç vardı. Gerekli teçhizatı temin edebilmek amacıyla da birkaç kimyager dostuyla görüşmesi gerekiyordu. Seda ise kaynağı belirsiz bu mücevherlerle daha fazla göze batmak istemediğinden konuyu burada kapatmanın daha iyi olacağına karar vermiş; cevherler konusunda uzman olan arkadaşını tüm olup bitenin aralarında sır olarak kalması konusunda sıkı sıkı tembihleyerek eline de bir miktar para sıkıştırıp ayrılmayı uygun görmüştü. Şimdi ise merdivenlerin başında durmuş, cevabın gelmeyeceğini bildiği halde eşine seslenerek evde herhangi bir değişimin yaşanıp yaşanmayacağını ölçüyordu. Eğer evde art niyetli birileri varsa sesini duyarak telaşa kapılabilirler ve

böylece önlem alabilmesi için bir fırsat doğabilir diye düşünmüştü. Garip uğultu Seda'nın Sarp'a seslenmesinden az önce ani bir şekilde son bulmuş, ev bir kez daha eski sessizliğine boğulmuştu. Birkaç dakika süren stresli bekleyiş Seda'nın bacaklarına sürtünen yumuşak tüylerin verdiği ürpertiyle sona erdi. Hiç beklemediği bu temasla bir an için yerinden sıçrayan Seda, davetsiz misafirinin Catherine olduğunu fark ettiğindeyse kalbini patlatacak seviyelere erişen stresin yerini tatlı bir rahatlama alıverdi. Sahibini uykusundan eden sesi her nasılsa duymayan kedicik, Seda'nın artık yanında yatmadığını hissetmiş olacak ki, soluğu yanında alıvermişti. Catherine ilk yıllarındaki güzel anılardan geriye kalan tek şeydi. Sarp onu ilk evlilik yıldönümlerini kutlamak adına almıştı. Yani Sarp'ın son zamanlardaki ilgisizliğini örtecek bir armağan değildi. Yine de bu Catherine'in son aylarda tek dert ortağı olduğu gerçeğini değiştiremezdi. Eğilerek kabarık tüyleriyle olduğundan iri görünen kediyi okşayan Seda, bir süre için hem kendisini hem de kedisini rahatlatan bu aktivite için tanrıya şükrederek yeniden ayağa kalktı ve bacaklarının arasındaki Catherine ile senkronize adımlar atarak merdivenden inmeye başladı. Henüz iki basamak inmişlerdi ki, o tanımlanması güç uğultu yeniden ve bu kez daha da güçlü bir şekilde duyulmaya başladı. Bu defa Catherine'in de dikkatini çeken sesin kaynağı hakkında fikir yürütmek hala güç olsa da, zeki kedi sesin nereden geldiğini anlamışa benziyordu. Lakin o tuhaf uğultu başlar başlamaz büyük bir öfkeyle öne atılmış, son sürat merdivenden aşağı koşturmaya başlamıştı. Güçlü, kuvvetli ve atik bir kedi olan Catherine'in adımlarına ayak uydurmakta zorlanan Seda, bir an için ne yapacağını bilemeyerek telaşa kapılsa da, kedinin doğruca bodrum kata yöneldiğini gördüğünde gereksiz telaşına bir son verdi. Ses bodrum kattan geliyorsa Sarp'ın gizemli çalışmalarıyla bir ilgisi olmalıydı. Ayrıca bodrum kattaki odanın kapısı her daim kilitliydi ve Catherine için bir kedi deliği de yoktu. Yani çok sevdiği kedisinin izini kaybetmesi de başına kötü bir iş gelmesi de mümkün değildi. En fazla kapının önüne kadar gidebilir, çaresizce kapıyı tırmalamaktan öte bir şey de yapamazdı. Öyleyse gereksiz endişelere de gerek yoktu. Bu yeni durumun verdiği iç huzuruyla adımlarını yavaşlatan

87


Seda, her ihtimale karşın mutfağa uğrayarak irice bir ekmek bıçağını almadan edemedi. Artık kendini daha da güvende hissediyor, karşısına çıkabilecek her türlü tehlikeyle başedebilecek gücü kendinde bulabiliyordu. Bu özgüvenle bodruma inmeden önce girişteki portmantoya yöneldi. Normal şartlar altında çelik kapıyı tıklatmadan içeri girmesi yasaktı. Kapıyı her daim işlerine bir mola veren kocası içerden açardı. Ancak acil durumlarda eşinin kapıyı açabilmesi için bir yedek anahtar yaptırmış ve portmantodaki yerine kendi elleriyle asmıştı. Seda ise her ne kadar eşinin uğraşılarına merak duysa da özeline her zaman saygı duymuş, hiçbir zaman odaya izinsiz giriş yapmayı denememişti. Zaten bugüne dek içeriye girme fırsatı bulduğu zamanlarda görebildiği kadarıyla çalışma masasına yayılmış birkaç kitap dışında ilgisini çekebilecek bir şey de bulunmuyordu. Fakat bu defa durum farklıydı. Olağandışı bir durum söz konusuydu ve Seda ilk defa içeriye izinsiz girebilmek için gerekli hakkı kendisinde görebiliyordu. Daha önce hiç kullanmamış olsa da anahtarları eliyle koymuş gibi buldu ve sakin ve emin adımlarla bodruma inen merdivenlere yöneldi. Bir süre için rahat bir nefes almış olsa da sesin kaynağına doğru attığı her adımla tüylerinin biraz daha fazla diken diken olduğunu hissedebiliyordu. O anlamlandıramadığı ses tahminlerinin çok ötesinde yüksek bir perdeden geliyor, yaklaştıkça devasa çelik kapıya rağmen insanın kendi sesini bile duymakta zorlanacağı bir hal alıyordu. Sesin tüyler ürpertici bir hale bürünmesinde yüksekliği dışında bir başka etken daha vardı. Garip bir biçimde organik bir tınıya sahip olması. Uzaktan kuru ve monoton bir uğultuyu andıran ses, çelik kapıya doğru atılan her adımda biraz daha değişerek bir çeşit fokurtuya dönüşmeye başlamıştı. Sanki bodrumda devasa bir kazan kaynatılıyordu, ama bu kazanda garip bir şeyler vardı. Doğal olmayan ama organik bir tadı vardı sanki. Aç bir insanın barsaklarından gelen gurultuyu andırıyordu. Basamakların sonunda karşılaştığı manzara tam da beklediği gibiydi. Krem rengi tüyleriyle karanlıkta bile rahatlıkla farkedilebilen ihtişamlı İran kedisi Catherine, devasa çelik kapının işlemeli kaplamasını sanki yırtması mümkünmüş gibi durmadan tırmalıyor; bir yandan da daha evvel hiç

88

duyulmamış vahşi seslerle yırtınıp duruyordu. Seda bir an için Catherine'i bir başka kediyle ölümüne bir dövüşe tutuşmuş halde görür gibi oldu. Bu kısa hayal halihazırda ürpertinin kollarında titremekte olan Seda'nın korkularını bir derece daha arttırmıştı. Lakin Catherine'i ilk defa böylesi vahşi ve saldırgan bir halde görüyordu. Kapının ardında bulunan şey ne olabilirdi de Catherine'i bu kadar öfkelendirmiş olabilirdi? Şaşkın ve gergin biçimde eşiğin biraz gerisinde durmuş kedisinin garip hareketlerini izlerken, kanını donduran bir başka sesin farkına vardı. O tuhaf, hiç de doğal olmayan, ancak aynı zamanda da organik bir kaynağa aitmiş gibi gelen sesin içerisinden bir tür canlıya ait olan başkaca sesler duyuluyordu. Yeni farkına vardığı seslere biraz daha kulak kabartan Seda, ancak kapıya kulağını dayadığında duyduklarına bir anlam yükleyebildi. Bunlar şiddetli uğultunun ardında boğulan ve kapı eşiğinden bile zar zor duyulabilen iki ayrı canlının konuşma sesleriydi. Sıradışı bir biçimde her ikisi de gırtlaktan gelen bir tonda konuşan canlılar hararetli bir tartışmanın tam ortasındaydılar. Duyduklarıyla bir kez daha dehşete düşen Seda, söz konusu sesleri herhangi bir insana yakıştıramıyor, dahası iyi derecede bildiği dört farklı dünya diliyle de ortak herhangi bir nokta bulamıyordu. Yine de duymakta olduğu seslerde bir yerlerden tanıdık gelen bir şeyler vardı. Bir süre geçmişten geldiğini hissettiği bu anlam ilişkisi üzerine düşüncelere dalan Seda, en sonunda neden bu garip diyaloğun tanıdık geldiğini bulabildi. "Altınlar!" dedi kendi kendine şaşkınlığını gizleyemeyerek. Kaynağını bir türlü çözemediği mücevherlerin üzerlerinde her daim garip ve hiç de doğal olmayan kabartmalar ve oymalar olurdu. Genellikle bu kabartma ve oymaların ana teması yarı balık - yarı insan ucubeler ve yine bu korkutucu tasvire sahip yaratıkların yaşadığı, devasa bloklardan imar edilmiş şehirlerdi. Kimilerinin üzerindeyse okuması güç bir dile ait cümleler dikkatleri çekiyordu. Takıların arasında en dikkate değer olanıysa şüphesiz o uğursuz tasarıma sahip yüzüktü. Üzerinde diğer yaratık tasvirlerinden farklı olduğu ilk bakışta anlaşılabilen bir başka ucube, oturur biçimde kabartma olarak işlenmişti. Bir tür kralı andıran haşmetli bir görünüme sahipti ve otoritesini simgeleyen bir tahtın üzerinde insansı

bir edayla oturmaktaydı. Fakat kati surette bir insan olamazdı. Mitolojiler Seda ve Sarp'ın ortak ilgi alanlarından biriydi. Dolayısıyla Seda'nın iyi bildiği konuların başında geliyordu. Ancak dünya üzerindeki bilinen hiçbir efsanevi kralın sırtında yarasaları andıran kemikli, güdük kanatlar yoktu. En azından Seda'nın bildiği kadarıyla. Ayrıca hiçbir bilinen efsanede pullu derisiyle bir balığı andıran bu çirkin kraldan söz edildiğine de rastlamamıştı. Pençeyi andıran el ve ayaklarıyla gururla tahtına kurulmuş olan kudretli yaratığın belki de en tiksindirici detayı ağzının bulunması gereken yerde boynundan aşağı bir sakal gibi uzanan altı uzun dokunaçtı. Sanki bir ahtapotu almışlar da bir adamın kafasına geçirivermişler gibi görünmekteydi. Bu tiksindirici detaylarıyla günlerce rüyalarına konuk olan canavarın gözleriyse bir kabartma için fazlasıyla gerçekçi ve nefret dolu bakışlara sahipti. Kadim bir krallığın yegane mülk sahibiymişçesine heybetli tahtında oturmakta olan yaratığın ayaklarının dibinde yüzüğün yapısına uygun biçimde kavisli olarak "Cthulhu" yazısı oyulmuştu. Seda'ya geçmişten bir yerden tanıdık gelen de tam olarak buydu! Bu isim! Normalde Sarp'ın çalışma odası olması gereken bodrum katındaki bu küçük odanın içerisinden zar zor duyabildiği iki kişinin diyaloglarında da az önce bu isim geçmişti! Karışık duygular içerisinde konuşulanlara biraz daha kulak kabartan Seda, bir kez daha o şeytani yaratığın adını işittiğinde ise iyice kendinden emin oldu. Konuşmacılardan biri ancak "Ia! Ia! Cthulhu fthagn!" şeklinde yazıya geçirilebilecek garip bir çığlık tutturmuştu. O dehşetli ucubenin adını duymanın dışında Seda'nın soğuk terler dökmesine neden olan bir başka şey daha vardı. Bu tuhaf dili kullanarak iletişim kurmaya çalışan varlıkların seslerinde fark ettiği detaylar.

önüne getirdiği istemsiz imgelerdi. Seda'ya mı öyle geliyordu, yoksa içerideki her kimse dudakları olmadığından boğazından konuşmak zorunda mı kalıyordu? Böyle bir düşünce ister istemez o kadim krala ait kabartmayı hatırlatıyor, böylesi bir şeyin gerçek olabilme ihtimali de Seda'nın içini allak bullak ediyordu. Bir yandan korkunun zirvelerinde gezinen Seda, bir yandan da bu gizeme bir son vermesi gerektiğini düşünüyor; ancak kilitli çelik kapıyı açacak gücü kendisinde bulamıyordu. Bir müddet birbirinin zıddı olan his ve düşünceleri arasında gidip gelen Seda, en sonunda bir süredir varlığını bile unuttuğu sol elindeki iri mutfak bıçağına bakarak cesaretini topladı ve diğer elinde bulunan anahtarlıkla devasa mahzen kapısının kilidini çevirdi. Anahtarın kilitte dönmesiyle boşta kalan ağır kapı hala kendisini tırmalamakta olan Catherine'in baskısına dayanamayarak, yavaşça ileri doğru kayarak aralandı. Seda'nın farkına vardığı ilk değişim içeriden sızan koyu pembe, morumsu renkli ışık huzmesi ve son sürat fokurdamaya devam eden sesin kulakları çınlatan yüksek tınısı oldu. Catherine ise daha ilk anda içeriye dalmış, öfkeyle atıldığı hedefinden en ufak bir parça kopartamadan görülmemiş bir korkuyla gerisin geri yukarı, evin derinliklerine doğru bir kaçış tutturmuştu. Bir iki saniye olup biteni idrak etmeye çalışan Seda, içerideki diyaloğun Catherine'in ziyaretiyle bölündüğünün ve odaya o garip fokurtu dışında mutlak bir sessizliğin hakim olmaya başladığının çok geçmeden farkına vardı. Anlaşılan fark edilmişti! Artık ortaya çıkmaktan başka yapılabilecek bir şey yoktu. Son bir kez derin bir nefes alan Seda olabileceklere kendini hazırladı ve devasa çelik kapıyı ardına kadar itti.

