İÇİNDEKİLER
04 Fantastik Şiir - Yaşlı Vampir Avcısı ve Emaneti
05-07 Korku Köşesi-Karakoncolos 08-11 Korku Köşesi-Uyku Kaçınca 12-15 Korku Köşesi-Voyvoda'nın Askerleri Wuthering Heights (1992)
16-17 Korku Köşesi- Püsküllü Gölgeler 18-25 Röportaj-Aslan Şükür 26-32 Çizgi Roman Ön okuma - Kıbrıs Çizgiromanı.
87. Sayı ile
tekrar birlikteyiz.
33-36 Öykü - ilham Perisi 37-44 Yeni Çıkanlar- Batman Korkutma Taktikleri-istos yayın'ın yeni kitapları
Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Mehmet Berk YALTIRIK golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Cihan Oğuz DEMİRCİ Pinup: Zeynep ZEZE Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/
raflarda! 45-51 Öykü- Akdon IV -Neyzen'in Kabri 52-55 Çizgi Roman İnceleme -Şahsi Bir
Editör'ün Kalemi'nden
Robert Crumb Biyografisi 56-60 Öykü- Günahların Bekçisi-Bölüm 6Bahçıvan ve Sahra
61 Sinema- Fantasturka Başlıyor.
62-67 Çizgi Roman - KAGAN (8.bölüm) 68-75 Öykü- Son İstasyon 76-77 Kitap İnceleme- Hurin'in Çocukları J.R.R. Tolkien
Eskiyen bir yılın yeni sayısı, bir kere daha huzurlarınızda. Öykülerinden anlatılarına, film bilmecesine “korku köşesi” ile, ilk kez okuyacağınız röportaj ve incelemelerle, bin bir serüvene gark edecek çizgi romanlarla yine toparlanıp masa üstünüzde yerimizi aldık… Yeni bir yılın hazırlığı son hızla sürerken, kışın kapıya dayandığı şu günlerde eski soba başı öykülerinin sıcaklığını, yine bir Gölge e-Dergi sayfaları üzerinden sizlere aktarmanın mutluluğunu ve gururunu yaşamaktayız. Hepinize iyi seneler ve iyi okumalar dileriz…
78-82 Öykü- Yukarıdaki Dünya Mehmet Berk YALTIRIK
83-88 Sinema- Sinema Aşkı ile 20 Yıldır Yollarda. 89-95 Çizgi Roman - Harry Kane
96 Pinup
3
KORKU KÖŞESİ
Fantastik Şiir
Bir gün seni bulacaklarına eminler Sürekli senin adını fısıldayıp duruyorlar Seni esrarengiz ormanın karanlığında bekliyorlar Buna o kadar eminler ki, seni bulacaklarına Bu ormanın ağaçları gam dolduğunda Yapraklar neyi örtüyor merak etmedin mi? Ya bu ormanda ki geceleri çöken matem havasından Hiç sırtın ürpermedi mi? Işığın düşleri senin yaşadığın güzellik Asıl gerçekler kâbuslardır ay ışığın da ki Onlara vampir denir Hiç vampir nefesi hissettin mi boynun da Hissetmemiş olman iyi anla ki hayatın yolunda Yaşamın kıymetini bil ve anla Bak çocuklarına bırakmak istediğin dünyaya O ormandan uzaklaşmalıyız gidelim Uzun yolumuz, ömrümüz ve avlayacak Tonla kan emici var kılıcımı bilemeliyim Biraz daha güç bulalım, bize asla ulaşmamalılar Seni o katliam gecesinden kurtardığımda Kendime bir söz verdim ve asla dönmedim Ah! Küçüğüm bu iğrendiğim dünya da İyiye güzele doğruya dair her şeyimsin Benim de kimsem yok senin gibiyim Bana çocukluğu ve masumiyeti hatırlatıyorsun İçim arınıyor sana bakınca ruhumu dinlendiriyorsun Bir de elimde ki vampir kanı bulaşmış kılıçlar Seni hiç alabilir mi elimden o aldatıcılar Hadi uyu biraz da şu lanet yerden gidelim Kendimize güzel bir yaşam çizelim Kaçmak saklanmak ve avlanmaktan ibaret Zoraki yaşantımıza Yeni bir renk, yeni bir soluk, yeni bir ses getirelim Ve asla yenilmeyelim Karanlığın esaretine asla girmeyelim Yusuf GÜRKAN
4
5
Korku Köşesi Dehşetler Albümü
KARAKONCOLOS Türkiye’nin birçok bölgesindeki yaygın bir inanışa göre kışın en soğuk günlerinde ortaya çıkıp insanlara zarar verdiğine inanılan bir varlıktır. Zemheri’nin yani kışın en soğuk zamanları kabul edilen Ocak ayının ilk on iki gününde sokaklarda dolaşarak rastladığı insanlara: “Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun? Adın ne?” şeklinde sorular sorarmış. Verilecek cevapların içerisinde muhakkak “kara” kelimesi geçmeliymiş, aksi halde karakoncolos elindeki kocaman tarakla insanların başına vurarak onları öldürürmüş. Bundan ötürü kışın evlerdeki taraklar ortada bırakılmaz saklanırmış. Folklor araştırmalarına göre bu cine Doğu Karadeniz bölgesinde daha çok Karakonculu, Karakoncilo, Koncolos, Yaban Adamı denilmekte olup, kışın ormandan sahil köylerine fırtınayla indiğine yahut denizden çıkıp geldiğine inanılmaktadır. İnsanı taklit edip maymuna benzediğine inanılan bu varlığın, küçük çocukları ve yeni doğmuş buzağıları yediğine, bunu engellemek için kapı önlerine “kuymak” adlı bir yemeği koymak gerektiğine inanılmaktadır.
Kaynak: Ayşe Duvarcı, “Türklerde Tabiatüstü Varlıklar ve Bunlarla İlgili Kabuller, İnanmalar, Uygulamalar”, Bilig, S. 32, Kış 2005, s. 126.
6
7
Korku Köşesi
Uyku Kaçınca “İyi geceler sevgilim…” “Sana da bir tanem.” “Doğalgazın vanasını kapattın, değil mi?” “Kapattım kapattım.” “Ay salondaki cam da açıktı...” “Ben kapattııım.” “Dış kapıyı kilitledin mi?” “Kilitledim. Hayatım, biraz sakin olur musun? Yat uyu işte.” “Sana söylemesi kolay Ahmet, her şeyi ben düşünüyorum.” “Ama yapan da ben oluyorum. Şimdi lütfen uyuyabilir miyiz artık?” “Üfff… Tamam hadi, Allah rahatlık versin.” “Sana da…” “Saatin alarmını kurmayı unutmadın, değil mi?” “Aşkım ama!” “Ay tamam. İyi geceler, tatlı rüyalar…” “Hımmmzzzz…” Daha gözlerini kapatır kapatmaz içi geçmişti. Onun uykuya dalmasıyla birlikte üzerinde yattığı zemin de görünmez bir şekilde ters yüz oldu. Ahmet tekrar gözlerini açtığında metrodaydı. Trenin içinde, kompartımanlardan birinde oturuyordu. Etrafında başka insanlar da vardı. Yerin metrelerce altında olduğu için gece mi, gündüz mü bilmiyordu. Nereye gittiğini de bilmiyordu. Çevresine, üstüne başına bakındı. Rüyada olduğunu tahmin ediyordu ve sırf bir rüya bile olsa metrobüste değil de metroda olduğu için memnun oldu. Sonra da rüyalarında sıklıkla olduğu gibi yine çıplak olmadığı için sevindi. Hem çıplak, hem de kalabalık bir metrobüste olmayışına ise ne kadar şükretse azdı. Kendisiyle ilgilenmeyi bırakıp etrafına baktı. Herkes kendi halinde görünüyordu. Yanında oturan orta yaşlı adam telefonuyla oynuyordu. Kenardaki amca gazete okuyordu. İki yaşlı teyze birbirlerine torunlarını anlatıyorlardı. Ayakta duran genç çocuğun kulaklıklarından müzik sesi duyuluyordu. Tanıdık bir melodiydi ama Ahmet hangi şarkı olduğunu çıkaramamıştı. O sırada onunla göz göze geldi. İlkokul öğretmeni Selda Hanım tombul vücuduyla ayakta duruyor ve ince gözlüklerinin arkasından ona bakıyordu. Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen hiç değişmemişti. Aynı huysuz ve ruhsuz ifadeyle gözlerini Ahmet’e dikmişti. Eski günlerdeki gibi, “Ahmet! Sorumsuz Ahmet! Kendini de evde unutsaydın ya çocuğum!” diyecekti sanki. Hemen kafasını çevirdi. İlkokulda da böyle yapardı. Sözlüye kalkmamak için öğretmeniyle göz göze gelmemeye çalışır, başını önüne eğer, her seferinde de suçlu gibi yakalanırdı. Fakat artık yakalanmaktan korkmasına gerek yoktu, o bir yetişkindi. Nedense bunu kendine hatırlatmak zorunda kalarak bakışlarını metronun içinde gezdirdi. Ayakta duran genç çocuğun kulaklıklarından yayılan müziğin sesi yükselmişti.
8
9
Korku Köşesi
Korku Köşesi
Zeki Müren “Lingo Lingo Şişeler”i söylüyordu. Metro bir istasyonda durdu. Kapılar açıldı, inen olmadı ama
bağıramamak da kabus klişelerinden biriydi ve olmuşla ölmüş gibi, klişelere de çare yoktu. Selda Öğretmen
birkaç kişi bindi. Bakkal Hamdi Amca koca göbeğiyle koştura koştura geldi ve kapılar kapanmadan hemen
bir kolundan, Bakkal Hamdi bir kolundan tutarken Ahmet çırpınmaya devam etti. Ancak ortaokuldaki
önce kendini trenden içeri attı. Nefes nefese kalmıştı.
sivilceli pis şişko üzerine çıkıp da onu yere serince hiçbir şey yapamadı. Üçü birden Ahmet’i boğarken şişko
“Şişeleeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeerrrr…” Küçükken oturdukları mahalledeki bakkalla göz göze gelince bir an ne yapacağını bilemedi Ahmet.
oğlan cebinden bir telefon çıkarıp konuşmaya başladı. “Yakaladık, evet. Artık elimizde. Bir kaçak daha…”
Özellikle de adamın yıllar evvel öldüğü göz önüne alındığında, burada karşılaşmayı beklediği belki de son
Konuşurken çocuğun yüzü değişmiş, bir başkası olmuştu. Aynı şekilde Selda Öğretmen ile Bakkal
kişiydi Hamdi Amca. Kel kafası, gür bıyıkları ve iri cüssesiyle her zaman çocukları korkuturdu. Özellikle de
Hamdi de artık başka başka kişilerdi. Kabusunda can verirken Ahmet’in gördüğü son şey bu yabancıların
dükkanından şeker, sakız ve gofret aşıranları… Ahmet hiçbir zaman buna cesaret edemezdi ama Hamdi
yüzü oldu. Sonra gözlerini yumdu ve o anda her şey yine ters yüz oldu. Ahmet gözlerini açtığında
Amca yine de ona sinir olurdu. Çocuğun getirdiği boş gazoz şişelerini alıp depozitosunu geri verirken
yatağındaydı ve bağırıyordu.
hep kendi kendine söylenirdi. Hatta bir süre sonra depozitolu şişe kabul etmediğini öne sürerek çocuğu
“Ahmet! N’oluyor, iyi misin?”
dükkandan kovalar olmuştu. Bundan kısa bir süre sonra da bir araba kazasında öldü zaten. Ahmet ise o
“Hı?”
zamanlar ettiği beddualar yüzünden adamın öldüğünü düşünerek günlerce vicdan azabı çekmişti; çünkü
“Ay kabus mu gördün?”
annesi çocukların duasının tuttuğunu söylerdi hep.
Ahmet ter içindeki yüzünü çevirip yanındaki kadına baktı. Sadece kafa sallayabildi. Kadın ise
Hamdi Amca da bunu biliyormuş gibi bakıyordu şimdi. Soluklanması geçmiş, kendini toparlamış,
rahatlamıştı, “Tamam canım, geçti. Yat hadi, sabah erken kalkacağız.”
gözlerini de Ahmet’e dikmişti. O ve Selda Hanım bakışlarını bir an olsun ayırmıyorlardı üzerinden. Ahmet
“Sen yat… Benim uykum kaçtı.”
ne yapacağını şaşırmıştı. Oturduğu koltuktan kalkıp yerini onlara vermeyi düşündü ama hangisine
Kadın başını sallayıp uykusuna geri dönerken Ahmet bir süre daha yatağın içinde oturup kendine
verecekti ki? Yaş olarak Selda Hanım daha büyük olmalıydı, üstelik bayandı. Fakat Hamdi Amca da ölüydü.
gelmeye çalıştı. Başaramayınca kalkıp mutfağa gitti. Uykusu kaçmıştı kaçmasına ama bilmediği şey, bir
Bu durumda toplu taşıma araçlarında oturuş üstünlüğü kime geçerdi?
daha asla uyuyamayacak olmasıydı. Çünkü kaçak yakalanmıştı.
“Şişeleeeeeeeeeerrr…” Daha fazla dayanamadı, metronun istasyonda durmasını fırsat bilerek kendini dışarı attı. Nereye
Öykü: Funda Özlem ŞERAN
gittiğini bilmediği için inmekte de bir sakınca görmemişti. Şimdiyse hangi istasyonda indiğini bile bilmiyordu. Tabelalarda hiçbir şey yazmıyordu. Etrafına bakınırken biriyle çarpıştı. Kafasını eğip baktığında ortaokulda onu günde beş posta dövmeyi adet edinmiş olan sivilceli şişkoyla karşılaştı. Çocuk tıpkı o zamanki gibi, yüzünde pis bir sırıtışla Ahmet’e bakıp burnunu çekiyordu. Ahmet artık yetişkin bir adam olduğunu çoktan unutmuştu, korkuyla geri çekilerek çocuktan uzaklaştı. Aksi yöne gitmek üzere döndü; ancak bu sefer de Selda Öğretmen’le Bakkal Hamdi’nin kendisinden sonra metrodan indiklerini fark etti. Bakışlarını ondan ayırmadan peşinden geliyorlardı. Sanki sözleşmiş gibiydiler, aynı düşman tavırla yaklaşıyorlardı. Ahmet kaçması gerektiğini biliyordu. Nedenine çok fazla kafa yormamıştı ama çocukluğunda ve ergenliğinde kendisine kabus olmuş insanların kalkıp –üstelik Hamdi Bakkal düşünüldüğünde, bir de mezarından kalkıp- bir araya gelerek onun kabusunda ortaya çıkmaları hayra alamet olamazdı. Derin bir nefes aldı ve koşmaya başladı. Daha doğrusu o koştuğunu sanıyordu; çünkü kalabalığın içinde hareket etmeye çalıştıkça bacakları ağırlaşıyordu. İstasyondaki insanlar bir anda bataklıktaki kum taneleri gibi davranmaya başlamışlar, Ahmet’i gittikçe daha derine çeker olmuşlardı. Aralarından sıyrılıp kaçmaya uğraşıyor ama aynı yerde sayıp duruyordu. Sonunda bağırmayı akıl etti. Ağzını açtı ve ciğerlerinden yükselen havayı şiddetli bir çığlık olarak dışarı atmak için kendini zorladı. Fakat hiçbir ses çıkmadı. O kadar koşup da ilerleyememek gibi, ağzını açıp
10
11
İllüstrasyon: Eren ERSOY
Korku Köşesi
Voyvoda'nın Askerleri Snagov Ormanı’nda bir açıklıkta, ateşin etrafına dizilmiş beş karaltı görülmekteydi. Sırtlarındaki çuhadan pelerinlere sarılmış, arada sırada kırbalarındaki Macar şarabını bir diğerine uzatan, önlerindeki koyun peynirinden kopardıkları parçaları ağızlarına atan bıyıklı, sakallı kimselerdi. Kafalarındaki sorguçlu kalpaklardan ve pelerinin altından fark edilen vahşi hayvan postlarından, bellerinde ucu eğik palaların yanı sıra Frenk meçleri de taşımalarından akıncı oldukları zor anlaşılmaktaydı. Ancak üç tanesinin kafasındaki sarıktan, Osmanlı topraklarından geldikleri anlaşılabiliyordu. İki yoldaşları da onlardan biraz geride keçeden örtülere sarınmış, atlarını bağladıkları bir ağaç yığınının dibinde uyumaktaydı. Kara bulutların gölgelemediği anlarda ay ışığının gündüz gibi ortalığı aydınlattığı, soğuktan toprağın altındaki ölüleri bile donduran kasvetli bir Eflak gecesiydi. Uzaktan uzağa işitilen kurt ulumaları ve baykuş ötüşleri haricinde hiçbir ses duyulmamaktaydı. Biraz uzaklarındaki gölde tek bir dalga kıpırtısı bile yoktu ki ürkütücü bir dinginlik geceye hakim olmuştu. İçlerinden biri sordu: “İsmail’len Lofçalı gecikti be… Şüyle bir kol gezıp gelırız dedıler, ne yanda kaldılar?” “Gelirler be ne acelen vardır?” “Durulmaz bu uğursuz ormanda. Tez gelsinler de savuşalım bre…” “Nereye savuşursun? Bey emretmıştır, akıncı türesidır. Gün ağarana dek kalırız buracıkta. Ne bilelım ardımızdan dost mu gelecek, düşman mı gelecek?” “Abe ölmüştür Kazıklı. Çıkarmışızdır Eflak’ın tahtına Basarab Beg’i. Dosttur bize, biz verdık ona tahtı ne kütülük etsın bize?” “Ne bilırsın o mendebur Kazıklı’nın üldüğünü be? Kaç adam çıkardılar üstüne, kaçı sağ ele geçırdı? Hep öldü sandılar bir yerlerden çıktı geldi more! Bu sefer kellesını bile aradılar da o kalabalıkta bulamadılar… Ben da meraklı değilım bu uğursuz yerde kalmağa ama Malkoçoglı Beg’in emridir, şafağa değin beklerız burada.” Sultan Mehmed’in Eflak üzerine gönderdiği akıncı kollarından birine mensuplardı. Sabık voyvoda “Kazıklı Beg”in öldürüldüğü o son akında yer almışlardı. Ondan önce de onun yaptığı kanlı baskınları, ilk Eflak Seferini, Voyvoda’nın Tuna Nehri’nin güneyine inip kazıklara vurduğu ahaliyi, Braşov etrafındaki kazıklar ormanını ve işkence sonucu can vermiş binlerce cesedi görmüşlerdi. Geceleri takip esnasında türlü orman kuytusundan, fırtınaların esip durduğu dağ başlarından geçmişler, Karpat Dağları’nın korkunç gölgelerinde onu arayıp durmuşlardı. Onu ve son askerlerini kılıçtan geçirdikleri bu Snagov Ormanı’nda, Eflak’ın yeni begi Basarab’a idareyi teslim ettikten sonra geri dönüş yoluna çıkan Osmanlı Ordusu’nun en gerisinde kalmışlardı. En gerideki akıncı kolunun, en arkada bırakılan yedek kuvvetleriydiler. Şafağa dek orada bekleyip yolları yoklayacaklar, ardından onlar da savuşup memleketlerine, Tuna’nın güneyine geri döneceklerdi. Her birinin içinde tarifi belirsiz bir korku vardı. Türlü günahlar işlemiş voyvodanın ve askerlerinin öldüğüne bir türlü inanamıyorlardı. Sanki Snagov Ormanı’nda yakalayıp kılıçtan geçirenler kendileri değilmiş, cesetlerini bataklığa ve denk geldikleri yere topluca gömenler onlar değilmiş gibi karanlıktan
12
13
Korku Köşesi
Korku Köşesi
çığlık çığlığa pusu yerlerinden çıkıp gelecek Eflak askerlerini ve onların korkunç suretli Kazıklı Beg’lerini bekliyorlardı. Ormanın içinden bir anda korkunç bir at kişnemesinin sesleri yankılanınca ayağa fırlayıp silahlarına davrandılar. Ormanın içinden çıkıp ateşin yandığı yere doğru seğirten tek bir atlı vardı. Kim olduğunu seçemediler ancak atlı onlara: “İsmail! İsmail’i yakaladılar!” diye bağırınca gelenin Lofçalı olduğunu anladılar. Uykuya dalmış olan atların oradaki akıncılar dahi ayaklanıp kılıçlarını çekmişlerdi. Lofçalı ateşin oraya varınca atını beyhude yere teskin etmeye çalıştı ancak atı korkunç bir şeyler görmüş gibiydi. Bir anda Lofçalı’yı sırtından atmaya muvaffak olunca kişneye kişneye ağaçlığın arasına karışıp kaybolmuştu. Atın kişnemeleri diğer atları da huzursuz edince onlar da oldukları yerde eşinmeye başlamış, iplerine asıla asıla ürkünç kişnemelerle gecenin sessizliğini yırtmaktalardı. Yere düşen Lofçalı’nın etrafına toplanan akıncılar, kanayan başını kaldırıp çuhadan bir yastığı altına koydular. Başka bir kırbadan su içirip kendine gelmesini beklediler. Lofçalı, güç bela konuşmaya çalışıyordu. Zaman zaman kendini kaybetse de gözlerini bir anda açarak başına gelenleri anlatıyordu: “Ma… Ma… Manastırda… Manastırın oradan ge… geçerdık. Gürdük birilerını, sandık rahip… İçlerinden birinin kadın olduğunu gürünce, ölen askerlerden birinin yakını zannettik ama içimize bir kurt düşti. Kol gezmeğe çıktığımızda rastlamamıştık bunlara, sanki bizim geçmemizi bekleyip saklandıkları bir yerden çıkmış gibiydiler more! Düştık peşlerıne, bir baktık kabirlerin uradalar… Üldürdigimiz askerleri gömdüğümüz yer! Yanlarında vardı bir kızan, kanini akıttılar tuprağa… Tupraktan çıktılar be… Kıyama geldiler… İsmail’i atıylan birlikte yakaladılar be!” “Kimi dersın be? Kim çıkmiştir topraktan?” “Vo… Vo… Voyvoda’nın askerleri!” Lofçalı son kelimeyi söyler söylemez gözlerini kapatmıştı. Nefes almadığını anladıklarında usulca yattığı yere bırakıp, iki yoldaşlarına hem atların hem onun başında beklemelerini söylediler. İsmail’in naaşını almak ve onun kanını döken o kimseleri bulmak üzere manastıra doğru ormanın karanlıklarına karıştılar. Snagov Manastırı, gölün üzerinde kıyıya oldukça yakın bir adacık üzerine inşa edilmişti. Ay ışığının altında tüm haşmetiyle dikilmekteydi. Akıncılar, manastırın kıyısındaki kendi elleriyle açıp cesetleri gömdükleri toplu mezarlığa geldiklerinde yola pek çok toprağın serpilmiş olduğunu, bir nice çukurların açılmış olduğunu gördüler. Gördüklerine bir anlam veremeyerek çukurlara bakına bakına ilerlerlerken yol üzerinde İsmail’den arta kalanları buldular. Binlerce vahşi el tarafından etleri parça parça kopartılmış, kendisinden geriye kanlı kemiklerden, giysi parçalarından ve silah kemerinde asılı silahlardan başka bir şey kalmamıştı. Korunun içine dek uzanan toplu mezarların olduğu yerde gördükleri birkaç zayıf ışıltı, akıncıların o tarafa yönelmesini sağlamıştı. Elde kılıç temkinli adımlarla ilerleyen akıncılar, karanlıktan fırlayıp gelebilecek oklara ve çıdalara hedef olmamak için kısmen eğilerek ilerlemektelerdi. İleride gördükleri ışıltıları kandillerden yayılan zayıf ateş parıltıları zannederlerken ay ışığının aydınlattığı bir başka açıklığa geldiklerinde korkunç bir yanılgıya düşmüş olduklarını anladılar. Gördükleri parıltılar, üzerlerinden toprak taneleri düşen, kimisi böğrüne saplı kazıkları, mızrakları taşıyarak dolanan askerlerin gözlerinden gelmekteydi. Şimdiden ay ışığı altında bembeyaz suretleriyle korkunç bir hale bürünmüş olan askerler, kanlı pençelerini onlara doğru uzatmış bir halde adım adım yaklaşmaktalardı.
Onların bu halini gören akıncılar korkuyla gerisingeri dönerek kaçmaya başladılar. İçlerinden bir tanesi yere yıkıldığında dahi geri dönüp kaldırmaya takat bulamamışlardı. Arkadaşlarının canhıraş çığlıkları ormanda yankılanırken atlarını bağladıkları yere doğru taban tepiyorlardı. Atlarını bağladıkları yere geldiklerinde bir başka dehşet manzarasıyla karşılaştılar. Gölden çıkıp gelen ölü askerler, atların ve geride kalanların başına üşüşmüşlerdi. Atların kişnemelerine, tepinmelerine aldırmadan pençeleriyle hayvanları parçalamaya çalışıyorlardı. Akıncılardan kalanlar, onlardan kurtulabilmek için çılgınca bir dürtü ile bu sefer ormana doğru hamle yapmışlardı ama oradan da başka gelenler olduğunu görerek duraksadılar. Ormanın karanlıklarından gözlerinden soluk ışıltılar yayılan, böğürlerine göğüslerine saplı okları, kazıkları, mızrakları sürüye sürüye yaklaşmakta olan ölü askerleri görünce kimisinin korkudan dizlerinin bağı çözüldü. Kalabalığın arasından kendilerine yaklaşan tanıdık bir siluet gördüler. Yüzünde ürkünç bir sırıtış belirdiğinde, ay ışığı altında kanlı ve sivri dişleri fark edilen bu siluetin bizzat öldürdükleri Kazıklı Beg’den başkası olmadığını büyük bir ürperti ile fark etmişlerdi...
