Gölge e dergi haziran 2015 sayı 93

Page 1


İÇİNDEKİLER

Wuthering Heights (1992)

93.

Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Mehmet Berk YALTIRIK golgedergimail@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Mehmet Kaan SEVİNÇ Pinup: Gülhan D SEVİNÇ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/

04-08 Korku Köşesi - Emekli Dehşet 09 Korku Köşesi-Dehşetler Albümü Kayış Ayak 10-12 Korku Köşesi - Kör Çukur 13-23 Ustaların Ardından- Ferdi Sayışman'ı kaybettik. 24-28 Ustaların Ardından- Zeki Alasya'nın Anısına- Devekuşu Kabere-Yasaklar 29-34 Ustaların Ardından- Bir Büyük Çizgi Ustasına Daha Veda 35-47 Fantastik Edebiyat- Fantastik Edebiyat'ın Müziğe Yansımaları 48-49 Öykü- Adem ile Havva 50-55 Çizgi Roman - Kagan 56-60 Öykü- Görünmez Kız'ın Sonu 61-63 Haberler- Ersin Burak Bozcaada Sergi 64-65 Haberler - İstanbul Lisesi Sinema Klubü İftiharla Sunar 66-67 Haberler- Batman: Arkham Knight Ses Kastıyla Tanışın, Kevin Conroy ve Jonathan Banks da Dâhil Oldu. 68-69 Haberler- Quentin Tarantino'nun The Hateful Eight'ına Ön Bakış 70-72 Öykü- Yurtsuz ve Gizemli Cinayetler 73-78 Çizgi Roman Ön OkumaSamurayların Çağında Onların Tek Efendisi Ölümdü. 79-81 Öykü- Sigaralar da Ağlar 82-96 Çizgi Roman- Kuzu 97-101 Öykü- Her Yerde Cin Var. 102-117 Sinema - Festivaller, Festivaller, Filmler 118-121 Öykü - Yara İzi 126 Pinup

Gölge'de 93. ay. Kimimizde bıkkınlık, kimimizde yılgınlık var ama zannetmeyin ki bu geçen günlerin ardında bıraktığı tortu. Bu Türkiye'nin geçtiği dönemde art arda gelen seçimlerle, kardeş kavgalarıyla, yalanlarla talanlarla yürümeye çalışmaktan. Bu ay yine seçim ayı ve insanların sizi "siz meclise gireceksiniz", "siz alkışlayacaksınız", "siz yürüyeceksiniz", "Yeni Türkiye" gibi safsatalarla oyalamasına bakmayın. Gerçek olan tek şey cebindeki paranız, bankalara olan borcunuz, inanmadığınız politikacılar ve dağdaki kavga. Biz politik bir dergi olmadık, olmayacağız, bizi zorlamasınlar. Biz sanal dünyanın gerçek dergisiyiz derken bile o politikacılar kadar sanal olamıyoruz. Sürç-i lisan ettiysek affola... Az kaldı bir kaç ay daha katlanın bize "EY OKUR... EY SEVGİLİ OKUR... EY MERT OKUR..." Bizi seçtiğiniz için teşekkürler. Dinek Dağı Yeni Geldim Gurbetten Başım Eksik Olmaz Kadadan Dertten Adama Kemlik Mi Gelir Merdoğlu Mertten Kötülerin Dalı Gölgesi Olmaz Olmaz Yiğit Olan Ata Biner Atlanır Yiğit Olan Her Cefaya Katlanır Yiğit Gölgesinde Yiğit Saklanır Kötülerin Dalı Gölgesi Olmaz Olmaz Kırşehir-Muharrem Ertaş

3

Gölge e-Dergi


KORKU KÖŞESİ

Korku Köşesi

Emekli Dehşet «Ne demek oğlum ben bıraktım bu işleri?» «Bıraktım işte abi. Çok dikkat çekmeye başladı. Tetikçilik bile daha garanti...» «Nesi garanti oğlum? Bu da tetikçilikten farklı sanki? Yapmadığın iş değil! Hem sen adamım değil misin ulan?» Vedat abi beni bir orman yakma işi hususunda ikna etmeye çalışıyor. Hem para kazanırım hem namım yürür diye dâhil olduğum mafya işlerinde nasıl kundakçı, marangoz konumuna geldim ben de anlayamadım. Her şeyi cılkı çıkmış memlekette zaten, mafya mı bozulmayacak… «Abi tamam ben senin fedainim. İcabında sana atılan merminin önüne ben atılayım yani o problem değil. Ama kundakçılık da bir yere kadar. Mahallede dalga geçiyorlar. Millet mafyaya girer belinde silahla dolaşır, sen benzin bidonuyla dolaşıyorsun falan diyorlar. Benim boyumca çocuklar icraat yapıyor ben orman yakıyorum!» «Ulan hergele! Ben sana bu işe giriş var çıkış yok demedim mi zamanında? Şimdi gelmiş burada artistik yapıyorsun bana!» «Abi tamam lise bitince ortada kaldım, işsizlikten geldim ama hani beklentilerim daha farklıydı.» «Ne beklentisi ulan?» «Hani silah külah vaziyetleri...» «Taktık ya oğlum beline?» «E abi çatışma yok icraat yok. Ormanda kırda dolaşırken hayvana bile denk gelmiyoruz...» «Birkaç müteahhitin işine yardımcı olan arazi-orman mafyasıyız ulan biz. Sen Kurtlar Vadisi izleyip gaza geldin diye sektör mü değiştirelim? İş ise bu da iştir. Al paranı otur aşağıya. Hem bu iş çok nakit getirecek bize.» «Abi tamam yapayım da diğer yandan bu iş çok riskli olmaya başladı. Hani haberler falan çıkıyor ya orman yangınlarıyla ilgili...» «Ulan mafya değil misin neyinden korkuyorsun? Yiğitlik de cesaret de böyle anlarda belli eder kendini işte. Bu sefer halledeceğin, gözden epey ırak bir arazi. Ama geniş. Ağaçlarla dolmuş öyle duruyor. Buraya yazlık site yapılacak ama modern şehir gibi bir şey olacak. Astronomik bir rakam düşüyor bize oradan hesap et. Adamlara ortak olacağımızdan artık inşaat sektörüne de gireceğiz...» «Abi peki hayatıma heyecan meyecan gelecek mi?» «Ben getireceğim senin hayatına heyecan. Sen hadi al bidonu, arabayı yola çık hemen. Gideceğin yeri de şu kâğıda yazdırdım. İşini hallet gel hadi koçum!» Sanki yok deme imkânım varmış gibi niye yapmamakta ısrar ettiysem... Şimdi bagajda bidon, elimde adres kâğıdı şehir dışına vurdum işte kendimi. Sanayii falan geride bıraktım. Bir yerden sonra tarlaları bile tek tük görür oldum. Trakya’nın Karadeniz’e bakan kıyısı boyunca, adresteki yeri bulmaya çalışıyorum. Zira ev değil dükkân değil, bir mevkii yazıyor. Levhalarda bile denk gelip gelmeyeceğim şüpheli. Birine rastlarsam sorarım… Uzakta bir benzinlik gördüm. Arabayı durdurup yürüyerek gitmem iyi olabilir neticede soracağım adresten sonra, orman yangını neticesinde beni gidip ihbar edebilir. Yola çıkarken bidon benzinle dolaşmaktan arabada fazla benzin kalmadığını son anda fark ettim. Mecbur gireceğim benzinliğe.

4

5


ÇC

Korku Köşesi

Korku Köşesi

Benzinci depoyla meşgul olurken çok ters baktı bana. Adam haklı, bu mevsimde buralarda pek yabancıya denk gelmiyordur. Daha da şüphelenmesin diye, hem de adresi öğrenmek için muhabbet girişiminde bulundum. Hesapta arkadaşımın yazlığını arıyorum bir süre kafa dinlemem lazım. Mevkiinin yerini soruyorum. Adamın yüzü asılıyor birden. Yöreye has aksanı hafiften seziliyor: “O yanda pek yazlık olmaz. Daha yukarı taraftadır o. Hiç durmadan devam et, sorduğun civarda fazla oyalanma…” “Niye?” “Koca orman beya. Zaten buradan yukarıya doğru yardır, akşama doğru oradan geçersin. Patikasına falan dalma ama kaybolursun. Hem o civarda dolaşmak iyi değildir.” “Askeri arazi falan mı?” “Onunla alakası yok. Çok adam kestiler orada. Tinerci mi gezer, esrarkeş mi dolaşır bilmiyor kimse. Piknikçiden, yazlığa gidenlerden falan çok ölen çıktı orada. Tek başına geziyorsun sakata gelirsin…” Bir de insanlar o kadar laf ederler işime. Demek burayı yakıp imara açmakla insanlara hizmet götüreceğiz. Gerçi cinayetler falan da korkutmuyor değil ama neticede ben de sağlam pabuç değilim. Boş değiliz, emanet var yanımızda Allah’ın ormanında birkaç tinerciyi vursam kim hesap soracak? Akşama doğru cidden de yanımı yöremi kaplayan, neredeyse havayı bile dallarından güç bela görebildiğim bir ormana vardım. Demek yakacağım yer burası. Ama yine de emin değilim, pafta numarası falan da yok. Olsa bile burada neyi nereden bulacağım? Birine daha rastlarsam sorarım ama birine rastlayacağım da yok gibi. Tek bir ev bile yok… Yine bir aksilik daha. Yağmur yağıyor bu sefer hafiften. Öyle sağanak olmasa da zor tutuşturulur. Mecbur kuruyana kadar beklemeli. Kapıyı kilitler falan öyle takılırım. Keşke benzinciden birkaç bira çerez falan alsaydım, zaman da geçmez… O da nesi? Akşamın alacasında biraz uzakta bir villa! Pencerelerinde ışık da görülmüyor demek ki sahipleri başka yerde. İyi bari. Yağmur kesilene kadar takılırım orada hem zengin evi mahzeni, kileri falan da vardır. Şarap marap takılırım işte… Villaya doğru uzanan düzgün bir patikaya saptım. Ormanların arasında, yeşillikli bir tepenin üzerinde kule gibi dikmişler. Villaya benziyor ama bu kadar ufak olmaz, sanırsın orman gözlem kulesi niyetine inşa etmişler. Tepeyi tırmanırken o karanlık yapısıyla, havanın kasvetiyle tövbe estağfurullah perili köşk gibi görünüyor gözüme. Benzincinin uyardığı o tinerciler falan bu civarda mı geziyor acaba? Villanın önünde bir düzlüğe gelince arabadan indim. Yemyeşil ağaçlar ayağımın altına serilmiş, kıyı şeridinde masmavi deniz uzanmakta. Yangını halledeyim buraya ev yapılınca bir dairede kendime ayarlarım artık, şahane yer neticede. Yağmur damlalarının şıpırtısına rağmen bir müzik sesi çalınıyor kulağıma. Radyodan falan değil, cızırtılı. Çocukluğumda bizim bakkal Mustafa’nın dükkanında dinlediği plaklara benziyor. İnceden bir kadın sesi. İçki âlemlerinden aşina olduğum kadarıyla, artık youtube’da falan denk geldim herhalde epey eski bir Müzeyyen Senar plağı olsa gerek. “Sahilde Saba rüzgârı ağlarken uyan sen”… Yine çocukluğum geliyor aklıma. Sabahın köründe Kur’an kursuna gönderirlerdi bir ara mahallede, sabah ezanının ürpertisinde giderdik mahalleden çocuklara. Aynı zamanda müezzin de olan bizim imam söylemişti, Saba makamıyla okunduğundan bu kadar ürkütücü gelirmiş insana, ölümü hatırlatırmış fesupanallah… Villanın üst katlarından birinde bir gölge görür gibi oldum. Belli, yaşayan biri var. Plak mlak dinliyor, garanti rakısını açmıştır. Neyse en azından tanrı misafiri falan davet ettiririm kendimi, şu yağmur gailesinden bir kurtulayım da.

Villanın kapısını çaldım. Rengi kararmış, tahtası çatlamış, tokmağı falan paslanmış hep. Boyaları bile dökülüyor villanın. Bakımsızlıktan ziyade ölmüş ama gömmeyi unutmuşlar intibaı uyandırıyor insanda. Kapıyı çalmak için zile bastım ama hiç ötmedi, besbelli o da mevta olmuş villa gibi. Kapıyı yumrukladım ben de. Bir süre sonra sonsuz bir karanlığa açıldı sanki. Elinde üçlü şamdan, sırtı hafif bükülmüş, saçları dökülmüş, kısık gözlü bir amca açtı kapıyı. Selamünkavlen korku filmi gibi ortam… “Hayırdır bey oğlum? Bu yana pek gelip giden olmaz, memur musunuz acaba?” “Yok, amca memur değilim ben. Arkadaşımın evine gidiyordum da buradan epey uzakta. Yağmurda çamur mamur olur diye çekindim, sizin eve sığınayım dedim kesilene kadar.” “Makul. Bu mevsimde ziyadece yağar. Benim de pek ziyarete gelenim yoktur. Balkonda oturmuş plak dinliyordum. Buyur yukarı çıkalım, ayakkabını çıkarmana lüzum yok.” Amcanın peşinden o kadar ürperti duymama rağmen eve girdim. Her yer karanlık, perdeler bile sıkı sıkıya örtülü. Eşyaların modası geçeli yarım asır olmuştur herhalde, bir kısmının üstü örtülü. Vitrinlerde eski biblolar, duvarlarda siyah beyaz fotoğraflar, madalyalı fesli paşa dede siluetleri falan var. Amcanın üzerinde Önder Somer robdöşambrı falan var böyle eski filmlerdeki gibi, ayakkabıyla janti bir şekilde geziyor, kesin aileden köşk möşk durumları var belli yani. “Amca hayırdır elektriklerin mi kesik?” “Bu evde hiç yok. Binayı yaptırırken suyu bağlatabildim de elektrik olmadı. Tel çekemeyiz dediler, orman arazisi olmasından mütevellit sıkıntı çıkarmış. Ben de eski usul yaşayıp gidiyorum. Işığa pek de ihtiyacım olmuyor zaten. Plaklarım yetiyor bana…” Amca azıcık acayip belli ama herhalde yaşlılıktan. Araba falan da görmedim, acaba işlerini nasıl görüyor, ihtiyaçlarını nasıl karşılıyor? “Pek ihtiyacım yoktur bey oğlum. Bir başıma yaşıyorum, civardaki köylüler gelip bırakıyorlar ücreti mukabilinde. Maaşımı falan hep onlar halleder sağ olsunlar.” Civardaki köylüler? Gelirken pek köye möye rastlamadım ama hayırlısı. Balkonda bir eski koltuğa oturuyor, önündeki sehpada gramofon, yanında da birkaç plak. Ben de içeriden kırılmamasını temenni ettiğim bir sandalye getirip ona oturuyorum. Gramofonun kolunu çeviriyor, yeniden iğnesini ayarlıyor. Bir kere daha inceden Müzeyyen Senar’ın sesi duyuluyor. Yağmurun kasveti, akşam karanlığı, deniz ve orman pek bir güzel görünüyor gözüme. İlk defa böyle bir yere dokunacağım için pişmanlık duyacağım herhalde. Bu amcanın, villanın, ağaçların falan huzurunu kaçırmaktan ürküyorum. Aklıma benim iş gelince sormadan edemiyorum: “Amca buranın imar iznini falan nasıl halledebildin sen?” “Ben icradan mütekait olduğumda bey oğlum, devlet emeğimin mukabili olarak bana muazzam bir ikramiye bağışladı. Ben de kendime göre bir ev aradım durdum. İnsanlarla pek uyuşamıyordum. Kefil istiyorlardı bulamıyordum. En son devletten bir ahbabım aracılığıyla burada bir arazi alıp kendi evimi diktirdim ama istediğim gibi olmadı. Özal döneminin acar müteahhitlerinden birinin gadrine uğradım. Paragöz müteahhitle onun yardakçısı mimarın aklına uyduk bir kere. Daracık araziyi satmışlar bana meğerse. Bu daracık araziye kule gibi sığıştırmışlar benim evi.” “Kalan arazi devletin o zaman?” “Evet ama satılacak diye duydum birinden. Bir yangını bahane edip satma hesabı kuran vardır elbette.” “Aslında iyi olabilir amca. Ne bileyim burayı imar ederler, insanlar gelir falan güzel yer.”

6

7


ÇC

Korku Köşesi

Korku Köşesi

“İcra memuruydum ama benden daha vicdansız olanlar var bey oğlum. Nasıl kıyacaklar bunca ağaca, bunca huzura? Ama ben de inat ediyorum. Gücü yeten gelip çıkarsın bakalım.” “İyi de burada tinerci falan varmış hep, ölenler oluyormuş. Normal insanlar gelse yerleşse fena mı olur?” “Ahalinin hüsnü kuruntusu o. Ölüm herkesin başında. Bazı müteahhitler buranın peşinde tahmin edebiliyorum.” “Amca iyi de sen de gelip evini dikmişsin. Başkası neden dikmesin yani?” “Bu huzur arayışı değil bey oğlum. Tam bir talan! Başkasını da teşvik eden bir talan ki bu yağmaya seni bile beni bile dâhil ediyor. Babamın Fındıklı’daki köşkünü talan etmeseler ben gelip buraya konar mıydım zamanında? Başkasını da fenalık yapmaya zorluyorlar…” Amcanın üzerine gitmek istemedim. Özal diyor, emeklilik diyor, kesin bir seksen doksan küsur var yaşı. Karnım guruldadığı sırada adam da duyuyor herhalde. Yeniden kuruyor gramofonu. “Eh. Yemeğin tam vaktidir. Ben sağlığımdan ötürü pek bir şey yiyemiyorum ama sana getireyim bey oğlum.” Amca kalkarken zahmet vermeyeyim dedim ama ısrar etti, ellerini omzuma koydu. Buz gibiydi hem de yaşından beklenmeyecek denli kuvvetliydi. Kalkıp içeriye gitti şamdanı dahi almadan. Herhalde köstebek misali karanlıkta yaşaya yaşaya alışmıştır. Telefonuma bakıyorum. Çekmiyor. Kesin Vedat abi canıma okuyacak, elimi çabuk tutmayışıma kızacak. Tekrar sahile bakıyorum, ağaçları seyrediyorum. Alçaktan uçan, yağmurdan kaçan kuşlara bile rastlamayışım tuhaf geliyor. Civarda kimse yok. Ölenler var ama amca tinerci yok diyor. Ben burada imara açacağım araziyi düşünüyorum. Bir daire de ben alırım herhalde. Arkamdan birisi aniden kollarımı tutuyor. Kıpırdayamıyorum, sanki karabasan çökmüş gibi. Emekli amca fısıldıyor: “Sana ikram edecek pek bir şeyim yok. Ama benim karnım ziyadesiyle aç bey oğlum…” Aman yarabbi! Tüm o film ortamından, benzincinin ölümlerden bahsetmesinden niye kıllanmadıysam sanki? Demek tüm bu ölümler… Boynumda hissettiğim acıyla beraber bilincimi kaybediyor gibiyim. Hem sahili hem ormanı görüyorum. Rüzgârın ve yağmurun uğultusu adeta insan sesiymiş gibi inliyor. Kulağımda Müzeyyen Senar’ın sesi, Saba makamından ürpertici ezan gibi çınlıyor: “Sahilde Saba rüzgârı ağlarken uyan sen”…

Dehşetler Albümü

Kayış Ayak Romanya’da Dobruca Türkler arasında ve İzmir Tire bölgesinde varlığına inanıldığı aktarılan varlıktır. İnanışa göre lohusalara musallat olan bu varlık, hava karardıktan şafak vaktine dek dolaşmakta olan, eğri bacaklı korkunç görünüşlü bir yaratıktır. Lohusanın omuzlarına ayakları önden sarkacak şekilde çıkarak yerleştiğine, ardından ona kendi istediği şeyleri yaptırdığına inanılır. Kaynak: Ayşe Duvarcı, “Türklerde Tabiatüstü Varlıklar ve Bunlarla İlgili Kabuller, İnanmalar, Uygulamalar”, Bilig, S. 32, Kış 2005, s. 127. İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Mehmet Berk YALTIRIK

8

9


ÇC

Korku Köşesi

Korku Köşesi

Kör Çukur Yere düşürdüğüm anahtarımı almak için eğildim. Üzerine düşen bir kaç yağmur damlasını kurulamaya gerek duymadan, tekrar cebime koydum. Aksayan bacağıma rağmen yürümek iyi gelmişti. Biraz alkol bileğimdeki ağrıyı kısmen dindirmiş, yağmurda ıslanıp keyifle anahtar sallayacak kadar ahmaklaştırmıştı. Kaldırımı terkedip, aksak adımlarımı boş caddeye yönelttim. Bütün yol benimmiş gibi hissetsem de, ayın yavaşça arkamdan beni takip ettiğini biliyordum. Evdeyken etrafımı saran huzursuzluk bulutu dağılıyor gibiydi. Elimde şarap şişesiyle oturduğum koltuk, sanki bir şekilde beni alt edip üstüme çıkmıştı. Boğuluyordum. Sigaramı ve anahtarımı alıp, evden kaçmıştım. Orta sınıfın çoğunlukta olduğu semt, sessiz bir uykudaydı. Bir sokak lambasını daha geçip, yolun hafif bir eğimle aşağıya uzandığı köşeyi döndüm. Dikkatli adımlarla rampayı inerken, gecenin ilk şimşeği tam tepemde çakıp, yerini peşinden gelen hafif bir gök gürlemesine bıraktı. Araba alarmları birkaç farklı yerden sese karşılık verdi. Şimşekle beraber yağmurun hızlanıp hızlanmadığını anlamaya çalışıyordum. Düşen damlaları yakalayabilmek için avuçlarımı göğe doğru açtım. İlkbaharın ruhunu taşıyan yağmur, ılık ve ferahlatıcıydı. Bir sigara yakıp, başka bir köşeyi daha döndüm. Yol uzanarak açılıyor, büyük bir göbekle birleşiyordu. Göbeğin biraz daha ilerisinde, kepenkleri çoktan çekilmiş olan büfenin tabelası donukça ışıldıyordu. Çevreyi çok iyi tanıdığımdan nereye gittiğimi pek önemsemiyordum, ama sanki bir motife göre yürüyordum. Beni peşinden sürükleyen ayaklarıma itaat etmemem imkansızdı. Onları yönlendirmeye çalıştığımda, düşüncelerimde kaygı tohumları yeşeriyordu. Bir şimşek daha çakıp, çok kısa bir süreliğine de olsa uzaklardaki dev silüeti gözler önüne serdi. Silüeti tanıyordum. Toki’nin tozuna dokunmadığı tepecikti bu karaltı. Çevre halkının ağzından, onunla ilgili birkaç farklı hikaye duyabilirdiniz. İçinde silah gömülü olduğunu söyleyenlerle, tarihi değeri olduğunu söyleyenler vardı. Kimisi eski bir mezarlık olduğundan bahseder, kimisi yeşil çayırlarında mangal yapardı. Nedeni ne olursa olsun, çevresindeki bütün şehirleşmeye karşı, asice dikiliyordu. Ben ise tepeyle ilgili farklı bir anıya sahiptim. Kayıp bir anı. Hatırlayabildiklerim ne kadar silik olsa da, düşüncelerimi gölgeleyecek kadar yoğundular. Ayaklarımın beni neden buraya sürüklediğini şimdi anlamıştım. Bundan üç yıl önce, bugün yaptığım yürüyüşün tam aksi yönünde, evime dönmek için çabalıyordum. Geç saate kadar çalışmış, bir aydır üzerinde uğraştığım projeyi sonlandırabilmiştim. Ucu ucuna sonuncu otobüse yetişmiş, koltuğa oturduktan beş dakika sonra sızmıştım. Cama vuran iri damlaların sesine uyandığımda neredeyse durağımı kaçırmak üzereydim. Dışarı adımımı atar atmaz ıslak bir hiçliğin ortasına düştüm. Önümü bile zor görüyordum. Tepenin arka tarafını sarmalayan yolu takip ederek, göbeğe çıkmak için hızlı adımlarla yürüyordum. Bütün fırtınanın içinde ritmik bir ses dikkatimi çekmişti. Bu hayalet ses, yarım saniyelik aralıklarla “çıt, çat, çıt, çıt, çıt, çıt, çat, çıt...” şeklinde yankılanıyordu. Sanki bir demir parçası rüzgarla savrulup yeri dövüyordu. Elimi gözlerime siper ederek kafamı kaldırdım. Her şey o kadar bulanık ve ıslaktı ki, hiçbir şeyi seçemiyordum. Sert esen rüzgar caddenin cılız lambalarını sallıyor, savrulan bir akvaryumdaymış gibi hissettiriyordu. Nereden geldiğini kestiremesem de, sese karşı anlamsız bir korku baş göstermişti. Uzaklaşmak için koşar adım yürümeye başladım. Fırtınanın sesleri arasında kaybolduğunu sandığım ses, tekrar arkamdan yükselince, bağırarak yola fırladım. Korkak birisi değildim, ama fırtına ve yorgunluğum beni paniğe sürüklemişti. Çığlığım kısa bir süreliğine diğer bütün sesleri bastırmıştı, fakat yağmur şıpırtıları arasında eriyen yardım çağrımı benden başka kimse duymamış gibiydi. Zaten bu fırtınada beni fark etmeleri imkansızdı. Tepenin eteğinde bir karaltıydım. Bu kadar korktuğum sesin kaynağıyla yüzleşebilmek için arkamı döndüm. Çıt, çıt, çat, çıt çıt, çıt... Giderek yaklaşıyordu. Merakımla,

10

korku arasındaki denge, tehlike habercisi bir uyarıyla yıkılmayı bekliyordu. Sırılsıklam haldeydim. Suyu emen giysilerim üstümde ağırlaşmış, vücut ısımı hızla çalıyordu. Bir şimşek göğü yarıp, -bugün de olduğu gibi- çevreyi aydınlattı. Kaldırımın kıvrılıp tepenin arkasına uzandığı uçtan, bir şey bana doğru geliyordu. İnsanı andıran figür, sağ tarafa doğru yaptığı bir kavisle bükülüyor, kaynağı olmayan bir duman gibi hareket ediyordu. İleri uzanan kollarından birisi, diğerinin bittiği yerde incelerek yere kadar ulaşıyor, aramızdaki mesafeyi olduğundan daha kısa gösteriyordu. Flaşın patlayıp görüntüyü filme resmedişi gibi, şimşek de gördüklerimi beynime kazımıştı. Karanlıkta kendimi çok aciz ve acınası hissediyordum. Omurgamdan yayılan bir titreme bütün vücudumu ele geçirdi. Hayatımda bu kadar korktuğumu hatırlamıyordum. Neden korktuğumdan bile emin değildim. Miğdemde hissettiğim bulantı ise, kesindi. Kadın başıma gecenin bu saatine kadar dışarılarda dolaşmak sonunda başıma bir iş açmış gibiydi. Bütün şakırtı ve uğultulara rağmen benim tek duyduğum, yaklaşan sesti. Yaşadıklarımı tekrar hatırlamak acı vericiydi, ama hiçbir korku kırıntısı hissetmiyordum. Kızgındım. Ayaklarımın tek sahip olduğu his ise sağ bileğimdeki sızıydı. Tabelası cızırdayan büfeyi de geçip, kaldırımın sadece belirli bir bölgesini kullanarak yürüyüşümü sürdürdüm. Bilinçsizce gözlerimi kapatmış, sadece adımlarımla yürüdüğüm yolu duyumsuyordum. Yanlış bir adım atmam imkansızdı. Ayakkabılarımın tabanı, kaldırımdaki sarı metal şeritin legoyu andıran yüzeyini hiç şaşmıyordu. Durumun tek kötü yanı gözlerimi kapattığımda korkunun içime sızdığını hissetmemdi. Tekrar gözlerimi açtım. Nefes alış verişim hızlanıp, öfkemi körükledi. Kızgın olmamam gerektiğini tekrar hatırlattım kendime. Benim hatam değildi, kimsenin hatası değildi olanlar. Bir kazaydı. Varınca ne olacağını bilmiyordum. Ya öfkem geçmezse? Belki bağırırdım. Nasıl olsa kimse umursamayacaktı. Kötü birisi değildim. Bunu kanıtlamak için ayaklarım beni buraya sürüklemişti. Hayır ayaklarım değil, kendim gelmiştim buraya. Onlar sadece derinlere gömdüğüm hatıraları takip ediyordu. Yağmurla topraktan çıkan soluncanlar gibi, gerçeklerin yüzeye çıkması gerekiyordu. Her şeyi, en ufak ayrıntısıyla tekrar aklımda canlandırıp, olanları kabullenmeliydim. Öylece dikilirken gözüm istemsizce bütün kararlılığıyla asfalta gömülü duran rögar kapağına kaydı. Zihnim bomboştu. Hiçbir şey hissetmiyor, hipnotize olmuş bir şekilde yuvarlak demir parçasına bakıyordum. Oradaydı, olması gerektiği yerde. Su yolundan akan küçük nehir, kapağın deliklerinden içeri doluyordu. Ayakkabılarımın ıslanışına aldırmadan kapağın üstüne çıktım. Gözlerimi tekrar kapattım. Kapanan gözkapaklarımın aksine, asfalt da rögar kapağını açacak gibi oldu. Ürkmeme rağmen gözlerimi kapalı tuttum. Hafızamı zorluyor, zihnimde o geceye ait görüntüleri canlandırmaya çalışıyordum. Hatırladıklarım o kadar karmaşık ve düzensizdi ki, kronolojik sıralarını bile belirleyemiyordum. Hangisi, hangisinden önce olmuştu? Gözlerimi açıp, kafamı tepeye doğru çevirdim. Yürürken peşimden takip eden dolunay, şimdi tepenin üzerinde yarısı gömülü olarak bana bakıyordu. Bakışlarını benden kaçırmıyordu, çünkü gömülü olan o değildi. Utanacak hiçbir şeyi yoktu. Sadece kazıyordu. Mantıklıydı yaptığı. Başka nasıl gün yüzüne çıkabilirlerdi ki? Kaskatı olmuş ayaklarımı kapağın üzerinden güçlükle kaldırıp, ayın yanına yürümeye başladım. Her adımda uyuşmuş ayaklarımın altındaki balçık tabakası kalınlaşıyor, yürümek imkansızlaşıyordu. Tepenin dik yamacını yarıladığımda, çamurun yerini cılız bir çimen tabakası aldı. Seyrekliğine rağmen, yürüyüşümü büyük oranda kolaylaştırmıştı. Etraf çok güzel kokuyordu. Islanan bitkiler ve toprağın kokusu nefesimdeki şarapla karışıp, ciğerlerime girmeden parfüme dönüşüyordu. Kontrolü elime almış hissediyordum. Görmezden geldiklerim, bilincimde yuvalandıkları çukurları yavaş yavaş terkediyordu. Zirveye yaklaştıkça dolunay tekrar kendini göstermeye başladı. İşini bitirip köşesine çekilmiş, benim de aynısını yapmamı bekliyordu. Kazılmış çukurlara takılmamaya dikkat ederek, ayın gümüş ışığıyla aydınlattığı, lekeyi andıran açık renkli toprak tabakasında durdum. Sahneye çıkmıştım sanki. Gösteriye başlamak için gözlerimi kapattım.

