Gölge e dergi aralık 2015 sayı 98

Page 1


İÇİNDEKİLER 04-07 Korku Köşesi - Şuh ve Davetkâr

Wuthering Heights (1992)

98.

Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Ahmet YÜKSEL golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Mehmet Berk YALTIRIK, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Rıza TÜRKER Pinup: Samim Salur PAÇACIOĞLU Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/ http://golgedergi.com

08 Dehşetler Albümü - Su İyesi 09 Fantastik Şiir -Yeraltının Karanlık Ecesi 10-11 Haberler-The Walking Dead Yeni Sezonu Başladı. 12-13 Haberler- Sinema Dünyası'ndan Kısa Kısa 14-15 Haberler- Çizgi Roman Karakterleri Comic Con'da Buluştu. 16-20 Öykü - Ak Kartal 21-31 Çizgi Roman Ön Okuma - Seyfettin Efendi ve Olağanüstü Maceraları 32-36 Film İnceleme - George Lucas ve Yeni Başlayanlar İçin O’nun Yıldız Savaşları-I 37-42 Öykü -Dandini Dandini Dastana 43-48 Çizgi Roman - Cinali 4 Raporları 49-50 Yazar'ın Kaleminden- “Kayahan Demir” ve “Emel KOSİ” Cephesinde;; 51-54 Öykü -Tolga'nın Kalbi (Bu benim savaşım) 55-60 Röportaj -Hayalin Derinliklerine Çizgi Yolculuk 61-66 Öykü -Teneke (1.bölüm) 67-76 Röportaj -Olay arzu istek, gerçekten istemek 77-82 Sinema- Filmekimi 2015 İzlenimleri 83-85 Sinema- Gezici Festival’in 21’inci Yolculuğu Başlıyor 86-87 Yazar'ın Kaleminden- Aşk Kılıç ve Muska’nın Yazım Serüveni 88-91 Dizi İnceleme- Doctor Who’da Türkler 88-66 Öykü -Gölge Oyunu 94 Pinup

Kasım ayı geldi, havalar soğudu. O sıcak günlerdeki gölgelik yer arayışları sona erdi. Belki de en ufak bir güneşi hasretle arar olduk. Sadece hava durumu mu bu şekilde? Memleketin durumu da böyle değil mi? Bu satırlarını okuduğunuz dakikalarda memleketi de gölgelerden güneşlere çıkarmak için oy kullandık belki de. Herkesin ülkeyi gölgelerden kurtarmak için farklı düşünceleri var elbette. O parti ya da bu parti, o görüş ya da bu görüş. Umalım ki gelecekten geçmişe dönüp baktığımızda 2015’in Kasım ayında ne kadar güzel bir seçim yapmışız da ülkeyi güneşli günlere taşımışız diyebilelim. Peki gölgenin her türlüsünü hayatımızdan çıkarmalı mıyız? Elbette hayır. 98 aydır hayatımızda olan bir Gölge daha var ve onun hayatımızdan çıkmasını istemiyoruz. Bu ay yine yazarlarımız ve çizerlerimizle birlikte çalıştık, çabaladık. Bir kez daha hikâyelerimiz, çizgi romanlarımız, sinema ve televizyon dünyasından haberlerimiz, film ve festival izlenimlerimiz, söyleşilerimiz ve daha niceleri ile karşınızdayız ve daha uzunca bir süre karşınızda olmaya kararlıyız. Güneşli bir hayat, Gölge’li bir monitör dileğiyle. Hasan Nadir DERİN

“Her Kasım sayısında olduğu gibi bu Kasım sayısı da Emre Yerlikhan ve Metin Demirhan’ın aziz hatırasına” Gölge e-Dergi


KORKU KÖŞESİ

Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Korku Köşesi

Şuh ve Davetkâr “Şehir içinde artık kimseye göz açtırmıyorlar imanım!”

kapulanmışlar, orayı hane belleyerek netameli tezgâhlarını işletmeye devam etmişlerdi.

“Sessiz sedasız âlemini yapsan bile kokusunu almış gibi geliyorlar kapıya. Sonra yaka paça karakola. O esnada saldırmayı fora edip birini hacamat mı ettin? Al başına belayı, o vakit doğrudan zaptiye geliyor. Sabaha kadar falaka, ardından cumburlop zindana!”

Üç külhanbeyinden suskun olanı ancak açtı ağzını: “Ulan burada karı gibi dırdırlanırsınız, biriniz de çare düşünmez! Kadınsızlık aklınızı da mı aldı be!” Diğerleri ona dönüp ağzından çıkacakları beklemeye başladı. Kendilerine çete denilmese bile aralarında en çok onun sözüne itibar ederlerdi zira kafasında dolaşan kırk tilkinin patırtısından ancak konuşurdu.

Galata surlarından birinin dibine kurulmuş, ayak takımının daha ziyade uğradığı gedikli meyhanelerden birinde, meyhanenin üst katında cumbanın olduğu yerde üç bitirim külhanbeyi sini başında konuşmaktaydı. Mükellef sayılamayacak mezesi az bir çilingir sofrasının başında, arada yumruk mezesini de katık ederek işret ediyorlardı. “Dalgamıza taş atıp iş oluyorlar! Hovarda adamın dünyadan alacağı bir yâr elinden meyi bir de yar dudağından busesidir be!” “Aslında şöyle caka sataraktan girsek herhangi bir yere. Sayılı kabadayılardan zannedip ürküntü verdik mi tamam? Süzülürüz kadıncıkların koynuna yılan kılığında peri padişahının oğlu misali!” Üçü de muhitlerinde pek sivrilememiş ama tenhada karmanyolacılıkla boğuntuya getirdikleri kimselerden aldıkları para ve değerli eşyalarla geçinen, mahpus yüzü görmüş azılı külhanbeyleriydi. Mahallelerinde de makbul adamlar sayılmadıklarından, meyhaneyi koruma karşılığında bir gedikli meyhanecinin yanına

4

“O kadar aklın eriyorsa sen söyle nasıl yapalım?” “Alem yapamayan bir biz değiliz ya? Bizden kabadayılar, paşalar, beyler haricinde kimse rahat rahat toplanamıyor. Alem yok, işret yok!” “Padişahımız efendimizin vehminden hani… Sanki karı memesinden kafamızı kaldırdığımız var da bir de hürriyete mürriyete daldıracağız o kafayı!” “Höst! Ne demek ulan hürriyet mürriyet, gâvur musun nesin hafiyenin birine enselettireceksin bizi. Bizim gibi külhanbeyi takımının hiç işi olmaz…” “Tamam be anladık. Sen ne yapacağımızı deyiver…” “Ben birkaç gündür ortalıkta bu alemcilerle, yollu kadınlarla ilgili haberlere, dedikodulara falan kulak kesildim. Alem yapmak değil ama halvet mümkün imiş!” “Ulan alem yapamıyoruz, eve girdiğimiz an haber uçar mahalleliye enseleniriz nasıl olacak o iş?”

5


“Sözümü kesme hergele, anlatıyoruz! Şimdi o iş için evdir, hanedir şehrin içidir falan yokmuş artık. Bu kırlık yerlerde, ormanlarda, korularda falan görüyorlarmış bu işi.” “Tövbe! Ulan ormanda cin şeytan olur çarpılır insan be?” “Amma pirelendin ha, korkuyorsan yapma kardeşim! Kadınsızlık cümle İstanbul hovardasını tarumar ettiğinden cin şeytan korkusu da yalan oldu. Mezarlıklarda bile bu işi gören var artık. Ama o da sakat…” “Sakat tabi! Mezarlık dediğin çok mu evla yerdir? Karakoncolosu var hortlağı var…” “Yok ulan ondan değil, mezarlık bekçileri kol geziyormuş sürekli. Yakaladıkları hovarda sayısınca ikramiye alıyorlarmış. O yüzden mezarlık işi yaş. Ama orman sağlam olur, koca orman, bekçisi olsa askeri olsa nereye bakacak?” “Eşkıya gibi ormana kadın mı kaldıracağız?” “Yok be, zaten yollular, yosmalar orman civarında gezinirlermiş. Kır gezisine çıkmış paşa haremi gibisinden görünüp dolanırlarmış. Sonrasında da…” “Mezarlık tekin değilse ormanlık yüz kere tekin değil! Cini şeytanı ağaç kovuklarında yaşar hep!” “Bunun haminnesi mi ne, Tuna muhaciri olduğundan inanır böyle şeylere. Sen tasalanma. Nasıl bulunuyorsa bu yosmalar, biz de gidelim öyle hemhal olalım!” “Üç gün sıkın dişinizi, biraz da mangır dökülün. Arabadır, avcı kılığıdır tedarik etmek lazımdır!” Üç külhanbeyi, ancak üç-dört gün sonra avcı kılığını düzüp, bir de iki çekerli bir araba ayarlayıp Belgrad Ormanı yolunu tutmuştu. Bazı köylerin, köşklerin ve kır evlerinin yanından geçip ormanın sapa bir tarafına geldiler.

6

“Ulan burada hane yok bir şey yok. Yosma bulalım derken kurtla kuşla mı hemhal olacağız?” “İnsanı az yerde dolanırlar oğlum çaksana? Biri ihbar etse, pirelense ne olacak?” Ben sordurdum o kadar, bu taraflarda dolanıyorlarmış.” Havanın kararmasına yakın üç külhanbeyi, avcı kılıklarıyla Belgrad Ormanı’nın patikalarına dalmışlardı. Sağa sola bakına bakına ilerlerlerken patikanın hayli ilerisinde bir beyazlı silueti fark ettiler. Biraz yaklaşınca siluetin afet-i devran cinsinden bir kadına ait olduğunu görünce kendilerinden geçtiler. Kadının üzerindeki tuhaf elbiseden görünen bacakları, omuzlarına dökülen saçları ve loş karanlığa rağmen fark edilen güzel sureti ile külhanbeylerinin her birinin ağzının suyu akar olmuştu. Kadın, kendisine seslenen külhanbeylerine şuh bir kahkaha ile mukabele edip ağaçların içine dalınca külhanbeyleri kadının peşine takılma hususunda bir çekince görmediler. Ağaçların adeta bir çember oluşturduğu açıklığa geldiklerinde, kadının kendilerinin ellerinden tutup çekerek açıklığın ortasına getirmesine müsaade ettiler. Loş karanlıktan ötürü elbisesinden sıyrılan kadının vücudunu hayal meyal gören külhaniler, pazarlık faslını es geçip kadının üzerine seğirtmişlerdi. Lakin bu hülyalı, arzulu halleri ay ışığının tepelerinde aksedip açıklığı gündüz misali aydınlatmasına kadar sürmüştü. Ayın şavkı altında kadının öptükleri ellerinin soluk gri renkteki parmaklarının ucundan fırlamış uzun kirli tırnaklarını, kapandıkları ayaklarının çarpık çurpuk, mest oldukları yüzün eciş bücüş olduğunu görünce kabustan uyanan çocuklar misali çığlıklarla açıklığın kenarlarına gerilemişlerdi. Kaçmak için ormana döndükleri esnada ise asıl kâbus ile karşılaşmışlardı. O çarpık siluete benzeyen, çırılçıplak ve eciş bücüş bir sürü kadın, feri gitmiş simsiyah gözlerle ve iştahla onları seyretmekteydi… Mehmet Berk YALTIRIK

7


Yazan: Mehmet Berk YALTIRIK İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

dehşetler albümü

Su İyesi

Su İyesi, Tatar Türkleri arasında (Tataristan) suda yaşadığına inanılan “iye-sahip” adı verilen doğaüstü varlıklardan (Su iyesi, Su anası, Su babası) biridir. Su iyesinin, Su babasından daha genç ve daha tecrübesiz olduğuna, huyunu anlayabilmenin imkansız olduğuna inanılırmış. Hiç beklenmedik bir anda suyu dalgalandırıp bentleri yıkabilir, hayvanların, insanların suda boğulup ölmesine neden olabilirmiş. Suyun berraklığına ve soğukluğuna hayran kalındığı sırada Su İyesi’nin zarar getireceğine inanılır, onu yatıştırmak için bazı tedbirlere

Şiir: Yusuf GÜRKAN İllüstrasyon: Gülhan D SEVİNÇ

Fantastik Şiir

Yeraltının Karanlık Ecesi

Beni çağıran sesini arayarak geçti ömrüm Birden bire gece oldu ömrümde, her günümde Tüm yollar kapandı karakışla birlikte Kaybeden yine benim kalbim oldu Geçmişten gelen gölgeler tarafından kuşatıldı Görmeye çalıştığım her renk ve ışık Ellerim hiçbir şeye sarılıyor yokluğunda Yalnızca benim ırmağım hiçbir yere dökülüyor Kaybetmekten başka bir şey olmayan bir ömür Gerçekte hiçbir şeye yaramaz Bu dünya da hiçbir şeye sahip olmayan Diğer yaşamda da huzur bulamaz Biraz kayıp ve suçluluk duygusuyla Kalbimde ki ağır nefes aldırmayan yarayla Hasta, kırılgan ve hassas bir ruhla Beni anlayamayan yorgun yüzlerden kaçarak Sana geliyorum; Daha hiç görmeden delice aşık olmak Yapayalnız düşlerde kederle kaybolmak Yeraltının mağaraların da sessizce var olmak Sonsuz acıyla kendi çığlığımda boğulmak İçin,

başvururlarmış. Sibirya Tatarları, bütün ekmek pişirip suya salarlarken Tataristan Tatarları daha farklı yollara başvururmuş. Daha önce tanımadıkları görmedikleri bir suya girmeden veya bir çeşmeden su almadan önce kadınlar saç örgüsünden bir tane saç teli, erkekler de sakal bıyıklarından birer kıl alıp suya akıtırlar ya da suya gömlek veya yazma kenarından ip söküp atarlar ve “Sana yağlık, bana sağlık” derlermiş. Yeni evlenen kızları gelin olup geldiği köyün suyunda yaşayan Su Babası’na tanıtma amacıyla (Su Babasına kurban, kalın da derler) suya sokup çıkarırlarmış. Kaynak: Çulpan Zaripova Çetin, “Tatar Türklerinde Mitolojik Varlıklarla İlgili Mitler ve İnanışlar”, Bilig, Güz 2007, Sayı 43, s. 22. 8

Seni yıllardır düşlerim de görüyorum Yeraltının karanlık ecesi seni her an arıyorum Yüzyıllardan gelen çağrına kulak veriyorum Yüzünü mistik sembollerin ardında görüyorum Sana ulaşmak tüm yaşam arzum Bu iğrenç yaşantı da artık ben yokum İhtişamlı kadim günlerden kalan Yolunu kaybetmiş bir savaş lorduyum

9


Haberler

The Walking Dead yeni sezonu başladı! 6. Sezonun ilk bölümüyle dünyada 350 bin’den fazla tweet ile Twitter dünya trendleri listesinde en üst sırada olan The Walking Dead’de yeni sezon heyecanı başladı.

Yazar Robert Kirkman'ın çizgi roman serisinin ekrana uyarlanmış hali olan 'The Walking Dead' (Yaşayan Ölüler) dizisinin 6. sezonu başladı. 2010 yılında yayın hayatına başlayan dizi, son 5 yıldır meraklıları sayesinde bugüne kadar pek çok heyecanlı bölümü hafızalara kazıdı. Kabaca, polis memuru Rick Grimes ve etrafındaki meseleler olarak özetleyebileceğimiz dizinin IMDB'deki puanı 10 üzerinden 8.6.

10

(Meraklısına not: IMDB tarihindeki en yüksek puanlı iki dizi, 'Breaking Bad' ve 'Game of Thrones'. Her iki dizinin de puanı 9.5) New York'ta gerçekleşen gala ise The Walking Dead hayranlarını mutlu etti. Dizinin tam kadro katıldığı gecede kadın oyuncular son derece keyifli ve şık görünüyordu.

11


Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/

Haberler

Sinema Dünyasından Kısa Kısa 17 Aralık 2015’de gösterime girecek olan Star Wars serisinin yeni filmi The Force Awakens’in posteri ve fragmanı çıktı. Her film için bu haberi veremeyiz elbette ama söz konusu Star Wars olunca insan heyecanlanıyor. Poster ve fragmanda dikkat çeken en önemli noktalardan birisi Luke Skywalker’ı henüz görememiş olmamız. Bakalım J.J. Abrams bize ne sürprizler hazırlıyor? Bu yılın en sevdiğimiz komedi/aksiyon filmlerinden Kingsman’in devam filmi 16 Haziran 2017 tarihinde karşımızda olacak. Bir değişiklik olmazda yönetmen koltuğunda bir kez daha Matthew Vaughn oturacak. Ancak ilk filmi izleyenler filme çok şey katan Colin Firth’ün devam filminde yer alamayacağını tahmin edeceklerdir.

Zor Ölüm (Die Hard) serisinin yeni filmi henüz plan aşamasında. Ancak bu filmde Bruce Willis’in unutulmaz karakteri John McClane’i 1979 yılında genç bir polis memuru olduğu günlerde göreceğimiz söyleniyor. İlerleyen günlerde proje ne şekilde gelişecek, göreceğiz. Darren Aronofsky’nin yeni filminde Jennifer Lawrence’ın rol alması bekleniyor. Henüz filmle ilgili 12

hiçbir bilgi yok ama Aronofsky’nin Noah ile yaşattığı hayal kırıklığını unutturmasını bekliyoruz. Günün birinde 1980’ler ve 2010’larda çekilen filmlerin listesi çıkartılıp yan yana konulduğunda ortak filmlerin sayısı epey fazla olacak. 80’lerde ortalamanın biraz üzerinde hasılat yapan hemen her filmin yeniden yapımının çekildiği bugünlerde sıra Patrick Swayze’nin başrolünü oynadığı Road House filmine geldi. Nick Cassavetes’in yöneteceği filmde Patrick Swayze’nin oynadığı rolü Ronda

Rousey canlandıracak. Evet, bar fedaimiz bu kez bir erkek değil, bir kadın. Her ne kadar üçüncü film çok başarılı olmasa Cehennem Melekleri (The Expendables) serisinin dördüncü filmi için çalışmalar başladı. Henüz yönetmen ve oyuncu kadrosu belli değil ama filmin 2016’da çekilip 2017’de gösterime girmesi bekleniyor. 3 Kasım 2017 tarihinde gösterime girecek olan Thor: Ragnarok filminde Hulk’un da yer alacağı doğrulandı. Ant-Man’in devam filminin geleceğinden kuşkusu olan yoktu. Yeni filmin adı Ant-Man and the Wasp olarak açıklandı. Gösterim tarihi de 6 Temmuz 2018 olacak. Adından da anlaşılabileceği gibi ilk filmden en azından Paul Rudd ve Evangeline Lilly’nin rol alacakları kesin. Bu açıklama ile Marvel’in film takviminde çeşitli değişiklikler de oldu. Son durumda önümüzdeki yıllardaki Marvel filmlerinin takvimi şu şekilde (film hakları farklı stüdyoların ellerinde olan X-Men ya da Fantastic Four gibi kahramanların filmleri bu listeye dahil değildir): Captain America: Civil War: 6 Mayıs 2016 Doctor Strange: 4 Kasım 2016 Guardians of the Galaxy Vol. 2: 5 Mayıs 2017

Spider-Man (henüz tam ismi belli değil): 28 Temmuz 2017 Thor: Ragnarok: 3 Kasım 2017 Black Panther: 16 Şubat 2018 Avengers: Infinity War Part I: 4 Mayıs 2018 Ant-Man and the Wasp: 6 Temmuz 2018 Captain Marvel: 8 Mart 2019 Avengers: Infinity War Part II: 3 Mayıs 2019 Inhumans: 12 Temmuz 2019 Bu filmlerin yanında 2020 yılının 1 Mayıs, 10 Temmuz ve 6 Kasım günlerinde de henüz adı açıklanmayan Marvel filmleri gösterime girmek üzere planlanmış durumda. Festivaller, Toplu Gösterimler: 6. Malatya Uluslararası Film Festivali: 6 – 12 Kasım 2015 6. Çağdaş İtalyan Filmleri Haftası (Ankara): 9 – 15 Kasım 2015 Uluslararası Edirne Film Festivali: 20 – 26 Kasım 2015 21. Gezici Festival (Ankara – Bursa – Kastamonu): 27 Kasım – 10 Aralık 2015 52. Uluslararası Antalya Film Festivali: 29 Kasım – 6 Aralık 2015

Saygıyla Anıyoruz Tomris İncer (16 Mart 1948 – 5 Ekim 2015) Chantal Akerman (6 Haziran 1950 – 5 Ekim 2015) Levent Kırca (28 Eylül 1948 – 12 Ekim 2015) Memduh Ün (14 Mart 1920 – 16 Ekim 2015) Maureen O’Hara (17 Ağustos 1920 – 24 Ekim 2015) 13


Haberler

Çizgi Roman Karakterleri Comic Con’da Buluştu

COMIC-CON Nedir? 1970 yılından beri San Diego’da düzenlenen dünyanın en büyük çizgi roman fuarı olan ComicCon’a ilk yılında sadece 300 kişi katılmıştı. 2010’da

ABD'nin New York şehrinde düzenlenen Comic Con “Çizgi Roman Festivali” renkli görüntülere sahne oldu ve fuar, ilk gününde ziyaretçi akınına uğradı.09 Ekim 2015 Çizgi roman karakterleri Comic Con'da buluştu NewYork’un ünlü fuar merkezi Javits Center’da düzenlenen festivalde, birbirinden ünlü 700’den farklı çizgi roman, manga, oyuncak, bilim kurgu film, televizyon dizisi ve roman kahramanlarının kostümünü giymiş katılımcılar ilgi çekiyor. Bilim kurgu, dizi ve video oyunu meraklılarının büyük ilgi gösterdiği etkinliğe, New York’un yanı sıra ABD’nin birçok eyaletinden de ziyaretçi geliyor.

14

ise bu sayı 130 bin kişi olmuştu. Comic-Con San Diego ve New York'ta 4 günlük etkinlikler yapılıyor. Fuar ayrıca çizgi romanların Oscar’ı kabul edilen Will Eisner Ödülü’ne de ev sahipliği yapıyor.

New York’ta 2006’dan bu yana geleneksel olarak düzenlenen ve Doğu Yakası'nın en büyük eğlence fuarına katılanlar ilginç kostüm ve makyajları ile büyük ilgi topluyor. Fuarda, hayranı oldukları karakterler gibi giyinen ziyaretçiler, birçok ünlü isimle de tanışma imkânı buluyor. Etkinlik süresince New York caddelerinde özel kostümlerle dolaşan gençler dikkat çekiyor. Katılımcılar, makyaj ve kostüm hazırlığına günler öncesinden başlıyor. Fuara katılanlar, giydikleri kostüm nedeniyle festivalde çok eğlendiklerini belirtti. Perşembe günü başlayan ve Pazar günü sona erecek olan festivali 150 bin ziyaretçinin katıldığı söyleniyor

15


Öykü: Hay İllüstrasyon: MKS

Öykü

Ak Kartal Belki de en beklemediği andı. Arkasından itilerek çadıra girdi. Beklediği belki de kurukafalar, yılanlar, garip işaretler ya da bir ocakta kaynayan kazanın içinden üzerine atlayacak siğilli bir karakurbağasıydı. Oysaki bomboş bir çadırın içinde toprak zemine bağdaş kurmuş, üzerinde düşlediği ayı postu yerine incecik pamuk dokuması tiril tiril bir yelek giymiş, yüzünde köselikle birlikte yer yer uzun tüylerin sakala benzettiği, görünüş olarak ne telaşlı, ne sakin, ne düşünceli ne de ayık bir ihtiyar vardı. “Akkartal” dedi tanıştırdı Reyl, oysa ki Afak ihtiyarın adını biliyordu. Afak eline tükürüp yere, toprağa sürdü ve sonra yüreğinin üzerine sürdüp ihtiyara uzattı toprağa sürdüğü elini. “Ben Afak” dedi. “Safsata” dedi kâhin yüzüne bakıp. Şaşırdı Afak. “Safsata o yaptığın şey. Ben üzerindeki giysideki toprağa bakarak sana geleceğini söyleyecek olsaydım, şu ayağına giydiğin keçi derisi çarığın çamuru mutlaka o kadar çok şey anlatırdı ki, baş ağrısından ölürdüm. Sen sadece otur karşıma ve böyle saçma şeyler yapma.” Reyl hiç bir şey söylemeden kaçarcasına çıktı çadırdan. Afak emindi ki şimdi kimse içeri girmesin diye bu ıssızlığın ortasındaki çadırın girişinde dikiliyordu Reyl. Çadırın girişindeki deliği keçe örtü ile o kadar sıkı kapatmıştı ki ne güneş ne de hava giriyordu. Akkartal sakin bir şekilde yere oturdu ve başını Afak’a çevirmedi bir daha. Afak’ın çadırın içine meraklı gözlerle bakmaya devam etti ama ilgisini çeken bir şey olmadı. Kapının önünde bir davul vurulmaya başladı. Tek tek, ritimsiz bir şekilde vuruluyordu. Büyük bir davul, kalın bir tokmak olmalıydı. Tek tek ritimsizlik eşit zaman aralıklarına dönüştü. İçi boşalmış bir çınar ağacından gövde yapılmıştı davula. O kadar genişti ki davul bin yıllık olmalıydı çınar. İçi boş çınarın her iki tarafına da davul olsun diye kalın sığır derileri gerdirilmişti. Deriler o kadar büyüktü ki gökyüzündeki tanrıların sığırlarının olmalıydı bunlar. Ve deriler öyle gerdirilmişti ki sanırdın ki bir yanından baksan diğer yönü görecen. Kalın tokmak hızlanan zaman aralıklarıyla vurmaya devam etti. Tokmak davulun derisini yırtmasın, incitmesin diye davula denk geldiği yere meşin sarmışlardı. Giden gelen tokmak Acun’u inletiyordu. Davulcu hırsla vuruluyordu, öfkeyle vuruluyordu, acıyla vuruluyordu… Öyle bir vuruluyordu ki; vuran kişi kızlığından, erkekliğinden, çocukluğundan, insanlığından bi haberdi. Öyle bir vuruluyordu ki vuran, dertlerle yoğrulmuş dünyanın en dertli, en dertsiz kişisiydi. Öyle bir vuruluyordu ki tokmağı; vuran kişi hasta, vuran kişi ölmüş, vuran kişi yeniden doğmuştu. Öyle bir gümbürdüyordu ki davul sanki art arda bin kere değil de bir kere vuruluyordu. Sanki tanrıların sığırı kafasını gökyüzüne uzatıp ‘neredesiniz ey tanrılar’ diyordu ve az sonra bir tanrı Acun’a inip elini toprağa vuracak, yer yarılacak da bir daha hiç bir şey kavuşamayacaktı. Afak çadırın içinde gümbürtüsünü duyduğu davulla ha coşuyor, ha karamsarlığa kapılıyor, ha korkuyor, ha mutlu oluyor, ha ağlıyordu. Belki de ölen kadınını, ölen çocuğunu ilk kez bu kadar derin düşündü. Kendini, kendi benliğini düşünüyordu. Davul vurdukça benlik mi kalır. Afak çaresizliğini, kimsesizliğini düşünüyordu. Yüreği ufalıyor, benliğinde kayboluyor, sonra yüreği büyüyor içine sığmaz oluyor, gözünü açamıyordu. Davula vuran öle bir vuruyordu ki ses sadece gökyüzüne, yeryüzüne değil; ses yerin dibine gidiyordu.