14
15
Not: Joseph Vargo’nun, 1989 tarihli “Vlad’s Army” adlı illüstrasyonundan ilham alınarak yazılmıştır. http://www.josephvargo.com/images/01_Vampires/VladsArmy.jpg
Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Korku Köşesi
Korku Köşesi
Püsküllü Gölgeler Korku Filmi İncelemesi
Bilin bakalım ben ne izledim? Bir, iki, üç! Kimse kıpırdamasın! Büyük bir ev düşünün. En ufak sesin yankılanarak en ücra köşesinden bile duyulduğu bir ev. Çığlıklar katlanarak arttığında işittiğiniz sesler siz arkanızı döndüğünüzde aniden susuyorsa? Ya kimseyi göremiyorsanız ardınızda? Soğuk… Buz gibi havada nefesiniz kesilene kadar koşuyor, yetişmeye çalışıyor ama dokunamıyorsanız? Gece yarısı ortaya çıkan sesler sizi uykunuzdan ediyor ama suçluyu bulamıyorsanız? Elbette delirmediniz. Sadece sizinle oynamak isteyen ruhlara sahipsiniz! Bu çocuklar oynamaktan inanılmaz keyif alıyor olmalı. Hiç büyümeyen altı çocuk, yanlarına almak istedikleri yeni dostlarıyla oynarken geçmişe adım adım ilerleyeceksiniz. O günlere ait anılara yolculuk ederken kaybettiğiniz birini nasıl bulacağınıza dair bir fikriniz var mı? Çocuklar oyun oynamayı severler. Gecenin saati kaç olursa olsun sizleri oyunlarına davet ederken yaşadıklarınız size geçmişinizi fısıldayacak. Uğultuyu dinlerken bebek arabasından çıkan oyuncak bebek size yol gösterebilecek mi peki? Peki ya kırılan camlar, kapanan kapılar, çıkan gürültüler içinde kaybettiğiniz birini nasıl bulacaksınız? Size söylemiştim, oyun oynamayı seven ruhlara sahipsiniz! Onlarla oynamaya başlamanız gerek artık! Bir, iki, üç! Kimse kıpırdamasın! Artık arkanızdalar ve sizinle oyun oynamaya hazırlar! …
16
Siz hiç oyun parklarına gittiniz mi peki? Bendeki de soru! Elbette gittiniz. Balonların, pamuk şekerlerin, palyaçoların, atlıkarıncaların, dönme dolaplarının olduğu bir yerde herkes gibi eğlendiğimiz o günlerden kalan hatıralarımız bize tebessüm ettirir. Bu durum bazı zamanlarda tersine işleyebilir. Gördüklerinizin başkaları tarafından görülmediğini fark ettiğinizde artık size tebessüm ettiren eğlenceli şeyler şimdi ne hissettirecek? Belki de sizin gibi düşünen birkaç dostunuz daha vardır. Belki onlar da gördüğünüz şeyle tanışmışlardır. Şimdi bile etrafınıza iyi bakıp dikkatli olmanız gerekiyor. Çünkü her an ortaya çıkabilir ve sizi yanına davet edebilir. Daha önce yanına davet ettikleri henüz geri dönmedi. Küçük kâğıttan gemileri suda yüzdürürken kayıp giden gemi değil belki de çok sevdiğiniz biri olabilir. Sadece kendiniz için değil sevdikleriniz için de dikkatli olmalı ve onu yok etmenin yollarını aramalısınız. Onu nasıl yok edeceğinizi size hisleriniz söyleyecek. Onlara kulak verin. Siz korkudan çığlıklar atarken o size fısıldıyor olacak. Balon ister misin küçüğüm? Bazen ne istediğine dikkat etmelisin. … Bunları durdurmak mı istiyorsun? Nasıl başarabileceğini düşündün mü hiç? Onları nasıl dinleyeceğini sanıyorsun? Belki fısıldamalarını duymak için yardıma ihtiyacın vardır. Gereken yardımı aldığında yapmayı istediğin şey ne olacak? Bunları durdurmak mı? Yoksa sadece ne dediklerini dinleyip ait olduğun yaşamına geri dönmek mi? Olmayan sesleri işittiğinizi kime bahsedip yardım dileyebilirsiniz ki? Sabah uyanıp kahvenizi almak için mutfağınıza gittiğinizde dışarıda birini fark ettiniz mi hiç? Peki ya işyerinizin tam karşısında da aynı kişi duruyorsa? Her zaman söylerim. Birini gün içerisinde bir kere görüyorsanız tesadüf, rastlantı ya da adı her neyse… Aynı kişiyi ikinci kez görüyorsanız algılarınızın tamamen açık olmaya başlaması gerekiyordur. Bir kişiyi aynı gün içinde ikinci kez görmek kastın habercisidir. Üçüncü kez karşılaştığınızda ise derin bir nefes alıp koşmaya başlayabilirsiniz. Takip ediliyorsunuz! Siz uyurken de susmayan ruhların seslerini kayıt etmek hiç aklınıza gelmiş miydi? Belki gelecekten bize haber yollamak için direnen kaybettiğimiz insanlar vardır. Bizleri cennet ve cehennem bekçilerinin savaşı bekliyor. Aşık olduğunuz insan bir gün ölürse ve sizinle iletişim kurmak istediğinde bunu radyo üzerinden yapmaya çalışırsa… O aşık olduğunuz insanı hala seviyor olur muydunuz ondan korkmadan? … Belki de delirmişsinizdir. Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi tedavi sürecinize eşlik etmek için uygun bir mekân gibi görülebilir. Ya orada olanlara ne demeli? Çatıdan atlayıp intihar eden ‘deli’ dediğimiz tedavi gören insanın bunu akıl etmesi sizce de ilgi çekici değil mi? Tedavi yöntemlerini beğenmeyip kendi kendine çözüm bulduysa peki biz hala ona ‘deli’ diyebilir miyiz? Belki de tedavi görenlere daha yakından ve dikkatli bakmak gerekiyordur. Öznur BAYCAN
“Vigor Filth” “Yetimhane – O – Hayalet Sesler – Gen”
17
Röportaj
Röportaj
Aslan ŞÜKÜR
O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler Yaşar Kemal’in cümlesidir bu başlık. Bir devrin bitimine tanıklık eden ölümsüz cümle. İşte öyle oldu. Çizgi romanın altın çağının kahramanları bindiler atlarına, binip gittiler. Biz de bu sayımızda o altın çağın değerli isimlerinden biriyle Aslan Şükür’le yaptık bu sayının röportajını. Aslan Şükür ki o altın çağı her şeysiyle yakalamış, bitiminedek tanık olmuş. Şimdi bir köşede uzaktan uzaktan izlemekte olan biteni. Biz iki koleksiyonerin; Tuğban Aksoy ve Ömer Atakan’ın yaptığı AHYAAAK! Aslan Şükür’ün Çizgileriyle Kahramanlar ve Kapaklar albümü sebebi ile ziyaret edelim istedik. Sağolsun Fatih Okta abimiz aracılığı ile iletişim kurup fotoğraf sanatçısı Mustafa Cambaz’la birlikte ziyaret ettik.
Aslan Bey öncelikle size albümü soralım. Bu güzel albüm yeni basıldı. Nedir bu albümün hikâyesi nasıl basıldı? Tuğban Aksoy ve Ömer Atakan arkadaşlar geldiler, hem bunlar koleksiyonerler, hem de dediler ki “Aslan ağabey biz bunun kitabını yapacağız” ben de dedim ki “Bana göre sorun yok, benim için prestij, ama size maliyetli olabilir.” Onlar “Biz razıyız Aslan abi, kitabı çıkartmak istiyoruz. Çünkü 1970’den beri çizgi romana damgasını vuran sensin” dediler. Ben de “siz bilirsiniz, kitabı istiyorsanız basabilirsiniz” dedim. Peki bu süreç ne kadar sürdü, içeriğinde neler var? Bu süreç iki sene kadar sürdü. İçinde 1971’den günümüze kadar olan süreçte çizdiklerim var. 20 sene çalıştım Tay yayınlarında, bu 20 sene içinde yaptığım çizgi roman kapaklarından seçmeler var.
mı ne, annemin yemek kitabına kovboy resimleri, kılıç at çiziyordum. Hala da o resimler mevcut bende. Kitap aralarına devamlı çizerdim bir şeyler, demek ki varmış içimde. İlkokul bitti, İstanbul’a geldik o çizme isteğim devam ediyordu fakat karikatüre daldım. Akşam gazetesi ve Hayat dergisine karikatür çiziyordum ortaokul yıllarında. Oradan harçlığımı çıkartıyordum rahmetli Nehar Tüblek vardı Akşam gazetesinde. O yardımcı oluyordu “Aslancığım şöyle yapalım, böyle yapalım” diye. Sonra ne hikmetse soğudum, dedim “illa ben ressam olacağım” daha cazip geldi. Sonra Nebioğlu matbaası vardı, orada Kemal Görenç vardı rahmetli, eski renkleme sitili çinkolar üzerinde, çok eski bir şey o. Her rengin çinkosu vardır, film afişleri okul dergileri filan da hazırlanırdı. Her rengin değişik ilaçları vardı onlara göre renkler hazırlanır, ona göre renklenirdi. Derken turistik eşya üzerine resim çizmeye başladım sonra askerliğim geldi, askerden sonra da turistik eşya üzerine çizmeye devam ediyordum sonra Yücel ağabey geldi, Yücel Köksal, ressam. O zaman Zagor’un kapak resimlerini çiziyordu. Pekos Bill çıkartacaktı o zaman, bir vesile ile tanıştık, “Aslan, dedi. Ben Tay yayınlarından ayrılacağım, Pekos Bill çıkartmaya başlayacağım. Gel seni Tay Yayınları ile tanıştırayım, görsünler seni bir.” Gittik, konuştuk, anlaştık 1971’di yıl, tam 22 sene devam etti çizmemiz. Tombraks, Zagor, Kızılmaske, Mandrake, Mister No, Gordon, Volkan, Judas, Jeriko, Bonanza, Mini Ringo, daha da çok vardır 22 sene çalıştık. Bu kapakları çizerken çizgi roman okur muydunuz? Hayır. Hayır derken şöyle söyleyeyim, televizyon Türkiye’ye gelmeden akşamları sadece Zagor okurdum ve Çiko’ya çok gülerdim. Yanıma çayımı alırdım tuzlu leblebimi alırdım okurdum. Fakat çocukken Tommiks, Teksas ve Teks’e acayip derecede düşkündüm. Çok severdim okumayı. Küçükken sabah erken kalkar aç karınla okurdum, sonra bıraktım. Televizyon çıktıktan sonra çizgi roman okumayı tamamen bıraktım. Ama Kızılmaskeler, Mandrakeler, Gordonlar, Mister Nolar filan hepsini teknik olarak inceler bakardım, içinde kapak yapılabilecek kompozisyonlar var mı yok mu, onları ayıklardım ama ondan sonra hiç çizgi roman okumadım. Ne enteresan, hep soruyorlar bana Aslan abi okudun mu? Diye evet küçükken çok okudum bayılırdım ama işte delikanlıyken bıraktım, okumadım. Ama çizdim, habire çizdim onları okurlara.
Çizim kısmına gelelim. Aslan Şükür ilk olarak gönlünden çizim geçirip de ne zaman çizmeye başladı? Valla nasıl oldu ben de bilmiyorum. Ailede de bir çizer yok. Bafra doğumluyum, ilkokulu Bafra’da bitirdim. İlkokulu bitirdim derken daha o zamanlar küçüktüm, ilkokul birinci sınıfa mı gidiyordum ikinci sınıfa
Bir şehir efsanesi mi gerçek mi bilmiyorum, sizden Ferri birkaç çiziminizi alıp İtalya’da orijinal Zagor kapaklarında kullanmış. Elbette kullandı. Bu basılan kitapta da var. Tay yayınlarının editörü Sezen Bey sürekli İtalya’ya gidip geliyordu. İtalyan yayınların sahibi Bonelli, Ferri onun yanında çalışıyordu çizer olarak. Bonelli patronuydu. Biz Sezer Bey’le selam alıp gönderirdik. Hatta “bazı kapakları Aslan çizse” falan demiş, Judas, Jeriko İtalya’da tutmadı bizde tuttu. Demiş ki“Aslan bize de çizse bizde de tutardı”demiş. Böyle konuşmalar olmuş aralarında.
18
19
Röportaj
Röportaj
Ferri ile ise Türkiye’ye geldiği imza gününde tanıştık ama Ferrinin yani üstadın İtalya’dan güzel orijinal kapakları geldiğinde ben alır illüstrasyon olarak çizerdim. O da benden birkaç tane aldı çizdi. Bunlar kitapta var zaten Mister No’nun ağzında bıçak var yerde sürünürken filan. Ama yüz yüze tanışmamız imza gününde oldu. Siz Türkiye’de çizgi romanın altın dönemi dediğimiz dönemde kapak çiziyordunuz. Türkiye’de o efsane dönemde bazı çizgi romanların 100 bin sattığı söylenir. Siz ne diyorsunuz bu konuda, 100 bin satan çizgi roman var mıydı Türkiye’de? 1971’de benim kapağını çizdiğim Tombraks, Zagor çıkıyordu yayınevinin çizelgesi vardı. Merak ettim, ne kadar satıyor falan filan, o zaman Zagor haftalık çıkıyor, ince fasikül, bir fasikül 45 bin satıyordu. 100 bin değil, 45 bin. Keza Tombraks da o kadar satıyordu. İnanmadım da çizelgeye baktım da hatta. Şimdi zaten piyasayı biliyorsunuz albümler çıkıyor, bir çizgi roman bin satıyorsa öp başına koy yani. Sizin Kızılmaske’ye kapak çizdiğiniz yıllarda Kızılmaske’nin çizeri de bir Türk’tü. Eralp diye imzalar görürdük sayfalarında. Özcan Eralp ile tanıştınız mı, kendi çizdiği Kızılmaskelere yaptığınız kapakları beğeniyor muydu? Özcan Eralp’ı bir defa iki defa görmüşümdür. Benim kapaklarıma bayılırdı. Ben Remzi Türemen’i üstat olarak görürdüm, Bonanza çizimlerimi gördü Özcan “Onun kadar güzel çiziyorsun” falan dedi. Tabii biz onun gibi olamayız. Remzi abi film afişi çizerdi. Remzi Türemen, üstattır benim için hala. Özcan Eralp’ı o kadar tanıyorum ben. Sezen Bey’in yanına gider gelirdi ne konuşur ne ederdi bilmiyorum. Ben zaten evde çalışırdım. Haftada bir giderdim, ne olup bittiğini de bu yüzden pek bilmezdim. Peki, o dönemin çizgi roman kapak çizerleri… Tabii o dönemde kapak çizerleri epeyce vardı. Ben vardım Yücel abi vardı, Ömer Muz vardı, Yalçın vardı, Ertuğrul Edirne vardı ama Ertuğrul Edirne Almanya’daydı o zaman vardı yani. Sizin aranızda bir tatlı çekişme filan var mıydı? Yok, ben hiç çekişmem. Sezen bey benimle bir anlaşma yaptı, “Aslan dedi, kapaklar sana emanet, yani çıkan kapakları yapacaksın.” Onun bana şart koşmasına rağmen ben hiçbir zaman ona “siz de başka ressamlarla çalışmayın” demedim. Serbest, açıktı kapı, bir sürü de ressam geldi gitti.
Hiç öyle bir şey düşünmedim. İçindeki hikâyeyle bir benzerlik olsun falan onu hiç düşünmedim. Bazılarını benzerlik olsun diye yaptık ama umumiyetle güzel resim buldum mu yani kompozisyonunu filan güzel buldum mu serbest olarak yapardım. Yani içindeki macera ile uyuşması sorun değildi. Yeter ki güzel resim olsun, kapakta güzel dursun. Patlasın. En beğendiğiniz çizgi roman kapaklarını hangi kahramana çiziyordunuz? Yani “ben oturayım bir Zagor çizeyim, nasıl olsa kullanırız benim aklıma şu geldi, şuna çizeyim Kızılmaske’de kullanırız” diye çizdiğiniz kapak var mıydı yoksa hep maceraya özgü kapaklar mıydı? Yok, hiç öyle olmadı. Tay yayınlarında çizgi romanlara kapaklar ancak yetişiyordu. Aşağı yukarı 8-9 tane kitabımız vardı. Onları çiziyorduk bir de yedeklerini çiziyorduk onların, seçim hakkı olsun diye. Oturup da zevk için çizmeye hiç vaktimiz yoktu. Bir de onları yaparken ben Altın kitaplara, Aka inkilap’a, Öğün yayınlarına Jules Verne, Dünya klasikleri, daha pek çok yayın vardı, Kelebek, Nil o zamanlar. Barbara Chartland o güzel kadınlar falan. Bu yapılan albümde o görseller de mevcut. Onları da çiziyordum. Yani kapakta önde kahraman olacak arkada bir olay olacak, bir konusu olacak filan yok muydu? Yoktu. Dediğim gibi kapakta neyi istiyorsam neyi beğeniyorsam onu yapıyordum.
Çizgi romanda genel okuma kuralıdır sağ taraftaki sayfalarda adamlar sola bakar, sol taraftaki adamlar sağa bakar. Okumayı kolaylaştırır bu. Kapak için de böyle bir şey var mıdır? Bir kuralı filan? Nasıl olmalı kapak, bir film karesine mi benzemeli, içerden bir kareye mi benzemeli?
Peki bu çizdiğiniz bütün kitap kapaklarının aslında çizildiği memleketlerde orijinalleri var. İlk yayınında kullanılmışları var. Neden Türkiye’de bir daha kapak çizdiriliyordu? Tutmadı. Zagor filan daha önce çıktı. Sezen beyden önce çıkarttılar. Tutmadı, o kapaklarla tutmadı. Değişiklik yapalım, napalım, böyle yapalım dedik. Tuttu kapaklar ondan sonra, hepsi tuttu.
20
21
Röportaj
Röportaj
Aynı şekilde kapaklar gibi isimlerde de değişikliğe gidilmiş, Tommiks, Teksas, Kızılmaske… Biz Tommiks diyoruz adamlar Kaptan Miki. Hayır, biz Tommiks diyoruz, Türk okurlar için söylüyoruz. Türk Tommiks’e alışmış Tommiks, Red Kit’e alışmış Red Kit. Red Kit’in de asıl adı Lucky Luck. Yani bunda “Türk okuyucuya adapte edelim, söylenmesi kolay olsun” kaygısı mı var? Herhalde yani. Onu o kadar bilmam. İsim babaları ben değilim. Ama tuttuk Kızılmaske’yi Sezen beyle konuştuk. Orijinal Kızılmaske’nin adı Fantom, rengi mor. Dedik “delikanlı adamı mor bozar” madem Kızılmaske çıkartacağız rengini de kızıl yapalım dedik. Sadece Türkiye’de mi kırmızı? Sadece Türkiye’de kırmızıyken dünyada mor mu? Birkaç yerde gördüm ben, onlar da kırmızı boyamış. Mor renk baskıda iyi çıkmaz ters bir renk. Bizden yürütmüş olamazlar değil mi kırmızı boyayanlar Fantom’un rengini? Bilmiyorum. Kimsenin günahını almayayım şimdi (gülüşmeler). Ama kırmızı bizde yakıştı yani iyi oldu. Tuttu, herkes çok sevdi. Sizin Türk çizgi romanlarına da Kapak çizmişliğiniz var. Mesela Karaoğlan. Suat Yalaz “Ben çizeyim” demez miydi kapağı? Benim Suat ağabeyle tanışıklığım vardı. Suat abi bana sordu önce. Altın kitaplarda ben Barbara Chartland ya da Jules Verne çizmiştim, orada karşılaştık Suat abiyle, bana sordu “Sezen bey nasıldır” diye, ben dedim “çok iyi adamdır” dedim. Tanıştırdık, Tay yayınlarından çıkan Karaoğlan kapakları da ben çizdim. Tay yayınlarının benim çizgime alışık bir tarafı vardı. Kapakları benim çizdiğim hemen anlaşılırdı. Benim çizgim demek belki Tay Yayınları demekti. Böyle de enteresan bir şey var. Başka biri çizse belki de başka bir dergi başka bir yayın diye tepki toplayabilirdi bilmiyorum. Okuyucu alışmıştı. İlla ki o benim suratı ararlardı. Türkiye çizgi romanına baktığımızda Tarkan gibi Volkan gibi “bir kahraman da ben yaratsam” fikri hiç aklınızdan geçmedi mi? Ben hiç çizgi roman çizmedim. İçimden de geçmedi.
22
Karaoğlan’ın çizeri Suat Yalaz yurtdışına gitti, Tarkan’ın çizeri Sezgin Burak yurtdışına gitti, yine bir kapak ressamı Ertuğrul Edirne yurtdışına çıktı sizin neden böyle bir maceranız olmadı? Hiç olmadı, hiç olmadı çünkü ben Tay Yayınlarına girdiğim o senelerde yeni evlenmiştim. İşler de maşallah tıkır tıkır yolundaydı, yetiştiremeyecek kadar çoktu, nasıl yetiştirdik herkes hayret ediyor, hem iş bol hem yurtdışına niye çıkayım kardeşim. Mesela Ertuğrul Edirne o zaman bekârdı da çıktı yurt dışına. Birkaç ressam daha vardı. Rahmetli Firuz ağabey mesela Almanya’da yerleşmişti. Önce Türkiye’de çizdi daha sonra Almanya’ya gidip yerleşti. Benim hiç öyle bir düşüncem olmadı. Çizgi roman bir yerde Türkiye’de tıkandı, bitti. Tay yayınlarında ben çalışırken de 45 bin baskılar tirajlar filan gün geçtikçe eridi. Niye eridi, televizyon çıktı, yayıldı, bir kanal oldu, ikincisi oldu, renklisi geldi arkasından videosu geldi bilgisayarlar çocuk oyunları derken eriye eriye şu an tamamen bitmese bile çok az kaldı. Televizyon bitirdi diyorsunuz ama mesela siz Bonanza’nın kapağını çizmişsiniz, Bonanza o sırada televizyonda yayınlanan bir dizi. Televizyonun satışlara hiç mi olumlu etkisi olmadı? Bu çizgi roman satmaz mı? Sattı ama gün geçtikçe eriyerek sattı. Satmasa zaten çıkmazdı ama o eski tiraj rakamlarına ulaşamadı hiçbirisi. Televizyonda western filmi oynarken siz kapaklar için o aktörlerden etkilenmez miydiniz? Hepsinden etkilenirdim ohooo. Western ya da polisiye fark etmez, filmi seyrederken aklımın bir tarafı hep orada, o gözle görürdüm. Siz İtalyanların sürekli Amerika’nın vahşi batısını anlatan çizgi roman yapmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Çok başarılılar, Tommiks’i Teksas’ı hep Amerikalılar yaptı zannederler oysa ki İtalyanlar çizmiş. Bonelli grup İtalyan. İtalyan spagetti westernler de meşhur oldu Amerika’da. Clint Eastwood oradan çıktı. Bir şeyi güzel yapıyorsan oluyor demek ki. Sizin Jules Verne kapaklarınız da çok meşhur oldu. Altın kitaplar’la Barbara Chartland için anlaştık. Barbara Chartland şu kadın kitapları değil mi? Evet, pembe seri, beyaz seri diye kadın yüzleri olan kitaplar. Aşk kitabı Barbara Chartland. Onun
23
Röportaj
Röportaj için anlaştık ama birkaç tane de çocuk kitabı kapağı yaptırdılar. Ben görüyordum Türkiye’de çocuk kitabı az. Çoğu kişi benim bu yönümü bilmez, çizgi romancı olarak bilirler. Oysa ki benim çocuk kitaplarında da epeyce bir hizmetim olmuştur. Okuma zevki aşıladım. Türkiye’de rekor sayılacak kapak çizdim. Türkiye’de böyle bir rekor varsa benim çizdiğim kapaklar bunu çok aşar. Jules Verne’ler, Jack London’lar filan, dünya klasikleri, yerli çizerlerin kapakları. Ben Altın Kitaplar’da o zamanlar bir boşluk hissettim, dedim her şey yapıyorsunuz da çocuk kitabına neden girmiyorsunuz. Çocuk kitabı olmuyor, tutmuyor falan filan yaptılar. Çocuk kitabı neden olmasın dedim, çocuk kitabı kısmı çok boş. Hadi Jules Vernelerle girelim dediler ardından Fadiş madiş. Bir baktık ardından Akan kitap atladı Jules Verne serisi, diğer yayıncılar atladı Jules Verne serisi. Hepsini yaptılar aşağı yukarı. Dünya klasiklerine girdiler çocuklara. Çeşitli muhtelif yazarlar. Hepsini yaptık hem de afişe kapaklar yaptım. İstiyorum, biliyorum bu kapaklar tutacak, gidecek. Hakikaten de tuttu. Hala bugün genç arkadaşlar gelir konuşuruz Aslan ağabey senin Jules Verne’lerine vardı onlarla büyüdük falan diye. Çizgi roman kadar onları da beğenenler var tabii.
Sizinkiler içindeki Bronson’dan daha iyi de onun için söylüyorum. Onu Bonelli söylemiş zaten, hakikaten ben Judas’ın da Jeriko’nun da orijinal kapaklarını gördüm, kötüydü kapaklar. Bonelli “Aslan bize de yapsa kapakları bizde de satardı” demiş. Bunu bana bizzat söyleyen kişi Sezen Bey. Patron böyle şeyler söylemez fiyatımız artar diye ama söyledi işte.
O romanları okumak şart mı kapak çizmek için? Eh biraz istiyor tabii. Zaten üç aşağı beş yukarı hepsini bilirdim. Ama tabii biraz bilgili olmakta, konuyu bilmekte fayda var. Jules Verne balonla seyahat diyor, o kapağı yapmak için nerelere gitmiş ne yapmış bilmek lazım. Esrarlı Ada diyor, o kapağı yapmak için içeriği bilmekte fayda var. Yeniden yaptığım kapaklar da oluyor ama Jules Verne serisinde yeni baskılarda epey devam eden kapak var. Ben kapaklara biraz da macera koymayı seviyorum, afişiye kapaklar olsun istiyorum. Yaptım da, çoğunu öyle yaptım.
Peki, Tom Braks’ın kapakları, kapağa hiç çıkmadı galiba Tom Braks? Tom Braks kapaklarını hep serbest western çalıştım. Çıkmazdı kapağa Tom braks, çıksa da tutmazdı. Böyle çıkınca tuttu.