11


Ustalara Saygı

Korku Köşesi Kaldırımın kenarında bulabildiğim en yüksek çalılığın arkasına çömelmiş, dizbağlarım çözülmesin diye ellerimle sıkı sıkı tutuyordum. Bir an dengemi kaybeder gibi olunca, dikenin biri sol yanağıma derin bir çizik attı, ama düşmedim. Ses o kadar yakınımdaydı ki, uzun elin beni boğazımdan yakaladığını zannettim. Sürünürcesine çalının kenarından uzandım. Her yerim çamur içerisindeydi. Bundan sonrasında olanlar, en çok kafamı karıştıran kısımdı. Her şey çok kısa sürede gerçekleşmiş, olanları algılayamamıştım. Acıyla hafızamı zorlarken, ay bir bulut sürüsünün arkasına saklandı. Çevremde baş gösteren kıpırdanmalara aldırmadan, hikayemi sonlandırabilmek için tekrar gözlerimi yumdum. Hendekten dışarı uzanan bir asker gibi, kafamı çalının kenarından çıkarabilmiştim. Bu kadar büyük bir pişmanlık yaşayacağımı bilsem, kendimi çamurun içine gömmeyi seçerdim. Tam bir adam boyu ötemde, kaldırımda dikilen silüet, kapşonunun karanlığı altına gizlenen suratını bana çevirmişti. Bir heykel gibi bana bakıyordu. Yattığım yerde çenem çamura gömüldü ve bir miktar idrar çamaşırımı kirletti. Birkaç saniye daha süren kıpırtısızlığı bozan o oldu. Yere uzanan kolu hafifçe yükselip, tekrar yere kondu; çat! Hemen peşine bir kez daha; çat! Bakışları gibi, hareketleri de benim olduğum tarafa dönüyordu. Hayatta kalma içgüdüm, korkumu bastırıp ani bir şekilde fırlamama yol açtı. Köşeye sıkıştırılmış bir kedi gibi bütün gücümle saldırdım. O iğrenç eliyle bana dokunmasına izin vermeden, omuzumla ona tosladım. Çarpışma beklediğimden çok daha hafif gerçekleşmişti. Hiçbir karşı koyma kırıntısı göstermeyen karaltı, sanki bir hayaletti. Uyguladığım kuvvetle arkaya doğru uçmuş, görünürden kaybolmuştu. Yaptığıma inanamaz halde, zangır zangır titriyordum. Gerçekten bir hayaleti mi itmiştim? Sonra yerdeki katlanabilir uzun metal bastonu fark ettim. Hayaletten geriye sadece bu kalmıştı. Sivri olan ucu kaldırımdaki ufak bir çatlağa saplamış, küçük bir açıyla yerden yükselerek yer çekimine karşı koyuyordu. Üzerindeki yağmur damlalarıyla, sokak lambasının ışığını hafifçe yansıtyordu. Çok yakınımdan gelen bir şırıltı dikkatimi çekti. Kaldırımın kenarındaki yuvarlak rögar deliği, kapaktan yoksun ağızıyla akan suyu yutuyordu. Yaklaşıp içeri baktım. Karanlıkta hiçbir şey gözükmüyordu. Sadece akan suyun sesi vardı. Sonra aşağıdan gelen bir inleme duydum. Kalan son gücümle, arkama bakmadan evime koştum. Bütün gece uykuyla uyanıklık arasında gidip gelmiş, birkaç defa farkına bile varmadan ağlamıştım. Saate bakmak aklıma geldiğinde çoktan öğle olmuştu. Uzun süredir hazırladığım projenin sunumunu kaçırmıştım. Saati bir kenera fırlatıp, kafamı yorganın altına gömdüm. Ne kadar süre öylece yattığımı bilmiyorum. Sanki birisi eliyle boğazımdan kavramış, ne nefes almama ne yutkunmama izin veriyordu. Kapalı göz kapaklarımın ardından hissettiğim ay ışığıyla gerçekliğe döndüm. Yaşadıklarımla yüzleşebilmiştim. Uzun süredir beni kemiren tümörden, gırtlığıma çöken elden kurtulmuştum. Rahatça nefes alabiliyordum artık. Ay parıldayarak bana gülümsüyordu. Yağmur da neredeyse dinmişti. Gözlerimi yummadan önce başlayan kıpırtılar artmış, ciyaklamayı andıran sesler başlamıştı.Yükselen seslerin arasında, altımdaki toprağın kaydığını hissettim. Bataklığa düşmüş gibi bir anda olduğum yere saplandım. Hiçbir tepki veremedim. Boğazıma kadar yumuşak toprağa gömülmüştüm. Kafam hariç hiçbir yerimi kıpırdatamıyordum. Kulağımı kemiren ciyaklamaları da duymazdan gelemiyordum artık. Yavaşça etrafıma üşüşen yaratıklardı seslerin sahipleri. Yumağı andıran silindirik gövdeler, sivri uzun burunlarıyla havayı kokluyor, paytak ama tehditkar hareketlerle yaklaşıyorlardı. Bir koro halinde yükselen ciyaklamalar, aralarından en irisinin ortaya çıkmasıyla biraz olsun duruldu. Çaresizlikle olanları izliyordum. Bayılıp, kabus görmeye başladığıma inandırmaya çalıştım kendimi. Ama her şey gerçekti. İri olan yaklaştıkça daha ufak olanlar kaçışıyor, sonra hemen geri toplaşıyorlardı. Lider köstebek, umutsuzca geriye kaçırmaya çalıştığım suratıma dokunacak kadar yakındı. Nokta kadar küçük gözleri herhangi bir niyeti barındırmıyordu. Koro tekrar yükseldi ve seslerin en tizleştiği noktada, uzun tırnaklara sahip beş parmaklı pençeleri orgazmı andıran bir ciyaklamayla göz yuvalarımı boşalttı. Karanlık ve acıdan yapılmış bir hücredeydim...

Ustaların Ardından

Bugün balonlar boş kalıcak

Bugün balonlar boş kalıcak... Zagor artık ahhhyaaak diyemeyecek... Çiko karamba karambita diyemeyecek... Tom Braks kılık değişemeyecek RetKid öksüz kaldı... Kızılmaske On kaplan gücünde değil artık... Kaligraf ustası yok artık..Ferdi Sayışman’ı kaybettik... Tüm çizgi roman dünyasının başı sağolsun... Şevki Sayışman

Yurtsever Orkun TATAR

12

13


Ustalara Saygı

Ustalara Saygı

Ferdi SAYIŞMAN’ın Ardından Ferdi SAYIŞMAN ağbi’nin en büyük zenginliği, fikir dağarcığının doluluğuydu. Hemen her konuda fikri vardı. Güzel sanatlar konusunda çok yönlüydü: Ressam - Kaligraf - Şair - Oyun Yazarı - Kitap Yazarıydı. Vefatıyla bizleri üzüntüye boğarken, Türkiye bir değerini yitirdi. Ferdi SAYIŞMAN ağbi, 1926 yılında İstanbul, Kasımpaşa’da doğmuş. Kimya Fakültesi’nde okumuş. Ancak, Fen Fakültesi, Kimya Bölümünde okumuş olmasından bahsedilmesinden pek hoşlanmaz, gizlemeye çalışırdı.Uzun yıllar Bakırköy’de kimya ve yağ Fabrikası laboratuvarında rafineri şefliği yapmış. Çizgi roman dalında çalışmalarına 170 büyük sayfa boyutlarında yazıp çizdiği eseri ile başlamış.Daha sonra bu eserini Nihat Özcan’ın sahibi olduğu 1001 ÖZEL adlı derginin idarehanesinde kopistlik (kopya ressamlığı) ve kaligrafi yazarlığı yapan Fuat Yılmaz’a götürüp göstermiş.Böylelikle usta çizer Fuat Yılmaz’ın yanında 1001 ÖZEL dergisinde kopistliğe başlamış.Orada aynı işi yapan Şemsi Güner, KORKMAZ imzasını kullanan Mim/Mustafa Uykusuz, Hayri /Hayrettin Önder, Mehmet Tekdal gibi meslekdaşları ile tanışmış. Ferdi ağbi, daha sonraki etapta, ağbisi Asım Şakrak’la “Kardeşler Mücellithanesi”ni işletirken,Bilgi Yayınları’nı kuran Adnan Şakrak’ın ekibinde çalışmaya başlamış.Bilgi Yaınları’nın 1959 yılında yayınına başladığı ve adını tescil ettirdiği, Morris imzasını kullanan Belçikalı karikatürist Maurice de Bevere’nin yazıp çizdiği (Rene Goscinny, Red Kit’e/Lucky Luke macera senaryoları yazmaya daha sonra başladı) “LUCKY LUKE” adlı çizgi roman serisine RED KİT adını verdiğini söylemişti. (Bu konuda yayınevi sahibi Adnan Şakrak da RED KİT adını kendisinin bulduğunu ifade etmiştir). Adnan Şakrak’ın çevresinde birlikte çalıştığı kişiler adına, değişik yayınevi isimleri ile kurduğu (Yurdagül, Kardeşler, Önder, Nil) yayınevleri adına çıkarttığı Red Kit / Lucky Luke - Küçük Prens / Johan et Pirlouıt - Sipru / Spirou et Fantasio - Timur / Timour - Şarlo / Le Charlot - Panpan / Jo Zette et Jocko vs. çizgi roman serilerine kapak resimleri, kopistlik ve kaligraflık yaptı. Bir yandan şiirler, kitaplar ; tiyatrolara oyunlar, radyoya temsiller yazan,resim çalışmaları yapan Ferdi Sayışman ,1969 yılında Tay Yayınları’nı kurarak Tom Braks’ı çıkartıp yayıncılığa başlayan Sezen Yalçıner’in ekibinde kaligraf olarak yer aldı.Tay Yayınları’nı kuran Sezen Bey,başlangıçta çizgi roman serilerinin hazırlanmasında Yücel Köksal, Yalçın Dağlı, Celal Kandemiroğlu, Naci Köksal gibi çeşitli ressamlarla çalıştı. Yücel Köksal’ın yayınevine getirdiği Aslan Şükür, daha sonra Tay Yayınları’nın baş ressamı oldu.1970 yılında yayınevinin çekirdek kadrosuna, çevirmen Ay Barka eklendi. Kaligrafi işlerinin bir numarası da Ferdi Sayışman oldu. Bu ekip, yayınevi kapanana kadar birlikte çalıştılar. Ay Barka, tercümeleri yaptı, Ferdi Sayışman balon yazıları yazdı, Aslan Şükür, o güzel göz alıcı parlak renkleri ile kapak resimlerini süsledi. Bu ekip : Tom Braks - Zagor - İlk Türk Feza Pilotu APO - Bonanza - Yüzbaşı Volkan - Kızılmaske - Mandrake - Gordon - Mister No Jeriko - Judas - Mini Ringo - Temel Reis - Yıldırım Kemal - Miki - Atlantis Martin Mystere - Alaska Ken Parker - Asfalt Kovboyu Jill - Lorel Hardi - Heidi - Şerif - Karaoğlan - Yüzbaşı Tom Miks - Çelik Blek Teksas serilerini

14

yayına hazırladı.Tabii yetişemedikleri işlerde İnci Aslıer çeviriler yaptı. Yardımcı ressamlar devreye girdi. Ferdi Sayışman, altıncı oğlu Şevki’yi kendisine veliaht yaptı. Ben Tay Yayınları’nda çalışırken dost olduğum. Zaman zaman bir araya gelip sohbetinden değerli bilgiler ve keyif aldığım değerli Ferdi Sayışman ağbimden, yayınevinin kapanması ile birlikte görüşemez oldum. Ortak dostlarımız aracılığı ile haberlerini alır oldum. Sonra o acı 8 Mayıs 2015 tarihinde aldığım bir telefonla adeta yıkıldım. İnanamadım... Çünkü Ferdi ağbi kendisine çok iyi bakan; bir kere bile traşsız,kılıksız görmediğim bir İstanbul Beyefendisi idi.Bu özelliklerinden dolayı, O’na bu acı durumu yakıştırmak zordu. Ancak emir büyük yerdendi ve biz faniler Tanrı’nın bu buyruğuna uymak zorundaydık. Allah mekanını nurlarla bürüsün,cennete çevirsin.. Çünkü Ferdi ağbi, hiç kimse hakkında kötülük düşünmeyen, elinden geldiğince yardımcı olan, sanatçı ruhlu bir insandı. O’nu çok arayacağız.. Yener ÇAKMAK

ZAGOR artık AHHYAAAAK!.. diyemeyecek 8 Mayıs 2015 tarihinde aramızdan ayrılan değerli Hattat - Kaligraf Sanatçı Ferdi SAYIŞMAN’ın kendisi gibi Kaligrafi yazarı olan oğlu Şevki SAYIŞMAN, babasını kaybetmenin acısını şu satırlarına dökmüş: “Bugün yazı balonları boş kalacak... ZAGOR artık AHHYAAAAK !.. diyemeyecek.. ÇİKO, KARAMBA KARAMBİTA diyemeyecek.. TOM BRAKS kılık kıyafet değiştiremeyecek.. RED KİT öksüz kaldı..”

Tay Yayınları’nda yıllarca birlikte çalıştığı çevirmen Ay BARKA İş Arkadaşı Ferdi SAYIŞMAN’’ı anlatıyor. Onu Tanıdığım için gurur duyuyorum, nur içinde yatsın. Ferdi Bey’le zaman zaman telefonla görüşüyordum. Son görüşmemizde sağlık durumu pek iyi değildi. O günden beri aklımdaydı. Kendisi için endişeleniyordum. Çizgi Roman camiası için gerçekten büyük kayıp. Çok yönlü ve sanatçı kişiliğine sahipti.

15


Ustalara Saygı Son derece kültürlüydü ve pek çok konuda geniş bilgi sahibiydi. Eşini yıllar önce kaybetmişti. Yetişkin altı evladı ve torunları vardı. Çok kitap okurdu. Aruz vezniyle yazdığı pek çok şiirleri vardı. Caz müziğini çok sever ve dinlerdi. Yazılmış bir kaç romanı vardı. Bildiğim kadarıyla asıl mesleği Kimya Mühendisliğiydi. Altmışlı yıllarda iki veya üç tane yağ fabrikasında (kesin emin değilim) işletme müdürlüğü yapmış. Bana dediğine göre, Türkiye’de ilk margarini üretenlerden biriydi. Bu görevleri sırasında, Çizgi Romana olan ilgisinden dolayı bir yandan da Cağaloğlu’nda çalışmış. Kopya, kaligrafi gibi işler yapmış. Ben Ferdi Bey’i 1970 yılında Tay Yayınları’nda çalışmaya başladığımda tanıdım ve Tay Yayınları kapanıncaya kadar birlikte çalıştık. Kitapları ben çevirdim o da balonları yazardı. Sonra birlikte düzeltmeleri yapardık. Bu yıllarca böyle sürüp gitti. Binlerce Çizgi Roman kitabı ikimizin elinden geçmiştir. Ferdi Bey aynı zamanda ressam ve olağanüstü bir kopistti. Fırçası çok sağlamdı. Fırçayla kopya çekmesini izlemeye bayılırdım. Son derece disiplinli çalışır ve aldığı işleri mutlaka zamanında teslim ederdi. O’nun gibi çok yönlü sanatçılar fazla yetişmiyor. O’nu tanıdığım için gurur duyuyorum. Nur içinde yatsın. Tüm sevenlerinin başı sağ olsun. Kendisini tanıyanlar için gerçekten büyük kayıp. Yeri kolay kolay doldurulamaz. (Not : FERDİ SAYIŞMAN ağbi, o kadar çok sayıda çizgi roman serisine balon yazılar yazdı ki, Şevki Sayışman kardeşimin yazdığı gibi tüm yazdığı çizgi kahramanlar öksüz kaldı. FERDİ ağbi ayrıca çok sayıda çizgi roman serisine kapak resimleri de çizdi...) Ay BARKA

16

17


Ustalara Saygı

Ustalara Saygı

Ferdi Sayışman’ı Kaybettik... Baba-oğul, işleri balon doldurmak

... Baba Ferdi Sayışman (78), 51 yıllık çizgi roman kaligrafı. Yani işi konuşma balonlarının içini yazmak. Oğlu Şevki Sayışman (40) ise Penguen ve Leman dergilerinin kaligrafı. Yani o da balon dolduruyor. Ferdi Bey, bu işe 1954’te çizgi romanları yabancı orijinallerinden kopyalayarak başlamış. Fatoş-Basri, Tenten, Zagor, Küçük Prens, Mister No, Mandrake... Tüm bu çizgi romanların kopya çizimlerini ya da Türkçe kaligrafilerini o yapmış. Yaparken de Lucky Luke’u Red Kit’e çevirmiş, Fantom’u ormanda on kaplan gücüne çıkarmış. Oğul Şevki Sayışman ise, işe artık kopya çizimlerin bittiği yıllarda başladığından sadece balonları yazıyor. ‘Benim hiç babam gibi yazı uyduracak yetkim olmadı, ama uykum gelince balonları yanlış yazarak değiştirmiyor da değilim’ diyor gülerek. Şevki Sayışman’ın İstanbul Sefaköy’deki evinin büfesi çizgi roman ve çizim kopyalarıyla dolu. Masasında lambası, piposu ve eski çizgi roman ciltleri göze çarpıyor. Yeleği, dikdörtgen çerçeveli büyük gözlükleri, bir de ortalarda gezinen 2 buçuk yaşındaki torunu Simanur ile tam bir dede... Kaligrafi mesleğini miras bıraktığı oğul Şevki Sayışman onun altıncı ve en küçük çocuğu. Ferdi Sayışman, 1926’da İstanbul Kasımpaşa’da doğdu. Uzun yıllar kimya ve yağ endüstrisinde laboratuvar ve rafineri şefliği yaptı ama küçüklüğünden beri bir yandan da resim tutkusundan hiç vazgeçmedi. 1954’te teknik bilgisi olmadan, kendi kendine 170 sayfalık bir resimli roman yapıp, satmak için Cağaloğlu’na ilk adımını attı. ‘Romanı götürdüğümde, ‘Bunu ufalt öyle getir’ dediler. Tabii öyle bir imkanım yok. Ama yaptığım işi görünce Fuat Yılmaz, 1001 Özel isimli yayın için yurtdışında yayınlanan çizgi romanların kopyasını çıkarmamı istedi. Mesleğe öyle başladım.’

Kızılmaske’nin Meşhur Lafı O yıllarda çizgi romanlar, yurtdışından bant karikatürler halinde geliyordu. Bunların roman sayfası haline gelmesi için ise çizimlerin geliştirilmesi, değiştirilmesi gerekiyordu. Ferdi Bey, o yüzden küçük bir kareyi bazen çevresine ayrı bir dekor çizerek büyük bir kare haline getirmek zorunda kalabiliyordu. Kızılmaske, Mandrake vb. onun ellerinde birleştirilmiş küçük hikayelerden, cilt cilt kitaplar haline geldi.

18

Zagor’u 550 cilt, Mister No’yu 200 cilt çizdi. Sayışman, bugün herkesin aklında iz bırakan uydurma cümlesini ise Kızılmaske’yi çizerken buldu. ‘Bazen bant kenarlarında boşluklar kalıyordu, onları da ben dolduruyordum. ‘Kızılmaske herkese anladığı lisanla konuşur’, ‘Fantom ormanda on kaplan gücündedir’ gibi lafları hep böyle ekledim.’ 1970’lerde yurtdışından çizgi romanların taslak çizimleri gelmeye başladı. Artık sadece konuşma balonları boş bırakılıyordu. Ferdi Bey’in işi de yavaş yavaş çizimden kaligrafiye döndü. Hatta bilgisayar işin içine girince kaligrafi de bitmeye başladı. Şimdi sadece İnkılap Kitabevi’nden çıkan Red Kit’in kaligrafisini ve düzeltmelerini yapıyor.

Oğluna da İşini Öğretti 1980’lerin başında o kadar çok çizgi roman çıkmaya başladı ki, Ferdi Bey’e, birini daha bul, dediler. O da en küçük çocuğu Şevki’ye ‘Al bu Amerikan dergisini, nasıl yazılıyorsa taklit edip yaz’ dedi. ‘Baktık ki adam derya...’ diye ekliyor kendi oğlu için. Şevki Sayışman, önce Tay Yayınları’nda Tom Braks’ta birkaç küçük deneme yaptı. Sonra kalemlerini alıp Ceylan Yayınları’ndaki Erdoğan Egeli’ye gitti. ‘O zaman 14 yaşındaydım. Çok küçük olduğum için Erdoğan Egeli bana inanmadı. Yazıları babamın yazdığını düşündü. Ben ancak önünde yazmaya başlayınca ikna oldu. Ondan sayfa başına 75 kuruş istedim, o da bana küçüğüm diye 125 kuruş verdi. İlk olarak orada Kit Taylor’un yazılarını yazdım. O dönemler ülkede sağ-sol çatışması vardı, bir gün okula gitsek 4 gün gidemiyorduk, ders olmuyordu çünkü. Ben de okulu bıraktım ve o dönemden beri kaligraflık yapıyorum.’ Şevki Sayışman, 1989’da Gırgır’da çalışmaya başladı. Ardından Ustura, Leman ve Penguen geldi. Şu anda iki rakip dergi olan Leman ve Penguen’in tek ortak çalışanı o. Lemanyak ve Atom dergilerinin de kaligrafı. Şevki Sayışman, Penguen çizerlerince satır aralarında sık sık börek istemesiyle anılıyor. Dergide sabahladıkları uzun bir gecenin sonunda ona haber vermeden gidip börek yemeleri yüzünden... Bunun intikamını, beraber çalıştıkları gecelerde arkadaşlarından börek isteyerek alıyor.

19


Ustalara Saygı

Ustalara Saygı

İrlandalılara, Süt İçtim Dilim Yandıyı Söyletti

Ustaların Ardından

Ferdi Sayışman’ın, daha sonra isim babası olacağı Red Kit ile tanışması 1954-56 arasında rastlıyor. ‘O zaman Lucky Luke’un maceraları Fransız Spirou dergisinde çıkıyordu. Burada da yayınlamaya karar verince, Türkçe ne isim koyalım, diye düşünmeye başladık. Bir arkadaşın çıkarmak istediği Red Rider (Kızıl Sürücü) diye bir dergi vardı. Ben de Bil Kit diye başka bir derginin kopyasını yapıyordum. Red kısmını Red Rider’dan Kit kısmını da Bil Kit’ten aldık, Red Kit oldu.’ Ferdi Bey’in Red Kit’e katkısı sadece isim babalığı değil. ‘Red Kit’te daima bir kenarda ellerini ovuşturan ve tabut hazırlayan bir mezarcı vardı. Adını Mezarcı Kamil yaptım. Gerçek hayatta, Kasımpaşa’da Kulaksız Mezarlığı’nın mezarcısıydı Kamil. Ona ‘kefen soyucu’ derlerdi çünkü yeni gömülen ölülerden kefeni çıkartıp başkasına satıyordu.’ Sayışman’ın Türkçeleştirme işi, bazen kültürel adaptasyonlara kadar varıyordu. ‘Bir bölümde süvari alayındaki İrlandalılar bir İrlanda şarkısı söyleyerek yürüyordu. Ben de o balona ‘Süt içtim dilim yandı’ türküsünü uydurdum... Beğenmediğim şeyi değiştirirdim, çünkü biliyorum ki ben beğenmezsem kimse beğenmez, ben halk çocuğuyum.’