16

17


Ses taa magmaya kadar gidiyordu. Afak’ın yüreği deprem deprem çarpıyordu, davul davul çarpıyordu, karanlık çadırda gece gece çarpıyordu. Akkartal’ın elinde bir tutam toz, oturduğu yerden çadırın her bir köşesine doğru tutam tutam fırlattı attı. İncecik toz savrulduğu yerde milyonlarca parçaya bölündü ve sonra tekrar havalandı. Akkartal işini bitirdiğinde çadırın içi beyaz bir pudra ile kaplanmıştı. Hıçkırıklarla ağlayan Afak yavaşça tozun içinde kayboldu. Dizleri ile bağdaş kurup oturmaya çalıştı, kıçı yere gelmedi, havada bir yerde bağdaş kurur vaziyette öylece kaldı. Davulu dinledi, davul hiç durmadan çaldı. Afak beyaz tozun içinde etrafına bakmaya çalıştı. Gözleri tozun içinde aralandı ve şimdi bembeyaz bir ovanın ortasındaydı. Davulun sesini bastıran daha tempolu bir ses duydu. Etrafında bir at sürüsü dönüyordu. Simsiyah, katran karası atlar. Sanki içinde bulunduğu ak ovanın bütün soylu atları etrafında dönüyordu. Davulun sesinden daha yakın, davulun sesinden daha gürültülü, davulun sesinden daha çoktu atlar. Kapkaralardı. Hepsi kocaman, her biri koca beyaz ovadan daha kocaman. Ovada kötü kara bir leke gibiydi atlar. Afak ayağa kalktı, atlar uzaklaştı, davulun sesi çok uzak bir yere gitti. Afak o bembeyaz ovanın ortasında Akkartal’ı gördü. Yaşlı şaman “Neden yas tutmadın?” dedi. Afak sadece baktı. Şaman “Neden intikam almadın” dedi. Afak şamanın ovada yankılanan sesini dinledi, yutkundu, cevap veremedi. Neden yas tutmamış, neden intikam almamıştı? Afak önce bir çevgenin çan sesini duydu. Sonra ağlakların ulur gibi ağlamalarını. Çevgen çaldı, çaldı çaldı… Çevgen de davulun ritmi gibi bir ritim tutturdu ama çok geçmeden çevgenin çanları dörtnala gelip ortalıkta tozu dumana katan at sürüsüne döndü. Az önceki gibi sahipsiz, başıboş bir sürü değil. Her bir atın üzerinde kollar bileğinden dirseğine kadar ve bacaklarının dizden aşağısı kara kıllı derilerle kaplanmış, elleri demir ve kemik karışımı kılıçlı, sırtlarında yayı, oku mızrağı olan maskeli adamlar vardı etrafında. Uzun, tek örgü saçları arkalarında bellerine kadar uzanıyordu. Yüzlerindeki maskelerle gündüz vakti bile gecenin içindeki hortlaklara benziyorlardı. Beyaz, lanetli bir beyaz maske, sanki hasta kadar, ölmüş kadar beyaz bir maske. Sanki ölmüş te ölememiş kadar lanet bir maske. Gözleri oyulmuş ama ağızı olmayan bir maske. Atlar dörtnala sürücüleri ile koşmaya devam etti, işte o ara bir atlı durdu tam karşısında. Kara atın da yüzünde katrandan kara bir maske varmış meğer. Sürücüsü ne kadar ak ise o kadar kara. Afak karşısında duran süreğe baktı, nefesini tuttu, koştu. Bin yıldır tundra böyle koşucu görmemiş gibi koştu. Bozkırın atbizonları tükenmiş de bir daha koşamaz olmuşlar gibi koştu. Atladı eli kılıçlı süreğin üzerine. Öyle bir atladı ki; yabanın bütün kedi hayvanları gelse de böyle atlayamaz. Kar altında acıkmış kurt bile böyle atlayamaz. Kendi kanından kaçan ceylan bile böyle atlayamaz. Bir sıçrayışta atın boyunu geçti, süreğin savurduğu kılıçtan kaçtı ve süreğin maskesini yüzünden alıp yere düştü. Maske ki ne maske. Taştan bile soğuk maske. Demirden bile ağır maske. Afak bir maskeye baktı bir de süreğin yüzüne. Süreğin yüzüne bir daha da bakamadı. Maskeyi çıkarttığı surat surat değildi ki. Katrandan kara bir boşluk vardı maskenin yerinde. Afak’ın yüreğini acıtan boşluktan, yüreğini kanatan boşluktan bile boş. Geceden bile boş. En kara geceden boş. Şimdi Acun’un tüm güneşi gelse de toplasa gündüzünü, bu süreğin yüzüne değseler yine de aydınlanamayacak kadar boş, kara bir yüz. Bir kin düştü içine Afak’ın. Bir ağulandı yüreği. Kadınını düşündü. Nice sevdiği ilk zamanı düşündü. Elini tuttuğu, içine düştüğü, bir oğul verdiği ilk zamanı. Ne çok sevmişti. Şimdi yoktu işte o sevgi. Bu suratsız gelip kılıcını sürüp boydan boya almıştı sevgisini. Afak kin doldu süreğe. Sürek atını şaha kaldırdı. Acun’un bütün atları gelse bu kadar soylu duramazdı. Sürek Afak’a doğru baktı. Bir yüzü olsaydı, gözleri olsaydı, gözleri birer kor olsaydı, gözleri birer ok olsaydı… Afak kendine bakanı görebilseydi, şimdiye kadar ölür müydü? Koskoca Afak’ın ağlayası tuttu. Bir karınca kadar hissetti kendini. Çaresizliğini gördü süreğin yüzünde. Şimdi onun da kara yağız bir atı olaydı, şimdi onun da sivri kemikleri diş diş çıkmış bir kılıcı olaydı, şimdi onun da karşısındakini korkutacak bir suratı olaydı.

18

19


Çağdaş ÜLGEN Atlar döndü geldikleri yöne gitti. Çevgenin sesi duyulmaz oldu. Şimdi dipden dipten temposuz çalan bir davul da susmaya çalışıyordu. Yavaş yavaş sadece hıçkırıklar duyulur oldu. Yerde yan yatmış Afak’ın, dizlerini karnına çekmiş, başını dizlerine koymuş Afak’ın hıçkırıkları. Beyaz bir maskeye sarılmış, her yanı kan olmuş Afak’ın hıçkırıklarından başka bir şey yankılanmaz oldu etrafta. Akkartal kalktı, çok sert bir tekme attı yerde uzanan Afak’a. Ama adamın içinin acısını bastırmadı bu tekme. Akkartal eline kısa bir bıçak aldı çadırın dışına çıktı. Gözleri meşinle bağlı atbizonu ne davul sesinden ne de yaşananlardan ürkmemişti. Yaşlı adam okşadı hayvanı, sevdi, öptü. Sonra yavaşça bıçağını boğazının altından geçen damara sapladı. Yer gök kızıla çaldı. Hayvanın kanı baharda akan dereler gibi çağıl çağıl akıyordu. Yaşlı adam hayvanın kafasını tuttu, sevmeye devam etti. Koca gövde çok geçmeden düştü ama atbizonu Akkartal’ın sevdiği kafasını dik tutmaya çalıştı. Son nefesini verene kadar kafası düşmesin diye uğraştı. Akkartal sevgiyle koydu atbizonunun koca kafasını yere. Rüzgârın yönüne baktı, birkaç tane uzun sırığı çadırın rüzgâr gelen yönünde yere sapladı. Yerde yatan atbizonuna artık lazım olmayan kürkünü yüzdü, çadırın rüzgârlı yönünde diktiği sırıklara gerdirdi. Reyl uzak bir yerden geri döndü. Hıçkırıklar arasında uyuyup kalmış arkadaşını çadırdan çıkarttı. Uzak bir yerden elinde davul tokmağı ile Yaşlı bir cüce döndü. Cüce atbizonunun çiğ etini kopara kopara, didikleye didikleye, ısıra ısıra yemeye başladı. Uzaktan bir çevgenin çan sesi duyuluyordu. Hiç yaklaşmadan ilerledi. İşte bu andan sonra Afak yasını ve intikamını düşünmeye başladı…

Kitap Tanıtım

Metal Fırtına 5 “Tengri” Orkun Uçar’ın yeni kitabı Metal Fırtına 5 “Tengri” Kasım ayında okuyucusu ile buluşuyor. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nda ilk kez rafa çıkacak kitabı Orkun Uçar ve Umut Altın ortaklaşa yazdı. 1415 Kasım’da TÜYAP fuarında Altın Kitaplar standında Orkun Uçar ve Umut Altın kitaplarını imzalayacak. Aşağıda Altın Kitaplar yayınevi sayfasında kitap için yapılan tanıtım ve Orkun Uçarın Gölge e-Dergi için verdiği kısa bir okuma var. Türk'ün Tanrısı Geri Dönüyor! Orkun Uçar Metal Fırtına, Kayıp Naaş, Kızıl Kurt ve Turan’dan oluşan serisinin son kitabı Tengri’de Umut Altın ile birlikte okuru destansı bir maceraya davet ediyor. Gizemli Ela Gözlüler, günümüz Türkiye'sinde Kutadgu Bilig ve Divanü Lûgati’t-Türk'te saklanan kadim sırrın peşindeyken; nükleer savaş sonrası ölümcül tehlikelerle dolu dünyada Gökhan Birdağ ve Kızıl Şaman Koray, canavarlarla mücadele ederek hedeflerine ulaşmak zorundadır. Bu kutsal görevde Ela Gözlülerin, Gökhan ve Kızıl Şaman'ın tek düşmanı insanlar değildir… Metal Fırtına 5 – Tengri seriye yakışır görkemli ve epik bir finalde, kahramanlarımız Gökhan ve Kızıl Şaman Koray'ı okurla son kez buluşturuyor! Türk tarihinin en eski eserleri, kayıp zamana ait hangi sırrın koruyucusu? Koray, “Sonsuz göğün altında dört rüzgâr gibi özgür olalım,” diye mırıldanarak üzerindeki koruyucu giysiyi çıkartmaya başladı. Bu sırada ilk radyasyon ölçümünü yapmakla meşgul olan Gökhan, ne yaptığını görünce şaşkınlıkla ona baktı. “Delirdin mi sen?” diye bağırdı. Koray gülümsedi, “Buna ihtiyacımız yok,” dedi. “Tüm yolculuğu bunun içinde geçiremem.” “Radyasyon…” “Biz tek kullanımlık kahramanlarız. Başarır ya da ölürüz.” * * *

20

Aydemir Göksu artık boş olan kasayı incelerken, "Hiçbir hırsız iki farklı ülkedeki iki farklı eseri aynı anda çalma zahmetine girmez Profesör," dedi. "Para peşinde olanların gösteriş yapmaya ihtiyacı yoktur. Peki, ne istiyorlar o zaman? Bin yıldır korunan kitabı neden şimdi çaldılar?" "İşte bu ilginç," diye düşündü Aybike. Anlaşılan ekibin lideri kitap hakkında bazı yanlış bilgilere sahipti. Nezaketle bu duruma işaret etti. "Orasını bilmiyorum ama kitabın bin yıldır korunmadığını biliyorum." Yaşlı adam başını kasanın içinden geri çekti ve dönüp ona baktı. "Ne demek istiyorsun?" "Kutadgu Bilig ve Divanu Lügati’t-Türk'e sadece yüz yıldır sahibiz," diye açıkladı. "1914'te, bir tesadüf sonucu bulundular." Ela gözlü adam doğruldu. "Bana bu tesadüften bahsedin." 21


Çizgi Roman Ön Okuma "Ve her kimseye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşları nizam-ı âlem için katl eylemek münasiptir." Vatan, esaretin kara kışından çıkmış cumhuriyetin baharını yaşarken, memleketin üzerine kırkikindi yağmuru gibi bastırmak ve hatta inkılapların kalbine yıldırım düşürmek isteyenler vardı. Milletin kutsal değerlerini sahte vatanseverlikleriyle çıkarlarına alet etmeye çalışan vatan hainleri, görünmez ellerin maşası olmuştu. Kayıp bir ihtişamı ararken yozlaşmış bu bir takım fanatikler, halkın bağrında irtica yarası açmak, kardeşi kardeşe kırdırmak için çağın ötesinden bir alet kullanacaklardı: Tesla Silahı.

22

Memleket hızla yeni bir geleceğe doğru ilerlerken Seyfettin Efendi ve İfşayı Sırr Teşkilatı yerinde sayıyordu. İç ve dış mihrakların ortaya koyduğu akıl almaz tehditlerle uğraşan Seyfettin’in aklını hâlâ teşkilattaki casus zorluyor, her vak’ada sadık yoldaşlarıyla dostluğu pekişirken, içlerinden birinin casus olduğunu bilmek vicdanını yoruyordu. Bunlar yetmezmiş gibi, bir avuç vicdansız piyon, Seyfettin ve esrardaşlarında kalıcı hasarlar bırakmak üzereydi. Eğer ki olacaklar sizi meraka ve heyecana sevk ettiyse, Devrim Kunter’in hem yazım hem çizim vazifelerini üstlendiği bu olağanüstü Seyfettin Efendi macerasına tanık bulunmanızdan sonsuz kıvanç duyarız.

23


24

25


26

27


28

29


30

31


Melahat YILMAZ

Film İnceleme

George Lucas ve Yeni Başlayanlar için O’nun Yıldız Savaşları - I

“Güç seninle olsun!” Bir hayaliniz var, ama öyle bir hayal ki yaşadığınız dünyayla ilgisi bile yok. Başka bir evrende, yaratılmış bir çok türün arasında iyi ile kötünün bitmeyen savaşını görüyorsunuz yolda yürürken bile. Kahramanlarınız var. Aydınlık ve karanlık tarafa ait. Karanlık tarafa hizmet için yarışanlar var. İyilik için canını ortaya koyan, akıllarıyla ve kalpleriyle gören savaşçılarınız var. Aydınlığı bırakıp “Aslında ben daha iyi olabilirdim. Gücüm hepsinden fazlaydı!” diyerek

32

karanlık tarafa geçen, görüp görebileceğiniz en güçlü ruha sahip olduğunuz bir evrene sahipsiniz. Herşeyi yöneten sizsiniz. İnsanlar sizin evreninizde ki efsanevi mücadeleyi seyre dalarken siz oturmuş onların hayran yüzlerine bakarak “Bunların hepsi benim eserim!” diyorsunuz. İşte sizi böyle bir hayalin kapısına götürüyoruz. Tam olarak açmadan aralıktan bakacağız böylesi bir hayale. George Lucas ve O’nun evreninin hayaline... George Lucas ( 14 Mayıs 1944) “Ben, Viktorya dönemine ait bir kişiyim.

Viktorya’nın insan yapımı eserlerine aşığım. Sanatı biriktirmeyi seviyorum. Yapılarına ve birçok eski şeye hayranım.” Amerikalı yazar, senarist, yapımcı... Aslında profesyonel araba yarışçısı olma hayalleri kuran George bu emeline geçirdiği bir trafik kaza sonucu veda ederken kader ona “Seçilmiş olan” muamelesi yapmaya hazırlanıyordu. O belki asfaltı ağlatamayacaktı ama öyle bir savaşa imza atacaktı ki hayranları onun yarattığı evrenin savaşları içinde kendini kaybedercesine hayranlıktan ağlayacaktı. Bazı kazalar vardır hayatınızı değiştirir. Genç George içinde durum aynen böyleydi. O da kariyeri için sinema dünyasının renkli hülyalarını seçti ve Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde sinema okumaya başladı. Daha yolun başında bir öğrenciyken THX-1138: 4EB (Electronic Labyinth) adlı kısa filmiyle firarın eşiğindeki bir insan deneğin düğmeler, metalik sesler ve komutlarla yönetilen bir labaratuvardan kaçış serüvenini gözler önüne serdi. Amerikan Ulusal Öğrenci Filmleri Festivalinden ödülle döndü bu macera. Sonucu ise Hollywood’un aralanan kapısı Warner Brothers yapım şirketinde staj yapmak oldu. Burada daha sonra “Baba” ile sinema severleri kendine bağlayacak Francis Ford

Coppola ile tanıştı ve yeni başlayan dostluklarını Coppola’nın yönettiği “Finian’s Rainbow”un çekimlerine katılarak mühürledi. Birlikte kurdukları şirketle taçlandırdıkları bu bağ çok uzun yıllar sürecekti.Coppolla 1972’de Baba’lara gelirken Lucas da kendi yapım şirketini kurdu; Lucasfilm. Ltd. 1975 yılında ise sırf kendi evrenine renk ve can olsun diye ILM (Industrial Light & Macig) şirketini kuracaktı. 1973’de senaryosunu kendi yazdığı “American Graffiti” adlı filmi yönetti. Çok düşük bir bütçeyle gerçekleştirilen yapım gişe de hatrı sayılır bir başarı elde etti. Bunun yanında George Lucas’a getirdiği Altın Küre ve Oscar adaylığı ile büyük bir cesaret kaynağı oldu. Lucas sinema dünyasına “Ben buradayım!” demişti. Bu nidanın arkasında ise daha büyük bir çığlık duruyordu. Star Wars... Fikrini yapım şirketleriyle ilk paylaştığında “İki kukla ile bu filmi çekeceksin de kim seyredecek. İş yapamazsın.” serzenişleriyle karşılandı George. Her zaman ki gibi dünya bir adamın çılgın hayallerine gülüyordu. Çok uğraştı, didindi, parasız kaldı, yıprandı ama sonunda tüm dünyayı kasıp kavuracak bu savaşı Twentieth Century Fox şirketine kabul ettirdi. Sonrası malumunuz olan bu macera böylece

33


başlamış oldu. Lucas daha sonra yapımcılık, senaristlik ve yönetmenlik yaptığı Indiana Jones, Willow, Beverly Hills Cop gibi yapımlardan da başarı ile dönecek ve gelmiş geçmiş en iyi yönetmenlerden biri olarak kabul edilecekti. I’den VI’ya Star Wars “Çok uzun zaman önce, çok çok uzak bir galakside...” 1975 yılında Lucas hayalindekini beyaz perdeye dökmeye başladığında sadece onun filmi sıkıntılarla karşı karşıya değildi. Aslında o dönem sinema sektörü içinde kötü günleri içeriyordu. 50’lerin 60’ların romantik starları ve onların sürüklediği kitleler kaybolmuş, romantizim akımı yerini başkaldırmaya, özgür, bohem hayata ve savaş karşıtlığının getirdiği asiliğe bırakmışken sektörde tam bir çıkmazın içine girmişti. Dönemin teknolojileri ve kafasıyla yapılabilecek herşey yapılmış, yağmur altında şarkılar söylenmiş, denizlerin derinliğinde mücadele edilmiş, iyi vatandaşlar saçlarını yana yatırarak geçip gitmiş, çöllerde Araplarla hasbihal edilmiş, aşkın, savaşın ve dönemine göre aksiyonun, gerilimin dibine vurulmuştu. Artık yeni bir söz söylemek gerekiyordu. Fakat kimse bu yeni söze maddi destek vermek lüksünde ve de isteğinde değildi. Velhasıl Star Wars ilk kulaklara çalındığında biraz önce de söylediğimiz gibi gülündü ve geçildi. Lucas hülyasında ısrarlı olmasaydı sinema sektörü yerinde saymaya devam eder miydi bilinmez lakin onun ısrarı hem yapımı hem de endüstriyi çok çok uzak bir galaksiye taşıdı. “Bir Jedi olacaksın, söz veriyorum!” Star Wars yapım aşamasında ağırlıklı olarak genç bir ekip tarafından oluşturuldu. Çoğu öğrenciydi. Film ilk duyulduğunda kimse ciddiye almadı. Genel geçer bir heves gözüyle bakıldı. Fakat hiç de öyle olmadı. Kullanılan teknoloji ve teknikler o dönem için tam bir milattı. Macera sıra dışı bir evrenin kapısını açtı maceraperestlere. Kullanılmış Evren... Daha öncesinde yapılmış bilim-kurgu, fantastik tarzı filmlerin aksine (şık, gösterişli, ışıltılı, fütüristik...) Star Wars’da ki evren kirli, kullanılmış,

34

eski ve bozulmuştur. Yer yer yemyeşil ormanlara daldığınız yapımda yıkık dökük yerleşim yerleri olan bir çöl ile de karşılaşabilirsiniz. Paslı metalin kesif kokusunu alacağınız bir gezegenden lav nehirlerinin sıcaklığını hissedeceğiniz başka bir gezegene geçiş yapabilirsiniz. Tanışacağınız bir çok farklı tür ve sahiplerine her türlü konforu sağlayan robotlar da cabası. Hatta kendinize kötü niyetli bir robot ordusu bile kurabilirsiniz. Işık hızında istediğiniz gezegene yolculuk edebilirsiniz. Star Wars gerçekliğini hiç meftunu olmasanız bile sırf bu sebeplerden ötürü seyretmek istemeniz mümkün olabilir. Star Wars filmleri zaman akışı konusunda da

klasik bilimkurgu anlayışının dışındaydır. Herhangi bir zaman dilimine ait değildir hikaye. Çok uzun bir zamanı kaplar ve en başında akan kelimeler bize der ki; çok uzun zaman önce... Star Wars serisi beyazperdeye yağmur misali yağdığı ilk filminden serinin son filmine kadar hem çok beğenildi hem de çok tartışıldı. Kendine ait bir alem yarattı yalnızca yapımın içindeki karakterlerle değil tüm dünyada ki hayranlarını da içine alarak. Animeleri, ayrı düşünülerek genişletilen evreni ve onun içinde geçen maceraları ve evinize misafir olan figürleriyle. İşte bu tartışmaların odağında serinin hangi filmden başlanarak izlenmesi gerektiği de vardı. Sinema eleştirmenleri ve benim de şahsi tercihim yapımın ilk damlası “Yeni Bir Umut”la maceraya başlamanız yönünde olacak. Yıldız Savaşları Bölüm IV: Yeni Bir Umut (1977) “Benim tecrübelerimde şans diye birşey yoktur.” Orjinal seri olarak bilinen IV-V-VI silsilesinin ilk adımıdır. Bu adım Luke Skywalker’ın hazin hikayesine odaklanır. Kronolojik olarak dördüncü hikaye fakat çekim tarihi bakımından ilk yapımdır. Yönetmenliğini ve senaristliğini George Lucas üstlenmiştir. Hikaye amcası ve yengesiyle Tatooine’de yaşayan genç Luke’a odaklanır. Luke yaşadığı çölden ve çiftçilik hayatından kurtulmaya çalışır. Eline geçen herşeyi tamir edebilmektedir ve en büyük hayali hızlı bir pilot olmaktır. Babasını ve onun neye benzediğini merak ederek büyümüştür lakin amcası hiç ailesinden bahsetmemektedir. Luke hayaller içinde, çöl ortasında yaşayadursun bir gün amcasının hasata yardım etmek için iki robot almak ister ve genç Skywalker’ın hayalleri bu istekle gerçekleşmeye başlar. Fakat o hayal hiç de umduğu gibi gitmeyecektir. Lakin hayalinin gerçeğe karıştığı noktada imparatorluğun yakaladığı prenses Leia’nın mesajı vardır. Mesajda Ölüm Yıldızı denilen bir silahtan bahsedilmektedir. Luke içine düştüğü evrenin ortasında babasını tanıyacak, hayatının mücadelesini verecektir. Obi-Wan Kenobi ile karşılaşmak ve son Jedi savaşçısı olmakta cabası...