Bir dönem de çizgi roman ‘sakıncalı’ muamelesi gördü. Ben okumayı çizgi romanlardan öğrendim, çizgi romanlardan çok şey öğrendim neydi sakıncası? Bizim zamanımızda da çizgi romana tu-kaka diyorlardı. Ama çoğu zaman da diyorlardı ki “oğlum ders zamanında okuma da diğer zamanlarda oku” diyorlardı ama işte silah, tekme, tokat, vurdulu kırdılı olduğu için belki aile ondan çekiniyordu ama şimdi video oyunlarına bakarsak o zamanlar melaikeymiş Allah için. Tommiks’in kızla konuşurken yüzü kızarıyor, hepsine bakıyorsun kahraman yani iyilik peşinde, kimse kötülük peşinde değil. Haydutlara karşı bilmem neye karşı iyilik yapma peşinde. Ezilen insanları, Kızılderilileri de koruyan çıkıyor içinden. Ben şahsen okuma zevkimi küçükken okuduğum Tommiks Teksaslardan aldım. Şimdi de deniyor ki Türkiye’de kimse okumuyor, küçüklükten beri bir şeyleri bastırmışız. Şimdi video oyunu varken gel de sen çocuğa kitap okuttur. O çocuğun hayal gücü nereden gelişecek video oyunlarıyla falan. Oyunda her şey hazır. Çocukların video oyununa bakıyorsun Allah muhafaza canım Avrupa’nın çizgi roman kısmına bakıyorsun üff neler var işte. Bizim zamanımızın çizgi romanları hakikaten melaikeymiş. Ders çalışacağına çizgi roman okursan zararlı tabii. Ders yerine ne okursan oku hepsi zararlı olur zaten. Ders ayrı bir konu ama onun haricinde kitapların bir zararı yoktu. Bazen söylüyorlar “abi her kapakta da silah var”, bunlar kahraman yani eline silah vereceğiz başka ne vereceğiz? Bir de aksiyonu zaten vaat ediyorsun. Silah bile olmasa kahraman kapakta sert bakar. Çünkü bir aksiyon olacak, bir aksiyon var işin içinde. Kapak sattırıyor ama o kapağın içindeki önemli mi? Elbette önemli ama kapak vitrin, elbette kapak sattıracak. Mesela Judaslarda kahraman ile kapaktaki adam o kadar da çok benzemezdi. Ben kapaklarda kahramanı Charles Bronson’a benzetmeye çalıştım. Zaten orijinali de öyledir Charles bronson’u çizmişler. Ben de Charles Bronson resimleri kullanarak ürettim, aranjman yaptım.
24
Türkiye çocuğa da kapak yaptınız değil mi? 15 sene kapak çizdim Türkiye Çocuğa. Hala çiziyorsunuz değil mi? 2023 ajansına bir şeyler çizdim, çizgi romanlara da kapak çizdim Mandrake, Kinova , John Hazard, Teksas birkaç tane çizdik. Benim saham çok geniş okul kitabı da çizdim İngilizce ders kitabı da. Red Kit çizgi romanda sigarayı bıraktı sizin kapaklarda da böyle bir şey var mıydı? 40 sene önce, bugünün cumhurbaşkanı gibi azarlayan kimse yoktu. Ama kan konusuna pek girmemiz istenmezdi, kan akıtmazdık. Peki “şunu çizseydim” diye içinizde ukte olan bir şey var mı? Yok ama ben Conan’ı Tay yayınlarının yayınlamasını teklif ettim. Ben Zagor için Kızılmaske için Avrupa, Amerika kitaplarını da alıyorum, Conan’ı da alıyorum o arada. Ama sinema mecmuaları da alıyorum. Hani Avusturyalı Schwarzeneger’in Conan’ın filmini çevireceğini gördüm. “Sezer bey, dedim. Bundan çok iş çıkar filmi de çekiliyor, biz bunu alalım” dedim. “Çok kanlı be Aslan” dedi. Conan da biliyorsunuz çok kan döker, almadı. Filme çevrildi, tuttu. Dergi hala da çıkıyor, kaçırmışız yani. Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz Aslan Bey. Röportaj: Ahmet Yüksel
25
Çizgiroman Ön Okuma
Kıbrıs Çizgiromanı 1974’de Kıbrıs Barış harekatı olduğunda henüz dokuz yaşında idim. Her Türk genci gibi, Kıbrıs’taki soydaşlarımızı yok olmaktan kurtaran bu harekat beni çok etkiledi. Kıbrıs’ı Rumlardan değil, Cenevizli korsanlardan 1571'de 52.000 Şehit vererek aldığımızı, Kıbrıs’ın, tapusuyla Türk toprağı olduğunu, sadece 100 Yıllığına İngilizlere kiraya verildiğini yıllar sonra öğrendim. Hatta adadan kovulan, kiliseleri kapatılan, öldürülen Rumların, Osmanlı Devletinden yardım istediğini, Osmanlı’ya teşekkür ettiğini, 300 Yıl boyunca huzur içinde yaşadıklarını da sonradan öğrendim. ‘’Bu gerçekleri, en başta Dünya’yı aldatan Rumların bilmesi ve nankörlük yapmaması gerekir!.’’ Diye düşündüm… 1992’de Kıbrıs’a gittim. Kıbrıs çıkarmasını, savaş alanlarını bir bir gezdim. Buradaki soydaşlarımızın yıllar boyunca büyük acılar çektiğini, bu acıların bir daha yaşanmaması için, hem Kıbrıslı soydaşlarımızın, hem de tüm Türk Dünyası’nın Kıbrıs davasını bilmesi gerektiğini düşündüm. Uzun yıllar sonra, Türk Tarihi; özellikle Çanakkale ile ilgili araştırmalar yapan, Çizgi Romanlar üreten Sosyal Antropolog-Yazar Suat Turgut ile birlikte çalışmaya başladık. İlk olarak, Azerbaycan’ımızın, işgal altındaki Karabağ konusunu işleyen KORKUYU ÖLDÜREN KAHRAMAN İBAD adlı çizgi romanı çizdim. Bu eser hem Ülkemizde hem Azerbaycan’da büyük beğeni aldı. İstiklal Harbi Kadın Kahramanlarımızdan Gördes’li Makbule ve 5 yaş üstü çocuklar için ATATÜRK Çizgi romanını tamamladım. Sıra Kıbrıs’a gelmişti. Suat Turgut’la bu konuyu görüştük. Ön çalışmalarım, bilgi birikimim hikayenin şekillenmesinde büyük fayda sağladı. Suat Turgut hikayeyi, Tarihi gerçeklere uygun olarak, gençliğimizin kulağına küpe olacak bilgilerle inci gibi işledi. Çizimleri, aralıksız bir çalışma ile ancak 6 Ay’da tamamlayabildim. Uçaklar, silahlar, gemiler birebir orijinal görüntülerine sadık kalınarak çizildi.
Bu Çizgi Roman, kin ve nefret tohumları ekmek için değil, iyi insanların uyanık olması; kötülere, zalimlere kurban olmaması amacıyla hazırlandı. Biz, bize yapılan kötülükleri unutuyoruz. Belgelemiyoruz. Gelecek kuşaklara tarih bilinci vermiyoruz. Oysa Tarih, geçmişin geleceğe haykırışıdır! Bu sesi duymayan milletler tarihten silinmiştir. “Uyuyan Milletler, Ya ölür, Ya da Köle Olarak Uyanır!” diyen Ulu Önder Atatürk’ün bu sözünü hatırlayalım! Kıbrıs Çizgi Romanını, Kıbrıs Türklerinin ve adada yaşayan iyi insanların huzur ve barış içinde yaşaması dileğiyle, geleceğimiz olan gençliğimize armağan ediyoruz. Şimdi daha büyük hedefimiz, film tadındaki bu çizgi romanımızın, Çizgi Filmini yapmak… Çizgi Romanımızı okumak isteyen arkadaşlarımız DNR den veyawww.kahramanlar.org adresinden temin edebilirler. İddia ediyorum; bu çizgi romanı okuyup da beğenmeyen birine, sorgulamadan ÇİKOLATA ARMAĞAN edeceğiz.:)
26
Sevgilerimle Web : www.kandemiroglu.com.tr F. Oğan KANDEMİROĞLU
27
28
29
30
31
Öykü
İlham Perisi ...aşırı canım sıkılmıştı. Bir türlü şarkıyı bitiremiyordum. Olması gerektiği gibi olmuyor gibi geliyordu. Derken hiç beklenmedik bir misafir çıkageldi. “Naber? Nasılsın? ” dedi. Bende durur muyum? Hemen yapıştırdım cevabı. “İyiyim. Sen nasılsın?” dedim. “İyiyim bende. Sen napıyorsun? Şarkı mı yapıyorsun? Bakayım.” dedi ilham perim. Elini uzatması ile eline vurmam bir oldu. “Çek o kirli ellerini şarkımın üstünden. Ne zaman sana güvensem olmuyor, gitmiyor, yürümüyor. En son “Metal dinliyorsun ama herkes senin gibi dinlemez. Pop-Rock yap sen. Paraya para demezsin.” dedin. Yaptık. Şarkıları yolladık. “Çok pop olmuş bunlar. Bize rock lazım, metal lazım, ruh lazım.” dediler. Ne biçim ilham perisisin lan sen. Azıcık mesleğini adabınla yap lan. İşe yarar şeyler söyle lan. Sevmediğim tüm arkadaşlarımdan farkın yok! Onlarda aynı şeyleri söylüyorlar lan bana!” dedim. “Olmayınca olmuyor abi.” dedi. “Bırak lan! Abi çekme hemen. Bak sana son bir şans daha veriyorum. Bu seferde işe yaramazsa ilhamın, kovarım seni.” dedim. Birazcık yüzü buruştuktan sonra, “Abi ayıp ediyorsun ama. Beraber yaptığımız bazı şarkıların işe yaradı. Neden öle diyorsun.”dedi. “O yüzden sana bu son şansı veriyorum ya.” dedim ve biraz sinirlerimi yatıştırdıktan sonra, “Bak evladım ben müzik yapıyorum. Popülerlik peşinde değilim. Tamam mı? Tamam. Ona göre ilhamlarla gel. Öyle gaydırıguppak ilhamlarla gelme bana. Tamam mı? Anlaştık mı?” “Anlaştık abi.” dedi. “Bak şimdi. Şarkıları taslak olarak kaydettim bilgisayara. Onları dinle iyice sonra bana fikirlerini söyle. Ben birazdan geleceğim.” dedim ve vurup kapıyı çıktım evden. Ağır adımlarla çay bahçesinin kapısından içeri girdim. Birkaç adım attıktan sonra durup etrafıma bakındım. Ağır hareketlerle telefonumu cebimden çıkartıp tuş kilidini açtım. 7’yi tuşlayıp, ara tuşuna bastım. Ekranda “Canısı” yazısı ve sevdiceğim ile birlikte çekildiğimiz fotoğraf belirdi. Telefonu kulağıma götürdüm. İlk çalışta telefonunu açmıştı. “Nerdesin ?” dedim. “Arka taraflardayım. Ben seni görüyorum. Arkalara doğru gel.” dedi Arka taraflara doğru ilerledikten sonra Sevdiceğim’i gördüm ve oturduğu masaya doğru ilerledim. Pıtırcığım’la öpüp koklaştıktan sonra tam karşısına oturdum ve elini tuttum. “Neden suratın asık? Ne oldu ki Balkabağım?” diye sordu. Benim üzgün olduğumu anlamıştı. Kendimi biraz daha üzgün göstermeye çalışarak, “Ya, yine olmadı vokal işi. Hiçbir şey bilmeden vokallik yapabileceklerini sanıyorlar ama olmuyor işte, olmuyor! Evde şarkı söylemekle olmaz bu işler.” diye isyan edercesine çay bahçesinin ortasında bağırdım. “Ya Erim, sana diyeceğim, diyeceğim ama diyemiyorum bir türlü.” “Neyi söyleyemiyorsun Kelebek Kanatlı Meleğim?” dedim “Vokal olarak beni deneseniz olmaz mı? Biliyorsun sesim güzel.” dedi. “Olmaz Ekmek İçi Kavurmam.” dedim.
32
33
Öykü Çocuk taklidi yaparak “Amaaa.”dedi. Artık ok yaydan fırlamıştı. En tahammül edemediğim şeylerin arasında ikincisi idi. Sevgiliyi ikna etmek için çocuk taklidi yapmak! Hele ki, ikna etmeye çalıştığı konu müzik olunca, daha da celallenmiştim. “Tiramisum bak ilk önce çocuk taklidini bırak. Hiç sevmediğimi bilirsin. Ardından bizim yaptığımız müziğe senin sesin gitmez. Sibel Can’dan Padişahı çalsak neyse. İcra ettiğimiz müzik türü farklı. Öncelikle brütal vokal de istiyoruz ara ara. Mesela bak Arch Enemy vokali “Angela Gossow”. Hiç “Nemesis” ya da “Blood on Your Hands” parçalarını dinledin mi? Dinlemedin! Yeni yetme ergenler dinlediğinde bu sesi erkek sesi zanneder ama öyle değildir. Şarkılar zaten gazdır. Bide üstüne Angela Gossow vokali eklendiğinde Melodic Death Metal doldurur taşırır her yeri. Seyirci coştukça coşar. Bunu yapabilecek misin? Flyleaf vokali küçücük bir kız ama dinlesen “Bu ses bu kızdan mı çıkıyor?” dersin. Mesela “I’m So Sick” parçasında ki vokali tüyleri diken diken eder. Bu şarkı ile gazlarken “There For you” ile de romantiğe de bağlayabilir. Yapabilir misin? Amy Lee yaptığı müzik piyasa ama öyle billur gibi akıcı bir ses nerde var başka? Piyano çalmayı da biliyor. Çoğu besteyi de kendisi yapıyor. Bir “Hello” bir “My İmmortal” besteleyebilir misin? Björk onun sesi ve etkileyiciliği başka kimde var? Canlı performansı çılgınlıkları kimde var. Tüm rüküşlüğüne rağmen yine de karizmasının üstte olması. Filmde de oynadı. Bide üstüne filmin müziklerini yaptı. Dancer in the Dark. Cannes film Festival’inde “En İyi Aktris” ödülünü aldı. Bunları yapabilir misin Gökyüzüm?” dedim. Nerdeyse ağlamak üzere idi. Kendimi tutamayıp fazla doğru konuşmuştum. Sevgiliye aşırı konuşmuştum. Artık sonuçlarına katlanmak zorunda idim. Elini sıkıca tuttum. “Ama senin sesinde güzel yeşil başlı gövel ördeğim.” dedim. Yüzüme biraz kızgın, biraz da üzgün bakarak, “Ne kadar güzel?” dedi. “Çok güzel.” dedim “Yalan söylüyorsun.” dedi. “Valla doğru söylüyorum” dedim. “Bende sesimin güzel olduğunu biliyorum ama senin söylemen daha da hoşuma gidiyor.”dedi. Hafif kıkırdayarak güldüm. “Peki, ben mi daha iyiyim yoksa Simone Simons mu? Hem vokal hem güzellik konusunda.” diye sordu. Soru bittiği anda onun ellerini bırakıp geri çekildim. Sandalyemden kalktım ve çay bahçesini terk ettim. O günden sonra onunla hiç görüşmedim. Sevgililer kendisini Simone Simons veya başka birileri ile kendilerini kıyaslamaması gerektiğini bilmeliydi. Kafam aşırı bozuktu. Tekrardan eve geri döndüm. İlham perim harıl harıl çalışıyordu. Ya da ben geldim diye gezinti sekmeleri aşağı indirmiş, çalışıyor gibi yapıyordu. “Dinledin mi kayıtları? Nasıl olmuşlar? Herhangi bir fikrin var mı ekleyecek?” dedim. “Abi kayıtlar iyi olmuş. Baya da yardırmışsın. 19 dakika 47 saniye olmuş şarkı. 8.36 dan sonrası da aşırı gaz olmuş. Ama sanki bir şeyler eksik bu şarkıda abi.” dedi. “Neymiş o söyle bakalım.” dedim. “Söz eksik abi. Bak ben sana yazdım buraya şarkı sözlerini de. Hem sözsüz şarkı olur mu hiç? Sorarım sana abi.” demesiyle birlikte kafasına patlatmam bir oldu. “Kim yolluyor olm sizi bana. Biri der “Simone mi? ben mi?” biri der “Ben daha çok pop ve jazz ağırlıklı
34
35
Öykü söylüyorum.” der. Kim yolluyor olm sizi bana. Bas git lan. Aramıyorum artık ben vokal falan. Post rock yapıp üstüne vokal yapalım dedik. İnsanlar çıldırdı beni. En iyisi Post rock. Söz ile uğraşılmaz. Müzikteki duyguya bakılır. Müzikteki duygu hissedilir. Müzik ne derse odur. Aptala dert anlatır gibi söz olmaz post rock şarkısında. Hata bende. Zaten nedir bu yenilik yapma çabası. Şimdi bas git ve bir daha da geri dönme. Yeni bir ilham perisi bulurum ben kendime.” dedim. “Tamam abi, görüşeceğiz seninle. Ağlayacaksın arkamdan. Çok istersin geri beni.” dedi ve vurdu kapıyı gitti ilham perim. İlham perim gittikten 2 gün sonra idi. Kendime bir bira açtım. Bilgisayarın başına oturdum. Haberleri okumaya başladım. O haberin başlığını gördüğüm anda şok olmuştum. “GENÇ İLHAM PERİSİ KENDİNİ ASTI!” Haberi “Ne yaptın olm sen ya?” edasıyla okuyordum. Haberde arkasında bir intihar mektubu bıraktığını yazıyordu. Ekranı biraz aşağı indirdikten sonra intihar mektubunun fotoğrafını görüp tıkladım. İlham perimin intihar mektubunda sadece şu yazıyordu. “Abi bu sefer verebildim mi ilhamı ?” Moralim çok bozulmuştu. Haksız dahi olsa buna çok üzülmüştüm. “İşte bunu yapmayacaktın çocuk, bunu yapmayacaktın.” dedim. Bu olaydan sonra “Mono” grubuna “Moonlight” şarkısını yaptım. İlham perimi tekrardan işe geri aldım. Nasıl olsa ilham perileri ölmezdi.
Öykü: Uğur DEMİRKAYA
36
İllüstrasyon: Ecehan GÖNÜL
37
38
39
40
41
Yeni Çıkanlar
Dedektif Kara Şövalye’nin Çevresinde Dönen Gizem Girdapları Batman gibi giyinmiş, eli silahlı adamlar tarafından yapılan bir soygun. Morgda ortaya çıkan... ve aynı şekilde ortadan kaybolan, benzer görünümdeki bir dizi ceset. Bruce Wayne’in kendi kulesinde yapılan ve feci şekilde ters giden bir deney. Birbirleriyle bağlantılı bu gizemlerin hepsi Mr. Toxic olarak bilinen korkunç bir katil tarafından yönetiliyor ve Gotham’ın -aynı zamanda da tüm dünyanın- kaderi tehlikeye giriyor. Kara Şövalye, bu gizemi çözmekle uğraşırken aynı zamanda korku gazı sıkan Scarecrow’la, Arkham Akıl Hastanesi’ni basan Baykuşlar Divanı’yla ve Arkham’ın en tehlikeli hastalarından birinin yani karşısındakini hipnotize edebilen Black Mask’in kaçışıyla da baş edebilecek midir? Batman: Gotham’daki en pişkin suçluların bile yüreğine korku salan bir dehşet sembolü. Peki, şehrin en korkunç süper kötülerinin çevirdikleri entrikalar, Kara Şövalye’yi bile korkutursa ne olacak? Mad Hatter, Black Mask, Scarecrow ve Baykuşlar Divanı; Mr. Toxic’in Gotham’ı tükenmiş çorak bir araziye çevirme girişimlerinde haberci işlevi görüyorlar. BATMAN – DETECTIVE COMICS: KORKUTMA TAKTİKLERİ yazar/çizer TONY S. DANIEL (JUSTICE LEAGUE) tarafından hazırlanmıştır. Ayrıca ED BENES (BATGIRL), SZYMON KUDRANSKI (PENGUIN: PAIN AND PREJUDICE) ile birçok farklı yazar ve çizer de bu esere katkıda bulunmuştur. 1. Baskı Kasım 2014 - İstanbul ISBN : 978-605-64967-4-5 Sayfa Sayısı : 232 İç : 135 gr. 1. sınıf parlak kușe kağıt - iplik dikiș Kapak : 300 gr. 1. sınıf parlak kușe kağıt Fiyat : 35.00 TL JbcYayincilik.com - info@JbcYayincilik.com - twitter.com/JbcYayincilik - facebook.com/ JbcYayincilik - instagram.com/JbcYayincilik
42
Batman Yeni 52 : Dedektif Hikayeleri Cilt 2 : Korkutma Taktikleri Özgün Adı : Batman – Detective Comics 2 : Scare Tactics
İlke Keskin Çevirmen
Ekin Can Seyhan Yayın Koordinatörü
Banu Erdoğdu Redaksiyon
Berk Șentürk Grafik ve Uygulama
Tony S. Daniel Yazar&Çizer
Bora Öngürer Editör
Ertan Ergil Yayın Yönetmeni
43
Öykü
Yeni Çıkanlar
İstos yayın'ın yeni kitapları raflarda! ARİSTOPHANES KOMEDYALARINDAN UYARLAYAN: TASOS APOSTOLİDİS ÇİZİM: YORGOS AKOKALİDİS TÜRKÇE SÖYLEYEN: Berivan Bazencir YAYIN DİLİ: TÜRKÇE Rivayet olunur ki, Atina’nın yasalarını ve gündelik hayatını nereden öğreneceğini soran yabancı bir krala Platon, Aristophanes’in komedyalarını okumasını salık verir. MÖ 450-385 yılları arasında yaşayan, kaleme aldığı 44 komedyanın ancak 11 tanesi günümüze ulaşabilmiş Aristophanes, yazar olarak ilgisini cesurca yaşadığı toplumun yakıcı sorunlarına yönelterek, politik hicvin, bayağılığa düşmeden yalın anlatının ve “halk bilgeliği”nin dile gelişinin edebiyatta kurucu figürü olmuştur. Binlerce yıl sonra bile yaşadığı toplumsal koşullar ve tarihi şartlar içinde kaleme aldığı taşlamalar, güncelliğini ve evrenselliğini korumaktadır. Bu da Aristophanes’in sadece kaba güldürü, sulu şakalar ve şive-yöre-bedensel araz komikliklerinden arındırarak dönemi için yepyeni ve müstesna bir komedyayı ortaya çıkartmadığını, taklit edilemez ve çığır açıcı bir üslup ve politik kavrayışa sahip olduğunu göstermektedir. istos yayın, Aristophanes Komedyalarının modern bir biçimle yeniden sergilenişine imkân veren ve yazarın bin yılları aşan öngörüsünü ifade edecek biçimde çağdaş göndermelere alan açan çizgiroman versiyonlarından oluşan bu dizisinde Lysistarata, Barış, Sipahiler, Kömürcüler,Bulutlar, Eşekarıları, Kuşlar, Kadınlar Şenliğinde, Kurbağalar, Kadınlar Meclisi ve Servet Tanrısı Plutos komedyalarını ilginize sunacak. Lysistrata, Aristophanes’in MÖ 411 yılında Atina sahnelerinde oynanan üçüncü oyunuydu; Peloponez Savaşı’nı hemen durdurup anlaşmaları için Yunanlara bir çağrı yapıyordu. Az sayıda sağduyulu insan durumu bütün yönleriyle görüp barıştan bahsediyordu. Fakat savaş yanlıları daha güçlüydü, dış tehdit lafzını ağızlarına sakız edip aslında savaşın tozu dumanı içinde iktidar ve para peşinde koşuyorlardı...