Ferdi Sayışman’ın Red Kit Kopya Çalışmaları

Ayten SERİN Kaynak - Hürriyet

20

Kopya çizimlerle yayınlanmış eski Red Kit dergilerinde Ferdi Sayışman’ın imzasına ilk olarak 1962 yılında rastlanıyor. ‘Lucky Luke’ Türkiye’de ilk olarak Dolmuş dergisinde kısa süreliğine yayınlandıktan sonra “Red Kit” adına ve asıl popülerliğe 1959 yılında Adnan Şakrak’ın Bilgi Yayınları adına kopya çizimli Red Kit dergisini çıkarmaya başlamasıyla kavuşacaktı. Bilgi Yayınları’nın ilk Red Kit sayısını bugüne dek bizzat inceleme olanağı bulabilmiş değilim ancak ilk sayıların Fuat Yılmaz tarafından hazırlanmış olduğu çeşitli kaynaklarda kaydediliyor. 12 sayı süren bu ilk Red Kit serisinin son sayılarında ise kapak çizimlerinde “B.O.R.A.” şeklinde bir imza bulunuyor ve künyede de “Hazırlayan: B.O.R.A.” ibaresi yeralıyor, Bilgi Yayınları’nın aynı yıl içinde başlayan ikinci serisinden itibaren “B.O.R.A” yerini Hayri Önder’e bırakıyor. 1962 yılında Yurdagül Yayınları’nın yine kopya çizimli Red Kit dergisi devreye giriyor ve bu dergide önceleri Bilgi Yayınları’nın Red Kit’lerinde yayınlanmış serüvenler tekrar yayınlandıktan sonra 1961-62’de Belçika’da ilk olarak yayınlanmış en yeni serüvenler de Türkiye’de okuyucu karşısına çıkıyor. İşte bu serüvenlerden ‘Düşman Aileler’in, sayı 19’un arka kapağında yeralan anonsundaki ilüstrasyonun altında Ferdi Sayışman imzasını görüyoruz ve bu serüvenin yayınlanmaya başlandığı sayı 25’in kapağında da yine aynı imza yeralıyor. Ancak Sayışman yalnızca anons ve kapak ilüstrasyonlarını imzalamakla kalmıyor, ayrıca serüvenin bitiminde son kareyi de “Ferdi” olarak imzalıyor! Sayışman bu uygulamayı, yani kopyalama işini gerçekleştirdiği serüvenlerin son karelerin imzalamayı sonraki serüvenlerde de, genellikle açık adıyla “Ferdi Sayışman” olarak, bazen ise yalnızca “F.S.” şeklinde, sürdürecekti. Öte yandan 1962’den itibaren Türkiye’de kopya çizimli muhtelif Red Kit serilerinde yeni yayınlanan serüvenlerin hepsinin son karelerinde imza bulunmadığını da kaydedelim. 1962-70 yılları arasında, önce Yurdagül Yayınları/Sait Yurdagül adına, 1965’ten itibaren ise Bilge Şakrak adına çıkarılan Red Kit dergilerinde

21


Ustalara Saygı Sayışman’ın imzasını taşıyan Red Kit serüvenleri şunlar: ‘Düşman Aileler’, ‘Kızıl Derililere Karşı’, ‘Daltonlar Kanada’da’, ‘Daltonlar Apaçilere Karşı / Red Kit Apaçilere Karşı’, ‘Kervana Hücum’, ‘Çayır Haydutları / Dikenli Teller’, ‘Kalamiti Ceyn’, Daltonlar Meksikada’, ‘Çetelere Karşı’, ‘Badi’nin Çiftliği’, ‘Dalton Şehri’, ‘Jesse James’e Karşı’. Bu arada bu serüvenlerden ‘Kızıl Derililer Arasında’nın çok ilginç bir özelliği var: Serüvenin Yurdagül Yayınları’ndan çıkan ve Ferdi Sayışman imzalı edisyonun son sayfaları, ‘Les Collines noires’ başlıklı orjinal serüvenin son sayfalarından tamamen farklı! Bu sayfalar orjinal serüvenin son sayfalarından kopyalanmak yerine, genellikle önceki muhtelif sayfalarda zaten yeralan kimi karelerin rötüşlanmış versiyonları kullanılarak yepyeni ve daha basit, daha kısa bir final yaratılmış... Aynı serüven daha sonra Bilge Şakrak döneminde tekrar yayınlandığında ise Sayışman’ın kopyaladığı sayfalar bu ‘özgün’ finale gelinceye kadar muhafaza edilmekle ‘özgün’ final sayfaları iptal edilerek orjinal son sayfaların kopyaları kullanılacaktı; dolayısıyla ‘Kızıl Derililer Arasında’nın Bilge Şakrak dönemi edisyonunda Ferdi Sayışman’ın imzası yeralmaz. Sayışman’ın imzasını taşıyan serüvenlerin yayınlandığı Yurdagül Red Kit’lerinde bu serüvenlerin yeraldığı sayıların kapakları da Sayışman tarafından çizilirken Bilge Şakrak döneminde ise uzun süre Sayışman’a kapak çizeri olarak rağbet edilmiyor, Sayışman’ın kopyaladığı serüvenlerin yeraldığı sayıların kapaklarını çizme görevi genellikle Berkay Kurtdeniz’e veriliyor. Hatta daha önce Yurdagül döneminde yayınlanmış Sayışman imzalı serüvenler Bilge Şakrak döneminde tekrar yayınlandıklarında bile genellikle Sayışman’ın eski kapak çizimleri tekrar kullanılmak yerine bu sayıların kapakları için de Kurtdeniz veya Önder’e yeni ilüstrasyonlar çizdiriliyor. Ancak bu uygulamanın da istisnaları var, örneğin Sayışman’ın Yurdagül Yayınları’nda kullanılmış ilk kapak çizimi Bilge Şakrak döneminde de en az bir kez kullanılmış. Öte yandan bu döneminin kapanışına doğru ise Sayışman kapak çizeri olarak da tekrar görev almış: ‘Jesse James’e Karşı’ serüveninin yeraldığı tüm sayıların ve ‘Dalton Şehri’’nin yeraldığı ilk sayının kapak çizimleri Ferdi Sayışman imzalı. 1974’e geldiğimizde ise kopya çizimli Red Kit yayıncılığı Yaşar Şilliler tarafından Şakrak ailesinden devralınıyor. Şilliler’in 1974-75’te çıkardığı (ve beklendiği satış performansını yakalayamadığı kapaklarının kağıt ve baskı kalitesinin son sayılara doğru düşmesinden anlaşılan) ilk Red Kit serisinde yalnızca eski serüvenler tekrarlanırken, Şillier 1975’ten itibaren daha önce kopya çizimlerle yayınlanmamış serüvenlere de yer vermeye başlıyor, bu kopyalama işini önce (Şakrak döneminde ‘Batı Sirki’ni kopyalamış olan) Mete Sayışman üstleniyor ve babasının izinden giderek kopyaladığı serüvenlerin son karesine imzasını atıyor (Sayışman’dan sonra bazı serüvenlerde Cihangir Özbek ve Necla Dildar ortak imzası da görülüyor). Şilliler döneminde Ferdi Sayışman’ın imzasını taşıyan serüvenler ise ‘Rin Tin Tin’in Mirası’ ve ‘Daltonlar’ın Mirası’. Kaya ÖZKARACALAR

22

23


Ustalara Saygı

Ustalara Saygı

Ustaların Ardından

Zeki Alasya’nın Anısına Devekuşu Kabere - Yasaklar

Zeki Alasya farklı dönemlerde farklı etkiler bıraktığını düşündüğüm bir oyuncudur. Benim jenerasyonum için devekuşu kabere 12 eylül sonrası apolitikleşen bir nesil için çok önemlidir. Değerini yıllar sonra çok daha iyi anladığım bu oyunlardan canlı olarak izleme şansına eriştiğim Yasaklar oyununu Zeki Alasya’yı anmak için yazdım bu şekilde sizlerle birlikte hatırlamak istedim: Devekuşu kabarenin Zeki ve Metin dışında Selim Naşit, Nevra Serezli, Nezih Tuncay, Ali Yalaz ve Cihat Tamer’li o müthiş kadrosu ile Yasakları sahneledikleri zaman sanırım 12 yaşında idim ve canlı olarak sahnede izleme şansını “yasakladım”, pardon yakaladım. Sonrası videonun yaygınlaştığı dönemlerde ara ara Devekuşu Kabare’nin video kasetlerini kiralar ve başta Yasaklar, Reklamlar, Geceler olmak üzere diğer oyunları da izlerdik ailecek. Bu video seanslarının ailecek gidilen bir piknikten veya yemekten farkı yoktu. Sanırım Levent Kırca’nın Olacak O Kadar’ına kadar da bu kadar geniş bir çevre tarafından takip edilen komedi veya oyunların olduğunu hatırlamıyorum. 90’larda tiyatronun televizyona yenilmesiyle birlikte bu krizden nasibini alan Devekuşu Kabare 1992 yılında perdelerini kapatana kadar da bizim jenerasyon için çok önemli olmaya devam etti.

24

80’lerin sonunda herkesin odasında bir televizyon veya videoçalar olmadığı için odada videoları seyretmek pek mümkün olmuyordu işte o dönem bütün Devekuşu kaberelerin kasetlerini edindim. Bugün garip gelecek ama o zamanlar bazı tiyatro oyunlarının seslerini de dinlerdik. Pek çok espri bu sayede zihinlerimize kazınmıştır ve o yüzden yasaklardaki diyaloglar belleğimde yer etmişti. Akşamları odamda dinler hatta kendi kendime kahkahlar atardım. Ben de yasaklardaki parodileir tek tek ele alırken aklımda yer etmiş bazı replikleri yazılara ekledim. Metin Yazarı: Kandemir Konduk Müzikler: Timur Selçuk Başlangıç: Yasaklar doğmamış iki bebekle başlar. Yasaklarımız daha ana karnında başlar çünkü. Ülkemizdeki yasakları tanımları anlatmak için mükemmel bir seçimdir bu giriş. Sonra Zeki Alasya ve Metin Akpınar

25


Ustalara Saygı

Ustalara Saygı

yasakları hatırlatmaya başlayan ve şarkılarla kabera formatına uygun şarkılar başlar. Açıkcası genellikle kasette geçtiğim yerlerdi bu bölümler küçükken. Bugün dinlediğimde de pek ilgimi çektiğini söyleyemem. Bu başlangıçta dans edenler arasında Yonca Evcimik’i izlemek ilginç gelecektir çoğumuza. Bu 10 dakikalık sazlı sözlü girişten sonra tek tek parodilere geçilir bende sizlerle tek tek beğendiklerimi yad edeceğim... “Bu ülkede özgürlük var. kimsenin eve gitmesine engel olmuyoruz. ama bu yoldan evine ulaşman yasak!” 90 lı yıllarda eve dönerken sık sık polis kontrolüne takılıp rastladığımız bu muhabbettir bizleri çileden çıkartan. Yorgun veya kafanız güzelken evinize 10 metre ötede sizi durduran bir polis size o geceyi zehir etmeye yeter. Bizler de bu coğrafyada yasaklarla birlikte doğar büyür ve ölürüz... Taş Devri Yasakları Taş taş taş yontmaaaa Taş taş taş cilalııııııı Bugün remiksi yapılası bu giriş taş devrine ait sözleir ile akıllarda kalan bir şarkıdır. Tercüman ile seslendirme müthiştir. Arka arkaya Metin Akpınar esprileri patlatır. Metin Akpınar dışında bu skeçte Selim Naşit’te iz bırakanlardandır. Yasak İlişki “her karıya ayrı bi laf mı bulacaz lan” 4 tane lafım var idare edin işte, lugatla mı konuşacam sizinle” Zampara Patron Metin Akpınar, dedikoducu Yonca Evcimik, Nezih Tuncay Çaycı, Selma Sonat kıskanç eş olarak espri üstüne espiri patlar. Bu parodide sevdiğim espri İhsan doğramacı esprisidir. Daha sonra doğramacı İhsan Cihat Tamer gelir. Tam bir Özal dönemi işini bilen zampara patron rolünde Metin Akpınar harikalar yaratır. “... Gördün mü üçgeni öküz!” Yasaklar ve Araplar Sonra 80lerin ortasındaki Arap patlamasını hatırlatmaya başlar Yasaklar. 2000’lere ne kadar da benzer o yıllar aslında. O zamanda populizm ve arap dolarına yaranma olayının olduğunu tekrar hatırlatıyor. Zeki Alasya ve Metin Akpınar iki, paralı arap turisti canlandırıyor. Arapların Arabistan dışarısında herşeyi yapabileceklerini düşünmelerini bugün Beyoğlu’na çıkarakta test edebilirsiniz. Memlekette namaz 5 rekat Burada devamlı harekat Gaza gelen Metin Akpınar’ın patlattığı bir uzun hava ile iyice çoşar. Metin Akpınar, Zeki Alasya’ya göre daha iyi arapça konuşur bence. Kelime oyunları da çok kıvraktır. Bu kısa parodide paraları ile herşeyi satın alacağını düşünen araplar hicvedilirken din ve yasaklar hakkında da güzel bir eleştiridir bugün bile değişmemiş olması ise düşündürcüdür. Zeki Alasya ise tiplemesi ile fırsatçı şark kurnazlığının ipliğini pazara çıkartır. TRT yasakları “Minik Minik kelebek uç özgürce durmak ne demek” Küçükken en fazla dinlediğim bölümdü. Sansür ve TRT’nin altın makası üzerine dahiyane bir parodidir.

26

Her repliği ince ince işlenmiş bir 50 yıllık sansür eleştirisidir. Zeki-Metin’siz en iyi devekuşu skeçidir ayrıca. Cihat Tamer, Selim Naşit ve Nezih Tuncay müthiştir bu skeçte. Bugün filmleri buzlayan TV kanalları düşünüldüğünde 30 yıl içerisinde nerelere geldiğimizi de gösteren bir parodi. Öyleki parodide eleştirilen yasaklar ve zihniyet bugün daha da köhneleşmiştir. Bugün yaşadığımız sansürü bu şekilde eleştirebilecek bir program yapılabilinir mi veya sahnelenebilinir mi? Sahnelense bile bir taraflardan önü tıkanacaktır. İlk önce dış mihrak denir, ülkeyi yıkmak isteniyor denir ve tiyatro oyuncuları fişlenir. Ama Minik Kelebek Neo Osmanlı damarının köklerine de bir yolculuk yapmaktadır taaa o yıllardan.. 2. BÖLÜME Yaz kampı ve yasaklar “Aman Tonton burayı görmesin Termik Santar yapar...” Tonton’u belki yeni nesil bilmez Özal’ın takma ismiydi. Hiç birşey değişmemiş bugün de nükleer santraller yapabilirler. 80li yıllar iç turizmin değişmeye başladığı yıllardır. Bunda en büyük sebeplerden bir tanesi Istanbul’un denize girilen yerlerindeki kolibasili oranlarının yükselmesi ve Silivri ile Şile dışında denize girilecek yerlerin çok tekin olmaması idi. Pendik tarafları bile kirlenmeye başlamıştı. Tabi bu dönem yap ilet devret yöntemi ile hükümet tarafından palazlanan uyanık turizmcileirn de peydahlandığı bir dönemdi. Özellikle Istanbullular için güneye denize gitmek ailecek yapılan bir maceraya dönüşüyordu. Bugün kro işletmecilerin 5 minder 2 kolon 1 iskele, lüks biiiiç kılap konseptinin temelinin atıldığı yıllar anlayacağınız.

27


Ustalara Saygı

Ustalara Saygı

Aile plajı, aile salonu, bayan yanı gibi ahlak bekçiliklerinin ülkesinde o dönemlerin başlangıcında bazı yaz kampları da var yapılaşmanın yeni başladığı yıllarda askeri kampı aratan yaz kampları da aslında kendinden sonra gelecek gevşekliğin ve de çılgınlığın bahanesi olacaktı. Metin Akpınar’ın vücut dili ve Zeki Alasya’nın otoriter kamp müdürü performansı takdire şayandır. Yeme Dokunur, İçme Dokunur “Ben doktor değil hükümet sözcüsüyüm” Nezih Tuncay, Ali Yalaz ve Cihat Tamer’in oynadığı başlangıcın ardından Zeki-Metin neyin yenilmemesi neyin sağlıklı olup olmadığı üzerine bir muhabbet geçer. Bu ilginç bir diyalogtur çünkü Metin Akpınar gerçek hayatta ne yaptıysa aynısını yasak olarak ifade eder bu muhabbette. Ancak bu siyasi taşlamanın keyfine varmak için muhabbetin sonunu beklemeniz gerekir. Yasaklar içerisinde en az sevdiğim bölüm bu olmuştur bir kere dinledikten sonra fazla ilgimi çekmemişti. Mesela kasetten dinlerken şarkılar dışında en çok geçtiğim bu kısım olmuştur. Bu ne yasağı....? Belli değil “ Sapııından olmaz olum ucundan aacık” Sünnet edilecek bir Alman... Alman Metin Akpınar ise kahkaha garanti demektir. Sarhoş sünnetçi Zeki Alasya ile sünnet olacak iri Hans arasındaki muhabbette klasikler arasındadır. Özellikle konuşmayı anlamayan Alman’ı süper oynayan Metin Akpınar’ın performansı unutulmazlar arasındadır. Ancak yasak konseptinini d eucundan aacık yakalayan bir skeçtir. Biraz zorlama olarak oyuna dahil edildiğini düşünüyorum. Alkol Muayenesi Trafik Yasağı “Kazayı yapanın madeni 50 kuruşu yuvarlandı...” “Biz Matis miyiz Reis...” Metin Akpınar’ın sarhoş olarak efsaneleştiği bölümdür polis olarak Cihat Tamer’de hafızalara kazınmıştır. Özellikle Metin Akpınar’ın ses taklitleri ve efektleri doruk noktasına ulaşır. Metin Akpınar sonuna kadar direnir ve sonunda üflediğinde ise yasaklayarak aslında birşeylerin çözülmediğinin hazır cevabını da kondurur Yasakların sonunda Zeki Alasya ve Metin Akpınar’ın toparlayıcı sohbeti ve kapanış şarkısı ile biter. Dönemin siyasi atmosferini ve bugüne miras kalmış pek çok yasak ve sorunu daha iyi anlayabilmemiz için ve Zeki Alasya’nın anısını yaşatmak için Yasakların dvdsini edinmeniz veya youtube üzerinden bölümleirni izlemenizi tavsiye ederim. Utku ULUER

Not: Bu yazı video desteği ile Temmuz ayında sinematikyesilcam.com sitesinde yayınlanacaktır

28

Ustaların Ardından

Bir Büyük Çizgi Ustasına Daha Veda..!

Ünlü karikatürist Bedri Koraman, Bodrum’daki evinde hayatını kaybetti. Ünlü karikatürist Bedri Koraman Bodrum Torba’daki evinde dün saat 19.00 sıralarında hayatını kaybetti. 87 yaşında gözlerini yuman Koraman’ın birsüredir sağlık sorunları vardı. Karikatürist Bedri Koraman, eşi Nil Koraman ile yaşadığı Torba Mahallesi’ndeki evinde 13 Mayıs sabahı ayağının takılması sonucu dengesini kaybedip yere düşmüş, başını zemine çarpan Koraman, ambulansla Özel Bodrum Hastanesi’ne kaldırılmıştı. Tetkiklerinde beyninde ödem oluştuğu tespit edilen Koraman, tedaviye altındaydı.

Bedri KORAMAN Kimdir? 1945’te öğrenim için geldiği İstanbul’da bir süre İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde Cemal Tollu atölyesinde eğitim gördü.1945’ten başlayarak illüstrasyon ressamı ve karikatürcü olarak Babıali’ye girdi. Karikatür çizmeye 1947’de Çocuk Âlemi dergisinde başladı. 41 Buçuk, Tef, Taş, Karikatür gibi mizah dergilerinde çizdi. 1951’de Deve, daha sonra Gölge adlı mizah dergilerini çıkardı. 1954’te Milliyet gazetesinde çalışmaya başladı. Özellikle 1960’lı yıllarda aynı gazetede yayımlanan ve Cicican adıyla

29


Ustalara Saygı

Ustalara Saygı

sinemaya da aktarılan “Cici Can” adlı çizgi romanı geniş ilgi topladı. Ayrıca Cemkurt ve Tekir Hafiye adlı resimli romanları çizdi. Kurucuları arasında yer aldığı Kare Ajans’ta canlandırma filmleri yaptı. 1970’lerde Abdi İpekçi’nin isteğiyle, Milliyet’in birinci sayfasında, gazetenin o günkü en önemli haberini tamamlayan ve resim yanı ağır basan renkli karikatürler çizmeye başladı; bu çalışmaları büyük ilgi gördü. 18 Kasım 1978’de uğradığı bir silahlı saldırıdan yara almadan kurtuldu.

30

31


Ustalara Saygı 1982’de Güneş gazetesine geçtiyse de 1985’te Milliyet’e döndü. Günlük karikatürleri dışında gazetenin hafta sonu ekleri için özel karikatür-öykü sayfaları hazırladı. Yıllarca çalıştığı Milliyet gazetesinden ayrıldıktan sonra, Sabah gazetesinin Pazar ekinde, “Çizgi Dünyası” başlığı altında tam sayfa karikatürler çizdi. Yassıada Yargılamalarını izleyip karikatüre dökerek muhabir-karikatürcü tipinin ilk örneklerinden biri oldu. 1970’lerde parti kurultaylarını, seçim gezilerini izleyip gazetede bantlar halinde yayımlayarak bu çalışmalarını sürdürdü. Siyasi karikatürlerinin bir kısmını içeren Siyaset Arenası adlı bir kitabı olan Bedri Koraman, İtalya Marostica, Yugoslavya Üsküp’te ve Saraybosna’da özel ödüller kazandı. Türkiye Spor Yazarları Derneği’nin Spor karikatürleri Yarışması’nda birincilik ve ikincilik ödülleri aldı, ayrıca ortak sergi ve albümlere katıldı. 1986’da merkezi Brezilya’da bulunan Internacional dos Jornalistas adlı basın kuruluşuna onur üyesi seçildi. Karikatürcüler Derneği Genel Başkanlığı yaptı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nden Başsağlığı Mesajı Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Üyesi karikatürist Bedri Koraman, 30 Mayıs 2015 Cumartesi günü (bugün) saat 19.00’da vefat etti. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu, Bedri Koraman’ın ölümüyle ilgili yayınladığı mesajda “Değerli üyemiz, karitatür ustası Bedri Koraman’ı kaybettik. Çok üzgünüz. Bedri Koraman’ı sevgi ve saygıyla anıyoruz. Koraman’ın ailesine ve basın topluluğumuza başsağlığı diliyoruz” dedi.

32

33


Ustalara Saygı

Edebiyat İnceleme

Fantastik Edebiyat'ın Müziğe Yansımaları

Dünya da ki her şeyin müzikte karşılığı vardır her duygunun her düşünce biçiminin her geleneğin. Tabii ki Fantastik edebiyatın bundan nasibini almaması imkansızdı bu edebiyat akımını benimseyen ve sözlerinde yaşatan belirli üçlemeler ve yazarlar için konsept albüm yapanlar hatta bütün diskografisini fantastik edebiyat üzerine kuranlar pek çok örneği var bunca yıldır fantastik edebiyatla içli dışlıyız peki canımız sıkıldığında bir müzik açtığımız da o müzikte ejderhalardan, büyücülerden, gizli kalmış tarihi olaylardan, mistik ve gotik karakterlerden, elflerden, devlerden bahsetmesi hoş olmaz mıydı bu yazının amacı bu. Daha fazla fantastik alanda ilham için daha fazla fantastik, gotik, korku, tarihi kurgu, mitoloji ve gerilim edebiyatını konu edinen müzisyenleri tanımak. Açıklama: Dergiyi PDF formatında indirdiyseniz veya internetten okuyorsanız siz verdiğim URL adreslerini kopyalayın ve İnternet Tarayıcınızın adres kısmına yapıştırın böylece linkini verdiğim şarkıları kısa yoldan dinleyebilirsiniz ve okur okumaz sıcağı sıcağına anlattığım müzisyenin müziğine kolayca erişebilirsiniz.

34

35


Edebiyat İnceleme

Edebiyat İnceleme

The Tolkien Ensemble

Anois İlk Tanıtacağım grup Anois, Dream tarzında eserler veren güzide bir grup. Grubun kadrosu şu şekilde •

Veronica Metz - Vokaller

Regina Ederveen - Celtic harp

Ignace Dhont – Ses Tekniği

J.R.R. Tolkien’ in efsane üçlemesi Yüzüklerin Efendisinde ki şarkı ve şiirlere besteler yapan ve onları hayata geçiren ve bu konuda tek olan Danimarkalı Senfonik/Folk grubudur. Onları efsane yapan şiirleri ve şarkıları kitapta ki havayı solumanıza yardımcı harika bestelerle birlikte çalmalarıdır. Eserlerinde yalnızca J.R.R. Tolkien’ in Orta-Dünyasında geçer ve bu besteler eşliğinde kitabı okursanız gerçekten çok etkileyici olur. Genelde yaptıkları müzikle ve albümlerine verdikleri isimlerle kendilerini Ayrıkvadi ile bütünleştirmiş müzisyenlerdir. Grup 2002 çıkışlı “At Dawn in Rivendell” albümün de konuk müzisyen olarak Christopher Lee ile çalışmıştır. Grubun Diskografisi şu şekilde:

J.R.R. Tolkien’in Orta-Dünyasında geçen bir EP leri mevcut 4 şarkıdan oluşuyor; Beside the Fire, Gil Galad, Elvenhymne ve Sam’s song in the Orctower. İkinci albümleri ise İngiliz roman yazarı ve şair Emily Brönte’ye adanmış onun yazdıklarından esintiler taşıyor. Onlara şöhreti getiren kendi YouTube kanallarından yükledikleri Tolkien’e adadıkları albümde yer alan “The Fall of Gil-Galad” adlı eser olmuştur 300.000 den fazla izlenme sayısı ile en çok dinlenilen eserleridir. Diğer milyon tıklanan şarkılara nazaran düşük gelebilir size rakam ama Anois söz konusu olunca saf sanat duyacaksınız. Kelt müziği etkileşimli bir müzik örneği icra etmelerine rağmen Orta-Dünya ya ve J.R.R. Tolkien e olan sevgileri su götürmez bir gerçek. Grubun resmi web sitesi: http://www.anois.nl/ Grubun popüler The Fall of Gil-Galad şarkısını dinlemek için: https://www.youtube.com/watch?v=k8FYjyvsd00

• An Evening in Rivendell (1997) • A Night in Rivendell (2000) • At Dawn in Rivendell (2002) • Leaving Rivendell (2005) Daha sonra bu albümleri toplama set şeklinde bir araya getirmişlerdir. Ayrıca Danimarka kraliçesi Margrethe II kendi illüstrasyonlarının cd üzerinde kullanılmasına da izin verdi. Grubun resmi web sitesi: http://www.tolkien-ensemble.net/ Gruba başarıyı getiren şarkıysı “Galadriel’s Song of Eldamar” dinlemek için link: https://www.youtube.com/watch?v=7TU0hE47hS0

36

37


Edebiyat İnceleme

Edebiyat İnceleme

Nox Arcana

Adrıan Von Ziegler Adrian von Ziegler adlı bu müzisyen bir YouTube müzisyeni kendisi pek çok farklı başlıklarda müzik yapıyor. İsviçre – Zürih te yaşıyor kendisi. Fantasy Music, Dark Electronic Music, Fantasy Film Music, Celtic Music ve Relaxing Music vs. gibi başlıklara ayırdığı bestelerini YouTube kullanıcılarının beğenisine sunuyor dinlemesi çok keyifli müzikler ve ücretsiz. YouTube Hesabı 360.000 aboneye ulaştığını da belirtmek gerek. Adrian von Ziegler pek çok şeyden ilham alıyor bunların başında bizim de ilgili olduğumuz mitoloji, tarih ve doğa gibi kaynaklar geliyor kendi hayali dünyalarını da müziğine katıyor. Facebook ve Youtube hesabından onu takip edebilirsiniz hayal gücünün çok geniş olduğu yaptığı farklı alanlarda ki bestelerden belli oluyor metal, kelt müziği, atmosferik müzikler gibi pek çok alanda bir çok eser veriyor. Dinlenmesi ve ilham alması bir Youtube kanalına ve facebook tan tıklanan bir “beğen” tuşu kadar yakın. Resmi Facebook Hesabı: https://www.facebook.com/AdrianvonZiegler Resmi YouTube Hesabı: https://www.youtube.com/user/AdrianvonZiegler

38

Gotik kültür edebiyat, sinema, çizgi roman, müzik gibi birçok farklı alanda karşımıza çıkıyor bu örnekte hem müzik hem edebiyat anlamında karşımıza çıkıyor. Nox Arcananın müzikal tarzı tam olarak Dark Ambient/Darkwave/Gothic diyebiliriz. Ambient tarzı müziklerde zaten gotik etkileşim olur ve sözlerde bahsedilir ama onları farklı kılan gotik, korku ve gerilim edebiyatını müziklerine işlemiş olmaları. Şarkı isimlerinden konsept albümlere onlar tamamen bu işe adanmış bir müzik kariyeri. İki kişiden oluşurlar Joseph Vargo ve William Piotrowski Amerika – Ohio ludurlar. Onların atmosferini oluşturduğu müzik; karanlık ve sisli bir ormanın kuru ağaçları arasından bakarken gökyüzünde dolunayın belirmesi gibidir. Gotik ve korku edebiyatında yer etmiş karakterler, kısa hikâyeler, şiirler ve mekan isimleri eşlik eder müzikleri eşliğinde çıktığınız bu sanatsal yolculukta. 20 Tane albüme sahiptirler ve hepsi konsept olup bir hikayeyi bir yazarı veya bir kurgusal ürünü anlatır. Örnek vermek gerekirse Shadow of the Raven albümü Edgar Allan Poe nun konsept albümüdür ve albüm yalnızca ondan bahseder, onun yazdıkları karakterleri, kısa hikayeleri, şiirleri bu albümde ki şarkılara ismini verir. Bunun gibi her albümleri farklı bir konsepttedir.