Yıldız Savaşları Bölüm V: İmparator (1980) “Bir kez izlersen karanlık yolu, sonsuza kadar hükmeder kaderine. Tüketir seni, Obi-Wan’ın öğrencisine yaptığı gibi...” Yavin Savaş’ının bitmesi üzerinden üç yıl geçmiştir. İmparatorluk ve kötülerin en babası Darth Vader Luke ve asileri evrenin dört bir yanında kovalamış, yakalayabildiklerini yok etmiştir. Ancak Skywalker, Han Solo, prenses Leia ve kurtulan bilen azınlık kendilerine Hoth isimli soğuk bir gezegende üst kurarak saklanmayı başarır. Karanlık Lord Vader onları, özellikle de oğlunu bulabilmek için galaksinin her tarafına uzaktan kumandalı

35


Öykü: Atilla BiİLGEN İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ

Öykü

Dandini Dandini Dastana Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde; pireler iş takipçisi, develer müteahhit, horozlar danışman iken, ben uyanmasın diye halkımın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, koptu bir gürültü. “Eyvah” dedim. “Şimdi bunlar susmazlar, uyandırırlar insanları.” İki kalktım bir hopladım. Yüz ayak merdiveni bir çırpıda atladım. Baktım; bir kara kedi. Girmiş ak sakallı dede ile Hızır Peygamberin arasına. keşif araçları gönderir. Sonunda amacına ulaşan lord asilerin yerini keşfeder ve onları ablukaya alır. Asiler ciddi kayıplar verse de kaçmayı başarırlar. Bu sırada devriye gezisi sırasında bir yaratığın saldırısına uğrayan Luke Obi-wan Kenobi’nin hayaliyle karşılaşır donmak üzereyken. Han Solo onu bulduğunda gideceği yerin haritası kulaklarına çalınmıştır. Dagobah’a gidecek ve efsanevi Jedi ustası Yoda ile tanışacak, ondan öğrenmesi gereken herşeyi öğrenecek ve kaderine bir kaç adım daha yaklaşacaktır. Yapımın yönetmenliğini bu kez Irvin Kershner üstlenmiş, senaristi ise değişmemiştir. Çekimleri sırasında çok büyük zorluklarla yüz yüze kalan ekip bunlar yetmiyormuş gibi film gösterime girdiğinde ciddi eleştirilere de maruz kaldı. Fakat gişe de elde edilen başarılar filme pozitif yansıdı. Yapım zamanla daha çok sevildi. Hatta serinin en iyi bölümü ve sinema tarihinin en iyi filmleri arasına girmeyi başardı. Yıldız Savaşları Bölüm VI: Jedi’nin Dönüşü (1983) “Sende 900 yaşına geldiğinde bu kadar iyi görünmeyeceksin!” Serisinin son ama çekim sırasına göre üçüncü filmdir. Bu kez yönetmen koltuğunda Richard Marquand oturmaktadır. Son adımda Han Solo bir nevi mafya babası olan Jabba The Hutt tarafından borcu

36

“Neler oluyor böyle?” dedim. “Girdi aramıza, bozdu dostluğumuzu.” dediler.

için rehin tutulmaktadır. Yeni Jedimiz Luke ve arkadaşlarının ilk görevi Tatooine gezegenine gitmek ve Han Solo’yu galaksinin mafya babasının elinden kurtarmak olacaktır. Bu arada kötülük klübü ve başkanı kötülerin babası Vader da boş durmamaktadır. Galaksinin her yerinde asileri ve Luke aramaya devam etmektedirler. Bir taraftan da evrenin en büyük silahı olarak kabul ettikleri Ölüm Yıldızını umutsuzca tamamlamaya çalışmaktadırlar. Asilerde boş durmazlar ne olursa olsun Ölüm Yıldızı yok edilmelidir. Luke kaderiyle yüzleşmesine bir kurtarma kala aklında babası, kalbinde kız kardeşi ve bedeninde aydınlık tarafın gücüyle yoluna devam etmektedir. Star Wars’un ilk üç serisi çekildiğinde insanlar Luke Skywalker’ı ve arkadaşlarını çok sevdiler. Galakside ki her karaktere ayrı bir merak duydular fakat çok merak ettikleri ve içten içe sevgi besledikleri bir karakter var ki seriye üç yeni hikaye daha eklenmesine sebep olacaktı. Darth Vader...

Bunu duyan anam kaptı maşayı, babam kaptı meşeyi. Zoru görünce kara kedi attı kendini dışarı. Kaçtığını görünce kedinin, anam da döndü eve, babam da. Ama bir baktılar ki değişmemiş hala durum. Bu patırtıda unuttum beşiği. Sallanmayınca beşik uyandı insanlar. Bunu gören babam patlattı enseme şaplağı. Dayağın acısıyla söyledim bir ninni. Nenni deyip uyuttum Çok küçüksün büyüttüm. Nennni halkım nennni Nenni de nenni sana Halkım uyusun da soru sormasın Vatanına iyi bir vatandaş olsun Her işe burnunu sokmasın. Hu,hu,hu,hu,hu,hu Yeniden uyuyunca insanlar; sordu babam aksakallı dedeye, sordu anam Hızır Peygambere “ Derdiniz nedir?” diye. “Kimin başı sıkışsa koşarım hemen yardımına. Bu yüzden çok sever beni insanlar. Ama aksakallıya göre durum böyle değilmiş.” dedi kızgın bir ses tonuyla. Ak sakallı dede Hızır Peygamberi sinirlendirmiş olmanın verdiği keyifle gevrek gevrek güldükten sonra, “İnsanlara daha fazla yardım ettiğim için asıl beni çok severler. İşte bunu çekemiyor.” dedi. “Bak hala konuşuyor.”

Efsane Devam Edecek...

“Marifet sıkışmadan önce yardım etmektir.” “Nereden bilebilirsin ki?”

37


“O kadar farkımız olsun artık.” “Sakalından utanmadan boş boş konuşuyorsun.” “Hiç de değil. İşin sırrı gözlem. Sürekli etrafıma bakınırım. Kimin ihtiyacı varsa anında rüyasına girer veririm tüyoları.” Babam gariban mı gariban. Kıt maaşıyla geçim derdinde. Bu atışmalar karşısında bilemedi ne diyeceğini, kaşıdı kel başını. Anamı aldı misafir telaşı. Dört döndüyse de evin içinde, bulamadı gönlünden geçeni. Babam “Oturalım sofraya Sonra bakarız hal çaresine.” deyiverince anam yaptı kaş göz işareti. Babam attı kahkahayı. “Varsın olmasın kuzu eti. Çorba neyimize yetmez.” dedi. Bir ağızdan “Bizim umduğumuz sizin bulduğunuzdur.” deyince, anam oldu çok mutlu. Koşarak gitti mutfağa, türkü söyleyerek pişirdi tarhanayı. Evin tek sedirine buyur etti babam. Ak sakallı yayılırken sedire, Hızır ilişti bir sandalye ucuna. Ben beşiği tıngır mıngır sallamaya devam ederken, “Neden soktunuz şu kara kediyi aranıza?” diye sordu babam. Hızır Peygamber huzursuzca düzeltirken yeşil hırkasını, ak sakallı dede dikti gözünü üstüne. “Ne zaman bir kul sıkışsa, hiç düşünmeden yardımına koşarım. Bu zamanda dert çok, Hızır tek. Yine de etmem şikâyet. İnsanların mutlu olmasıdır tek gayem. Ama bu ak sakallı yok mu, bırakmaz beni rahat. Bari bir işe yarasa… Bütün gün yan gelip yatar, geceleri de laf olsun diye rüyalara dalıp bilgiçlik taslar.” dedi. Bu sözleri duyunca dayanamayıp girdi araya ak sakallı dede. “Sizler sıcak yataklarınızda uyurken mışıl mışıl rüyadan rüyaya koşan kim? Ben. İnsanların türlü dertlerine çözüm bulan kim? Yine ben. Bunca yorgunluğa rağmen sızlanmam, zira severim insanları. Mutlu olsun isterim cümlesi.” Karıştı kafası babamın. Söylerdi ikisi de doğruyu. Ne diyeceğini bilemeden baktı Hızır Peygambere, baktı ak sakallıya. İkisi birden baktı babamın ağzına. Ederdi yürekleri güm güm, kimi haklı bulacak diye. Çaresizce öksürdü babam, yetmedi. İki öksürüp bir yutkununca ancak çıkabildi kelimeler ağzından. “Severim ikiniz de, çünkü insanların iyiliği için çabalarsınız. uğraşırsınız birbirinizle?”

Beraber çalışmak varken neden

“Aslında ortada pek bir sorun yok.” dedi ak sakallı dede mahcup bir edayla. “Madem yok neden bulaşırsın bana ikide bir?” diye sordu Hızır Peygamber. “Çünkü küçümsersin yaptıklarımı.” “Haklısın, küçümserim. Zira tembelsin. Ben koşuştururken bütün gün sen yattığın yerden çalışırsın.” “Senin gibi koşmadığım doğru, ama yorulmadığımı iddia etmen yanlış. Uyku nedir bilmeden dolaşırım o rüyadan bu rüyaya.” Babam baktı durum kötü. İkisi de inat mı inat. Ne kadar konuşurlarsa konuşsunlar, edemeyecekler birbirlerini ikna. “Değiştirmek lazım konuyu.” diye düşünür, ama bilemez neden bahsedeceğini. Sıkıntıdan

38 1

39


akınca terleri alnından “Havalar da bayağı ısındı.” dedi durup dururken. İkisi birden “Mevsimidir.” dedilerse de, anlamadılar konunun buraya nasıl geldiğini. Anam elinde tepsiyle girmeseydi içeri, zordu babamın durumu. Görünce anamı karşısında sevindi bir çocuk gibi. “İçelim çorbamızı gerisini sonra konuşuruz.” dedi. Babam yumruğuyla kırdığı soğanı buyur ederken misafirlere, anam döktü çorbayı tabaklara. Tarhananın kokusu gelince burnuma unuttum beşiği sallamayı. Bir koşu gidip kuruldum başköşeye. “Büyükler varken masada, yoktur çocuklara yer. Hele sen beşiği sallamaya devam et sonra verir anan sana çorba.” dedi babam. “Çok açım.” dedim. “Sabır” dedi anam Bu sözün önü var, arkası yok; gömleğimin yeni var yakası yok… Sabır da bir huydur, suyu var tası yok. De gel sabreyle sabreyle… İyi ama aç sabırsız ne yapar? Ya bir kuyu kazar, ya dolaşır çarşı pazar; ben de aç karın gittim beşiğe. Salla babam salla. Görünce halimi Hızır Peygamber ile ak sakallı, “Çocuktur canı çeker, varsın o yesin önce. Kalan olursa bir lokma yeter bize.” dediler. Laflarını ikiletmeden oturdum masaya. Ben yedim onlar baktı. Onlar baktı ben kaşıkladım. “Doyduysan kalk artık. Beşikten gelir sesler.” dedi babam. Kalktıysam da, gözüm kaldı soğanın cücüğünde. Ben beşiği tıngır mıngır sallarken onlar daldı çorbaya. Bitirince yemeklerini “Şimdi ne yapacaksınız” diye sordu babam. “Bilmiyoruz.” dediler bir ağızdan. “Aslında vardır bir çözüm. Varın gidin yardım edin iki kula. Kim daha hoşnut kalırsa odur en çok sevilen.” dedi babam Ak sakallı kaşıdı beyaz sakalını, Hızır düzeltti yeşil hırkasını. Sonrasında kalkıp ayağa “Doğru dersin. Tartışacağımıza varalım bulalım şu kulları.” dediler. “İşiniz bitince gelin yanıma. İçerken acı kahvelerimizi anlatın bana başınızdan geçenleri.” Az gittiler uz gittiler dere tepe düz gittiler. Çimen geçerek, lale sümbül biçerek; soğuk sular içerek, altı ayla bir güz gittiler. Bir de dönüp ardlarına bakınca ne görsünler; gide gide bir arpa boyu yol gitmişler. “Vay başıma, hay başıma; bu yol bitecek tükenecek gibi değil, en iyisi çıkalım sokağa kim çıkarsa karşımıza sen gir rüyasına ben varayım yanına .” dedi Hızır Peygamber. “Olur” dedi ak sakallı ve ayrıldılar iki yöne. İki gün sonra çaldı kapı girdi içeri ak sakallı. Yüzü olmuş mosmor. Kaşlar çatık mı çatık. Anladı babam kötü bir şey olduğunu, ama soramadı. Tam oturmuştu ki sedire, yine çaldı kapı. Bu sefer gelen Hızır’dı. Onun da farkı yoktu dededen. Buyur ettiyse de babam, oturmadı sedire. Dolanıp durdu, odanın bir ucundan bir ucuna. Baktı hallerine anam, baktı hallerine babam. “Hımm” diyerek kafa salladılar birbirlerine. Sonunda oturdu Hızır sandalyesine yeşil hırkasını düzeltmeden. “Aç mısınız?” diye sordu anam. Salladılar başlarını iki yana. “Bir acı kahve içelim.”dedi babam. “İstemez”

40

dediler. Çaresiz geçip oturdular karşılarına. Neden sonra ak sakallı dede ayırmadan gözlerini yerden, “Haklıymışsın Hızır. İşe yaramazın biriymişim meğer.” dedi. “Asıl sen haklısın.” dedi Hızır. Babamı aldı bir merak, anamı sardı bir telaş. Dillerinin ucuna gelmiş kelimeler, ama açılmıyor dudaklar. Sonunda sorabildi babam “Neler oldu ?” diye.Aksakallı dede, dikti gözlerini yere düşündü uzun uzun. Kaldırdığında başını yeniden yanakları olmuştu al al. Bir yutkundu iki öksürdü sonrasında başladı anlatmaya. “Sokağa çıktığımda bir kadın gördüm. Sıkıntılı bir hali vardı. “Tamam” dedim kendi kendime “bugünün şanslı insanı bu. Akşam olunca girerim rüyasına hallederim derdini.” Uykuya dalınca daldım düşüne. Beni görünce güller açtı yüzünde. “Anlat bakalım derdini.” dedim “Küçüklüğümden beri tek dileğim öğretmen olmak. Bunun için de elimden geleni yaptım. Okul geçen sene bitti. O zamandan beri de sınavlara hazırlanıyorum. Bir aksilik olacak diye çok korkuyorum dede.” Kız haklıydı. Arkanda bir amcası olmadıktan sonra çalışmak neye yarar. Düşüncemi kendime saklayıp sakinleştirmeye çalıştım. “Üzülme kızım, yardım edeceğim sana. Öncelikle söyle bakalım herhangi bir olaya karıştın mı?” “Asla.” “Güzel. Yalnız bir sorunumuz var. Saçların.” “Saçlarım mı ne olmuş onlara?” “Ne bunlar böyle sarı sarı? Bak kızım muhafazakâr bir toplumda yaşıyoruz. Bu devirde devlet dairesine girmek istiyorsan mazbut görüneceksin. Sözün kısası kapanman gerek.” “Öğretmen toplumun aynasıdır dede. Yol gösterendir, ışıktır, aydınlıktır, bilgidir, akıldır. Bunları bile bile kapanırsam, hem kendimi, hem de öğrencilerimi aldatmış olurum.” “Hiç değilse saçlarını siyaha boyat be kızım.” dedim” “İyi etmişsin.” dedi babam. “Hay dilim kopsaydı da demeseydim.” “Neden?” diye sordu anam. “Kızcağız dediğimi yaptı ve boyattı. Sınav anında gözetmen bir fotoğrafına baktı bir yüzüne baktı.” “Eeee” dedik bir ağızdan. “Bu sen değilsin demiş. Bizimki saçlarımı boyattım dese de inandıramamış kimseyi. Polis nezaretinde karakola götürülmüş. Sonra durum anlaşılsa da iş işten geçmiş tabi ki. Şimdi kızcağız beddua edip duruyor bana. Hızır Peygamber haklı ben işe yaramazın biriyim.” “Ya benim başıma gelenler?” dedi Hızır. “Sahi sana ne oldu?” diye sordu babam.

41


Utku DEMİR “Ak sakallı dedenin yanından henüz ayrılmıştım ki, esmer tenli, kara kuru bir adam dikkatimi çekti. Birisiyle konuşuyormuşçasına dudakları kıpır kıpırdı. Ne yanından geçenlerle ilgileniyordu, ne de karşıdan karşıya geçerken arabalara bakıyordu. Adeta dış dünyaya kapılarını kapatmıştı. Derdinin ne olduğunu merak edip peşine düştüm. Varoşlarda bir eve girdiğini görünce, dilenci kılığına bürünüp kapılarını çaldım. Kucağındaki bebekle bir kadın çıktı karşıma. Allah rızası için bir parça ekmek istedim. “Bekle bir dakika” deyip içeri girdi. Biraz sonra bir tepsi içinde iki tabak yemek getirdi. Teşekkür edip yere çömeleceğim sırada, “Allah’ın nimeti böyle kapı eşiğinde yenmez. Gel içeri.” dedi. Evin içinde doğru dürüst eşya yoktu. Baktığım her nokta yoksulluk kokuyordu. Sokakta gördüğüm adam sandalyeye oturmuş sigara içiyordu. Beni fark etmedi bile. Sonradan oğlu olduğunu öğrendiğim gençten bir çocukta sessizce karşısında oturuyordu. Birkaç defa konuşmaya çalıştıysam da yanıt alamadım. Gitmek için ayağa kaktığımda, “Başınız sağ olsun.” dedim. Şaşırdılar. Adam bana baktı ve “Ne diyorsun baba kim ölmüş ki? “diye sordu. “Bu kadar sessizlik anca cenaze evinde olur.” dedim. “Bizim de ondan farkımız yok ki.” dedi. Sebebini sorunca da, boşaldı.” “Neymiş derdi?” diye sordu babam. “Balıkçıymış, ama yaz aylarında da kamyonetiyle karpuz satarmış. Lüks bir arabaya çarpmış günün birinde ve hayatı darmadağın olmuş. Kamyoneti hurdaya çıktığı gibi karşı tarafa da yirmi bin lira borçlanmış. Kime el açtıysa kapılar yüzüne kapanmış. Ne yapacağını şaşırmış bir durumdaydı. İkide bir, “Bir cinnetlik canımız kaldı. Sonunda döktürecekler benzini, yakacağım hepimizi.” deyip diyordu. Baktım durum ciddi. “Oğlum benzin dökeceğine kredi alsana. Hem borcunu kapatırsın hem de sermaye yaparsın. Sonra da çalışır ödersin bankaya.” dedim. “Bana kim kredi versin baba” dedi. “Oğlum bankalar da o kadar çok para var ki artık ayakkabı kutularına koyuyorlar. Bu yüzden kim istese hemen veriyorlar.” “Dediğimi yapıp sabah erkenden bankaya gitti. Dönüşünü sokağın başında bekledim. Geldiğinde en az on yaş çökmüştü. Kredi vermedikleri gibi, bir de neyine güvenip geldin diye alay etmişler. Bundan sonra ne yapacağını sordum: Acı acı gülümseyip. “Bizi düşünme. Nasılsa bir cinnetlik canımız var.” dedi. Sözünü bitirdiğinde çöktü odaya derin bir sessizlik. Herkesin düşmüştü yüzü önüne. Neden sonra kaldırdığında başını babam, ne Hızır’ı gördü ne de ak sakallıyı. O sırada düştü gökten üç elma. Anam almadı, babam bakmadı, ben kaptığım gibi yolladım üçünü de mideme. O sırada beşik devrildi. İnsanlar uyandı. Uyanınca insanlar başladılar mı soru sormaya? Bunu gören anam kaptı maşayı, babam kaptı meşeyi. Zoru görünce attım kendimi dışarı. Ben kaçtım onlar kovaladı, onlar kovaladı ben kaçtım. Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik, altı ay bir güz gittik, dönüp bir de arkamıza bir baktık ki ne görelim…

42

Çizgi Roman İnceleme

Captain America Kış Askeri Gerekli Şeyler Cilt 1 İnceleme "Elli yıldan uzun bir süre boyunca Sovyetler gizli bir ajana sahipti. Kış Askeri olarak bilinen bu durdurulmaz ve yakalanamayan katili Batı Dünyası’nın anahtar politikacılarını öldürmek için kullandılar. Ajanın kimliği ne miydi? Bucky Barnes. II. Dünya Savaşı’nın son günlerinde öldü sanılan Cap’in eski ortağı. Şimdi Kış Askeri geri döndü ve acımasız General Lukin’in emrinde. Lukin kozmik küpü ele geçirir ve bunu kötü şeyler için kullanmak ister. Buna son vermek isteyen Cap, kendini Kış Askeri ile karşı karşıya bulur. " Bu kitabın tanıtım yazısıydı. Şimdi benim gözümden. Bu arada bu ciltte Cap vs Kış Askeri diye bir şey yok. Cap cildin son sayısında Kış Askeri'yle karşılaşıyor. Böyle olsa bile hiç sıkılmadan okursunuz. Hele de Cap fanıysanız. Olaylarda Cap’e çoğunlukla Sharon Carter(Agent 13) eşlik ediyor. Red Skull’un kozmik küpü istemesiyle başlıyor kitap. Şimdi söyleyeceğim şey büyük spoiler yani hassas iseniz hemen bırakın. Kış Askeri, Red Skull’ı öldürüyor! Böylece Nick Fury iş başına geçiyor. General Lukin Cap’e küp sayesinde büyük zihinsel hasar veriyor. Cap doğru düşünemiyor. Alakasız anlarda aklına geçmiş geliyor, bu da Cap’in performansını olumsuz etkiliyor. Her taraftan gelen farklı meseleler ile karmaşık bir hâl alınıyor. Zemo’nun kalesi, Red Skull’un katili gibi meseleler Cap’i tırmalıyor. Bulunması şu an pek kolay olmayan cildi bulursanız alın koleksiyonunuza katın. Cilt karakter açısından da zengin. Crossbones, Zemo, Namor ve birçok kişi daha.

Puanlamaya geçmeden önce sayfalarda balonlarla ilgili sorunlar var. Taşma, yazım hatası vb. Şimdi puanlama: Çizimler 10/8 Hikâye 10/7,5 Baskı vb.10/5 Okuduğunuz için teşekkür ederim. 43


44

45


46

47


Kayahan DEMİR

Yazar’ın Kaleminden

“Kayahan Demir” ve “Emel KOSİ” Cephesinde; “Kayahan Demir” Cephesinde; bakabilmek için hatırlıyorum.

büyük

çaba

sarf

ettiğimi

“Emel Arıyor” ibaresini görür görmez telefonu mutlaka açmam gerektiğini düşünmüştüm. Çünkü bir edebiyat dergisi için benimle röportaj yapmak isteyen başarılı bir yazar arıyordu ve muhtemelen röportajla ilgili bana söyleyecekleri olmalıydı. Zor da olsa telefonu açabilmiştim. Kısa süre sonra işiteceklerim karşısında içinde bulunduğum kalabalık metrobüsü umursamayacaktım bile! Emel bana ortak bir kitap çalışmasından söz ediyordu; türü “Fantastik-Korku” olacak homojen iki yazarlı bir çalışma... O dönem Emel’i yeni tanıyor olmama rağmen teklifini hemen kabul etmiştim. Zira böyle bir teklife ‘hayır’ demek budalalıktan öte gitmeyecek bir durum olurdu. Emel, ikinci kitabım olan “Korku Kampı”nı okumuş, içinde yer alan hikâyelerden biri olan “Küçük Yaratık”ı çok beğenmişti.

Aslında her şeyin başlangıcı, 2013 İstanbul Tüyap Kitap Fuarı’na gitmekte olan sıkış tıkış vaziyetteki metrobüste kendime yer bulmaya çalıştığım esnada cereyan etmişti. Bir yandan ayakta durmakta zorlanırken, bir yandan cebimden çıkarttığım telefonuma

48

Ardından bana gönderdiği “Karanlık Kuşları” isimli -hala harika olduğuna inandığım- hikâyesiyle birlikte kitabımızın konusu ortaya çıkmıştı. Geriye ise ‘ince işçilik’ olarak isimlendirdiğim ayrıntı kısımları kalıyordu. İkimizin de o dönemlerde bireysel kitap çalışmaları vardı. Üzülerek de olsa, bir süre ortak çalışmamıza ara vermek durumunda kalmıştık. Ancak sürekli görüşmelerimize devam ediyor; ayrıntıları, yaptığımız istişareler neticesinde kararlaştırıyorduk. 49


Öykü: Kevser TOPAL İllüstrasyon: Samim Salur PAÇACIOĞLU Ta ki bireysel kitap çalışmalarımız son bulana dek... Bunun için yaklaşık bir sene geçmesi gerekti. Ancak artık her şey belliydi, sadece bize bir senenin ürününü kâğıda dökmek kalıyordu. Bu kolay işlemi de yaklaşık üç ay gibi bir sürede tamamladığımızı hatırlıyorum. ‘Kolay’ diyorum, çünkü Emel’le çalışmak oldukça keyifliydi. Anlaşamadığımız nokta neredeyse yok gibiydi. Bu sebeple, belki en zor geçmesi beklenen dönem benim için en kolalıydı. Emel için de öyle olduğunu temenni ediyorum. Emel’in fantastik dünyası, benim karanlık dünyamla bir araya gelmiş, muazzam bir uyum halini almıştı! Yeri geldiğinde, Emel’in kurguladığı fantastik dünyanın içinde kaybolmuş, bizzat karakterlerin arasında bulmuştum kendimi. Benzer şekilde Emel de benim karanlık dünyama ışık tutmaya çalışmıştı dönem dönem. Neticesinde ortak bir noktada buluşmuştuk. Okura ise bizim bu gizemli dünyalarımıza şahit olmak kalıyordu. Mümkün olabildiğince Emel’le bir okur gözüyle kitabı okumuş ve inşa etmiştik. Çünkü okuru yazdıklarımıza inandırabilmemiz için önce bizim inanmamız gerekiyordu. Bunu başarmıştık! Kitabı bitirdikten sonra ikimiz de uzun bir müddet kurgunun etkisinden çıkamamış ve elimize kalem dahi alamamıştık. Hala kendimizi Eliz ve Sırhan’ın yaşantıları içinde buluyor, Karanlık Kuşları’nın nefes aldığı kasvetli tünelde havamızı soluyorduk. Şüphesiz ki bu durum inancımızın en büy ük göstergesiydi.