Seslerden biri hiç şüphe yok ki Sarp'a aitti. O garip lisanı taklit etmeye çalışırken çok zorlanıyor, sesini tuhaf biçimlere sokuyordu. Fakat Seda her şeye rağmen eşinin sesini tanıyabilmişti. Seda'nın ilk defa duyduğu bu dile hakim olduğu belli olan diğer sesin sahibiyse bir hayli yaşlı biri olmalıydı. Tok ve derinden gelen otoriter bir sese sahipti. Ancak Seda'nın midesine kramplar girmesine ve soğuk terler dökmesine neden olan bu değildi. Asıl neden, o hiddetli sesin tınısında farkettiği bir şeyin gözleri

Her şeye hazırlıklı olduğunu düşünüyordu, ancak bu kadarını hayal bile edemezdi. Gördüğü manzarayı asla tam anlamıyla tarif etmesi mümkün değildi ama kendinden geçmeden önce gördüğü son şey; evlerinin duvarının olması gereken yerde koyu pembe, morumsu renkte parıldayan bir hareyle çevrili kocaman bir delik ve bu deliğin ortasından tam karşısında durmakta olan eşiyle birlikte ona doğru bakan nefret dolu gözlerdi...

89


Hasan Nadir DERİN

Sinema

2016 Oscar Tahminleri Şubat ayı geldiğine göre yine geleneksel Oscar tahminlerimizi yapmamız gerekiyor. Bu yıl akademi Diriliş (The Revenant) filmine 12, Mad Max’e ise 10 adaylık vererek bu iki filmi öne çıkardı. Ancak bu iki filmin tüm ödülleri toplayacağından emin değiliz. Favoriler hala çok net değil. Pek çok dalda iki aday arasında kalmış durumdayız. Ancak akademinin bu yıl aday listesinde birkaç kategori dışında büyük bir sürpriz yapmadığını söyleyebiliriz. Önümüzdeki bir ay içinde favoriler biraz daha netleştikçe sürpriz ihtimali de azalacaktır.

ve daha önceden aldığı ödüllere bakmak durumundayız. Bu yıl adaylar arasında akademinin tanıdığı bir yönetmen ya da oyuncu gözükmüyor. Konu ve önceki ödülleri değerlendirince, 1998 yılında Kosova’da geçen ve iki yakın arkadaşın savaşın patlaması ile değişen yaşamlarını anlatan Shok filmini daha şanlı görüyorum.

Bu yıl keyifli ve biraz da sürprizli bir ödül töreni geçirmek umuduyla kategorilere ve adaylara bakalım:

En İyi Animasyon (Kısa): Adaylar: Bear Story, Prologue, Sanjay’s Super Team, We Can’t Live Without Cosmos, World of Tomorrow

En İyi Kısa Film: Adaylar: Ave Maria, Day One, Everything Will Be Okay (Alles Wird Gut), Shok, Stutterer Her zaman olduğu gibi işe kısa filmlerden başlayalım. Ne yazık ki kısa filmleri izlemek konusunda şansımız çok fazla değil. Bu nedenle filmlerin yönetmen ya da oyuncuları ile konusu

90

Kısa animasyon kategorisinde de benzer cümleler kurmak mümkün. Adaylardan Sanjay’s Super Team filmini İyi Bir Dinozor filmi öncesinde izlemiştik. Alıştığımız Pixar kalitesinde olmadığını düşünüyorum. Bu nedenle elenebilir. Kalan filmlerden World of Tomorrow çok sayıda ödül alan bir kısa film. Sinema tarihinin çok önemli kısa filmleriyle karşılaştıranlar da var. Pek çok jüriyi etkilediğine göre akademinin de beğenisini kazanacaktır diye tahmin ediyorum.

En İyi Belgesel (Kısa): Adaylar: Body Team 12, Chau, Beyond the Lines, Claude Lanzmann: Spectres of the Shoah, A Girl in the River: The Price of Forgiveness, Last Day of Freedom Kısa belgesel kategorisinde genellikle filmlerin işlediği konular ön plana çıkıyor ve akademinin duyarlılıklarına hitap eden filmler Oscar kazanıyor. Bu nedenle, bu bölümde iki filme daha fazla şans veriyorum. İlki Pakistan’da her yıl dini gerekçelerle öldürülmek istenen 1000’den fazla kadından biri olan Saba’nın hikâyesini anlatan A Girl in the River: The Price of Forgiveness. Akademinin dünyadaki sorunlara duyarsız kalmadığını göstermek için ödülü alabilir. Ancak sinema tarihinin en iyi belgesellerinden biri olan Shoah’ın yönetmeni Claude Lanzmann’ın bu filmin yapılma sürecini anlattığı Claude Lanzmann: Spectres of the Shoah filmini daha şanslı buluyorum.

En iyi Belgesel (Uzun): Adaylar: Amy, Cartel Land, The Look of Silence, What Happened, Miss Simone?, Winter on Fire: Ukraine’s Fight for Freedom

Geldik hakkında daha rahat fikir yürütebileceğimiz kategorilere. Uzun belgesel kategorisinde ödüle yakın iki film var. Geçen yılın en iyi filmleri listesine de aldığım The Look of Silence, yıllar önce hiç tanımadığı abisini öldüren katillerle yüzleşen ve çoğu zaman o katillerde bir vicdan azabı görmeyen bir adamı takip eden etkileyici bir belgesel. Adayların en iyisi olduğunu düşünsem de kazanan büyük ihtimalle, 27 yaşında hayata veda eden Amy Winehouse’un hayatını anlatan Amy olacak. Onun da gayet iyi bir belgesel olduğunu söylemeliyiz

En İyi Makyaj ve Saç: Adaylar: Mad Max: Fury Road, The 100-YearOld Man Who Climbed Out the Window and Disappeared, The Revenant Uzun metraj kurmaca filmlerine geçelim. En iyi makyaj ve saç kategorisinde aday olması bile şaşkınlık yaratan ve çok az kişinin izlediği, The 100-Year-Old Man Who Climbed Out the Window and Disappeared filmini baştan eleyelim. Zaten elimizde bu yılın en çok dalda aday olan iki filmi kalıyor. Her ne kadar The Revenant’da oyuncuların yüzlerindeki ve vücutlarındaki yaralar, kar altında kalmış karakterlerin hallerini gerçekçi kılmak için yapılan makyajlar gayet başarılı olsa da Mad Max’de çok farklı karakterler için farklı şekillerde tasarlanan makyaj ve saç çalışması daha incelikli ve ödüle yakın duruyor. En İyi Görsel Efekt: Adaylar: Ex Machina, Mad Max: Fury Road, Star Wars: The Force Awakens, The Martian, The Revenant Bu yılki görsel efekt adaylarının hemen hepsi tıpkı geçen yıl olduğu bilim-kurgu filmlerinden oluşuyor.

91


Carol ise dönemin kostümleri üzerinde yapılan çok ince çalışması ile ödülü hak ediyor. Carol’ın ana kategorilerin birkaçında görmezden gelinen bir film olarak da öne çıkması mümkün. Diğer adaylar da başarılı elbette ama Sandy Powell, on ikinci adaylığında dördüncü Oscar’ını alacak gibi.

Türün doğası gereği normal bir durum zaten. İstisna olan film ise The Revenant. Tüm adaylar belli bir seviyenin üzerinde elbette ama yarış Mad Max ve Star Wars arasında geçecek gibi gözüküyor. Orijinal üçlemenin atmosferini yaratmayı başarabilen, bilgisayar efektleri ile fiziksel efektlerin uyumunu iyi bir şekilde dengeleyen Star Wars’u daha şanslı görüyorum. En İyi Ses Kurgusu:

Adaylar: Mad Max: Fury Road, The Martian, The Revenant, Sicario, Star Wars: The Force Awakens Hep söylediğimiz gibi, ses ile ilgili kategoriler fazlasıyla teknik kategoriler. Biz fanilerin bu konuda yapabileceği yorum çok sağlıklı olmuyor. Aslında bu kategorilerde aday filmlerin teknik başarısı ile birlikte ne kadar sevildiği de öne çıkıyor. Her ne kadar en çok adaylık alan filmler The Revenant ve Mad Max olsa da Star Wars da yılın sevilen filmlerinden biri oldu. Star Wars’a ödül vermek isteyenlerin de tek şansı bu kategoriler olduğu için bu kategoride de onun ödül alacağını düşünüyorum. En İyi Ses Miksajı: Adaylar: Bridge of Spies, Mad Max: Fury Road, The Martian, The Revenant, Star Wars: The Force Awakens

92

Brandon, Mary Jo Markey (Star Wars: The Force Awakens) En iyi ses kurgusu ve ses miksajı kategorilerinin adayları hemen her sene olduğu gibi yine birbirine çok benziyor. Sicario gitmiş, Bridge of Spies gelmiş. Belki de önümüzdeki yıllarda bu iki kategori birleştirilerek en iyi ses olarak anılmaya başlar. Bundan dolayı bu kategoride de Star Wars’u şanslı görüyorum.

En İyi Kostüm: Adaylar: Sandy Powell (Carol), Sandy Powell (Cinderella), Paco Delgado (The Danish Girl), Jenny Beavan (Mad Max: Fury Road), Jacqueline West (The Revenant) En iyi kostüm kategorisi söz konusu olduğunda hep adını andığımız iki isim var: Colleen Atwood ve Sandy Powell. Son yıllarda bu ikiliden en az birisini adaylar arasında görmediğimiz bir yıl yok gibi. Bu yıl Colleen Atwood adaylık alabilecek bir filmde çalışmamış (seneye iddialı filmleri var, şimdiden adaylık alacağı tahmini yapalım). Sandy Powell da meydanı boş bulmuş olacak ki iki filmle birden adaylık kapmış! Her ikisini de hak ettiğini söylemeliyiz. Cinderella’nın kostümleri gayet görkemli olsa da pek şansı olduğu söylenemez.

En İyi Prodüksiyon Tasarımı: Adaylar: Adam Stockhausen, Rena Deangelo, Bernhard Henrich (Bridge of Spies), Eve Stewart, Michael Standish (The Danish Girl), Colin Gibson, Lisa Thompson (Mad Max: Fury Road), Arthur Max, Celia Bobak (The Martian), Jack Fisk, Hamish Purdy (The Revenant) Öncelikle bu kategorinin en büyük eksiğinden bahsedelim. En az kostüm kadar başarılı set çalışmasıyla Carol’ın da bu listede olması gerekirdi. Hatta listede olsaydı ödülü kazanacağı tahmininde de bulunabilirdim. Ama olmadı. Adaylara bakarsak, genellikle dönem filmlerinin ağırlıkta olduğu prodüksiyon tasarımı kategorisine bu yıl, Mad Max ve The Martian gibi bilim-kurgu türüne dahil edebileceğimiz iki film de girmiş. Ancak kazananın yine dönem filmlerinden birisi olacağını tahmin ediyorum. Her ne kadar Bridge of Spies, dönemini çok iyi yansıtan bir çalışmaya sahip olsa da akademi bu kategoride The Danish Girl’ü ön plana çıkaracak diye tahmin ediyorum. En İyi Kurgu: Adaylar: Hank Corwin (The Big Short), Margaret Sixel (Mad Max: Fury Road), Stephen Mirrione (The Revenant), Tom Mcardle (Spotlight), Maryann

“En iyi kurgu ödülünü alan, en iyi filmi de alır”. Oscar konu edildiği zaman hep söylenen bir cümledir bu. Kesin bir yargı olamaz elbette ama bu cümlenin doğru olduğu çok fazla örnek de var elbette. En azından bu kategoride yer alan yapımlar dışındaki herhangi bir filmin en iyi film seçilmeyeceğinden emin olabiliriz. Tersi de geçerli. En iyi film dalında aday olmamış herhangi bir filmin en iyi kurgu Oscar’ını alması da çok zor. Bu demek oluyor ki, Star Wars’u eliyoruz. Bu yıl akademinin çok sevdiği bir isimden de bahsetmemiz çok mümkün değil. Adayların hemen hemen hiçbiri daha önce Oscar almamış. Tek istisna The Revenant’ın kurgucusu Stephen Mirrione, ki o da 2000 yılında Traffic ile Oscar kazanmış. Her ne kadar içimden Mad Max’in çok başarılı kurgusu ile Margaret Sixel geçse de The Big Short’un zor anlaşılabilecek bir konuyu basit hale getiren dinamik kurgusu ile Hank Corwin’in heykelciğe daha yakın olduğunu düşünüyorum. En İyi Görüntü Yönetmeni: Adaylar: Ed Lachman (Carol), Robert Richardson (The Hateful Eight), John Seale (Mad Max: Fury Road), Emmanuel Lubezki (The Revenant), Roger Deakins (Sicario) Roger Deakins. Senelerdir Oscar’a aday olup alamayan bu usta görüntü yönetmeni bu yıl Sicario ile onüçüncü kez aday. Artık almasını çok istiyorum ama Sicario’nun şahane görüntüleri olsa da adayların en iyisi olduğunu söylemek zor. Mad Max’in çöllerin ortasındaki muhteşem görüntüleri de çok başarılı. Ama Emmanuel Lubezki’nin The