ARİSTOPHANES KOMEDYALARINDAN YAYIN DİLİ: TÜRKÇE UYARLAYAN: TASOS APOSTOLİDİS ARİSTOPHANES KOMEDYALARINDAN UYARLAYAN: ÇİZİM: YORGOS AKOKALİDİS TASOS APOSTOLİDİS ÇİZİM: YORGOS AKOKALİDİS TÜRKÇE SÖYLEYEN: Berivan Bazencir YUNANCADAN ÇEVİREN: BERİVAN BAZENCİR YAYIN DİLİ: TÜRKÇE Rivayet olunur ki, Atina’nın yasalarını ve gündelik hayatını nereden öğreneceğini soran yabancı bir krala Platon, Aristophanes’in komedyalarını okumasını salık verir. MÖ 450-385 yılları arasında yaşayan, kaleme aldığı 44 komedyanın ancak 11 tanesi günümüze ulaşabilmiş Aristophanes, yazar olarak ilgisini cesurca yaşadığı toplumun yakıcı sorunlarına yönelterek, politik hicvin, bayağılığa düşmeden yalın anlatının ve “halk bilgeliği”nin dile gelişinin edebiyatta kurucu figürü olmuştur. Binlerce yıl sonra bile yaşadığı toplumsal koşullar ve tarihi şartlar içinde kaleme aldığı taşlamalar, güncelliğini ve evrenselliğini korumaktadır. Bu da Aristophanes’in sadece kaba güldürü, sulu şakalar ve şive-yöre-bedensel araz komikliklerinden arındırarak dönemi için yepyeni ve müstesna bir komedyayı ortaya çıkartmadığını, taklit edilemez ve çığır açıcı bir üslup ve politik kavrayışa sahip olduğunu göstermektedir. istos yayın, Aristophanes Komedyalarının modern bir biçimle yeniden sergilenişine imkân veren ve yazarın bin yılları aşan öngörüsünü ifade edecek biçimde çağdaş göndermelere alan açan çizgiroman versiyonlarından oluşan bu dizisinde Lysistarata, Barış, Sipahiler, Kömürcüler,Bulutlar, Eşekarıları, Kuşlar, Kadınlar Şenliğinde, Kurbağalar, Kadınlar Meclisi ve Servet Tanrısı Plutos komedyalarını ilginize sunacak. MÖ 422 Sonbaharıydı ve Peloponez Savaşı 10 yıldır devam ediyordu! İki rakip artık dirençlerinin son demlerine gelmişlerdi. Savaş âşığı iki komutan, Kleon ve Brasidas’in öldürüldüğü Amphipolis Savaşı’ndan hemen sonra müzakereler için çalışmalara başlandı. Aristophanes’in “Barış” arzusu, Büyük Dionysos Şenliği’nde sahneye konacak olan aynı isimli eserinde ifadesini buluyordu. Aristophanes bu eserinde savaşın nedenleriyle ilgili derinlemesine bir analiz yapıyor ve tarihin her döneminde aynı olan suçluların maskelerini düşürüyor…
44
AK DON IV-Neyzen’in Kabri “Kötüyü kötülükle, kurnazı kurnazlıkla; ateşi suyla yenerler. Ejderhayı ıslatmak için dağ gibi tokmak lazım, ejderhayı doğramak için polattan yapılmış kılıç lazım.” Demirci Asamat, Alp'e yedi başlı ejderhayı öldürmesi için kılıç verirken. Bir Çuvaş Masalından. * * * Uzaktaki sevgilisinden sık sık mektup gelirdi Batıralp'e. O hiç cevap yazmazdı. Sıkılgan bir adamdı, mektuplara cevap vermekten, güzel sözler söylemekten, işitmekten, her şeyden sıkılırdı çabucak. Yine de o munis kız bıkmadan, usanmadan sevgi dolu sözlerle ördüğü mektuplardan yollardı ona. Bir de kenarına, köşesine not iliştirilmiş kitaplar... Kitap gönderirdi ona bol bol... Batıralp görmezden gelmeye çalıştığı kaftanın biraz uzağına baktı; oradaydı işte, etrafındaki havayı belli belirsiz hareket ettiriyordu, bir ısı yayıyormuşçasına. İrkildi ancak Demircioğlu'nun söylediğini yapmanın en doğrusu olduğuna karar vermişti. Kaftana dokunmayacaktı ve kaftan rahat durduğu, ona ilişmediği sürece o da kaftana ilişmeyecekti. Kafasını meşgul etmek için okuduğu kitaba döndü. Abdulkadir İnan - Tarihte ve Bugün Şamanizm. Rastgele bir kitap çekmişti raftan ve çıka çıka bu çıkmıştı: Sevgilisinin hediyesi. Rüyasına şaman dedesi girmiş genç bir nihilist için fazla rahatsız edici bir tesadüf. Kaldığı yere parmağını koyup, kapağını açtı: Sevgilisinin bıraktığı nota baktı. "Karizmatik Avşar erkeğime..." Babasının merakla kitabı incelerken notu görüp kızardığını hatırlayıp gülümsedi. Ve birden, parmağını kitabın arasından çektiğini fark etti. Yeniden bulacaktı kaldığı yeri. Sayfaları karıştırdı. Kaldığı yeri bulmaya çalışırken, kenarını kıvırdığı bir sayfada, altını çizdiği bir pasajla karşılaştı: "Yakutlara göre şaman ile demirci bir yuvadandır. Başka Türk boylarının folklorunda da demirci önemli yer tutmaktadır. Kazaklar lohusayı albastıdan korumak için çekiç ve bir demir parçası alıp 'demirci geldi, demirci geldi' diye bağırırlar. Demircinin aletleri de, tıpkı şamanın davulu gibi, kutlu sayılır; her bir aletin koruyucu ruhu bulunduğuna inanılır. Demirin ilk keşfedildiği devirde demirci-usta sihirbaz olsa gerek. Mahmud Kaşgari'ye göre Kırgız, Yabaku, Kıpçak ve daha başka Türk boyları demiri takdis ederler ve demirle ant içerlerdi..." Bu kadarı fazlaydı! Anlaşılan akşam olmayacaktı bu gidişle, bütün tesadüfler bir şekilde şu kaftana ve o uğursuz rüyaya çıkıyor gibiydi! Kitabı yatağa attı ve yerinden doğruldu. Aceleyle sigarasını, ceketini, telefonunu aldı. Biraz dolaşmalıydı, en koyu materyalist dahi, dayanamazdı bu kadarına, korkardı. Sokak her zamanki gibiydi: Gri, sıradan. Sigara yaktı. Kulaklığını çıkardı, müzik dinleyecekti, ne zaman yola düşse, müzik dinlerdi. Kulaklığını taktı, telefonunu eline aldı ve müzik çaları açtı. Açmasıyla, sigarasını hışımla çekti ağzından, kızmıştı; ancak kalakaldı, kime kızacaktı ki? Yukarı doğru baktı, kafasını salladı, yürümeye devam etti. Val Davis'ten, Blacksmith's Fire çalıyordu: "...And though some sleep Ten thousand years They will awake Give wings to fears There comes a time For every sword To be complete To leave the forge..."
45
Öykü
Kabullendi artık, bugün rahat yoktu ona. Kabrin başına erken gitmeye karar verdi. Hem, koskoca mezarlıkta Neyzen'in mezarını bulana dek zaman geçecekti, akşamı ederdi. Metroya doğru yürüdü, şarkı kulaklarında dönüp dururken: "...We are the steel Of the Blacksmith's Fire..." * * * Trafikle bu kadar boğuşacağını bilse, günün önceki diliminden bu kadar şikayetçi olamazdı. İstanbul'un diğer ucuna gelmişti, yorgundu, şekeri düşmüştü. Mezarlığın karşısında durdu. Bir sigara yaktı. İlk nefesi verirken, tekrar düşündü: Akşam sayılır mıydı? Sayılmalıydı, güneş ortalıkta yoktu, ve o mezarlıktaydı işte. Bu kadar tesadüf elbirliğiyle rüyasına ve tanıştığı Demirci'ye işaret ederken, akşamın hangi saatinde buluşacaklarının çok da önemli bir sorun teşkil etmeyeceğini düşünüp güldü: Muhakkak ki onu orada bulacaktı. Tahmininde yanılmadı. Bir saz sesi geliyordu mezardan. Sese doğru ilerledi. Kasten mi böyleydi, tesadüf mü bilinmez, kimsecikler yoktu etrafta. "Mezarda saz mı çalınır ulan!" diyerek Demirci'yi kovalayan bir grup mahalle delikanlısını hayal etti. Derken gözleri karardı... Kapkaranlıktı ancak uzaklar yakına geliyor, kendisi göbeğinden ötelere çekiliyor gibiydi. Derken önce gri, sonra bembeyaz bir silüet görür gibi oldu. Ve silüet git gide yaklaştı, büyüdü, biçim kazandı. Bir mezar taşı, ve üstüne oturmuş, bacağının birini diğerinin üzerine atmış, saz çalan Demirci'ydi bu. Demirci mi ona geldi, o mu Demirci'ye gitti bilinmez, bir anda kendini tam karşısında buldu. Demirci, türkü söylüyordu: Ahoy! Ete kemiğe büründüm Böbürlendim de yerindim Kutlu ocakta arındım Bir Avşar'a nöker oldum Ahoy! Ateşten ve sudan geçtim Kırk karadan akı seçtim Kuzgun olup kuza uçtum Güne vardım sunkar oldum Ahoy! Kapısını açtım sırın Bir oldu dün ile yarın Nice namlı bahadırın Bileğini büker oldum Ahoy! Yedi Cebe ben deşirdim
46
47
Öykü
Öykü
Bunca işi ben beşirdim Sanma yolumdan şaşırdım Kah kemter kah hünkar oldum Ahoy! Damarım damarındandır Bir muştum var yarındandır Dünüm senin kârındandır Avşar sana nöker oldum! Türküsünü bitirdi, kapalı gözlerini açtı ve Batıralp'in dünyasına renk tekrar geldi. Neyzen'in, Neyzen Tevfik'in mezarı başındaydılar, "Meyhanede Kabe yapan Neyzen"in. Demirci Batıralp'e baktı, sarkık bıyıklarını sıvazladı, sazını kenara, mezar taşına yaslayarak koyup konuştu: "Beyim, sen Kayan'ın torunusun, ben ilk Demirci'nin ocağındanım, kanımdanım, soyundanım. Rivayet odur ki, ilk kam, ateşi bulan adamdı, ve bu sırrı ilk Demirci'yle paylaştığında, alet yapmaya başladık, Demir'i ehilleştirdik. Ateşin sırrı çoktan ayağa düştüyse de, hiç kimse ateşe kamlar gibi buyuramaz ve hiç kimse, bir kamın kutluladığı bir Demirci'nin maharetiyle yeryüzünün kemiklerini dövüp şekil veremez. Biliyorum, kafan karışık, ne olduğunu anlamıyorsun. Ata kamların dileği de buydu zaten, emanet birine verileceği zaman, habersizken verilir, hazırlanmadan, yıllar sürecek bekleyişin yüküyle güçsüzleşmeden, korkaklaşmadan. Dilerler ki, sen insan kudretine, aklına, bileğinin gücüne değil, ata kamların kutlu soyunun damarında dolaşan gücüne güvenmeyi akledesin, ona sığınasın, aklını, duygunu, bileğini onun emrine veresin ki, bir işe yarayasın. Alışacaksın. Alıştığında, omurlarından aşağı inen bu gücü dilediğince kullanmayı öğreneceksin. Hiç bir kitabın, öğretmenin öğretemediğini; yalnızca ataların ruhuna ve inayetine sığınarak. Şikayet etme, bu bilgisizliğin onların dileğiydi, senin iyiliğin için. Gel gör ki, beyim, sen kamların herhangi bir torunu değilsin, bahtsızlığın ya da iyi talihin şudur ki, sen, dünyanın daha evvel görmediği bir iş başımıza geldiğinde emaneti yüklenmekle görevlendirildin." Batıralp dayanamadı, binlerce soru geliyordu aklına, ağzına ilk düşeni sormak üzere açtı dudaklarını ama, Demirci gözlerini kapatıp, elini kaldırıp onu susturdu. Gözlerini açıp, konuşmaya devam etti: "Sorma. Anlatacağım, bilmen gerektiği kadarını, işine yarayacak olanı. Önce, sana olan biteni söyleyeyim, Kayan Ata sana ne kadarını anlattı bilmiyorum, bilmek hakkındır. Vaktiyle, Erlik Han ile Bay Ülgen, Tanrı'nın inalı olmak için vuruştular. Erlik bir kara don giydi, Bay Ülgen bir ak don. Ancak Gök Tanrı, tanrıların babası, buna razı gelmedi, ikisini de katına aldı, donlarından azad etti. Bir grup Yek, Erlik Han'ın kara donunu, kaldığı dağ zirvesinden çaldılar, Kayan Ata da, ak donu kendine aldı, sakladı, bekledi. Ta ki, kamlar yolunun uluları, Yeklerin bir iş peşinde olduğunu fark edene kadar. Duyduk ki Yekler, bir müthiş büyücü bulmuşlar, kara donu giydirmişler. Diler imişler ki, büyücü Erlik Han'ı kaçıra, Bay Ülgen'i öldüre, Erlik'i tahta geçire. Gök Tanrı, acunun dengesini bozdurmayacaktır, eğer bunu yaparlarsa, gafiller bilmiyor ki, Tanrı acunu yok eder, yenisini yaratır. Bu olmasın diye, ata kamlar ak donu ortaya çıkardılar, büyücünün karşısına kamların fedasisi Yedi Cebe'den dövülmüş kılıcı alıp çıksın, ak donu giysin, acunu kurtarsın diye. Sen kamların fedaisisin, şu halde, kamların reisisin. Sen en ulu kamın soyundan geliyorsun, Kayan Ata'nın. O yüzden, senin hazırlanmaman lazımdı, saf ve bakir kalman lazımdı. Bense, Demirci'yim, sana kılıcını dövecek olan. Bana görev verildiğinde, dokuz yaşımdaydım, delirdim diye hastaneye kaldırdılar, görmeliydin... Her ney ise, ben sınavlarımı geçtim, Yedi Cebe'yi topladım, kılıcı dövdüm, bekledim. Ta ki, Kayan'ın inayetiyle sen karşıma çıkana dek. Yedi Cebe'yi toplayana dek başıma gelenler anlatmakla bitmez, bilmene de gerek yok. Görevini yerine getirirsen, kamların sırları sana açılacak, onu da öğreneceksin. Şimdilik, Yedi Cebe'nin ne olduğunu bilmek sana yeter.
48
Çağlar boyunca gökteki kavganın aynısı, insanoğlu arasında da yaşandı, onun sakat, bayağı ve ihtişamı düşük bir yansıması olarak. Ancak insan evlatlarından kimi, yiğitlikleriyle öne çıktılar, onların kullandıkları silahlar kutsandı, korundu. Yedi Cebe işte budur, yedi kötülükle savaşmış yiğidin silahı. Bunların ilki, Kül Tigin'in kılıcıdır. Öldüğünde cenazesine Kitanlardan ve Tatabilerdeb ağıtçılarla birlikte Udur Sengün , Çin'den altın, gümüş ve ipek hediyelerle İsije Liken, Tibet Kağanı'ndan temsilci olarak Bülin, Buharalı Soğdlardan İnek Sengün ve Oyal Tarkan, On-Oklardan, Türgişlerden Mühürdar Makaraç ve Oğuz Bilge, Kırgızlardan Tarduş İnançu Çor, kabrini hazırlamaya Çin kağanının yiğeni Çan Sengün gelmişti. Gelmiş geçmiş en büyük savaşçıdır, güneyden ve batıdan yayılan karanlığın karşısına tek başına dikildi. İlk bulduğum cebe de, bu kılıçtı... Zülfikar tasviri dikkatimi çekti. O çağlarda, Araplarda kavisli süvari kılıcı yoktu... Dümdüz kılıçları olurdu, Yunan kılıçlarına benzer. Ama her yerde, Zülfikar kavisli tasvir ediliyordu. Düşündükçe bu tasviri her yere yayılmış kılıcın bir işaret olabileceğine karar verdim. Peşine düştüm. Nihayet, Sarız'da, Kalender Çelebi'yle Osmanlı arasında yapılan son savaşın bıraktığı bir toplu mezarda, Zülfikar adıyla gizlenen Kül Tigin'in kılıcını buldum..." Batıralp ağzı açık dinliyordu? Zülfikar? Kül Tigin? İç çekti, bıraktı Demircioğlu anlatmaya devam etsin... "Yedi Cebe'nin ikincisi, Attila'nın kılıcıdır. Öyle kudretliydi ki, Savaş Tanrısı Mars'ın kılıcı olduğu söylentisi yayılmıştı... İlgimi çekmesi zor olmadı. Peşine düştüm, Koloşvar'da, bir Szekel kocasından teslim aldım. Üçüncüsü, Fatih'in kılıcıdır. Bir gün, televizyonda Halil İnalcık'ı dinlerken, Akşemseddin'in bir şeyhten çok, şaman olduğunu söylemişti. İlgimi çekti, peşine düştüm. Silsilesini Hüseyin soyuna değil, Oğuz Kağan'a dayandıran İbrahim Gülşeni'nin varisleri, bir kopyası müzelerde sergilenen kılıcı elime teslim ettiler. Dördüncüsü, Bjeduğ Prensi Pşıkoy'un, Ruslarla harb ederken kullandığı Kınjal'dır. Bir Karaçay kocasından teslim aldım, 14 yaşında Rus komutanını atından indirdikten sonra şarapnelle yaralanınca, "kanlı gömleğimi sevgilime götürünüz. Başkaları tuzlu su akıtırken o kanlı su akıtsın" diye ölen genç kahramanın kılıcını. Beşincisi, Kayan Ata'nın hançeridir, benim atam dövmüştü. Nice kökü kesmiş, nice yaraya kızdırılıp basılmıştı. Altıncısı, Atatürk'ün tören kılıcıdır. İttihat ve Terakki'nın son mutemedlerinden teslim aldım. Yedincisi tuhaf... Kül Tigin'in kılıcını bulduğum yerde, bir cesedin elindeydi. Üzerinde "Nulla Crux, Nulla Corona" yazıyordu... Öğrendim ki, "ne haç, ne taç" demekmiş. Alman isyancı Florian Geyer'e aitmiş. İşte böyle... Her birinin hikayesi yıllar sürdü. Her birinin peşinde acı çektim, bedel ödedim. Bu kadarını bilsen yeter..." Batıralp bütün duyduklarını sindirmeye çalışıyordu. Saçmasapan yığınla şey duymuştu; hükümdarların, isyancıların silahları, onların orijinallerini elinde bulundurduğunu söyleyen bir meczup adam... Ama sesinde bir şey vardı Demircioğlu'nun, türkü söylerkenki esrikliği, köylü tavrı gitmişti. Oldukça mantıklı ve kendinden emin konuşuyordu. Tek bir şey söyleyebildi Batıralp: "Yani?" "Yanisi şu. Yedi Cebe'yi buldum, her birinden birer parça katıp, kılıcını dövdüm. Benim donattığım kılıç ve Atanın omuzlarına attığı kaftanla büyücünün karşısına çıkacaksın. Büyücüyü öldüreceksin. Atalar ruhunu şad edeceksin, Ülgen'in düzenine gözcü olacaksın..."
49
Öykü
Öykü * * * Uyandı. Başını kaldırıp sağa sola baktı. Evindeydi. Eve nasıl geldiğini bilmiyordu. Hafızasını yokladı... Sanki az evvel, Demircioğlu'yla konuşuyordu... Ama kuş sesleri geliyordu dışarıdan, gün ışımasa da, kuşlar uyanmıştı. Uzun süredir evde olmalıydı. Suratını buruşturdu, ve gözlerini tekrar yumdu... Rüyasında, siyah kaftanlar giymiş, saçaklı şapkalar, süsler takınmış bir sürü adam, çekik gözleriyle ona gülüyor ve yemyeşil, iğrenç bir suyun içinde yıkanıyorlardı... Anlamadığı bir ses yankılanıyordu kulaklarında... Yine uyandı. Rüya öyle gerçekti ki, bir süre gitmedi çirkin adamların sureti gözlerinin önünden. Sigarasına uzandı ve yaktı. İlk nefesten sonra doğruldu. Bir bardak rom koydu ve diviti eline aldı. Kurgulamadı, düşünmedi, gün hafiften ışımışken, bir veda mektubu gibi, şiirini yazmaya başladı: Zelil eden ve ağlatan aç koyanın adıyla Mariana bir şuh kadın kıvrım kıvrım şehrayin Tülü siyah kendi beyaz uğru gözleri ela Denizkızı kadar hoppa okyanus kadar sakin
Hediyene bir kaçamak göz atıp râm olduğum Bu sonsuza dek düşmeye benzer bela da niçin? Kımıl kımıl haşerat ve yılanlar boğum boğum Kuyumda Yusuf değilim bu esfel-i safilin! Sabah uyumadan evvel yüzün belirdi camda Işığının gözlerime çaktığı silüetin Mariana! Hayra yorma, bugün sabah rüyamda Tilaveti çınlıyordu bir şeytani ayetin Gök Tanrı'nın hikmetinden sual eden bir adam Tam dokuz defa çarpıldı bir Pırag sabahında Dokuz Oğuz ve Üç Tatar yedi bakşı ve kırk kam Bana sırıtıp yıkandı som yeşil günahında Mariana, kabusuma bütün bütün gömüldüm Boğuldu ahir çığlığım köpek nidalarında Hasılı, rüyamda başka adam olmaya öldüm Aşinasız bir can çıktı otel odalarında
At üstünde çırılçıplak tanrının hediyesi Nihil ayetince keskin nigehbana okları Odamda bir meşum girdbad: cismi yok, yalnız sesi Körüm, açım, kötürümüm saat altı civarı Ah o sarkaç sekarette Azrail kadar dakik Tık tık kırkayak beynimde -Mariana!- işkence Usanmaz mı, tam tepemde kaç milyar yıllık mekik Bir yol göster bana benden kurtuluş var mı sence?
"La boheme di Mariana..." diye attı başlığı, ve imzaladı. Ve kalktığından beri görmezden geldiği kaftana baktı. Anlıyordu artık, anlaşılmaz bir biçimde anlıyordu. Asılı durduğu dolap kapağının altında, bir de kılıç duruyordu şimdi. Kaftanı yavaşça, acemice yerinden aldı, omuzlarına attı. Kılıcın kabzasını kavradı... Ve kaldırdı. Batıralp, zamandan ve mekandan soyutlandı, uzun bir zaman önceye, bambaşka bir mekana yollandı, Kıpçak akınları çağının Dacia'sına... Öykü: M. Bahadırhan DİNÇASLAN
Her sabah bir emir gelir: "yüklen obanı, dağıt!" Her akşam ensemde yumruk fırka-i islahiye Ben bir Avşar bozlağıyım, tan yerine bir ağıt Bir Türkmence nazireyim yad dilde ilahiye Karia kaçkını koro bir ağızdan uğultu Bastırmaya sesim cılız kesiliyor nefesim Beni nasıl bir sapığın mabedinde unuttu Annem adımı koymadan... Mariana! Annem kim? Hangi siyah elbisenin etekleri savrulup Gün görmemiş bir kızılın keşfini bahşedecek? Bana, söyle Mariana, kimler nereden bulup Bir gümüş tepside Lokman sırrını faş edecek?
50
51
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Çizgiroman İnceleme
Çizgiroman İnceleme
Şahsi Bir Robert Crumb Biyografisi Lise yıllarımdaydım, demek ki 90'lı yılların başıydı. O zamanlar çizgi roman piyasası can çekişmekteydi ve etrafta dönen ana mantık "Daha fazla acı çekmesin, vuralım gitsin" şeklindeydi. Bir İzmirli olarak gazete bayiilerinde yeni çizgi roman bulmak iyice zorlaşmıştı ve Alsancak'taki NATO karargahı kapanma sürecinde olduğundan , Amerikan askerlerinin çocukları sahaflara artık eski çizgi romanlarını getirip satmıyorlardı. Kaynaklar iyice kurumaya başlamıştı. Öte yandan çizgi film konusunda pek sıkıntı çekmiyorduk. Yeni başlayan özel televizyon çılgınlığı sayesinde Magic Box, ATV, Show gibi kanallar; günü doldurmak için paso çizgi film veriyorlardı. Fakat oldukça amatör bir ruhla yapıldığından (ve işin gerçeği çizgi filmler çok önemsenmediğinden) arka arkaya aynı çizgi filmler veriliyor, 13 yaşa uygun bir çizgi filmin arkasından ( mesela Thundercats) bebeler için bir çizgi film ( mesela Kaşif Dora) ile karşılaşabiliyorduk. Bu yüzden tadımız kaçıyordu. Tabii yaşımız da "kanı kaynayan delikanlı" olunca çizgi film önemini kaybediyor, ister istemez aklımız yeni yeni fark etmeye başladığımız "dişi" ırka yöneliyordu. Derken 92 yılında benim gibi çizgi romancı bir arkadaşım elinde bir betamax Kaseti sallayarak geldi. Kasetin üstünde "Ralph Bakshi : Fire&Ice" yazıyordu. "Dehşet bir çizgi film abi... Kesin izlemen gerek." Büyük şanssızlık bizim evimizde de VHS videolardan vardı ve Betamax kaset ile uyumsuzdu. Başka bir çizgi romancı arkadaşımı kandırdık ve filmi onda izlemeye karar verdik. 1-2 gün sonra 4-5 arkadaş buluştuk ve onun evine giderek bu çizgi filmi izledik. Şu anda bu çizgi filmi izleyecek kişiler günümüz standartlarına göre oldukça yavan bulacaklardır ama 91 yılı için çok abzürt ve farklı bir çizgi filmdi.