“Emel Kosi” Cephesinde; Bir gün aniden -sürekli böyle olur- aklıma bir kitap ismi geldi. İsim üzerinde düşünür düşünmez kurgu kendiliğinden belirmişti. On iki kuşum olacaktı, her biri bir ayı temsil eden on iki özel kuş: Karanlık Kuşları Tabii bunlar sıradan görünümlü kuşlar olmayacaktı. Daha çok yarasavari, belki biraz da timsah sertliğinde. Kurgu yavaş yavaş yerine oturduğunda artık elimde on iki karanlık kuşu vardı. Yeraltında, tünel ve kanalizasyonlarda yaşayan, gün ışığına çıkmayan on iki karanlık kuşu.

50

Elbette bu bir kısa hikâye olacaktı ve asla korku hikâyesi olmayacaktı. Ama öyle olmadı. 2013 yılının Ekim ayında bir edebiyat dergisinin yayın kurulundayken Kayahan ile bir röportaj yapmaya karar verdim. Kayahan röportajı kabul ettiğinde, ilerideki ortaklığımızı tayin eden ilk adım da atılmış oldu. Ve yine o dönem Kayahan henüz bitirmiş olduğu kitabının ilk okumasını yapmam için bana gönderdi. Kitabındaki Küçük Yaratık isimli hikâyesini okuduğumda aklıma ilk gelen şey Karanlık Kuşlarım olmuştu. Kayahan’a bu uyumdan bahsettiğimde, “Neden ortak bir kitap yazmıyoruz ki!” dedim. Kayahan seve seve bu teklifi kabul etti. Hemen kolları sıvadık; karakter analizleri yapıldı, hikâye örgüsü üzerine alternatifler düşünüldü, arka plan kurgulandı, vurucu bölümler için alternatif fikirler türetildi vb. Ancak heyecanla başladığımız bu serüvene bir süreliğine ara vermek durumundaydık. O dönem benim Siyah Palto isimli romanım, Kayahan’ın Ölüm Şifresi kitabı derken pek çok sebebimiz vardı. Böylece, bir süreliğine heyecanımıza ket vurmak zorunda kaldık. Kitabı yazmaya başlamamız tam bir senemizi aldı. İlk cümle yazıldığında tarih 2014 Ekim ayını gösteriyordu. Ve yaklaşık dört ay içinde de finali yapıp hikâyeyi sonlandırdık. Elbette her şey yukarda yazdığım gibi çabucak olup bitmedi. Dört ay boyunca yazma sürecinde pek çok şey yaşadık. Bu benim korkuda ilk deneyimim olacaktı, heyecanlıydım, gergin yüklü satırlar yükselmeye başladıkça ben de yeni bir boyuta geçiyordum. Ancak, hikâye ilerledikçe ben artık eski ben olmaktan çıkmıştım. Kalemimim artık hiç acıması yoktu, herkesin üzerine birer çizik atmış, o sayfa benim bu sayfa senin ilerliyordum. Finale doğru artık iş çığırından çıkmıştı. Gözü kara bir katil misali, kimseye acımıyor, masum insanları tek kalemde harcıyordum. Ve sonunda altın vuruş dediğimiz final bölümünü de yazıp son noktayı koyduğumda derin bir nefes aldığımı hatırlıyorum.

Öykü

Tolga’nın Kalbi

(Bu Benim Savaşım) Bugün anlam veremediğim bir gündü… Korkusuzdu… Dehşet vericiydi… Sanki gün bilincini kaybetmiş ve ne yaptığını bilmiyor gibi davranıyordu. Gece ve gündüz birbirine karışmış, güneş ve Ay da birbirini tanımaz olmuştu… Yer ve gök boğuk sesler çıkartıyor, iniltiler önce derinden sonra büyük bir gürültüyle şirin mi şirin kasabayı yerle bir ediyordu. Korkunç bir gündü… Bütün bu olanların sebebini ise bir tek kişi biliyordu. Bacağının biri sakat olan veher defasında sürekli isyan eden nefret dolu deniz mavisi bakışlara sahip olan Tolgadan başkası değildi. Umudunu isyana satan Tolga daha önce kasaba halkının neşe kaynağıydı.12 Yaşında olmasına rağmen Tolga her zaman kasaba halkı için diğer çocuklardan Başka seviliyordu. Canlı, enerjik ve de çok hayalperest biriydi. Ama herhangi Biri de değildi. Cennet gibi köşemize enfes bir sıcaklık kaplayan doğanın bile kendine dile getiremediği bir güzelliği olan kasabada yaşıyordu. Işık orkestrası renk - renk notaları harmanlayarak etrafa bu büyülü müziği çalıyordu sanki. Kasaba hemen hemen deniz kıyısına sıfır seviyedeydi. Deniz ise turkuaz renginin varlığından mutlu bir şekilde dalgalarına sarılıyordu. Gün ışığının fark edildiği vakitlerde ise kasaba halkının geçim kaynağı olan gemi Tershanesinde işbaşı demekti. Kuşların seslerini makine seslerinin bastırması kasabanın geçim kaynağını simgelerdi. Tabi ki çocukları unutmamak gerek..Çocukların ise okul çıkışlarında en başta oyun sahası ve de gemi yapımını öğrenip kendilerine meslek edinebilecekleri bilgi ve uygulama deposuydu. Burası, onlar için anlatılamayacak kadar müthiş bir duygu yaşatan tek yer olma özelliğine sahipti.Ama Tolga için bu güzellikler artık eskisi gibi hiçbir anlam ifade etmiyordu. Ve bir gün; (üç ay önce ) Tolga: Hey! Gelmiyor musunuz? Güneşin bizi çağırdığını duyuyorum.

51


Burak: Kararlısın demek. Tolga: Evet. Bu sefer onu kaçırmayacağım. Ve siz ikiniz de bana eşlik edeceksiniz. Burak: Tamam. Umarım gittiğimize değecektir Tolga. Yoksa bunun acısını senden çıkarırım biliyorsun. Tolga: Pişman olmayacaksınız. Size söz veriyorum. Hatta bana teşekkür edeceksiniz. Ceren Geliyorsun değil mi? Ceren: Geliyorum. Fakat bisikletim kuzenlerde. Oraya gidip bisikletimi alıp gelmem için bana zaman verin. Tolga : Tamam. Acele davran ama. Güneşin batışını kaçırmak istemiyorum. Ona Yetişmeliyiz! Ceren: Tamam. Bekleyin geliyorum. Tolga, arkadaşlarından daha çok heyecanlıydı. Güneşin batışını kasabanın en güzel yerinde onu ilk defa izleyecekti. Bir an önce oraya gitmek için sabırsızlanıyordu. Tolga: Ceren geldi. Artık hareket edebiliriz. Hazır mısınız? Gidelim. Kasabanın arkasındaki dağa doğru yola çıktılar. İlk defa güneşin batışını izleyeceklerdi. Bu yüzden çok heyecanlıydılar. Özellikle Tolga heyecanını bisikletinin pedalını daha hızlı çevirerek belli ediyordu. Pedalını döndürdükçe esmeye başlayan hafif rüzgar onu serinleterek heyecanını bastırmasına yardımcı oluyordu. Burak ve ceren ise Tolganın hızına yetişemiyorlardı. Yolda onu gören kasaba sakinleri ise bisikletini bu kadar hızlı kullanmamasını arkasından bağırarak sesleniyorlardı. Onun için endişelenmişlerdi. Fakat Tolganın umurunda bile değildi. Bir an önce oraya ulaşmak istiyordu. Kasabanın iç huzurunu rahatlatan kokusunu içlerine çekerek yollarına devam ettiler. Kasabadan uzaklaştıkça çevresi de farklı görsel değişikler göstermeye başladı. Eski yapı evleri sarıp sarmalamasıyla güzelliğine güzellik katan kasaba bebek yüzlü dağı arkasına alarak denize her gün göz kırpardı. Aslında kasabanın bu kadar güzelliklere sahip olmasının en temel özelliği, her sabah güneşin her aileye farklı mesaj verir gibi doğmasıyla mutluluklarına bir yeni umut daha katmasıydı. Çünkü kimliklerini ve mevkilerini unuttukları mekan burada saklıydı. Kasabanın kalbi… Dileklerinin ve hayallerinin gerçekleşmesi için dua ettikleri kalpti. Kalbi koruma altına almak için ise bir mekan inşa edilmişti. Adeta yaşamın gizemini çözen sihirli dünyaydı. Yani; eskiden beri insanların inanışlarına göre bu kasabada panoptes adında bir kadın yaşamış. Bu kadına biri tarafından kasabanın tüm dileklerinin ve arzularının gerçekleştirilmesi için üstün güçler yüklenmiş. Bu sebeple panoptes ona verilen üstün güçler sayesinde kasabaya bu tılsımlı kalbi hediye etmiş. Kasaba halkına ise şu sözleri söylemiş; Sizlere hediye ettiğim tılsımlı kalbin yaşayabilmesi için ondan bir şeyler isteyin. Siz istedikçe kalp kendini yenileyecektir ve her ne diliyorsanız gerçek olacaktır. Yalnız kötü dilekler burada barınmaz. O yüzden dileklerinizi isterken dikkatli olmayı unutmayın. Ancak tılsıma hiçbir şekilde zarar görmemelidir. Eğer kalbe bir şey olursa hemkasaba yok olur hem de kalbe zarar veren kişiyi ömür boyu cezalandırırım demiş. Ve hemen oradan ayrıldıktan sonra panoptes’i bir daha gören olmamış. O günden beri kasaba halkı dileklerinin ve hayallerinin gerçekleşmesi için Tılsımlı Kalbin olduğu mekana gelip dua ederlermiş . Bu hikaye de bugüne kadar böyle sürmüş.

52

53


Röportaj: Ahmet YÜKSEL

Böyle eşi bulunmaz tılsımlı mekandan Tolga arkadaşlarıyla ilerlerken bisikletinin pedalını çevirirken zincirleri arada bir takılıyordu. Ama bu durumu fazla önemsemedi. Hızla yoluna devam etti.

Röportaj

Biraz daha ilerledikten sonra patika yollar, sınırsız tarlalar… Kasabadan da bayağı uzaklaşmışlardı. O anki özgür ruhun tadını çıkarıyorlardı. Dağın en tepe noktasına ulaşmışlardı. İşte o tam karşılarındaydı. Turuncu renkte. Bisikletlerini yere bırakıp çimenlerin üzerinde güneşe en yakın hissettikleri yerde ona hoşça kal demek için uzunca doyumsuz bakış attılar. Güneş ise yavaş yavaş batarken tam karşılarında güçlü bir sihir ışını yayıyordu. Güneşin gitme vaktigeldiğinin işaretiydi. İnsanlar sadece hayallerinde kendini daha özgür hisseder ya. işte güneşin batışı da tolga için o anki duyguyu hissettirmişti. Ama bir an içine korku yayıldı. Nedenini bilmiyordu. Şu an istediği yerdeydi. Mutluydu. Huzurluydu. Ve onu ilk defa bu kadar onu yakından izliyordu. Hedefi güneşi kasabanın en güzel yerinde görmekti. Ve ona ulaşmıştı. Aklından kötü hisleri uzaklaştırmaya çalışıyordu. Her şey güzel giderken neden böyle oldu? Neden ?Havada iyice kararmaya başlamıştı. Burak: bence artık gidelim. Zaten kasabadan çok uzaktayız. Ceren: bence de gidelim. baksanıza biradan güneş kaybolduktan sonra sadece gökyüzündeki yıldızlar bize ışık tutacak. Burada biraz daha beklersek hava ürkütücü hal olacak. Korkmaya şimdiden başladım bile. Vakit daha geç olmadan geri dönüşe yol aldılar. Kimseden artık canlı , sevecen mutlu ses tonları çıkmıyordu. Hedefleri bir an önce gündüz cennet gece karabasan bu tablodan uzaklaşmaktı. O arada yine her nedense Tolgaya garip bir duygu sarmıştı. Sanki bedeni hareket ettiremiyordu. Kulaklarında hep çığlık sesleri yankılanıyordu. Bu olumsuzlukları düşünmemeye çalıştıkça daha da üzerine geliyordu. Bisikletinin pedalını çevirirken yine zorlanıyordu. Belli bir yerden sonra yollar engebeli dar ve uzundu. Yolun sağ tarafında ise ağaçların yoğun olduğu dibi bilinmeyen uçurum yer alıyordu. Karanlığın bastırmasından dolayı neyin nerede olduğu pekte görülmüyordu. Çok korktukları için bisikletlerinin pedalını daha hızlı çevirdiler. Ve gittikçe Burak ve Ceren Tolgadan biraz daha uzaklaşıyordu. Tolga ise onlara yetişmeye gayret ediyordu. Derken birden bisikletinin zinciri koptu. Artık pedalını boş çeviriyordu. Bisikletini hızlı kullandığından uçuruma düşeceğinden çok korktu. Telaşlandı. Ne yapacağını bilemedi. Bisikletini bir türlü kontrol edememeye başladı. Korkudan kalbi yerinden fırlayacaktı. Burak ve Cerene Avazı çıktığı kadar arkalarından bağırdı.Bana yardım edin! Bisikletimin zinciri koptu. Hey!!! Bana yardımedin! Cevap yoktu. Tekrardan bağırdı. Bir daha bağırdı. Hey!! Kimse yokmu? Beni duymuyor musunuz? Nerdesiniz? Siyah rengin içerisinde onları görmesi imkânsızdı. Zaten kendi çığlığını kendi duyabiliyordu. Çünkü onlar çoktan uzaklaşıp gitmişti bile. Yine sesini onlara duyurabileceğinin umudunu taşıyordu. Çığlık atmaya devam etti. Dağlar, tepeler, çiçekler, ağaçlar, yıldızlar… Hepsi birden Tolganın çığlığını duyurabilmek adına her yer Tolganın sesi ile yankılanıyordu. Birden Çığlık kesildi. Etraf kendini derin sessizliğe bıraktı. Zifiri karanlığın içerisinde nefes bile duyulmuyordu. Artık Tolganın sesi yoktu.

54

Hayalin Derinliklerine Çizgi Yolculuk Tuti Kitap Filibeli Ahmet Hilmi’nin Amak-ı Hayal kitabını çizgi romana uyarladı. Kitabın çizeri Mustafa Ahmet Kara. Böyle bir kitabın yayınlanacağını duyunca çok sevindim. Aynı zamanda çizeri kim, daha önce hangi çalışmalara imza atmış diye de meraklandım. Hem kendi merakımı gidermek hem de Gölge’ye bu ayki görevim olan röportajı yapmak için Mustafa beye “merhaba” dedim ve röportaj başladı;

Ahmet Yüksel: Mustafa Ahmet Kara kimdir bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Mustafa Ahmet Kara : İstanbul doğumluyum lakin 19 sene Milas - Bodrum arasında geçti. Ardından üniversite ve İstanbul. Yıldız Teknik iletişim tasarımı mezunuyum. Birkaç yıl dijital ajans ve film yapım şirketlerinde sanat yönetmenliği yaptım. Bu sektörde çalışanlara 20'li yaşların ortasında gelen bir durum oluyor. Ne yaptığını ve ne amaca hizmet ettiğini sorguluyorsun. Ben fazla bunalmıştım ve tüm hayata bir mola verip askere gittim. Orada insan biraz kafasını topluyor, daha rahat düşünebiliyorsun. Ahmet Yüksel: Filibeli Ahmet Hilmi’nin Amak-ı Hayal’ini çizgi roman yaptınız. Amak-ı Hayal ile nasıl tanıştın, bu fikir ortaya nasıl çıktı?

Mustafa Ahmet Kara: Askerdeydim ve çarşı izninden dönerken telefonum çaldı. Tuti Kitap’tan arıyorlardı ve bir çizgi roman projesi için görüşmek istediklerini söylediler. Asker dönüşü buluştuk ve güzel bir sohbet sonrası projelendirdikleri ama tek eksik ayağı çizer olan kitabı tanıttılar. Amak-ı Hayal ile böyle tanıştım. Böyle bir eserden haberim bile yoktu. Evet, bu benim ayıbım ama tam da olması gerektiği zamanda okudum. Benim için güzel şeyler ifade etti. Zaten bu noktaya da hep güzelliklerle gelmiştim. Yayınevi; daha önce de yayınladıkları ve tecrübeli oldukları bir konuda eser seçmişti, bu projenin editörü olarak da Muhammed Bedirhan ile anlaşmışlardı. Gerek kendisi, gerek Tuti Kitap doğu klasiklerinin yeterince kişiye ulaşmamasının sorumluluğunu üzerinde hisseden kişi ve kurumlar.

55


ettiğini göreceksiniz. Büyüklerin sahip oldukları dertleri ve edindikleri gerçek deneyimleri hayaller ile anlatmak.

Ahmet Yüksel: Amak-ı Hayal ile başlayan ve planlanan bir üçleme var, serinin diğer kitapları ne olacak ve ne zaman yayınlanacak?

Bahsettiğim işlenebilir potansiyel bu demekti aslında. Hayal dünyası dilediklerinizi yapabilmek için büyük bir nimet. Bayram zamanları çocuklar kadar büyükler de şeker yer. Ben şeker gibi bir kitap resmetmek istedim. Büyük-küçük herkes yesin ve damakta hoş bir tat bıraksın.

Mustafa Ahmet Kara : Şu an bunları konuşmak için henüz erken. Kitabın tamamını bazı sebeplerden dolayı resmedemedik ve geniş geniş anlatmak çok önemliydi. Bu yüzden ilk kitabı 4 hikâyede bitirdik. Kitap çıktıktan sonra biraz gözlemleyeceğiz. Talepler doğrultusunda ikinci kitap kesinlik kazanacak. Bunun da çok kısa vadede olacağını sanmıyorum. Ama şunu diyebilirim; olur da çıkarsa, ikinci kitap ilkine kıyasla daha kalın ve daha heyecanlı olacaktır.

Ahmet Yüksel: Ne kadar sürdü bu çizgi romanın hazırlık ve çizim süresi? Nasıl bir yol izlediniz?

Temel anlamda ortada böyle hoş bir kaygıdan beslenen bir proje var. Ahmet Yüksel: Muhammed Bedirhan ile nasıl bir çalışma gerçekleştirdiniz? Etkileri yönlendirmeleri oldu mu? Mustafa Ahmet Kara : Bedirhan, yayınevi ve ben aynı dalga boyunda buluştuk. Malum artık herkes dünya çapında yapılmış işlere aşina. Çıta epey yüksek. En büyük avantajımız hikâyenin bu işlenebilir potansiyele sahip olmasıydı ve elimizden geldikçe o çıtayı yakalamaya çalışmamız gerekiyordu. Bu konuda bana güvendiler. Bedirhan

56

usta Osmanlıca'dan metinleri çevirdi ve sadeleştirdi. Ardından senaryolaştırdık. Hikâyelerin geçtiği dönemlere ait görsel veri tabanı oluşturmak gerekiyordu, onun yardımı ve yönlendirmeleri doğrultusunda konseptleri hazırladık. Ahmet Yüksel: Amak-ı Hayal Osmanlı edebiyatından fantastik bir hikâye. Ben çizgilerinizden bir yetişkin olarak çok zevk aldım. Çizerken “çocuklar için olsun” “yetişkinlere hitap etsin” diye bir ayrım gözettiniz mi? Mustafa Ahmet Kara: Yayınevinin seçkilerine baktığınızda kitapların çoğunun her dimağa hitap

Mustafa Ahmet Kara : O iş biraz karışık :) Sıkı bir disiplin gerekiyor ve ben buna biraz geç ulaştım. Bu yüzden 6 ayda bitebilecekken biraz daha uzun sürdü. 10 ay kadar :) Orijinal metnin kendine has bir derdi var. Bu dert etrafında dünyayı gerektiği kadar anlatıyor ve odağı ana konudan çok uzaklaştırmıyor ancak bu boşlukların görsel olarak karşılık bulması gerekiyordu. Kitabı ve çizgi romanı ayrı ayrı okuyanlar bu bahsettiğimi daha iyi anlayacaklardır. Hazırlanma sürecinde ise karakterler ile başladım. Ardından sayfalar... Mekânları ve yan kahramanları, sayfalara dâhil oldukça tasarladım. Kervan biraz yolda düzüldü o konuda. Günün sonunda aynı hikâyeyi anlatıyoruz. Sadece biraz daha canlı ve renkli bir halde.

Ahmet Yüksel: Yayıneviniz ilk çizgi romanını yayınlıyor. Bir çizer olarak Türkiye’de çizgi roman yayıncılığını nasıl görüyorsunuz, farklı yayınevlerinin edebiyat uyarlamaları yapmaları çizgi roman üretmeleri çizgi roman yayıncılığını bir sektöre dönüştürebilir mi? Mustafa Ahmet Kara : Amak-ı Hayal doğu klasiklerinden çizgi romana uyarlanan ilk eserlerden biri olacak. Takip edemedim ancak bu kitabın daha önceden başlanıp nihayete ulaşamayan çizgileme maceraları olduğunu biliyorum. Bu sefer etraflıca düşünülüp, planlanarak yapıldı her şey. Evet, biz de tek seferde bitiremedik kitabı, ancak niyetimiz tamamlamak üzerine.

57


Ahmet Yüksel: Eylül ayında Resimli Edebiyat Takvimi’nde Levent Cantek’in yazıp sizin çizdiğiniz bir çizgi roman tefrika yayınlandı; Muzaffer Abi. Bu sizin yayınlanan ilk çizgi romanınız mı, nasıl bir çalışma oldu bu? Mustafa Ahmet Kara : Evet, yayınlanmış ilk çizgi romanımdı. 10 sayfalık kısa bir öykü. Levent Cantek twitter'a yeni bir çizer aradığını yazmıştı. Ben de birkaç örnek sayfa paylaştım. Dönüşü bana oldu. Sağ olsun çok esnek bıraktı. Rahat ve keyifli bir çalışmaydı. Dönem hikâyelerinden bir an uzaklaşıp modern giyimli adamlar çizmek iyi gelmişti :) Yayınevi de bu konuda oldukça heyecanlı, Tuti Kitap yeniliği ve ilk olmayı seven taze bir oluşum ve güzel insanları barındırıyor. Umarım her şey planlandığı gibi olur. Üniversitenin ilk senelerinde arkadaşlarımla böyle hayallerimiz vardı. Çizgi romancı olup sektörü beslemek ve hareketlendirmek. Birkaç projemiz dahi hazırdı. Yalnız çok çabalamadık, oturduk çıtaların nasıl yükseldiğini gözlemledik ve kendi kendimize çizdik hep. Piyasada çalışmaya başlayınca da hepten unuttuk. Gündüz çalışıp, geceleri süper kahraman hikâyeleri çizecek kadar da kahraman değildik. Çünkü gece gündüz çalışıyorduk :) Özveri olmayınca ortaya güzel bir ürün koymak zorlaşıyor, amenna, ancak fazladan özveri bile lüks haline gelmişti. O

58

idealistlik yavaşça gitti. Derken aniden şartlar oluştu ve unuttuğum bu hayalimin içine düştüm. Bana nasip oldu ve çizdim. Şartlar çok mühim, çizerlerin teşvik edilmesi ve desteklenmesi gerekiyor. Hani sektöre katkısı olur mu, hiç emin değilim. Çünkü sektör oluşturmak için ihtiyaç oluşturmanız gerekiyor. Bu ihtiyaç ithal yolla karşılanıyor zaten. Okuyucuların kahramanları özümseyip onlarla yaşamayı istemesi gerek. Bizim hikâyemiz böyle bir değere ulaşır mı bilmiyorum. Bu kaygı da aslında geri planda. Önemli olan üretmekti. Nihayetinde ortaya iyi bir ürün koysanız bile işiniz zor çünkü sektörden önce kültürün oluşması gerekiyor. Görsel kültürümüzün popüler kısmı maalesef ithal. Talep meselesi.

Ahmet Yüksel: Geleceğe dair çizgi roman üzerine planlarınız var mı? Mustafa Ahmet Kara: Açıkçası var. Gerçekleşirse onun üzerine ayrıca konuşuruz :) Ahmet Yüksel: Çizgi roman okurken tercih ettiğiniz yerli-yabancı çizerler, yazarlar kimler. Genç

nesil olarak “şunlar takip edilmeli” diye önereceğiniz çizerler var mı? Mustafa Ahmet Kara: Örnek bakmak önemli. Çizerlerin anlatım ve çizim tekniklerini incelemek cidden gerekli. Yani çok isim var, Blacksad bence tam bir başyapıt. Gabriel Ba'nın çizdiği Şemsiye Akademisi serisi de güzeldir. 'Ben süper güçler görmek istemiyorum' diyenler de aynı çizerin Güngezgini kitabını edinebilirler. Mike Mignola zaten hep güzel. Robbi Rodriguez de çok iyidir. Pascal Campion çok güzel yaşayan 'an'lar çizer. Bu konuda en iyi şey kendilerini en çok kıpırdatan ve çizme isteği uyandıran tarzlara bakınmak. Bir şeyleri karıştırmak, aramak ve sürekli çizmek insanı gerçekten ileriye taşıyor. Ahmet Yüksel: Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Mustafa Ahmet Kara: Rica ederim :)

59


Öykü: Erol ÇELİK İllüstrasyon: Eren ERSOY

Öykü

Teneke (1 bölüm)

1 “Sen gerçekten aptalsın oğlum. Bu işi böyle çözemezsin, polise gidelim diyorum sana.” “Ne polisi lan? Onlarda bu işin içinde. Yoksa o piç kuruları bu kadar kolay adam dövebilirler mi? Mafya pezevenkleri.” “Lan geri zekalı Teneke, hem bunlar mafya diyorsun, hem kafa tutmaya gidiyorsun.”