93


(Spotlight), Jonathan Herman, Andrea Berloff, S. Leigh Savidge, Alan Wenkus (Straight Outta Compton) Yazının girişinde bu yıl aday listesinde çok fazla Revenant’ta tümüyle doğal ışık kullanarak tespit ettiği görüntülerdeki başarı daha büyük. Objektif olarak bakınca en iyisi Lubezki. Ancak son iki yılda Gravity ve Birdman ile üst üste Oscar alması şansını azaltıyor. Ben akademi üyesi olsam Lubezki hak ediyor ama Deakins artık almalı diye düşünerek oy verirdim. Tahminimi de bu yönde kullanıyorum ama Mad Max ihtimalini de unutmuyorum.

sürpriz olmadığını belirtmiştik. İşte o sürprizlerden ikisi senaryo kategorilerinde. Özgün senaryo Mustang. Son of Saul bu kadar büyük bir favori En İyi Şarkı: Adaylar: “Earned It” Söz - Müzik: The Weeknd, Ahmad Balshe, Jason Daheala Quenneville ve Stephan Moccio (Fifty Shades of Grey), “Manta Ray” Söz: Anohni - Müzik: J. Ralph (Racing Extinction), “Simple Song #3” Söz - Müzik: David Lang (Youth), “Writing’s on the Wall” Söz - Müzik: Jimmy Napes ve Sam Smith, “Til It Happens to You” Söz - Müzik: Diane Warren ve Lady Gaga (The Hunting Ground)

olmasaydı Mustang tek alternatif bile olabilirdi.

kategorisinde The Hateful Eight ile Tarantino aday olmuş olsaydı şu anda kazanacak aday olarak da onu tahmin ediyor olacaktım. Tarantino’nun denklemden

çıkması

ile

dengeler

değişti.

Animasyon kategorisinde de belirttiğim gibi Inside Out çok iyi bir film ve bu başarısını sadece animasyon tekniklerine değil çok başarılı senaryosuna da borçlu. Bence ödülü alması gereken film de o ama anlattığı konunun önemi ve bunu işlemekteki başarısı dikkate alındığında Spotlight ödüle daha yakın.

En İyi Müzik: Adaylar: Thomas Newman (Bridge Of Spies), Carter Burwell (Carol), Ennio Morricone (The Hateful Eight), Jóhann Jóhannsson (Sicario), John Williams (Star Wars: The Force Awakens) Bu seneki aday listesinde efsane isim arıyorsak en iyi müzik kategorisine bakmalıyız. Unutulmaz filmlerin müziklerine imza atan John Williams ve Ennio Morricone karşı karşıya. Üstelik John Williams ellinci kez aday (evet, yazım yanlışı yok. Rakamla 50, yazıyla elli). Beş defa da kazanmış zaten. Ennio Morricone ise çoğunlukla Hollywood’da çalışan bir isim olmadığı için sadece 6 kez aday gösterilmiş ama Oscar alamamış (2007 yılında bir onur ödülü var sadece). Ama bu kez The Hateful Eight ile almasına kesin gözüyle bakıyorum. Diğer adaylardan şansı olan tek ismin Carol ile Carter Burwell olduğunu düşünüyorum.

94

En iyi şarkı kategorisinde diğer kategorilerde adlarına rastlamadığımız filmler var. Neredeyse tüm isimlerin de ilk Oscar adaylıkları. Adayların en iyi Youth’un finalini bambaşka bir duyguyla izlememizi sağlayan Simple Song #3. Keşke o alsa ama bir Bond şarkısı her zaman avantajlı. Her ne kadar kişisel olarak en sıradan Bond şarkılarından biri olduğunu düşünsem de Sam Smith, Writing’s on the Wall ile Oscar’ı alacak gibi. Til It Happens to You şarkısı ile Lady Gaga alternatifini de unutmayalım elbette. Olur da Oscar kazanırsa Grammy, Altın Küre ve Oscar’lı bir sanatçı olacak. Yabancı Dilde En İyi Film: Adaylar: Embrace Of The Serpent (Kolombiya), Mustang (Fransa), Son of Saul (Macaristan), Theeb (Ürdün), A War (Danimarka) Bu kategori için çok fazla düşünmeye gerek yok. Son of Saul o kadar güçlü bir film ki Oscar’ı almama ihtimali sıfıra yakın. Peki o düşük ihtimal gerçekleşirse Oscar’ı kim alır? Tabii ki yabancıların çok sevdiği ama ülkemizde iyi eleştiriler almayan

En İyi Animasyon (Uzun Metraj): Adaylar: Anomalisa, Boy and the World, Inside Out, Shaun the Sheep Movie, When Marnie Was There Bir önceki kategori ile benzer cümleleri bu kategori için de kurabiliriz. Adaylardan biri o kadar güçlü ki diğer adayların ne kadar iyi ya da ne kadar kötü olduğu pek fark etmiyor. Kategorinin tek favorisi olan Inside Out, o kadar iyi bir film ki animasyon kategorisi dışında en iyi film adaylarından biri de olsa kimse itiraz etmezdi. Başka bir yıl olsa Charlie Kaufman’ın Anomalisa filmine de ufak bir şans verebilirdim ama Inside Out rakipsiz şu anda. En İyi Özgün Senaryo: Adaylar: Matt Charman, Ethan Coen & Joel Coen

En İyi Uyarlama Senaryo: Adaylar: Charles Randolph, Adam McKay (The Big Short), Nick Hornby (Brooklyn), Phyllis Nagy (Carol), Drew Goddard (The Martian), Emma Donoghue (Room) Adaylık listesindeki bir diğer büyük sürpriz de

(Bridge of Spies), Alex Garland (Ex Machina), Pete

uyarlama senaryo kategorisinde. Steve Jobs’ın

Docter, Meg Lefauve, Josh Cooley, Ronnie Del

şahane senaryosu ile Aaron Sorkin’in adaylık

Carmen (Inside Out), Josh Singer & Tom McCarthy

alamaması çok ilginç. Aday olsa, onun için de rakibi

95


olarak kabul edilip edilemeyeceği konusunda tartışma yaşanmıştı. Gerçekten de her ikisi için de başrol denebilir ancak stüdyolar, yardımcı oyuncu olarak önlerinin daha açık olacağı düşünerek böyle bir strateji yürüttüler. İki sonuç da beni şaşırtmaz ama içimden geçen de, tahminim de Rooney Mara.

yok diyebilirdim. Sorkin’in yokluğunda ise Charles Randolph ve Adam McKay’in The Big Short için yazdıkları dinamik senaryo en güçlü aday. Yönetmen kategorisinde adaylık çıkararak şaşkınlık yaratan Room ise ikinci alternatif olarak düşünülebilir.

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Adaylar: Christian Bale (The Big Short), Tom Hardy (The Revenant), Mark Ruffalo (Spotlight), Mark Rylance (Bridge Of Spies), Sylvester Stallone (Creed)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Adaylar: Jennifer Jason Leigh (The Hateful Eight), Rooney Mara (Carol), Rachel McAdams (Spotlight), Alicia Vikander (The Danish Girl), Kate Winslet (Steve Jobs) Oscarlarda bazı yıllar oyunculuk ödülleri banko oluyor. Bu yıl pek öyle değil. Özellikle yardımcı oyuncu kategorilerinde her türlü sonuç çıkabilir. Yardımcı kadın oyuncu kategorisi oldukça karışık. Beş isim içinde adaylıkta kalacağı kesin gözüken tek isim Rachel McAdams. Altın Küre öncesi Kate Winslet’ın da şansı olmadığını söylerdim ama oradaki sürpriz ödül, işleri değiştirdi ve Oscar şansını da arttırdı. The Hateful Eight’de yedi erkek arasındaki tek kadın olarak Jennifer Jason Leigh, gayet başarılıydı ama Oscar alabilmesi için filmin biraz daha beğenilmesi gerekirdi sanırım. Yine de şansı var. Ama asıl yarış Rooney Mara ve Alicia Vikander arasında geçecek. Adaylık sürecinde her ikisinin de yardımcı oyuncu

96

Adayların tek tek üzerinden gidersek Mark Ruffalo ve Christian Bale’in sadece adaylıkla yetineceğini görüyoruz. Tom Hardy’nin adaylığı sürpriz olarak kabul edilmişti ama akademinin bu yıl en fazla adaylık verdiği iki filmde de adını gördüğümüzü unutmamak lazım. Akademi üyelerinin bunu takdir etmek için oy vermeleri durumunda bir şansı olabilir. Ama yine de temelde elimizde iki isim var. Mark Rylance ve Sylvester Stallone. Birkaç ay önce favori Mark Rylance derdim ama Stallone giderek iddiasını arttırdı. Altın Küre’de ödül alırken ayakta alkışlanması, endüstrinin de onun Oscar almasını istediğini gösteriyor. İlk Rocky’den kırk yıl sonra aynı rol ile tekrar aday olması ve ödül alması da etkileyici bir hikâye olur. Bu nedenle Mark Rylance’ın daha iyi bir oyunculuk sergilemesine rağmen Stallone’nin Oscar heykelini alacağını düşünüyorum. En İyi Kadın Oyuncu: Adaylar: Cate Blanchett (Carol), Brie Larson (Room), Jennifer Lawrence (Joy), Charlotte Rampling (45 Years), Saoirse Ronan (Brooklyn)

Bu kategorideki beş aday içinde en iyisi hangisi derseniz hiç düşünmeden Charlotte Rampling cevabını veririm. 45 Years’da abartmadan nasıl oynanır, ufak bir bakış ve vücut diliyle duygu nasıl aktarılır konularında ders vermişti adeta. Ama bu tip performanslar akademinin çok bayıldığı performanslar değiller. Bu nedenle adaylığı bile ufak bir sürpriz denebilir. Jennifer Lawrence bu hızla giderse geleceğin Meryl Streep’i olacak. Henüz 25 yaşında dördüncü adaylığını aldı, Joy filmi sevilseydi ikinci Oscar şansı da vardı ama şu ana için, o da törene gelip keyfine bakmakla yetinecek gibi. Muhteşem oyuncu Cate Blanchett, Carol’da her zamanki gibi iyiydi ama en iyi performanslarından biri değildi kanımca. Bu durumda elimizde yine iki isim kaldı. Saoirse Ronan ve Brie Larson. Bu iki genç oyuncudan Brie Larson, ödül sezonundaki ödüllerin çok büyük bir kısmını topladı. Büyük ihtimalle Oscar’ı da çok zorlanmadan alacak. En İyi Erkek Oyuncu: Adaylar: Bryan Cranston (Trumbo), Matt Damon (The Martian), Leonardo DiCaprio (The Revenant), Michael Fassbender (Steve Jobs), Eddie Redmayne (The Danish Girl) Leonardo DiCaprio, Leonardo DiCaprio, Leonardo DiCaprio. Bu kategori için başka bir şey söylemeye gerek yok aslında. Leo yıllardır istediği Oscar’ı bu kez alacak. Almazsa Hollywood camiasından sosyal medya sakinlerine kadar herkes isyan çıkaracak zaten. Yine de rakiplerine bir bakalım. Bryan Cranston, Breaking Bad’deki performansı hatırına aday gösterildi diyebiliriz, Matt Damon’ın ise neyin

hatırına aday gösterildiği tam anlaşılamadı bile. Eddie Redmayne, geçen yıl Oscar almasa şansı olabilirdi. Michael Fassbender ise çok iyi bir oyucu, Steve Jobs olarak da çok iyi. İlerde mutlaka Oscar alacak ama bu yıl değil. Ne demiştik: Leonardo DiCaprio.