Diskografi: •

2003 - Darklore Manor

2004 - Necronomicon

2005 - Winter’s Knight

2005 - Transylvania

2006 - Carnival of Lost Souls

39


Edebiyat İnceleme

Edebiyat İnceleme •

2006 - Blood of Angels

2006 - Blood of the Dragon

2007 - Shadow of the Raven

2008 - Grimm Tales

2008 - Phantoms of High Seas

2009 - Zombie Influx

2009 - Blackthorn Asylum

2009 - Winter's Eve

2010- Theater of Illusion

Royaume Mélancolique (1999)

2010 – House of Nightmares

de Lumière et d'obscurité (2000)

2011 – The Dark Tower

l'être las - l'envers du miroir (2003)

2012 - Winter’s Majesty

Les Memories Blesses (2004)

2012 – Legion of Shadows

Exaudi Vocem Meam (Part I) (2005)

2013 – Crimson Winter: Original Motion Picture Soundtrack

Exaudi Vocem Meam (Part II) (2006)

2013 – Ebonshire

Dark Sanctuary (2009)

2014 – Ebonshire- Part 2

Dark Sanctuary Gotik edebiyatı çok severim müzikal yansıması ise saf gotik müzik Dark Sanctuary dir. Karanlık ve gerilim dolu müziğiyle bu tarz edebiyat sevenlerin sevebileceğini düşündüğüm için buraya ekledim. Gotik seven pek çok kişi olduğunu tahmin ediyorum Gölge eDergi de ve gotik romanlarınızı çizgi romanlarınızı bu harika müzik örneğiyle birlikte okursanız daha etkili olacağını düşünüyorum. Müziğinde klasik tatlar barındıran ve elektronik tınılar ile bunu süsleyen, trajik sözlerle perçinleyen, karanlık atmosferi olan bir müzik onların müziği. Gotik sevenler mutlaka kulak kabartmalı. Sadece okurken değil bu konularda yazarken ve çizerken de harika bir ambiyans ile buluşmak isteyenler için bire bir ilhamı ise her melodisin de bulabilirsiniz. Diskografi:

Rock ve Metal Müzikte Fantastik Edebiyat; Nox Arcana grubunun Night of the Wolf şarkısını dinlemek için: https://www.youtube.com/watch?v=ojLia2AXVug Grubun resmi web sitesi:

Sert müzik ve türevlerin de özellikle metal müzikte her zaman büyücüler, korku hikayeleri, gotik etkileşimler, fantezi eserlerine göndermeler, ejderhalar, destanlar, mitoloji, tarihi kurgu, tarihsel konular her zaman pek çok grup tarafından şarkılara konu edilir. Ben bunlardan bazılarını size tanıtmak istedim hepsini konu alsam bu yazı bitmez ama birkaç tanesini tanıtacağım.

http://www.noxarcana.com/

40

41


Edebiyat İnceleme

Edebiyat İnceleme

Iced Earth

Blind Guardian Yaşarken efsane olmak, onları anlatan cümle bu. Bütün diskografisini fantastik edebiyata ve destanlara ayıran ve bu dalda 10 albüm çıkarmış yılların eskitemediği bir Power Metal grubu. Sözleri konsept albümleri görselleri her şeyiyle fantastik edebiyata ait bu grup yıllardır taviz vermeden en iyi bildiği işi yapıyor. Şarkılarında koro düzenlemeleri ve orkestral bölümler kullanan epik bir destan tadında birbirinden güzel albümleri var. En sevdiğim albümleri 1998 çıkışlı “Nightfall in Middle Earth” dür. OrtaDünyaya ait pekç ok şeyden bahseden bu albümde Tolkien esintisi duymak muhtemeldir Silmarillion’ın şiirleri üzerine bir albümdü konsept albümlerinden yalnızca biridir. Gelmiş geçmiş en çok sevilen albümleri de bu albümdür zaten. Hansi Kürsch adlı vokalistleri gerçekten inanılmazdır ve metal müzik dünyası için çok az görülen üst düzey bir performansı vardır. Diskografi; • •

Battalions of Fear (1988) Follow the Blind (1989)

• • •

Tales from the Twilight World (1990) Somewhere Far Beyond (1992) Imaginations from the Other Side (1995)

Iced Earth seveceğinizi düşündüğüm konularda müzik yapan bir Power Metal grubu. Kendilerinin 12 albümleri var sözlerin de ise genelde tarihi olaylar kişiler ve savaşlar, korku kültürü, cennet, cehennem, mitoloji vs. gibi konuları ele alır. Bazı konsept albümlerinin nelerden bahsettiğine bakacak olursak; 2001 çıkışlı Horror Show albümlerin de korku edebiyatı ve filmlerini takip edenlerin yakından tanıdığı karakterleri konu edindiler. The Glorious Burden albümü de ise savaşı konu alır ve pek çok açıdan inceler. The Dark Saga albümlerinde ise hepimizin yakından tanıdığı çizgi roman olan Spawn’ın hikayesini anlattılar. Burnt Offerings albümü ise Dante’ nin Inferno sunu işliyorlardı. Her albümlerinde farklı bir konsept işleyerek Farklı işlere imza atan bir grup oldular. Sert ve seri rifflerle, güçlü melodik yapısıyla her zaman taviz vermeden müziğini ve sözlerini kaliteli düzeyde tutmuş bir grup olarak kaldılar. Diskografi;

• • • • •

Blind Guardian resmi web sitesi; http://www.blind-guardian.com/ Efsane şarkılardan bazılarını dinlemek için; The Bard’s Song; https://www.youtube.com/watch?v=n63UbX5kzAc

42

Nightfall in Middle-Earth (1998) A Night at the Opera (2002) A Twist in the Myth (2006) At the Edge of Time (2010) Beyond The Red Mirror (2015)

Nightfall https://www.youtube.com/watch?v=IoyToHOWSV8 Into the Storm https://www.youtube.com/watch?v=1Vnf0McFrgg

1991 - Iced Earth

1992 - Night of the Stormrider

1995 - Burnt Offerings

1996 - The Dark Saga

1997 - Days of Purgatory

1998 - Something Wicked This Way Comes

1999 - Alive in Athens (3 cd Live)

2001 - The Horror Show

2004 – The Glorious Burden

2007 – Framing Armageddon

2011 – Dystopia

2013 – Plaques of Babylon

43


Edebiyat İnceleme

Edebiyat İnceleme Nemo https://www.youtube.com/watch?v=80kOBeMEm2I

Over the Hills and Far Away https://www.youtube.com/watch?v=vAYVDLqkqHU

Senfonik Metal e dair diğer gruplara da kısaca bakacak olursak;

Nightwish Nightwish Finlandiyalı müzik grubu, türü ise Senfonik Power Metal. Müziğinde senfonik öğeler kullanan ve bunu opera vokaliyle birleştiren bu tarz da az sayıda müzisyenden biri. Senfoni müziğin başlangıcından beri en güçlü müzik hareketiydi, Metal Müzik ile birleşince ise ortaya dinlemesi çok hoş, leziz, uyumlu bir atmosfer çıkıyor. Metalin ve Senfoninin gücü birleşince ortaya çok zengin ve epik bir müzik çıkıyor. Dinlemesi en keyifli müzik tarzlarından biridir tutkuludur, yoğundur, harikadır hikayeler anlatmaya en uygun tarz olduğunu düşünüyorum bu tarz müzisyenlerin şarkı sözlerinde kısa hikayeler yazdıkları olmuştur. Şarkı sözlerinde ise mitoloji, fantastik, metafizik ve doğa konuları ele alınıyor Stephen King ve Edgar Allan Poe göndermeleri de mevcut. Grup kendi ülkesini temsil etmek amacıyla Eurovision elemelerine de katıldı ve halk oylamasıyla birinci oldular ama jüri müdahalesiyle ikinci seçildiler. Nightwish in video klipleri ise oldukça epik ve kısa film tadında hikayeler anlatan kliplerdir. Diskografi; •

Angels Fall First” (1997)

“Oceanborn” (1998)

“Wishmaster” (2000)

“Century Child” (2002)

“Once” (2004)

“Dark Passion Play” (2007)

“Imaginaerum” (2011)

“Endless Forms Most Beautiful” (2015)

Epica: Epica da konsept albümler yapan bir diğer Senfonik Metal grubu. Klasik Müzik ve Metal arasında ki köprü olarak görülürler. Yaylılar başarıyla müziğe dahil edilir, soprano vokal grupta yerini alır. Grubun 7 Tane albümü vardır. Simone Simmons adlı vokalistleriyle daha çok ön plana çıkar. Albüm kapaklarını da o süsler. “Consign to Oblivion” albümlerinde Güney Amerika Aztek/İnka temasını konu edinmişlerdir. The Divine Conspiracy albümün de ise Tanrı’nın farklı dinleri insanoğlunu test etmek amacıyla yolladığını insanlar tüm dinlerin aynı olduğunu anlayıp anlamaması üzerine bir teoriyi konsept edinen diğer bir albümleri. Biraz Epica dinlemek için; https://www.youtube.com/watch?v=e77tLfkiVn8

Therion: Therion Senfonik Metal yapan bir diğer grup. Erkek ve kadın vokalli Opera rock havasını koruyan şarkı sözlerin de tarihten beslenen seveceğinizi düşündüğüm bir grup. Herkes tarihi kurguyu sever bence. Yaratılış, cennet, cehennem, tarihi olaylar, mitoloji vs. gibi pek çok konu hakkında söyleyecek bir şeyleri olan bir grup Therion. Tarihten hepimiz hoşlanırız veya insanoğlunun ve Dünya’nın yaratılış öykülerinden o zaman Therion dinlemenin vakti geldi. Özellikle müziğinde gotik elementler ve Orta Çağ Operası özellikleri barındıran bir grup Therion. Epik anlatım ve güçlü sözlerle yıllardır vazgeçmeden müziğine devam eden grup çok sevdiğim Opera Rock tarzında 15 albüm yapmıştır. Biraz Therion dinlemek için; The Nightside of Eden; https://www.youtube.com/watch?v=Y1jD4AweFTU

Diğer Sanatçılar;

Beğenilen şarkıları ve epik klipleri ise burada Sleeping Sun https://www.youtube.com/watch?v=4XopsFtdaLw

Yaşru: Yaşru Yakın ve tanıdık bir yerden kendisi bir Türk grup eski Göktürk dilinde Yaşru kelimesi gizem anlamına geliyor. Sözlerinde genelde tarihsel derinlik vardır, epiktir ve konu olarak Antik Dönem Türk Kültürü nü işler. Yan enstrüman olarak oldukça çeşitlidir. Orta Asya Türk etnik enstrümanlarının hemen hepsi vardır bunlar grubun vokal/gitarı Berk Öner tarafından çalınır. Ona canlı performanslarda basgitarda Batur Akçura ve davullarda ise Mert Gezgin eşlik eder. Tarihi kurgu ve Antik Dönem Türk kültürü sevenler mutlaka kulak kabartsın. Grubun iki tane albümü var ilkini internetten indirmeye sundular ismi ” Öd Tengri Yaşar”. Mutlaka dinlenmesi ve destek olunması gereken harika bir müzik icra ediyorlar. Biraz Yaşru dinlemek için; https://www.youtube.com/watch?v=JffwPIzM7WM

44

45


Edebiyat İnceleme

Edebiyat İnceleme

King Diamond King Diamond bir Heavy Metal müzisyenidir. Fakat onu diğerlerinden ayıran en büyük özellik şarkı sözlerinde harika korku hikayeleri yazabilmesidir. Onu benzerlerinden ayıran diğer bir özellik vokalidir en tiz seslerden en bas seslere kolayca çıkabilir ve falsetto tekniğini kullanır. Vokali inanılmaz olan ve korku hikayeleri anlatımına çok uygun olan bu müzisyen yüzünde onları diğerlerinden ayıran bir de makyaj kullanır. Bütün bu özellikleriyle yıllar içinde yaptıklarıyla sadece Heavy Metal e değil korku kültürüne de mal olmuş bir sanatçıdır. Klipleri korku filmi tadındadır. Albüm kapaklarında kullanılan görseller konsept albümler hepsi korku hikayesi anlatımına dayalıdır. Ateş başında anlatılanlardan beri insanoğlu yüzyıllarca anlatımı daha etkili hale getirdi romanlar yazıldı farklı şeyler denendi modern dünya da korkuyu anlatmanın pek çok yolu denendi korku filmler çekildi o ise korkunun müziğini yaptı. Hatta King Diamond un minik korkunç bir oyuncağı bile vardır. Müziği de ustacadır. Sert güçlü epik ve sağlam bir Heavy Metal örneğiyle sarsmak, korkutmak, şok etmek için oluşturulmuş bir müzikti sanki. O yaşayan bir efsane onu kelimeler anlatmakta etkisiz kalıyor en iyisi o korkunç atmosfere girip kendimiz deneyimlemek. King Diamond’ ın efsane parçalarından bazıları; Welcome Home; https://www.youtube.com/watch?v=TJH0eBtnbcs Abigail; https://www.youtube.com/watch?v=bdJKLE58FUM

Tolkien Black Metal Müzikte pek çok farklı açılım görmek mümkün. Black Metal de onlardan biri genelde karanlık temaları işleyen tarihin karanlık kalmış yanından beslenen Black Metal de de fantastik edebiyat sevenleri görmek mümkün. Summoning gibi, baştan uyarayım sert müzik sevmiyorsanız pek beğenmezsiniz ben yıllardır dinlediğim için bu aşırı sert müziğe, vokalde kullanılan tiz çığlıklara, bozunmuş (distorsiyonlanmış) gitarlara, sert ve seri ritimlere kulaklarım alıştı. Söylediğim gibi karanlık temalar bu müziğin vazgeçilmezi gizem, gerilim, korku, dehşet, yıkım içerdiği bir gerçek. Tolkien i seven ciddi bir Black Metal müzisyeni popülasyonu söz konusu müziğin tanımından yola çıkarak genelde Tolkien in kötü karakterlerini işliyorlar. Tolkien ustanın kötü karakterleri bir hayli karizmatik onların dünyasına girmek ve biraz kulaklarınızın pasını silmek isterseniz buyurun özenle hazırlanmış Facebook sayfasına. Nazgullar, Witch-King, Angmar Krallığı, Sauron, Morgoth, Melkor isimleri sizler için bir anlam ve önem arz ediyorsa buyurun içeri; NOT: Sayfa da sadece Black Metal yok Medieval Ambient, Dark Ambient, Dungeon Synth ve Epik eserler de bulunmakta. Tolkien Black Metal Facebook Sayfası; https://www.facebook.com/pages/Tolkien-Black-Metal/240291512784908?sk=info Yusuf Gürkan

Slepless Nights; https://www.youtube.com/watch?v=U-yYG00Nr8I

46

47


Öykü

Öykü

Adem ile Havva Başta sadece toz bulutu vardı. Sonrasında ise Âdem ile Havva... Ne değişti peki geçen on binlerce yılda? Aslında nefes alan herkes değil midir biraz Âdem, biraz da Havva? Kaç zamandır kurcalıyor kafamı: Nedeni, nasılı ve varsa eğer olası sonuçları dönüp duruyor dimağımda. Ya her şey düşündüğümüz gibi değilse aslında? Delirmiş de olabilirim, bu da bir olasılık. İşte bunu çözmek için çıktım evimden dışarı. Ben gibiler ve sen gibiler… Çocukluk arkadaşımla oturmuş çay içiyoruz. Elbette bu bir başlangıç. Daha yapacak çok şey var. Ve eğer gerçekse bu, ispatlanmalı. Bunun da bir tek yolu var… “Geçen temmuz ayının ilk pazartesi günüydü. Mesai bitmiş, bankadan çıkmıştım. Eve yürüyordum. Biri geldi, kaldırımda tek başıma yürümemi kıskanmış olacak, arkadan hızla ittirdi ve yere devirdi beni. Sol kolumu da çiğnemeyi ihmal etmedi. Bunu arabasından inip yapmış olsaydı, muhtemelen yedi buçuk ay komada kalmamış olurdum. Kader… Komadan çıkışım da, hastaneden taburcu oluşum kadar ani oldu. Kaçar adım uzaklaşmıştım. Sanrılar görmeye başladım sandım. Ne zerk ettilerse damarlarıma, hangi ilaçları verdilerse artık… Herkes aynıydı, bir ve tekti. Doktor mu, hasta bakıcı mı yoksa hasta mı anlamak imkânsızdı benim için. Elimden gelen tek şeyi yaptım: Kaçtım ve kendimi evimin güvenli duvarlarına kapattım. Azizim, bunca yıldır şu hayatta yalnız oluşumu, çevremde torunlarımın koşuşturmamasını mesela, ilk defa memnuniyetle karşıladım o anda. “ “Tek başına onca gün ne yaptın? Geldiğimde kapıyı bana bile açmamıştın. Pirim, nasıl da merak ettik seni…” “Hazır değildim, açamazdım. Anlamanı beklemiyorum ama saygı duyabilirsin değil mi? Tam olarak kırk sekiz gün önce taburcu oldum biliyorsun. Kapıcı sepete ne lazımsa koyuyordu zaten. Neyse. Şimdi hazırım ve yanındayım. Kırdım seni, biliyorum. Anlayışlı ol. Bir sırrım var ve sadece seninle paylaşmak istiyorum.” “Tedirgin etme beni. Tavırların garip be dostum… Peki, kızma hemen. Söyle madem neden sadece ben?” “Bunadı ya da delirdi diye bir odaya tıkıp, kapıya kilit üzerine kilit vurmasınlar diye! Ayrıca, güvenebileceğim tek sen varsın.” “Bak, seni yıllardır…” Garson çayları tazelemeye gelince sözü yarım kaldı. Baş başa kalınca devam etmeye meyletti, kibarca susturdum ve söze başladım. “Nefes alıp vermek yetmez çoğu zaman. Yaşamak için maddesel olmayan bir enerji gerekir. Reiki, ruh, libido, jing, ışık, ki, düşünce, prana, ying yang, shen… Adına her ne dersen de böyle bir enerji var.” “Nereden biliyorsun peki?” “Görüyorum çünkü! Herkes aynı ama aslında herkes farklı. Bak. Komadan uyandığımda ilk gördüğüm yüz bir doktora aitti. Elinde ufak bir el feneri, gözlerime tutuyordu. Bulanıklık da gözüme tutulan ışık gibi gidince garipliği fark ettim. Herkes aynıydı. Hep aynı hemşire, hep aynı doktor…” “Bunda garip olan ne anlamadım?” “Aynı doktordan üç tane başında dikilse, kapının önünde duranlar, ellerinde belgeleriyle oradan oraya hızlı adımlarla koşanlar, yan yatakta yatan hasta… Hepsi aynı adam olsa ne düşünürdün?” “Ne kadar aynı?” “İkiz gibi. Aynı işte!” “Peki ya hemşireler?” “İlk gördüğüm hemşire ile az önceki garson kızın aynı kişi olduğuna yemin edebilirim. Bak. Tamam. Kulağa çılgınca geliyor ama dinle. Yirmi üç çift kromozom gelir bir araya. Kalıtım işte bu noktada devreye giriyor. Yeni doğan aldığı bu miras ile benzese de ebeveynlerine, aslında yeni bir bireydir derler. Farklı birleşimlerin sonsuza uzanan olasılıkları… Kulak şekillerinin de Parmak izi gibi olduğunu biliyor muydun?” “Hayır. Desene banka soyanlar boşuna yüzlerini kapatmıyormuş.” “Lütfen ciddi ol ve anlamaya çalış. Anlaşılmaya öyle çok ihtiyacım var ki… “

48

“Nereye bağlayacaksın tüm bunları merak ediyorum. “ “Ya gördüğümüz her şey bir yanılsama ise? Aslında her erkek bir ve tekse? Tüm kadınlar aynı ve benzerse? Göremediğiniz, ama kişiye has o madde ötesi enerji yüzünden herkesi farklı algılıyorsak? Biliyorsun madde atomlardan oluşur. Her atomun çevresini saran elektronlar, birbirlerine çarpmadan, öyle hızlı döner ki adeta bir elektron bulutu oluştururlar. Anlasana. Her şeyi, özellikle de konumuz olan insanları görülemeyecek boyutlarda bir enerji bulutu kaplamış durumda. Bu bulutu manipüle eden maddesel olmayan bir enerji var. Başka nasıl mümkün olabilir? İnsanlarda ve kısmen de olsa hayvanlarda bu fiziksel farklılık yanılsaması işte bu enerji sayesinde meydana geliyor. Ruh burada devreye giriyor. Özümüzde aynıyız aslında, anlasana! Düşünce gücünün maddeyi etkilemesi de mi rastlantı? Enerjinin en saf halidir düşünce…” “Sen de bunu görebildiğini iddia ediyorsun?” “Düşünceyi değil. Başta değil. Evet değil. Ama gözlemledim. Farklılıkların ayrımına vardım. Artık görebiliyorum.” “Kalp gözün açıldı desene pirim.” “Kalp gözü, üçüncü göz, nirvana fark etmez ne dersen de. Yalnız değilim. Ben gibiler var etrafta. Ve gözlemliyorlar. Beni de alacaklar aralarına. Ortak benlik için gözleyeceğiz insanlığı. Konuştular benimle. Sensiz gitmek istemiyorum. Sen de gel. Şu dünyadaki tek dostumsun.” “Ya ruha sahip olmayan diğer varlıklar? Neden hepsi aynı değil?” “Bununla ilgilenen biri var.” “Kim peki?” “Bilmiyorum. Onu arıyorlar zaten… ve bekliyorlar…” Bu noktada derin nefes alışı bir nebze de olsa umut vermişti bana. “Dostum. Ama ben göremiyorum iddia ettiklerini. İnanmak istiyorum. Onca yıl birlikte yaşadık, yaşlandık. Seni bu halde görmek…” “Gözünü kapat ve ben diyene kadar sakın açma.” “Ne yapıyorsun?” “Güven bana.” Kapadı gözlerini. İnandığından değil, kalp kırmamaktı kaygısı. Şimdilerde anlayabiliyorum bunu. Avucumu göğüs kafesinde gezdirdim. Açılamayacak kadar sağlam kapatmıştı ruhunu. İnanç güçlü bir silahtır ya hani, bazen de bir lanet olabiliyormuş meğer… “Şimdi açabilirsin.” Baktı etrafına. “Var mı bir farklılık?” Öyle isterdim ki beklediğim cevabı duyabilmeyi… “Maalesef pirim.” “Yazık.” “Ama dinle bak. Nereye gidiyorsun?” “Oraya.” “Nereye anlamadım?” “Ben gibilerin yanına…” “Kal biraz daha. Konuşalım.” “Gerek kalmadı artık. Vakit dar. Dönmem lazım. Ben gibi gözleyebilenler bilirler, iki çeşit insan vardır su dünyada. Gözlenenler ve de gözleyenler… Her ikisi de pasiftir. Değiştirmeye güçleri yoktur bir şeyleri. Derler ki, biri çıkacak ve değiştirecek her şeyi. İnsanlık olarak onu bekliyoruz esasında. Oymuş aradığımız asırlarca. Ve biliyor musun azizim, herkes Âdem ve herkes biraz da Havva aslında.” Öykü: Harun İÇÖZ

49


50

51


52

53


54

55


Öykü

Öykü

Görünmez Kız'ın Sonu Caddenin gürültüsü bozuk ritme mahkûm bir orkestra gibi kulakları sağır ediyordu. Sabah telaşıyla koşturan insanlar güneşin berraklığının farkında dahi değildi. İnsan seli cadde boyunca uzanmaktaydı. Buket de kalabalığın içindeydi. Metroyu kaçırmamak için hızlı adımlarla kalabalığın içinde ilerliyordu. Saat sekiz buçuğa geliyordu. Birkaç dakika içinde gelecek metroyu kaçırırsa diğeri için beklemek zorunda kalacaktı. Bu da işe geç kalmak demekti. Zaten yaptığı işi sevmiyordu ve patronları bunun farkındaydı. Böyle saçma sebeplerle onlara koz vermek istemiyor, işten çıkarılması halinde arasının çok iyi olmadığı ailesiyle yeniden kavga etmek istemiyordu. Yine de genç kızın telaşı kalabalığın içinde önemsizdi. Çünkü herkes onun gibiydi. Kimse telaşını fark etmedi bile. Neyse ki insanlık buraya kadar değildi; kız yere yığıldığında önünde şaşkın bir kalabalık birikti ve kıza yardım etmekte gecikmedi. Çok geçmeden ambülans geldi. Kız dakikalar boyunca baygın bir halde yerde yatmaktaydı. Titreme, nöbet, nabzın yükselmesi gibi bir şey yoktu. Çantasında herhangi bir ilaç da yoktu. Ambülanstakiler ilk müdahalede bulundular. Hastaneye gidene kadar durumu meçhuliyetini korumuştu. Acil müdahaledeki doktorlar da Buket’e ne olduğunu bulamadılar. Çekilen tomografi ve yapılan testler de kaçınılmaz gerçek dışında herhangi bir şeyi açıklamaktan uzaktı: Buket komaya girmişti. Yolda yürürken bir anda başı dönmüş, gözleri kararmıştı. Birkaç saniye boyunca çevresindeki her şey, gidip gelen ampul gibi arka arkaya kararıp aydınlanmıştı. İstemsiz bir gerilme vücudunu sarmıştı. Ardından her şey birden geçti hayat eski haline döndü. Buket kafasını şöyle bir salladı ve gözlerini kırpıştırdı. Etrafına bakınca gördüğü tek şey, kendi halinde oradan buraya savrulan kalabalıktı. O da metroya yürümeye devam etti ve telefonunun saatine baktı. Metroyu kaçırmaması gerekiyordu. Ancak garip bir şekilde kimse Buket’le ilgilenmedii. Önce metro durağındaki görevli onu görmezden geldi. Sonra merdivenlerde ve metroya binerken kimse kendisini görmemiş gibi yapınca kızcağızın şüpheleri arttı. İşe giderken nice insanın yanından geçmişti. Kendisine büyük bir şaka yapılmadığına göre genç kızın aklına sadece tek bir ihtimal geliyordu: Görünmezdi? Görünmezlik biraz hafif kaçacaktı: Genç kız soyutlaşmış gibiydi. Görülmediği, dokunulmadığı gibi sesi de işitilmiyordu. Sonunda, birkaç kez kulağının dibinde bağırdığı apartman görevlisi bey amcanın hiç oralı olmamasıyla ikna olmuştu. Tuhaftı; genç kız bir şekilde madde halinden koparılıp alınmış gibiydi. Ve bu kulağa geldiği kadar korkutucu değildi. Uzun bir aradan sonra Buket belki de ilk defa kendini o kadar hafif hissetti. Hiçbir şey yapmak zorunda değildi. Doya doya güzel havanın, dışarısının keyfini çıkardı. Telefonunun çalıp çalmadığını bile fark etmedi. Kendisini sıkboğaz eden arkadaşları yanında değildi. Ailesi ya da iş yerindekiler de artık onu göremeyeceklerdi. Tuhaf bir şekilde hayatındaki zorunluluklardan kurtulmuştu. Yaşasın! Aniden patlayan coşkunun verdiği hevesle boğaz boyunca saatlerce yürüdü, arada bir oturup manzarayı seyretti. Akşam vakti boş bir otobüsün arka kapısından içeri sıvışırken ilk defa yakalanacak diye heyecanlandı. Ancak hiçbir sorun olmadı. Eve girdiğinde de salona uğramadan odasına girerek yatağa kıvrıldı ve uyudu. Ertesi gün uyandığında hissettiği ilk şey, her şeyin eskisi gibi olacağı korkusuydu. Ya düzelmişse? Ya dünün aksine yine işe gitmek, annesi ve babasıyla yüz yüze olmak zorunda kalırsa? Aynadan baktığında kendini göremeyince şaşırdı. Dürüst olmak gerekirse, dünün özgürlüğünü yeniden yaşayacağının işareti

56

olsa da, fazla aşina olduğu bir şeyi kaybetmek pek hoşuna gitmemişti. Ne olursa olsun görünmezliği devam ediyordu ve bunu sonuna kadar yaşamaya niyetliydi. Günler, haftalar bu şekilde ilerledi. Görünmezliğin tadını çıkarmak gibisi yoktu. Yalnızdı. Onu sıkboğaz eden yoktu. Devamlı sorun çıkaran ailesinden ve sıkıcı işyerinden kurtulmuştu. Onun için en heyecan verici his, daha önce okuduğu fantastik kitaplardaki bir şeyi birebir yaşıyor olmaktı. Sıkıcı sorunları, zorunlulukları ve gerçekleriyle anlamsızlaşan hayat birden karnaval yerine dönüşmüştü. İstanbul’da keyfince dolaşan Buket daha sonra bir otobüse sıvışarak Ege’ye indi. Oradaki şehirlerde gezdi. Geceleri bazen deniz kenarında, bir ağaç dibinde, bazen bir evin balkonunda geçirdi. Hiçbir yer fark etmiyordu. Biraz bile olsun bitkin düşmeden gezdi durdu. Onca zamana değin görmek isteyip de göremediği yerlere gitti. Ormanlarda sessizliği dinledi. Tepelerde gün doğumunu izledi. Irmakların kenarında, ışıltılar saçarak çevresini eşsiz parıltılarla donatan nehirleri seyre daldı. Şehir şehir dolaştı. Hızını alamadı. Atladığı bir yolcu teknesiyle Yunanistan kıyılarına geçti. Turkuaz rengine çalan tertemiz Ege sularında yüzdü. Antik Yunan köylerini ve tapınaklarını gördü. Kartpostal resimlerinden çıkmışçasına huzur veren kasaba manzaralarını seyretti. Bir gün trene, bir gün otobüse, kamyonete ya da tıra bindi; fark etmeksizin gezdi. Dolaştı. Ülkelere gitti. Kimi zaman hayat dolu sokaklardan geçti. Kimi zamansa sessiz yerlere denk geldi. Sarhoşlarla, fahişelerle, kendisi gibi gezginlerle karşılaştı. Doğanın eşsiz güzelliklerine tanık oldu. Kum saati akıyor ama bir türlü sonu gelmiyordu. Belki de durmuştu. Ya da kendisi için artık öyle bir şey kalmamıştı. Her halükarda Buket bunu yaşıyordu. Yola çıktığı ilk günü unutacağı kadar uzun bir süre geçti. Ve bir süre sonra bu şekilde gezmenin cazibesi, tüm güzelliğine karşın zamana yenilen bir çiçek gibi soldu. Görülmüyor, duyulmuyor, fark edilmiyordu. Bilinçli bir şekilde olmasa da Buket’in özgürlük isteyen ruhu en insani dürtüsüne yenilmişti: Yalnızdı. O ilk baştaki olağanüstü cazibesi ve özgürlüğüne karşın yalnızlık sonu gelmeyen bir şeydi. Evinden uzak bir yerde denizi seyredip yalnızlıktan asla kurtulamayacağı sonucunu kabullenmişken, başka bir gerçek daha kendini belli etti: Ailesi? Ortadan kaybolmuştu ve aradan onca zaman geçmişti. Acaba ne düşünüyorlardı? Eve gelmediği zaman ne yapmışlardı? Çıkmadık candan umut kesilmez misali, belki bir gün döneceğini umarak, her yeni güne buruk bir hayata tutunma çabasıyla mı başlıyorlardı? Buket vakit kaybetmeden İstanbul’a dönmeye çalıştı. Çok geçmeden bunu başardı da. Ancak İstanbul’a dönüşü yaklaştıkça kötü bir his içinde kabarmaya başladı. Beklediği gibiydi: Evde matem havası hâkimdi. Annesiyle babası ecellerini bekleyen mahkûmlar gibi suskun, durgun, bitap haldeydiler. Yıllar boyunca kavga ettiği, suçladığı, uzaklaşmak istediği insanlar kendisi için acı dolu bir girdabın içinde hapsolmuşlardı. Yine de bu acı dolu yüzleşme Buket’e bir şey kazandırmıyordu. Görünmezliğinin sebepsizliği kadar, görünür olmasının da bir imkânı yok gibiydi. Onca zaman sonra ilk defa uzandığı yatağında düşüncelere dalmışken, kitaplığın rafındaki günlüğü gözüne ilişti. Defterin ufak bir kilidi vardı ve anahtarı bir zamanlar saklamıştı. Uzandığı yerde doğrularak masasının çekmecelerinde arandı. Sonunda anahtarı buldu ve günlüğü açarak sayfalarını karıştırmaya başladı. Birkaç yıl önce yazmaya başladığı, tüm eski anılarına, arkadaşlıklarına, kısa notlarına, karalamalarına ev sahipliği yapan sayfaları karıştırırken bir kağıt parçasına rast geldi. Kâğıtta büyük harflerle şöyle yazmaktaydı: BUKET, SANA NE OLDUĞUNU BİLİYORUM. YARDIM ETMEM İÇİN ADRESE GEL. ORADA SANA BIRAKILMIŞ BİR NOT DAHA OLACAK. İYİLEŞMEN BUNA BAĞLI.