“Korkma lan, silah senin üzerine değil, en fazla silahın parasına üzül. Başını da belaya sokacak değilim. Aptal mıyım ben? Beni köşe başında bırak ve nereye siktir oluyorsan ol.”

“Kafa tutmayacağım, analarını ….ceğim o ..ospu çocuklarının.”

“Bak, madem kafana koydun biraz benim dediğimi yap.”

“Hiçbir şey yapamazsın, daha içeriye girer girmez seni yerler oğlum, hiçbir bok yapamazsın.” “Görürsün.” “Hiçbir şey görecek değilim. Birazdan sinirin geçer, geri döneriz.” “Ne geri dönmesi ya, beni anlamıyorsun galiba.” “Sen beni anlamıyorsun. Öfkenin kurbanı olmak üzeresin lan.” “Ya, akıl verme, beni oraya götür yeter, başka bir şey istemiyorum.” “Hayır. Gideceksek doğruca polisin yanına gidiyoruz.” “Metin! Sıçarım ağzına. İner bir taksiye binerim. İki dakikalık yolumuz kaldı ya, azıcık sabret.” “Lan Teneke ne sabretmesi, aklını iyice götüne soktun ha.” “Aklım yerinde merak etme, o piçlerin analarını s…mezsem, o zaman aklımı kaybederim.”

60

“Yok yok, sen gerçekten aptalsın oğlum, kendini öldürteceksin. Bunda kararlısın. Hep aklına koyduğunu yaparsın ya! Ama bu sefer yanlış yapıyorsun lan geri zekalı. Amerikan filmi değil bu. Hay anasını ya, benimde başımı belaya sokacaksın.”

“Söyle.” “Şimdi arabadan inme, biraz dolaşalım ve sakinleşmeni bekleyelim, daha sonra hala aynı fikirdeysen, hala o soktuğumun yerine elindeki silahla dalacaksan, tamam. Ama eminim fikrin değişecek. Azıcık sopa yedim diye beş tane mafyanın arasına girecek kadar aptal değilim diyeceksin.” “Fikrimin değişeceği falan yok.” “Tabi, sen kafaya koydun mu yaparsın. Kafana sokayım senin” “Yaparım tabi, …ospu çocuklarının nasıl güldüklerini bir görsen.” “Bak Teneke, Nuh diyorsun peygamber demiyorsun. Oğlum bir plan yap, biraz düşün, öyle elini kolunu sallaya sallaya oraya dalamazsın.” “Dalarım.” “Hay anasını hala dalarım diyor. Çok kalabalıklar.” “Silahta on dört kurşun var, onlarsa beş kişiler.

61


O patronları olacak şerefini s..tiğiminin ibnesine iki kurşun ayırdım. Birini kafasına birini de götüne çakıcam.” “Hay anasını.” “Sola dön, az ilerde dur.” “Bak oğlum bir anlık öfkenin kurbanı olma, hayatını karartmak üzeresin. Allah’ını seversen bir kere daha düşün.” “Ağlama lan, durdur arabayı.” “Oğlum Teneke, saçmalama lan.” “Durdur lan arabayı.” “Seni burada bekleyeceğim.” “Gerek yok ben taksiyle dönerim.” “Olmaz öyle şey, bu köşede bekleyeceğim.” “Metin, ben adamları vurduktan sonra, senin arabana binersem, fotoğraf vermiş olmaz mıyız lan? Öfkeliyim ama her şeyi düşündüm.” “Bok düşündün, birazdan hayatının hatasını yapacaksın ama her şeyi düşündüğünü söylüyorsun. Senin beynini s..yim.” “Burada bekleyip sana laf anlatırken dikkat çekiyoruz. Ben gidiyorum.” “Teneke dur.” “Bana bak Metin, doğruca eve git, evdekilere işten geldiğini söyle. Sakın bir şey çaktırma. Ben yarım saat sonra gelirim, gelince de seni ararım.” “Hay anasını ya, dikkatli ol.” “Sende Allah’a emanet ol.”

2 Teneke, arabadan indi. Gecenin ortalarıydı, yürüdüğü sokakta kimseler görünmüyordu. Az sonra bağlanacağı sokağın tam ortasında, onu bir imtihan bekliyordu. Onurunu, gururunu, haysiyetini, şerefini, delikanlılığını ve erkekliğini kurtarmak için vereceği sınav, sıkılmadan sayabileceği adımlar kadar yakındı.

62

Kendini rahat ve güçlü hissediyordu, nede olsa bu sınavı vereceğine emindi. Veremese bile, buna yeltenerek her şeyi kurtarmış olacaktı. Başına böyle bir şeyin geleceğini asla hayal edemezdi oysa böyle durumlar karşısında nasıl davranması gerektiğini daima düşünmüştü. Biri senin canını yakarsa, sende onun canını yak. Atasözlerinin Allah belasını versin. Canı yanmıştı ve karşılığını verecekti. Belinde el yapımı bir on dörtlü vardı ve iki saat önce kendisini onursuzca döven o beş kişinin sonunu getirecekti. Kırılıp yerde parçalanan gururunun her bir zerresinin acısını çıkaracaktı. Yere yıkıldığında üzerine tüküren o şerefsizlerin hayatlarını karartmazsa, üzerine yapışan tükürükten nasıl kurtulacaktı? Bir daha nasıl nefes alabilecekti? Yediği her tokatta yok olan haysiyetini bir daha nasıl geri kazanabilecekti? Yediği o ağır küfürlerle ezilen kişiliğini nasıl onarabilecekti? Ya o kahkahalar. O aşağılayıcı, o yakıcı, pis, kokuşmuş, kibirli kahkahalar, karabasan olup her gece çökmez miydi dünyasına? Yaşamak için tek bir şansı vardı. Bu şans ancak beş kişinin yaşamıyla alakalıydı. O beş kişinin yaşamını almaya gidiyordu. İki saat önce arabasını yıkamak için girdiği yere, şimdi benliğini yıkamak için giriyordu. İşte kapıdaydı, elini belindeki silaha koydu ve sokağın her iki köşesine dikkatlice baktı. Koşacağı mesafeyi, eğer bir aksilik olursa ikinci bir kaçış yönü için, başka bir ara sokağı gözüne kestirdi. Hava gereğinden fazla güzel ve ferahtı. Oto yıkama, eski ama büyük bir iş merkezinin bodrumundaydı ve oraya bir rampadan iniliyordu. Aslında sağ tarafta demir bir merdiven görülüyordu ama anlaşılan pek güvensiz durduğu için, tercih edilmiyordu. Teneke, oto yıkamaya inen rampanın üst köşesinde durmuş aşağıya bakıyor, ışıkları yanan

63


dükkânın içinden gelen müzik sesini duyuyordu. Binanın geri kalanı karanlıktaydı. Koşacağı mesafedeki binaların da hepsi karanlıktaydı. Binalar caddeye yakın oldukları için, bütün hepsi iş merkezlerine dönüştürülmüştü. Kimi avukatlık bürosu, kimi sigorta acentesi olmuştu. Akşam olunca çalışanların hepsi evlerine gitmişti. Kaçış planını hızla tekrar gözden geçirdi. İçeriye girecek, girişten başlayarak önüne gelen herkesi öldürecek, son olarak patronun bulunduğu camlı büroya dalıp, onun yüzüne tükürdükten sonra, kafasını dağıtacaktı. Elini çabuk tutup dışarı çıkacak, yüzünü dikkatle saklayarak caddeye koşup bir taksiye binecek ve kaçacaktı. Derin bir nefes alıp rampadan aşağıya doğru koşmaya başladı.

Kulağındaki çınlama hafifleyince bağrışmalar duymaya başladı. Acele etmeliydi, yoksa dört kişinin korkusuyla savaşamayacaktı. Sabunlu suları tahliye eden atık kanalı, bir anda ilk öldürdüğü kişinin kanıyla kıpkırmızı olunca, midesi bulanmaya başladı. ‘Ne oldu, erkekliğin buraya kadar mıydı?’ diye düşününce, kendini yine öfkelendirmeyi başlamıştı. Aslında öfkesi dinmemişti, sadece dikkati dağılmıştı. İkinci kurbanını gördü. Sol taraftaki arabalardan birinin içinden çıkıyordu. Anlaşılan arabanın içini temizlerken silah sesini duymuş ve kendi cellâdıyla tanışmak için, merakla dışarı çıkmaya başlamıştı. “Ha, kim kimin anasını s..yormuş ha, … ospunun oğlu.”

Teneke tekrar tetiğe bastığında, yüreğindeki panik bir kez daha alev aldı. Eğer her şeye baştan 3 başlayabilse, kesinlikle başaramazdı. Gerçek, “Ne oldu …ospu çocuğu çok mu şaşırdın?” tahminlerle anlaşılmıyordu demek. Bir insanı Teneke, elindeki silahı karşısındaki gencin tam öldürmek, onun ömrünü almak, ne kadar öfkeli kafasına tutuyordu. İnanılmaz rahat ve mutlu olsan da, kolay değilmiş. hissediyor, neredeyse yaptığı şeyin adrenalininde Hem de hiç değilmiş. boğulmak üzere olduğunu bilmiyordu. Çok keyifliydi İkinci kurban, silahı son anda fark edince, ve çok heyecanlıydı. Bu, hareketlerinin kontrolünü güçleştirebilirdi, acele ederse hiçbir sorun kendini ondan sakınmak için başını eğmek istedi çıkmayacağını hesaplamıştı. Oysa acele etmiyor, ama geç kaldı, mermi adamın tam tepesinden girdi ve garip bir şekilde devrilmesine yol açtı. Ölmeden olayın keyfini çıkarma gafletinde bulunuyordu. önce acı bir şekilde çırpındı, tepesinden fışkıran “Ahmet!” Genç, arkadaşına yardım etmesi için kan, temizlediği arabanın açık kapısından içeriye, bağırdı. koltukların üzerine sıçradı. “Ahmet değil seni baban bile kurtaramaz, … Teneke, giriş rampasının önünde iki kişiyi ospu çocuğu.” Teneke, tetiği çekti ve karşısındakini temizlemişti. Kimsenin kaçmasına izin vermemişti tam ağzından vurdu. ama umduğundan çok zaman kaybettiğini Oto yıkamanın içerisinde korkunç bir ses oluştu. Teneke beyninin uyuştuğunu, hiç bir şeyi düzgün düşünemediğini hissetmeye başladı. Canı yanıyor, aklı karışıyordu. Yere yıkılan herife baktığında gerçeğin tahmininden çok farklı olduğunu anladı. Bir insanı öldürmüştü. Bunun anlamını şimdilik tam çözemedi ama ağırlığını hissetmeye başlamıştı. Ne olursa olsun artık duramazdı. Bir insan öldürmekle beş insan öldürmek arasında fark olmamalıydı.

64

düşünüyordu. Bu sefer sağ taraftaki arabaların arasından, kırklı yaşlarda bir adam, avazı çıktığı kadar bağırarak üzerine doğru koşmaya başlamıştı. Ne söylediği anlaşılmıyordu. Adam, sanki katilini büyülü sözlerle veya sesinin şiddetiyle etkilemeye ve etkisiz hale getirmeye çalışıyormuş gibiydi. Teneke, adamın davranışlarını komik buldu. Ne tuhaf diye düşündü, bu sahneyi hayal etse, adamın kaçacağını tahmin ederdi. Oysa adam ölümün üstüne koşuyordu.

“Ne bağırıyorsun ulan?” Boom! Adam koştuğu için gözüne saplanan kurşunun şiddetiyle, kafası arkaya, ayakları öne doğru uçtu ve bir arabanın üzerine devrildi. Tam isabet ettiriyordu, oysa daha önce hatırlayamadığı zamanlarda bile, en fazla üç beş sefer ateş etmişti. İyi de, şu an attığını nasıl vuruyordu? Hem de hepsini kafalarından. Etrafına tekrar göz attı. Üç tane ceset ve dört tane arabanın haricinde hiçbir şey yoktu. Patronun bürosuna göz attığında, içeride bir hareketlenme gördü, aklı sıçradı. Koşmaya başlarken, içerdekinin telefona sarılmadığını umdu. Büro, yarıya kadar camdan oluşan kare bir odaydı, yıkamanın içi çok fazla aydınlık olduğu halde, büronun içinde ışık yanmadığı için, orada neler olduğu görülmüyordu. Koşarken hiç düşünmeden, camlardan birine ateş etti ve büyük bir şangırtıyla içeriyi görebileceği bir alan yarattı kendine. Kapısına varınca, içerde bir kişi olduğunu gördü. Korku, midesinin safrasını azdırdı. Eğer içerde bir kişi varsa ve daha üç kişiyi öldürdüyse, geriye kayıp olan bir kişi kalıyordu. Yıkamanın içini hızla taradı. Arabaların içini, tuvaletin bulunduğu köşeyi, her yere baktı ama bir canlı belirtisine rastlamadı. Tekmeyle içeri dalarken çok dikkatli olması gerektiğini biliyordu çünkü büyük bir ihtimalle diğer şerefsiz de içerdeydi. “Abi, Allah’ını seversen ben bir şey yapmadım.” Teneke, yalvaran kişinin, patronun masasının arkasına saklandığını, dayak yediği sırada en ağır küfürleri bu şerefsizden işittiğini hatırladı. Daha on sekizindeydi ve köyünden yeni geldiği, şivesinden belli oluyordu. “..rospu çocuğu, demin aslan kesilmiştin ya. Hadi küfür etsene anasını s..tiğim.” “Abi köpeğin olayım bana kıyma. Diğerlerinin gazına geldim. Allah’ını seversen kıyma bana.” “Diğerleri gelsin de şimdi götünü kurtarsın.”

Diğerleri deyince gözlerinde ışık patladı. Konuşarak zaman kaybediyordu. Eğer acele edip kaçabilirse ki hala kaçma şansı vardı, bunu değerlendirmeliydi. Yoksa hapislerde çürümektense, kurşunlardan birini kendi kafasına sıkacak psikolojiye gelmişti. Tam tetiği çekip masanın arkasında küçülmüş piç kurusunu vuracaktı ki, patronun ortalıkta olmadığını ve bunun çok büyük bir problem olduğunu anımsadı. Eğer o herifi bulamazsa, kendini ele verir ve bütün yaptıkları boşa giderdi. “Patronun nerede lan?” “Abi ayaklarını öpeyim kıyma bana.” “Ulan …ospu çocuğu, sana bir soru sordum.” “Abi abi ne olur beni affet, abi taşaklarını yiyeyim beni öldürme.” “Bana patronun nerde olduğunu söylersen sana bir şey yapmam. Onunla benim işim, onun götünü s..cem.” “Eve gitti abi, senden yarım saat sonra eve gitti abi. Ne olur abi, beni affet abi, ben sana vurmadım bile.” “Tamam lan öldürmeyeceğim seni ama o şerefsizin nerede oturduğunu söyle, yoksa ananı…” “Bilmiyorum abi, yemin ederim bilmiyorum. Allah belamı versin bilmiyorum.” “Nasıl bilmezsin lan? Bana yalan söylüyorsun ha.” Teneke silahı ileriye doğru uzattığında karşısındakinin gözlerinin acıyla büyüdüğünü ve o gözlerden akan yaşın ne kadar iç parçalayıcı olduğunu gördü. Belki gerçekten bu pisliği öldürmemeliydi. Biraz tehditle onu susturabilir, onun hayatını bağışlayabilirdi, böylelikle son verdiği üç hayatın bedelini öderdi. “Abi yemin ederim işe yeni girdim, o yüzden bilmiyorum nerde oturduğunu.” Teneke tetiği çekti, onu da kafasından vurmayı başardı. Yakındı ama elleri titremeye başladığı için bunu başaramayacağından korkuyordu. Daha on

65


Röportaj: Ahmet YÜKSEL

sekizindeki gencin acıyla haykırışı, kim bilir kaç yıl kafasının içinde dönecekti? Eğer onu affetseydi, kendini kurtaramazdı. Hayır kurtaramazdı. Acımaya başlarsa her şeyi berbat ederdi. Aslında kurtulmuş değildi, başı çok kötü beladaydı. Patron ortada yoktu ve nerde oturduğunu bilmiyordu. Daha kötüsü, az sonra silah seslerini duyan birkaç meraklının polisi araması muhtemeldi. Polisin buraya gelmesi, onun kaçmasıyla çakışabilirdi. Yani zamanı kalmamış olabilirdi. Patronun kanla sıvanmış çalışma masasının üzerini hızla taradı. Bir sürü kâğıt vardı, irili ufaklı kâğıtları araştıracak zamanı yoktu. Etrafı taradı, içinde ne olduğunu bilmediği bir poşeti ters çevirip boşalttı. Masanın üzerindeki kâğıtları ve üzeri yazılı olan her şeyi poşete doldurdu. Masanın çekmeceleri geldi aklına ama kanla yıkanmış çekmeceleri açması kolay olmadı. İlkinde pek bir şey bulamadı, ikinci çekmecedeki fatura zarflarını görünce içi rahatladı. Bunlardan biri muhakkak adamın evinin adresini taşıyor olmalıydı. Poşeti kaptığı gibi rampaya vardı. Beline sıkıştırdığı bereyi çıkarttı ve terleyen belini umursamadan, bereyi kafasına geçirdi. Artık kaçış başlayabilirdi. Kalbi çarpmıyor, delirmiş gibi titriyordu. Nefes nefeseydi, adrenalin onu dinamit gibi zinde yapmıştı. O kadar hızlı koşabilirdi ki, bir hız rekoru kırabilirdi. Arkasına şöyle bir baktığında içerde en fazla birkaç dakikadır durduğunu hesapladı, yani zaman konusunda planı işlemişti. Heyecandan

elleri titriyordu. Galiba bu titreme yeni başlamıştı, yoksa bu halde kimseyi kafasından vuramazdı. Bereyi gözlerinin üzerine kadar çekerek rampayı tırmanmaya başladı. Evet, gerçekten güçlü ve atikti. Aklı hızlı çalışıyordu. Korkuyor, pişmanlık duyuyordu ama özgürlüğe kavuşma isteği bunları örtüyordu. Soka çıktığında Allaha dua etmeye başladı. Buna ihtiyacı vardı. Binalara, yukarıya doğru bakmadı. Koşmadan, hızlı adımlarla caddeye doğru ilerledi. İçgüdüsü, ikinci plandaki sokağı kullanması gerektiğini söylediği için, o sokağa doğru döndü. Onu kimse görmemişti. Görseler bile, en azında karanlık sokak kendisini biraz daha gizleyecekti. Ara sokağa dalınca koşmaya başladı. Elindeki poşeti koluna sardığında, dışarıdan bir hırsız gibi göründüğünün farkındaydı. Ara sokağın sonundan tekrar caddeye doğru döndü. Birilerinin onu takip edip etmediğini anlamak için arkasına baktı. Her şey yolunda görünüyordu ama hala dikkatli olması gerekiyordu. Caddeye ulaştığında kalbinin deli gibi atmaya devam ettiğini fark etti. Elleri ayakları uyuşmaya başlamıştı. Otuz saniye sonra boş bir taksi buldu ve binerek uzaklaştı. On dakika sonra taksiden inip bir başkasına bindi. Planı, bir şey dışında tam anlamıyla işlemişti. Sıra, diğer pürüzü yok etmeye gelmişti. Bunu yapacak enerjiye ihtiyaç duyduğu için, kafasına hücum eden düşüncelerden kurtulmaya çalışacaktı. Ama başaramıyordu. Birinci bölümün sonu…

Röportaj

Olay arzu istek, gerçekten istemek Türkiye’de yıllar sonra yine yeni yeniden dönülüyor çizgi roman yapmaya. Eskisi gibi on binler yüzbinler satan yayıncılar beklemiyor çizerleri. Çizerler bir yerlerden kafalarını uzatıp filizlenmeye, bir yerlere tutunup kök salmaya uğraşıyorlar. Bunlardan biri de Hüseyin ÖZKAN. Genç bir çizer, yetenekli, eğitimli. Şimdilerde uzaklara, başka kıtalara çiziyor. Belki bir gün çizdikleri ülkemizde de yeteneği ile yer bulur. Gölge e-Dergi olarak Hüseyin ÖZKAN ile çizgi romancılığını konuştuk.

Türkiye’de yıllar sonra yine yeni yeniden dönülüyor çizgi roman yapmaya. Eskisi gibi on binler yüzbinler satan yayıncılar beklemiyor çizerleri. Çizerler bir yerlerden kafalarını uzatıp filizlenmeye, bir yerlere tutunup kök salmaya uğraşıyorlar. Bunlardan biri de Hüseyin Özkan. Genç bir çizer, yetenekli, eğitimli. Şimdilerde uzaklara, başka kıtalara çiziyor. Belki bir gün çizdikleri ülkemizde de yeteneği ile yer bulur. Gölge e-Dergi olarak Hüseyin Özkan ile çizgi romancılığını konuştuk. GÖLGE: Hüseyin, ben seni Gölge e-Dergi’yi yayınlamaya başlamadan önce tanımıştım. Epeyce takip ettim sosyal medyadan Yine de burada seni tanımayanlara kısaca anlatmak gerekirse Hüseyin Özkan kim?