En İyi Yönetmen: Adaylar: Adam McKay (The Big Short), George Miller (Mad Max: Fury Road), Alejandro G. Iñárritu (The Revenant), Lenny Abrahamson (Room), Tom McCarthy (Spotlight) Bu yıl en iyi yönetmen kategorisine baktığımızda öncelikle Lenny Abrahamson’u elememiz gerek. Adaylığı bile büyük bir sürprizdi. Tom McCarthy ve Adam McKay’in temiz ama gösterişsiz yönetmenlikleri de akademinin çok tarzı değil gibi gözüküyor. The Revenant, çok görkemli bir film. Iñárritu’nun şansı çok yüksek ama geçen yıl Oscar alması, hem de bir değil üç Oscar birden alması (yönetmen, yapımcı ve senaryo yazarı olarak) işleri karıştırıyor. Ama ortada George Miller gibi bir gerçek var. Usta yönetmen 70 yaşında ama yarı

97


Öykü: Utku TÖNEL yaşındaki gençlere aksiyon nasıl çekilir dersi verdi adeta. Akademi aksiyon filmlerini çok sevmez ama Mad Max’e on adaylık vererek desteğini belli etti. Bu nedenle Miller Oscar’ı alacak diye umuyorum. En İyi Film: Adaylar: The Big Short, Bridge Of Spies, Brooklyn, Mad Max: Fury Road, The Martian, The Revenant, Room, Spotlight Geldik en iyi film kategorisine. Öncelikle adaylar arasında Carol ve The Hateful Eight neden yok diye sormaktan kendimizi alamıyoruz. Mevcut adaylara

bakacak olursak da önce hiç şansı olmayanları eleyebiliriz. Bridge Of Spies, Brooklyn, The Martian ve Room filmlerinin en iyi film seçilme ihtimali yok denecek kadar az. Kalan dört film arasındaki ibre ise sürekli olarak yön değiştiriyor. Örneğin The Big Short da kazanma ihtimali olmayan filmler arasındayken Yapımcılar Birliği’nin ödülünü kazanması onu tekrar potaya soktu. Spotlight zaten en baştan beri en büyük favorilerden biriydi. Mad Max ve The Revenant da görkemli iki film olarak potadalar. Revenant’ın en büyük dezavantajı yönetmen kategorisinde de belirttiğim gibi Iñárritu’nun geçen yılki zaferi. Yine de içimden bir his, Oscar’ı yönetmen olarak olmasa da yapımcı olarak yine onun alacağını söylüyor. Önümüzdeki bir ay içinde meslek birliklerinin ödüllerini vereceğini de hatırlatalım. Oscar yolunda çok önemli göstergeler bunlar da. Bu ödüller dengeleri ve tahminleri değiştirebilir. Tahminlerimizin ne kadar doğru, ne kadar yanlış olduğunu 28 Şubat’ı 29 Şubat’a bağlayan gece göreceğiz. O zamana kadar iyi seyirler.

98

Öykü

Endişenin Soluk Gölgesi II.Para ve Mektuplar Kahve ve sigara dumanında boğulan bir başka iş günü, tuvaller aynasının önündeki dedikoduların sesine karışıp yitirilmek üzereydi. Yorgun gözlerde tazelenen rimeller sanki sabahın ışığını geceye taşımak istercesine bakışlara hayat katıyordu. Bir parça allık çalınmış yanaklar kızoğlan kız albenisi gibiydi dışarıda, kravatlarını on yedi otuz itibariyle gevşetmek için sabırsızlanan yüzlerce, binlerce erkek için. Parfümler; kum ile deniz tuzunun bir parça tarçına çalınmış halini, ilk öpüşmelerin ıslak sıcaklığı ile bilinmez belirsizliğini, kimisi dalından yeni koparılmış bir şeftali çiçeğini ya da bir erik yeşilini, kimisi de yağmur sonrası toprağı hatırlatan bir tazelikle kadınları boyunlarından, kulaklarının altından ve o ak bileklerinden öpüyor, onları gecenin ışıltılı kalabalığıyla sevişmeye hazırlıyordu. Az sonra, iş elbiseleri ve ceketleriyle; binlerce kadın ve adam önce sokaklara su gibi karışacak, otobüslere, minibüslere, dolmuşlara, tramvaylara, metrolara, taksilere güzel kokan balıklar gibi istiflenecek ve gidecekleri yerlere dek birbirleriyle hiç konuşmayacaklardı. Sonra, bir gün öncenin öğleden sonrasında planladıkları kafede, meyhanede, barda, restoranda ya da içkili bir lokantada arkadaşlarıyla bir araya geldiklerinde az önce beraber seyahat ettiklerinden haberdar olmadıkları o kadın ya da adamı süzüp giyiminden kuşamından bahsedecekler, gülüşüp tatlılarından bir lokma daha alacaklar ya da içkilerini sona bir yudum daha yaklaştıracaklardı. Bu düzensiz gösterinin tümü her gün, mesai saatleri bitimine yakın başlar ve gece, ertesi sabah vaktinde uyanmanın hala mümkün olduğu bir saatte ve alkol düzeyinde sona ererdi. Bu oyunun bir yazarı ya da bir yönetmeni yoktu; dudaklar, bakışlar, gözler, ince narin bilekler, küçük adımlar, affedesinizler, çakmağınızı alabilir miyimler, karşı masalar, gülüşmeler, çakırkeyif dokunuşlar, küçük keyifler, son bir kadeh daha söylenen içkiler, şefimler, birbirine değmeye ramak

kalmış dirsekler, sıkış tepiş bir sahne düzeni, loş bir ışık, fazlaca yüksek sesli bir fasıl, geçmişin müziğinin tatlı bir tortusu ya da gidip görmedikleri ülkelerin, bilmedikleri yüzlerin seslerinden bir curcuna. Duman altı, alaca, çakırkeyif bir kumpanya. Bu dev bütçeli oyunun kulislerinden biri de masasının az ilerisindeki tuvaletti. İçeri girdiğinde soluk bir sidik kokusu genzi yakan bir parfüm ve dezenfektan kokusunda boğuluyordu. İlk adımıyla her şey soldu ve yerini açılan ve kapanan fermuarların çabukluğuyla yere vuran sivri topukların tok seslerine bıraktı. Karşılıklı süzüşmelerden sonra Işıl, tuvaletin sonundaki kabinlerden birine girdi. O sırada aynaya doğru eğilmiş, üzerindeki bluzunun göğüslerini iyi göstermesi umuduyla yakasım sağından solundan çekiştiren Rezzan seslendi. Işıl, çıkışta bizimle geliyor musun? Klozette oturmuş istediği sıvılardan kurtulup istemediklerini içinde tutmaya o kadar odaklanmıştı ki, yanıt vermek için düşünmeye, durumu kurtaracak bir şey bulmaya vakit bırakmadan ağlamaya başladı. Elini ağzına bastırıp ayağa kalktı. Tek eliyle eteğini toplamaya çalıştı, tam düşecekken, dizlerinde yakaladı. Bunun için iyice eğilmesi gerekmişti. Kapının altındaki aralıktan karşı kabinde de birinin olduğunu gördü. Klozetin kapağını kapatıp oraya oturuverdi. Bir eliyle hıçkırıklarının duyulmaması için parmaklarını ısırıyor, diğer elinin tersiyle ise bir yandan önüne düşen saçlarını toplamaya çalışıyor bir yandan da yaşaran gözlerini siliyordu. Her şeyi kontrol altına aldığını düşündüğünde ayağa kalktı. Ereğinin fermuarını çekti ve dışarı çıktı. Rezzan kendisini görür görmez hareketsizleşti. Yüzünde dehşetle karışık bir şaşkınlık ifadesi vardı. Ne oldu... Neyin var? Hesaba katmadığı şey, ağlamaktan yüzüne gözüne bulaşmış olan makyajıydı. Acemiliğine verdi, uzun zamandır insan içinde ağlamamıştı. Bunu evde, bir başına yapmak hep daha kolaydı. Gergin sessizliği bozan bir sifonun çekilişi oldu. Açılan kapıdan Gülten belirdi. Tabii geliyor.

99


Tabii geliyordu. Sessiz bir taksi yolculuğundan sonra vardıkları yer, bunun bir yansımasıymışçasına sessiz bir köşe başı kafesiydi. Bir masa bulup oturdular, ardından yemekler yendi. Kararmaya başlayan havayla birlikte insanlar içeri doluştular. Tabaklar kalktı, geride bir tek kahve fincanları ve meraklı bakışlar kaldı. Elini tutup endişeli gözlerle sorulan sorulara verilecek cevap belliydi. Ayın malum dönemi. E tabii, malum... O zaman tamam, dendi. Pek bir şey olmazdı. Ayda bir geliyorsa ve malumsa, izaha gerek yoktu. İnsanları kandırmak kolaydı, ya da insanlar kanmaya meyilliydi. Altını kazımak, dibini görmek, yanıkları sıyırmakla kimse uğraşmak istemiyordu. Haksız da sayılmazlardı, kimsenin buna gücü yoktu. O yüzden gücenmedi Işıl. Düşünmeleri yeter, diye düşündü. Sonra konu işten açıldı; işten, eşten, arkadaşlardan. Gülten'in nişanlısının ikinci dereceden bir devlet dairesindeki başarılarına düzdüğü methiyelerin ardından gülüşüldü ve birer kahve daha istendi. Rezzan, Işıl’dan fal bakmasını istedi, o da üzerine düşeni yapıp hayırlı bir kısmet gördü. Laf döndü dolaştı Nasır'a geldi. Muhasebe bölümündeki Nasır, hani şu bir akşam beraber fasıla gittiğimiz. Nasıl desem, ara ara seni soruyor; dışarı çıkmıyor muyuz, diyor. Ben de sana sormadan bir şey diyemiyorum. İyi ediyorsun. Bir şey söyleyeceğim ama kızar mısın, bilemedim. O da bu akşam bizimle gelecek. Önceden sözleşmiştik, eğer rahatsız olacaksan gitmeyiz. Sorun değil. Nasır ve onun gibiler hiçbir zaman sorun olmamıştı. Sorun onlarda değildi zaten, sorun ben'deydi. Sahi, nereye gidiyorlardı? Gülten uzun uzadıya açıkladı. Ankara'dan gelen bir kumpanya, rutubet ve heves kokusuyla dolu küçük bir yeraltı sahnesinde yapmacıklıkla merak arasında gelip giden yüz ifadelerine sahip izleyicilere cumhuriyetin ilk yıllarından kalma, kıyıda köşede kalmış, unutulmuş, önemsiz ama söylenene göre sahneleme biçimiyle oldukça değişip seyirciyi şaşırtacak hatta korkutacak bir hal almış bir oyun sergileyecekmiş. Miş. Gidip göreceklerdi. Fazla uzakta olmayan bu sahneye yürüyerek gittiklerinde içerideki kalabalık, tabii buna kalabalık denirse, aslında elli kişi ya var ya yoktu, üniversite öğrencileri, ekipten kimselerin bu kentte yaşayan birkaç geçkin tanıdığı, saç-sakal tıraşı olmayı çoktan bırakmış birkaç kart zampara ve iyi giyimli bir grup genç kadından oluşuyordu. Birkaçı yarın için yazacağı eleştiriden dem vuruyor, bir tanesi

100

arada bir kahkaha koyuveriyor ve yanındaki diğer kadına kur yapıyordu. Köşede yalnız başına dikilip, saatine bakan bir genç kız ise ilk randevusunda gibiydi. Küçük fuayenin ortasında kümelenen ve endişeli gözlerle etrafı süzen bu kalabalığı (çünkü bu oyunun bu kentteki ilk gecesiydi) dışarıdan gören biri, bombardımandan kaçıp sığınağa doluşmuş sanabilirdi. Köşedeki büfeden, sıcaktan ve rutubetten yapış yapış olan dudaklarını ıslatmak üzere su alacak oldu, ancak büfede çalışan ve muhtemelen oyuncu, makyöz ya da ışıkçı olan genç kız sularının kalmadığını söyledi. Susuzluk, ancak savaş döneminde görülebilirdi zaten. Büfenin bir ucundaki bir tomar broşürden birini alıp köşede bulduğu boş bir koltuğa oturdu. Gülten ve Rezzan kendi yaşlarında bir adamla konuşuyordu; sohbetlerine bakılırsa daha önceden tanışmışlıkları vardı. Bir dost, ya da ortak bir tanıdıktı. Hararetle bir şeyler anlatıyor, ellerini büyük büyük açıyordu. Bakışlarını tekrar parmakları arasındaki broşüre çevirdi. Orta yaşlı, gözlüklü, temiz tıraşlı bir adam kendisine bakıyordu. Daha önce bir kitabını okumuş muydu? Hayır, ilk defa görüyordu. Hami Mızrakçı: İlk ve orta öğrenimini Anadolu'nun küçük bir ilinde tamamlamış, (o kadar küçükmüş ki adını verme gereği bile duymamışlar) daha sonra yüksek öğrenimi için İstanbul'a taşınmıştır. Burada bir yandan çeşidi dergiler için makaleler yazarken bir yandan da Yeni Türk Dili öğrenimini tamamlamıştır. Ardından Türkoloji ihtisası için devlet bursuyla Fransa'ya yerleşmiştir. Burada, devrinin önemli kalemleriyle tanışıklığı olmuş ve memlekette yayınlanmak üzere Fransızcadan çeviriler yapmıştır. Doktor unvanını aldıktan sonra yurda dönerek İstanbul Üniversitesi'nde çeşitli dersler vermiştir. Yazar; Bora, İki İstanbul Beyefendisi, Çıkrıkyokuş'un Şen Hanımları, On Üçüncü Gece gibi gerçekçilik ile toplumsal eleştiriyi harmanlayan ve döneminde beğeni kazanan romanların yanı sıra, (döneminde dediğine göre artık bu kitapları bulmak olanaksız gibi görünüyordu) geç döneminde yazdığı Öndegiden, Hayatoğul ve Gonzago Cinayeti gibi piyeslik eserler de sunmuştur. Nesir çalışmalarının aksine bu piyeslerde yazar, daha karanlık, kişisel ve bireyci bir yaklaşım sergilemiş, özyaşamöyküsel ögelere ağırlık vermiştir. Özellikle Gonzago Cinayeti; yazarın ömrünün son dönemlerine ışık tutacak niteliktedir. Kuşe kağıdın öbür yüzündeyse yarım saat içinde başlayacak olan oyunun kısa bir tanıtımı vardı:

Gonzago Cinayeti Tragedya (Tek Perde) Edebiyat eleştirmenlerince takdir görmüş pek çok eser vermiş olmasına karşın, hak ettiğini düşündüğü saygıyı insanlardan bir türlü göremediği kanısındaki yazar Gonzago, ömrünün sonlarına yaklaştığında hayatını gözden geçirmeye, şimdiye dek ortaya koyduklarının bir muhasebesini yapmaya girişir. Tüm hayatını başkalarının hikayelerini anlatmakla geçiren Gonzago, acaba kendi öyküsünü yaşamayı ıskalamış mıdır? Yalanlar inşa etmekte ustalaşmak için harcadığı seneler, hayat dediği kendi büyük yalanını örmekten mi ibarettir aslında? İçsel bir yolculuk ve aynanın kişinin kendisine çevrildiği bir yüzleşme anını anlatan bu oyun, bilindik ve belli bir kişiliğe sahip bir kimsenin, tüm yanılgıların ötesinde çıplak bir benlik arayışını aktarmaktadır. Pek çokları için ise, vardığı sonuç umutlu olmaktan epey uzaktır... Broşürün üzerine düşen bir gölge belirdiğinde okumayı bırakıp kafasını kaldırdı. Nasır karşısında belirivermişti. Yüzünde saf bir tebessüm ile karışık bir çekingenlik vardı. Selam verdi, yanı başına oturdu. Kısa bir hal-hatır sorma faslından sonra, cebinden biletleri çıkardı. Görünüşe göre, biletleri ayarlama inceliği ona aitti -ya da az ilerde hala o adamla konuşmayı sürdüren Rezzan ile Gülten, Nasır'a böyle bir şey yapmasını tembihlemişlerdi. Oyunun başlamak üzere olduğunu bildiren gonk sesi duyuldu. Nasır ile Işıl yan yana oturdu. Hemen yanlarında ise Rezzan ile Gülten. Önce kapılar kapandı, bir yerde kalın, kadife bir perde çekildi ve içerisi kapkaranlık oldu. Öksürenler ve gırtlağını temizleyenler sustuğunda salona yoğun bir sessizlik çöktü. Artık her şey hazırdı. Bir ara dirseği Nasır'ın bacağına değer gibi oldu. Hemen kendisini topladı. Çok geçmeden parlayan bir spor tüm sahneyi aydınlattı. Dekor; sahneyi baştan başa kaplayan bir kitaplık, ahşap bir masa ve bir iskemleden ibaretti. Çok geçmeden, içeri az önce fuayede Rezzan ve Gülten'le konuşan adam girdi. Gonzago oydu. Yüzünde epey bir makyaj vardı; bunun nedeni Gonzago'nun kendini gizlemesi miydi, yoksa oyuncunun rolünden ayrışmaya çalışması mı, bilemedi. Henüz oyunları anlayamıyordu. Elleri robdöşambrının cebinde, uykulu bir ifadeyle sahnenin ortasına yürüdü.

GONZAGO: Göğün gecenin kıyısından,

gözü

aralanınca

Ve Jüpiter çevirince o şimşek bakışlarınıPeh! Kimi kandırıyorum, şairlik şiarımda yok! Şiirimin bini bir para. Şair olmak için biraz deli, biraz da yaşamaya hevesli olmalı. Bende ilki epeyce fazla ikincisi ise fazlasıyla az. Bundandır düzyazı yazmam. Düz adamım çünkü. Ne delilik kıvamında, ne yaşamak. Öldükçe ölüyorum her gün; canımı çekip alıyor sanki bu romanlar, her bir kelimeye kendimden bir parça gömüyorum. Canım çıktı ha çıkacak. (Rajtan bir kitap çekip alır: T Wharfinger Habercinin Tragedyası) Bir de şuna bir bak, gün gibi parlıyor! Nerede bunun nizamı, nerede benim döküntülerin tantanası.(Elindekini masaya fırlatıp bir başka kitap alır: H. Abendsen - Ağır Geliyordu Çekirge) Ya şu! Sanırsın karakterler kitabın içinden fırlayıverecek, önünde belirecek ve sana 'Senden daha gerçeğim' diyecek. Bu cüret, bu haklı cüret... Bu güven. (Elindeki kitabı da diğerinin yanına, masanın üzerine fırlatır. Bir tane daha alır: C C Mulligan - Sen: (Tam) Bir Hayvansın) İşte! Sanki kendimi görüyorum satırlarında. Beni öldürüp sayfalarına gömmüş, sonra üzerime yüzlerce kelime atmış, aralardan inadına, zorla, hala nefes alıyorum; ağzıma burnuma harfler, anlamlar, çağırışımlar doluyor. Boğazımda bir ağırlık. (Öksürür. Kitabın arka kapağına bakar.) Oysa bu yazar hem benden daha yaşlı hem de benden daha canlı, daha dinç. Şu yüze bak, sanki hiç yaşlanmamış, pezevenk! (Elindeki kitabı diğerlerinin yanına fırlatır.) Sahnedeki kitapları okuyup okumadığını düşündü. Yazarların (sadece ismi geçenlerin değil, tamamının, hatta yazarlık uğraşının) gerçekten var olup olmadığını sorguladı. Saatine baktı, okumak için fazlasıyla karanlıktı. Elindeki broşürü önce ikiye ardından, dörde katladı. Kafasını tekrar kaldırdığında Gonzago'nun suratı kitaplığın rafına yapışmıştı. Az önce alıp masaya fırlattığı kitapların yerinden bir el çıkmış, onu boğazından yakalamış, karanlığa doğru çekiyordu. GONZAGO: Bırak beni! İblis! Bırak, karanlığın sol eli. Elinin körü. Bırak beni! Tanrım, -ne tanrısı be!Bir ara, heyecandan olacak, kolçağı sıkıca kavradı. Bu ani hareketten irkilen Nasır ile göz göze geldi. Karanlık salonda yüzü zar zor seçilebiliyordu.

101


Hiçbir şey söylemeden yüzünü tekrar sahneye döndü. Rezzan ile Gülten'in fuayede konuştuğu adam, ya da o anlık adıyla Gonzago sahnede yoktu. Bir şeyler kaçırıp kaçırmadığını anlamak için etrafa bakındı. Sahneye soldan giren karakterin sesiyle irkildi.

çarpan damlaların şiddeti tüylerini ürpertiyordu.

GONZAGO: 'Sayın Bay Gonzago, Sizi ve yazdıklarınızı uzun bir zamandır takip ediyorum. İlk romanınız Fırtına'yı okuyup tanıdım sizi. Tanıdım ve çok sevdim. Romanlarınızdaki derinlikte kayboldum kimi zaman, kimi zaman da cümlelerinizin sadeliği beni alıp götürdü. Yıllardır aklıma takılan bir konu var ve bunu size sorma cesaretini ancak gösterebildim. Sadece, sadece, Fırtına romanınızda, kızını okuması için İngiltere'ye gönderen vali Muvaffak Bey'in neyi simgelediği konusu kafamı kurcalıyor. Çok partili hayata geçişin getirdiği çalkantıları mı, yoksa iktidarın asıl sahiplerinin-' Hay sıçayım hayran mektubuna da hayranlara da! Sanıyorlar ki onlar için yazıyorum. Sanıyorlar ki, bir şey anlatıyorum. Ne okuyorsan o be adam!'

gök gürültüsü üzerlerine düşen bir bombaydı. Bir

Robdöşambrla adam sahnede ileri geri gidip bu tiradı atarken bir yandan yapay bir gök gürültüsü yankılanıyordu. Tüm sahneyi ve seyirciyi yerinden sıçratmış, sert, ani ve güçlü gelmişti. İlk gümbürtüyle birlikte gözlerini istemsizce kapattı. İrkilmişti. Önce, sahnenin tüm ışıklarının söndüğünü sandı. Etraf kapkaranlıktı. Sadece gök gürültüsü, yağmur ve dipten, derinlerden gelen bir uğultu. Bir süre bir şey olacak mı diye bekledi. Yanında oturan Nasır'a döneceği sırada gözlerini açtı. Şimdi Gonzago masanın yanındaki iskemlede oturuyor, elindeki kitaptan bir şeyler okuyordu.

102

Göremediği bu manzaraya daha fazla dayanamayıp gözlerini kapadı. Tüm bu tantana içerisinde bir anlık bir sığınak oluverdi daha koyu bir karanlık. Salon bir savaş alanıydı ve çakan her şimşek, her Junkers Jumo 205 tüm heybetiyle, kan ve terle yağlanmış bir halde gayretle çalışıyordu. Önce, elleriyle kulaklarını kapatmaya çekindi; koltuğunun kolçaklarına tırnaklarını geçirip dişlerini sıktı. Damlalar sanki başına düşüyor, ensesinden aşağı soğuk soğuk süzülüyordu. Üşüdüğünü hissedip kollarını göğsünde birleştirdi. Ama bir Charomskiy ACh-30 boğulan bir dev gibi gürlediğinde, başını avuçlarının arasına alıp kanayana dek kulaklarını sıktı. Yine de, kanatlı bir gerçeklik etini delip geçiyor ve kulaklarından içeri, beynine nüfuz ediyordu. Kafatasına çarpan damlalar susamışlığını bir kez daha hatırlattı. Su olmadan ilacını yutamazdı. Burada, sığınakta kalmalı ve bombardımanın geçmesini beklemeliydi. Birazdan geçecek, dedi kendi kendine. Birazdan geçecek. Ama geçmedi. Canı bir sigara yakmak istedi. Oysa harp döneminde sigara, herkesin sahip olamayacağı bir lükstü. Gözlerini iyice yumdu, nefesini tuttu, soluk alıp vermezse, görmezse, işitmezse belki geçecekti.

GONZAGO:' Büyükçe bir masa etrafına dizilmiş sohbet ediyorlardı. (Masayı işaret eder.) Ellerinde içki kadehleri, yüzlerinde eskinin mutluluğunun buruk bir tezahürü. Yudumlar kelimelere karışıyordu. Ağız şapırtıları ve takırdamalar kahkahalarla bastırılıyor-" Bu ne Allah aşkına? Bunu ben ne ara yazdım? Hangi akla hizmet? Böyle bir masa, böyle insanlar, böyle saçmalık olur mu? Bunu kim okuyor, kim basıyor yahu?

Nefesini daha fazla tutamaz hale geldiğinde

Ama sesi giderek daha az duyuluyordu. Yerini derin bir uğultu, tüm salonu dolduran bir gök gürlemesi aldı. Biraz sonra, Gonzago'nun söyledikleri anlaşılmayan bir vızıltıya dönüşmüştü. Boğuk, basık ve baskın, ayaklarının altındaki yeri titreten bir ses dört bir yanını sarmıştı. Betona

de sakınırcasına başının üzerine kaldırmıştı. Ağzı

kendisini dışarı atmak üzere ayağa fırladı. Derin derin soluyordu. Can havliyle kendisini salon kapısından dışarı atmadan önce sahneye son bir kez dönüp baktığında robdöşambrla Gonzago ile göz göze geldi. Gözlerinde, tüm makyajını soluk bırakacak, acı bir çaresizlik vardı. Dizleri üzerine çökmüş, ellerini bir şeyler söyleyecek gibi açılmıştı ancak anlamlı bir söz değildi dudaklarından çıkanlar. Titrek bir inilti. Tüm sahneyi boydan boya kat eden kitaplık adamın üzerine devriliyordu.