57


Öykü

Öykü

Buket dışarıdan vuran akşam ışığıyla iyice donuk bir havanın sindiği odada öylece kaldı. Bu not ne anlama geliyordu? Kim bırakmıştı? En önemlisi, başına gelenleri nerden biliyordu? Görünmez olduğunu bilen başkaları da olmalıydı. Acaba ailesi bir şeyler biliyor muydu? Bunu öğrenmenin tek yolu bahsedilen yere gitmekti. Buket dışarı çıktı. Akşam karanlığında caddelerde yürüdü, otobüse bindi. Adresin yazdığı yer, girişi pasaj olan eski bir binaydı. İçeri girdi, kalabalığın arasında fark edilmeden süzülerek merdivenlere yöneldi. Emin olmak için tekrar kâğıda baktı. Doğru yerdeydi. İçinde kontolsüz bir heyecan dalgası köpürüyordu. Göreni önceki yüzyıllara götüren tablolar, parlak cilalarıyla ahşap dolaplar, işlemeli duvar kâğıtlarıyla zevkle donatılmış bir klinikti burası. Sekreter odasında ve bekleme bölümünde kimse yoktu. Arkadaki terapi odasına yürüdü. Birisini bulmayı umdu ancak klinik boştu. Etrafta dolanarak kendisine bırakılmış başka bir not aradı. Masalara, çekmecelere, raflara baktı. Gözüne bir şey ilişmedi. Derken, duvardaki panoyu gördü. Notlara tek tek bakarken bir kâğıtta adının yazdığını gördü: BUKET. MASANIN ÜZERİNDEKİ KİTABIN ARASINA BAK. Masaya dönerek üzerindeki kitapları karıştırdı. Hepsi terapi yöntemleri, davranış biçimleri, bulgular üzerine yazılmıştı. Dakikalar boyuna arandı ve sonunda üzerinde numara yazan bir kâğıt buldu. Bununla ne yapacağını düşünürken, masanın iç tarafında bulunan bir panel gözüne çarptı. Numarayı girdi. Odanın karşı tarafında bir tıkırtı oldu ve gıcırtı yükseldi. O sessizlikte Buket’in yüreği ağzına gelmişti. Loş odada ileriye baktı ve dolabın aralanarak ufak bir asansöre açıldığını gördü. Asansöre bindi. Tek bir düğme vardı. Çok kısa bir kıpırdanmanın ardından, kendisini gördüğü bir başka odaya adım attı ve şaşkın bir şekilde duraksadı. Odanın dört bir yanında ayna vardı ve ne yöne baktıysa, her seferinde kendisiyle karşılaştı. Bu odada görünürdü. Genç kız garipseyerek aynadaki haliyle yüzleşti: Değişmemişti. Ama onu esas şaşırtan şey herhangi bir aynanın kendisini göstermesiydi. Görünmez olduğunu, kim olduğunu bilen birileri ve aynada görünmesi? Bunlar ne anlama gelebilirdi? O sırada bir tıkırtı oldu ve asansörün kapısı kapandı. Artık dört duvar içindeydi. Buket ne yapması gerektiğini düşündü ancak bir şey yapmasına gerek kalmadan, herhangi bir yerden bir ses geldi, “Merhaba, Buket,” dedi, “Bana güvenerek buraya geldiğin için teşekkür ederim.” Kelimeler kızın boğazında düğümlendi. Bir anda soracak o kadar çok şeyi olmuştu ki, nereden başlayacağını bilemedi. “Neler oluyor?” “Yaşadıklarını ve hissettiklerini anlayabiliyorum. Kendini görünmez olarak buldun. Tüm hayatın bir anda değişti.” “Bana ne oldu?” “Kolay açıklanmayacak kimi çakışmalar oldu ve deyim yerindeyse fiziksel fonksiyonların azaldı. Artık bir soyut bir haldesin. Gerçeği gözlemlesen bile onun bir parçası olman artık çok zor. Yine de iyileşeceksin, Buket. Ama bunu isteyip istemediğini öğrenmek istiyorum. Bu şekilde yaşamaya devam etmek istiyor musun? Yoksa eski haline geri mi döneceksin?” Buket o ilk baş dönmesinin izlediği günlerde babasının kolundaki yara izi, annesinin normalden zayıf oluşu, çevredeki binaların hatta sokakların, yolların bile değişik oluşu gibi kimi şeyleri fark etmemişti.

58

Aslında bunların çoğunu birebir görmüştü. Ancak kızın zihni, kolaylıkla yerine oturan birer parça gibi bu gerçekleri öncekilere eklemişti. Onun algısında gördüğü eski ve yeni şeyler arasındaki farklılık, aynı elden çıkan, aynı yüzün tasviri iki karakalem kadar inceydi. Tüm bu farklılıkların sebebi, Buket’in baş dönmesi diye yaşadığı şeyin aslında başka bir gerçekliğe geçiş olmasıydı. Gördüğü ancak idrak etmediği farklılıklar, olayların farklı gerçekliklerdeki kendine has bükülmelerinden ibaretti. Her ne kadar inanılması zor olsa da bu değişimi yaşayan sadece kendisi değildi: Öbür taraftaki Buket de aynı anda kendisiyle yer değiştirmişti. Ve o da diğer gerçeklikteki farklılıkları görse de bunları garipsememişti. Kulağa bir değiş tokuş gibi gelmesinin aksine, bu değişim bir terazinin dengeli oluşu kadar karşılıklı olmamıştı. Bir şeyler eksik olmuştu. Enstitüden bilim adamları uzun zamandır yürüttükleri kimi çalışmalar sonucu, beynin içlerine bağlanan kimi algılayıcılar ile insan zihnindeki bazı gizemli alanların sırrını çözmeye yaklaştıklarına inanmaya başkamıştı. Bu boş alanlar aslında fazlalıkların saklandığı bölgelerdi. Fazlalıklarsa, gerçekleşen olasılığa karşın diğer gerçekliklerdeki olasılıkların saklanmasıydı. Bilim adamlarının yorumuna göre zihin, kurmayı başardığı gizemli bir bağ sonucu her biri birbirine benzeyen olasılık sarmallarını tek bir yerde saklıyordu. Bunu nasıl yaptığı, diğer yerlerle nasıl bağlantıya geçtiği meçhuldü. Ama bu keşif bile muazzam bir devrimdi. Olağanüstü bir başka gerçek de, bu ortak noktaların aynı zamanda birer sıçrama noktası oluşuydu. Peki, görünmez olan sadece kendisi miydi? Kendisi gibi diğer Buket de mi bu geri dönülmez bir noktaya itilmişti? Her iki Buket de taraf değiştirmişti ve şükür ki bu Buket diğerinden daha şanslıydı. Diğer gerçeklikteki kız, yolda yürürken yaşadığı bir beyin kanamasıyla bitkisel hayata girmişti. Görünmezliğin kıskacında olduğunu ve asla bedenine geri dönemeyeceğini düşünen kız aslında ölü bir bedeni terk etmişti. Bitkisel hayata girmiş bedene hapsolan Buket’se artık sonsuz bir bilinmezliğin içindeydi. Araştırmayı yürüten bilim adamları, bedenin zihin değiş tokuşuna neden böyle bir tepki verdiğini anlayamadılar ve o Buket’e asla ulaşamadılar. Şimdi, aynalı odada gördükleri üzere, diğer taraftaki bedene her ne olduysa kızın bilincini kabul etmemişti. Belki de zihin ilk ayrıldığı an o taraftaki bedenin gösterdiği bir tepkiydi bu? Yine de bunu çözmek için çok sayıda deneye ihtiyaç duyacaklardı. Önlerinde yapılacak daha çok şey vardı. Beklenmedik soru karşısında kız kararsız bir şekilde “Ben… Bilmiyorum…” dedi ve aynadan kendisine baktı. “Bu şekilde daha ne kadar sürecek?” Sonunda yenik düşmüş gibi sesi titredi ve aslında içinde birikmiş kimi şeyleri belli etti. “Bu sadece araştırma sonuçlarının açıklayacağı bir şey, Buket.” Ses makul, temkinliydi. “Peki, eskisi gibi olacak mıyım?” “Eğer senden isteyeceğim şeyi yaparsan, evet. Ama önce sana sormam gerek: Bunu istediğine emin misin?” Kızın sesi titredi, “İyileşecek miyim?” diye sordu. Kimsenin fark etmeyeceği çaresizliği dahi, sıra dışı özelliğine karşın bu hayatın kimi keskin gerçeklerinden kaçamayacağının bir belirtisiydi. Herhangi bir hayatta, herhangi bir insana olduğu gibi: Kurallar asla değişmez, koşulları kendisine uydururdu. Ses “Evet,” diye cevap verdi. “O zaman eminim.” Ve Buket şaşkın bir şekilde arkasına dönerek, aynalardan oluşan duvarda içe doğru bükülen aynaya

59


Öykü

baktı. Ardında bir boşluk belirdi. Masmavi bir denizin dalgalarını andıran ışık kabartıları kendine kadar geldi. Bir ses duyamadı; zira kulakları kapıya yaklaştıkça sessizlikle, zamansızlıkla doldu. Yaptığı seçimin farkında olamayacak kadar şaşkın, bir o kadar da gergindi. Yaşadığı tuhaf değişimden sonra, tanımadığı bir insana güvenmesi sonucu içine gireceği bilinmezliğin eşiğindeydi. İyileşmesine giden yol artık önündeydi. İstediği yegâne şey buydu ve kız sadece sesini duyduğu birine sorgusuz sualsiz güvenmekte haklıydı. Farkında olmasa da hayatının seçimiydi bu ve adımını atarak kendisine boşluk gibi gözüken yerin içine doğru süzüldü. Odadan çok uzaklarda, bir hastanenin alt katlarındaki laboratuvarda Buket’in bedeni gözetim altında tutulmaktaydı. İçeri giren Profesör beyninin birçok bölgesi ve vücudunun bazı yerlerindeki sinirleri alıcılara bağlanmış halde yatmakta olan kızın yanına gitti. Zihin transferi sırasında baygınlık geçirerek hastaneye götürülen bedende hiçbir sorun yoktu. Buket’in onca zamanki yokluğu boyunca uyku halinde tutulmuştu. Şimdiye kadar mucizevi başarılar elde edilmişse de, beynin böylesine gizemli bir alanını çözmek için yapmaları gereken daha çok çalışma vardı. Bu seferlik bu beyinle de işleri bitmişti. Yenilerini istedikleri an bulabileceklerdi. En azından tehlike bertaraf edilmiş, Buket kendisine bırakılan işareti takip edip gizli odaya gitmişti. Nedenini çözemedikleri bir şekilde yeni bedenine girmeyen kızın zihni artık araftaydı. Başıboş bir şekilde dolaşmaktan ve potansiyelini keşfetmektense olabileceği en iyi yerde, diğer bilinç hallerindeki varlıkların arasında yer alacaktı. Zamanın ve mekânın olmadığı diyarda ebedi yalnızlığından bir an olsun kurtulamayacak, bazen kırıntı halinde kalmış geçmişinden ve o anki varoluşundan bile şüphe edecek, ruhunu zehirleyen ve deşen deliliğin duvarları arasında hapis kalacak, ne kadar uğraşırsa uğraşsın oradan çıkamayacaktı. Profesör hemen yanında beklemekte olan asistanına döndü: “Beyinsel fonksiyonlarını öldürün ve bedeni hastaneye geri yollayın. Doğal bir ölüm için gereken belgeler hazırlansın. Ailesine her zamankine benzer bir açıklama yapın. Diğer taraftaki ekibe haber verin. Onlar da aynısını yapsın.” Öykü: Ali Cem GÜNGÖR

60

61


Haberler

Mart Ay'ında CKM’de açtığım

sergimi izleyemeyenleri, 13-25 Haziran tarihleri arasında Bozcaada Sanat Galerisi'ne bekliyorum.

62

63


Haberler

İstanbul Lisesi Sinema Kulübü iftiharla sunar! Liseli genç yönetmenler için yine liseliler tarafından düzenlenen ve alanında ilk olan 12. Altın Boğa Kısa Film Yarışması’nı uluslararası platforma taşıyan İstanbul Lisesi Sinema Kulübü, ilk festivalini düzenlemeye hazırlanıyor. 2-4 Haziran 2015 tarihlerinde gerçekleşecek “Altın Boğa Kısa Film Festivali”; üç gün süresince yerli ve yabancı kısa film seçkilerini, alanında uzman kişilerle yapılacak atölye ve söyleşileri genç sinemaseverlerle buluşturacak. 2 Haziran’da açılış galasıyla başlayacak festival, 4 Haziran gecesi birincilik ödülü “Altın Boğa”nın sahibini bulacağı ödül töreniyle sona erecek. Öncelikli hedefi lise öğrencilerini hem teorik hem pratik sinema alanında aydınlatmak olan, danışmanlığını SİYAD üyesi Fırat Sayıcı’nın üstlendiği Altın Boğa Kısa Film Festivali’ne İstanbul Lisesi ve Pera Müzesi ev sahipliği yapacak. 12. Altın Boğa Kısa Film Yarışması’nın jüri koltuğunda Engin Çağlar, Atilla Dorsay, Bennu Yıldırımlar, Ertuğrul Karslıoğlu, Serdar Akbıyık, Peyami Çelikcan, Selim Evci, Ali Demirel, Mahmut Fazıl Coşkun ve Ahu Türkpençe oturuyor. Festival programının önümüzdeki günlerde belirginleşecek detayları ve Altın Boğa Kısa Film Yarışması’yla ilgili ayrıntılı bilgi için www.ielsinema.com adresi takip edilebilir.

64

65


Haberler

Haberler

Batman: Arkham Knight Ses Kastıyla Tanışın, Kevin Conroy ve Jonathan Banks da Dâhil Oldu Rocksteady Studios ve Warner Bros. İnteractive Entertainment “Batman: Arkham Knight” için yeni sahne arkası görüntüsünü yayınlayarak, oyunun ses kastına küçük bir bakış için oyunculara sundu. Kevin Conroy Batman’i, Jonathan Banks Komiser Gordon’ı, Ashley Greene Barbara Gordon’ı ve Oracle’ı, John Noble Scarecrow’u (Korkuluk), Scott Porter Nightwing’i, Tara Strong Harley Quinn’i, Troy Baker Two-Face’i, Nolan North ise Penguin’i seslendirecek. Arkham serisinin tartışmalı finalinde, Batman şehre karşı nihai tehditle karşılaştığında korumak için yemin ediyordu. Scarecrow etkileyici bir kötü adamlar listesinin baş kötüsü olarak dönüyor, Penguin, TwoFace ve Harley Quinn de Kara Şövalye’yi sonsuza kadar yok etmek için ona katılıyorlar. Batman: Arkham Knight, Rocksteady’in seçkin dizaynı olan, markanın ilk kez sürülebilir Batmobil versiyonunu tanıttı. Bu efsanevi araca ek olarak, Batman Arkham serisinin beğenilen oynanışı ile birleştirilerek oyunculara sunduğu nihai ve tamamlanmış Batman deneyimi ile onlar sokaklarda koşturacak ve Gotham şehrinin tüm siluetinin ufuk çizgisinde süzülerek yükselecekler. Batman: Arkham Knight, 23 Haziran’da PlayStation 4, Xbox Bir ve PC için kullanılabilecek. Kaynak: http://www.comingsoon.net/games/trailers/437883-meet-the-batman-arkham-knightvoice-cast-including-kevin-conroy-and-jonathan-banks adresinden tercüme edilmiştir.

66

67


Haberler

Haberler

Quentin Tarantino'nun The Hateful Eight'ına Ön Bakış Entertainment Weekly dergisinde yayınlanan ön bakışa göre Quentin Tarantino’nun “yeni kanlı western”ine "Samuel L. Jackson, Jason Leigh ve Kurt Rusell “ sallanan muhteşem bıyıklarıyla dahil olacaklar. Tarantino dergiye, kardan mahsur kalmış sınırdaki yerel yol istasyonunda geçen yeni filmiyle bir tiyatro oyununu andıran, onu kısmen yansıtan ilk filmi Rezervuar Köpekleri arasındaki benzerlikten şöyle bahsetti: “Benim için bu film westernden fazlası, “Iceman Cometh” tarzı hareketliliği üzerine. Odanın içinde bir grup adam, kimse birbirine güvenemiyor. Senaryoyu yazmaya oturduğumda bu bir yürüyüş düzeninde değildi, ancak oldukça hızlı bir şekilde gerçekleşen hoş bir döngü tarzında oldu.” Kadroya ayrıca Walton Goggins, Demian Bichir, Tim Roth, Michael Madsen, Bruce Dern ve kimliği meçhul küçük bir rolle Channing Tatum da dahil oldu. The Weinstein Company’nin dağıtacağı film Oscar sezonu için beklenen bu kış civarında yayınlanacak. The Hareful Eight’de, sahne “Amerikan İç Savaşı”nın (Civil War) altı yahut sekiz yıl sonrasında, bir posta arabasının hızla savrulup geçtiği soğuk ve karlı Wyoming manzarasıdır. Yolcular, ödül avcısı John Ruth (Russel) ve onun “firarisi” Daisy Domergue (Leigh), Red Rock kasabasına doğru yarışırcasına yönelmiş olan Ruth, bu taraflarda “Cellat” olarak tanınmakta olup Domergue’u adalete teslim edecektir. Yol boyunca, iki yabancıyla karşılaşırlar: Afro-Amerikalı, eski bir Birlik (Union, Kuzeyliler) askeriyken adı kötüye çıkmış bir ödül avcısına dönüşen Major Marquis Warren (Jackson) ve Güneyli (Konfederasyon’dan) bir firari olup kasabanın yeni şerifi olduğunu iddia eden Chris Mannix (Goggins). Kar fırtınası yüzünden rehberlerini kaybeden Ruth, Domergue, Warren ve Mannix dağ geçidi üzerinde Minnie’nin Çerçi Dükkanı’nda konaklarlar. Minnie’nin dükkanına vardıklarında, onları mekanın sahibi olmayan dört yabancı yüz karşılar. Minnie’nin dükkanına bakan annesini ziyarete giden Bob (Bichir), yukarıya saklanmış olan Oswaldı Mobray (Roth), Red Rock’ın celladı, inek çobanı Joe Gage (Madsen) ve Konfederasyon Generali Sanford Smithers (Dern). Fırtına bastırdığında dağın yamacında “mola veren” sekiz yolcumuz sonunda Red Rock’a kadar bunun olmayabileceğini öğreneceklerdir. Kaynak: http://www.comingsoon.net/movies/news/437895-first-look-at-quentin-tarantinos-thehateful-eight adresindeki yazıdan tercüme edilmiştir.

68

69


Öykü

Öykü

Yurtsuz ve Gizemli Cinayetler 5. Bölüm - Ölüm Var Havada ölüm kokusu vardı. Yerde ise ölüler... Her bir yana yayılmışlar, göğü seyrediyorlar. Ölülerin üstünde ise savaşanlar var. Durmaksızın savaşanlar, bir zafer çıkmayacağını bile bile savaşanlar... Yurtsuz da tam oradaydı. Yere yığılmış, doğrulmaya çalışıyordu. Yara almayan tek bir yeri bile yoktu. Kandan kızıla çalmıştı tüm vücudu. Etrafına bakındı. Orman neredeydi? Oktar Bey neredeydi? Peki gümüş zırhlı savaşçı neredeydi? Hiç biri görünmüyordu. Etrafında insanlar çarpışmaya devam ederken zar zor yürüyordu. Nasıl bu hale geldiklerini hatırlamaya çalıştı. Altay Bey ile konuştuktan sonra ulu ağacın oraya gitmişti. “Neden gitmiştim?” diye sordu kendine, sonra cevapladı : “Oktar bey ile buluşmak için gitmiştim.” Büyük bir balta vardı elinde. Ulu ağacı kesiyordu. Çok geçmeden Oktar, Çin’den haber getirmişti. “Yangını çıkaranlar bulunmuş, fakir birkaç adam. Kaçmışlar. Ama ben onları buldum, sorguladım. Konuşturmak zor oldu. Buna karşı eğitim almışlardı, belliydi. Ama başardım, konuşturdum. Kuzeyde bir adam varmış, kudretli, lider ruhlu bir adam... “ Kafasında bu konuşma olurken bir cesedin önünde durdu Yurtsuz. Oktar Beydi bu. Yerde öylece uzanmış duruyordu. Diğer herkes gibi mavi göğü seyrediyordu hayranlıkla. “Kuzey, kuzey, kuzey...” Kafasının içinde yankılanıp durdu bu kelime Yurtsuzun. Kesilmiş ağaçtan sonra buraya, kuzeye gelmişlerdi. Ne için? Bu kudretli adamı bulmak için mi? “Adam, sürekli gümüş bir zırh giyiyormuş, zırhını hiç çıkarmıyormuş, çok iyi bir savaşçıymış.” “Eski dostun Hintli Kılıç’ı öldürecek kadar iyi bir savaşçı.” “Değil. Sorguladığım adam onu bir kere miğfersiz görmüş. Tarif etti. Kılıç’ı öldüren kimse yok. O adam Kılıç.” Yurtsuz, Oktar Bey’in cesedini bırakıp devam etti. Türkler, Çinliler ... Her ırktan ölü vardı burada. Birden önüne boğuşan iki asker düştü. Umursamadı yanlarından devam etti. İşte o anda onu gördü. Tepede güneş gibi parlayan, parlak zırhlı adamı... Ona doğru koşmaya başladı. Az önce yürümekte zorluk çeken adam çılgınlar gibi koşuyordu, hatırlıyordu ve öfke ile doluyordu. Tam bu tepenin eteğine geldiklerinde yine bu adamı tepenin başında görmüştü. Ardında yığınlarca adamı vardı. Yurtsuz, Orman, Oktar ve atı, binlerce adama karşıydı. Öleceğini düşünmüştü. Tepelerinde uçan kargaları hatırladı. Yüzlerce karga, belki binlerce... Çok geçmeden dört bir yana dağılmışlardı. Sanki vakit geceden sabaha çalmıştı birden.

70

Yalnız savaşıyorlardı. Oktar Bey çok dayanamamıştı, serilip yere ölümü tatmıştı. Kendisi ise saatlerce tek başına, yüzlerce adamı yere yığmıştı. Siyah topuzu kandan gün batımı gibi kızıl olmuştu. Sonra ne olmuştu? Hatırlayamıyordu ama tahmin edebiliyordu. Çinlilerin, Türklerin üzerine saldığı ordusu yardımına gelmişti. Sadece onlar değil, Türkler, Oğuzlar, Uygurlar... Hepsi Yurtsuz için toplanıp gelmişti. Borçlarını ödemek için gelmişlerdi. Türkler ve Çinliler omuz omuza savaşmıştı. Bu unutulmayacak bir olaydı. “Altay’ın kuzgunları çağırmış olsa gerek onları.” diye düşündü ve sonra yere yığıldı. Tepedeki adama yetişememişti, bayılıp düşmüştü bozkırın ortasına. Uyandığında, Kapağan’ın obasında bir çadırdaydı. Savaşın izini taşıyan Türk Beyleri başına dikilmiş bekliyordu. Kapağan, Yurtsuz’un uyandığı görünce şöyle dedi: “Hızlı iyileşiyorsun beyim.” “Kaç gün oldu?” “Dört, savaştan bu yana dört gün geçti.” “Sonuç ne oldu? Durdurdunuz mu o adamı?” “Çok alp kaybettim. Düşman da çok kişi kaybetti. Ama beyleri kaçtı. Dağılıp gitmişlerdir.” “Öyle olmuştur. Zafer bizimdir.” Yurtsuz doğruldu ve ayağa kalktı. Gülerek “Çinliler ile omuz omuza savaştığınızı gördüm.” dedi. “Çok geçmeden yine birbirimizi yiyeceğiz. Umutlanma.” Çadırı aralayıp dışarı çıktı. “Ben gideyim. Size çok yük olmuşumdur.” “Kızgın olmanı bekliyordum. Tersine çok mutlusun.” Yurtsuz, ardına dönüp “Neden kızgın olayım?” diye sordu. “Bu kadar ölümden sonra en azından biraz üzgün olacağını düşünmüştüm.” “Ben çokça yaşadım ve çokça ölüm gördüm. Alıştım artık. Şimdi çağır Orman’ı binip gideyim.” Kapağan Kağan, bir şey demedi. Diyemedi. Sadece sustu. Ne diyeceğini bilmiyordu. “Duydun mu beni? Orman nerede?” Kağan’nın başka çaresi yoktu. Ya söyleyecekti ya da söyleyecekti. “Öldü.” Bu sefer susma sırası Yurtsuz’daydı. Onca ölümün arasında Orman’nın ölümünün de olduğu aklına bile gelmemişti. Az önceki umursamaz adam değişip öfkeli bir adam olmuştu. “Bana bir at ver.” dedi. “Ve silahımı da getir.” Ölüm haberinden önce, savaştan kurtulup giden gümüş zırhlı adamı önemsemiyordu. Ama şimdi ondan nefret ediyordu. Bir şey istiyordu. Ölüm gibi bir şey... İntikam... İstediği şeyin adı buydu. İntikam... Bey’in verdiği at ile hızla mağarasına doğru gitti. Bazen burada kalırdı. Kendini kapatır günlerce çıkmazdı. Ama bu sefer fazla durmayacaktı. Başka bir oyuğun ağzını kapatan bir kaya parçasını itip gizli bir oyuğa girdi. İçeride bir zırhlığa yerleştirilmiş örme bir zırh vardı.

71


Öykü Yurtsuz üstündeki paçavraları çıkarıp attı ve o zırhı giymeye başladı. Akdenizli demirci bir ustanın yaptığı bu örme zırh çok sağlamdı. Bunu her zaman giymezdi çünkü çok değerliydi. Zırhı giydiğinde tam bir savaşçı gibi görünüyordu. En sonunda ise kendine has olan boynuz delikli miğferini giydi. Savaşmaya hazırdı. Onu bu dünyada kimse durduramazdı. Durduramayacaktı zaten. Hışımla çıktı mağaradan. Dışarıda hiç beklemediği biriyle karşılaştı. Orada olmaması gereken siyah garip bir delikte duruyordu bu adam. Yurtsuz şaşırmıştı. “Baba!” dedi. “Oğul dinle, vaktim yok.” dedi babası. Bitap düşmüş bir halde görünüyordu. Korkuyor ve acı çekiyor gibiydi. “Yardımına ihtiyacımız var. Bize yardım et. Artık sürgün değilsin. Bağışlandın. Gel ve bizi kurtar.” Yurtsuz’un alması gereken bir intikamı vardı ve yıllarca beklediği yurduna dön çağrısı onu hiç ilgilendirmemişti. “Olmaz” dedi. “Gelemem.” “Oğul, yapma. Sana ihtiyacımız var. Haydi!” Yurtsuz yoluna devam etti. Ne olduğun sormak bile istemedi çünkü kabul etmekten korkuyordu. Gitmek istiyordu ama şimdi değil. Döndü geriye. “Geleceğim ama sonra.” “Tek bir şansımız var o da şimdi. Haydi!” Yurtsuz “Olmaz , baba, olmaz.” derken babası yok olup gitti. Yoluna devam ediyordu Yurtsuz ama düşündükçe anlam veremediği bir an yaşamıştı. Düşünmemeye karar verdi ama “Haydi!” sözü kulağında yankılanıp duruyordu. Atına binip hızla sürdü. Yapması gereken şeyi yapacaktı. Tepedeki bir kuzgunu takip ederek devam etti. Düşman ile yüzleşme vakti yaklaşıyordu. Öykü: Cevher Veli KARAKOÇ

72

73


74

75


76

77


Ön Okuma

Öykü

Samuraylar Çağında, Onların Tek Efendisi Ölümdü. Deadpool : 5 Ronin Özgün Adı : 5 Ronin

Tuna Erdoğdu Redaksiyon

Peter Milligan Yazar

Bora Öngürer Editör

Tom Coker – Dalibor Talajic – Laurence Mehmet Kutay Özel Campbell – Goran Parlov – Leandro Yayın Koordinatörü Fernandez Çizerler Berk Șentürk Grafik ve Uygulama Emre Taşkıran Çevirmen Ertan Ergil Yayın Yönetmeni

Wolverine, ölmeyen katil; Hulk, güç bela dizginlenmiş canavar; Punisher, savaşı olmayan asker; Psylocke, içinizi görebilen güzel; Deadpool, dünyanın en tehlikeli ahmağı. Feodal Japonya’da bu beş kahramanın ruhları, hiç görmediğiniz bir biçimde yaşıyor. Onlar süper kahraman değil. Utanca düşmüş savaşçılar, efendisiz samuraylar. Onlar 5 Ronin. Peter Milligan’ın yazdığı ve Tomm Coker, Dalibor Talajic, Laurence Campbell, Goran Parlov ile Leandro Fernandez’in resimledikleri beş sayılık “5 Ronin” serisinin tamamı bu ciltte toplanmıştır.