66

Hüseyin Özkan: Çizer olmaya çalışan, çizim yapmayı öykü anlatmayı seven, bunun için de çizgi roman yapmayı kafaya koymuş birisiyim diyebilirim. GÖLGE: Ne zaman çizmeye başladın, ne zaman çizer olmaya karar verdin. Hüseyin Özkan: Her klişe cevap gibi çocukluğumdan bana kalan tek miras. Keşke daha çok şeyleri barındırabilseydim çocukluk yaşlarımdan fakat, hayat o kadar iyimser değil. Benim görüşüm, bu işle uğraşan hiçbir kişi o yaşta çizer olacağım ben kafasıyla çizim yapmaya başlamıyor sonuçta, hepiniz hatırlayın çocukken büyüyünce ne olacağım sorusuna verdiğiniz yanıtları (: Gerçeklikle

67


yüzleştikçe hayal kurmanın gücünün kıymeti arttı, böyle olunca tabili ki bir noktadan sonra kopamıyor insan. Şimdi de kendime çizerim diyemem, sadece bu yolda ilerlemeye çalışan bir kişiyim, çünkü yaptığımız işin “sen artık bir çizer oldun” gibi damgası yok, sonuna kadar kendimi geliştirmeye çalışıyorum her zaman. GÖLGE: Biz senin işlerini yurtiçinde göremiyoruz ama okyanusun diğer tarafında güzel işler yaptın. Albüm kapağı, çizgi roman kapağı, çizgi roman, storyboard gibi pek çok yolda ilerledin. Nasıl başladın yurt dışı için çizmeye? Hüseyin Özkan: Lise zamanlarında abim sağ olsun, bu çocuğun gidişi vahim diyerek işlerimi internette paylaşmamın motivasyonumu arttıracağını düşünerek beni Deviantart’la tanıştırdı. İç Anadolu da küçük bir şehir olan Aksaray’ da büyüdüm. Ve bu işle ilgili kendimi geliştirebileceğim pek bi kaynak yoktu açıkçası. Nihayetinde Deviantart’taki çizerleri görünce, dünya genelinden her çeşit her tarz işleri inceleme şansım oldu, bu da kendimi geliştirmek adına en büyük adımdı. Nihayetinde, görerek inceleyerek eleyerek kendi algımı oluşturmaya başladım. Yaptığım işleri iyi kötü sürekli paylaşmaya devam ettim, sonra bir albüm kapağı işi aldım Amerika’dan. Sonra her şey zincirleme bir şekilde ilerledi, o küçük işten başka bir müzisyen adını albüm kapağında gördüm bizim içinde çizer misin derken, üç beş ufak tefek işler almaya başladım. Hatta toyluk diyelim ona ama birçok iş fırsatını da elimden kaçırdım. Ama insan kaybede kaybede öğreniyor disiplini. Büyük nasihati sökmez insana başına gelince anlar ya o hesap (: GÖLGE: 2014’de Boom Studios’dan çıkan CLIVE BARKER’S HELLRAISER: BESTIARY #4 çizgi romanında gördük adını. Kalabalık bir kadro ile yayınlanmış albüm, onun öncesinde FABLES FOR JAPAN da senin yazıp çizdiğin bir hikâye vardı ve bu sene Image Comics’den FIVE GHOSTS’ta da

68

çizer olarak bulundun. Elbette bu çizgi romanlara Türkiye’de ulaşmak zor. Nasıl çalışmalardı bunlar, içerikleri neydi, nasıl çalıştınız? Hüseyin Özkan: Bu çalışmalar ilk profesyonel anlamda vitrine çıkmak anlamında işlerdi, Hellraiser işi Deviantart’dan geldi, Sektördeki editörler sürekli araştırıyorlar yeni çizerleri, şu “Deviantart eskisi gibi değil “ mevzusu yalan yani. Bu işle uğraşan arkadaşlar işlerini orada da paylaşmaları gerek diye düşünüyorum. Açıkçası Hellraiser projesinde gerçekten çok savsakladım, çizgi roman anlamında ilk büyük işimdi ve proje süresinde çok panik, korku, heyecan üçlüsü arasında ilerledi bitirme süreci. Hatta bir ara göndermemeyi bile düşündüm. Ama editörle konuştuğumda, gerçekten yapıcı bir şekilde beni motive etti, sırf bu kararsızlık yüzünden deadline’ı iki hafta geciktirmeme rağmen sağ olsunlar, küçük de olsa sektöre ilk adımımı attırdılar. Geri dönüş olarak da hiç beklemediğim bir şekilde takdir gördüm, bir şekilde de şanslıydım çünkü öykü sağlamdı. Çizim olarak da biraz diğer Hellraiser işlerinden farklı oldu. Sonuç olarak teslim etmeye korktuğum iş, yayınlandıktan iki hafta sonra Five Ghosts’da misafir çizer olmamı sağladı. O iş biraz daha sakin bir süreçti çünkü ayda dört sayfa çizmem gerekiyordu. Üç sayı süren mini öykü çizdim oraya da ve çok keyifli bir süreç oldu piyasadaki bir çok çizerle yazarla tanıştım internet üzerinden ve motive edici eleştiriler aldım. Bu işlere Türkiye’ de ulaşmak zor çünkü daha bağımsız işler ve burada ki yayıncılarda sanırım çok sıcak bakmıyorlar bu tarz işlere. Ticari bir durum sanırım. GÖLGE: Yurt dışına çizerken yazarla, editörle, yayıncıyla nasıl bir çalışma süreci işliyor. Hüseyin Özkan: Her şey kitabına uygun, herkes görevini yapıyor. İlk kontağı sizinle editör kuruyor ve iş ile ilgili bilgiler veriyor sürecin nasıl işleyeceğiyle ilgili, bazen önce sizden test sayfaları isteyebiliyorlar. Hellraiser işi ilk geldiğinde bana senaryodan 1. ve 6. sayfanın kurşun kalem

69


versiyonunu çiz, Clive Barker onaylarsa seninle çalışmak istiyoruz demişlerdi. Yani birçok farklı şekilde işleyebiliyor bu süreç, ama sonuç olarak sen sadece yapman gerekene odaklanıyorsun. Five Ghosts’da editörle hiç konuşmadım mesela, Yazarla konuşuyordum direkt olarak, o söylüyordu editörün dediklerini. GÖLGE: Sen yurt dışına bu kadar çizgi roman hazırlarken Türkiye’de çizgi romanın bugününü ve geleceğini nasıl görüyorsun? Hüseyin Özkan: Ben çok sağlamcı görüyorum Türkiye’de ki yayın evlerini. Çizerler olarak çok büyük bir potansiyelimiz var hem de çok!! Şimdi önce yayın evlerinden başlayayım, Bir kere zaten verdikleri ücret düşük. Telif melif derken onca sayfanın karşılığı sizi iki-üç ay zor doyurur, tabi ki geçerli sebepleri de vardır bu ücretin ama yani dışardan al al al nereye kadar? Her şeyi dışardan alıyoruz zaten, riske girmek bu kadar mı zor? Yani Marvel, DC gibi büyük yayın evlerinin telifini almak daha kolay, ama bu durumda yerli çizer motivasyon kaybediyor çünkü şöyle bir algı oluşuyor, Sadece bu tarz işler tutar ben bir şey yapamam. Yaparsın, hiç korkma, kimseyi dinleme bile. Dışarda neler yapılıyor. Ne hikâyeler çiziliyor. Kendini yontma o noktada. Bana burada yazdığım hikayeyi anlattığımda kıçıyla gülen oldu, “sen yapamazsın bunu” “bu tutmaz” “kim okuyacak bunu” evet sen okuma zaten, elin Fransız’ı okuyor ama okuyacakta. Şimdi o yazdığım öykü için Fransa’da bir yayın eviyle anlaştım. Bu tabi iki sene önce oldu o ara elimi kırmıştım. Sonra araya bu işler girince erteledik. Ama zaten benim asıl yapmak istediğim, kendi öykülerimi resimlemek. Sonuç olarak kimse cesaretini kaybetmesin, girilecek tek kapı yok. Yani hiç bir yer kıstas değil, Amerika’da yazar bir arkadaş var bağımsız işler yapıyor oda, geçen aylarda 5-6 kez ret yemiş, ama adam yazmaya devam ediyor, çünkü kabul edilecek illaki olacak birisi diyordu ki oldu da geçen hafta sonunda kabul edildi ve Jason Copland’la çalışacak. Bizim ülkede hep eleştiri var ama amacı çok başka, yanlış.

70

Bu şekilde kimseyi motive edemezsin. Tembeliz, disiplinsizi, iş bitiremeyiz.. Sen böyle söylersen bitiremeyiz tabi. Ona kalırsa ben disiplinsizin bayrak tutanıyım. Ama oluyor Bir şeyler yapıyoruz işte. Olay arzu istek, gerçekten istemek. Bu noktada, son zamanlarda takdir ettiğim kişi, Selçuk Ören, Çizgi Roman Yolculuğu’nda ki röportajını izleyin ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bir işi bitirmek çok zor gerçekten, başlamak en heyecanlı kısmıdır ama bitirmek heyecanlı falan değildir, profesyonellik ister, Selçuk’ta bunu “Şehzade Yangını” ile başarmış ve üretmeye devam eden bir arkadaş. Böyle örnekler arttıkça belki de yayın evleri de ikna olacak ve yerli üretime daha fazla destek vereceklerdir diye umuyorum. GÖLGE: Peki yurt dışına sadece işlerinle mi gideceksin yoksa yurtdışında yaşamak gibi de bir hazırlığın var mı? Hüseyin Özkan: Bununla ilgili ne söylesem yalan olur gerçekten neler olacağını kestirmek zor. Bu noktada akışına bırakmak en sağlıklısı, işlerim önce bir gitsin de gerisi çok da mühim değil. GÖLGE: Unofficalman blogunda Cem Vural ve Rıza Türker ile birlikte çizgi roman yapıyorsunuz. Bu blog nasıl oluştu, bu çizgi romanları nasıl değerlendireceksiniz? Hüseyin Özkan: Bu fikir 3-4 sene öncesinde başladı aslında, fanzin mantığında ama yıllık cilt olarak düşündüğümüz bir şeydi, sonra oturup plan program çıkardım, biz bu işin altından kalkabilirsek, şöyle bir durumumuz var, her sene 100 sayfa civarı manifestoya uygun kısa öyküler üretip yıllık olarak bastırmak. Cem ve Rıza söz verip çizen arkadaşlarımdan. Daha çizecek olan arkadaşlarımız da var, yurt dışından çizerlerde var. Ve biz bunu yurt dışında bastırıcaz, hatta anlaştığımız küçük bir yayın evi bile var. Bakalım umarım gerçeğe dönüştürebiliriz.

71


GÖLGE: Yakın zamanda bir Tom Waits projesinin içinde yer aldığını biliyoruz. Nasıl bir proje bu? Nasıl katıldın?

GÖLGE: Şu sıralar okuduğun, “şunu tavsiye ederim” dediğin çizgi romanlar, yazarlar çizerler kimler?

Hüseyin Özkan: Bu iş çok komik ama Hashtag sayesinde oldu, şöyle ki arkadaşlar dalga geçer hep Tom Waits’e olan hayranlığımla, o zaman biraz daha fazla dalga geçsinler diye boş vaktimde kendimce bir kısa öykü çizeyim dedim, boş bir vaktim de başladım bu işe. Tüm öykü bitince koyacaktım internete, hatta Unofficialman için yapıyordum. Sonra dayanamayıp bir sayfasını Teaser niteliğinde paylaşayım dedim, hatta o işin altında baya geyik dönüyordu o sırada bir mail geldi, önce arkadaşlar dalga geçiyor diye düşündüm. Sonra araştırdım ki plak şirketinin böyle bir antoloji projesi varmış. Yer almak ister misin diye sordular. Bende üç saat aynı maili defalarca okudum. İnanamamıştım. Nihayetinde çok ses getirecek bir proje olacağını sanmıyorum, ama benim için ölmeden önce yapılacaklar listesinde olan bir şeydi ve gerçek oldu.

Hüseyin Özkan: Rumble (John Arcudi, James Harren)

GÖLGE: Peki sırada bekleyen, hazırlanan başka projeler var mı? Hüseyin Özkan: Şu an üzerinde çalıştığım 4 tane proje var. Bunlarda kısa soluklu işler. Bunların dışında iki tane büyük proje var ama daha netlik kazanmadı. Eğer ki gerçekleşme imkânı olursa zaten ben yollarda bağırarak koşmayı planlıyorum, sesli anons yapacağım ((:

Hit (Bryce Carlson, Vanesa R. Del Rey) Batman: Year One (Frank Miller, David Mazzucchelli) Battling Boy (Paul Pope) B.P.R.D 1948 (Mike Mignola, John Arcudi, Max Fiumara) Heavy Liquid (Paul Pope) Hellblazer- City of Demons (Si-Spencer, Sean Gordon Murphy) GÖLGE: Ülkemizdeki genç çizerlerden, yeni nesil çizerlerden “Şunu da takip etmek gerek” dediğin, önerdiğin kimler var? Hüseyin Özkan: Şerif Karasu, Mustafa Karasu, Cem Vural, Erdal Durmuş, Cem İroz, Bartu Bölükbaşı, Cemal Gökhan Söyleyen, Ahmet Torun aklıma gelen ilk isimler. GÖLGE: Seni takip etmek isteyenler hangi siteden takip etsin? Hüseyin deviantart.com/

Özkan:

http://huseyinozkan.

https://instagram.com/huseyin.ozkan/ GÖLGE: Çizimlerinde, çalışmalarında hep underground bir tarz görüyoruz, korku, polisiye ve bilimkurgu konularında çalışıyorsun. Bu senin tercihin mi gelen işler mi bu yönde. Hüseyin Özkan: Sevdiğim şeyleri yapmaya çalışıyorum, yeraltı kültürünü her zaman sevdim ve bu şekilde de iş yapılabildiğini görmüş oldum edindiğim küçük tecrübelerden. İnternette paylaştığım işlerde bu yönde olduğu için, bu tarzda işler geliyor zaten.

72

https://www.behance.net/huseyinozkan https://twitter.com/huseyinozkan http://unofficialman.tumblr.com/ GÖLGE: Bize zaman ayırdığın için teşekkür ederiz. Hüseyin Özkan: Ben teşekkür konuşma fırsatı ve vaktiniz için.

ederim

73


74

75


Hasan Nadir DERİN

Sinema

Filmekimi 2015 İzlenimleri

Bu yıl Adana Altın Koza’nın sadece ulusal uzun film yarışması gösterimlerinin yapılması ve Antalya Altın Portakal’ın (adından Altın Portakal çıkarıldı ama biz böyle anmaya devam ediyoruz) Kasım’a ertelenmesi sonrasında sezonun ilk önemli festivali Filmekimi oldu. Her yıl olduğu gibi Gölge e-Dergi olarak Ankara ayağını takipteydik. 2 Ekim Cuma: 11:00 – Yaz boyunca festivallere hasret kalan

76

bünyemize ilaç gibi gelen ilk film Pablo Larraín’in The Club (El Club) filmiydi. Filmin başında adeta bir tatil beldesinde yaşlılıklarını mutlu mesut geçiren huzurlu insanlar olarak resmedilen rahiplerin geçmişteki günahları tek tek ortaya çıktıkça Larrain de kilisenin günahlarına sağlı sollu hamlelerle girişmiş ve sonuçta sağlam bir film ortaya çıkmış. Çeşitli nedenlerle kiliseden atılan rahiplerin arasına yeni katılan birinin geçmişinden gelen bir adamla yaşananlar ve yaşanan kriz sonrası onları denetlemeye gelen genç bir rahip üzerinden giden hikâye gayet başarılı. Larrain’in değişmez oyuncusu Alfredo Castro başta olmak üzere tüm oyuncular da öyle. Yaptıklarının doğru olduğuna inanan kişiliklerini oldukça iyi yansıtmışlar. Larrain’in önceki filmi No’da ısınamadığım bir uygulaması, görüntüyü çeşitli şekillerde deforme etmesi idi. Burada da belli ölçüde kullanmış ama beni rahatsız etti açıkçası. No filminde o deformasyon belli bir mantığa oturuyordu belki ama burada öyle bir açıklama da bulmak çok kolay değil. 16:00 – Ben, Earl & Ölen Kız (Me and Earl and the Dying Girl) filmini gösterime girecek diye bir

77


kenara bıraktıktan sonra (ki yanlış karar olabilir, bu satırlar yazılırken filmin gösterim tarihi ertelenmişti) sırada Marguerite vardı. Bazı filmler için yönetmenin bir arkadaşı, “üzgünüm ama bu film çok kötü dostum, vizyona falan sokma” dememiş mi deriz ya, işte Marguerite benzer bir durumu anlatıyor. Bu kez karşımızda çok iyi bir operacı olduğuna inanan bir kadın ve çeşitli nedenlerle ona çok kötüsün demeyen/diyemeyen çevresi var. Gerçek bir karaktere dayanan hikâye ilginç ama senaryo biraz daha derli toplu olabilir, 127 dakikalık film çok daha kısa sürede toparlanabilirdi. Filmin başında ana karakter gibi lanse edilen bazı karakterleri sonradan neredeyse unutuyoruz mesela. Tüm film Marguerite, kocası ve yardımcıları arasındaki ilişkiye odaklansa daha iyi olabilirmiş. Özellikle Marguerite’in fotoğraflarını çeken, ona sürekli yardım eden ama film ilerledikçe asıl niyeti ortaya çıkan Madelbos karakteri daha fazla zaman ayırılabilecek kadar ilgi çekici. Yine de izlenebilir bir film. Seneye aynı karakterden uyarlanan başka bir filmde Meryl Streep oynayacakmış ki Oscar adaylığı cepte (iyi oynarsa demiyorum, iyi oynar zaten).

19:00 – Bu seans için Terrence Malick’in Knight of Cups’ı yerine çok adı duyulmayan Ixcanul’u seçtiğim için pişman olmadım. Malick’in filmini ne de olsa izleriz bir şekilde. Ixcanul için gerçek bir öyküden alınmıştır denmiş ama buna gerek yokmuş. Film ülkemizde de çokça yaşanan bir istenmeyen hamilelik olayını anlatıyor. Ama bunu gayet iyi bir sinematografi, sakin ama etkili bir tempo ve iyi oyunculuklarla anlatmış. IMDB’de oyuncuların hepsinin ilk filmi olarak gözüküyor. Eğer amatör oyuncularsa gerçekten çok başarılı performanslar çıkarmışlar. Broşürde yazıldığı gibi yılda en fazla 6 film çekilen Guatemala’dan bu kadar sağlam bir film

78

çıkıyorsa bizim ülkemizin sinema sektörü üzerinde biraz düşünmeye ihtiyacımız var. Broşür demişken başka bir konudan söz etmenin tam da yeri. Broşüre filmlerin özetini yazanların bu işi, filmi izlemeden yaptığını düşünüyorum. Özellikle bu film için olaylar pek orada yazdığı gibi gelişmiyor çünkü.

21:30 – Günün final filmi olan The Witch için Sundance’in en ürkütücü filmi tanımlaması yapılıyordu. Doğrusu çok ürkütücü ya da korkunç olduğunu söylemek kolay değil ama bir korku filmi için olmazsa olmazı yaparak iyi bir atmosfer yaratmayı başarıyor ve hikâyesini karakterler üzerinden kuruyor. 1600’lü yıllarda köktendinci Hıristiyan bir ailenin küçük oğullarının ormanın içlerinde kaybolması ile başlayan film, insanların sürekli olarak günah içinde yaşadığını vurgulayan paranoyak bir din anlayışının ne noktaya varabileceğini çok güzel anlatmış. Ailenin üyelerinin her birinin diğerinden şüphe etmesi, bastırılmış cinselliğin her an bir patlama yapma ihtimalinin ufak imalarla verilmesi gayet başarılı. Filmin giderek daha tedirgin edici olmasının nedeni korkunun dış kaynaklı olmasının gerekmemesi, şüpheci ailenin yeteri kadar korkunç olması. Hatta gerçekten de film boyunca dış kaynaklı bir tehdit ve doğaüstü hiç bir şey olmasa filmden daha çok keyif alacaktım. Tam da bu nedenden olayı her ne kadar final etkileyici ve iyi çekilmiş bir sahne olsa da filmde yer almasa, film 10-15 dakika daha önce bitse daha iyi olurdu diye düşünmeden edemedim. 3 Ekim Cumartesi: 11:00 – Festivalin Ankara ayağının ikinci gününün ilk filmi En Güzel Günlerim (Trois

Souvenirs de ma Jeunesse) idi. Yetişkin Paul Dédalus karakterinin çocukluğuna, ilk gençliğine ve ilk aşkına flashback’ler ile dönen film, çok hoşlandığım bir yapım olmadı. En uzun bölüm olan ilk aşk kısmı biraz daha iyiydi ama açıkçası benzer büyüme ve ilk aşk öykülerini çok izledik. Onların arasında öne çıkan bir film değildi. Yine de Arnaud Desplechin’in 1996 tarihli My Sex Life... or How I Got into an Argument filmini sevenlerin izlemesi gereken bir film olduğunu söylemek mümkün. En Güzel Günlerim, o filmin öncesini anlatıyormuş. Zaten Mathieu Amalric, her iki filmde de Paul karakterini canlandırıyor. 13:30 – Nanni Moretti için sıklıkla karşılaştırıldığı Woody Allen için sürekli kurduğum cümleyi kurabilirim. Moretti eski bir dost gibi. Onunla bir araya geldiğinizde ne ile karşılaşacağınızı biliyorsunuz. Bazen tam formunda oluyor, süper bir iş çıkartıyor, bazen daha vasat kalıyor ama belli bir seviyenin de altına düşmüyor, şaşırtmıyor. Annem (Mia Madre) tam da Moretti’den beklediğimiz bir film. Kaybedilen bir aile üyesi, muhtemelen yönetmenin kendi yaşamından esintiler. Bu kez karşımızda iki kardeş ve adım adım ölüme yaklaşan anneleri var. Kardeşlerden birini Nanni Moretti,

diğerini ise Margherita Buy canlandırıyor. Moretti kendisine torpil geçmeyip rolünü oldukça kısıtlı tutmuş. Bir yönetmeni canlandıran Buy’un karakteri ise Moretti’nin otobiyografik hamlelerinin daha fazla gözüktüğü bir hikâye içinde. Moretti, yönetmen karakterini çok rahatlıkla kendisi oynayabilecekken bu rolü Margherita Buy’a teslim etmesi doğru bir seçim olmuş. Aslında bu kez iki film izler gibiyiz. Anne ile ilgili bölümler hüzünlüyken, yönetmenin film setindeki hikâyesi komedi tadında. Özellikle John Turturro’nun İtalyan kökenli Hollywood yıldızı tiplemesi tam anlamıyla bir komedi unsuru.

16:00 – Günün üçüncü filmi olan The Lobster, festivalin en merak edilen filmlerinden biriydi. Biletleri hızla tükenen ve ek seans konan film beklentileri boşa çıkarmadı. Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos, bu ilk İngilizce filminde kendisini sevmemizi sağlayan unsurları korumuş, bir kez daha kendi kuralları olan bir dünya yaratmış ve o kuralları tıkır tıkır işletmiş. Biraz daha rahat içine girilen bir film olduğunu söyleyebiliriz. Çok sevdiğimiz Köpek Dişi (Dogtooth) hala benim favorim ama bu filmden de çok keyif aldım. Film, bekâr olarak kalmanın yasak olduğu bir dünya getiriyor karşımıza. Eşini kaybetmiş ya da belli bir yaşa geldiği halde evlenmemiş bireyler bir otele yerleştiriliyor ve belli bir süre boyunca ortak noktaları olan bir eş bulamazlarsa bir hayvana dönüştürülüyorlar (spoiler sayılmaz, filmin ilk dakikalarında bu bilgi veriliyor)! Otelde kalma süresini uzatmak içinse otelin dışındaki ormanda yaşayan isyancı insanlar avlanıyor. Filmi otel ve orman olarak iki bölüme ayırmak mümkün. Otel bölümünü daha çok sevdiğimi söyleyebilirim

79


ama her iki tarafın da uyduğu kesin kurallar ve katı cezalar olması güzel bir nokta. İsyancıları özgürlükçü insanlar olarak düşünürken onların da en az diğerleri kadar faşizan kurallara uyduklarını görmek elbette önemli bir mesaj. Filmin hemen her sahnesinden aile kurumuna da bir gönderme/eleştiri yakalamak mümkün. Bu da yönetmenin sevdiği bir tema zaten. Filmin sinema belleğimizde nereye oturacağını görmek için üzerinden biraz zaman geçmesi gerekli ama şimdiden Colin Farrell’ın hayatı boyunca oynadığı en iyi film olduğunu söylersek yanlış olmaz.

19:00 – Bu seansta Paolo Sorrentino’nun Gençlik (Youth) filmini, İnatçılar (Rams) için feda ettim. İnatçılar, 4o yıldır konuşmayan iki kardeşin koyunlarını kurtarmak için kırgınlıklarını bir kenara bırakmalarını anlatıyor. Geçmişlerindeki sırları hiçbir zaman tam olarak öğrenemediğimiz kardeşler, koyunları ölümcül bir hastalığa yakalanınca işbirliği yapıyorlar. Kabaca verdiğim bu özet filmdeki ince anları anlatamıyor tabii. O ince anlar için izlenmesi gereken bir film. Özellikle Kuzey Avrupa mizahını sevenlerin kaçırmaması gerekir. Yine de biraz fazla “festival filmi” koktuğunu, bazı sahnelerin fazla hesaplı çekildiğini hissettiğimi itiraf etmeliyim.

21:30 – Frances Ha’ya bayılan biri olarak Bayan Amerika (Mistress America) filmini merakla bekliyordum. Onun kadar iyi değil belki ama hayal kırıklığı da olmadı. Baumbach-Gerwig ikilisi, benzer karakterleri anlattıkları filmde bu kez işin komedi tarafına daha fazla yüklenmişler. Gerwig 30’lu yaşların başındaki Brooke karakterinde bir kez daha şen şakrak, susmak bilmeyen bir portre çiziyor ama hayatın yavaş yavaş elinden kaymakta olduğunun, önünde gençliğindeki kadar çok fırsatın olmadığının farkında. Üvey kızkardeşi olmaya hazırlanan Tracy ise henüz gençliğinin başında bir karakter ve ona Brooke için ona akıl hocalığı yapmak ayrı bir keyif veriyor. Tracy ve Brooke birbirleri ile tanışıp yan karakterler de olaya dâhil olduktan sonra olaylar iyice hızlanıyor. Özellikle eski arkadaşın evindeki kısım tüm oyuncuların da katkısı ile müthiş bir tempoyla akıp gidiyor. Tek bir mekânda geçen bu kısımlar adeta hareketli bir tiyatro oyunu izlediğiniz hissini veriyor. Greta Gerwig’in o susmak bilmeyen hiperaktif hallerini seviyoruz zaten. Burada Lola Kirke ile iyi bir uyum yakalamışlar. Çok önemli bir film değil belki ama çok keyifli bir film.

4 Ekim Pazar: 13:30 – Festival açlığımızı Filmekimi ile gidermeye çalıştık ama Ankara ayağı sadece üç gün sürdüğü için son güne ulaşmıştık bile. Ama son güne sağlam filmler kalmıştı. Festivalin en çok merak edilen filmlerinden bir diğeri de Carol idi. 1950’li yıllarda Amerika’da iki kadının yaşadığı aşkı konu alan filmde Todd Haynes, anlatmayı sevdiği bir dönemde geçen hikâyeyi usta işi bir sinema

80

ile anlatmış ama kumaşta bir şeyler eksik sanki. Dönemi anlatırken yarattığı atmosfer her zamanki gibi başarılı. Filmi izlerken o dönemin atmosferini yaratmak için görüntüler üzerinde sonradan oynamış diye düşünmüştüm ama film Super 16 çekilmiş zaten. Yönetmenlik açısından son derece usta bir iş. İki oyuncusu da iyi elbette ama en iyi kadın oyuncu ödülünü Rooney Mara’ya veren Cannes jürisine katılıyorum. Cate Blanchett’e hayran biri olarak burada Mara daha iyi demeliyim. Blanchett fazla göstere göstere oynuyor. Dış sahneler için çok uygun bir tarz ama onun gibi usta bir oyuncudan bire bir sahnelerde tonunu düşürmesini beklerdim. Carol’ın adını Oscar’larda birden fazla kategoride göreceğimizden eminim yine de.