103


Hasan Nadir DERİN

Sinema

KuirFest 5. Yılında Yoluna Devam Ediyor Pembe Hayat Derneği’nin düzenlediği KuirFest bu yıl 5. yaşını kutladı. Giderek muhafazakârlaşan bir ortamda LGBT temalı bir festivalin beşinci yılına girmiş olması bile başlı başına bir başarı. İşin sinema yönüne baktığımızda ise yine başarılı filmler izlediğimizi söylemeliyiz. Daha önce de çeşitli vesilelerle belirttiğim gibi, günümüzde pek çok festival, programının önemli bir kısmını vizyona girecek filmlere ayırarak adeta bir ön gösterim festivaline dönüşmüş durumda. KuirFest ise ele aldığı temadaki filmlere vizyonda çok fazla rastlamadığımız için, bizlere vizyonda izleyemeyeceğimiz filmleri sunan festivallerden biri. Bu anlamda önemli bulduğumu belirtmeliyim. Bu festivallerin bir diğerinin de Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali olduğunu düşünürsek tematik festivallerin önemi daha iyi anlaşılıyor. Ne yazık ki beşinci yılına giren bu festivale seyircilerin bir kısmının halen önyargıyla yaklaştığını görüyoruz. Kimi güzel filmlerin boş salonlara oynaması üzücü. Özellikle festivalin Ankara ayağının son gününde, yağan karın da etkisiyle seyirci sayısının iyice düştüğünü gördük. Bu nedenle bir kez daha filmlere ve festival ortamına önyargı ile bakılmaması notunu düşmek isterim. Homofobik bir bakış açısına sahip değilseniz filmlerden rahatsız olmazsınız zaten. Yok ortam açısından bir endişeniz varsa, merak etmeyiniz, filmleri izlemeye gelen eşcinsel seyircilerin, heteroseksüel seyircilerin cinsel tercihini değiştirmek gibi bir niyetleri yok! Gelelim festivalin Ankara ayağının güncesine: 14 Ocak Perşembe: 20:00 – KuirFest’in açılış törenleri her zaman eğlenceli oluyor. Öyle sıkıcı açılış konuşmaları, uzun uzun teşekkür metinleri beklemeyin. Festival destekçisi Kültür

104

Bakanlığı’nı incitmeyelim diye bir çekince de yok. Ne de olsa Kültür Bakanlığı desteği de yok! Açılış töreninde genellikle teatral bir performans, müzik ve dans bir arada oluyor. Bu yıl da bu şekilde planlanmış bir açılış vardı. Ancak her festivalde bir yerlerde karşımıza çıkan ufak tefek aksaklıklar bu kez açılış töreninde karşımıza çıktı. Salona oldukça geç alındık. Sonrasında gördük ki ses sisteminde ciddi sıkıntılar var. Teatral performansın bir parçası olan çevirmenin sesi neredeyse hiç duyulmazken iş dans gösterilerine gelince müzik o kadar az geliyordu ki dansçılar adeta müziksiz dans ediyor gibiydi. Bu nedenle çok göz alıcı olabilecek kimi performanslar keyifsiz oldu. Festival ekibinin açılış boyunca çektiği sıkıntıları tahmin edebiliyorum. Bu nedenle bu konuda eleştirimi fazla uzatmayacağım. Dediğim gibi, bu festivalin nazar boncuğu da bu olsun. Tören sonrası açılış filmi ise Esen Işık’ın Köpek adlı filmiydi. İstanbul’un kenar mahallelerinde yaşanan üç öykü ile karşımıza çıkan filmindeki öykülerden birinin ana karakteri seks işçisi olan bir trans kadındı. Bu rolü kendisi de trans olan Çağla Akalın canlandırıyordu. Diğer iki öykünün ana karakterleri ise babasından şiddet gören ve sokaklarda mendil satan bir çocuk ve kocasının kıskançlığı ile uğraşmak zorunda kalan bir kadındı. Filmin kimi bölümleri ilgi çekici olsa da senaryosunda

üç hikâyeyi ortak noktalarda buluşturmak üzere yapılan zorlamalar (özellikle final) ve bazı oyunculuklardaki sıkıntılar filmin başarılı olmasını engelliyordu. Yine de iyi niyetli ve desteklenmesi gereken bir çaba diyebiliriz. Sinemamızda ana karakteri trans olan kaç film görüyoruz ki? Film sonrası bir de söyleşi vardı ancak açılış töreninin geç başlaması ve uzaması nedeniyle, söyleşinin başlaması gece yarısını bulunca eve dönmek zorunda kaldım.

15 Ocak Cuma: 16:45 – KuirFest programında epeyce belgesel de oluyor. Bu seanstaki Yeni İnsan (El Hombre Nuevo), Nikaragua’da dünyaya gelen, daha çocuk yaşta Sandinista Kurtuluş Cephesi’ne katılan ama evlatlık verilince Uruguay’a gitmek zorunda kalan Stephania’nın hikâyesini getiriyor karşımıza. Bugün trans bir kadın olarak kabul görmek isteyen Stephania, bir yandan da geçmişi ile hesaplaşmak, ülkesi ve ailesi ile barışmanın peşinde. Filmin belgesel olarak değerinin ele aldığı karakterin ilginçliği ile doğru orantılı olduğunu söyleyebiliriz. Stephania, hem cinsel yönelim hem de politik açıdan ilgi çekici bir hikâyeye sahip olduğu için ortaya merakla izlenen bir belgesel çıkmış ama sinemasal açıdan çok önemli olduğunu söylemek zor. 19:00 – Geçen yıl kaybettiğimiz Chantal Akerman, lezbiyen bir sinemacı olsa da bu yanıyla anılmak istemediğini belirtmiş bir isim. Hatta bu seansta gösterilen Ben, Sen, O (Je, Tu, Il, Elle) filminin New York Eşcinsel Film Festivali’nde gösterimine izin vermediği de söyleniyor. Ancak finale doğru belirginleşen lezbiyen teması ile, KuirFest’in kendisine veda etmek için seçebileceği en uygun film de buydu. Aslında filmin büyük bir bölümünde odasında aşk acısı çekerken gördüğümüz Julie karakterinin (ki Akerman’ın kendisi oynuyor) lezbiyen olduğunu filmin final bölümüne

kadar anlamıyoruz. Birisinden ayrılmış ve sonrasında düştüğü durumda onu sürekli olarak mobilyaların yerini değiştirirken, şeker yerken ya da mektup yazarken görüyoruz. Film hakkında bir şey okumadan gittiğim için bir ara bu bölümün filmin sonuna kadar devam edeceğini düşünmüştüm. Filmin ikinci bölümünde odasından dışarı çıkan Julie, bir kamyon şoförü ile kısa süreli bir yolculuk sonrası sevgilisinin evine gidiyor. Bu bölüm de filmin finalini oluşturuyor. Son bölümdeki sevişme sahnesi, sinemadaki en uzun lezbiyen sevişme sahnelerinden biri olabilir (film bittiğinde hemen herkesin aklına Mavi En Sıcak Renktir gelmişti). Bu sahnenin uzun olmakla beraber kadın bedenini istismar edici bir anlayışla çekilmediğini de belirtmek gerek. Film sonrasında festivalin sıkı takipçilerinden birinin dediği gibi Ben, Sen, O tam bir sinefil filmiydi. Hem siyah-beyaz olması, hem de özellikle ilk bölümü pek çok seyirciyi filmden uzaklaştırabilirdi ama karşımızda gerçekten iyi bir film vardı. Akerman’ın diğer filmleri bilenler için çok zorlayıcı da değildi açıkçası (zorlayıcı film isteyenler 200 dakikalık Jeanne Dielman filmine bakabilir). Sonuçta festivalin iyi ki izledim dediğim filmlerinden biri oldu. 16 Ocak Cumartesi: Dergimizi sosyal medyadan takip edenler bilecektir, 16 Ocak tarihinde Gölge e-Dergi’nin 100. sayıya özel buluşması yapıldı. Derginin neredeyse her sayısına yazı yazan ama ekibin çok azıyla yüz yüze tanışan biri olarak kaçırılmayacak bir fırsattı ama festivalde film izleme isteği baskın geldi açıkçası. Bu konuda sevgili editörlerimizden de eksi puan aldığımı biliyorum ama yapacak bir şey yok, film denince akan sular durdu benim için. Darısı 1000. sayı buluşmasına… 13:00 – KuirFest bu yıl ilk kez bir kısa film yarışmasını da programına dâhil etti. Ümit Ünal, Gözde

105


Onaran ve Bard Yden’in jüri üyesi olduğu bu yarışmada yer alan 12 film, 3 ayrı bölümde seyircilere sunuldu. İlk günkü programda benim için öne çıkan film, Tayland yapımı, Ayın Muayyen Günü (Wannan Kong Duen) idi. Aynı sınıfa giden ve ilk kez birbirleri ile öpüşen iki genç kızın hikâyesini anlatan film, özellikle giriş bölümü ile dikkat çekiyordu. Ders sırasında birbirleri

dair aileyi ikna etmeye çalışıyor. Aslında film tam da ailenin gittiği bu doktoru canlandıran, kendisi de doktor olan Magnus Hirschfeld’in eşcinselliğin normal bir şey olduğu mesajını vermek için yaptığı bir film gibi gözüküyor. Bu nedenle sinemasal özelliklerinden çok tarihi önemi ile değerlendirmemiz gerekiyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, istesek de filmi sinemasal olarak sağlıklı olarak değerlendirmemiz mümkün değil. Ne yazık ki 2. Dünya Savaşı öncesi Nazi döneminde filmin kopyaları imha edilmiş. Yıllar sonra sağdan soldan bulunan çeşitli parçaları, filmin ulaşılabilen senaryosu ve film hakkında yazılan yazılardan faydalanılarak bir araya getirilmiş. Sonuçta 2 saate yakın olan filmin 40 dakikası günümüze kadar ulaşabilmiş, ulaşılamayan sahneleri de ara yazılarla tamamlanmaya çalışılmış. İşte izlediğimiz kopya buydu. Bu nedenle yarısından çoğu eksik bir film üzerinden yorum yapmaya çalışıyoruz.

ile konuşamayan kızların defter üzerine yazdıkları ile kurdukları iletişim tarzı tüm filme yayılmış olsa 12 film içindeki en iyi filmin bu olduğunu söyleyebilirdim. Ne yazık ki 30 dakikalık süresi bir kısa film için fazla uzundu ve bu nedenle hikâye odak noktasını kaybediyordu.

15:00 – Bu seanstaki Diğerlerinden Farklı (Anders Als Die Andern) filmi tarihsel açıdan taşıdığı önem nedeniyle izlenmeyi hak ediyordu. 1919 yapımı bu Alman filmi, kaynaklarda başkarakteri açık olarak eşcinsel olan ilk film olarak geçiyor. Daha önce eşcinsel olduğu ima edilen karakterler olmuş ama bu filmde Conrad Veidt’in canlandırdığı Paul Körner karakteri net bir şekilde başka bir erkekle aşk yaşıyor. Ailesi bundan çok rahatsız oluyor, bir doktora gidiyorlar ama doktor neticede oğullarının bu durumunun normal olduğuna

106

16:45 – Bu seansta karşımızda yine bir belgesel vardı. Uygunsuzlar (Misfits) adlı bu belgeselde yönetmen Jannik Splidsboel, Amerika’nın kiliseleri ile dikkat çeken şehirlerinden Tulsa’daki tek LGBT Gençlik Merkezi’ndeki üç gencin hayatlarını yıllara yayılan bir süreç içinde incelemiş. Film sonrası yapılan söyleşiye de katılan yönetmen belli ki gençlerle iyi bir iletişim kurarak onların özel anlarını yakalamayı başarmış. Özellikle gençlerden birinin ailesi ve özellikle kardeşi ile ilişkilerinin işlendiği bölüm son derece etkileyici. Yine yönetmenin de belirttiği gibi, her ne kadar LGBT gençler üzerinden giden bir belgesel olsa da bir büyüme hikâyesi olarak görmek daha doğru olur. Artıları olsa da filmin benzer belgeseller içinde çok da öne çıkmadığını söylememiz gerek. 19:00 – Festivalin en önemli filmlerinden biri 1992 yapımı Swoon idi. 1920’lerde yaşanan gerçek bir olaydan yola çıkan bu siyah-beyaz film, önce bizleri Richard Loeb

ve Nathan Leopold isimli eşcinsel bir çiftle tanıştırıyor. Bu çift birbirleri ile ufak suç oyunları oynuyorlar. Bir dükkânın camını kırmak ya da ufak soygunlar onları heyecanlandırıyor. Fakat bu oyunların sonu 14 yaşında bir çocuğu nedensizce öldürmeye kadar gidiyor. Yönetmen Tom Kalin, bu cinayete kadar olan kısmı gayet hafif bir aşk filmi kıvamında çekerken cinayet sonrası bir suç filmine, final bölümü de bir mahkeme filmine dönüşüyor. İlk bakışta tam da AIDS krizinin ortasında çekilen bir filmde iki eşcinselin katil olarak gösterilmesinin, eşcinsel karşıtı bir hareket olduğu düşünülebilir. Hatta Swoon ile aynı film çekilen Temel İçgüdü (Basic Instict) filmi bu konuda ciddi eleştiriler de almıştı. Ancak özellikle mahkeme sahnelerinde kendisi de aktivist bir eşcinsel olan Tom Kalin’in tam tersi bir niyeti olduğu daha iyi ortaya çıkıyor. Gerçek mahkeme tutanaklarına sadık kalınarak çekilen bu kısımlarda, Loeb ve Leopold’un cinayet işlemelerinin nedeni cinsel yönelimleri ile ilişkilendirilirken seyirci olarak aslında bunun ne kadar saçma bir önerme olduğunu anlayabiliyorsunuz. Festivalin konuklarından olan Tom Kalin’in film sonrası söyleşisine değinmeden geçemeyeceğim. Kalin belli ki filmleri üzerine konuşmayı ve detay vermeyi seven bir yönetmen. Elbette her yönetmen bunu tercih etmek zorunda değil ama bu şekilde olunca söyleşi son derece verimli geçti. Kalin filmin başındaki teatral sahnenin nedeninden, Arka Pencere (Rear Window) filminden alıp bu filmde aynen kullandığı diyaloglara kadar pek çok noktaya değindi. 1920’lerde kullanılmadığı halde filminde neden tuşlu telefon göründüğüne dair açıklamalar da getirdi. Seyircilerden gelen sorular da konuları açan sorular olunca uzun zamandır izlediğim en keyifli yönetmen söyleşilerinden biri oldu. Söyleşi bittiğinde, sadece iki uzun metrajlı filmi olan Tom Kalin keşke daha fazla film çekse demekten kendimi alamadım.