52
Hepimiz büyülenmişçesine eve gittik ve bu çizgi filmi bir şekilde edinmemiz gerektiğini kafamıza yazdık. (Tabii bunun daha alt gerekçelerine inersek, çizgi filmde başrol karakteri hatunun inanılmaz seksi , olgun-dolgun ve de oynak çizilmesi de yatıyor olabilir, oralara fazla girmeyeceğim.) O zamanın sınırlı olanaklarıyla Ralph Bakshi'ye ait başka çizgi filmleri aramaya başladım. (Bahsettiğim zamanlarda interneti bırakın bilgisayar bile emekleme devresindeydi ve yabancı rock müzik dinlemek istediğinizde gidip bazı müzik marketlerden kaçak kaset doldururdunuz. Şartlar gayet kötüydü yani) Ama buna rağmen büyük bir şans eseri bir video kiralayan adam "Galiba bu filmi de o yapmıştı" diyerek bana bir kaset uzattı. İşte o kaset "Fritz The Cat" idi. Cuma günü kiralamıştım filmi ve annemler haftasonu bir yere gitmişlerdi. Galiba o haftasonu 3-4 kez izlemiştim Fritz'i. Bunun esas nedeni bir daha bulamayacağımı düşündüğüm için beynime çizgi filmi iyice kazımaktı. Fritz'in bohem hayatla ve üniversite öğrencileriyle dalga geçmesi ve farklı bir bakış açısıyla Amerika'ya bakması beni çok etkilemişti. Tabii filmdeki bir sürü ince espriyi anlamam için üzerinden uzun bir süre geçmesi gerekti, ama "Yakışıklı iyi adam, çirkin kötü adamı döver" tarzı çizgi filmlerin yanında bu çizgi film tam bir devrim niteliğindeydi. Bir daha Robert Crumb'ı görmem 2003 yılına denk gelir ve ilginçtir çizgi romandan hiç anlamayan kız kardeşim buna vesile olmuştur.Ne ilginç bir ironidir ki, ikinci kez Crumb'ı görmem de bir film sayesinde olmuştur. "Tunçi sen çizgi roman çok seviyorsun değil mi ? Senden American Splendor var mı ?" sorusuyla afallamıştım. Hayatımda böyle bir çizgi romanı ne görmüştüm ne de duymuştum. Bunun üzerine bana haftasonu "American Splendor" filmine gittiğini ve çok keyif aldığını söyledi. Hemen başka bir çizgi romancı olan kadim dostum Tolga'yı da alıp filme gittim. Film öyle çok sürükleyici değildi işin gerçeği ama çıktığımızda ikimiz de birbirimize tuhaf tuhaf bakıyorduk. Hayatımızda ismini duymadığımız Harvey Pekar ve Robert Crumb diye iki adamın 1960'lı yıllardan beri hiç bilmediğimiz bir çizgi roman janrasında işler yaptıklarını öğrenmiştik.Bir de utanmadan kendimize çizgi roman sever diyorduk... Yıl 2003'tü. İnternet hala emekleme çağındaydı ve torrent daha emziği ağzında bir bebekti. Fakat farklı paylaşım programları sayesinde - ben o sıralar DC++ kullanıyordum - Amerikalı bir adamın arşivinde "ZAP" adlı çizgi romanların arşivini buldum ve hemen indirdim. O çizgi romanlar sayesinde Crumb'ı iyice tanıdım ve kafamda bazı özelliklerini yazdım . Daha sonra biyografisini incelediğimde çoğu düşüncemin gerçek olduğunu da fark ettim. Peki Crumb kimdir , nedir ? Onunla ilgili 3 tane film çekilmiş ve birden fazla biyografisine rastlamak mümkün olduğundan tarihçesinden bahsetmeyeceğim. Sadece kendi bakış açımla Crumb'ı anlatacağım. Crumb bir anti-sosyaldir. Bu kendi içine kapanık karakterinden fakat aynı zamanda oldukça problemli bir aileden gelmesinden de kaynaklıdır. Babası emekli bir ordu mensubudur ve askerlikten
53
Çizgiroman İnceleme
Çizgiroman İnceleme
ayrılınca satıcılık yapmaya başlamıştır. 40'lı yılların "sert erkeği" olan babası, ince yapılı ve kırılgan Crumb'ı beğenmez ve sürekli aşağılar. Annesi sinir harbi geçiren bir ruh hastasıdır ve sürekli sakinleştirici ilaç ve hap kullanmaktadır. Crumb annesini resmederken sürekli küfreden bir kadın çizer. Crumb'ın iki erkek kardeşi vardı, Charles ve Maxon. İkisinin de akıl sağlığı yerinde değildi ve ikisi de sürekli ilaç kullanırdı. İkisi de Robert gibi çizer oldular ama kendisi özellikle Charles ile çok yakındı. Robert'in Fritz'i çizdiği ve Fritz gibi iki ayağı üstünde yürüyen hayvan karakterleri kullandığı çizgi romanları çok seven Charles, ona bir yol arkadaşı olacak Tavşan Fuzzy'ı çizdi.Fuzzy ve Fritz'in maceraları uzun bir süre onları çok eğlendirdi. Aradan yıllar geçtikten sonra Charles intihar etti. Crumb farklılar arasında farklıdır. Yıılarca anne evinde zulum gördükten sonra San Fransisco'ya giden Crumb kendisini hippie kültürünün içinde bulur. Bu toplumdan dışlanmış insanlarla yaşayan Crumb, kendisini onların yanında rahat hissetmez ve grup içinde "dışarıklılar arasında bir dışarıklı" olarak ünlenir. Arkadaşlarının aksine saçını hiç uzatmayan ve 70'lerin sayko-delik rock müziği yerine 1920-1930 'lu yılların jazz ve blues'unu tercih eden Crumb, kaliteli çizgisiyle yavaş yavaş ünlenmeye başlar. Kendi söylediğine göre bir gün ağzına bir asit atar ve bu hap onun tüm duyularını açar. O hap onda 3 ay etkisini gösterir ve çizimlerinde ciddi bir kalite artmasına yol açar. Böylece çıkardığı underground çizgi romanlarda bir kült isim haline gelir ve meşhur olur. Crumb'ı daha geniş bir kitleye tanıtan adam Bakshi'yle arası bozuktur. Bakshi Fritz'i bir animasyon haline getirmek isteyince beraber masaya oturup antlaşmaya varmaya çalışırlar fakat hem parada hem de Bakshi'nin senaryosunda anlaşamazlar. Bunun üzerine Crumb'la arası oldukça bozuk olan karısı devreye girer ve sözleşmeye imzayı o atar. Zaten daha sonra da boşanırlar.Ama Fritz'in bir uzun versiyon animasyonu piyasaya sürülmüş olur. Crumb "at" sever.İlk çizgi romanlarına bakın. Fritz'e bakın. Oradan Mr. Natural'e geçin. En meşhur kadın karakteri olan Devil Girl'e bakın. Hiçbiri sizi tatmin etmiyorsa şu anki eşi olan Aline Cominsky Crumb'a bakın. Tüm kadın karakterleri iri yarı, tombul bacaklı ve de kaslı kadınlardır. Eşi ne kadar Robert'tan kısa da olsa vücudu gayet serttir ve kaslıdır. Crumb bu "at" sevgisine kendisiyle ilgili çizdiği bazı çizgi romanlarda bol bol değinmiştir. Mesela kardeşi Charles ile gençken yaşadığı bir olayda, hoşlandığı kızın adını söyleyince kardeşi durup "Ne ? Şu yolun karşısında oturan şişko mu?" diye sorar. Crumb hemen savunmaya geçer ve "Şişko değil gayet güzel bacakları var" diye cevap verir. Sebep ne olursa olsun, Crumb bu sevgisini hem Fritz hem de Mr. Natural'da bol bol gösterir.Bütün Crumb kadınları iri yarı, tombul ve kaslı kadınlardır. Crumb aynı anda hem çağının gerisinde hem de ilersinde yaşar. Crumb çizgi tarzıyla gerçekten bağımsız ve yeraltı çizgi romanları için çağlar açmışsa da, kişisel yaşamında tam anlamıyla münzevi bir
54
yaşam sürer. Yıllardır Fransa'da karısıyla ve kızıyla beraber insanlardan uzak bir hayat sürer. Hala 1920-1930 'lu yılların jazz ve blues plaklarını dinler ve ara ara insan içine çıktığında giydiği kıyafetler 20 seneliktir. Crumb bir müzisyendir. (Crumb ile Pekar'ı buluşturan ortak dil müzikti. Beraber Pekar'ın evine gidip saatlerce plak dinlerlerdi.) Crumb aynı zamanda banjo ve o gitar tarzı yaylı çalgıları da çalar. Bir ara Robert Crumb & His Cheap Suit Serenades adlı bir grup kurar. Bu grupta Banjo, gitar çalar ve şarkı söyler. Bunun dışında Eden and John's East River String Band grubunda da mandolin çalmaktadır.Dominique Cravic ile kurduğu Fransız stili folk-halk müziği grubunda da çalıp söylemektedir. Çaldığı grupların albümlerinin kapaklarını kendisi yapmıştır ve onun dışında da farklı grupların albüm kapaklarını çizmiştir. Robert Crumb ile tanışmama sinema sebep olmuştu. Fakat Crumb'ın bu kadar hayatıma girmesi Flaneur Comic'in kurucularından Servet İnandı sayesinde olmuştur. Bana Robert Crumb'ın iki kitabının Fritz the Cat ve Mr. Natural - telifini aldığını ve benden çevirip çeviremeyeceğimi sorduğunda hemen kabul ettim. İki kitapta içerdikleri 70'li yıllara ve San Fransisco'ya has argolarıyla ve Crumb'ın tuhaf mizah anlayışı sayesinde ilk başta oldukça gözüme zor göründü. Fakat onun mantığını anladıkça çeviriler çok daha hızlı ve akıcı olarak gitmeye başladılar. Çeviri bitince Crumb'ın mentalitesini bilen insanların kitaplardan çok daha farklı bir zevk alacağını düşündüğüm ve bu yüzden iki kitabın arkasına da "Çevirmenin notları" bölümünü eklemeyi uygun buldum. Yazımı okuyanlar eğer gidip Fritz ve Mr. Natural'ı alacak olurlarsa (ki bence alın çünkü limitli sayıda basıldı) çizgi romanı bitirdikten sonra bu notları okuduklarında ayrıca bir keyif alacaklarını düşünüyorum. Crumb hayatıma, ironik bir şekilde hiç sevmediği ve kabullenmediği bir çizgi filmle girdi. Sizin hayatınıza doğru bir yerden girmemesi için hiç bir sebep yok. Bence bu ikili bir takım olarak çok güzel yılbaşı hediyesi olur. O yüzden şimdiden gidip almanızda fayda var... Tunç PEKMEN
55
Öykü
Günahların Bekçisi BÖLÜM 6 – Bahçıvan ve Sahra Daha küçük bir çocukken babası çalıştıkları konağın bahçesini göstererek "Ne görüyorsun." diye sormuştu. Şiyar büyülenmişçesine etrafındaki zenginliğe bakarak "Her şeyi satın alabilecek tek şeyi, gücü." demişti. Babasına dönüp baktığında yüzündeki hayal kırıklığına anlam verememişti. Babası ona "Peki bu çiçekleri güç mü böyle güzel yaptı?" diye sorunca "Evet. Gücü olmasa seni buraya getiremezdi." diye cevap vermiş sonrada babasından hayatı boyunca hiç unutamayacağımı o tokadı yemişti. "Güç tecrübeyi satın alamaz, ve güç tek başına hiçbir işe yaramaz. Beni buraya getiren güç değildi, çünkü güç gelip geçer, sen alt etmek için zayıf anını kollar, güce güvenemezsin." Bir süre sonra konağın sahibinin kızı Sahra ile tanışmış ve onunla babasının öldürüp mirasını almak için kandırmıştı. O gece zavallı adamı öldürmüş ama Sahra babasının acısına dayanamayıp her şeyi itiraf etmişti. Polis onu götürürken babası suratına bile bakmamıştı. Diğer mahkumlar ondan çok korkardı, cezaevine girdiğinin ilk dakikalarında koğuş ağasını öldüresiye dövdüğü için hücre hapsi almıştı. 3 yıl boyunca ne zaman hücreden çıksa o çocuğu öldüresiye döver sonra tekrar hücreye dönerdi. Taki çocuk dayanamayıp intihar edene kadar. Onu neden öldürmeyip bu şekilde dövdüğünü sorduklarında öldürseydim cezam uzardı, çabuk çıkmalıyım ki ona kavuşayım demişti. Ama hapisten çıktığında Sahra'nın yani babasını öldürdüğü kızın dayanamayıp intihar ettiğini öğrendiğinde bütün dünyası yıkılmıştı. Onun için tam 12 yıldır her gün hayal kuruyordu, oysaki Sahra çok öncesinde ölmüştü. Bundan sonra ne yapacağım diye düşünürken mafya onu buldu. Hapishane de yaptıkları ünlenmesine sebep olmuştu. Yıllarca değişik suç şebekeleri için çalıştı, her seferinde daha yaratıcı infazlar yapmaya başladı, gün geçtikçe öldürmeye olan açlığı daha da kabarıyordu. 2 kez daha ceza evine girmişti, en son seferinde Bolvadin ile tanışmıştı. Ondan Kara Gümrük çetesi için kalıcı olarak çalışmasını istemişti. Yıllar geçtikçe çok iyi arkadaş olmuşlardı. Kara Gümrük'ün her sırrını öğrenmişti, kimlere rüşvet verilir, kimlerden alınır, kendileri için çalışan vekiller, polisler kamu görevlileri kimlerdir. Zaman geçtikçe Kara Gümrük onun gerçek ailesi olmuştu, Bolvadin ise en yakın arkadaşı, onunla bir konuşmasında öldüğü zaman onu babasının bahçesine gömmesini istemişti, her şeyin başladığı yerin bitiş yeri olmasını istiyordu. Bolvadin elini onun omzuna koyup seni gerekirse sırtımda taşırım kardeşim demişti. Babası halen hayattaydı, kimse onu oğlunun yaptıkları için suçlamamıştı, çünkü herkes ondaki açgözlülüğün farkındaydı, sadece bu boyutta olduğunu bilmiyorlardı. Babasından öğrendiği tek şey çiçeklerdi, onlara babası kadar güzel bakıyordu. Keçiören taraflarında bir peyzajcı açmıştı, adam öldürmekten arta kalan zamanını burada geçiriyordu. Çiçekler onun gerçek dünyasıydı, onlar ile olmak işlediği cinayetleri unutmasını sağlıyordu. Çiçeklerin arasındayken çocukluğuna Sahra'yı ilk gördüğü zamana dönüyordu, gözlerini kapattığında Sahra'nın elini tutup onun kokusunu alabiliyordu. Sahra'ya özgü o güzel çiçek kokusunu asla unutmamıştı, ömrü boyunca da unutmayacaktı. Masumiyetlerini kaybetmeden önceki o güzel zamanlar o kadar yakınındaydı ki elini uzatsa yakalayacaktı, gerçekten Sahra'sına kavuşacaktı, ona tekrar sarılıp koklayacak masumiyetlerini kaybetmelerine izin vermeyecekti, ama ne zaman Sahra'nın yüzüne dokunmak istese yüzü parlak polen
56
57
Öykü
Öykü
tanecikleri şeklinde dağılıp gider oda bu güzel rüyasından uyanırdı. Sonrasında ise geriye acı dolu haykırışları kalırdı. 3 ay önce çocuk parkındaki bir bankta gözlerini kapatarak oturmuş çocuk sesleri arasında Sahra ile çocuklarının olduğu ve onlarla parkta oyun oynadığını hayal ederken birden bahçesindeki o tanıdık çiçek kokusunu aldı. Gözlerini açtığında çocuklar ile oynayan kadını gördü, kadın Sahra gibi zayıf değildi, aksine iri bir kadındı, güzel değildi ama garip bir çekiciliği vardı. Gözlerini tekrar kapadı ve o irikıyım kadın yok oldu yerine Sahra geldi. Çocuklar ile oynayıp etrafa neşli kahkahalar atıyordu. O kadar mutluydu ki Sahra ile masumiyetlerini kaybetmeden önceki o zamandaki gibiydi. Kadın yorulup boş bir banka oturduğunda yanına gidip onunla tanışmak istediğini söylemişti ama kadın onu elinin tersi ile itmişti. Onu tek çeken şey kadının kokusu değildi, onda anlayamadığı bir çekicilik vardı, sanki birbirileri için yaratılmışlardı. Kadını takip edip evini ve ismini öğrendi. Adile ismi kendisine çok sevimli gelmişti, ama kadındaki çekicilik sevimlilik değildi. Evinin önünde günlerce kadını izledi, onu bu kadar çeken şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştı. Adile sıradan bir kadındı hiçbir özel yanı yoktu, sadece çatı katında çok fazla zaman geçiriyordu. Çatı katında eski eşyaları olmalı, onlara bakıp geçmişi özlemle anıyordur diye düşünmüştü. Taki 8. Gece de Adile’nin sessiz sedasız evi terk ettiğini görene denk. Adile arabasını Ankara’nın en ücra sokaklarında kullanıyordu. Böyle bir kadın buralarda ne yapar ki, geceleri gizlice elma şekeri mi dağıtıyor? Diye düşünürken Adile arabasını uyumakta olan evsiz bir çocuğun önüne park edip arabadan indi. Adile’nin elinde garip bir şey vardı, ne olduğunu göremiyordu. Kadın çocuğun başına eğilip 1-2 dakika bir şeyler sordu, çocuk mutlulukla cevap verdi. Adile’nin yüzünün güldüğünü görebiliyordu, Şiyar arabanın içerisinde başını sallayarak "Tanrım geceleri evsizlere yardım ediyor." dedi. Çocuk ayağa kalkıp arabanın arka koltuğuna oturunca Adile elinki şeyi çocuğun boynuna sapladı ve aletten etrafa mavi kıvılcımlar yayılırken çocuk titremeye başladı. Şiyar gördüklerine inanamayarak "Şok tabancası mı?" dedi. "Sen ne yapıyorsun böyle." Adile arabasını yavaşça hareket ettirip evine geri dönerken Şiyar gördüklerine bir anlam vermeye çalışıyordu, yaşlı bir kadın gecenin bir vakti kimsesiz bir sokak çocuğunu kaçırıyor. Adile arabasını garaja park ettikten bir süre sonra çatı katının ışıkları yandı. Şiyar bir süre bekledikten sonra eve gizlice girdi. Ev inanılmayacak derecede düzgündü. Yavaşça merdivenlerden üst kata çıktı, yine aynı şekilde düzgün bir yatak odası gördü, tam çatı katının kapısına gelmişti ki iniltileri duydu. Adile’nin o tatlı sesi gitmiş yerine korkunç bir ses gelerek çocuğa "Sessiz ol seni küçük fare. İşim bittiğinde sokaklardaki o sefil hayatın bir anlam ifade edecek." diyordu. Şiyar kapıyı sessizce açıp Adile’nin ölüm odasını gördü. Oda kavanozlara konulmuş ceninler, cam fıçılara turşulanmış 3-4 yaşlarında çocuklar, mumyalanmış 6-7 yaşlarında çocuk cesetleri ile doluydu. Adile ise çocuğu mumyalanmış ve bir kelebek gibi duvara çivilenmiş 50'li yaşlarında çıplak bir kadın cesedinin önüne kurduğu bir masaya yatırmış bıçak ile canlı canlı derisini soymaya başlamıştı. Çocuk uyuşturulmuş olduğu halde halen ayıktı, sadece bölgesel anestezi yapılmıştı göğsünün neredeyse yarısı soyulmuştu, olan her şeyi görüyordu ama konuşamıyordu sadece iniltiler çıkarabiliyordu. Şiyar Adile’nin kendisini neden çektiğini artık anlıyordu, aslında onu çeken Adile değildi, onu çeken ölümdü. Sahra'ya aşıktı çünkü onun sayesinde ölüm ile tanışmıştı. Oda o kadar muazzamdı ki bakmaktan
kendini alamıyordu, Adile gördüğü en saf ölümdü, basitçe öldürmek için öldürmüyordu bir amaç için öldürüyordu ve ölüme güzellik katıyordu. Kendini kaybetmiş bir şekilde "Çok güzel." diye mırıldanırken bir anda Adilenin kalbine bıçak saplamak üzere olduğunu gördü. Hızla Adilenin elini tutup kendine çekti ve "Sen gördüğüm en güzel şeysin." dedikten sonra dudaklarını dudaklarına yapıştırdı. Adile başta karşı koymaya çalışarak Şiyar'ın dudaklarını ısırıp kanattı ama Şiyar duraksamadı bile. Adile’nin başını elleri arasına alarak "Ölüme bir anlam veriyorsun, onları ölüm ile ölümsüzleştiriyorsun. Sen bir meleksin." diyip tekrar öptü. Ardından can çekişen zavallı çocuğun önünde gece boyu seviştiler. Sabah olduğunda çocuk çoktan ölmüştü. Aşk Adile’nin o güne kadar bilmediği bir şeydi, ama o gece ikisi de birbirlerine aşık olmuşlardı. Şiyar kendisinin nasıl bir katil olduğundan bahsettiğinde Adile’nin mutluluğu daha da arttı, oda Şiyar'a gerçek kimliğini söyleyip akıl hastanesinden nasıl kaçtığını, gerçek Adile’yi nasıl öldürdüğünü ve çatıdaki sanat eserlerini nasıl yaptığını anlattı. Sonraki günlerde Adile masasında çocukları doğrarken Şiyar onu büyülenmişcesine izlemeye başladı. Sevişmeyi çok seviyorlardı, hatta birbirlerini öldüresiye sevişiyorlardı. Alev bunun için birçok seks oyuncağı almıştı, bazı geceler Şiyar'ı acımasızca kırbaçlıyordu. O kadar iyi anlaşıyorlardı ki bir gün Şiyar'ın yanlışlıkla eve erken gelmesi dışında hiç kavga etmemişlerdi. O gün Şiyar cep telefonuna eve erken gelmesi için mesaj geldiğini söylemişti ama Alev mesajı göstermesini söylediğinde bulamamıştı. Daha sonra gördüğü garip hayallerden biri olduğunu düşünerek üstüne düşmemişti. Yine peyzaj dükkanın da olduğu bir gün kapı çalındı. İçeri giren adam tuhaf bir şapka takmıştı, adamın ağzı dışında yüzünün hiçbir noktası görünmüyordu. Bu tip özenti sersileri hiç sevmezdi. "Defol git buradan, yoksa senin kemiklerini yüzer bitkilerime gübre yaparım." diyerek yanına giderken adamın dudaklarında ki garip gülümsemeyi gördü. O an içini en sevdiği his kapladı, Alevi bulmasını sağlayan o ölümün soğuk nefesi. * * * Ölümü her zaman hissederdi, ölüme resmen aşıktı, fakat bu sefer içinde azda olsa bir korku vardı ve bu korku adamın gülüşü büyüdükçe daha da artıyordu. Şiyar kavgadan hiçbir zaman kaçmamıştı, iri cüsseli bir adamdı şimdiye kadar onu devirebilen olmamıştı. Ağaçlarını budamak için kullandığı palasını eline alıp bağırarak adama doğru koşmaya başladı, adam kaçmak yerine kesik kesik kahkahalar atarak olduğu yerde durdu. Şiyar tam onu devirmek için omuz atmak üzereydi ki adam bir anda yana çekilerek Şiyar’ın arkasına geçip dirseği ile beline çok güçlü bir yumruk attı, Şiyar acı içinde bağırarak geriye doğru devrilirken adam kolları ile boğazını sardı. Adam o kadar güçlü bir basınç uyguluyordu ki Şiyar'ın nefesi kesilip gözleri bulanıklaşmaya başlamıştı. Adamı yakalamak için ellerini ensesine doğru savuruyordu ama iri cüssesi yüzünden elleri bir türlü arkasına ulaşamıyordu. Yavaş yavaş kendinden geçerken o kan dondurucu kahkahayı son bir kez daha duydu.
58
59
Gözlerini açtığında adam onu bahçenin ortasına bağlamış bıçağını kıllı göğsünde gezdiriyordu. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki bu kadar basit yakalanmayı kabul edemiyordu. Başında duran Azrail’e "Nanasıl?" diye sordu. Bekçi Şiyar'ın sorusuna "Nasıl mı?" diye alay ederek karşılık verdikten sonra kulağına eğilerek "Tecrübe ile." dedi. "Hayatın boyunca her zaman cüssene ve gücüne o kadar çok güvendin ki, karşındakini yenmek
Öykü
Sinema
için senden güçsüz olması yeter sandın. Ama güç tek başına hiçbir işe yaramaz, tecrübe her zaman gücü yener. Güç o kadar kaypaktır ki, sadece ufak bir an bile olsa ona kendini kaptırırsan seni o anda terk eder. Sonuç ise işte masamdasın." Küçük bir çocukken babasının ona söylediği o sözü hatırladı ve kahkahalar atmaya başladı. Bekçi de onun kahkahalarına eşlik ederek "Sonunda masama yattığı için sevinçten ölmek üzere olan birini görmek ne kadar güzel." dedikten sonra cebinden bir anahtar çıkararak “Umarım kız arkadaşında aynı şekilde sevinir. Ona birkaç hafta önce eve erken geldiğin günkü olayı açıklamak istiyorum. Sonuçta cep telefonuna mesajı atıp daha sonra onu uzaktan silen bendim. Telefonunun şifresi çok kolay, buraya daha öncede geldim, sen içerde çalışırken Hack’leyip yazılım yüklemem birkaç dakikamı aldı. Genelde emanetlerine pek dikkat etmediğin için olsa gerek. Sapık kız arkadaşın sana anahtar verirken güvenli bir yerde sakla demedi mi koca oğlan.” Şiyar'ın kahkahası iniltilere dönüştü. "Ne öğrenmek istiyorsan boşuna uğraşıcaksın. Ben kimseye ihanet etmem." Bekçi hayal kırıklığı yaşamış gibi iç çekerek "Dostum senden bir şey öğrenmek istemiyorum ki. Kendini neden bu kadar önemli sanıyorsun. Sadece tepedeki adamı bulmamda bana yardımcı olmanı istiyorum o kadar." dedi. Şiyar "Bolvadin'i bulmak istiyorsan herhangi bir gece kulübüne gidip adını söylemen yeterli, o seni anında bulur." dedi. Bekçi o derece ürkütücü bir kahkaha attı ki Şiyar o an sonunun geldiğini ve bundan sonra başka hiçbir kelime edemeyeceğini anladı. Bekçi’nin gözleri ateş saçıyor, aynı avını yakalamak üzere olan bir köpek gibi ağzından salyalar akmaya başlamıştı. "Bolvadin mi? Oda senin gibi ufak bir basamaktan başka bir şey değil.” dedikten sonra yanında duran tezgâhtan maşayı alıp Şiyar’ın dilini tutarak dışarı çekti. “Belli ki patronun sana her şeyi anlatacak kadar çok güvenmemiş koca adam." Şiyar dili uzarken acı içinde böğürtüler atmaya başladı. Bekçi Şiyarın böğürmesinden aldığı zevkten titremeye başlamıştı, artık gözünün hareketlerini kontrol edemiyordu, sanki bir karga’nın gözleri gibiydi sürekli hareket ediyor Şiyar’ın bedeninde nereyi parçalayacağına kaar vermeye çalışıyordu. "Ben en tepedeki adamı istiyorum dostum. Ve sen beni ona götürecek yoldaki ilk basamaksın." dedikten sonra kahahalar atmaya başladı ve bıçağı ile Şiyar'ın dilini kesti. * * * 2 gündür Şiyar dan haber alınamayınca Bolvadin ve adamları dükkanına gelmişlerdi. Etraf et parçaları ve kan ile doluydu. Dükkan tanınmaz haldeydi, bunu yapan şey insan olmazdı, öldürdükleri insanların haddi hesabı yoktu. İnsanları gözünü korkutmak için her seferinde daha da vahşice cinayetler işlerlerdi ama bu kadar vahşisini daha önce hiç görmemişlerdi. Şu an karşısındaki o garip et yığını onun en güçlü adamıydı, hepsinin gözünde yere serilmesi dahi imkansız olan adamdı, adama şimdi tamamen parçalanmış kafası boşaltılıp sanki bir saksıymış gibi içine zambaklar konulmuş, bağırsakları ağaçların üzerine yılan gibi serilmiş, gövdesi ise gübre ile doldurulup içine kocaman kurtçuklar atılmıştı. Diğer parçalarının nerede olduğunu öğrenmek dahi istemiyordu. Bolvadin odaya son bir kez göz gezdirdikten sonra başı ile Şiyar'ın parçalarını işaret edip "Asite atıp tamamen eritip ardından dükkanı temizleyin. İşlerini devralana kadar hiç kimse onun öldüğü bilmemeli." dedikten sonra arkasını dönerek dükkandan çıktı. Öykü: Kıvılcım ARDUÇ
60
FANTASTURKA Başlıyor! Ankara Kısa Filmciler Derneği tarafından, 12-14 Aralık 2014 tarihleri arasında İstanbul/Kadıköy- Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde 18-21 Aralık 2014 tarihleri arasında Ankara/Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde üçüncüsü düzenlenecek olan, Türkiye’nin en kült festivali FANTASTURKA’dan yeni haberler gelmeye devam ediyor! Bu yıl 12 filmin yer alacağı gösterim programı; 1953- 2014 yılları arasında çekilen filmleri kapsayacak. Filmler şöyle: Atını Seven Kovboy (Aram Gülyüz- 1974) Dabbe Zehr-i Cin (Hasan Karacadağ-2014) Drakula İstanbul’da (Mehmet Muhtar-1953) Dünyayı Kurtaran Adam (Çetin İnanç-1982) Kara Murat Şeyh Gaffar’a Karşı (Ernst Hofbauer, Natuk Baytan-1976) Ölümün Nefesi- La Mano Che Nutre La Morte (Sergio Garrone-1974) Sihirbazlar Kralı Mandrake Killing’in Peşinde (Oksal Pekmezoğlu- 1967) Tarkan Altın Madalyon (Mehmet Aslan- 1972) Vahşi Kan (Çetin İnanç- 1983) Yılmayan Şeytan (Yılmaz Atadeniz-1972) Zagor- Kara Bela (Nisan Hançer-1971) Şeytan- The Turkish Excorcist (Metin Erksan-1973) Bu yıl üçüncüsü düzenlenecek olan festivalin danışma kurulunda tersninja.com sitesinin kurucusu ve Landlord’u Ege Görgün, sinematikyesilcam.com sitesinin kurucusu ve editörü Utku Uluer, Geceyarısı Sineması editörlerinden Bahçeşehir Üniversitesi öğretim görevlisi Doç. Dr. Kaya Özkaracalar yer alacak. Festival Onursal Başkanlığı’nı ise, ‘Türk Sinemasının Daimi Koruyucusu’ ünvanı ile FANTASTURKA Film Festivali için başından bu yana destek olan, Fanatik Film ve Horizontal Yayınları’nın kurucusu Nejdet Arkın temsil edecek. ‘Dünyayı Kurtaran Adamlar’ Festivalde! Festival kapsamında yer alan filmlerin hayatta kalan son temsilcilerinin katılacağı söyleşiler gerçekleştirilecek. Dünyayı Kurtaran Adam- Çetin İnanç, Zagor- Levent Çakır, Araştırmacı Gazeteci Ali Murat Güven, son dönem korku sinemasının en önemli temsilcilerinden Dabbe Zehr-i Cin filminin yönetmeni Hasan Karacadağ, Bahçeşehir Üniversitesi öğretim görevlisi Doç. Dr. Kaya Özkaracalar’ın yer alacağı söyleşilerde moderatörlüğü Ege Görgün ve Utku Uluer üstlenecek. Ayrıca festival danışma kurulunda yer alan alternatif ‘Yeşilçam Kültürü’ sitesi sinematikyesilcam.com sitesinin kurucusu ve editörü olan Utku Uluer’in fantastik, korku, western, kovboy filmlerindeki sahnelerden ve afişlerden hazırladığı kolaj çalışmaları da festivalde sergilenecek. Türkiye’nin en kült festivali FANTASTURKA’nın basın sponsorları arasındayız.