16:00 – Geldik festivalin bir başka merakla beklenen filmine. İkinci Dünya Savaşı’nda toplama kampları ile ilgili anlatılmadık bir şey kaldı mı derken bazı filmler bildiğimiz olayları ne şekilde anlattıkları ile öne çıkıyorlar. Saul’un Oğlu (Son of Saul) da böyle bir film. Toplama kampında çeşitli işler yaptırılan Yahudilerden Saul’un, küçük bir çocuğu dini kurallara uygun olarak toprağa verme çabalarını anlatan film ilk önce biçim açısından dikkat çekiyor. Yönetmen László Nemes, teknik olarak çok sağlam iş çıkarmış. Sürekli olarak ana karakteri izleyen kamera ile kadrajı da daraltarak seyirciye nefes alabileceği hiç bir alan bırakmıyor. Boğucu ve yorucu bir film ama amaçlanan da bu olduğu için işin o kısmında sorun yok. Ama altı ne kadar dolu tartışılır. Seyirciyi alıp cehennemin göbeğine bırakıyor ama büyük beklenti ve biçimin içeriğin önüne geçmesinden mağdur. Toplama kamplarında yaşananları biliyor olmamızı da avantaj olarak

kullanıyor. Pek bilemediğimiz bir dönemle ilgili bir film izliyor olsak bu etkiyi veremezdi. Çevreden gelen sesler (bu arada ses tasarımı da çok başarılı), ucundan kıyısından gördüğümüz görüntüler tam da bu nedenle etkileyici. Olanları hiçbir zaman net olarak görmüyor ama dehşetini hissedebiliyoruz. Ayrıca bütün filmi burnunun dibinde bir kamerayla geçirmek kolay olmamalı. Saul’u canlandıran Géza Röhrig’i sırf bu yüzden bile tebrik etmeli.

19:00 – FilmEkimi’nin Ankara ayağı bitmek üzereyken akşam seansında bir masal izlemeye niyetlendik. Matteo Garrone’nin Bir Varmış Bir Yokmuş (Tale of Tales) filmi keyifle izleniyor izlenmesine de yarına kalır mı, şüpheliyim. Farklı masalları bir arada anlatan yönetmen, İtalyan sinemasının bir film içinde kısa hikâyeler anlatma geleneğinden beslenirken görkemli bir sinema yapmış. İtalyan sineması dedik ama Salma Hayek’den Vincent Cassel’e, John C. Reilly’den Shirley Henderson’a uzanan uluslararası bir oyuncu kadrosu var filmin. Seçilen üç masalda da günümüzde bağlantı kurulabilecek temalar işlemiş. Özellikle yaşlı kız kardeşlerin kralın ilgisini çekmek için güzelleşmelerini anlatan masalda güzellik ve gençlik tutkusu, babasının bir yarışma sonucu evlendirmek istediği prenses masalında ise özgür, güçlü ve kendilerine yeten kadınlar gibi temalar işlenmiş. Final sahnesini saymazsak, üç masalın kesişen hiçbir noktası yokken iç içe anlatma çabası anlamlı olmamış. Masalın biri bitip diğeri başlasa da olabilirdi. Hatta daha iyi olurdu.

81


21:30 – FilmEkimi’ni Alfredo Castro’nun oynadığı bir filmle açmıştık, yine onun oynadığı bir filmle kapadık. Festivalin son filmi Uzaktan (Desde Allá) için çok iyi yorumlar görmemiştim ama benim sevdiğim tarzda bir karakter draması imiş. İlk uzun metrajını çeken Lorenzo Vigas’ın filmi sadece başoyuncusu ile değil yarattığı atmosferle de Pablo Larraín filmlerini anımsatıyor. Genç erkeklerin bedenlerine bakarak kendini tatmin eden bir adamın

o genç erkeklerden biri ile yavaş yavaş şekillenen ilişkisini anlatan film, Altın Aslan alacak kadar iyi değil ya da rakipleri daha iyiydi denirse ona katılmak mümkün ama kötü bir film değil. Olaylara gözlemci olarak yaklaşmayı tercih eden Armando karakteri, Alfredo Castro’nun oyunculuğundan da destek alarak başarılı çizilmiş. Armando ve genç elemanın aralarındaki ilişkinin dinamiklerini ve geldiği noktayı da beğendim. Karakterin gözlemcilikten çıkıp olayların içinde aktif olarak yer almaktan duyduğu rahatsızlık ve sonrasında bundan kurtulmak için yaptıkları tutarlı. İzlenmesi gereken bir film. Üç günlük bir festival daha bu filmlerle geldi geçti. Bu sezona yavaş başladık ama devamının nasıl geleceğini göreceğiz. Seçimlerden sonra festival ortamının da hareketlenmesini bekliyoruz. Yeni festivallerde buluşmak umuduyla.

Gölge e-Dergi’nin de basın sponsorları arasında bulunduğu Gezici Festival 21‘ inci Yolculuğuna Başlıyor.

82

83


Sinema

Gezici Festival’in 21’inci Yolculuğu Başlıyor 27 Kasım - 3 Aralık Ankara, 4 - 7 Aralık Bursa, 9 - 10 Aralık Kastamonu Ankara Sinema Derneği’nin T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla düzenlediği Gezici Festival, 21’inci yolculuğuna başlıyor. 27 Kasım 10 Aralık 2015 tarihleri arasında sinemaseverlerle buluşacak festival, her yıl olduğu gibi Ankara’dan yola çıkacak. 27 Kasım - 3 Aralık’ta başkentteki gösterimlerinin ardından, 4-7 Aralık tarihleri arasında Bursa’ya konuk olacak. Gezici Festival yolculuğunu, 9 - 10 Aralık’ta Kastamonu’da tamamlayacak. Bu yıl 21’inci kez yollara düşen Gezici Festival, dünya ve Türkiye sinemasının seçkin örneklerini ülkenin değişik kentlerindeki sinemaseverlerle buluşturmaya devam ediyor. Festivalin 21’inci yıl teması olan Güvencesiz Hayatlar seçkisinde yer alan filmler, daha iyi bir yaşam umudunun ortadan kalktığı bir dünyada insanlık durumuna odaklanıyor. Sürekli ekonomik kriz tehdidi altında, iş güvencesi ortadan kalkmış durumda olan günümüz toplumlarında; vasıfsız işçilerden akademisyenlere, göçmenlerden üst düzey yöneticilere, toplumun hemen hemen her kesimi güvencesiz hayatlardan ve istikrarsızlıktan payına düşeni alıyor. Gezici Festival de bu yıl, güvencesiz hayat koşullarına odaklanan filmlere özel bir bölüm ayırıyor. Sosyal statülerini yitiren karakterlerin mevcut duruma uyum sağlama

84

Kelly’s Blues) (Jack Webb, 1955) filmlerine; Cab Calloway Söylüyor (Cab Calloway’s Hi-De-Ho) (Fred Waller, 1934), Black and Tan Fantasy (Dudley Murphy, 1929), Ben Webster Avrupa’da (Big Ben: Ben Webster in Europe) (Johan van der Keuken, 1966), Begone Dull Care (Norman McLaren, 1949), Yağmur Yağdığında (When it Rains) (Charles Burnett, 1995) ve Canlı Blues (Jammin’ the Blues) (Gjon Mili, 1944) adlı kısa filmler eşlik ediyor. Seçkinin sunumunu ise Rosenbaum ve Khoshbakht birlikte yapacak. Gezici Festival ve Goethe Institut Ankara işbirliğiyle bir de özel gösterim yapılacak. Alman yönetmen Ewald André Dupont imzalı 1925 yapımı sessiz film Varyete (Varieté) canlı müzik eşliğinde gösterilecek. Filme İngiliz müzisyen Stephen Horne ve Alman müzisyen Frank Bockius performanslarıyla eşlik edecek.

Her yıl özel konuklarıyla dikkat çeken ve 20’nci yılında güncel sanat alanının önemli isimlerinden CANAN’ı ağırlayan Gezici Festival’in bu yılki konuğu ise Işıl Eğrikavuk. Türkiye’de güncel sanat ve sinema arasında bir köprü kurmayı hedefleyen festival, 21’inci yılında Işıl Eğrikavuk’un video sanatı örneklerini sinema izleyicisiyle buluşturuyor. Sanatçı, aynı zamanda SALT Ulus işbirliğiyle düzenlenen sergisiyle de festivale konuk oluyor. Festivalde bu yıl da sinema üzerine söyleşiler ve çeşitli atölye çalışmaları yer alıyor. İlk yılından beri Gezici Festival’i yalnız bırakmayan ve her yıl festivale birbirinden özgün ve eğlenceli afişler sunan Behiç Ak, 21’inci yılda da hazırladığı afişle Gezici Festival’e desteğini sürdürüyor.

çabalarını konu alan filmler, sürekli risk altında ve belirsizlikle karşı karşıya olan prekaryanın sinemasal portresini ortaya koyuyor. Seçki, kötümser bir dünya tablosu çizmek yerine, var olan siyasal parti ve sendika modellerinin ötesinde yeni siyasi mücadele ve dayanışma biçimlerinin de ipuçlarını gösteriyor. İnsanın Değeri (La Loi du Marche) (Stéphane Brizé, 2015), Nefesim Kesilene Kadar (Emine Emel Balcı, 2015) ve Türkiye prömiyerlerini Gezici Festival’de yapacak olan Amerikan Rüyasına Ağıt (Requiem for the American Dream) (Peter D. Hutchison, Kelly Nyks, Jared P. Scott, 2015) ile Kralın Yeni Giysileri (Emperor’s New Clothes) (Michael Winterbottom, 2015) tema çerçevesinde gösterilecek filmler arasında yer alıyor. Gezici Festival’in klasikleşen Dünya Sineması, Türkiye 2015, Kısa İyidir ve Çocuk Filmleri bölümleri bu yıl da izleyicisiyle buluşuyor. ABD Büyükelçiliği’nin katkılarıyla hazırlanan ve ücretsiz olarak seyirciyle buluşacak olan Caz ve Sinema bölümü ise Gezici Festival’in bu yılki sürprizlerinden. Ünlü film eleştirmeni, Chicago Reader’ın eski baş sinema yazarı Jonathan Rosenbaum ve Ekhsan Khoshbakht’ın küratörlüğünde gösterilecek filmler hem sinema hem de müzikseverlerin beğenisine sunuluyor. Geç Kalan Hüzün (Too Late Blues) (John Cassavates, 1961) ve Pete Kelly’nin Şarkıları (Pete

85


Eray AYDIN

Yazar’ın Kaleminden

Aşk Kılıç ve Muska’nın Yazım Serüveni

Şehzade Mustafa’nın bu kadar popüler olması ve efsaneleşmesinin bence en önemli nedeni kendisinden sonra ülkenin genel olarak kötüye gitmesi, bir iki istisna dışında güçlü Sultanların çıkmaması sayılabilir. İşte roman tam da bu ön kabulden hareketle oluşturuldu. Kurguladığım dünyada, Şehzade Mustafa tahta çıkıyor, günümüzde yani 21. YY. da Osmanlı devleti hala yaşıyor. İngiltere benzeri bir monarji ile yönetilen ülke, günümüzde şehzadeler arasında geçen bir tahta kavgasıyla boğuşuyor. Romanda çift zamanlı anlatım kullanmayı tercih ettim. İki bölüme ayrılan roman bir taraftan 16.YY ‘da Şehzade Mustafa’nın saltanatını yaşamını

Alternatif Tarih anlayışı: “Eğer böyle olsaydı ne olurdu?” Sorusundan yola çıkarak hayali bir dünya kurgulamak demektir, ancak bir roman yazarı sadece böyle bir soru sorup onu kabataslak cevaplamakla yetinemez. Eğer böyle bir tarih akışı kurgulanmışsa roman yazarı bu yeni tarihin içerisinde de kendine anlatacak bir öykü bulmalıdır.

le eleştirilse ve bu eleştirilerin bazıları haklı da olsa, dizilerin etkisi büyük olmuştur. İnsanımız başarıya büyük ve güçlü olmaya kelimenin tam anlamıyla aç! İmparatorluk mirasçısı olan toplumlarda bu durum alışılagelmiş olsa da, ülkemiz insanında bu durum oldukça bariz ve öne çıkmakta ve bu açlığı gidermenin en etkin yolu da tarihin sayfalarından geçmekte.

Bu tarz eserlerin yani “Alternatif tarih kurgularının” şu an için fazla örneği olmasa da, yakın bir zamanda sadece edebiyat dünyasının değil, sinema ve televizyon sektörünün de çektiği konu sıkıntısını çözebileceğini düşünmekteyim.

Aşk Kılıç ve Muska adlı romanım: Eğer Hürrem Sultan İstanbul’a gelmeden ölseydi ve tahta Şehzade Mustafa çıksaydı, bugün nasıl bir dünyada yaşıyor olurduk? sorusundan yola çıkılarak yazılmıştır. Tabi ki böyle bir soru bilimin konusu olamaz, ancak sanatın özellikle de kurgusal yönü ağır basan türlerin pekâlâ alnına girebilir.

Tarih bilimi, bu güne dek hiç görülmemiş şekilde popüler oldu. Bu ilginin oluşmasında; şiddet-

86

ve zaferlerini anlatırken dönüşümlü olarak 21. YY da geçen bir taht mücadelesini ve bu mücadeleyle bağlantılı bir seri cinayet davasını anlatmakta. Ana karakter Ahmet Rıfat: Psikolojik sorunları olan bir dedektiftir ve yardımcısı genç ve tecrübesiz Osman ile birlikte seri cinayet olayın çözmeye çalışırlar, ancak bir anda kendilerini taht kavgasının tam ortasında bulurlar. Kurgusunu şekillendirmenin bir yılı bulduğu, yazmanın ise dört ayımı aldığı romanı, zevkle ve hiç sıkılmadan okunacağına şüphem yok. Saygılarımla…

87


Emre Can DOĞAN

Dizi İnceleme

Doctor Who’da Türkler

Doctor Who: Britanya bilim kurgu dizisi. 1963 yılından 1989’a kadar klasik seri olarak adlandırılan 27 sezon boyunca yayınlanmış, daha sonra 2005 yılında ‘’Modern Seri’’ olarak yeniden yayın hayatına başlamıştır. Günümüzde hala yayındadır. Yayınlandığı tarihten itibaren sadece Britanya sınırları içinde kalmadan zamanda yolculuk konusuyla geçmişte ve gelecekte pek çok Dünya milletine dizide yer vermiştir. Aşağıda Doctor Who’da dizi boyunca Türklere yer verilen bölümler ve dizide görülmüş, bahsi geçmiş Türk karakterler yer almaktadır.

88

etmiştir. Ayrıca 7.Doktor ve Ace bu bölümde paralı bir Kürt askeri grubu ile iş birliği yaparak Vincent Wheaton adlı biri ile de mücadele etmiştir.

-7.Doktor döneminde Ante Bellum sesli hikâyesinde Doktor ve Ace 1914 İstanbul’unu ziyaret ederler.

-1.Doktor dönemi sesli hikâyesi olan Byzantium hikâyesinde MS 64’de Barbara, Vicki, Ian ile beraber Doğu Roma İstanbul’una gitmiştir.

-1.Doktor dönemi kitaplarından Time and Relative hikâyesinde Susan’ın Coğrafya öğretmeni haritada İstanbul’u gösterip ‘’Neresi?’’ olduğunu sorunca Susan ‘’Konstantinopolis’’ der. Coğrafya öğretmeni Susan’ı azarlayarak ‘’O İstanbul, Konstantinopolis değil’’ diye düzeltir.

-1.Doktor döneminde The Myth Makers hikâyesi antik şehir Troya’da yani Türkiye Çanakkale’de geçmektedir.

-7.Doktor dönemi sesli hikâyesi Shadowmind hikâyesinde 7.Doktor Ace’e Byzantium’un Yeni Bizans’ı doğurduğunu, aslında deniz geçtiği için orada iki şehir olduğunu söylemiştir. Ayrıca bölümde Ace İstanbul’un tarihi hakkında ‘’Son Bizans İmparatoru’nun Konstantin olduğunu, 15.yüzyılda şehrin Türkler tarafından alındığını’’ söylemiştir.

-7.Doktor döneminin kitaplarından Eternity Weeps de 2003 yılında Bernice Summerfield ve Jason Kane adlı iki arkeolog Türkiye de Nuh’un Gemisini bulduklarını söylemiştir.

-Yine bir 7.Doktor dönemi hikâyesi olan The Curse of Fenric bölümünde Doktor 3.yüzyılda İstanbul’da o zaman ki adıyla Konstantinopolis’de Fenric ile satranç oynamıştır.

-10.Doktor döneminde Poison Sky bölümünde 10.Doktor Donna ile beraber haber izliyorken Sontaranların zehirlediği şehirlerin arasında İstanbul’da gözükmüştür.

-7.Doktor dönemi sesli hikâyesi olan Cat’s Cradle: Warhead hikâyesinde Ace 2007 Türkiye’sine gitmiş ve Miss David adında bir kadına yardım

-4.Doktor hikâyesi The Deadly Assassin de Doktor İstanbul’dan aldığı bir nargileyi Galiffrey Başkanlık Korumasına vermiştir.

-5.Doktor’un sesli hikâyesi olan Son of the Dragon bölümünde Osmanlı padişahı II. Mehmet gözükmüştür. Bölümde onun Kazıklı Voyvoda ile olan mücadelesine de değinilmiştir.

-Bir sesli hikâye olan What I Did on My Christmas Holidays by Sally Sparrow hikâyesinde 9.Doktor’un 2005’te İstanbul da Sontaranlar ile savaştığı ve Sally’nin bir Sontaran’a vurarak Doktor’a yardım ettiği belirtilmiştir.

89


-3.Doktor hikâyesi Sea Devils’de belirtildiğine göre 1.Dünya Savaşı sırasında 1915’te Gelibolu’da yapılan Çanakkale Savaşında Doktor yaralanmıştır. -5.Doktor sesli hikâyesi Castle of Fear bölümünde ise Londra, Stockbridge adlı kaledeki şövalyelerden birinin adı Yavuzdur ve Türktür. -7.Doktor sesli hikâyesi Ante Bellum’da Albay Çelebi adında bir Türk hapishanede iken Doktor onu kurtarmıştır. -11.Doktor dönemi mini hikâyesinde Vastra Investigates: A Christmas Prequel bölümünde isimsiz bir adam Strax için: ‘’O Türk mü?’’ demiştir. -The Evil One sesli hikâyesinde Master ‘’Gezegenler arası Polis Müfettişi Efendi’’ ünvanını kullanmıştır. Ünvanda ki ‘’Efendi’’ kelimesini İngilizce olarak değil Türkçe olarak kullanmıştır. -8.Doktor sesli hikâyesi Trading Futures’de Karadeniz, Rusya, Türkiye, Gürcistan ve Ukrayna ülkelerinin olduğu bölgede Kürdistan adında bir ülkeden bahsedilmiştir. -1.Doktor hikâyesi The Crusade’de adı bilinmeyen bir Türk haydut 1190 yılında Ian’ı esir almıştır. Ayrıca bu Türk Haydut’un İbrahim adlı abisi de bölümde gözükmüştür. -2.Doktor hikâyesi The Evil of the Daleks hikâyesinde Thedore Maxtible adında birinin Kemel(Kemal) adlı bir Türk işçisi gösterilmiştir. ¬¬¬-The Bellova Devil adlı sesli hikâyede Colevile adında bir Türk asker gösterilmiştir. -Return of the Living Dad adlı 7.Doktor sesli hikâyesinde Amiral Isaac Summerfield Türk kahvesi yapıp içmiştir. ¬-¬2.Doktor kitabı Tomb of the Cybermen(aynı adda bölümde vardır) Toberman adında Türk veya Ortadoğulu olduğunu düşünülen bir adam gözükmüştür. -7.Doktor sesli hikâyesi Ante Bellum’da Ilyas Ada adlı Türkiye yakınlarında bir adadan bahsedilmiştir.

90

-5.Doktor kısa hikâyesi Methuselah hikâyesi İstanbul’da 10.yüzyılda geçmektedir. -The Council of Nicea adlı 5.Doktor sesli hikâyesinde ilk defa Türkiye’de, İstanbul dışında bir bölgesinden bahsedilmiş ve ilk defa Türkiye ile alakalı bir şehir hikâyenin konusu ve adı olmuştur. (Nicea İznik yani bugünkü adıyla Kocaeli demektir) Hikâye İznik’te MS 325 yılında geçmektedir. -2011’in Mayıs ayında yayınlanan, bir 11.Doktor sesli hikâyesi olan The Hound of Artemis’de Doktor ve Amy 1929 yılı İzmir’ine giderler. -7.Doktor sesli hikâyesi Cat’s Cradle: Warhead hikâyesinde 2007 yılında Birleşmiş Milletlerin birliklerinin Türkiye’de konuşlandığı belirtilmiştir. -10.Doktor hikâyesi Water of Mars’da Türkiye, Güney Kore, ABD, Birleşik Krallık, Rusya, Almanya, Litvanya ve Avustralya ile birlikte 2059 yılında Mars’a ortak bir koloni kurmuştur. -Bir 7.Doktor sesli hikâyesi olan The Nuclear Option’da 2020 yılında Türkiye’de bulunan Türkiye 3 Noktası adlı nükleer bölgenin eridiği söylenmiştir. -7.Doktor sesli hikayesi Cat’s Cradle: Warhead’de Doktor ve Ace Londra Heathrow Havalimanında Türkiye’ye uçmuşlardır. Ayrıca bu bölümde paralı Kürt askerlerinin lideri olan Massaud adından bir adam da görünmüştür. -10.Doktor sesli hikâyesi The Story of Martha’da Martha Dünya’yı kurtarmak için dolaşıp insanlara aynı anda tek bir kelimeyi düşünmeleri gerektiğini söylerken Türkiye’de bulunmuş ve orada Tuğgeneral Lethbridge-Stewart’ın oğlu olan Tuğgeneral Erik Calvin ile tanıştığını söylemiştir. -Revenge of the Cybermen adlı 4.Doktor hikâyesinde Sarah Jane Doktor için ‘’Karışık Türk kafası’’ demiştir. -Modern seri 8.sezonunda ‘’The Caretaker’’ bölümünde Clara’nın okulu Coal Hill’in koridorunda Türk bayrağı görülmüştür.

- 6.sezon tanıtımlarında BBC, içinde 11.Doktor Matt Smith’in bulunduğu, CNBC-e’ye ve Türkiye izleyicilerine özel olarak bir video yayınlamıştır. Dipçe: Modern Seri’de 08x03 bölümü Robot of Sherwood’da Robin Hood’un söylediği ‘’Bir panayırda bir Türk’ün benzer bir şey yaptığını görmüştüm’’ repliği, bölümün geçtiği 12.yüzyılda İngiltere’de yaşayan Keltlere gönderme olabilir. O dönemde Keltlerde kendilerine Türk diyordu. Bu tarihsel belirsizlik yüzünden bu bilgi listeye dâhil edilmemiştir. Kaynaklar: http://tardis.wik ia.com/wik i/Tur key_ (country) http://tardis.wikia.com/wiki/Constantinople http://tardis.wikia.com/wiki/Mehmed_II http://tardis.wikia.com/wiki/Gallipoli http://tardis.wikia.com/wiki/Eternity_ Weeps_(novel) http://tardis.wikia.com/wiki/Ante_Bellum_ (short_story) http://tardis.wikia.com/wiki/The_Deadly_ Assassin_(TV_story) http://tardis.wikia.com/wiki/Castle_of_Fear_ (audio_story) http://tardis.wikia.com/wiki/The_Curse_of_ Fenric_(TV_story) http://tardis.wikia.com/wiki/The_Myth_ Makers_(TV_story) http://tardis.wikia.com/wiki/The_Evil_One_ (audio_story) http://tardis.wikia.com/wiki/Time_and_ Relative_(novel)

http://tardis.wikia.com/wiki/Revenge_of_ the_Cybermen_(TV_story) http://tardis.wikia.com/wiki/The_Story_of_ Martha h t t p : / / t a r d i s . w i k i a . c o m / w i k i / C a t ’s _ Cradle%3A_Warhead http://tardis.wikia.com/wiki/The_Nuclear_ Option_(short_story) http://tardis.wikia.com/wiki/The_Waters_of_ Mars_(TV_story) http://tardis.wikia.com/wiki/The_Hounds_ of_Artemis_(audio_story) http://tardis.wikia.com/wiki/The_Council_ of_Nicaea_(audio_story) http://tardis.wikia.com/wiki/Methuselah_ (short_story) http://tardis.wikia.com/wiki/Doctor_Who_ and_the_Tomb_of_the_Cybermen_(novelisation) http://tardis.wikia.com/wiki/The_Bellova_ Devil_(audio_story) http://tardis.wikia.com/wiki/Return_of_the_ Living_Dad_(novel) http://tardis.wikia.com/wiki/The_Evil_of_ the_Daleks_(TV_story) http://tardis.wikia.com/wiki/The_Crusade_ (TV_story) http://tardis.wik ia.com/wik i/Trading_ Futures_(novel) http://tardis.wikia.com/wiki/The_Caretaker_ (TV_story) http://www.cnbce.tv/dizi/686-doctor-who/ ekstralar/7915-doktorunuzdan-mesajiniz-var

http://tardis.wikia.com/wiki/The_Sea_ Devils_(TV_story)

91


Öykü: Funda Özlem ŞERAN İllüstrasyon: Hüseyin ESEN

Öykü

Gölge Oyunu -IMukaddime* İnsan olmamanın belli avantajları vardır. Ekstra hız, güç, altıncı hatta yedinci hisler, zaman ve mekanın ötesine geçmek, et ve kanın sınırlarından bağımsız olmak, zihin ve algıyla oynayabilmek, istediğin an istediğin yerde istediğin şeyi yapabilmek, sınırsız özgürlük… Tabii gerekli izinlere ve şifrelere sahipseniz. Ya da bu izinlere boş verip şifreleri kırabiliyorsanız. Benim gibi… Öte yandan insan olmamanın belirli dezavantajları da yok değil. Mesela bir insan, şu an karşımda duran çam yarması kılıklı cini dualar, muskalar ve bir cin olarak bilmeyi istemeyeceğim daha başka silahlarla buradan defedebilirdi. Her ne kadar istesem de, ben edemezdim. Onu yakasından tutup dışarı atarak kovmayı deneyebilirdim belki ama dediğim gibi, cin izbandutun ağa babasıydı ve her ne kadar yeteneklerimin farkındaysam da, o herifi döverek alt etmem hiçbir koşul ya da boyutta mümkün değildi. Evet yetenekliydim ama hiçbir zaman meselelerini kas gücüyle ya da kaba kuvvetle çözen biri olmamıştım. Kendime bu boyut için seçtiğim beden de bunu destekliyordu; diğer insanların yanında komplekse girmemi engelleyecek kadar uzun bir boy, fakat onlara tehditkâr görünmeyecek kadar zayıf, ince bir vücut. Ne sevimli, ne çirkin, orta halli bir surat ve ne düşündüğümü asla ele vermeyen bomboş, gri gözler. Pek derli toplu biri olduğum söylenemezdi. Seyrek çıkan kıllarım sayesinde traş olmaya ihtiyaç duymuyordum ama karman çorman saçlarım için bir stiliste görünmeyi ara sıra düşünmüyor değildim. Tabii iş güç arasında pek fırsat olmuyordu. Ah, evet, iş güç. Buradakilerin kullandığı terimle, ben bir hacker’ım. İnsan hacker’ların aksine, benim işim bilgisayarlar ya da internet ağlarıyla değil. Gerçi onların yardımını aldığım da oluyor ama esas ilgi alanım boyutlar ve onları birbirine bağlayan kapılar. Yani insanların yaşadığı boyutla, biz cinlerin boyutu arasındaki bağlantı. Şimdi burada kuantum fiziği ya da solucan delikleriyle ilgili kafa ütülemeyeceğim elbette ama şunu bilmeniz yeterli; cinler özel güçleri ya da şifreleri olmadan bu boyuta geçemez ve şekil değiştiremezler, denediklerinde parçalanıp yanarlar. Ben de sevgili hemcinslerim bu kötü kaderle yüzleşmesin diye basit ama önemli bir hizmet sunuyorum. Cinlerin bu boyuta geçebilmeleri ve istedikleri gibi şekil değiştirebilmeleri için gerekli şifreleri kırıyor, bir nevi anahtar görevi görüyorum. Ben buna serbest dolaşım hakkı diyorum ama dilerseniz siz bana ateş halkının Neo’su diyebilirsiniz. Ya da tercihe göre, bezirganbaşı. Benim için fark etmez, aldığım ücrete bakarım. Müşterinin kim ya da ne olduğu da umurumda olmaz. Yani çoğu zaman… Davetsiz misafirleri kapının dışında tutan büyü olmasa evime teklifsizce girmesi kaçınılmaz olan dev bozuntusu, içeri davet edilene dek inatla eşiğin önünde beklemiş, sonunda onunla karşılaşmadan dışarı çıkamayacağımı anlayınca yaptığım yarım ağız davet sayesinde paldır küldür otel odama dalmıştı. Sonra da teklifsizce karşıma geçip oturmuş ve bana üstten bakan bir tavırla anlatmaya başlamıştı.