1. Baskı Mart 2015 - İstanbul ISBN : 978-605-64967-9-0 Sayfa Sayısı : 136 İç : 135 gr. 1. sınıf parlak kușe kağıt - iplik dikiș Kapak : 300 gr. 1. sınıf parlak kușe kağıt Fiyat : 25 TL

JbcYayincilik.com - info@JbcYayincilik.com - twitter.com/JbcYayincilik - facebook.com/JbcYayincilik - instagram.com/JbcYayincilik

78

Sigaralar da Ağlar Tanrıçasının tatlı ve narin dudakları arasındayken, alev almak için çakmağa pek de ihtiyacı yoktu sigaranın. Buna rağmen sevgilisi onu yakınca nereden geldiği bilinmez bir zevk kırbacı zihnini terbiye etmeye koyuldu ve ateşi odanın karanlığını reddedip cesurca parlayan kızıl bir yıldıza dönüştü. O an; sevgilisinin sabah güneşinin yıkadığı zeytin yapraklarını andıran yeşil gözleri onu ebediyet dağının doruklarına tırmandırdı, kasvetli geleceği ise bir an neredeyse görünmez oldu. Artık sigara gömüldüğü dipsiz durağanlıktan semavata yükseleceğine emindi; aşk, hayat ve ölüm hakkında tüm çelişkilerden ve dinmez acılardan muaftı. Sanki sonsuzluğun gökkuşaklarında kayıyor, neşeye hapsedilmiş bir mahkum gibi prangalarını kucaklıyordu. Ateşiyle aynı renk dudaklar bedeninden birkaç saniye de olsa ayrılınca varlığının özü zannettiği şeyleri yeniden görmek için delice bir hevesle sahibesine bakındı ve hiç beklemediği bir şeyi gördü orada. Kadının ağzından hiçliğe gri bir duman akıyordu. Kendilerinden kaçarmışçasına uzaklaşan o hüzünlü varlığı tanıdı hemencecik. "Ruhum," diye fısıldadı, "Yitiyor yavaş yavaş." Ve bir an hissettiği tüm duygular hakkında anlayamadığı bir şüphenin pençesine düşeyazdı; fakat kendini saran tüm kaygılar, yeşilin en cilveli tonundaki gözler ona yöneldiğinde yavaşça yerini sarsılmaz bir güvene bıraktı. O alelade bir kadın değil, diye düşündü sigara. O yeşil gözler uğruna yapılsalardı, tarihteki tüm savaşlar meşrulaşabilirdi. Dudaklarının, kötümserliği bertaraf edip kişiyi efsunlayan lezzetli bir afyon olduğunu hangi düşkün yalanlayabilirdi? Engin dalgaların zirvelerinde yüzmek, hayalin sınırlarında dans etmek, aşkın yüceliğiyle kutsanmak için bazı şeyleri feda etmek gerekirdi. Bu nedenle kadının dudakları onu daha sıkı sarıp nefesi ruhunu daha da güçlü çekince kendisi hakkında düşünmekten vazgeçip kaderi sorgulamayacağına dair içten bir ant içti; fakat bu onu rahatlatamadı, aksine kaderin adı bile onu başka bir korkuyla yüz yüze getirmeye yetti. "O güzel yüz bir gün solacak." diye iç geçirdi sigara. "Solacak; çünkü sigara öldürür." Güneş nasıl sönecekse, güller nasıl boynunu büküyorsa ve çorak topraklar nasıl kaybetmişse verimini, aynısını -hem de güzelliğiyle orantılı olarak daha şiddetlisini- sevgilisi de yaşayacaktı günün birinde. Ve daha korkuncu, hayatta o güzelim tenden çalınan her tadın, onun dişiliğine karşı dikilmiş her bentin en büyük suçlusu da sigaranın kendisiydi; içindeki zehri nasıl da kusmaktaydı sevdiğinin bedenine, dur durak bilmeden. Yağmaladığı cennetin sonunda ulaşacağı hal aklına düşünce ürktü. Sarı, soluk, ölü bir cilt; ışığını kaybetmiş ruhsuz gözbebekleri; işkenceye dayanamayan akciğerler, bitmek bilmez öksürüklerle atıyorlar son çığlıklarını. Aşk değildi bu, bu sadece bağımlılıktı. O an kendini bir masalda gördü: Ölüm uykusuyla lanetlenmiş prensesini, dudaklarından öperek kurtaran bir prens değildi o; harabeye dönmüş sarayın kırık penceresinden içeri dalıp uyuyan güzelin alt dudağını büyük bir iştahla mideye indiren bir akbabaydı yalnızca. Ne kadar edebi ve ebedi hayaller aksini iddia etse de gerçek denilen cellat, zihninin orta yerine zakkumdan bir darağacını çoktan kurmuştu. Kaçacak bir yer yoktu, yazarın dediği gibi öte dünyada da kurtulacak bir yer yoktu. O zaman kaderi kabullenmekten öte başka bir çıkar yol var mıydı? Rüzgara onları istediği yere taşıması için izin vermelilerdi; bundan sonra deniz isterse onları yepyeni limanlara götürecekti, isterse bir karış suda alabora edecekti. Gece mutlaka çökecekse de, mutlak karanlıktan birkaç saniye önce aşıklar birlikte kapacayaklardı gözlerini. Ama işte birlikte olacaktı her şey. Birlikte oldukça akıntıya karşı yüzmeye devam edecek, tüm kaybedilmesi muhakkak

79


Öykü

Öykü savaşlarda da birlikte akın edeceklerdi düşman üstüne. Aşk işte bu, diye düşündü sigara, sararacak iki yaprağın dans ederek düşmesi ezilmeye. Sorunun çözüldüğüne inanıyordu sigara, hazzın coşkusundan başka hiçbir şey akla gelmeyecekti. Bir bakıma bunda haklıydı da; fakat unuttuğu küçük bir ayrıntıyı o yeşil gözlerde kendini görünce fark etti. Haz da sonluydu ve maalesef bitiyordu. Derin düşüncenin labirentlerinden çıkmaya çalışırken, zamanın hep sevgilisinin düşmanı olduğunu sanmıştı. Oysa şimdi zamanın katlettiği ilk kişinin kendisi olduğunu fark edince acı acı güldü. Kadın, sigaranın ruhunun neredeyse tamamını çekmişti. Vücüdunun yarısından fazlası küle dönüşüp dağılmış, kalan kısım da hastalıklı bir sarımtırak renge bürünmüştü. Buna rağmen yine de yeşil gözlerin gerçek sevginin parıltısıyla dolup taşmasını bekledi sigara. Düşüncelerindeki gibi birlikte çürümenin teklifini aradı o gözlerde ve bir yerden sonra sadakati boşvererek sadece anlayışa bile razı oldu. Hayır, boştu gözler; sanki onlara aşk hiç uğramamıştı. Meşe ağaçlarının yapraklarını yansıtan dingin bir ırmağa benzemiyordu gözler artık; sadece basit bir bataklıktı onlar, kişiden önce onun hayallerini çekiyorlardı dibe. Kendini kandırmaya çalışsa da kaçınılmaz sona varmıştı, sigaranın güçlü durmaktan başka çaresi yoktu; fakat o an doruklarında konakladığı ebediyet dağının kara lavlar saçarak parçalara ayrıldığını bilmekteydi. Gökkubeye yetişmek için koştuğu o miraç merdiveni ayaklarının altından çoktan kaymıştı. Sadece aşkı, hayatı ve ölümü hakkında değil hiç duymadığı günahlardan, cezasız kalan suçlardan hatta tanrının hatalarından da sanki sorumlu tutulacaktı. Gökkuşağının üzerinde sonsuzluğa yaklaşırken güneş aceleyle batmıştı ve neşeye hapsedilmiş bir mahkum değildi artık o, daha ziyade hapsolmuş neşenin önünde başını eğen sıradan bir ziyaretçiydi. Varlığının özünü de dudaklar göstermemişti hiçbir zaman ve belki de zaten bir öze sahip bile olmamıştı; Hatta bir sigaranın düşünmesi bile ne kadar mantıklıydı ki! Evet, artık kaçınılmaz sona varmıştı. Öyle bir pes edişti ki bu, sevgilisinin yozlaşmış duygularını yeniden yaşatmak için çabalamayı bile deneyemedi; kaderinin bir yıldıza benzediğini düşündü sadece doğmuş, delice parlamış ve sonunda cüceleşerek sönmüştü. Ve kaymıştı... Atılmıştı; aşağıların aşağısına doğru, kayboluşun kalbine doğru. Ve sigarayı asıl kederlendiren ise düşüşünü yalnızca yükselişine benzetebilmek olmuştu. Düştüğü yer camdan bir hapishaneydi, camdan bir mezar; aynı yolu ve belki de aynı düşünceleri paylaştığı ölü kardeşlerinin oluşturduğu pis ve izbe bir ceset dağı... Burada her şeyden iğrenerek ölümü beklemesi gerekirken iki yeni erdem bir anda kapısını çaldı. Kıskançlık ve intikam onu selamlıyordu... Kıskanıyordu onu. Mezarındaki kalabalıkla karşılaşınca başlamıştı bu his ilk olarak. Ardından kadının paketten diğer sigaraları hayvani bir iştahla çıkarmasını, istemsizce yaptığı aptalca gülümsemesini ve gözbebeklerinin aldığı devasa şekli gördükçe artık kıskançlık artık onun zihninde egemenliğini ilan etmişti. İntikam arzusu ise çakmağın aleviyle başlıyordu her zaman; sigaraların parlaması, miğde bulandırıcı bir birliktelik, en az onun kadar rahatsız verici tekdüze bir zevk anı, kardeşlerinin mezara düşerek yazgılarını tamamlamaları ve nihayet her zaman hiçbir şeyi umursamayan ve bu canavarlıktan sarhoş olan bir fahişenin neşesi... Kıskançlık ve intikam isteği bir yerden sonra dayanılmaz oldu ve sigaranın ölümü yok oluştan daha yüce bir anlama kavuştu birden. Sigara sadece ölmekle yetinmeyecekti, öldürecekti de ve bu sadece bir meşru müdafaa haliydi. Talih onu hem Şehriyar'ın bakire eşlerinden biri hem de Şehriyar yapmışsa o da bu duruma uygun davranacaktı. Artık kadın, kardeşlerini incitemeyecekti; sadece kadın değil bu ışıksız oda da kötülüğe bir daha ev sahipliği yapamayacakti. Hakiki peygamberlerin, gerçek aşkların ve yüce kahramanların dünyasında şeytanın mabedini yıkacaktı; acılar, ihanetler, çirkinlikler de onlarla birlikte unutulacaktı.

"Her şey yanacak." diye haykırdı sigara "Kadın yanacak. Ev yanacak. Karanlık yanacak. Ve kötülükten geriye bir avuç kül kalacak." Nefreti bedenine ağır gelince planını gerçekleştirmeye koyuldu; yanmaya çalıştı kendi kendine; kendini feda ederek, bir anka kuşundan bile daha asilce. İçinde nikotinden daha fazla bulunan gurur çakıl taşlarıymışcasına birbirine sürtündü ve sigara içindeki alevlerin büyüklüğü karşısında şaşırarak başka bir sigarayı emmekte olan kadına karmakarışık duygularla baktı. İçindeki yangın yayılıyordu, zihninde kurduğu onca düşünceyi tekrar tekrar düşündü; dünyayı kurtarmak, kötülüğü yok etmek, yaşam için savaşmak... Bunlara gerçekten inanıyor muydu? Bunlar için mi uğraşıyordu? "Unut." diye bağırdı aklına, yanmaktan başka hiçbir şeyin anlamı olmamalıydı; ama başaramadı. Yanmayı neden istediğini itiraf etti sonunda kendine . Yanmak istiyordu; çünkü yaşadığını göstermek istiyordu ona hala. Bir parıltı belki de küçücük bir öpücüğe hak kazandırabilirdi. O gözlerde kendini bir daha görmek için bunu yapabilirdi. Çünkü o bataklık tüm yaşananlara rağmen hala yemyeşil çayırlarla kaplanabilirdi. Sigaranın utancı gururunu durdurdu. İçindeki yangın kendinden başka kimseye zarar veremeden söndü, yalnız bir kıvılcım büyük bir meşakkatle düştü yere. Sigaranın ilk ve tek göz yaşıydı bu. Ve onunla birlikte bedeninin diplerine sıkışmış ruhunun son parçası da terk etti onu. Odadan çıkmak için duvarlardaki boşluklardan sıyrılıp ruhun diğer parçalarının peşine düştü. Bazılarını başka başka dünyalarda buldu; bazılarını başka yeşil gözlülerin peşinde ve bazılarını da başka hikayelerde. Nihayet, ruh bir bütün olunca dumandan bir sigaraya dönüşüp atmosferi, gezegenleri ve yıldızları aştı. O kadar ilerilere gitti ki tüm anılar insaniliklerinden öldü, düşünceler değersizleşti ve yeşil yalnızca basit bir renk oldu. Evrenin sınırlarına ulaşınca ruh onunla genişledi ve belki de bir zaman sonra onu da geçip yaşayanlar için bakir topraklarda tanrının adım izlerini takip ederek oraya vardı işte. Büyük kıvılcımların kazanlardan sıçradığı, kızgın ateşin örtü ve yatak olduğu, alevlerden denizlerin zebanilerce harlandığı o ulu yere... Sigaraların Cenneti'ine.

80

81

* * * Ve orada ateşi evrenin karanlığı reddedip cesurca parlayan yeşil bir yıldıza dönüştü.

Öykü: Arda KEKÜLLÜOĞLU


82

83


84

85


86

87


88

89


90

91


92

93


94

95


Öykü

Her Yerde Cin Var! “Hele şükür. Sonunda açabildin.” dedi adam. Haydar iyi bir insandı; ama olur olmaz her şeye söylenirdi. Yeni gelin olduğunda ondan çok korkar ve her bağırdığında bir köşeye sinip ağzını açmazdı. Yıllar ilerledikçe bağırıp çağırmasının altında kötü bir niyet olmadığını anladı. Önce korkmamayı öğrendi, ardından karşılık vermeyi. “Bir kere de bağırmadan içeriye girsen ölür müsün?” diye sordu kadın. “Bana bak kadın dilin pabuç gibi olmuş senin. Keserim.” “Dilimi karpuz mu belledin? Geçti o günler Haydar. Köyden alıp getirdiğin o saf gelin yok artık karşında.” “Şeytan diyor ki…” “Ne diyormuş o şeytan yine?” “Çak ağzına iki tane bak bakalım bir daha böyle konuşuyor mu?” “Sen o şeytana selam söyle sıkıyorsa kendi çıksın karşıma.” “Tövbe estağfurullah.” “Bırak şimdi tövbe etmeyi de gir içeri.” “Ulan açmayayım ağzımı diyorum, ama zorla insanı çileden çıkartıyorsun. Kimden öğreniyorsun bu lafları? Televizyondan mı?” “Yok. Kendim yazıp kendim oynuyom. Nasıl beğendin mi?” “Sen daha konuş bakalım. Birazdan dayağı beğendin mi diye soracağım sana.” “Valla beğeneceğimi hiç zannetmiyorum. Zira yıllar içinde kendini hiç geliştirmedin. Hep aynı teknik. İki tokat bir tekme…” “Bana bak Zeliha yetti artık. Şimdi alacağım ayağımın altına.” “Sıkıysa dokun. Bak bakalım o zaman soluğu mor çatıda alıyor muyum almıyor muyum?” “Mor çatı mı? O da ne?” “İki dayak arasında soluklandığımız sığınma evi.” “Nerede saçma sapan şeyler varsa gidip onları kapıyorsun. Ama suç sende değil kadın programlarında. Bugünden tezi yok televizyonu yasaklıyorum.” “Güzel. Alternatifleri alayım.” “Neyi alacan neyi?” “Başka İstanbul yok Haydar. Aş artık kendini. Seçenek diyorum seçenek.” “Yani?” Tek eğlencem televizyon. Onu elimden aldığına göre karşılığında ne veriyorsun?” “Seçenek meçenek yok. Kır dizini otur evde.” “Beğenmedim. İyisi mi ben kutumu açtırayım.” “Neyini açtırıyorsun? Dellendin mi sen?” “Sayende.” “Saçma sapan konuşacağına git yemeği hazırla. Öldüm açlıktan.” “Öldüysen ne diye hazırlayayım?” “Allah’ım, ya bu kadının canını tez zamanda al ya da aklı başında birini ver bana.”

96

97


Öykü

Öykü “Allah’ı boşuna araya sokma Haydar. Bu iş ikimizin arasında. Zamanında az çektirmedin, şimdi sıra bende.” “Kız ne yapıyor?” “Zoru gördün mü hemen konuyu değiştir… Nerede olacak odasında.” “Çıktı mı hiç dışarı bugün.” “Allah’a şükür çıktı. Hem de iki defa. Ama kıvamı nasıl diye soruyorsan bilemeyeceğim, bakmadım.” “Yine ne saçmalıyorsun Zeliha?” “Kızın kabızlığını sormuyor muydun?” “Tövbe estağfurullah. Sokağa çıktı mı diye soruyorum sana sokağa?” “Yok, bütün gün evdeydi. Birkaç defa komşuya gideyim diye tutturdu. Baban duyarsa kızar deyip yollamadım.” “Güzel. Şimdi git yemeği hazırla. Akşama Maşallah Hoca çaya gelecek.” “Ne işi var o yobazın evimizde?” “Nesini gördün de öyle konuşuyorsun?” “Allah’a şükür bir şeyini görmedim, ama çok kadına muska yazacağım ayaklarına göstermiş.” “Çekemeyenlerin dedikodusudur.” “Nasıl bu kadar saf olabiliyorsun Haydar. Maşallah denilen bu adam… “Adam değil hoca. Maşallah Hoca.” “Bak adam olmadığını sen bile kabul ediyorsun. Bırak artık onun sözleriyle hareket etmeyi. İlkokulu bile yedi yılda bitirmiş birinden söz ediyoruz.” “Orası doğru. Zira hatim indirmekten havuz problemlerini çözmeye vakti almamış zavallının.” “Girmediği meslek de kalmamış. Ama nedense hepsinden bir ayda kovulmuş.” “Çünkü hoca efendinin gönlünde dünyevi işler yokmuş. Sonrasında da kendisini dine bir vermiş pir vermiş.” “Vermiş de ne olmuş? Ahlaksızlık desen onda, üçkâğıtçılık desen yine onda, milletin namusuna göz koyma desen o hepten onda.” “Öyle konuşma Zeliha, çarpılacaksın.” “Bilenler söylüyor adamın ettiği duaların çoğu Kuran’da yok. Kendi kafasına göre takılıyor.” “Bırak bu zırvalıkları da sofrayı hazırla.” dedi ve elini yıkamak için yanından ayrıldı. Zeliha bir süre arkasından baktıktan sonra kızın odasına gidip babasının geldiğini haber verdi. Gazetenin magazin ekinden gözünü ayırıp annesine bakıp, “Söyledin mi?” diye sordu. Olumsuz anlamda başını iki yana sallayınca ayağa kalkıp,“Neden?” diye sordu. “Fırsat olmadı; ama merak etme yemekte söylerim. Akşama Maşallah oturmaya gelecekmiş. Ayakaltında dolaşayım deme. Herifin gözleri velfecri okuyor.” Haydar’ın “Haydi Bismillah ” demesiyle ellerdeki kaşıklar çorbaya daldı. Bir süre çatal kaşık sesinden başka bir şey odada duyulmadı. “Ellerine sağlık hanım. Maşallah Hoca gelmeden çayı demleyiver.” “Ayakları kırılır da gelemez inşallah.” “Zelihaaa.” “Tamam, anladım kalkıyorum. Yalnız kızın senden bir isteği var.” “Neymiş?” “Bilgisayar istiyor. Bütün gün evde sıkıntıdan patlıyor kız.”

98

“Sana yardım etsin.” “Sağ olsun ediyor. Ama genç kız. Haliyle bunalıyor.” “O zaman Maşallah hocanın yanına gönderelim. Bu vesileyle dinini de doğru dürüst öğrenir.” “Ölürüm de yollamam o deyyusun yanına. Bırak inadı da alalım şu bilgisayarı.” “Babacığım internetten de öğrenirim dinimizi. Şerife onun sayesinde altı ayda Arapçayı söktü. “ “Hele bir düşünelim. Bakarız sonra.” Sessizce sofrayı toplayıp çayı demlediler. Zeliha daha mutfaktan çıkmamıştı ki, zil çaldı. Haydar yerinden fırlayıp koşarcasına kapıya gitti. Gelen Maşallah Karayılan’dı. Üzerinde her zamanki gibi beyaz bir cüppe vardı. Haydar saygıyla ellerini öpüp alnına koydu ve “Hoş geldiniz hocam dedi. “Esselamun aleyküm.” “Buyurun hocam.” İçeri girince Maşallah’ı baş köseye oturtup arkasına bir yastık koydu. Yine de içi rahat etmemişti. Ne yapacağını bilememenin çaresizliğiyle etrafına bakındı. Sonunda bir yastık daha alıp getirdi. “Hocam bunu da arkanıza koysak.” dedi. “İstemem evladım.” “Emin misiniz hocam.” Sağ eliyle sakalını avuçlayıp yavaşça sıvazladı ve “Allah’a şükür rahatım.”dedi Bunun üzerine Haydar karşısına geçip oturdu. Heyecandan konuşamıyordu. Çareyi Zeliha’ya seslenmekte buldu. “Çay hazır değil mi hala.” “Dur evladım. Acelen ne? Hele bir nefes alalım sonra içeriz çayımızı.” “Siz nasıl arzu ederseniz hocam. Daha nasılsınız.” “Elhamdülillah.” “İşler nasıl hocam?” “İş güçten dolayı ahirete bakan gözümüz kararıyor evladım. Dünyevileşip ebedi hayata hazırlıklarımızı ihmal ediyoruz. Ağırdan alıyoruz. Adeta kazık çakıyoruz dünyaya. Son nefes anı, çaktığımız tüm kazıkları söküp atmak istiyoruz, ama beceremiyoruz. Neden? Çünkü korkuyoruz. Dünyevi işlerden dolayı öte tarafı ihmal etmişsizdir.” “Çok doğru söylersiniz hocam. Sizce öleceğini bildiği halde insan neden böyle davranır?” “Zira insanoğlu öleceğine bir türlü inanmaz.” “Neden? “Çünkü cinler rahat vermez.” “Cinler mi? Gerçekten var mı onlar hocam?” “Olmaz mı? Cinler her yerdedir. Duvarlardan geçer. Maddenin içine girer onun şekline bürünür. Aynı şekilde bedenin içinden de geçer. Hatta insanın damarlarında dolaşır, kalbin yanına gelir, zihin odasına oturur ve sürekli konuşur. Ölmeyeceğini fısıldar. Kötülüğe sürükler. Siz tüm bunları düşünüyorum zannedersiniz. Hâlbuki konuşan cindir.” “Belirtileri nedir hocam?” “Cinler bedene hükmedebildiği gibi nefse de hâkim olabilmektedir. Şiddetli cinsel ilişki, birden çok defa boşalarak zevk alma isteği, sınırsız yeme ve obezite de yine bu iblisin işidir.” Zeliha’nın çaylarla içeri girmesiyle odaya bir sessizlik çöker. İçilen ilk yudumların Haydar,“Hocam bizim kız bilgisayar istiyor. Tabi internet de. Ne dersiniz alalım mı?” diye sordu. “Duymamış olayım.” dedi Maşallah.

99


Öykü

Öykü “Nesini duymayacaksınız? Alt tarafı bilgisayar. Bu da mı günah yoksa?” diye sordu Zeliha alaycı bir edayla. “Bilgisayarı eve sokmak caiz değildir kızım. Zira alınca karşısına geçip oyun oynarsın. Kâfir bir gün bile ara vermeden İslamı kötülerken biz Müslümanların oyunlara harcayacak vaktimiz yoktur.” “Ama internette pek çok yararlı bilginin olduğu söyleniyor hocam.” diye sordu Haydar. “İnternet mi? Orada cinler cirit atıyor evladım. Sen, sen ol ve bu kötülük yuvasından mümkün olduğunca uzak dur.” “Cin mi? İnternette mi? Ne alaka?” diye sordu Zeliha. “Cinler her taraftadır kızım. Şimdi moda internet diye artık oraya takılıyorlar. Yanılıp da internete girdin mi, hemen kendilerine bağlayıp seni esir ediyorlar. Aman diyorum sizlere, aman ondan uzak durun.” “Cinler her şekle bürünerek her yere rahatça giriyorlar demiştiniz, öyle değil mi?”diye sordu Zeliha dudaklarındaki gülümsemeye saklamadan. “Evet kızım.” “Yani istedikleri zaman kadınlar hamamına da giderler yatak odamıza da.” “Çok doğru.” “O zaman internete girmek için neden uğraşsınlar ki?” “Yani… Şey… Orada insanları daha kolay elde ediyorlar da o yüzden.” “Ama duyduğum kadarıyla sizin de facede hesabınız varmış. Madem internet cin kaynıyor ne işiniz var orada?” “Herkes benim gibi cinleri nasıl defedeceğini bilmiyor ki kızım. Bunun özel duaları var. Onları söylüyor ardından da besmeleyi çekip giriyorum. Şimdi diyeceksin neden giriyorsun? Herkese ulaşmam olanaksız. İlmimden diğer insanların da faydalanması lazım. Anlayacağın bir nevi mecburiyetten.” “O zaman sizin gibi nefesi kuvvetli bir hocaya alacağımız bilgisayarı okutsak yine girer mi bu cinler internete?” “Çok farklı cin türleri var kızım. Belli olmaz” “Çayları dağıtırken cinlerle ilgili bazı sözlerinizi duydum. Sözünüzü bölmemek için o an araya girmedim. Şimdi müsaade ederseniz size bazı sorularım olacak.” “Sor kızım. Çekinme” “Sınırsız yemek ve şişmanlık cinlerin işidir diye buyurdunuz. Bakıyorum da kilo bakımından maşallahınız var. Yoksa cinler sizi de mi ele geçirdi?” “Benimkisi genetik kızım. Su içsem bile yarıyor. Yoksa günde iki lokmadan başka şey kursağımdan geçmez.” “Yaaa… Cinler yıkanmaktan hoşlanmaz demiştiniz. Kilonuzdan sonra ter kokunuzu hissedince, eyvah hoca elden gitti diye korktum.” “Ter mi? Sabahtan beri koşturup duruyorum. Akşam gelmem için Haydar ısrar edince yıkanmaya vakit bulamadım.” “Ziyanı yok hocam yeter ki cinler size musallat olmasın.” dedi ve arkasına yaslandı. İçini döktüğü için rahatlamıştı. Maşallah Hoca huzursuzca yerinden doğruldu ve “Yatsıya yetişmem lazım. Müsaadenizi isteyeyim.” dedi. Hep birlikte ayaklandıkları sırada zil çaldı. Zeliha, “Bizim oğlan olmalı.” deyip salondan çıktı ve kapıyı açtı. “Anne olanlara inanmayacaksın.” dedi. Yüksek sesle konuştuğundan sesi salondan rahatça duyuluyordu. Haydar ile Maşallah ister istemez kulak kabarttılar.

100

“Sizin Maşallah hocanız internete düşmüş. Sosyal medyada bir numara.” “Neden?” “Çocuğu olmayan bir kadın muska yazdırmak için Maşallah’a gitmiş. Hoca da anında ona yazılmış. Yatağa atmak için ne diller döküyor. Seyretsen ölürsün gülmekten.” “Kameraya nasıl çekmişler.” “Kadın gazeteciymiş. Çaktırmadan telefonuna kaydetmiş sonra da internete koymuş.” Maşallah konuşulanları duydukça renkten renge giriyordu. Sonunda dayanamayıp Zeliha’yla oğlanın yanına geldi ve “İftira.” diye haykırdı. “Valla hocam görüntüler pek iftira gibi durmuyor. Al bak istesen.” dedi oğlan. Maşallah hışımla cep telefonunu çocuğun elinden alıp görüntülere baktı. Ardından da, “Besbelli cinlerin işi. İnternette cin var dediğimde bir de bana inanmamıştınız. Alın size ispatı. “ dedi ve vedalaşmadan evden çıkıp gitti.