17 Ocak Pazar: 13:00 – Kuir Kısalar yarışmasının ikinci gününde yine dört film vardı karşımızda. Bugünün benim için öne çıkan filmi Kod Akademi (Code Academy) idi. Her ne kadar biraz fazla ana akım bir sinema örneği olsa da ilginç bir bilim kurgu olması ile dikkat çekiyordu. Klasik bir, okulun çekingen kızı popüler kızlarına karşı tarzı bir hikâyeye benzeyen film, karakterlerin sanal gerçeklikte farklı kişiliklere bürünmeleri ile farklı bir boyut kazanıyordu. Finali ise seyircinin anladığı gizemin fazlaca altını çizdiği için eleştirilebilir. Filmi izlerken sürekli olarak ne kadar Alexa Vega’ya benziyor dediğim oyuncunun gerçekten de Alexa Vega çıkması hoş bir sürpriz oldu. Filmi sevmemin nedenlerinden biri de Spy Kids’den beri sevdiğim bu oyuncu olabilir. Günün kısaları arasından iki genç erkeğin yakınlaşmasını anlatan Aziz Cristóbal (San Cristóbal) filminin de gayet başarılı olduğunu söylemeliyim. Hatta jürinin tercihinin bu film olacağını tahmin ediyordum açıkçası.

15:00 – Festivalin Kuir Yoldaşlık bölümünde ülkemizdeki LGBT hareketi açısından önemli iki belgesel izledik. Bu belgesellerden ilki olan 2009 yapımı, Beyaz Atlı Prens Boşuna Gelme, çekildiği yıllarda Türkiye’de lezbiyen olmak konusunu irdeleyen bir filmdi. Özellikle geniş kitlenin bakış açısı düşünülürse bugün de çok fazla bir şeyin değişmediği söylenebilir. Belgeselin

107


hatırlattığı önemli noktalardan biri, biraz da Atıf Yılmaz’ın filmlerinin etkisiyle bir dönem yerli sinemada lezbiyen başkarakterlere sahip hatırı sayılır sayıda film olduğu idi. Bugün lezbiyen başkarakterler neredeyse unutulmuş durumda. Aynı bölümdeki ikinci belgesel ise Yürüyoruz adını taşıyordu. 2006 yapımı film, Bursa’da yapılması planlanan LGBT yürüyüşü öncesinde bir grup Bursaspor taraftarının yürüyüşün yapılmasını engellemek için, yürüyüşe katılacak olanların kaldıkları mekânın çevresini sarması sonrası yaşananları anlatıyordu. Kitlenin davranışlarına bakılınca, o gün bir can kaybı olmaması gerçekten büyük bir şans. Olaylar biraz farklı bir şekilde gelişse çok üzücü noktalara varabilirmiş. Belgesel, o gün yaşanan görüntülerin arasına sonradan yapılan söyleşileri ekleyerek geleceğe kalacak önemli bir belge haline gelmiş. Umalım ki yıllar sonra bu filme bakıldığında, insanların sadece cinsel kimliklerinden dolayı başka insanları öldürmek istemelerinin ne kadar anlamsız olduğunu herkesin görebileceği bir dünyada yaşayalım.

16:45 – KuirFest’in takipçileri geçtiğimiz yıllarda festival programında yer alan Nadide Çiçekler (Flores Raras) filmini hatırlayacaklardır. Bu filmde Amerikalı şair Elizabeth Bishop’ın hayatı, özellikle Brezilya’da ünlü kadın mimar Lota de Macedo Soares ile birlikte yaşadığı günler odağında anlatılıyordu. Bu yılki programda yer alan Bu Eve Hoşgeldiniz (Welcome to this House) ise Bishop’un tüm hayatını anlatan bir belgesel. Bu kez Bishop’ı tanımaya çocukluk yıllarından başlıyoruz ve onun Brezilya dışındaki farklı yolculukları ve evlerini de öğreniyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse, Nadide Çiçekler filmi, kurmaca bir yapım olarak daha ilgi çekici idi ve Bishop’ı da daha ilgi çekici bir karakter olarak çiziyordu. Bunda sinemasal anlar yaratmak için kimi zaman gerçekten bir miktar uzaklaşmasının da etkisi olabilir. Oysa bu kez Bishop’a özel bir ilginiz yoksa dikkatinizi kaybedebileceğiniz bir film vardı karşımızda.

108

19:00 – Festivalin bu yılki tarihi açıdan önemli filmlerinden biri de Coming Out idi. 1989 yapımı bu film, Doğu Almanya’da çekilmiş eşcinsel temalı ilk ve son film. Son olmasının nedeni, bu filmin gösterime girmesinden çok kısa bir süre sonra Doğu Almanya’nın yıkılması aslında. Filmden önce bir sunum yapan sinema yazarı Engin Ertan’ın verdiği bilgiye göre filmin galasının yapıldığı gece, aynı zamanda Berlin Duvarı’nın da yıkıldığı geceymiş ve galadan çıkanların büyük bir kısmı duvarı yıkan kalabalığa katılmış. Filmin bir başka tarihi önemi de bazı sahnelerinin o yıllarda gizli kapaklı faaliyet gösteren gerçek eşcinsel barlarında çekilmiş olması. Film, adından da tahmin edilebileceği gibi eşcinselliğini kabul etme ve açıklama sürecindeki bir adamı konu alıyor. Okul zamanlarında eşcinsel deneyimler yaşamış olan ama bunu kendine bile itiraf etmekten çekinen Philipp karakteri bir öğretmen. Kendisi gibi öğretmen olan Tanja ile evleniyorlar ama bu evlilik belki de eşcinselliğini kendinden bile gizlemek için. Günün birinde karşısına Matthias adındaki bir genç çıkınca duyguları ile yüzleşmek zorunda kalıyor. Coming Out, ele aldığı konuyu iyi işleyen, başarılı bir film. Belki de tek sıkıntısı, aradan geçen 25 yılda değişen kültür kodlamaları. O gün için gayet dramatik olan kimi sahneler, bugünden bakınca insanın yüzünde gülümsemeye yol açabiliyor. Hatta bazı sahnelerde salon epeyce kahkahaya boğuldu. 80’lerin kıyafetlerinin de kaçınılmaz olarak benzer sonuçlara yol açtığını söylemeliyiz.

18 Ocak Pazartesi: 13:00 – Kuir Kısalar yarışmasının son seçkisinde de diğerleri gibi dört film yer alıyordu. Bu seçkide dikkatimi çeken film yine bir bilim-kurgu filmiydi. Kusursuz Gelecek (The Future Perfect) adlı bu filmde çeşitli filmlerde görmeye aşina olduğumuz bir zaman yolculuğu teması var. Zamanda yolculuk yaparken kendisine verilen görevi gerçekleştirmek konusunda ikilem yaşayan ana karakterimiz, hem kendisinin hem de dünyanın geleceği için bir karar vermek zorunda. Filmin başarısı bu konuyu tek bir oyuncu (ikinci bir oyuncunun sadece sesini duyuyoruz – ki o da Zachary Quinto) ve 2001 filminden fırlamışa benzeyen tek bir dekor ile anlatmayı başarması. Not olarak düşelim. Jürinin seçtiği film, burada bahsettiğim filmlerden farklı oldu. 09:55 - 11:05, Ingrid Ekman, Bergsgatan 4B adlı film, kanser hastası yaşlıca bir kadınla ona bakıma gelen başka bir kadın arasındaki ilişkiyi anlatıyordu. Eli yüzü düzgün bir filmdi ama beni o kadar etkilememiş demek ki. 15:00 – Festivalin en izlenmeye değer seanslarından birine geldi sıra. Leipzig Belgesel ve Animasyon Filmleri Festivali’nin animasyon bölümünü hazırlayan Annegret Richter tarafından hazırlanan 9 filmlik seçki, her birinden tek tek söz edilebilecek kadar başarılıydı. Çok uzun süreceği için yine beni en fazla etkileyen birkaç animasyondan bahsedeyim. Tarz olarak müzikal Disney animasyonlarını anımsatan Gecenin Kadını (Lady of the Night), yıllar önce savaşta kaybettiği arkadaşı için anma yemeği düzenledikten sonra tek başına kalan bir adamın kadın elbisesi giyerek onun anısını yaşatmasını anlatıyordu. Maria Magenta filmi ise evlerine gitmekte olan bir baba kızın ormandan geçerken gördükleri trans kadından etkilenerek onu arabalarına almalarını anlatan keyifli bir filmdi. Kuzular (Lämmer) ise farklı meleyen bir kuzunun anne babasının utanç kaynağı olmasını anlatırken elbette farklılıkları destekleyen bir mesaj veriyordu.

17:00 – Festivalin siyah İngiliz eşcinsel sineması bölümünde yer alan Azgın Hayat (Stud Life) filminde lezbiyen siyahi bir kadın olan JJ ve onun ev arkadaşı olan beyaz erkek eşcinsel Seb ile tanışıyoruz öncelikle. Bu iki arkadaş düzenlerini oturtmuş mutlu mesut yaşarken. JJ’in Elle isimli bir kadına âşık olması sonrası aralarında sorunlar yaşanmaya başlıyor. Bu durum JJ ve Elle arasındaki ilişkiye de yansıyor elbette. Azgın Hayat için eşcinsel karakterler arasında geçen bir romantik komedi şeklinde bir yorum yapsak çok yanlış olmaz sanırım. Özellikle son kısmına doğru filmin bu yönü daha fazla öne çıkıyor. Filmin fazlasıyla düşük bütçeli olduğu fark ediliyor. Ancak karakterler arası ilişkiler ve oyunculuklar fena sayılmaz. Ana karakterin seyirciye doğrudan hitap ettiği video kısımları ise filmin temel dertlerinin daha fazla altını çizmek için çekilmiş gibi. Neticede çok şey beklemeden izlenebilecek bir film. 19:00 – Meksika yapımı Yalnız Yıldızlar (Estrellas Solitarias) bir gece kulübünde çalışan Valentina adındaki trans bir kadınla yıllar önce evinden kaçan ev arkadaşının hikayesini anlatıyor. Valentina’nın tek hayali günün birinde çok ünlü bir şarkıcı olmak. Bu nedenle çalıştığı kulüpte assolistliğin ona geleceği günü bekliyor. Ama gece kulübünün, pek çok farklı suça karışmış olan patronu, geleneksel olarak transların çalıştığı mekâna genç ve güzel bir kadın getirince olaylar karışıyor. Ama zamanla bu kadının da farklı niyetleri olduğu ortaya çıkıyor. Yönetmen Fernando Urdapilleta, müziğin de bol olduğu keyifli ve deli dolu bir suç komedisi çıkarmış ortaya. Filmin gayet iyi işleyen bir temposu ve kendini izlettiren bir yapısı var. Festivalin izlenmeye değer filmlerinden biri olarak iz bıraktı.

109


sonsuz aşkın bulunmaya çalışıldığı söylenebilir ama yöntemi epey ilginç. Aslında yönetmen Marçal Forés’in tüm filmin belli bir duygu üzerinden gitmesini istememiş belli ki. Finalde yaşanan şok edici olaylar sonrasında final jeneriğinin gayet keyifli bir şarkı üzerinden akması da bunun göstergelerinden biri. Özellikle farklı korku filmi sevenlerin ilgi gösterebileceği bir yapım.

19 Ocak Salı: 13:00 – Günün ilk seansı yine bir kısa film seçkisine ayrılmıştı. BFI Flare kısa film seçkisinde, LGBT temalı 9 kısa film yer alıyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse bu seçkideki filmler kişisel olarak çok hoşlandığım filmler olmadı. Demek ki bu seçkiyi hazırlayan arkadaşla beğenilerimiz pek örtüşmemiş. Yine de trans bireylerin fotoğraf çekimleri sırasında ne kadar değişebildiğini gösteren (aslına bakarsanız herkes için geçerli) Bütün Gözler Üzerimde (All Eyes on Me), drag olarak çalışan sanatçıların gece kulüpleri ve bunun dışında kalan yaşamlarındaki farklılıklara odaklanan O (s’He) ve yüzme hocası olan Afrikalı bir erkeğin mayosunda İsa’yı gördüğüne inanan yaşlı bir kadını anlatan Müritler (The Followers) seçkinin ilginç filmleriydi.