92

93


İnsanları geçtim, kendi türüm için bile iri kıyım bir adamdı. Tuhaf bir duruşu vardı; bu boyut için büründüğü bedene uyum sağlayamamış gibi arada sırada rahatsızca kıpırdanıyordu. Özenle traş edilmiş kel kafası, ‘eğer beni attırırsan fena olur!’ der gibi parlıyordu. Aynı parlaklık irisi olmayan, hareli kızıl gözlerinde de mevcuttu. Konuşurken kâh beni, kâh odanın içini uzun uzun süzüyor ve beni sinir ediyordu. Ne istediğini henüz bilmiyordum ama konuşmasını dinlerken sabır ve sükûnetle bekledim. Ağır ve garip bir aksanı vardı. Bedevi çöl cinlerinin şivesiyle konuşuyordu ama şehirde insanların arasında kala kala cin dilini unutmuş gibiydi. Bu, insanların arasına yerleşerek hayatını şehirlerde sürdüren Ammarlar için sık görülen bir problemdi. Kendimden biliyordum. Fakat karşımdaki herifle empati kuracak havada değildim hiç; havalı takım elbisesi ve haşmetli cüssesine rağmen nedense konuya girmeyi bir türlü beceremiyordu. “Seni bulmak hiç kolay olmadı. Gerçekten adın gibiymişsin.” Komik bir şaka yapmış gibi sırıtırken, dudaklarının kenarından taşan sivri dişlerini çekinmeden sergiledi. Yırtıcı hayvan taktiği; istediğimi ver, yoksa ısırırım ya da istediğimi almak için ısırabilirim. Çok da tın. “Oldukça ilginç bir ismin var. Özellikle de ne olduğun düşünülürse…” Tek kaşını kaldırarak sırıtmaya devam etti. Bir sırtlanı andırıyordu ve gerçekten komik olduğunu sanıyordu. Fena yanılıyordu. “Ne olduğumu biliyorum. Ne olduğumu sen de biliyorsun. İstersen bilmediğimiz bir yerden başlayalım; benden ne istiyorsun ve karşılığında bana ne verebilirsin?” Öyle sıkıcıydı ki, dayanamayıp araya girme ihtiyacı hissetmiştim. İri kıyım herifler oldum olası sinirimi bozardı. O da bunu biliyormuş gibi öne doğru eğildi ve şişkin kaslarını sohbetimize dahil etmek ister gibi kollarını önünde birleştirdi. “Sadede gelelim diyorsun ha? Güzel, oyalanmaktan ben de hoşlanmam. Seni sevdim… Gölge.”

“Öncelikle, işverenim adına burada olduğumu belirteyim. Beni bir çeşit aracı gibi düşün. Patronumun isteklerini iletmek için geldim.” ‘Neden sadece benim sinirim bozulsun ki?’ diye düşündüm ve araya girdim, “Postacısın yani?” İstediğimi aldım; potansiyel müşterimin yüzünden saklayamadığı bir kızgınlık ifadesi geçti ama uzun sürmedi. Gözlerindeki kızıl hareler, içeride birileri ocağın altını kısmış gibi yavaşça söndü. “Temsilci diyelim. Her iki tarafın çıkarlarını gözeten ve işin en iyi şekilde halledilmesini sağlayan bir yardımcı... İşverenim kadar sana da yardım etmek için görevlendirildim, Gölge.” Vay be, herif hakikaten profesyoneldi ya da benden gerçekten önemli bir şey isteyecekti. Ya da benden önemli bir gerçeği gizliyordu. Siktir. “Lafı dolandırmayayım; hizmetinin karşılığında uzun zamandır peşinde olduğun bir şeyi teklif ediyorum sana, tabii patronum yaptığın işten memnun kaldığı takdirde… Neden bahsettiğimi anlamışsındır herhalde… Yüzüncü Ad… Senin olabilir.” Ne bir cin olarak yaradılıştan sahip olduğum hisler, ne de sonradan edindiğim yetenekler beni duyduklarıma karşı uyarmıştı. O iki kelime kıkırdak ve deriden yapılma kulaklarımın içinde yankılandı ve ardından dumansız ateşten yapılma kalbimin derinliklerine işledi. Yüzüncü Ad… Elbette Lübnanlı Maruni’nin yazdığı kitaptan bahsetmiyordu. Fakat kitap onun bahsettiği şey ile ilgiliydi. Allah’ın, Kuran’da anılan doksan dokuz adının, fani insanlara bildirilmemiş olan yüzüncüsü. Tanrı’nın gizli ve yüce adı. Her kapıyı açabilecek olan nihai ve esas şifre. Cinlerin ana anahtarı. Benim nirvanam.

İsmimi söyleyerek üzerimde baskı kurabileceğini sanıyorsa çok yanılıyordu. Bir cini adını kullanarak bağlayabilir ve büyüyle ona istediğinizi yaptırabilirdiniz. Fakat bunun gerçek ismim olmaması bir yana, böyle şeylere karşı önlem almayacağımı düşünecek kadar aptal olamazdı herhalde. Eğer öyleyse işime yaramazdı zaten.

Salaktım ben. Tuzağı görememiştim. Beni ya da yaptığım işi bu denli detaylı bilmesi mesele değildi ama herif ne istediğimi biliyordu, üstelik onu ne zamandır istediğimi bile biliyordu. Peki ben onun hakkında ne biliyordum? Güçleri onu okumamı engelliyordu ve aldığım onca önleme rağmen onun beni okumasına gerek bile yoktu. Buraya ödevini yapıp gelmişti. İşin ne olduğunu söylemeden önce bana ne vaat ettiğini açıklamıştı. Güya elini açık oynuyordu ama aslında yaptığı basit bir kart hilesinden başka bir şey değildi. Bul karayı al parayı. Bense papazı bulmak üzereydim ve elinde gümüş tepsiyle kapıma kadar gelen bu papazın kim olduğunu hâlâ bilmiyordum.

“Konuştuklarımızın aramızda kalacağını umuyorum. Bu tip konularda gizlilik önemlidir, bilirsin. Bir iş adamından diğerine…”

“Şu sözünü ettiğin patronun bir adı var mı, yoksa ilk buluşmada onu bile söyleyemeyecek kadar utangaç mısın?”

Son lafı ederken tek gözünü kırptı ve bu basit hareketle midemi bulandırmayı başardı. Genelde müşterilerime karşı nazik ve sabırlı davranırdım ama bu hıyarda sabrımı zorlayan bir şeyler vardı.

Güldü. Sinirden değil, tehdit etmek için de değil. Herif sahiden güldü. Bak sen şu mizah duygusu kabaran orangutana.

Kızıl hareler halinde parlayan gözleri hiçbir sevinç belirtisi olmadan bana dikildi ama o gülümsüyordu. Kendinden emin, küstah ve karşısındakini aşağı gören sırtlan tebessümü.

“Kiminle iş yapacağımı bilmek isterim ve sen bana daha adını bile söylemedin?” Sesim istemediğim kadar tedirgin çıkmıştı. Et ve kemikten yapılma bir bedeni kontrol etmek bazen zor oluyordu, özellikle sinirlerim bozukken. Fakat tedirginliğim hıyarın hoşuna gitmişti. “Sakin ol, gölge kardeş…” Ağzı kulaklarına varınca sivri dişleri iki sıra halinde ortaya çıktı. “Merak etme, birbirimizi tanıyacağız. Hem de çok iyi tanıyacağız. Şimdilik sadece bilmen gerekenleri öğren yeter.” Buraya kadardı. Ömrüm boyunca onlardan biriyle karşılaşmamak için millerce uzağa kaçıp

94

yerleşmiştim ama sırf şu pislikten kurtulmak için bir cin avcısını buraya, yuva edindiğim bu otel odasına çağırmaya razıydım. Onların bile bazı hemcinslerim kadar gaddar ya da sinir bozucu olabileceğini sanmıyordum.

“Bu kadar aceleci olma aslanım, gece uzun. Önce teklifimizi duymak istemez misin?” Oha. Beni kendi alaycılığımla vurması bir yana, sahiden ahlaksız bir teklif yapmak üzere olabilir miydi? Beni yanlış anlamayın; ne homofobiktim, ne de cinfobik. Hangi türün hangi cinsiyetle nasıl ilişkiye girdiği umurumda değildi, hatta işin içine insanlar karıştığında eğlenceli bile olabiliyordu. Fakat her ne kadar müşteri memnuniyeti temel felsefem olsa da, koşullar ne olursa olsun bu tür bir hizmet sunmuyordum. Güzeller güzeli bir sevgilim vardı zaten ve inanın bana, tek bir kadınla uğraşmak yetip de artıyordu bana.

95


Cin bile olsa bir erkeğin sınırları olmalıydı. “İstediğimiz şey çok basit aslında, senin için çocuk oyuncağı olmalı. Elbette şöhretinin hakkını verebilirsen…”

Sinirim bozuldu, gülmeye başladım. “Dalga mı geçiyorsun sen benimle?”

Yine bir takım laf sokmalar. Şu iri yarı mafya bozuntusu kötü adamların, pardon cinlerin, her iki lafından birinin tehdit ya da küçümseme olması nasıl bir klişeydi?

Görüyordum zaten, asıl sorun da buydu.

“Doğrusu ismin senden önde gidiyor. Başka bir deyişle, ‘gölgen’ kendinden uzun hehehe!” Gerçekten espri yaptığını sanıyordu, hem de iyi bir espri olduğu konusunda ısrarcıydı. Kahkahası odanın içinde yankılanırken susup bekledim. Bana vaat ettiği şey karşılığında, tabii o da doğruysa, isteyeceği şey asla basit olamazdı. Üstelik bana hâlâ işe yarar herhangi bir bilgi vermemişti. İçimden bir ses bu herifi hafife aldığımı söylüyordu ve içimdeki sesin haklı çıkmasından nefret ederdim. Sonrasında haftalarca böbürlenmesini dinlerdim puştun. “İş diyorduk! Patronun benden ne yapmamı istiyor?”

“Aksine, gayet ciddi olduğumu göreceksin.” “Peki bir isim olmadan onu buraya nasıl getirebileceğimi zannediyorsun, zeki çocuk? Ben şifre kırıcıyım, hüddamcı değil!” “Biliyorum, o yüzden buradayım. Alanında en iyi, hatta belki de tek olduğun için.” Tehdidi bir kenara bırakıp yıkama yağlamaya geçmesi hayra alamet değildi. Burada ne haltlar dönüyordu?! “Ne istediğini tek seferde, açık ve net olarak söyle ya da buradan hemen çek git. Güldük eğlendik, tamam ama saçmalıklarla uğraşacak zamanım yok benim.”

Sesim umduğum kadar sert çıkmıştı, ön sevişme de bir yere kadardı. Her şeye rağmen ciddi bir iş adamı olduğumu anlamasını istiyordum, özellikle de çok gizli tanrısal isimler söz konusuysa.

“Benim de öyle. Bu işi ciddiye alsan iyi olur, yoksa az önce sözünü ettiğim eğlenceli kısım her an başlayabilir. Hem belki kız arkadaşını da oyuna dahil ederiz, ha ne dersin?”

“Mühim bir şey değil,” dedi gülümsemesi tamamen solduğunda. “Ufak bir nakliye işi sadece. Her zamanki şeyler.”

Tehditler geri gelmişti, hem de katmerli olarak. Alaz’ı bu işe karıştırmasındansa deminki yalakalığı bin defa tercih ederdim. Bu iş gitgide sarpa sarıyordu ve neye bulaştığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

Tekrar alevlenen kızıl gözlerindeki parıltı işin ne basit, ne de ufak olduğunu anlamama yetmişti. “Bu yüzden mi o ufak nakliye işi karşılığında bana sarayın altın anahtarını sunuyorsun? Söyleseydin bizim lobideki çocuğu çağırırdım, isimsiz patronuna valizlerini taşımasında yardım ederdi. Üstelik birkaç dolarlık bahşiş yeterli olurdu, anahtarı da patronunun cebinde kalırdı.” Son lafı ederken gülümseyerek ona göz kırptım. Sinirlenmesini ve ani bir tepki vererek ağzından bir şeyler kaçırmasını bekliyordum. Öyle olmadı. Orangutan görünümlü köpek balığı dişlerinin arasından derin bir nefes çekerek sırıttı, “Ama bu kadar sabırsız olursan olmaz ki! En güzel kısma henüz gelmedik, tatlıyı sona sakladım. ” Durup gerginliğin beni ele geçirmesini bekledi. Amacına istemediğim bir hızla ulaşıyordu. “Buraya kadar olan sıkıcı kısımdı. Teklifin bir de öteki yüzü var. Esas eğlence, sen bu işi kabul etmezsen başlayacak. Eh, bu da benim küçük anahtarım diyelim.” Çok lazımmış gibi lafını tamamlarken parmaklarını şaklatarak esnetti. Oysa beni korkutmasına gerek yoktu; salak olabilirdim ama tehdit edildiğimi hemen anlardım. Sadece o tehdidi getirip burnuma sokmanız gerekiyordu. Yoksa ne zevki vardı ki? Önüme konan havucu da, sopayı da görmüş ve kararımı çoktan vermiştim. Yine de kalan gurur kırıntılarımla bir şeyler yapmam icap ediyordu. “Anahtarın cebinde kalsın. İş ne? Kimi nakletmek istiyorsunuz?” “Kim değil, ne?” Duraksadım, “Şey, bu biraz ırkçı oldu sanki. Yüzeysel detaylara yalnızca insanlar takılıyor sanırdım...” “Sana bir isim veremem,” diyerek lafımı böldü. “Ama nakledeceğin şeyin ne olduğunu söyleyebilirim.” Kendi adını söylemiyordu, patronunun adını söylemiyordu ve şimdi de öteki boyuttan bu tarafa

96

geçirmemi istediği cinin adını söylemiyordu. Şaka mıydı bu?

“Ne istiyorsun?” Uyuz herif yüzündeki tek bir kası bile oynatmadan bana bakmaya devam etti, bu sırada eli ceketinin iç cebine gitmişti. Bir an silahını çıkarıp beni vuracağını düşündüm. Aptalca bir düşünceydi; normal kurşunlar en fazla şu an giydiğim bedeni yaralar, belki öldürürdü. Beni öldürebilmek için cin avcılarının kullandığı özel silahlara ihtiyacı vardı ve kendisi de cin olduğuna göre bunları kullanamazdı. Ama içimden bir ses, bu herif eğer canımı yakmak isterse bunun bir yolunu mutlaka bulacağını söylüyordu. Hay sıçayım o sese! Tabanca yerine cebinden küçük bir kağıt parçası çıkardı ve bana uzattı, “İçinden oku. Seslendirme.” Katlanmış kağıdı alıp açarken gerginliğim giderek artıyordu. İçimdeki gıcıklık yapma isteğini bastırarak adamın lafını dinledim ve kağıtta yazanı sessizce okudum. Tek bir kelimeydi, “Zinparhükan”. Cin dilinde “cinlerin korktuğu şey” anlamına geliyordu ama bunun dışında bir anlamı yoktu, en azından benim için. Gözlerimi kağıttan kaldırıp adama baktım, “Eee?” “Getireceğin şey bu,” dedi kağıdı göstererek; bana verdiği öğüdü kendi de tutmuş, o kelimeyi seslendirmekten kaçınmıştı. “İsmi yok ama ne olduğu belli, bu kadarı yeterli olur diye düşünüyorum.” Ben o kadar emin değildim, “Peki neymiş bu ‘korktuğumuz şey’?” Omuzlarını silkti, o kaslı iri vücutta bu çocukça hareket komik kaçmıştı ama nedense gülecek halim kalmamıştı. Ne olduğunu bilmiyor muydu, yoksa bana söylemekten mi kaçınıyordu, anlamamıştım. “Bu işi yapabileceğimi sanmıyorum,” dedim kağıdı katlayıp ona geri uzatarak. “Çok fazla belirsizlik var. Belki de becerebilecek başka birine başvurmalısınız.” Elim havada asılı kaldı. Kağıdı almadığı gibi, gözünü bile kırpmamıştı izbandut. “Ama ben buradayım ve bunu senden istiyorum. Daha doğrusu, patronum istiyor.”

97


“Şu senin patron, hani isimsiz olan… Cinlerin bile korktuğu bir şeyi neden bu dünyaya getirmek istiyor? Daha da önemlisi, kendim de o şeyden korkacaksam neden onu buraya getirmenize yardım edeyim?” “Bak işte bu güzel bir soru…” Kızıl gözlerini gülerek bana dikti. “Çünkü sevgili gölge kardeşim, eğer kendisini tanısaydın, asıl korkman gerekenin benim patronum olduğunu bilirdin.” Hımmm, güzel tehdit. Alırım bi’ dal. “Ama tanımıyorum, değil mi? Aslına bakarsan adını sanını bile bilmiyorum. Dolayısıyla bu dediklerini ciddiye almam biraz zorlaşıyor.” Pis pis sırıttı. Onun karşısında otururken insan olmadığıma hiç bu kadar memnun olmamıştım ama şu an kendim olmak istediğimden de pek emin değildim. İç sesim kafamda çığlıklar atıyordu. Ama nedense beklediğim darbe gelmedi. “Sen de haklısın… Fakat bunu sana söylemeye yetkili olmadığımı tahmin edersin ya da en azından sana söyleyeceğim ismin onun gerçek adı olmayacağını…” Tabii canım, aramızda iki isim bağlama büyüsünün lafı mı olur? Hüddamcıya mı benziyordum oradan bakınca?! “Madem çok ısrar ediyorsun, ondan bahsederken ‘Mr. Sad’ diye hitap edebilirsin. Eğer şanslıysan anlaşmamız bitene kadar onu görmek zorunda kalmazsın zaten. Sadece benimle muhatap olacaksın.”

“Hı-hı. Tabii…” “Anlaştığımıza sevindim! Patronum da çok sevinecek. Laf aramızda, Mr. Sad üzülmekten hiç hoşlanmaz!” İşini bitirmiş bir havayla ayağa kalktı, “En kısa zamanda hazırlıklarını tamamla, güzel haberlerini bekliyoruz.” Daha sabah olmadan terk edilmiş bir kadının şaşkınlığıyla sordum, “Ne yani, bu kadar mı?” “Ha, pardon,” diyerek elini uzattı. Bir an boş boş baksam da, bakışlarındaki bir şey beni ayağa kalkıp elini sıkmaya itti. Tokalaşırken avucumun içi gıdıklandı, sonra kaşındı ve ardından yanmaya başladı. Doğam gereği ateşten etkilenmezdim, yoksa Alaz gibi bir sevgiliyle de baş edemezdim zaten. Fakat herifçioğlu beni ateşle yakmıyordu. Yaptığı büyünün dumanı ellerimizin arasındaki boşlukta tütmeye başlamıştı. “Anlaşmayı imzalanmış sayıyorum. Bu mühür iş bitene kadar sende kalacak; sadece bir önlem olarak, bilirsin…” Bilmiyordum. Daha önce hiç bu tarz bir belaya bulaşmamıştım ve elim fena acıyordu. Avucumu açıp baktığımda küllenmeye başlamış kapkara bir “M” harfinin etime işlendiğini gördüm. Yalnızca bu bedene değil üstelik, alevden olana da. “Şimdilik hoşça kal, kardeşim. Yakında görüşmek üzere…”

Kaçan keyfim birden yerine gelmişti, karşımdaki Tarantino özentisi rezervuar köpeğine güldüm. “Çok aradın mı bunu? Yoksa sen de Mr. Grumpy falan mı oluyorsun bu senaryoda?”

Sırıtarak üstüne başına çeki düzen verdi; esas düzelttiği takım elbisesi miydi, yoksa kullandığı insan bedeni miydi anlayamamıştım. Kafam da midem gibi bulanıyordu. Bir elimde mühür, bir elimde kağıt parçasıyla kalakalmıştım.

“Hayır…” Gülmedi, mizah duygusunu aniden yitirmiş gibi kaskatı bakıyordu kızıl gözleriyle. “Ama eğer teklifimi kabul etmez ve dalga geçmeye devam edersen Mr. Very Very Angry olacağım. Yok, eğer kabul eder ve adam gibi işini yaparsan o zaman da sen Mr. Happy olacaksın. Nasıl, iyi anlaşma değil mi?”

“Bu arada…” Dışarı çıkarken durup tekrar bana baktı, “Biraz yemek falan ye, hasta görünüyorsun. Kendine dikkat et, sen bize lazımsın… Gölge.”

Tartışma götürmez bir soruydu ama benim de bir sorum olacaktı. “Bir şey daha var… Eğer doğru söylüyorsan ve Yüzüncü Ad sizdeyse, neden kendi işinizi kendiniz halletmiyorsunuz? Bana gerek yok ki.” “Yanılıyorsun, ‘zeki çocuk’. Kapı bizim, anahtar da öyle ama kilidi bulamazsak içeri giremeyiz ya da içeridekini dışarı çıkaramayız, öyle değil mi? Bu nedenle bir çilingire ihtiyacımız var, o da sen oluyorsun.” Boynunu kırtlatarak sevimli sevimli gülümsedi müstakbel müşterim ve olası işkencecim. “Eee ne diyorsun?” Bana söyleyecek bir şey bırakmış gibi fikrimi sorması çok nazik bir davranıştı. Kibarlıktan dökülecektim, bir de salaklıktan.

Köpekbalığı sırıtışıyla göz kırptı ve defolup gitmeden önce kapı aralığında birkaç saniye bekledi. Koridordan sızan ışık arkasından vuruyordu ama adamın ardında yere vuran bir gölge yoktu. Türümüzün nadide bir özelliği ve kendime seçtiğim ismin kaynağı. Herif haklıydı; ismim ilginç, hatta ironikti. Çünkü cinlerin gölgesi olmazdı. İlk Bölümün Sonu *Mukaddime: Geleneksel gölge oyununun ilk kısmı, giriş. Yazarın notu: “Ecel serisinin içinde yer alan Gölge’nin ortaya çıkmasına fırsat verdiği için Gölge e-Dergi’ye teşekkürlerimle…”

Yüzüncü Ad’ı istiyordum. Onu her şeyden çok istiyordum. Ama bu herifin ya da bahsettiği şu Mr. Sad’in Yüzüncü Ad’a sahip olması bana çok inandırıcı gelmiyordu. Öte yandan, dediğini yapmazsam beni ve sevgilimi gerçekten mutsuz edecek olmaları epey inandırıcıydı. Benden istediği şey saçma sapan olabilirdi ama kabul etmekten başka şansım yoktu. En azından şimdilik. “Tamam. Yapacağım. Yani, deneyeceğim.” “Deneme, yap. Sonunda sen de memnun kalacaksın, söz veriyorum.” Dedi ilişkiye zorladığı kıza teselli vermeye çalışan sığır adam. Ben de o kız oluyordum haliyle.

98

99


100


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.