Öykü: Atilla BİLGEN

101


Sinema

Sinema

Festivaller, Festivaller, Filmler Ankara’da çok fazla sinema etkinliği olmadığını söylediğimiz günler çok eskilerde değil. Özellikle İstanbul’daki etkinlikleri uzaktan özenerek takip eder ve Ankara’daki az sayıda festivalin başlayacağı günleri iple çekerdik. Bugünse sinema etkinliği olmayan bir hafta olmuyor adeta. Nisan sonu ve tüm Mayıs ayı Ankaralı sinemaseverler için delice bir tempoya sahne oldu. Engelsiz Film Festivali ile başlayan maraton, Ankara Film Festivali, İşçi Filmleri Festivali, Uçan Süpürge Kadın Filmleri ve Aile Filmleri Festivali ile devam etti. Mayıs ayının kapanışını ise bu satırlar yazılırken henüz başlamamış olan İspanyol Filmleri Haftası ve Mülteci Film Günleri yaptı. Söz konusu dönemde vizyona giren film sayısının da 58 olduğu düşünülürse sinemaseverlerin yoğunluğu daha iyi ortaya çıkacak. İstanbul Film Festivali’nde tekrar ortaya çıkan sansür krizi Ankara’daki festivalleri de etkiledi. Ankara Film Festivali’nin en önemli parçalarından sayılabilecek Ulusal Uzun Metraj Film, Belgesel Film ve Kısa Film yarışmaları iptal edildi ve bu bölümlerde gösterilmesi planlanan filmler gösterilemedi. Diğer festivallerin de yerli film yarışması bölümleri iptal oldu. Engelsiz Film Festivali’nde de kısa filmler gösterilmedi. İşçi Filmleri ve Uçan Süpürge ise eser işletme belgesi olmayan filmleri göstermeyi seçtiler. Bunun sonuçlarının ne olacağını ilerleyen günlerde görebiliriz. Ortak olan nokta şu ki tüm festivallerin ekipleri bu konuda çok sıkıntılı ve can sıkıcı bir süreç geçirdi. İşin detayları bu yazının konusu dışında ama biz yine de festivallerde gösterilecek yerli filmlerden eser işletme belgesi isteyen kanun ve yönetmeliğin acilen değişmesi gerektiğini not olarak düşelim. Seçimler yapılıp yeni Kültür Bakanlığı oluşmadan yapılması mümkün görünmüyor ama umalım ki sonbahardaki festivallere hâlâ ortada bu kriz varken girmeyiz. Ankara’daki söz konusu tüm festivallerden günce şeklinde bahsetmek neredeyse 30 günlük bir günce yazmak anlamına gelecek ki o da 60 sayfa civarından olurdu. Artık kim okurdu bilinmez. Bu nedenle bu yazıda sadece Ankara Film Festivali ve Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’ne bölüm bölüm bakalım: 26. Ankara Uluslararası Film Festivali Çeyrek asırı devirmiş olan Ankara’nın bu en köklü festivali, yukarda bahsettiğimiz sorunlardan dolayı biraz keyifsiz başladı ama şunu kabul etmeliyiz, iptal edilen filmlere rağmen son yılların en iyi programı vardı karşımızda. Bu filmi niye programa almışlar ki diyeceğimiz çok az yapım varken, çok iyi olarak niteleyebileceğimiz film sayısı da oldukça fazlaydı. 23 Nisan’da ODTÜ’de yapılan açılış töreni ile başlayan festival, 3 Mayıs’ta bu kez bir kapanış töreni yapılmadan tamamlandı. Festival bölümlerine kısaca bakalım.

102

Dünya Festivallerinden: Adı üzerinde, geçtiğimiz yıl dünya festivallerinde gösterilmiş yapımlar arasından yapılmış olan bu seçkide pek çok iyi film yer alıyordu. Sinema adına çok öne çıkmış ülkelerin filmleri yanında bu bölümün en iyi sayılabilecek filminin Azerbaycan sinemasından gelmesi ilginçti. Oğlunu savaşa kurban vermiş, yaşlı ve hasta kocası ile yaşayan, filme adını da veren Nabat isimli kadının hikâyesini anlatan film, çok az diyalog içermesine ve belli bir yerinden sonra seyirciyi neredeyse tek bir oyuncu ile baş başa bırakmasına rağmen seyirciyi yakalayan bir filmdi. Yalnızlık duygusunu çok başarılı bir şekilde veren film kimi sahnelerdeki başarılı görüntüleri ile de dikkat çekiyordu. Tüm filmi tek başına sürükleyen İranlı başrol oyuncusu Fatemah Motamed-Aria da festivalin konuklarından biriydi. Çok zarif bir kadın olan Motamed-Aria filmlerden sonra güzel söyleşiler de gerçekleştirdi. Savaşın atmosferini Nabat’ta olduğu gibi geride kalanların değil bizzat cephede savaşanların gözünden yansıtan Her Yer Yeniden Yeşerecek (Torneranno i Prati) filminde yönetmen Ermanno Olmi, seyirciyi alıp askerlerle beraber yeraltındaki bir siperin içine gömüyor ve film bitene kadar oradaki boğucu atmosfere ortak ediyordu. Belli bir hikâye anlatmaktan çok o çıkışsızlık, umutsuzluk ve endişe duygusunu vermeye çalışan film bunda başarılı da oluyordu. Bu bölümün en iyi filmlerinden bir diğeri ise çok sağlam bir atmosfer kuran Avusturya westerni Karanlık Vadi (Das Finstere Tal) idi. Bir intikam hikâyesi anlatan film, sonlara doğru biraz klişe noktalara doğru ilerlese de ilk yarısında kurduğu atmosfer ile kendisini soluksuz izlettirmeyi başarıyordu. Bu atmosferde çok başarılı görüntü yönetmenliğinin de payı büyüktü. İtalya’dan gelen Akşam Yemeği (I Nostri Ragazzi), çocuklarının yaptığı hatalar sonucunda anne ve babaların karşılaştıkları ahlaki çelişkiler üzerinde duran yapısı ile geçen yıl izlediğimiz ve yine İtalya yapımı olan İnsan Sermayesi (Il Capitale Umano) filmini akla getiriyordu. Bu film de tıpkı diğeri gibi zekice yazılmış bir senaryoya ve bu senaryodaki karakterleri hakkını vererek canlandıran oyunculara sahipti. Ayrıca Giovanna Mezzogiorno’yu ne kadar özlediğimizi de hatırlatıyordu. Casanova Çeşitlemeleri (Casanova Variations), farklı zaman ve mekânlarla birlikte farklı film formlarını da çok inceden bir araya getirmesi ile dikkat çekiyordu. Veda Partisi (Mita Tova) ise huzurevinde kalan bir grup yaşlının arkadaşlarının rahatça hayata veda edebilmesi için yaptıkları uygulamadan sonra adeta huzurevindeki ötanazi ekibi haline gelmelerini anlatan, kimi zaman keyifli, kimi zaman hüzünlü bir filmdi. Bölümün hayal kırıklıkları olarak 9 ünlü yönetmenin kısa filmlerinden oluşan Tanrılarla Konuşmalar (Words with Gods) ve bir ilk film olan Yük (Petting Zoo) filmini örnek verebiliriz. Tanrılarla Konuşmalar filminde belki de yönetmenlerin isimlerinden dolayı beklenti büyüktü ama filmlerin en fazla 2’si ya da 3’ü gerçekten iyiydi. Yük ise daha iyi örneklerini defalarca gördüğümüz bir Amerikan bağımsızından ötesi değildi.

103


Sinema

Sinema

Alman Filmleri Ankara’da: Kino 2015: Alman filmleri, Kino 2015 kapsamında Türkiye yolculuğuna Ankara’da festivali mesken tutarak devam etti. Bu bölümdeki filmlerden bir kısmının vizyona çıkma ihtimali olduğu için, bazılarını da programıma uyduramadığım için festivalde görmedim ancak gördüğüm filmlerden özellikle birinden çok memnun kaldım. Afgan kökenli Alman yönetmen Burhan Qurbani’nin Genciz, Güçlüyüz (Wir sind jung. Wir sind stark.) filmi 1992 yılında Almanya’da yoğunlukla Vietnamlı göçmenlerin kaldığı bir apartman bloğuna Neonazi gençlerin yaptığı saldırıyı anlatıyordu. Anlattığı olayın çarpıcılığı bir yana, sinemasal açıdan da son derece güçlü bir film vardı karşımızda. Bir kısmı siyah-beyaz, bir kısmı ise renkli olan film, bizlere kaçınılmaz bir şekilde Sivas katliamını hatırlatıyordu. Zaten festivalin de konuklarından olan yönetmenin her iki katıldığı söyleşide de bu konuda seyircilerden yorum gelmiş. Irkçılığın günümüzde de devam ettiği mesajını veren müthiş final sekansıyla da önemli bir filmdi. Burhan Qurbani adını bir yerlere not edin. İleriki yıllarda adını sık sık duyacağımıza inanıyorum. Almanya’da koyu Katolik bir eğitim alan bir kız çocuğunun hasta kardeşini kurtarmak için kendisini kurban etme çabasını anlatan Çile (Kreuzweg) öncelikle biçimsel yapısı ile dikkat çekiyordu. İncil’in Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi ile ilgili kısmındaki cümleleri bölüm başlığı yapan filmde her bölüm kesintisiz planlardan oluşuyordu. Hatta bölümlerin büyük bir kısmında kamera tümüyle hareketsizdi. Biçimsel açıdan başarılı bir iş olan filmin din kavramına bakışı ise soru işaretleri içeriyordu. Filmin büyük bir kısmında köktendinci yaklaşıma eleştirel gözle baktığını düşünmüştüm ama finaldeki gelişmeler kafamı karıştırdı doğrusu. Keşke yönetmen konuk olsaydı da sorabilseydim dedim. Kristal Sınırlar: Dünyanın uzak bölgelerinden çeşitli hikâyeleri karşımıza getiren bu bölümdeki filmlerden en merakla beklediğimiz Peter Greenaway’in Eisenstein Meksika’da (Eisenstein in Guanajuato) filmiydi. Greenaway’in her zamanki görsel denemeleri yine keyif verdi ancak filmin Eisenstein’i bir komedi unsuru olarak kullanmasına ısınamadığımı söylemeliyim. Ama festival dışında sinemalarda görmemize pek imkân olmayan bir film olarak gösterilmesi önemliydi. Bölümün iki belgeseli de ilgi çekici yapımlardı. Kaydet, Ben Bir Arabım (Sajil Ana Arabi), Filistin’in ulusal şairi kabul edilen Mahmut Derviş’in hayatına bakan bir yapımdı. Derviş’in hayatına giren kadınlara da önemli bir yer ayıran film, bu anlarda son derece kişisel olmayı da başarıyordu. Şiddete Dair (Concerning Violence) ise fazlaca akademik bir metne dayalı olsa da buluntu görüntüler üzerine 50 yıl önce yazılan ve yasaklanan bir çalışma üzerinden sömürgeci şiddetin, ona karşı bir şiddet daha doğurduğu ve bazı durumlarda şiddete başvurmanın kaçınılmaz olduğu tezini ortaya koyan farklı bir belgeseldi.

104

Aferim! için bu bölümün en dikkat çeken filmi diyebiliriz. 19. yüzyılda o zamanın Osmanlı toprakları olan Eflak’da geçen film, soylu bir kadınla ilişkiye giren bir çingenenin peşine düşen iki kişiyi anlatıyordu. Temel olarak western kalıplarını kullanan bu film siyah-beyaz görselliği ve dönemin kültürel yapısını başarı ile anlatması ile dikkat çekiyordu. Ancak biraz uzun bulduğumu itiraf etmeliyim. Bu bölümün son filmi Atlantik’in başarılı görselliği dışında diğerleri yanında oldukça sönük kaldığını da eklemeliyim. Uzak Köşeler: Bu bölümde çoğunlukla daha dingin filmler ile karşılaştık. Bölümün en haraketli ya da entrikalı filmi diyebileceğimiz yapımı Dağdaki Tabut (Binguan) idi. Çin’de dağlık bir kasabada bulunan bir cesetten yola çıkan film adını aldığı tabutun içinde kimin cesedinin olduğunu kavrayabilmek için seyirciden biraz dikkat gerektiriyordu. Kendi adıma günün beşinci filmi olarak izlediğim için o dikkati veremediğimi ve hikâyeden koptuğumu itiraf etmeliyim. Hindistan’dan gelen Mahkeme (Court), şarkılarının bir adamın intiharına yol açması gibi saçma bir gerekçe ile tutuklanan bir şarkıcının hikâyesini anlatırken ülkenin portresini de arka plana başarılı bir şekilde yerleştirmeyi başarıyordu. Yine de büyük çoğunluğu mahkemede geçen bir film olarak geçen yıl Gezici Festival’de izlediğimiz Gett, farklı bir derdi olsa da daha iyi bir filmdi. Her ikisi de çocuk yaştaki karakterleri odağına alan Theeb ve Dünyanın En Büyük Evi (La Casa Más Grande del Mundo) filmleri az karakterli, ağır tempolu ve atmosfere odaklanan yapıları ile konuları çok farklı olsa da ortak bir noktada buluşuyorlardı. Festivalin tek uzun metraj animasyonu ise Marine Oradayken (Omoide no Mânî) idi. Studyo Ghibli’nin belki de son animasyonu olan bu yapım bir İngiliz çocuk romanından uyarlama idi. Belki de bu nedenle alışık olduğumuz Ghibli animasyonlarının havası pek yoktu ama yine de izlemesi keyifli bir filmdi. Bu ay Başka Sinema’da da gösterime girecek. Önerilir. Yakından Bir Bakış: Bu bölümde çok farklı konularda başarılı belgeseller yer alıyordu. Farklı konular dedik ama üçü Almanya’nın farklı dönemleri ile ilgiliydi aslında. Karanlık Basacak (Night Will Fall), festivalin izlemesi en zor filmiydi belki de. 2. Dünya Savaşı sonrası İngiliz kameramanların çektikleri görüntülerden oluşan film, bizleri toplama kamplarından gelen öyle görüntülere tanık ediyordu ki insanların/insanlığın gelebileceği noktaya inanmakta güçlük çekiyordunuz. O yıllarda çeşitli nedenlerle tamamlanamamış bu filmi bugün bir ibret belgesi olarak izlerken ufak bir kıvılcımla dünyanın farklı yerlerinde benzer olayların tekrarlayabilme ihtimali de insanın tüylerini diken diken ediyordu. Kısa filmlerine bayıldığımız Jean-Gabriel Périot, ilk uzun metrajlı filminde deneysel sinemadan biraz uzaklaşıp bir belgesel ile karşımıza çıktı. Fransız bir yönetmen olsa da Alman tarihine ilgisini kısa filmlerinden de bildiğimiz Périot, Bir Alman Gençliği (Une Jeunesse Allemande) filminde 2. Dünya Savaşı’ndan 15-20 yıl sonrasının Almanya’sına bakıyor ve bir noktadan sonra Baader-Meinhof’un yaşadıklarını

105


Sinema

Sinema

anlatmaya başlıyordu. Tek bir kare yeni görüntü kullanmayan Périot çok başarılı bir arşiv çalışması ile olayları öyle birbirine bağlamış ki adeta kurmaca bir film izliyor gibi heyecanlanırken dönemin ruhuna da tanıklık ediyordunuz. İktidarın söyleminin farklı zamanlarda da olsa dünyanın hemen her yerinde benzer olduğunu görmek de çarpıcıydı. B-Filmi: Batı Berlin’de Şehvet ve Müzik (B-Movie: Lust & Sound in West-Berlin) ise bu sefer 80’lerin Batı Berlin’ine götürüyordu bizleri. Londra’dan Batı Berlin’e gelen bir karakterin peşinde bizi dönemin popüler müzik dünyası içinde dolaştırırken Almanya’nın da bir portresini çizen film yine başarılı bir arşiv çalışması içeriyordu ama öncesinde çok övgü duyduğumdan belki de, beklediğimi tam olarak veremedi açıkçası. İran’da bir grup kadın müzisyen ve şarkıcının solo konser verme çabalarını anlatan belgesel, Ülkesiz Şarkılar (No Land›s Song) ise özellikle finaline doğru insanın tüylerini diken diken ediyordu. Sinemasal açıdan çok önemli bir belgesel değildi belki ama o kadınların riski göze alarak konser verme çabaları, ülkede değişen koşullara rağmen sürekli bir duvara çarpmaları ama mücadeleden vazgeçmemeleri izlenmesi, takdir edilmesi ve ders çıkarılması gereken bir olaydı. Ne yazık ki salonda bir gün bizim ülkemiz de bu noktaya gelir mi endişesi vardı. Festivalin konuklarından olan filmin yönetmeni Ayat Najafi bu konuda şöyle bir yorum yaptı: “Her şey olup bittikten sonra mücadele etmek çok zor. Yaşam tarzınıza, sanatınıza en ufak bir müdahalede mücadeleye başlamalısınız.” Ne kadar haklı. Uzun Beyaz Bulutun Ülkesinden: Yeni Zelanda’dan gelen filmlerden oluşan bu seçkide gerçekten izlenmeye değer filmler yer alıyordu. Taika Watiti’nin iki filmi bölümün öne çıkan yapımlarıydı. Yönetmen her ikisi de çok keyifli olan filmlerinden Boy’da Michael Jackson hayranı bir çocuğun öyküsünü anlatırken, Aylak Vampirler (What We Do in the Shadows) filminde bambaşka bir şey yapıyor, karşımıza aynı evi paylaşan dört vampirle yapılmış bir sahte belgesel getiriyordu. Son derece eğlenceli olan bu film (muhtemelen festivalin en komik filmiydi) bir yerden sonra kendisini tekrarlıyordu belki ama yine de izlemeye değerdi. Korku unsurlarını komedi kalıpları içinde kullanan bir diğer film ise Ev Hapsi (Housebound) idi. Ama bu kez komedi o kadar baskın değildi. İşlediği bir suç sonrası annesi ile yaşama cezası verilen genç bir kadını anlatan film, bir süre sadece sıkıcı bir kasabada anne ile yaşama olayını bir korku unsuru olarak kullanarak

106

eğlendiriyordu (karanlık köşelerden filmin kötü adamının çıktığı ve seyirciyi zıplattığı sahneleri düşünün ve o kötü adam yerine anneyi koyun). Film ilerledikçe işin içine farklı bir gizem giriyordu. İzlerken Peter Jackson bu filmi çok severdi diye düşünmüştüm, nitekim film için “göz kamaştırıcı” nitelemesini kullanmış zaten. Peter Jackson’ın 1995 yapımı bir filmi de bu seçkide yer alıyordu. Unutulan Yönetmen (Forgotten Silver) adlı bu belgesel filmde Jackson, yıllar yıllar önce sinema tarihinde pek çok ilke imza atmış ama bugün unutulmuş Yeni Zelandalı bir yönetmeni bizlerle tanıştırıyordu. Tanıştırıyormuş gibi yapıyordu desek daha doğru, çünkü karşımızda yine bir sahte belgesel vardı ve izlediklerimizin hiçbiri gerçek değildi. Eğer filme bunu bilerek girdiyseniz çok eğleniyordunuz, bilmiyorsanız da “vay be, sinema tarihinde pek çok teknolojik buluşu aslında bu adam yapmış” demeniz mümkündü. Hatta bence o salondan ayrılan seyircilerden bir kısmı hâlâ böyle düşünüyor! Bu bölümde iki sahte belgesel varken bir de gerçek belgesel vardı. Sam Neill’in yapımına ön ayak olduğu ve anlatımını da yaptığı Anzak: Kanlı Medcezir (Anzac: Tides of Blood) belgeseli “Anzak” kavramının Yeni Zelanda ve Avustralya için ne kadar önemli olduğunu anlatıyordu. Bunu anlatırken de kaçınılmaz olarak Çanakkale Savaşı’na önemli bir yer ayırıyordu. Bizim için çok önemli bir savaşın karşı taraftan nasıl göründüğünü, bu savaşın onlar için ne ifade ettiğini anlamak önemliydi gerçekten. Film için en önemli eleştiri olarak Sam Neill’in fazlaca kendi ailesinin hikâyesini anlatma peşine düştüğünü söyleyebiliriz. Böyle olunca film zaman zaman anlatmak istediği kavramlardan kopup fazla kişisel bir hale dönüyordu. Bölümün son filmi olan, Yeni Zelanda kabile savaşları dönemini anlatan İntikam: Yönetmenin Kurgusu (Utu Redux) filmine ise çok fazla ısınamadığımı söylemeliyim ama sevenleri de az değildi. Usta İşi: Adı üzerinde, bu bölümde usta yönetmenlerin en yeni filmleri yer alıyordu. Wim Wenders, iki filmiyle bu bölümün en dikkat çeken yönetmeniydi. Ay içinde Başka Sinema’da da vizyona giren Toprağın Tuzu (The Salt of the Earth), ünlü fotoğrafçı Sebastião Salgado’nun yıllar içinde gerçekleştirdiği çalışmalar üzerinden bir yeryüzü portresi çıkartıyordu adeta. Salgado’nun fotoğraflarının da etkisiyle son derece başarılı bir belgeseldi. Her Şey Güzel Olacak (Every Thing Will Be Fine) ise Wenders gibi bir isimden beklenmeyecek kadar tutuk ve soğuk bir filmdi. Bir araba kazasının sonuçlarını atlatmaya çalışan karakterleri takip eden film ne karakterlerin yaşadıklarını ne de o suçluluk, eksiklik, boşluk gibi duyguları seyirciye geçirebiliyordu. Tüm bu duyguları çok başarılı bir şekilde anlatan Paris, Texas ve bu filmi aynı kişinin çektiğine inanmak zordu. Pek çok kişi açısından festivalin en büyük hayal kırıklıklarından biriydi. Jafar Panahi’nin Berlin’de Altın Ayı kazanmış olan filmi Taksi Tahran (Taxi), film çekmesi yasaklanmış olan Panahi’nin bir taksinin çeşitli yerlerine monte edilmiş kameralar ile çekilmiş bir film. Panahi’nin kendisi de taksinin sürücü koltuğunda. Ancak akla gizli kamera ile çekilmiş bir film gelmesin. Neticede konusu ve senaryosu belli bir filmle karşı karşıyayız ama Panahi gerçek ile kurmaca arasındaki çizgiyi hep bir noktada

107


Sinema

Sinema

tutuyor. İran’dan gelen diğer film ise Rakhshan BaniEtemad’ın sekiz yıl aradan sonra çektiği ilk uzun metraj film olan Masallar (Ghesse-ha). Bani-Etemad’ın daha önceki kurmaca filmlerindeki karakterleri tek tek ziyaret ettiği bu filmi özellikle İran’da yaşanabilecek kadınerkek diyalogları açısından son derece başarılıydı. Ayrıca filmin farklı sosyal ve ekonomik kesimlerden karakterleri ile kapsamlı bir İran portresi çizdiği söylenebilir. BaniEtemad’ın önceki filmlerini yakın zamanda izlemiş olanların filmden daha fazla keyif alacağını düşünüyorum. Nicedir iyi filmlerine hasret kaldığımız bir başka yönetmen olan Zhang Yimou ise Yuvaya Dönüş (Gui Lai) filminde Kültür Devrimi sonrası parçalanan bir ailenin dramına götürüyordu bizleri. İyi çekilmiş ve iyi oynanmış bir filmdi, Gong Li’yi yeniden görmek de çok güzeldi ama Yimou’nun eski filmlerinim tadı yoktu doğrusu. Ulrich Seidl’in Bodrumda (Im Keller) filmi ise Avusturya’da insanların bodrumlarında neler yaptıkları ile ilgili bir belgeseldi. Yılan besleyen, atıcılık yapan insanların yanında, Nazi eşyaları biriktiren ırkçı amcalar da vardı. Özellikle aldığı en güzel düğün hediyesinin Hitler’in çerçeveli bir resmi olduğunu söyleyen adam başta olmak üzere ırkçılık ile ilgili bu bölümler festivalin diğer bölümlerinde izlediğimiz diğer bazı filmlerle birleştiğinde, o fikirlerin bodrumdan sokaklara yayılmasının hiç de zor olmadığını düşündürüyordu. Irkçı fikirlerin yanında evlerinin bodrumlarında sado-mazo ilişkiler kuran çiftlerin yaptıkları çok masum kalıyordu. Hatta filmde bu konuya biraz fazla yer ayrıldığını düşündüğümü söylemeliyim. Tanpınar Olsa Bu Filme Bayılırdı: İşte festivalin en ilginç seçkilerinden biri. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 115. doğum yılı nedeniyle sinema dünyası ile ilgili farklı kişilere Tanpınar yaşasaydı hangi filmleri severdi diye sorulmuş ve çok başarılı klasiklerden oluşan bir seçki yapılmıştı. Üstelik filmlerden sonra bu seçimi yapanların da bir sunumu vardı. Bu bölümdeki filmlerin hemen hepsini daha önceden izlediğim için (hatta bazılarını sinema perdesinde) sadece iki filmi seçtim. Buñuel’in Tristana’sını tekrar izleme isteğine karşı koyamadım. Usta yönetmenin en verimli dönemlerinde çektiği ve başrollere Catherine Deneuve ve Fernando Rey gibi çok önemli iki ismi koyduğu filmde bir yandan her zamanki temalarından olan din eleştirisini yaparken yaşlı erkek-genç kız klişesine de farklı bir çerçeveden bakmayı başarıyordu. Her nasılsa daha önce izlememiş olduğum Yüzücü (The Swimmer) ise Burt Lancaster’in canlandırdığı karakterin, arkadaşlarının havuzlarından geçe geçe evine ulaşma çabasını anlatıyor. Konu itibariyle ve karakterin her havuzdan geçtikçe yavaş yavaş dibe vurmasını anlatması ile oldukça ilginç bir film. Lancaster’in tüm film boyunca bir mayo ile dolaştığı film olarak da tanımlanabilir…

108

Bu bölümdeki diğer yapımlar ise Kieslowski’nin Aşk Üzerine Kısa Bir Film (Krótki Film o Milosci), Jarmusch’un Dünyada Bir Gece (Night on Earth), Corneau’nun Dünyanın Bütün Sabahları (Tous les Matins du Monde) ve Erksan’ın Sevmek Zamanı filmleriydi. Her birinin seyircilerine müthiş bir keyif verdiğini tahmin ediyorum. Oğuz Onaran’a Sevgilerle: Ankara sinema camiasında “hocaların hocası” olarak andığımız Oğuz Onaran bu yıl 80. doğum gününü kutladı. Ankara Film Festivali de onu unutmadı ve festivalde onun seçtiği bir filmi gösterdi. Bergman’ın Yaban Çilekleri (Smultronstället), tam da 80. yaş kutlamasına uygun bir filmdi. Tekrar izlemekten keyif aldığım bu filmden sonra festival ekibi ve Ankaralı sinemaseverlerle hocamızın doğum gününü kutlamak ayrı bir keyifti. Kısa Film Gösterimleri: Aslında Ankara Film Festivali, neredeyse bir kısa film festivali kadar fazla kısa film göstermesi ile de dikkat çeker. Ne yazık ki bu yıl yukarıda da belirttiğim nedenlerden dolayı yerli kısalar olmayınca sayı dikkat çekecek kadar azaldı. Yine de iyi bir yabancı kısa film seçkisi vardı. Bu bölümde izlediğim filmler ile ilgili detaylı bir değerlendirme yapmayacağım ancak meraklısı için Kısa Sınır Tanımaz bölümünden Romy, Ben Utangacım (Romy, Ich Bin Krank) ve Genç Çingene Aslanlar (A Ciambra), Estonya canlandırmalarından Beden Hafızası (Keha Mälu) ve Antropoff Köşkü (Villa Antropoff), Oberhausen Kısa Film Festivali seçkisinden ise River Plate filmlerini önereyim. Bu arada Oberhausen seçkisinin seyirciyi epey zorladığını da not olarak düşeyim. Bu seçkinin deneysel filmler içereceğini bilerek gittiğim için ben keyif aldım ama filmlerin süreleri 10-15 dakikayı aşmaya daha iyi olacaktı sanki (seçilen beş filmden üçü 15 dakikanın üzerindeydi). 18. Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali Önceki yıllarda 7 gün süren Uçan Süpürge, 18. yılında festivali 10 güne çıkardı. Böyle olunca pek çok filmin 3 kez gösterimi yapıldı. Bu açıdan izlemek istediğiniz bir filmi yakalamak daha kolaydı. Ancak üst üste bu kadar festival olmasından mıdır, festivalin biraz daha uzamasından mıdır bilinmez, seyirci sayısı çok düşüktü. Festival için çok emek verildiğini yakından biliyorum, bu kadar az seyirciyi hak etmiyordu dedikten sonra Uçan Süpürge’nin bölümlerine bir göz atalım. Her Biri Ayrı Renk: Festivalin değişmez bölümlerinden biri olan Her Biri Ayrı Renk bölümünde dünyanın değişik ülkelerinden

109


Sinema

Sinema

kadın yönetmenlerin çektiği filmler Fipresci ödülü için yarıştılar. Bu yıl, bu filmlerin içinde ülkemizden bir filmin olmayışı dikkat çekiciydi. Bunda sansür tartışmalarının da etkisi olabilir, bilemiyorum. Bu bölümde yer alan filmlerden en iyilerinden biri Viktoria idi. Bulgaristan’ın komünizm ile yönetildiği yıllara yoğun bir eleştiri getiren film, göbek deliği olmadan doğan bir çocuğun ülkenin simgelerinden biri haline getirilmesi sonrasında onun ve ailesinin yaşadıkları ile komünist rejimin yıkılmasından sonra yaşadıklarını anlatıyordu. Özellikle gerçekle rüya arasında kalan kimi sahnelerde çok başarılı görüntüler yakalayan yönetmen, 155 dakikalık filminde o süreyi hissettirmiyordu. Filmin başarılı başrol oyuncusu Irmena Chichikova da festivalin konuğuydu. Ne yazık ki filmin gösterimi sonrası yaptığı söyleşilerden biri biraz gergin geçti. Oyuncuya hiç hamile kalıp kalmadığının sorulması üzerine böyle kişisel bir sorunun sorulamayacağı söyleyen jüri üyelerinden biri salonu terk etti ve ortalık gerildi. Soran seyircinin de kötü niyetli olmadığını düşünüyorum ama soruya yanlış bir şekilde giriş yaptı gerçekten. Bölümün dikkat çeken bir diğer filmi ise Yıldız (Zvezda) idi. Günümüz Rusya’sında geçen filmde yıldız olmak için tüm vücudunu estetik ameliyatlarla değiştirmeyi planlayan genç bir kız, onun aslında zengin bir babaya sahip olan ama bunu söylemeyen sevgilisi ve onun üvey annesi arasında geçen bir hikâye anlatılıyordu. Güzellik kavramı üzerinden ilerleyen filmin başarılı bir Rusya portresi çizdiğini de söylemek lazım. Finale doğru yaşanan hastanede raporların karışması olayı için filmin zayıf noktası diyebiliriz. Zürih (Zurich) filminde bir kadının yas sürecini anlatıyordu. Kocasını kaybeden ve bu kayıp sonrası kocasının büyük bir sırrı ile karşılaşan Nina’nın hikâyesine ortadan bir yerden girip sonradan başa dönüyorduk. Filmin bu yapısı Nina’nın yaptıklarının nedenini yavaş yavaş anlamamızı sağlıyordu. Karanlık atmosferli ve üzücü bir filmdi belki ama festivalin iyilerindendi. Kız Kardeşim Anoreksik (Min Lilla Syster), biri filmin adından anlaşıldığı gibi anoreksik olan, diğeri ise henüz ergenliğe yeni girmekte olan iki kız kardeşi getiriyordu karşımıza. Kardeşler arasındaki ilişkiler gayet başarılı yansıtılmıştı. Her ikisinin de dertlerine ortak olabiliyordunuz. Onlara can veren genç oyuncular da son derece başarılıydı. Ama iş anne babanın davranışlarına geldiğinde senaryo biraz aksıyordu. Yine de bu da iyi filmlerden biriydi. Konfeti (Dorsvloer vol Confetti) filminde 1980’lerde Hollanda’da tarımla uğraşan ve biri kız olmak üzere altı çocukları olan bir ailenin yaşamına konuk oluyorduk. Elbette hikâyemiz o tek kız çocuğunu

anlatıyordu. Aile son derece tutucu bir aileydi (Ankara Film Festivali’ndek Çile filmini hatırlattı biraz). Ama küçük Katelijne öyle her denileni koşulsuz kabul edecek bir karaktere sahip değildi ve büyüdükçe kendi özgürlüğüne adım adım ilerliyordu. Yine genç oyuncusunun başarısı ile dikkat çeken filmlerdendi. Bölümdeki iki Hint filminin diğerleri yanında biraz zayıf kaldığını söylemek zorundayım. Hayatını Yaşa (Margarita, with a Straw), engelli bireylerin tek başlarına hayatta tutunmalarının mümkün olduğunu gösterirken onların da sağlıklı bir cinsel yaşamı olabileceğini gösteren bir filmdi. Üstelik bunu yaparken engellilerin de cinsel hayatı vardır noktasından bir adım ileri gidip engelliler de lezbiyen ya da biseksüel olabilirler noktasına gelmesi önemliydi. Ancak film fazlaca iyimser bir yapıya sahipti ve bu nedenle bir inandırıcılık sorunu yaşıyordu. Sandal Ağacı (Rastres de Sàndal) ise çocuklukta ayrılan kardeşlerin yıllar sonra birleşmesini anlatan hikâyesi ile neredeyse bir pembe dizi sınırlarında dolaşıyordu. Gürcistan yapımı Kardeşim (Dzma) filmi 1990’ların başında savaş içindeki ülkenin durumunu başarılı bir atmosferle karşımıza getirirken o günlerde bile sanatın terkedilmediği gösteriyordu ama seçkinin çok öne çıkamayan filmlerinden biri olarak kaldı. Yvone Kane de fazla iz bırakmadan geçti gitti. Not: Bu bölümde yer alan diğer filmleri önceki festivallerde izlediğim ve haklarında bir şeyler yazdığım için tekrar değinmiyorum ama İsrail Usulü Boşanma (Gett) bence bu bölümün en iyi filmiydi ve nitekim Fipresci ödülü de ona gitti.