İllüstrasyon: Necmi YALÇIN
61
62
63
64
65
66
67
Öykü
Son İstasyon Buharlı tren, siyah beyaz dumanlar çıkartarak istasyona giriyor. Tıpkı şu Western filmlerindeki gibi. Ortalığı soluk bir sis kaplıyor, göz gözü görmüyor. Sisin içinde bir şeyler kımıldadığını görüyorum sonra, belli belirsiz şekiller. Ellerimle sisi yarıyorum, dikkat kesiliyorum. Bunlar askermiş. Eski zaman üniformaları var üstlerinde. Sarıklı fesli askerler, yüzleri karanlık. Birer birer vagonlara biniyorlar. Uğurlamacıları arkalarından bakıyor, yüzleri karanlık. Tren tiz bir çığlık koyuveriyor, yavaşça hareket ediyor. Bir kız peyda oluyor sislerin içinde, siyah bir gelinlik giymiş. Gelinlikmiş işte, biliyorum. İlerideki vagonlardan birinde bir adam merdivenlere tutunup yarı beline kadar sarkmış kıza elini uzatmış. Gel der gibi. Kız adama doğru birkaç adım atıyor, tren hızlandıkça o da hızlanıyor. Yetişemiyor. Olduğu yere çöküyor, kabarık eteğinin içinde kayboluyor. Tren bir çığlık daha atıyor. Sıçramışım. Tayfun, havaalanının dış hatlar terminali çıkışında, bir eliyle temmuz sıcağında sırtına yapışmış gömleğini çekiştirirken diğer eliyle de üzerinde “ Monsieur Carvell” yazılı dövizi, insanların gözüne sokar gibi gelene geçene gösteriyordu. Bir damla ter sırtından kuyruksokumuna indi. Rötar yapan uçağa ve yüküne okkalı bir küfür savurdu. Başka bir damla için de onu bu tuhaf iş için seçen patronuna. Kendi kendine mırıldanırken, zayıf, uzun boylu, beyaz saçlarını ensesinde nazik bir at kuyruğu ile bağlamış bir adam önünde durup elindeki dövizi gösterdi. “ Monsieur Carvell” “Bienvenue monsieur. Je suis votre guide Tayfun” diyerek zoraki gülümsedi Tayfun. “ Hoş bulduk Tayfun bey” diye gülümsedi adam “Çok bekletmemişimdir umarım. Malum, bu uçaklar her yerde aynı” Tayfun şaşkınlığını gizleyemedi. “ Türkçe biliyorsunuz” “ Elbette. Türkçe, Arapça, Farsça ve tabii eski yazı dediğiniz Osmanlıca. Babaannem, Tayfun bey. O Türk’tür.” Tayfun, durumu anlamış gibi görünen yüz ifadesiyle bu zarif adamın elini sıktı “ O halde tekrar hoş geldiniz mösyö. Eşyalarınızı arabama yükleyelim. İstediğiniz gibi kalabalık olmayan sakin bir otelde yeriniz hazır, beğeneceğinizden eminim. Biraz dinlenmenizde fayda var, buyurun gidelim” Beraber Tayfun’un arabasına binip, portakal bahçeleri manzaralı yoldan şehir merkezinde, kuytu sokaklara gizlenmiş otele geldiler. Burası, bir rehber olan Tayfun’un turlarına katılan turistleri getirdiği bir yerdi. Fransız misafiri odasına yerleştirip ertesi sabah kahvaltı için lobide buluşmak üzere oradan ayrıldı. Tayfun, kararlaştırdıkları saatte otele geldiğinde Mösyö henüz ortalarda görünmüyordu. Aynı zamanda arkadaşı olan resepsiyonistin yanına gidip misafirini görüp görmediğini sordu. Adam uykulu ve kızgın gözlerle ters ters ona bakıyordu. “ Biraz zor kalkar o” diye serteldi resepsiyonist. “ Abi nereden buldun bu deliyi ya?” “ Hayırdır! Neden öyle dedin?” “ Abicim, adam oteli birbirine kattı valla. Bir bağırış çığırış, hengame sorma. Dün gece kıyamet koptu burada. Gece iki mi üç mü? Şangır şungur bir sesler bunun odasında. Nasıl bağırıyor. Koşturduk. Kapı da kilitli, yedekleri bul içeri gir derken sesi kesildi. Baktık ki yere büzüşmüş sayıklıyor, oda darmadağın. Eline ne geçtiyse sağa sola fırlatmış. Kitlenmiş gibi bir süre kendine getiremedik. Sürekli sayıklıyor.” “ Ne diye sayıklıyordu?”
68
69
Öykü
Öykü
“ Bilmiyorum ki. Anlayamadık bizde. Türkçe desen değil, Arapça desen değil. Bir süre nöbetleşe yanında kaldık sabaha karşı uyumuş. Bu hep böyle olacaksa, kusura bakma ama…” Tayfun ellerini iki yana açıp çaresizliğini gösterdi. “ Patron kakaladı bunu da bana işte. Özel tur isteyen zengin bir müşteriymiş. En çok bir hafta sürermiş. Bir tomar parayı da basınca hayır diyememiş… Görücez seni de be oğlum, biliyorsun beni” “Valla iyi görmen lazım bu kez. İşte bak geliyor seninki” derken gözleriyle merdivenleri işaret ediyordu. Birlikte bir masaya oturup kahvaltılarını yerken hiç konuşmadılar. Fransızın dün gece olup bitenlerden bahsetmeyeceğini anlayan Tayfun’un gözü onun, sürekli seyiren ince bacaklarının üzerinde tutuğu deriden yapılma, yıpranmış, eski bir evrak çantasındaydı. Kahvaltıları bitince adam çantayı masanın üzerine koyup içinden tomar tomar, sararmış bir takım kağıtlar çıkardı. Bazıları listeye benziyordu. Kimilerinin üzerinde derme çatma çizimler, tamamlanmamış tuhaf eskizler, üzeri karalanmış yarım kalmış yazılar vardı. Tayfun bunlara daha dikkatli baktığında hepsinin eski yazıyla yazılmış olduklarını gördü. Burnu, kağıtlardan kalkan tozla gıcıklandı, eskimiş kağıt kokusu genzini doldurdu. Fransız karışık tomarların arasından işaretlenmiş bir kağıdı çıkartıp alt alta listelenmiş yazılardan birinin üzerinde parmağını koydu ve Tayfun’un önüne doğru itti. “ İşte, Tayfun bey. Arayacağımız adamın adı burada geçiyor.” “ Aramak mı?” “ Evet” dedi sakince. Camdan dışarıya baktı. Diğer eliyle dışarıda duran eski binayı gösterdi. “ İstasyonun yapımında çalışmış özel biri. Katip ve taşçı yamağı İsmik. Yani İsmail” Tayfun, dışarıya baktı, sonrada bakışlarını karşısında ona gülümseyen adama çevirdi. ” Ama Mösyö ben… yani sizin buraları dolaşmak için…” “ O da olacak bayım. Ama daha önce bu adamı bulmalıyız” “ İyi ama, bu istasyonun yapıldığı yılı göz önüne alırsanız, yani demek istediğim şey…” “ Sizi anlıyorum Tayfun bey. O çoktan ölmüş biri. Ancak bir akrabaları vardır muhakkak. Yakınları, ona yakın birileri” Tayfun, eliyle yüzünü sıvazladı. Tıpkı havaalanında olduğu gibi patronunun görüntüsü gözlerinin önüne geldi. Tekrar mırıldanmaya başladı. “ Beni anlamalısınız Tayfun bey. Şirketinize bu yüzden buraları iyi bilen, bana her konuda yardımcı olabilecek yerel bir rehber bulması için ısrar ettim. Ayrıca merak etmeyiniz. Bu isteklerimin ekstraya girdiğini biliyorum. İnanın zahmetleriniz karşılıksız kalmayacaktır. Tayfun’un gözleri önündeki görüntü, fırtınanın önündeki sis gibi bir anda dağılıverdi. Şunu baştan söylesen ya diye geçirdi içinden. Minik anlaşmalarını birer bardak çay ile kutladılar. Rehberin sonraki üç günü İsmail’i namı diğer taş ustası İsmiği aramakla geçti. Araştırmadığı yer kalmamıştı. Nüfus ve tapu kayıtları, çevredeki yaşlıların gittiği kahveler, köy köy dolaşan yaşlı pazarcılar. Sonuca da bu en sonuncusundan ulaşabildi. Yaşlı siyahi bir pazarcı komşu köyde adı Abdullah olan birini tanıyordu. Taş evlerden kurulu çorak bir köydü. Abdullah’ın dedesi yapmışmış bu evleri zamanında. Köylüler onu İsmik dede diye bilirlermiş. Ertesi gün adamın tarif ettiği köye doğru yola koyuldular. Köy gerçektende sapa bir yerdeydi ve sınırlarına yaklaşıldığı andan itibaren başka bir coğrafyaya adım atılıyormuşçasına kesin bir farklılık hissi uyandırıyordu. Sararmış otlar ve kurumuş dikenli çalılar diyarı. Taşlık , engebeli keskin bir virajı daha geçtikten sonra taştan yapılmış minik kalecikler topluluğunu andıran köy görünmüştü. Tüm yörenin yeşiline karışmış portakal çiçeği kokusuna karşın bu köyde tek bir ağacın, otun olmayışı Tayfun’ un içini
ürpermesine neden olmuştu. Küçük bir araştırmadan sonra Abdullah’ın evi bulundu. Abdullah ta köylünün çoğu gibi siyahi birisiydi. Abdullah iki adamı memnuniyetle içeriye buyur etti. Aile meclisi ve meraklı akrabalar da yerlerini aldıklarında Fransız boğazını temizleyerek konuşmaya başladı. “Abdullah bey. Ben Fransız hükümeti ile hükümetinizin ortaklaşa hazırladığı bir belgesel için ateşeliğimiz tarafından bilgi derlemesi için görevlendirilmiş bir yapımcıyım. Yani bir tür belgesel program yapacağız. Biliyorsunuzdur, şehirdeki istasyon binası ile ilgili. Şu dünyada demir yolu geçmeyen tek tren istasyonu. Yaptığımız araştırmalar sonucu dedenizin de inşaatta çalıştığını biliyoruz. Üstelikte önemli bir görevde. Bu ayrıca benim için manevi bir görev” Abdullah dudaklarını büzerek Fransız’a baktı. Bunları ilk defa duyduğu belliydi. “ Dedeniz İsmail bey çok… siz nasıl diyorsunuz fırtınalı bir hayat yaşamış. Aslında Sudanlı siyahi bir inşaatçının çocuğuyken Fransız mimarların yanında -ki biri de benim dedem olur- çıraklık yapmaya başlayıp onlar tarafından eğitiliyor, dünyayı geziyor ve en sonunda da Osmanlı bir paşanın buradaki istasyon inşasında çalışıp buraya, bu köye yerleşiyor… bunlardan size bahsetmiş olmalıydı” Abdullah hafifçe yerinde kımıldandı, bir şey söylemek istedi, yutkundu. Ailesi şaşkınca birbirlerine bakınıyordu. Tayfun’da yere bağdaş kurmuş dikkatlice Fransız’ı süzüyordu. “ Kısacası İsmail beyden kalan bazı evrakları ,inşaat bilgilerini derlemek için buradayız. Ondan kalan bir şeyler olmalı. Kağıtlar, objeler ne olursa. Hatırladığınız bir şey var mı? Bu gerçekten de büyük önem arz ediyor” Odadaki yaşı müsait herkes, bir şeyler düşünmeye, dedeleriyle ilgili bir anıyı gözlerinde canlandırmaya çalıştı. Sonra birden Abdullahın eşinin yüzü aydınlandı. “ Bey, hani dört beş sene oluyor, işliği temizlerken aletlerinin durduğu büyük sandığın arkasında bir kutu bulduyduk. İçinde tomarlan eski yazılı kağıtlar vardı, hani ben bir kaçını Hacer karısına gösterdiydim büyü mü yapmışlar ki diye… Dur ben getireyim onu” Az sonra kadın elinde ahşap bir kutuyla çıkageldi, Fransız’a uzattı. Fransız kutuyu eline şeker verilen bir çocuğun arsız iştahıyla açıp içinden çıkan, tıpkı kendi çantasındakilere benzeyen kağıtlar arasında kayboldu. En çokta kutunun altından çıkan küçük bir defterle ilgilendi. Oturduğu masaya adeta gömülüp defteri yutarcasına okumaya başladı. Artık odadakilerle bağını tamamen koparmış onlarla ilgilenmez olmuştu. Abdullah’ın kızları taze demlenmiş çay kokusuyla içeriye girdiklerinde diğerleri de onunla ilgilenmez olmuşlardı. Kendi aralarında sohbete başladılar. Yalnız Tayfun, ev sahibiyle konuşurken, arada bir, kendinden geçmiş bu adama kuşkulu gözlerle bakıyordu. “ İşte burada” diye ünledi Fransız bir an. Elindeki defterin bir sayfasını kaybetmemek için sıkı sıkı tutmuş onu odadakilere doğru sallıyordu. “Bunların haricinde bir şey daha bırakmış size. Korunması gereken bir emanetten bahsediyor burada, bir taştan. Siyah bir taştan.” O an, tüm ev ahalisi kapının girişindeki masaya ilişmiş olan Fransız’a doğru baktılar. Adam da onlara baktı. Sonra tüm gözler yukarıya doğru kaydı. Fransız başını çevirip diğerlerinin büyülenmiş gibi gözlerini diktikleri yere baktı. Kapı sövesinin hemen üzerinde, diğerlerine tamamen tezat oluşturan parlak siyah renkte, üzeri geometrik şekillerle işlenmiş kare taşın hemen altında oturduğunu fark etti. Dönüş yolunda Fransız, dizlerinin üzerinde çaputa sarılmış halde duran taşa sıkı sıkı sarılmış, yüzünde yorgun bir gülümsemeyle arabanın camından dışarıyı izliyordu. Tayfunun gözü sürekli bu ikilideydi. Şehre yaklaşmışlardı ki sertçe bir fren yapıp arabayı sağa çekti. Sinirlice gömlek cebindeki paketten bir sigara
70
71
Öykü
Öykü
çıkartıp yaktı. Fransız taşa daha sıkı sarılmış endişeyle onu izliyordu. “ Evet mösyö. Konuşmamızın zamanı geldi sanırım” “ Ne konuşması bu Tayfun bey?” diye sordu ilgisiz gibi görünmeye çalışarak” “ Ortaklığımız mösyö. Ortaklığımız hakkında konuşmamızın zamanı geldi de geçiyor bile” “ Ne orta…” “ Rica ederim oyunu bırakın artık. O yalanlarda neyin nesiydi öyle. Ataşelikte çalışıyormuş, belgesel çekiyormuş, manevi görevmiş… yok mösyö, bunlarla ancak cahil köylüyü kandırabilirsiniz siz. Peki, daha açık konuşalım öyleyse. Define mösyö. Defineden bahsedelim birazda.” “ Define falan yok Tayfun bey” “ İşaretleri buldunuz, yazıları, taşı da öyle. Osmanlı paşasının kayıp hazinesi.” Tayfun sigara ağsında iki elini hızlıca ovuşturdu. Fransız ise alaylı bir gülümsemeyle onu izliyordu. Tayfun tehditkar bir tavırla adama baktı. Fransız’ın yüz ifadesi ciddileşti. “Bizi hala küçümsediğinizi düşünüyorum mösyö. Taş bulursanız sizin, altın bulursanız bizim devirleri geride kaldı artık. Bilmem farkında mısınız ama burası uzun zamandır modern bir ülke ve tarihi eser kaçakçılığı büyük suç sayılır. Hatta şu kucağınızdaki taşı müzeye vermeyip sahiplenmeniz bile içeriye girmeniz için yeterlidir. Anlayacağınız mösyö, her şey jandarmaya bir telefon etmeme bakar” Fransız olduğu yerde iyice büzüştü, alnında biriken ter damlalarını gören Tayfun hafifçe parmağını çıklatıp kendini kutladı. Doğru yolda olduğundan emindi. “ Hapsi boylarsınız mösyö. Pasaportunuz gider, her şeyinize el koyarlar. Burada topladığınız her şeyi.” “ Fakat inanın bana define falan yok ortada. Durum sandığınız gibi değil. Size açıklayamayacağım bir şey bu. Kimseye açıklayamayacağım bir durum…” “ Hah işte bende onu diyorum mösyö. Kimse duymayacak. Yalnızca ikimiz” Tayfun alaylı bir kahkaha patlattı. Fransız’ın gardı düşmüş, yenik bir boksör gibi köşesine çekilmişti. “ Peki Tayfun bey, siz kazandınız. Fakat sizden ricam; bundan hiç kimseye bahsetmeyeceğinize söz veriniz. En azından bu akşama kadar” “ Kesinlikle, bana güvenebilirsiniz mösyö… yani sevgili ortağım” Öğleden sonra şehirdeydiler. Yaşlı adam akşama kadar odasında dinlendi. Tayfunda bu zamanı lobide bir çeşit nöbet tutarak geçirdi. Kolay değil, hayatını değiştirecek büyük bir hazinenin bir kulpundan tutmuştu artık. Göz göre göre kaçırmak niyetinde değildi. Hava karardığında mösyö elinde küçük ama şişkin bir valizle aşağıya indi. Tayfun’un onu merdivenlerde karşılayışı adamı gülümsetmişti. “Bakıyorum da hazineyi kaçırmak istemiyorsunuz Tayfun bey” “ Şiiit… mösyö rica ederim neyiniz var sizin. Biraz sessiz olun. Nereye gidiyoruz şimdi” “Beni takip edin. Bu arada istasyon binasına girmemizi sağlayabilirseniz işimizi oldukça kolaylaştırırsınız. Aksi taktirde demir parmaklıklardan atlamanın bir yolunu bulmamız gerekecek” “ istasyon binası mı? Vay canına demek orada ha! İyi ama bu saatte….” Fransız Tayfun’a bir böceğe bakarmış gibi baktı. Mesaj alınmıştı. “ Elbette mösyö. Doğma büyüme buralıyız, tanımadığımız yoktur. Oldu bilin. Yalnız orayı burayı kazarsak hani fazla dikkat çekmememiz lazım onu nasıl yapıcaz” “ Merak etmeyin Tayfun bey. Her şey çok sessiz olup bitecek” İyice geç saatte şimdi sebze meyve deposu olarak kullanılan istasyon binasındaydılar. Kapıdaki güvenlik Tayfun’un tanıdığı olduğundan girişte pek sorun çıkmamıştı. Turist konuğunu biraz dolaştırıp
çıkacaktı. Belki turist biraz tozla kafayı çekmeyi isteyebilirdi. Sonuçta daha öncede böyle şeyler olmuştu. Burada değil belki ama bu turistler çılgın olurdu işte nerede ne istedikleri belli mi olurdu. “ Ne çok zaman kaybettiniz” “ Çocukluk arkadaşım. Ama ikna etmek zor oldu tabii. Evet şimdi ne yapıyoruz mösyö? “ Fransız hızlı adımlarla kemerli bölmeler arasında dolaştı. Zihninden yaptığı ölçümler parmak uçlarıyla taşların üzerinde bir bir dolandı. Bir ara ray boşluğundan atlayıp karşıya geçti. Tayfun, yaşından beklenmeyecek çeviklikle oradan oraya koşturan bu adama yetişmek için az kalsın ayağını burkuyordu. Söylene söylene onu izledi. “ İşte diye” gülümsedi Fransız. “ Ne buldunuz mösyö” diye sordu Tayfun soluk soluğa. “ Son taş. İnşaatın bitiş taşı” Tayfun iki eliyle dizlerini tutmuş patlamak üzere olan diyaframını düzene sokmak için derin derin nefes alırken şöyle bir etrafına baktı. İstasyonun ortasındaydılar. Adam bel hizasında bir yeri işaret ediyordu “ Mösyö emin misiniz? Burası pekte özel bir yer gibi görünmedi bana. İnşaat burada bitmez ki” “ Gerçek inşaat elbette burada bitmez. Bu sembolik bir şeydir” “ Ne yani definemiz bu taşın arkasında mı? Hayır, mösyö yoksa yeni bir ipucu mu çıkacak bunun altından” Fransız valizden keski ve demir bir çekiş çıkartıp taşın kenarındaki sıvaları çıkartmaya koyuldu. Taşlaşmış sıvalara her vurduğunda çıkan ses binanın içinde tiz bir çığlık gibi yankılanıyordu. “ Mösyö ne yapıyorsunuz yavaş olun biraz. Hani sessiz olacaktı her şey” “ Birer tanede sen alda çabuk bitsin” diye çantayı gösterdi adam. Tayfun da birer keski çekiçle taşın diğer tarafından işe koyuldu. Az sonra taş, yerinden çıkıverdi. Fransız taşın çıktığı yere valizden çıkardığı siyah taşı, yapbozun bir parçasıymışçasına yerine yerleştirdi. O an Tayfun kulaklarının patlayacakmış gibi çınladığını hissetti. Ellerini ayaklarını, kırpmak için can attığı göz kapaklarını hissetmedi. Yaşadığı dünyada hissettiği son şey de bu oldu aslında. Geri kalanını gözleriyle, dışarıdan bakan bir yabancı gibi izledi. Taş yapı çatırdamaya başladı, her şey zangır zangır titriyordu. Duvarlar çatladı çatı çökmeye başladı. Topraktan bir anda peyda olan sarmaşıklar, rayları, sütunları, buldukları tüm çatlakları mekik gibi dokuyarak sardı. Yer yanı çürümüşlük, rutubet ve leş kokusu sardı. Bir çığlık koptu sonra. Bir tane daha. Raylar titremeye başladı. Tren düdüğü. Eski, çok eski bir lokomotif göründü önce. Sonrada onun çektiği vagonlar. Tren bacasından siyah kömür dumanı, altından da kar beyazı buhar çıkartarak istasyona girdi. Ortalığı soluk bir sis kapladı. Göz gözü görmez sisin içinde bir takım karartılar peyda oluverdi sonra. Üniformalı fesli askerler dolaşmaya başladı bir ileri bir geri, yüzleri görünmeyen. Derken sisin içinde bir kadın göründü, kabarık bir elbise giymiş kadın vagonlara bakındı telaşla. İleride bir adam göründü. Adam vagonun merdivenlerinin yarısına kadar inmiş hızlıca, bir eli merdivenlerde yarı beline kadar sarkıp kıza elini uzatmış. Askerler kızın yanından yönünden geçip birer birer vagonlara doluştular. Tren tiz bir çığlık koparıp haraket etmeye başladı. Hızlandıkça kızda hızlandı. Koşmaya başladı koştu koştu... Adam, vazgeçmek üzere olan kızın elini son anda yakalamayı başardı. “Ben..” diye inledi Tayfun. “ Ben bunları gördüm. Her şeyi. Geçen hafta, rüyamda. Arkadaşıma anlattığım rüya, bu benim rüyam” gözlerini çevirebildiği kadar Fransız’ı görmeye çalıştı. Fransız inlemeleriyle ilgilenmeyecek kadar mutlu, gülümseyerek olan biteni seyrediyordu. Kız vagona girdikten sonra olanları uzaktan izleyen Fransız ve Tayfun adamın yüzünü ilk kez gördüler.