16:45 – Bu seansta gösterilen Sonsuz Aşk (Amor Eterno) filmi ile ilgili olarak filmin türü neydi diye sorarsanız korku derim ama filmin sonuna kadar kimi sahnelerde ipuçları verilse de bunu çok da açık etmiyor. Orta yaşlı bir öğretmen ve öğrencisi arasında yaşanan, temelde cinselliğe dayanan bir ilişkinin giderek bambaşka yönlere doğru evrilmesini anlatan film başından itibaren bir tedirginlik duygusu taşısa da sonunda geleceği noktayı çok tahmin edemiyorsunuz. Filmin adından hareketle

110

19:00 – Güney Afrika sinemasından gelen Sen Bakmazken (While You Weren’t Looking) filmi ilk başta, ilişkilerinde sorunlar yaşayan orta yaşlı bir lezbiyen çifti anlatıyor gibi görünürken zamanla odak noktası bu çiftin yıllar önce evlat edindiği kıza doğru kayıyor. Filmin başında erkek arkadaşıyla beraber gördüğümüz bu kız, film ilerledikçe kendisinin de kadınlardan hoşlandığını keşfediyor. Film, Güney Afrika’da lezbiyen olmak konusuna kafa yorarken bir yandan da ülkedeki sınıf çatışması üzerine de bir şeyler söylemek peşinde. Lezbiyen orta yaşlı çift, üst sınıfa dâhil edilebilecek bir yaşam sürüyorlar. Bu nedenle cinsel kimliklerini çekinmeden yaşayabiliyor, hatta politikacıların katıldığı yemeklere katılabiliyorlar. Kızları da benzer şekilde, acaba çevreden ne derler endişesini hissetmeden hayatını sürdürebiliyor. Bunun yanında onun âşık olduğu genç kız, ülkenin varoş semtlerinden birinde yaşıyor ve farklı sıkıntıları var. Çiftin evine temizliğe gelen kadının, çiftin lezbiyenliği ile ilgili herhangi bir derdinin olmaması ama diğer ilişkiye, bizim kültürümüze göre değil, şeklinde yaklaşması da bunun en iyi göstergelerinden biri. Sen Bakmazken, hikâyesini derli toplu anlatan, iyi çekilmiş ve oynanmış bir film. En büyük sorunu, genç kızın girdiği derslerde çekilen kimi sahneler. Bu sahneler filmin mesajını anlamadıysanız, bakın gözünüze sokayım demek için çekilmiş adeta. Kurguda tümden çıkarılsa bir şey kaybedilmezmiş.

20 Ocak Çarşamba: 16:45 – Festival sona ermeye yaklaşırken hafta ortasına Star Wars’u bir kez daha izleme işini sıkıştırdıktan sonra festival filmlerine devam ediyordum. Bu seansta İngiliz yönetmen Topher Campbell’in iki filmi yer alıyordu. Eve Dönüş: Ajamu Hakkında Kısa Bir Film (The Homecoming: A Short Film About Ajamu) adlı 15 dakikalık filmde Campbell, fotoğraf sanatçısı Ajamu’nun bir sergiye yetişme çabasını anlatırken sanatçının çalışmaları hakkında çeşitli isimlerin görüşlerine de yer veriyor. Bu kısa film, genellikle eşcinsel temalı fotoğrafları ile tanınan Ajamu’nun eserlerine bir giriş niteliğinde düşünülebilir. Ayrıca yönetmenin kimi söyleşilerde, farklı kamera açıları ve yakın planlar ile Ajamu’nun eserleri ile bir ortaklık peşinde olduğu söylenebilir. Topher Campbell’in ikinci filmi ise 1987 yılında düzenlenen Siyah Eşcinsel Erkekler Konferansı’nın 20. yıldönümünde gerçekleştirilen ve ilk etkinliğe katılan isimlerden bazılarının katıldığı bir buluşmanın kaydı (ilk filmdeki Ajamu da bu isimlerden biri). Film sonrasındaki söyleşiye katılan yönetmenin de belirtmiş olduğu gibi Şu Hayatlarımızda: 20 Yıl Sonra Yeniden (In This Our Lives: The Reunion) için bir belgeselden ziyade bir belge demek daha doğru olur. Film boyunca bu buluşmada gerçekleşen tartışmaları izliyoruz. Katılımcılar 1987 ile 2007 arasında İngiltere’deki siyah eşcinsellerin durumunu, sorunlarını ve kazanımlarını etraflıca tartışıyorlar. Konunun fikirsel altyapısına ilgi duyanlar için son derece ilginç bir yapım olabilir ama sinemasal bir değerinin olduğunu söylemek çok mümkün değil. 19:00 – LGBT temalı filmlerin önemli bir kısmı kaçınılmaz olarak insanın cinselliği ilk keşfettiği yılları anlatıyor. Sangaile’nin Yazı (Sangailes Vasara) da bir genç kızın, bir yaz boyunca kendisini keşfetmeye çalışan bir

genç kızın hayatını anlatıyor. Yazı annesi ve babası ile geçirirken kasabalarında akrobatik gösteriler yapan uçanlara hayranlık duyan Sangaile’nin içine kapanık bir dünyası vardır. Dışarıyla çok ilişki kurmaz. Ailesi ile ilişkisi de son derece kısıtlıdır. Odasında pergelin iğnesiyle kollarına kesikler atarak hayatındaki boşluğu doldurmaya çalışır. Günün birinde uçakları izlerken tanıştığı bir kızla yakınlaşmaya başlamaları hayatını değiştirecektir. Film Sangaile’nin aşkına onu korktuğu diğer tutkularına yaklaştıracak bir araç olarak yaklaşıyor. İki genç kızın yakınlaşması onu uçaklara da yaklaştırıyor. Belki bu aşk sonsuza dek sürmeyecek ama Sangaile’nin hayatında hep ayrı bir yeri olacak. Tıpkı tüm ilk aşklar gibi. Litvanya’nın Oscar adayı olarak seçtiği bu film epey ödül de almış. Keyifle izlenen yapısı, başarılı oyunculukları ve mekânı da çok iyi kullanan görüntüleri ile bu ödülleri hak ettiği söylenebilir. Farklı bir fiziğe sahip genç oyuncu Julija Steponaityte de bu ilk uzun filmi ile dikkat çekmiş görünüyor. İlerde onu daha büyük projelerde de görebiliriz.

21:30 – Günün son filmi Tayland sinemasından geliyordu. Ait olduğu kültüre yabancı olmamızın da

111


21 Ocak Perşembe:

Divine belgeselinin çekimleri sırasında tanıştığı Tab

Geldik festivalin Ankara ayağının son gününe.

Hunter ile ilgili bir belgesele girişmiş, ortaya da çok iyi bir

Bugün, festival ekibinin büyük kısmı İstanbul’a doğru

belgesel çıkmış.

yola çıkmıştı bile. Ankara ise yılın en karlı gününe uyandı.

Schwarz, bugün 84 yaşında olan Tab Hunter’ı

Ulaşım son derece zor olsa da festival öncesine vizyondan Diren (Suffragette) filmini de sıkıştırmayı başardım.

çocukluğundan itibaren ele alıp Hollywood’daki en

Festival programından ise üç film planlamıştım. Zar

görkemli dönemlerini, gizli bir eşcinsel olarak yaşamını,

etkisiyle Tayland filmleri zaman zaman bizim için

zor sinemaya vardıktan sonra filmlere başladık. Karın

zorlayıcı olabiliyor. Bu nedenle Mavi Saati (Onthakan)

arkadaşlıkları olan iki karakter. Baş başa kaldıklarında da

etkisiyle seyirci sayısı iyice düşmüştü doğrusu.

iyi anlaşıyorlar ama daha fazlasının olup olmadığından

adlı bu filmden önce Uzakdoğu’daki önemli festivallerin

kendileri de emin değiller. Birlikte geçirdikleri günlerde

ekiplerinde yer alan John Badalu tarafından yapılan ufak

yaşadıkları onları birbirlerine daha çok yaklaştırıyor.

açıklamanın gayet faydalı olduğunu söyleyebiliriz. Filme

Kıyı, festivalde farklı örneklerini gördüğümüz

adını veren Mavi Saati, bizim alacakaranlık dediğimiz

büyüme

saat dilimini temsil ediyormuş ve Tayland inanışlarına

Matzembacher ve Marcio Reolon kendi hayatlarından

göre bu saatte şeytani ruhlar açığa çıkarak insanların

esinlendikleri bir hikâye oluşturmuşlar ve bu samimi

içlerine giriyormuş. Bu bilginin ışığında filmi izlemek iyi

hikâyeyi iki iyi genç oyuncuyla desteklemişler. Yarına ne

oldu.

kadar kalır bilinmez ama festivalin iyi filmlerinden biriydi.

öykülerinden

biri.

Yönetmenler

Filipe

Fantastik korku türüne dâhil edebileceğimiz bu

112

Anthony Perkins gibi ünlülerle ilişkilerini ve giderek yıldızının sönmesini ve sonunda sinemayı bırakmasını ama 30 yıldır da sağlam bir ilişki sürdürmesini anlatmış. Film, Hunter’ın yaşamını anlatırken bir yandan da 1950’lerdeki Hollywood stüdyo sistemini masaya yatırıyor. O yıllarda stüdyolar, oyuncuların tüm yaşamlarını bir ürün olarak planlamışlar. Belki Hunter gibi oyuncular eşcinselliklerini gizlemek zorunda kalmışlar ama diğer star oyuncuların da farklı bir durumu olmamış. Stüdyonun karar verip

filmde bu kez iki genç erkeğin aşkını izliyoruz. Filmin

16:45 – Bu seansta yer alan Kırık Gardenyalar

başında ıssız ve yıkık dökük bir havuzda buluşan iki gencin

(Broken Gardenias) bağımsız bir Amerikan filmiydi.

durumlarında bir tuhaflık olduğunu hissediyorsunuz.

Filmde biri fazlasıyla saf ve içe kapanık, diğeri ise

yapmalarının normal karşılanan hareketler olduğunu

Yönetmen, filmin başından beri seçtiği kamera açılarının

hayatın içinde yoğrulmuş enerjik iki genç kadının Los

görüyoruz örneğin.

da yardımıyla sürekli olarak bunu vurguluyor. İşin içine

Angeles’a yaptığı yolculuğu izliyoruz. Bir yol filmi demek

aile ve okul da girince ana karakterimiz sayılabilecek

yanlış olmayacaktır. Doğrusunu söylemek gerekirse

olan Tam’ın yaşadıklarının ne kadarının gerçek, ne

de Amerikan bağımsız filmlerinin ve yol filmlerinin

kadarının hayal olduğu iyice belirsiz bir hal oluyor. Filmin

kurallarından çok da dışarı çıkmıyor. Toplumun yerleşik

finaline doğru işlenen suçu kimin gerçekleştirdiği de

kurallarına çok uymayan ama iyi kalpli karakterler, yol

21:30 – Geldik festivalin Ankara ayağının son

hemen her anlattığı konuyla ilgili bir sahne koymayı

öyle. Film çıkışında festival takipçilerinden bir kaçıyla

boyunca karşılarına çıkan ilginç kişilikler ve zorlukları

filmine. Devam eden kar yağışında eve nasıl dönecektik

konuşmamızda anladık ki hepimizin gerçeğin nerede

başarmış. Söyleşi için de doğru yerlerde doğru kişileri

atlattıktan sonra mutlu sona bağlanan bir hikâye. Tüm

bilinmez ama son filmi de izlemeden yapamazdım.

başlayıp nerede bittiği konusunda farklı teorilerimiz

bunların iyi bir şekilde birleştirilmesi, ortaya iyi bir film

Salonda 3-5 kişi kalmıştı zaten ama bu son belgeselin

olmuş. Sadece seyirciyi üzerinde düşünmeye iten bir

de çıkarır ama Kırık Gardenyalar bunu biraz fazla bildik

iyi olduğunu duymuştum. Bir dönemin Hollywood’un

açıkça söyleyen bir kişiyle ilgili bir belgeselde yer almasını

film olması bile filmi başarılı kılıyor ama yönetmenin

şekilde yaparken amatör bir film olduğunu da fazlasıyla

en popüler genç oyuncularından biri olan ama bugün

beklemeyeceğimiz bir ismi bile ikna etmeyi başarmış.

oluşturduğu atmosferi de son derece başarılı buldum.

hissettiriyordu.

neredeyse unutulan Tab Hunter hakındaki, Gizli Dosya:

yan yana getirdiği oyuncuların aşk yaşıyormuş numarası

Schwarz, Tab Hunter’ın hayatını anlatırken tıpkı diğer belgesellerinde olduğunu gibi çok iyi bir arşiv çalışması yapmış. Hunter’ın pek çok filmini tarayarak

kullanmış. Clint Eastwood gibi eşcinsel olduğunu artık

Filmden sonra evlerimize dönmeyi başarabildik

Taylandlı yönetmenlerin isimlerini akılda tutması zor

19:00 – Bu seansta yer alan Kıyı (Beira-Mar)

Tab Hunter (Tab Hunter Confidential) belgeseli oyuncunun

oluyor ama Anucha Boonyawatana ismini bir yere not

filmi de iki genç erkeğin arkadaşlıkları üzerine. Bir aile

yükseliş ve düşüş öyküsünü anlatıyordu. Daha önce Vito

ettim. Bir yerlerde yeni filmlerine rastlayacak olursam

meselesini çözmek üzere deniz kenarında bir evde

Russo ve Divine gibi önemli eşcinsel ve trans figürlerle

sonraki üç günü de İstanbul’da geçti. Böylece bir festivali

mutlaka izlemek isterim.

birkaç gün geçirmeyi planlayan Martin ve Tomaz, iyi bir

ilgili başarılı belgeselleri ile tanıdığımız Jeffrey Schwarz,

daha bitirdik ve yenisini beklemeye başladık.

ve festivalin Ankara ayağını bu filmle kapadık. Festivalin

113


114


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.