72
73
Öykü
Öykü Kırmızı gözleriyle onlara baktı, karanlık ağzını açıp bir çığlık kopardı. Her yanı titreten, koyu karanlığa yuvarlayan bir çığlık. İSMİĞİN DEFTERİNDEN: …………………. …………………… İşçiler giderek huzursuzlaşıyor. Ustaların aklı iyice karıştı. Malzemeler limana geldiğinden beridir bir terslik olduğunu herkes anladı, ama kimse sesini çıkaramıyor. ………………. ……………….. Mösyö bugünlerde hayli gergin. Benimle dahi konuşmuyor, işçilere çok zulüm etmeye başladı. Sürekli hızlanmamızı istiyor lakin ne hacet. Bazı ustalara göre yapıldığı gün yıkarlarmış. Neyse dediler biz yapalım da Paşa bilir gayrisini. …………… Mösyö tanınmaz hale geldi. Yemiyor içmiyor, yüzü soldu. Gözlerine uykusuzluktan kan oturdu. Onun özel yaveri olduğum halde beni çadırında istemiyor artık. Kendi çadırımı uzak bir yere kurdum. Bir bakıma daha iyi oldu bu. Taş ustalarının yanında daha çok vakit geçirip sanatlarını öğrenebiliyorum. ……………… ………………… Uzakta da olsam bazı geceler kendi kendine bağırdığını duyabiliyorum. Işıkları hiç sönmüyor. Sanırım mösyönün sağlığı iyiden iyiye bozuldu. Delirdiği hakkında dedikodu aldı yürüdü. ……………. …………… O karanlık geceyi yaşamamış olmak için nelerimi verirdim bilmiyorum. Uğursuz geceyi. O gece her günkünden daha garip bağırdı, sanırsın canından can gidiyor. Kızarsa kızsın deyip çadırının dibine kadar gizlice yaklaştım. İçeriden yüzlerce mum yakıyormuş gibi ışık geliyordu. Alimallah yangın diye korktum önce. Gene de temkinli, çadır bezinin ucunu hafifçe kaldırıp içeriye baktım bir de ne göreyim; Mösyö sırt üstü yere yatmış, büzüşmüş elleriyle kendini üzerindeki ışıktan koruyor. Işık bir fener gibi üzerinde boşlukta salınıyor. Mösyö altında debelendikçe nefessiz kalıyor, oradan oraya sürükleniyor. Bağıra çağıra yalvarıyor ona. Ne dediğini anlamıyorum. Gözüm karardı bir an ya bismillah deyip içeriye daldım. Dalmamla ışık yüzümde patladı ve gerisin geriye dışarıya uçtum. Bayılmışım. Ayıldığımda ortalık hala karanlıktı, çadır da öyle. İçeriye girdim. Mösyö yerde sayıklıyordu. Koluna girip yatağına yatırdım. Soğuk soğuk terliyor, inleyerek sayıklıyordu. “ Gitti mi?” diye sordu korku dolu bakışlarla. “ Gitti mösyö” dedim koluma sarıldı hala kendinde değil. “ Kim o mösyö ?” diye sordum. Yarı baygın anlattı her şeyi. Osmanlıya gelmeden önce musallat olmuş buna. Bazı geceler rüyasına girermiş. Zamanla gündüz uyanıkken de görür olmuş. Mısıra gidecek olan malzemeleri onun zoruyla getirmiş buraya. Yüklemede oynama yapmış, bu istasyonu o kurduruyormuş buraya. Ağlamaya başladı sonra ve uyudu. Ertesi gün bana davranışından anladım ki, dün gece benimle konuştuğundan haberi yok. Belki de daha iyi. ……………. ………………
74
Salih ustanın köyüne gidiyorum. Gök gözlü dedikleri muskacı bir kadını tavsiye etti. Kimin için olduğunu söylemesem de anladığını biliyorum. “ isabet oldu” dedi bana. İnşaatın ilk zamanlarında şu karşıdaki tepenin üzerinde görmüş onu. Ateş yakmış oturuyormuş. Gelgit akıllı olduğundan yanına çıkıp ta sormamış. Unutmuş gitmiş sonrada. Ben sorunca hatırlamış. ………… Gök gözlüyü buluyorum. Gözünün biri yeşil camdan. Diğeri de en az onun kadar yeşil. Beyaz saçları püskül gibi. Gece görsem cazu diye korkarım. Beni tersledi önce. Durumu anlatınca sessice oturduk bir yarım saat. Sonra yüzümü okşadı iskelet elleriyle. “ Sana da taşın ardına gizlenmek düştü demek. Vah oğul” dedi acır gibi. Sonra anlattı her şeyi. Musallat olan kötülüğü. Birleşme için seçilen yeri. Denizsiz bir liman, yahut demiryolsuz bir istasyon. Mecar cadının evlenmek için koyduğu bir şarttı bu. Ecinnilerden biri bunu başarmıştı işte. Yalnızca insan elinin değebildiği mühürlenmiş buluşturucu taşı anlattı sonra. Ecinnin dokunamadığı uşaklarıyla taşıttığı anahtar taşı. Gittiği her yere garabet ve kuraklık götüren uğursuz ama güvenli, onları uzak tutan ve çeken taş. “Muska yok” dedi. “Onun için kurtuluş yok. Taş yerine konana kadar yedi göbek dölünün de yok. Senin içinde yok… Taşı al ve ardına saklan” ………………. ……………….. Aklım allak bullak geziyorum kaç gündür. Kadının dediğini yapmam gerektiğini biliyorum ama ya sonra. …………… …………….. Taşı tarif ettiği yerde buldum. Çadırda, eşyalarına sarılmış. Aldığım gibi oradan ayrıldım. Yeni bir kader beni bekliyor. Bunu hissedebiliyorum. Ertesi gün istasyon binasında, iki adamın cesedi bulundu. Cesetlerin sağında solunda keskiler çekiçler, ortalarında yeri boş duran sıradan bir taş duruyordu. Birinin dehşet, diğerinin huzur dolu ifadeleri yüzlerinden okunuyordu. Öykü: Yavuz GÜNEŞ
75
lllüstrasyon: Devrım KUNTER
Kitap İnceleme
Kitap İnceleme
Hurin’in Çocukları – J.R.R. Tolkien Hurin’in Çocukları 2007 yılında İthaki Yayınları tarfından Christopher Tolkien editörlüğünde yayınlandı. Niran Elçi tarafından Türkçe ye çevirildi. İllüstrasyonlar Alan Lee tarafından çizildi. Şu ana kadar üç baskı yapıldı. Christoper Tolkien ‘in dediğine göre birbirinden bağımsız metinler halinde yazılmış ve hiçbir ekleme yapılmadan baskıya hazırlanmış. Kitapta yine aynı Orta-Dünya var ama mekân isimleri farklı dağ, şehir, nehir vs. isimleri farklı çünkü Yüzüklerin Efendisi hikayesinin çok çok öncesinde geçiyor bu hikaye dolayısıyla eski isimleriyle görüyoruz bu mekanları. Herkesin bir kitaptan beklentileri farklıdır tabii ki beklentimiz yazarı J.R.R. Tolkien olduğu için Orta-Dünya olacak ama pek eğlence beklemeyin içinde çok az var bu kitap tam anlamıyla bir trajedi. Hem de görkemli bir trajedi ve içinde bir kahramanlık öyküsü barındırıyor kahramanımız sonu her ne kadar çok kötü olsa da Hurin’in oğlu Turin. Hikâyenin özeti şöyle; Hurin Sayısız Gözyaşı Savaşına katılır ve o savaşta yenilen ordudan arta kalanlar, karanlıklar efendisi Morgoth’a tutsak olanların arasındadır. Morgoth’a esir düştükten sonra onunla konuşması sırasında onu aşağılar ve alay eder. Morgoth çok kızar, Hurin i büyük bir tepenin üstünde ki taştan
76
tahtın üstüne oturtur ve büyüsüyle onu orada esir tutar. Hurinin ailesini ise lanetler onlar kara talihleriyle baş başa kalır oğlu Turin de Kızı Nienor da bu kara talihten lanetten nasibini alır. Sürekli Turin bir şeyler başarmak ve bir şeyler elde edip önemli biri olmak istemektedir ama sürekli bir şeyler ters gider. Sürekli lanet onu takip eder bir türlü istediği huzura ulaşamaz lanetli kaderinin karanlık rüzgârı onu hep bir yerlere savurur gittiği her yere ölüm ve gözyaşı götürür. Turin saklı krallık yer altında ki elf şehiri Nargothrond da babası sayesinde sevildi, babası da saklı krallığı biliyordu ve Elflerin arasında saygı görüyordu, annesi Hurinden bir haber alamayınca oğlu Turin’i Nargothrond a göndermişti ama Turin in kara kaderi ağlarını örmüştü. Nargothrond dan ayrıldı haydutların arasına katıldı, gerçi geri de döndü ama ardında bir yıkım getirdi oradan da ormancı insanların şehri Berethil e gitti ama hep yıkım ve acı peşindeydi gittiği her yerde yeni bir isim alıp eski şöhretini ve adını geride bırakıp yeni bir hayata başlıyordu ama kaderi vahşi bir nehir gibi hiç durulmuyordu ve her seferinde kaybeden Turin oluyordu. Turin’ in çevresinde ki herkes, dostları hikâye de birer birer ölüyordu çok sevdiği Nargothrond ejderha Glaurung ve orklar tarafından basılıp yerle bir edildi. Zamanla o çevrede yaşayan insanlar onun Hurin oğlu Turin olduğunu anlar ve onun kara talihinden lanetli kaderinden kurtulmaya ve uğursuzluğunu üzerlerine çekmemeye çalışır ama nafile. Turin yaşadığı sürece lanet devam eder kız kardeşi ve annesi de bu lanetten nasibini alır Turin hafızası ejderhanın büyüsü tarafından silinmiş hiçbir şey hatırlamayan kız kardeşine âşık olur çünkü onu daha önce hiç görmemiştir evden ayrılırken annesi ona hamileydi. Gerçeği öğrenince ise Nienor intihar eder Turin in sonu ise daha beter olur. Kitap boyunca Turin çok fazla kişi öldürdü (Düşman bile olsalar) engelleyemediği bir savaş ve mücadele tutkusu vardı. Kötülüğe hizmet etseydi Orta-Dünya da tahmin bile edilemeyecek bir yıkım olurdu. Turin biriyle arkadaş olup iyi ilişkiler kurunca acaba bu kişi de mi ölecek diye şüpheye kapılmamak elde değil. Dikkatimi çeken bir başka şey de OrtaDünya nın Morgoth’un saldırıları sebebiyle çok gergin bir yere dönüşmesiydi herkes bıçak üstünde o zamanlarda. Hikâyenin ayrıntısına girmiyorum çünkü okumak isteyenlere sürprizler kalsın istiyorum. Kitabı okurken içim burkuldu bir insan nasıl olurda bu kadar acı çekebilir diye sordum kendime kim olsa bu kedere dayanamaz. Bazen depresif bir roman okuyormuşum gibi geldi her satırında zekâ ve incelik olan bir kitap trajedi deyip es geçmek büyük bir hata olur. Tolkien efsanesinin sevenleri çoktan alıp okumuştur ama ben bu kitabı Fantastik Edebiyat seven herkese öneriyorum Orta-Dünya yı eski mekân isimleri eşliğinde Orta Dünya’nın tarihsel zenginliğinde bir trajedi okumak isteyenlere öneriyorum mutlaka okunması hatta okunurken hikâyeye kapılıp yaşanması anlatılması gereken bir kitap. Yusuf GÜRKAN
77
Öykü
Yukarıdaki Dünya Asuman gözlerini üzerindeki topraktan kubbeye dikti. Hissediyordu, hatta içten içe biliyordu da; bu toprak kubbe dünyanın sınırı değildi. Yukarıda başka bir şeyler vardı. Bu düşüncesini pekiştiren kitabı göğsünden çıkarıp merak ve heyecan dolu bir bakışla karıştırmaya başladı. Yukarıdaki dünyayı anlatan kitabı, antik Ki medeniyetine ait harabelerde, yıkılmış bir duvarın altında bulmuştu. Eskiden beri bilinmeyene merakı vardı zaten. Öyle olmasa girilmesi yasak olan Ki bölgesine adım atmaz ve kendini tehlikeye sokmazdı. Ancak içindeki öğrenme dürtüsünü bir türlü kontrol edemiyordu. Evine varmış olduğunu fark etti. Sokaktaki “ışık topu” gözlerini kamaştırdı. Ancak hiçbir Altyurt sakini bu ışık toplarından rahatsız olmazdı. Zira binlerce yıl önce bilge Ki medeniyeti tarafından icat edilip dört bir yana yerleştirilen bu toplar toprak gök ile toprak yer arasını aydınlatır, insanların dünyayı görmesini sağlardı. “Toprak tavanın üzerinde insanlar tarafından yapılmamış bir ışık topu var.” Asuman okuduğu kitaptan öğrendiği bu bilgiyi kimle paylaşsa ya dalga geçiliyor ya da azarlanıyordu. Özellikle tarih öğretmeni çok kızmıştı. “Üzerimizdeki toprak tavan sonsuza dek uzanıyor,” demiş ve eklemişti, “bu sonsuz tavanın üzerinde ışık ya da başka bir şey yok. Bunu o kalın kafana sokmazsan dersi geçemezsin.” Dışlanmışlığın verdiği içe kapanıklık Asuman’ı düşünmeye itmişti. Yoksa deliriyor muydu? “Toprak tavan”ın üzerinde başka bir dünya olduğunu düşünmesinin sebebi bu muydu? Yukarı baktı. Metrelerce yukarıda ona dalga geçerek bakan toprağa kızıyordu şimdi. Tüm bunları aklından silmeye çalışarak evine yöneldi. Evin önündeki posta kutusunda mektubu gördü. Daha önce hiç kimse ona mektup yazmamıştı. Ancak bunun gönderilen kısmında onun ismi yazıyordu. Zarfı alıp eve girdi ve hiç kimseye bir şey demeden odasına çıktı. Mektubu hemen okumalıydı. Gönderen kısmında isim yoktu. Zarfı açtı. Akademik olarak yüksek bir mevkide çalışanlar dışında kimsenin kullanamadığı mavi kâğıda yazılmıştı mektup. Mavi, toplum için önemli bir renkti. Bazıları yukarıda dünyayı çevreleyen toprağın bir zamanlar mavi olduğuna inanırdı. Dolayısıyla böylesi tabu bir renk de sadece profesörler ve yöneticiler tarafından kullanılabilirdi. Mektubun bir profesörden geldiğini anlayan Asuman heyecandan çıldırmak üzereydi. “Sayın Asuman Hanım” diye başlıyordu mektup. Hanım kelimesini okuyunca kendisini on yaş daha büyük hissetti Asuman. “Sizin ilgi alanınızı oluşturan yukarıda başka bir dünya olduğu kuramı bilimsel manada olmasa da hobi olarak beni de ilgilendiriyor. Sizin bu konudaki bilgilerinizi tarihçi arkadaşım ve aynı zamanda sizin de öğretmeniniz olan bir zattan öğrendim. Sizin de benim gibi zırvalarla kafayı bozmuş bir manyak olduğunuzu anlatıp söylediğiniz şeylerden bahsetti. Bu bilgileri nereden öğrendiğinizi bilmiyorum. Ancak sizinle tanışmak ve bu konuda sohbet etmek isterim. Adresim: Eski Dünya Mahallesi, Turkuaz Sokak, Kubbe Apartmanı, No: 13. Kesinlikle ziyaretinizi bekliyorum.” Heyecandan bayılabilirdi Asuman. Ne demekti bu? Bir profesör, evet bir profesör onu fikir alışverişine çağırıyordu, hem de çevresindeki herkesin onu dışladığı bir anda. Mavi kâğıda baktı. Hala inanamıyordu. Profesörün evini bulmak zor olmadı. Adres çok açıktı ve o bölgede yaşayan çok fazla kimse yoktu zaten. Asuman heyecandan titreyerek kapıyı çaldı. Karşısına çıkacak adam nasıl biri olacaktı? Söze nasıl girmeliydi? Tüm bu sorular kafasına dolmuştu ve yerinde duramıyordu. Kapı açıldı… Ve şaşkınlık! Beklediği gibi biri değildi karşısına çıkan. Ciddi ve soğuk adamların aksine komik bir keçisakalı, yeniyetme bakışlarındaki fırlamalığı kaybetmemiş gözler ve yerinde duramayan, bir
78
79
Öykü
Öykü
profesöre ait olduğu hiç belli olmayan bir vücut… Karşısında ömrünü yollarda geçirmiş bir maceraperest vardı sanki. “Merhaba sevgili Asuman!” dedi gür ve neşe dolu bir şekilde. “Size isminizle hitap edebilirim değil mi?” “Tabii ki…” dedi Asuman çekinerek. “Sayın…” “Adım Ki.” dedi profesör nazikçe. Asuman’ın yüzündeki şaşkınlığı görebiliyordu. “Adım Ki medeniyetinden geliyor.” dedi gülerek. “Babanız arkeolog olursa böyle durumlar olabiliyor.” Profesör Asuman’ı içeriye davet etti. Evin içerisi modern tasarım ile eski medeniyetlerden kalma estetik anlayışın karışımıyla döşenmişti. Duvarlarda Ki üslubunda ve eski Göl Çağı geleneğine uygun desenler çiziliydi. “Ben mutfaktan çay ve börek getireyim.” diyip mutfağa gitti Ki. Asuman etrafına merakla bakıyordu. Seçkin bir adamın eviydi burası, her ne kadar adamın dış görünüşü seçkinlerden epey farklı olsa da. Mesela şu sehpanın üzerindeki antik vazo nasıl da yakışmıştı oraya. Vazonun üzerindeki resme dikkat kesildi Asuman. Eski efsanelerdeki gibi “tavan”ın mavi olduğu bir dünya tasvir ediliyordu. Maviliğin ortasında da yine efsanelerde sözü edilen ışık topu vardı. “Ah, o vazo dikkatinizi çekti değil mi? Hiç şaşırmadım, üç bin yıllık bir şaheser. Babamın kazı alanından bazı parçaları çalmak gibi adetleri vardı.” Profesör elindeki çaydanlığı koyacak bir yer arıyordu konuşurken. “Babanız yukarıda olduğu söylenegelen dünya hakkında ne düşünüyordu?” diye sordu Asuman. Profesör keyifle cevap verdi. “Babam orayı düşünmekten ziyade bizzat ziyaret etmişti.” “Nasıl yani?” Asuman şaşırmıştı. “Basbayağı.” “İyi de,” dedi Asuman, “nasıl gitti oraya? Yani demek istediğim yukarıya.” Konuşurken istemsizce tavana bakmıştı. “Çok basit!” dedi profesör. “Tabii ki asansörle.” Asuman hemen hatırladı okuduğu kitapta bahsedilen, “asansör” denilen nesneyi. Yukarıdaki düşmandan kaçan Ki insanları yeraltının derinliklerine inmek için bu aleti kullanmışlardı. En azından anlatılan şeyden onun anladığı buydu. Çok kez bu “asansör” denilen aletin nasıl bir şey olabileceğini hayal etmişti Asuman. “Okuduğum kitapta asansörden bahsediliyor.” dedi Asuman. “Sözü oraya getirecektim.” dedi Profesör. “Bu bahsettiğiniz kitabı nerede buldunuz?” “Harabelerde.” diye cevap verdi Asuman. Profesörün yüzünde bu cevabı beklediğini belirten bir ifade vardı. “Böylesi önemli bir şeyin orada unutulmuş olması çok ilginç. Aslında bende de bir kopyası var. Hatta başka kopyaları olduğunu da biliyorum.” “Size hiç bahsetti mi babanız?” dedi Asuman heyecanla. “Yani yukarıdaki dünyanın nasıl olduğundan…” “Evet.” dedi profesör. “Yukarıda karanlık bir dünyaya çıkmış. Karanlıkta hiçbir şey görememişler.” “Nasıl yani?” Asuman’ın sesinde hayal kırıklığı vardı. “Ama Ki’lerin kitabında diyor ki…” “Evet biliyorum. Kocaman bir ışık kaynağı, insanlar tarafından yapılmamış bir ışık topu…” Profesör sözünü yarıda bırakıp ayağa kalktı. Vazodaki tabloya ve tabloda tasvir edilen mavi tavana dikkatle baktı. “Belki de,” dedi, “yanlış bir zamanda gittiler.” Profesörün babası ve bir arkadaşı gerçekten de asansörü kullanarak yukarıya çıkmayı denemişlerdi.
Yukarıdaki dünyayı kendi gözleriyle gördükten sonra asansörü tüm Altyurt’a açıklayacaktı. Zira Ki medeniyetinden miras kalan ve o dönemden kalan yazıtlarda “asansör” olarak adlandırılan nesne hakkında üç beş kişi dışında kimsenin bilgisi yoktu. Böylece iki kafadar asansörü çalıştırmış ve yukarıya, bilinmeyene yol almışlardı. Toprak tavanın bir sonu vardı ve asansör de buraya kadar onları taşımıştı. Ancak beklediklerinden çok farklı bir manzarayla karşılaştılar. Çıktıkları yer karanlık bir dünyaydı. Öyle ki neredeyse hiçbir şey gözükmüyordu. İki arkadaş korkuyla asansöre geri binip Altyurt’a geri dönmüş ve yukarıda gördükleri hakkında da aileleri dışında hiç kimseye tek kelime etmemeye karar vermişlerdi. Profesör Ki, babasının anlattıklarını yıllarca düşünmüş ve efsanelerde yukarıda muhteşem bir dünyadan bahsedilirken onların gördükleri dünyanın neden karanlık olduğunu çözmeye çalışmıştı. “Peki,” dedi Asuman, “eğer yukarıda bir dünya varsa, oradaki insanlar buraya inmişler. Okuduğum kitapta buna pek değinilmiyor. Sadece birkaç yerde bir felaketten söz ediliyor.” “Muhtemelen bir savaştan kaçtılar.” diye cevapladı onu profesör. “En azından tarihi birkaç bulgu var, her ne kadar Altyurt’un resmi tarihçilerinin bundan haberi olmasa da.” Asuman kendisini azarlayan tarih öğretmenini anımsayarak gülümsedi. “Aslında bunu öğreneceğiz. Tabii sen de istersen…” Profesörün gözlerinde maceraperest bir ışıltı göründü. “Nasıl?” Asuman profesörün beklediği şeyi söylemesini diledi içinden. “Asansöre binip yukarıya bir göz atmaya var mısın? Bakalım gerçekten karanlık mı?” Asuman beklediği cevabı almanın sevinciyle ellerini çırptı. “Evet!” diye bağırdı. Asansör Ki harabelerinin en ücra köşelerinden birinde Altyurt’un dört duvarından birinde gizliydi. Profesör mesleki itibarını kullanarak oralara çok rahat girip çıkabiliyordu. Asuman’ı da öğrencisi olarak tanıttı ve kolaylıkla asansöre ulaştılar. Profesör ciddi bir şekilde karşısındaki gence baktı. “Bu yolculuk konusunda emin misin? Ben yıllarca bunu düşündüm ama tek başına gitmek istemedim. Şimdi yukarıya çıktığımda ürkütücü bir karanlıkla karşılaşsam da orayı incelemek isterim. Eğer hazır değilsen sadece asansörü sana göstereyim, sonra geri dönelim.” “Lütfen saçmalamayın.” dedi Asuman. “Bu benim en büyük hayalim. Karanlık da olsa o dünyada yürümek istiyorum.” Profesör heyecanlı gencin emin olduğuna iyice karar verdikten sonra asansöre girdiler. Asansör dışarıdan belli olmayacak şekilde kamufle edilmişti. İç kısmı çok eski olduğunu belli etmeyecek kadar konforluydu. Bazı yanıp sönen düğmeler Asuman’ın dikkatini çekti. “Bunlar kontrol düğmeleri.” diye açıkladı Profesör. “Peki ama gerekli enerjiyi nasıl sağlıyor asansör?” Profesör Asuman’ın sorusuna cevap vermeden önce birkaç düğmeye bastı. Bazı sesler duyuldu. “Eski bir teknoloji. Daha çok mekanik aksamlardan oluşuyor, ancak enerji kaynağı olarak radyum kullanıyor.” Asuman, diğer tüm Altyurt sakinleri gibi içgüdüsel olarak radyoaktif maddelerden ürkerdi. O yüzden bir an ürperdi. Profesörün yaptığı bazı ayarlamaların ardından asansör yukarı doğru hızlıca hareket etmeye başladı. Asuman’ın çok kısa sürede midesi bulandı. Yüzü sararmıştı. Profesör endişelendi ama o kendini toparlamayı başardı. Sonra asansördeki yolculuğa alıştı. Şimdi profesör ile birlikte tırmandıkları dünyanın bilinmeyenlerinin heyecanıyla kalbi küt küt atıyordu.
80
81
20. Gezici festival’in basın sponsorları arasındayız.
Öykü Asansör çok uzun süre yukarı tırmanmaya devam etti. “Eski dünya” belli ki epey yukarıdaydı. İki yoldaş sohbet edip yukarıdaki dünyayla alakalı tahminlerini paylaşıyorlardı. Bir süre sonra asansör yavaşlamaya başladı. Yavaşladı, yavaşladı… Ve sonra durdu. Şimdi yeni bir dünyanın eşiğindeydiler. Belki de birazdan efsanelerde anlatılan o mavi kubbeyi ve büyük ışık topunu göreceklerdi. Profesörün de Asuman’ın da gözlerinde heyecan vardı. Derin bir nefes aldılar ve Ki kapıyı açtı. Sonra karanlık… Asuman hayal kırıklığıyla önündeki manzaraya bakıyordu. Kapının ötesinde karanlık tan başka bir şey gözükmüyordu. Bir tek önlerindeki toprağı zar zor görebiliyorlardı. Çıktılar ve dolaşmaya başladılar. Bu dünya da aşağıdaki dünyalarına, yani Altyurt’a benziyordu. Karanlığa rağmen etraftaki ağaçlar ve tepeler bir nebze gözüküyor ve sesler her taraftan duyuluyordu. Ağustosböceklerinin ötüşleri ve rüzgârın hışırtısı kahramanlarımızın yabancısı oldukları şeylerdi. Heyecanla dolaşmaya devam ediyorlar ve yeni şeyler keşfediyorlardı. Peki etraf neden karanlıktı? Ayrıca onlardan önce gelen profesörün babası ve arkadaşı neden karanlık bir dünya görmüşler ve geri dönmüşlerdi. Aslında çok basit bir açıklaması vardı bunun. Onlar yukarıdaki dünyanın olgularına yabancı olduklarından durumu kavrayamamışlardı. Ancak cevap çok basitti. Yukarıdaki dünyaya her iki grup da gece vakti çıkmıştı. Dahası ilginç bir şekilde her iki grubun çıktığı günlerde o efsanelerdeki kubbe bulut denilen bir olguyla kapalıydı. “Bulut”: aşağıdan gelenler için bir bilinmeyen… Sonuç: karanlık. Neyse ki Profesör Ki ve Asuman, önceki yolcular gibi geri dönmeyip keşif tutkusuyla yukarıdaki dünyada kaldılar. Böylece o küçük ışığı gördüler. Bulutlar yavaşça aralanmıştı. Gördükleri sadece küçük bir yıldızdı. Önce hayranlıkla baktılar. Sonra “efsanelerde bahsedilen ışık topu bu olamaz herhalde” diye düşündüler. Bulutlar dağılmaya devam ediyordu. Yukarıdaki kubbenin her yanında ışık noktaları beliriyordu. Kahramanlarımız yıldızlarla tanışıyorlardı. Aşağıdaki dünyada hiç rastlamadıkları bir tabloydu bu. Geri dönmedikleri için kendilerini kutladılar. Böylece kâh yukarıdaki yıldızları seyrederek, kâh karanlıkta dünyanın siluetlerine bakarak saatlerce yürüdüler. Bir süre sonra karanlık dağılmaya başladı. Havanın aydınlanmaya başladığını hayretle fark ettiler. Üstelik kubbedeki ışık noktaları da kayboluyordu. “Bak!” diyerek yukarıyı işaret etti Profesör. “Rengi değişiyor.” Gerçekten de kubbenin siyah rengi açılıyordu. Özellikle bir yönde aydınlık artmıştı. Eskilerin “doğu” dedikleri taraftı bu. Sonra o inanılmaz olay oldu. Efsanelerdeki ışık topu uzak dağların arkasından yükseldi. Kahramanlarımızın nefesi kesildi bir an. Etraf ışıkla doluyordu. En önemlisi belki de… Yukarısı… Kubbe… “İşte!” diye bağırdı Asuman. “Mavi kubbe!” Bütün kâşiflerin hissettiği o sevinçle oynamaya başladılar. Efsanelerdeki ışık topunun ve mavi kubbenin muzaffer kâşifleriydi onlar. Bu keşfin sonrasında kahramanlarımızın ne yaptığını bilmiyoruz. Belki asansöre atlayıp aşağıda, derinlerdeki Altyurt sakinlerine bu muhteşem keşiflerini anlatmışlardır. Evet, böyle yapmışlardır mutlaka. Çünkü mavi kubbe ve doğudan yükselen güneşi paylaşmak istemişlerdir. Altyurt boşaltılmış ve antik bir harabe, tarihi bir yapı olarak kalmıştır. Artık mavi kubbenin altında yaşamak zamanıdır. Öykü: Mümin CAN
82
İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ
83
Sinema
Sinema
Sinema Aşkı ile 20 Yıldır Yollarda İki yıl önce Gezici Festival artık 18 yaşında bir delikanlı demiştik, artık 20’li yaşlarını süren bir yetişkin olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. 20 yıldır başta Ankara olmak üzere ülkenin pek çok köşesine (hatta ülke dışına da) yepyeni filmler ve klasikler götüren Gezici Festival bu yıl Ankara, Eskişehir ve Sinop’da. Ankara Sinema Derneği’nin T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlediği Festival, 28 Kasım’da Ankara’dan yola çıkacak (bu satırları okuduğunuzda başlamış olacak yani) ve 8 Aralık’a kadar sinemaseverlerle buluşacak. 28 Kasım - 4 Aralık tarihleri arasında başkentteki gösterimleri devam ederken, Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’nin katkılarıyla, 3-7 Aralık tarihleri arasında Eskişehir’e konuk olacak olan sestival yolculuğunu, Sinop Kültür ve Turizm Derneği’nin katkılarıyla 5-8 Aralık’ta Sinop’ta tamamlayacak. Festivalin 20 yıllık geçmişine baktığımızda bugüne kadar toplam 5 ülke ve 23 şehre giderek, 56 bin 872 kilometre yol katettiğini görüyoruz. Özellikle ilk yıllarında, filmlere ulaşmanın bu kadar kolay olmadığı günlerde, festivalin bazen sinema salonu bile olmayan yerlere bambaşka filmler götürmesi çok değerliydi. Günümüzde pek çok festival birden fazla şehri geziyor ama Gezici Festival’in yeri hâlâ ayrı. Festival yirminci yılını “Sinema Aşkına!” teması ile kutluyor ve bu bölümde sinema ile ilgili filmlere yer veriyor. Sinema tarihinin en iyi yönetmenleri listesi yaparsam gönül rahatlığıyla üst sıralara koyacağım Krzystof Kieslowski’nin ilk dönem filmlerinden Amatör (Camera Buff ), kamerasına giderek daha çok bağlanan ve dünyaya yalnızca vizörden baktığı için çevresindekileri yitiren bir sinemasevere odaklanıyor. Hayat ya da sinema ikileminin bir yansıması olan filmde, çocuğunun doğumu öncesinde onu filme çekebilmek için bir kamera alan ancak kendisini film çekmenin büyüsüne kaptırıp, elindekileri yavaş yavaş kaybetmeye başlayan bir adamın hikâyesi anlatılıyor. Bir başka usta yönetmen Jean-Luc Godard, yeni filmi Dile Veda (Adieu au Langage / Goodbye to Language) ile ilerleyen yaşına rağmen yeni şeyler denemekten vazgeçmediğini bir kez daha gösteriyor. Son yıllarda üç boyutlu sinema üzerine düşünmeye başlayan usta, bu tekniği bambaşka bir anlatım yöntemi olarak kullanmayı başarıyor. Elbette bir Godard filminden söz ediyorsanız zorlu bir film görmeye hazır olmalısınız. Dile Veda da böyle bir film. Yine de Godard’ın son dönem diğer filmleri kadar kapalı değil. Usta yönetmenlerden söz etmişken Abbas Kiarostami’nin adını da anmadan geçmeyelim. Yakın zamanda ülkemizde de konuk ettiğimiz yönetmen, Ankara’daki söyleşisinde en sevdiği, defalarca izlediği iki filminden biri olarak Yakın Plan (Nema-ye Nazdik / Close-Up) filminin adını anmıştı. İşte bu film de Gezici Festival programında yer alıyor. Hayranlık duyduğu yönetmenin yerini almaya çalışan bir sinemaseverin gerçek hikâyesinden yola çıkan film, sinema sevgisi üzerine son derece keyifli bir yapım. Kendini yönetmen Mohsen Makhmalbaf olarak tanıtıp, Tahranlı üst sınıf bir ailenin içine yavaşça sızan Sabzian adında, işsiz İranlı bir adama karşı açılmış bir davayla başlayan film, adeta bir belgesel havasında Sabzian’ın aileyle geçirdiği süreci de anlatıyor. İtalyan yönetmen Nanni Moretti’nin, bu filmi kendi işlettiği
84
sinemada gösterime sokma hikâyesini anlattığı kısa filmi Yakın Plan’ın Galası (Il Giorno Della Prima di Close Up / Opening Day of Close-Up) da Yakın Plan ile birlikte gösterilecek. Sinemanın olanakları üzerine bir güncel deneme olarak öne çıkan Diktatör Olduğumda (Quand je Serai Dictateur / When I Will Be Dictator), dijital sinema olanakları ortaya çıkmadan önce amatör sinemacıların gözdesi olan Süper 8 formatındaki görüntüler aracılığıyla kurgulanan hikâyesi ile dikkat çekiyor. Bir bilim kurgu belgeseli niteliğindeki film, sinemada gerçeklik ve kurmaca arasındaki ilişkiyi sorguluyor. Gezici Festival’in “Sinema Aşkına” bölümünde sinema ile ilgili belgeseller de yer alıyor. Sinemanın Hikâyesi ve Sinema ve Çocuklar belgeselleri ile tanıdığımız Mark Cousins, bu kez her iki filmden de önce çektiği İlk Film (The First Movie) ile karşımızda. Yönetmen bu kez, savaşla büyüyen ve daha önce hiç film görmemiş çocukların sinemayla tanışmasını perdeye yansıtıyor ve Kuzey Irak Kürt Bölgesi’ndeki Goptapa’daki deneyimlerini anlatıyor. Cem Kaya’nın filmi Motör nam-ı diğer Remake, Remix, Ripoff ise 60’lı ve 70’li yılların popüler Türk sinemasını konu ediyor. Dönemin özellikle B-sınıfı Yeşilçam filmlerini sevenlerin kesinlikle kaçırmaması gereken bir belgesel. Gezici Festival’in değişmez bölümlerinden “Dünya Sineması”nda yine yılın önemli filmlerinden bir seçki oluşturulmuş. Ankaralı sinemaseverler Filmekimi Ankara programında yer almayan Leviathan ve İki Gün, Bir Gece (Deux jours, une nuit / Two Days, One Night) filminin Gezici Festival programında karşımıza çıkmasını bekliyorlardı. Nitekim festival de bu beklentiyi boşa çıkarmadı. Dönüş ve Elena ile tanıdığımız Andrey Zvyagintsev’in dördüncü uzun metrajlı filmi Leviathan, Rusya’da küçük bir kasabada yaşayan Kolya’nın hikâyesini seyirciyle buluşturuyor. Thomas Hobbes’un “Leviathan” adlı kitabında devleti temsil eden canavara gönderme yapan ve Cannes’dan En İyi Senaryo ödülünü kazanan film, evi ve arazisi elinden alınmak istenen otomobil tamircisi Kolya’nın mücadelesini beyazperdeye taşıyor. JeanPierre ve Luc Dardenne kardeşlerin yeni filmleri İki Gün, Bir Gece ise yönetmenlerin bildik tarzlarının en iyi örneklerinden biri. Yönetmenler bu kez Avrupa’nın pek çok yerinde etkisini gösteren ekonomik krizinin sıradan insan üzerindeki etkisini gösteriyor. Fransa’da bir taşra kasabasında yaşayan ve güneş panelleri üreten bir fabrikada işçi olan Sandra, geçirdiği depresyon nedeniyle bir süre devam edemediği işine dönmek üzereyken, işten kovulma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu öğreniyor. Patron, çalışanlarına bin avroluk priminizi almak isterseniz yoksa Sanda’nın işte kalmasını mı seçimini yaptırmaya kalkınca Sandra’ya onları ikna etmek için kapı kapı dolaşmak düşüyor. Marion Cotillard’ın çok başarılı oyunculuğu ile de dikkat çeken film bir yandan kaçınılmaz olarak aynı durumda ben olsam nasıl bir oy kullanırdım acaba diye de sorduruyor. Festival programına son aşamada dâhil olan 1001 Gram (1001 Grams) sadık takipçileri olan Kuzey Avrupa sinemasından bir örnek. Kara mizahın önde gelen temsilcilerinden Norveçli yönetmen Bent Hamer’ın yazıp yönettiği film kısa süre önce boşanmış işkolik bir laboratuvar teknisyeni olan Marie’nin, Paris’te
85
Sinema
Sinema
katıldığı önemli bir bilim konferansında kendini yepyeni bir dünyanın içinde bulmasını anlatıyor. Filmin Norveç’in Yabancı Dilde En İyi Film dalında 2015 Oscar aday adayı olduğunu da ekleyelim. Genellikle görkemli Hollywood filmlerinde karşımıza çıkmasına alıştığımız üç boyut kullanımının Godard’ın Dile Veda’sı dışında bir örneği daha var festivalde. Dünyanın farklı yerlerinden farklı tarzlara sahip altı yönetmenin (Wim Wenders, Michael Glawogger, Michael Madsen, Robert Redford, Margreth Olin, Karim Aïnouz) altı farklı mekânı (Berlin Filarmoni, Rusya Ulusal Kütüphanesi, Halden Hapishanesi, Salk Enstitüsü, Oslo Opera Binası ve Pompidou Merkezi) konu ettiği kısa filmlerden oluşan Kültür Katedralleri (Cathedrals of Culture) binaları seyirci ile konuşturuyor. İlk gösterimi Berlin Film Festivali’nde yapılan Kültür Katedralleri, festivalin kaçırılmaması gereken filmlerinden biri. Festivallerin en önemli özelliklerinden biri de daha önce pek duyamadığımız filmleri seyirci ile buluşturması. Gezici Festival işin bu yönünü de hiç ihmal etmedi. “Dünya Sineması” bölümünde yer alan bu tip filmlere de bir göz atalım: “Yönetmenliğini Levan Koguashvili’nin yaptığı İlk Randevu (Brma Paemnebi / Blind Dates), orta yaş yalnızlığını samimi bir şekilde beyazperdeye yansıtıyor. Ailesiyle birlikte yaşayan 40’lı yaşlarındaki bekâr öğretmen Sandro’nun, öğrencisinin annesi Manana ile ilişkisi, kadının kıskanç kocasının hapisten çıkıp Sandro’yu şoförü olarak işe almasıyla beklenmedik şekilde ilerliyor. Dostoyevsky’nin Beyaz Geceler hikâyesinden uyarlanan, Kazak yönetmen Nariman Turebayev imzalı Beyaz Gece (Priklyuchenie / Adventure), gece bekçisi Marat’ın her akşam aynı sokakta ve aynı yerde bekleyen gizemli kadına duyduğu tek taraflı aşkın ve sonrasında başlayan arkadaşlıklarının hikâyesini konu alıyor. Viviane Amsalem’in Boşanma Davası (Gett: The Trial of Viviane Amsalem), 20 yıllık mutsuz evliliğini bitirmek isteyen Viviane’in, buna karşı çıkan pasifagresif kocası Elisha ile haham hakimlere karşı yıllar süren mücadelesini konu alıyor. Yönetmenliğini Shlomi Elkabetz ve filmin başrol oyuncusu Ronit Elkabetz’in üstlendiği filmde, İsrail’de evlilik kurumuyla ilgili kararların haham hâkimlerin kontrolünde olması ve boşanmanın ancak kocanın rızasıyla mümkün olabileceği çarpıcı şekilde anlatılıyor. Yönetmenliğini Pedro Pires ve Robert Lepage’ın yaptığı Üçleme (Triptyque); zihin, dil ve düşünce arasındaki ilişkiyi birbirine bağlı üç hayat ve üç farklı karakter üzerinden inceliyor. Lepage’ın tiyatro oyunu Lipsynch’ten sinemaya uyarlanan film; şizofreni hastası Michelle, beynindeki tümör nedeniyle konuşma kabiliyetini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya olan kardeşi Marie ve Marie’nin önce doktoru sonra da sevgilisi olan Thomas’ın hayal ve gerçekle örülü hikâyesini konu alıyor.” Gelelim Türkiye 2014 bölümüne. Bu bölümde yine geçtiğimiz yılın Türkiye sinemasının önemli filmleri yer alıyor. Hemen hepsi yönetmen ve oyuncuların katılımıyla gerçekleşecek gösterimlerde sinemaseverler bazı filmleri sinema salonlarında izlemek için son fırsatı bulacaklar. Bazı filmleri ise vizyona girmeden izleyebilecekler. Saraybosna Film Festivali’nden En İyi Film ve En İyi Erkek Oyuncu ödülleriyle dönen Erol Mintaş’ın ilk filmi Annemin Şarkısı, Adana Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülü alan Derviş Zaim’in yeni filmi Balık, Tayfun Pirselimoğlu’na Roma’da En İyi Senaryo, İstanbul’da En İyi Film, En İyi Senaryo ve En İyi Müzik ödüllerini getiren Ben O Değilim ve Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü alan Kaan Müjdeci imzalı Sivas, vizyon sonrası festivale konuk olan filmlerden. Dördü de izlenmesi gereken filmler. Murat Düzgünoğlu’nun Adana Altın Koza’da Yılmaz Güney Ödülü’nü alan filmi
86
Neden Tarkovski Olamıyorum? ve Adana Altın Koza’nın En İyi Film’i seçilen, Nesimi Yetik ’in ilk uzun metrajlı filmi Toz Ruhu filmlerinin ise vizyon öncesi gösterimleri yapılacak. Özellikle Nesimi Yetik’in uzun yıllar Ankara’da yaşamış olmasından ve festival salonlarında seyirci olarak sık sık karşımıza çıkmasından dolayı başkentte Toz Ruhu’nu büyük bir merakla bekleyenler olduğunu biliyorum. Bu arada Yetik’in çok başarılı kısa filmi Annem Sinema Öğreniyor’un da festival programında olduğunu hatırlatmadan geçmeyelim. Gezici Festival’in başından beri vazgeçilmez bir parçası olan Tuncel Kurtiz de halen aramızda. Festival bir vefa örneği göstererek Kurtiz’i bu yıl da unutmadı. Bu kez bir belgesel yönetmeni olarak karşımızda Kurtiz. E5 Ölüm Yolu filminde Kurtiz adından da anlaşılabileceği gibi 1978 yapımı bu filmde, bir dönem adını sürekli duyduğumuz E5 Karayolu üzerinden Avrupa-Türkiye arasında göç eden insanları konu alıyor. Görüntü yönetmenliğini Gani Turanlı’nın üstlendiği film tarihi bir belge olarak söz konusu bölgede bugüne kadar yaşanan değişimi de gözler önüne seriyor. Önceki yıllarda Zeki Demirkubuz, Tuncel Kurtiz ve Barış Bıçakçı’nın seçtiği filmleri sinemaseverlerle buluşturan festival, bu yıl Murathan Mungan’ın seçtiği üç filmi “Gerçeğe Açılan Üç Kapı” başlığında karşımıza getiriyor. Mungan’ın seçtiği üç filmin de birbirinden başarılı olduğunu söylememiz gerekli. “Fotoğrafta ne görmek istiyoruz?: Cinayeti Gördüm (Blow Up)”, “Ne duymak istiyoruz?: Konuşma (The Conversation)” ve “Hangi hikayeye inanmak istiyoruz?: Rashomon” alt başlıkları ile izleyeceğimiz filmler, gerçeklik algısı üzerine zihin açıcı deneyimler sunuyor. Her biri birer klasik olan filmlere dair uzun uzun bir şeyler söylemeye gerek yok aslında. Kısaca şöyle diyelim. İzlemeyenler ne olursa olsun programlarına uydurup bu filmleri izlemeliler. Bu klasikleri sinema salonunda izlemenin keyfi de paha biçilemez. Bu nedenle sadece küçük ekranda izleyenlerin de bu fırsatı kaçırmaması gerekli derim kendi adıma. Festivalin bu yılki ilginç bölümlerinden biri “Müzede Bir Gün” bölümü. Bu yıl Venedik Film Festivali’nde “Yaşam Boyu Başarı” ödülü alan sinemacı Frederick Wiseman’ın yönettiği, ilk gösterimi Cannes Film Festivali’nde yapılan National Gallery ve Jem Cohen imzalı, Locarno Film Festivali’nden ödüllü Ziyaret Saatleri (Museum Hours) bu bölümde izlenebilecek filmler. Önceki filmlerinde izleyiciyi Paris Opera Binası, Berkeley Kampüsü ve Central Park ’ta gezdiren 84 yaşındaki yönetmen Frederick Wiseman imzalı National Gallery, görsel hikaye anlatıcılığının yepyeni bir formu olarak görülüyor. Jem Cohen’in Ziyaret Saatleri’nde, iki yabancının yolları Viyana’da Sanat Tarihi Müzesi’nde kesişiyor. New Yorklu sinemacı Cohen’in en ilginç işlerinden biri olarak görülen film, izleyiciyi hem müze içinde hem de Viyana sokaklarında tuhaf bir gezintiye çıkarıyor. Filmi daha önce izleyen birkaç kişiden çok olumlu yorumlar aldığımı, hatta izlediğim en iyi filmlerden biri nitelemesi yapanlar olduğunu da söylemeliyim.
87
Sinema Gezici Festival video sanatını da ihmal etmiyor. Bu yıl sırada CANAN’ın video çalışmaları var. “Uyandıran Masallar” başlıklı seçkide, CANAN’ın toplumsal cinsiyet, iktidar ve şiddet konularını ele alan üç videosu yer alıyor. İstanbul Bienali’nde sergilenen İbretnüma (2009); fotoğraf, minyatür ve kolaj görüntüleriyle oluşturulmuş bir animasyon çalışması olarak dikkat çekiyor. Vak Vak Ağacı (2010) ise söz konusu ağaca dair mitolojik hikâyeyi, 1980 askeri darbesi eksenindeki anı ve belgelerle birleştiriyor. Sanatçının son video çalışması olan Hezeyan (2013), yalnızlığın modern dünyadaki tezahürünü takıntılı bir aşk hikâyesi üzerinden ele alıyor. Festival kapsamında, CANAN’ın eserlerinden oluşan bir sergi de Gezici Festival ve Galeri Siyah Beyaz işbirliği ile 28 Kasım - 10 Aralık tarihleri arasında Ankaralı sanatseverlerin beğenisine sunulacak. Sergide CANAN’ın; “İbretnüma”, “Hezeyan”, “Yalvarırım Bana Aşktan Söz Etme”, “Çeşme” ve “Nazar Değdi Dünyama” çalışmaları yer alacak. “Osmanlı’dan Manzaralar”da festivalin merakla beklediğim bölümlerinden biri. Osmanlı topraklarında 1896 – 1922 yılları arasında, farklı sinemacılar tarafından çekilen ve çeşitli arşivlerde bulunan filmleri izleme fırsatını bulacağımız bu bölümde tarihi belgeler olarak önemli işler göreceğiz. Amsterdam’daki Eye Film Institute’tan küratör Elif Rongen Kaynakçı’nın derlediği filmler, turist rehberi niteliğindeki manzara görüntülerinden etnografik gözleme kadar çok farklı ve geniş bir yelpaze sunuyor. Bu yıl, Gezici Festival ve EYE Film Institute işbirliği ile Arşiv Görüntüleri Okuma Atölyesi de gerçekleştiriliyor. Elif Rongen Kaynakçı, ‘görüntüleri nasıl anlamlandırıyoruz, bu görüntüler yeniden nasıl kurgulanıyor, arşiv görüntüleri nasıl kullanılır ve arşiv görüntüleri arasındaki bağ nasıl kurulur’ sorularının yanıtlarını veriyor. Festivalin her yıl ayrı bir bölüm olarak düzenlediği “Çocuk Filmleri” ise bu yıl Kore’den geliyor. Bu bölümle birlikte küçük izleyicileri bir de Canlandırma Atölyesi bekliyor. Çocukların ilk filmlerini üretecekleri, konusunda profesyonel Hollandalı sinemacılar tarafından yürütülecek bu atölye, 29 Kasım – 3 Aralık tarihleri arasında Ankara’da düzenlenecek. Kısa filmlerden bahsetmeyi en sona bıraktım. “Kısa İyidir” bölümü de Gezici Festival’in vazgeçilmezlerinden. Yıllar boyunca Gezici Festival’in kısa film seçkilerinin iyi, az ama öz olduğu söyledim, yirminci yılında bu cümleyi ben kurmayayım. Çünkü seçkiyi yapma işi bu kez başa düştü (tek başıma olmadığımı vurgulamalıyım). Festival ekibi Kısa İyidir bölümünün seçimleri için yardım istediğinde 1-1.5 ay içinde yüzlerce kısa film izlemenin, bunlar arasından seçim yapmanın zorluğunu tam algılamamıştım (ki bu yıl içinde benzer bir çalışmayı Ankara Film Festivali için belgesel filmlerde yaptığım halde). Bu kadar filmi izlemek ciddi bir mesai olduğu kadar benim gibi her filmde olumlu bir nokta bulmaya çalışan biri için seçmesi de çok zor oldu. Hoş seçmekle de iş bitmiyormuş, filmlerin gelmesi de ayrı bir meseleymiş. Neticede şöyle demeliyim. Belki programda 14 kısa film görüyorsunuz ama arkasında epeyce emek var. Tüm filmleri en seçmesem de izleyecek olan Gölge okurlarının geri bildirimlerini gerçekten merak ediyorum. Kısa filmlerden bahsedince programdaki “20 Yılın En İyi Kısaları” bölümünü de atlamayalım. Bu bölümdeki 12 kısa filmin bazıları hafızalarımızda hâlâ taptaze, bazılarını da yeniden hatırlayacağız ya da ilk kez keşfedeceğiz. Bunları da kaçırmamak lazım. Bir sonraki ay Gezici Festival güncesinde buluşmak üzere. Hasan NadirDERİN http://sinemamanyaklari.com/
88
89
Lanet olsun Harry uyan
Harry!...
Seni Ĺžeytan...
90
91
Çok harika bir manzara deðil mi Harry?..
Sen konuþan bir ölüsün Harry...
Bu arada sað kolunu gördün mü?..
Elbette hayýr caným...
Patron bu kadar yeter mi?
Biz fareler için hiç bir þey yeterli deðil, ölüm bile...
Senin... derini... yüze.... 92
93
Ahaahaa iþte buradaymýþ...
Sizlerde kimsiniz ve beni hangi cehenneme götürüyorsunuz?..
Ama ilk önce ben buldum, o yüzden þimdi bu benim.
Daha iyi bir cehenneme...
Anladým. Þimdi hikayenin geri kalanýný þu sizin cehenneme varmadan anlatacak biri var mý?
Hayran kalýnacak bir cehenneme.
Neeeee !..
94
95
Devam Edecek.
Pin-up
96