110

111

18’in Halleri: Festival’in 18. yılı olması nedeniyle bu yılki bölümlerden biri 18’inde olmayı ya da öyle hissetmeyi anlatan filmlere ayrılmıştı. Liseyi bitirip üniversite için Paris’e gitmeyi planlayan iki yakın arkadaşın hikâyesini anlatan Gelecek Yıl (L’année Prochaine), başarılı hikâyesi ve oyunculukları ile öne çıkan bir filmdi. Ancak belli bir noktada karakterlerin farklılıkları ve benzerliklerini kavradıktan sonra filmin nasıl ilerleyeceğini ve nasıl bir final yapacağını tahmin etmek çok kolaydı. Festivalin özürlü karakterlerin hikâyesini anlattığı bir diğer yapım da Bebeğim (Be My Baby) filmiydi. Down sendromlu genç bir kızın aşkı ve cinselliği arayışını anlatan film, özgürlükçü bir anne ve anneanne portresi çizmesiyle de dikkat çekiyordu ancak bir önceki bölümde bahsettiğim Hayatını Yaşa filminde olduğu gibi fazlaca iyimser bir finale bağlanıyordu. İlla ki kötümser olmak zorunda değil elbette ama bazı karakterlerin iyi yönde değişimi çok inandırıcı değildi. Uçan Süpürge’de ergenlik çağındaki kızların büyüme hikâyelerini sıklıkla izleriz ama festivalin teması gereği ergenlik çağındaki erkeklerin hikâyesini pek görmeyiz. Küçük Bir Sorun (Short Skin) bu açıdan ilginç bir filmdi. Arkadaşı ile birlikte, “bu yaz cinsel ilişkiye girmeliyiz, yoksa bakir olarak öleceğiz(!)” duygusuna kapılan genç Eduardo’nun penisinin derisinde bir problem vardır ve bu nedenle mastürbasyon bile yapamaz. Ameliyat bir çözümdür ama buna karar vermesi de çok kolay değildir elbette (ki ameliyat dediğimiz de aşağı yukarı sünnetle aynı şey aslında). Film bu sorunu bir sembol olarak


Sinema

Sinema

kullanarak ergen erkeklerin duygu dünyasını başarılı bir şekilde anlatıyor. İzlerken kadın bir yönetmen bu konuyu çok başarılı anlatmış dedim ama kataloğa bakınca gördüm ki filmin yönetmeni erkekmiş zaten. Uçan Süpürge için ilginç bir seçim. Bu bölümden bahsederken kendini 18 yaşında hissedenlerin de hikâyelerini içerdiğini söylemiştim. Bu anlayışla seçkiye dâhil edilen Party Girl gerçek yaşamdan alınan öyküsü ve o öyküyü yaşayanların kendilerini canlandırması ile dikkat çekiyordu. 60 yaşında olduğu halde hâlâ bir gece kulübünde konsomatrislik yapan Angélique’nin hikâyesini anlatan film, bizi onun genç ruhuyla tanıştırıyordu. Operasyon Hip-Hop (Hip Hop-eration) belgeseli ise bir huzurevinde kalan 90’lı yaşlardaki kadınların Las Vegas’daki Dünya Hip-Hop Şampiyonası’na katılmalarını anlatıyordu. Nineler bizden daha gençti belki de! Bölümün diğer belgeseli Kız Çocuklar (I Am a Girl) ise dünyanın değişik yerlerinden yaşları 18 civarında olan genç kızların öykülerini onların anlatımları ile karşımıza getiriyordu. Sinemasal açıdan bir konuşan kafalar belgeselinden fazlası değildi belki ama çarpıcıydı. Özellikle herkesin kendi derdinin kendisi için büyük olduğunu güzel bir şekilde gösteriyordu. Örneğin, bir tarafta bakireliğini satmış, çok küçük yaşta hamile kalmış ve çocukken çocuk sahibi olmuş ama ailesine bakmak için hâlâ seks işçiliği yapan ama bir şekilde hayata tutunmaya çalışan bir genç kızı görürken öbür tarafta erkek arkadaşı kendisini en yakın arkadaşı ile aldattı diye intihar noktasına gelen bir genç kızı dinliyoruz. Elbette hiç kimsenin senin derdin diğerinin yanında nedir ki deme hakkı yok. Film bu duyguyu vermekte başarılı. Berlin Duvarı’nın yıkılmasının eşiğindeki Almanya’da yaşanan bir büyüme hikâyesini anlatan Nena’yı bölümün vasat filmleri arasında sayarak diğer bölüme geçiyorum. Kuzey Işıkları: Bu bölümün en iyi filminin daha önce farklı festivallerde izlediğimiz Finlandiya yapımı Çömez (Lärjungen) olduğunu söylemeliyiz. İsveç-Norveç ortak yapımı Merhaba Yeni Hayatım (Hallå Hallå), hayatın en sıkıcı ve sıradan olduğunu düşündüğünüz anda bile farklı açılımlara gidebileceğini gösteren bir kendini iyi hisset filmi. Norveç yapımı Seninim (Jeg er Din) ise Pakistan kökenli, Norveç vatandaşı bir kadının çocuğu, ailesi ve sevgili arasında kalan hayatını ve kendi ayakları üzerinde durma çabasını anlatan bir film. Her ikisi için de keyifle izlenen ama çok da iz bırakmayan filmler yorumunu yapabiliriz. Kameranın İki Yüzü: Ingrid Thulin: İsveç’in en önemli oyuncuların Ingrid Thulin anısına oluşturulan bu bölümde pek çok filminde güçlü kadın karakterleri çok başarılı bir şekilde karşımıza getiren Ingmar Bergman’ın muhteşem filmi Sessizlik (Tystnaden) vardı karşımızda. Yaklaşık 50 yıl öncesinden gelmesine rağmen bir klasik olarak muhtemelen festivalin en iyi filmiydi. Dilini bilmedikleri bir Avrupa ülkesinde mahsur

112

kalan iki kız kardeşin hikâyesini anlatan film, kardeşlerin ilişkileri, iletişim ve iletişimsizlik, cinsellik gibi konularda dikkat çekici cümleler kurarken, Bergman’ın değişmez görüntü yönetmeni Sven Nyvist de bu siyah-beyaz filmle bir kez daha ışık ve gölgeler ile nefes kesici sahnelere imza atıyordu. Benzer temalarda dolaşan ve benzer bir görsel yapı kuran Persona ile birlikte muhtemelen en sevdiğim Bergman filmini beyazperdede izlemek güzel bir deneyimdi. Merhaba Komşu!: Bu bölümde yer alan filmlerden izlediklerim arasında iki filmin tema olarak birbiri ile çok fazla ortak noktası vardı. Gürcistan yapımı Kredi Limiti (Kreditis Limiti) ve Bulgaristan yapımı Ders (Urok), çeşitli nedenlerle borç batağına sürüklenip giderek daha da dibe batan karakterleri anlatıyordu. Kredi Limiti, çok daha iyi planlanmış senaryosu ile karakterin yolcuğunu adım adım hissettirirken, özellikle seçtiği farklı kadrajlar ve yaptığı seçimler ile işin sinemasal yönüne de konu kadar önem verdiğini gösteriyordu. Ders ise daha çok konunun önemine odaklanıyor gibiydi. Filmin başında öğrencilerine hırsızlığın kötü olduğu anlatan öğretmenin finalde hangi noktaya geleceğini tahmin etmek ise hiç zor değildi. Yine Gürcistan yapımı olan Gelinler (Patardzlebi) ise hapisteki erkek arkadaşlarını görebilmek için kâğıt üzerinde onlarla evlenmek zorunda kalan kadınların hikâyesiydi. Araya giren zaman ve mekânın çiftler üzerindeki etkisini başarılı bir şekilde yansıttığı söylenebilir. Female Eye Film Festivali Seçkisi: Bu seçkiden biri uzun, biri kısa iki film izleme şansım oldu. Marlene’le Yaşamak (Sitting on the Edge of Marlene) ufak dolandırıcılıklara hayatlarını sürdürmeye çalışan bir anne-kızın öyküsü. Annenin deli dolu kişiliği yanında genç kız daha ayakları basan ve hayatlarının dağılmasını engelleyen bir karakter olarak dikkat çekiyordu. Filmin tümünde bir dengesizlik sorunu var gibiydi. Çok başarılı, doğal ve duygusal yoğunluğu olan sahnelerin hemen arkasından çok yapay gözüken sahneler gelebiliyordu. Kısa film Maud Mary & Titanik (Maud Mary & the Titanic) ise yıllar önce elinde bileti varken Titanik’i kaçıran ve buna çok üzülen bir kadının hikâyesini anlatıyordu. Filmin yönetmeninin o kadının torununun kızı olduğunu da not olarak düşelim. Olay Yeri: Aile: Bu bölüm de Uçan Süpürge’nin değişmez bölümleri arasında yerini aldı. Aile içi şiddet, cinsel taciz gibi konuları ele alan filmleri içeren bu bölümde çarpıcı filmler izliyoruz her yıl ama bu yıl diğer bölümlerin yanında biraz sönük bir seçki olmuş sanki. Bu bölümde

113


Sinema

Sinema

izlediğim tek film, Pakistan yapımı Kızım İçin (Dukhtar), 10 yaşındayken evlendirilmek istenen kızını alıp kaçan bir anneyi anlatıyor. Anne/kız yolda iyiliksever bir kamyon şoförüne rastlıyorlar, peşlerinde de “töre” nedeniyle onları öldürmek isteyen erkekler. Evet, önemli bir konu anlatıyor ama her önemli konu anlatan film iyi olmak zorunda değil. Bu film de klişelere fazlaca bağlı kalıyor. Savaşın Gölgesinde: Kısa film ve belgesellerden oluşan bu bölümde tek bir film izlemişim. Polonya yapımı Kadınlar ve Savaş (Kobiety i Wojna) filminde 2. Dünya Savaşı’nda Polonya ordusunda yer alan kadınlarla yapılan söyleşiler ve arşiv fotoğrafları yer alıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse kadınlar da savaştı şeklindeki söylemi çok ilgimi çekmedi. Yüzleşme: Ülkeleri zorlu dönemlerden geçerken mücadeleye devam eden kadınlar ile ilgili belgesellerden oluşan bu bölümün en çarpıcı filmi Eylül’ün Kadın Yüzleri idi. 12 Eylül döneminde toplumun farklı kesimlerinden olsa da bazıları hapiste, bazıları dışarda, bazıları da sürgünde mücadeleye bir şekilde devam eden kadınlarla yapılmış söyleşilerden oluşan bu filmi izlerken zaman zaman boğazınıza bir şeyler düğümleniyordu. 12 Eylül’de yaşananlar dışında, o dönemde sol örgütler içinde bile kadınların işlerinin erkeklere destek olmak, yemek yapmak, çocuk yetiştirmek olarak görüldüğünün açıkça söylendiği bölümler de döneme farklı açıdan bakmak için önemliydi. Bu filmi izleyip kendisini hiç de hoş olmayan duygularla andıktan sonra eve gittiğimizde Kenan Evren’in ölüm haberini almak da ilginç bir tesadüftü. Zamanlama denk gelmiş işte. Kadın! Yaşam! Özgürlük!: Bu bölüm için direnen kadınlar da denebilir aslında. Farklı konularda ayağa kalkan kadınları konu alan belgesellerden oluşuyordu çoğunlukla. Eylül’ün Kadın Yüzleri’nden bahsetmişken hemen arkasından Arkadaşımı Merak Ediyorum belgeselinden söz etmemiz gerekli. Gezi direnişinde İzmir’de hapse düşen kadınların yaşadıklarını ve dışardan verilen desteği anlatan bu mütevazı belgeselde hapse giren kadınların anlattıklarının bir kısmı, o kadar sistematik işkenceler olmasa da, ne yazık ki 12 Eylül döneminde yaşananlara çok benziyordu. Öfkelendiğinde Bir Başka Güzel (She›s Beautiful When She›s Angry), 60’ların sonu-70’lerin başında Amerika’daki kadın hareketi üzerine başarılı bir belgeseldi. Hareketin çok farklı yönlerine bakan belgeselde birlik olup direnişe geçen kadınların neler başarabileceklerini bir kez daha görüyorduk. Sırf eşit iş-eşit ücret gibi konularda değil kadının kendi vücudu üzerindeki söz hakkı için de çok önemli adımlar atılmış o yıllarda. Film bittikten sonra sokaklara taşıp slogan atmak geliyordu insanın içinden. Film aynı zamanda Amerika’da bile o yıllardaki kazanımların bazılarının bugün geri gittiğini vurguluyor, mücadeleye devam etmek gerektiğini belirtiyordu. Bir kadının söylediği şu söz çok çarpıcıydı: “Bana düzenin böyle olduğunu, dünyayı değiştiremeyeceğimizi söylemeyin. Ben değiştiğini gördüm.”

114

Kürtajın yasal olmadığı ülkelerdeki kadınlara yardım için denizlere açılan Hollanda bandıralı bir geminin yıllar içindeki seferlerini ve bu seferlerin hepsine ön ayak olan doktor Rebecca Gomperts’in öyküsünü anlatan Mor Gemi (Vessel) belgeseli çarpıcı olduğu kadar kafamda soru işaretleri de bıraktı doğrusu. Gemiye binince Hollanda topraklarında sayıldığınız için kürtaj yaptırabiliyorsunuz, orada bir sıkıntı yok ama hem bu ekibin hem de filmin temel amaçlarından biri kadınlara evlerinde nasıl güvenli kürtaj yapabileceklerini anlatmak. Filmde defalarca, adım adım kürtaj için kullanılabilecek ilaçların ne olduğu, nasıl temin edilebileceği ve evde nasıl kullanılabileceği anlatılıyor. İlaçların ne kadar güvenli olduğu, eğer kürtaj olayı bu kadar kolaysa hâlâ neden bazıları ölümle sonuçlanan farklı yöntemler kullanıldığı yönünde sorular oluştu kafamda hatta film sonrasında bu konuda bir panel olsa ne güzel olurdu diye düşündüm. Ayrıca evet, kadının istediği zaman kürtaj olabilmesi önemli bir insan hakkı ama kürtajdan önce doğum kontrol yöntemleri hakkında bilinçlendirme çalışmaları üzerinde de durulmalı diye düşünüyorum. Bu bölümün en iyisi, belki de festivalin en ilginç filmi ise Hayat Belki (Life May Be) idi. Bugün İngiltere’de yaşamak zorunda olan İranlı yönetmen Mania Akbari ile sinema belgeselleri ile tanıdığımız Mark Cousin arasındaki görüntülü mektuplaşmalardan oluşan film çok içten, samimi ve ilgi çekici bir filmdi. Geçmişte ünlü edebiyatçıların kendi aralarındaki mektuplaşmalarının sonradan kitap olması ile bir ortaklık kurulabilir. Görüntülü mektuplaşmalar derken akla İnternet üzerinden görüşmeler gelmesin. Burada Akbari ve Cousins birbirlerine hitap eden kısa filmler gönderiyorlar adeta. Şunu da itiraf edelim, Akbari kesinlikle daha iyi bir sinemacı. Onun bölümleri daha etkileyiciydi ama her ikisi de çok özel duygularını diğeriyle paylaşıyordu. Festival dışında hiçbir yerde izleyemeyeceğiniz kadar deneysel ama çok etkileyici bir filmdi. Festivalin konuklarından olan Akbari de hem konuşmaları hem de güzelliği ile kalbimizi fethetti (güzel yönetmen gibi cinsiyetçi bir klişeye girmek istemiyorum ama söylemeden edemedim, artık kusura bakılmasın). Fotoğraf Üzerine…: Festivalin ilginç bölümlerinden biri de Fotoğraf Üzerine bölümüydü. Daha önceki festivallerde kaçırdığım Susan Sontag’a Bakmak (Regarding Susan Sontag) belgeselini bu kez yakaladım. Sontag’ın hayatı üzerine gayet başarılı bir yapımdı ancak filmin ilk yirmi dakika kadarını altyazısız olarak izlemek zorunda kaldık. İngilizce bilenler açısından çok sorun olmadı ama diğer seyircilerin epey zorlandıklarını fark ettim. Benzer isimli bir diğer film, Vivan Maier’i Keşfetmek (Finding Vivian Maier) ise bizi çok farklı bir karakterle tanıştıran bir belgeseldi. Yaşamı boyunca sürekli olarak fotoğraf çekmiş ama bunları hiç gün yüzüne çıkarmamış olan Maier yaşamını çocuk bakarak ve yaşlılara bakıcılık yaparak devam ettirmiş. Ölümünden sonra bir tesadüf eseri

115


Sinema

Sinema ortaya çıkan yüzbinlerce fotoğraf ile sergiler açılmış, Maier hakkında kitaplar yazılmış. Filmden öğrendiğimiz kadarıyla Maier zaten çok ilginç bir kişilikmiş. Sadece kendi çektiği fotoğrafları değil, hayatındaki pek çok eşyayı depolamış ve bunlarla evden eve dolaşmış. Bu yönüyle de ilgimi çeken ve kendime yakın hissettiğim bir isim oldu. Belki de yaşarken üzerinde bir ilgi olmasından çok rahatsız olacaktı, olayların bu şekilde gelişmesi daha iyi olmuş olabilir. Bölümün son filmi İlk Günah: Bakış (Looking Is the Original Sin) ise ünlü fotoğrafçı Diana Arbus’un hayatından yola çıkarak oluşturulmuş bir anne-kız hikâyesiydi. Doğrusu özellikle oyunculukları bir miktar yapay bulduğumu, bunun da beni filmden uzaklaştırdığını söylemeliyim. Pembesiz Mavisiz: Pembe Hayat KuirFest Seçkisi ve Türkiye’den: Bu bölümlerdeki filmleri önceden KuirFest, !f ve vizyonda izleyip haklarında bir şeyler yazdığım için bu bölümü pas geçiyorum. American Film Showcase: Sonradan Başka Sinema kapsamında gösterilen Amerikan bağımsız belgesellerini biz daha önceden Uçan Süpürge’de izlemiş olduk. Aslında bu bölümdeki yapımlardan bir kısmı festivalin diğer bölümlerine de dâhil edilebilirdi. Örneğin, Bir Havluya Sarınıversinler (Let Them Wear Towels), kadın mücadelesinin bir başka boyutunu yansıtıyordu. Amerikan basınında kadın spor yazarı ve muhabirlerin sektörde kendilerine yer bulma çabalarını anlatırken erkek muhabirlerin takımların soyunma odalarına rahatça girerken kadınların bu konuda karşılaştıkları yasakları konu ediyordu. Ama kadınlar mücadele ederek bu yasağı da aşmışlar, bazı sporcuların kendilerine yaptıkları tacize varan hareketlerin de önüne geçmişler. İzlerken kadın hareketi her yerde demekten kendinizi alamıyorsunuz. New York’taki sokak fotoğrafçılarının çalışmalarını anlatan Sokağın Ruhu (Everybody Street) filmi ise fotoğrafçılık ile ilgili bölümde yer alabilirdi. Bu belgeselde sokağın havasını fotoğraflarına yansıtmaya çalışan fotoğrafçıların çalışmalarını ve çalışma şekillerini izliyoruz. Amerikan Sözü (American Promise) ise geçen yılın flaş filmlerinden Boyhood’un belgesel versiyonu gibiydi. Brooklyn’de yaşayan iki erkek çocuğunu 13 yıl boyunca takip eden yönetmenler zorlu bir işe soyunmuşlar. En başta bu projeye girişildiğinde çocukların hayatlarının ne şekilde gelişeceğini tahmin etmek mümkün değildi ama çocuklukta beraberce oynayan Seun ve Idris’in hayatlarının değişimi, birinin başarılı bir öğrenci olurken diğerinin kendisini sokaklarda ifade etmesi filme ayrı bir dramatik boyut katıyordu. Filmin katalogda yazdığı gibi 45 dakika değil 135 dakika olduğunu da eklemeliyim.

kadınların hem çizgi roman yaratıcısı hem de okuyucusu olarak değişen yerine kapsamlı bir bakış atıyordu ancak çok ufak ayrıntılar dışında sadece Amerikan çizgi roman endüstrisini dikkate alması önemli bir eksiklikti. Yine de başarılı bir belgeseldi. Komşu Komşu! Huu! belgeseli ise İstanbul’daki kentsel dönüşüm olayına gecekondular ve hemen yanı başlarındaki dev gökdelenlerden oluşan lüks sitelerin tezatlığı üzerinden bakıyordu. Bunu yaparken gecekondulardan birine kişilik kazandırıyor ve onu bizimle (seyirciyle) konuşturuyordu. Kentsel dönüşüme karşı duran bir noktada olsa da şu anki ortamda olayın kaçınılmazlığını da vurguluyordu ne yazık ki. Kısa Olmazsa Olmaz: Bu bölümde özellikle izlemek istediğim kısa film, Belmin Söylemez’in Bilge Olgaç’ın asistanı olduğu yıllarla ilgili yaptığı Bilge ve Öğrencisi filmiydi ama Belmin Söylemez sansür olayını protesto etmek için filmi göstermemeyi seçtiğini söyleyerek filmin gösterileceği seansı sansür konusunun tartışılmasına ayırdı. Konuyu biraz daha irdelemek iyi oldu ama filmi de izlemek isterdim doğrusu. Aynı seansta yer alan, bir kadının toplumun kurallarına karşı çıkışını dans filmi kalıpları ile anlatan Edifice’yi daha önce de izlemiştim. Meraklısına öneririm. En Hayaller: Canlandırmalar: Bu bölümde her yıl Avusturya’da gerçekleştirilen Tricky Women Festivali’nden Avusturya animasyonlarını içeren bir seçki izledik. Son beş yılda yapılmış filmlerden oluşan bu seçki, çok farklı animasyon türlerinden örnekler sunması ile başarılı bir seçkiydi. Hatta seçkideki filmlerden Aşkı Aramak (Looking for Love), sekiz dakikalık süresinde çok farklı animasyon çeşitleri içerdiği için ayrıca dikkat çekiyordu. Bunun dışında Daktilo (Schreibmaschine) filmi, dört dakika içinde bir daktilonun bastığı karakterler üzerinden bir savaş eleştirisi yapması ile dikkat çekiyordu. İşte Nisan ve Mayıs aylarında arka arkaya gelen iki festival böyle geçti. Ankara Film Festivali ve Uçan Süpürge ekipleri yanında geri kalan festivallerin de ekiplerine buradan tekrar teşekkür ederken gelecek yıl şu etkinlikleri biraz daha yıl içine yaysanız ne güzel olur diyelim. Evet, yorucu oluyor ama daha nice nice festivallere… Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/

En Gerçekler: Belgeseller: Festivalin diğer bölümlerinde de çok sayıda belgesel vardı aslında. Sanırım diğer bölüm başlıklarına çok dâhil edilemeyen belgeseller bu bölüme alınmış. Bu bölümde kişisel olarak ilgimi en çok çeken belgesel, çizgi roman merakımdan dolayı Karikatür Çizmeyi de Biliriz (She Makes Comics) oldu. Orijinal adından da anlaşılabileceği gibi karikatür değil çizgi roman dünyasında kadınların yerine bakan bu yapım, yıllar içinde

116

117


Öykü

Öykü

Yara İzi “Yüzüne ne oldu?” dedi günaydından önce. Tam beklediğim gibi. Diğerleri de bu sorunun cevabını almak için merakla bekliyorlardı. Önce hepsine göz gezdirdim -ki bu pek kolay olmadı, zira birkaç düzine katlık bir gökdelenin asansöründeydimsonra da suratıma önemsemezlik ifadesi yerleştirip cevap verdim: “Geçen hafta eve giderken merdivenlerde tökezledim. Korkuluğun kenarına çarptım.” “Hımm, geçmiş olsun Murat ya,” dedi ıstırap süslü bir sesle. Ama hayal kırıklığı sosunun tadını da alabiliyordum bu seste. Enteresan bir hikâye bekliyordu ve alamamıştı. Muhabbete daha müsait bir ortamda olsaydık biraz daha ayrıntıya girer ve enteresan bir şeyler elde etmek için her şeyi yapardı. Dedikodu potansiyeli olan hiçbir şeyi kaçırmazdı Esra. Söz konusu yara izi, sağ gözümün biraz altında, elmacık kemiğinin pik yaptığı yerde, yere kırk beş derecelik açıyla uzanan üç santimlik bir çizgiydi. Çok taze görünmüyordu ama uzun zaman önce olmuş gibi de değildi. İki haftadır izinde olduğumdan ve yara izinin iki haftalık olması gayet muhtemel olduğundan şaşırmamıştı. Çalıştığım katta indim. Asansörün boğuculuğundan serinliğe geçişin rahatlığıyla derin bir nefes aldım. Benim zıt tarafımdaki kapıya yönelen Esra’ya iyi çalışmalar diledim. O da tekrardan “geçmiş olsun,” deyip uzaklaştı. Günlerdir hasretimden yanıp tutuşmuş olan kübiğime ulaştım. Ekip arkadaşlarım çoktan gelmişlerdi. Beni fark etmeleri için canlı bir “günaydın,” çaktım. Refleks olarak aynı cevabı verdiler ve yüzüme bakınca yara izini gördüler. Kısık ve meraklı bakışlarla orayı işaret etti Polat. Ekibin genç elemanıydı ama çabuk alışmıştı kerata. Hafiften gıcık olmuyor değildim. Elimi yanağıma götürdüm. Hafifçe dokundum ve imkânsız olduğu halde kanayıp kanamadığını kontrol ediyormuşçasına parmağıma baktım. “Önemli bir şey değil ya,” dedim. “Yazlıkta kiraz toplarken oldu.” “Aa, nasıl oldu o?” “Ağaç biraz acı çekti sanırım, dalıyla intikam aldı.” Elimle havayı keserek sahneyi canlandırdım. “Ooo, nasıl bir intikammış o öyle? Az yukarı gelse gözünü çıkaracakmış,” dedi Tüzün adlı diğer bir ekip arkadaşım. “Öyle,” dedim, “şansım varmış.” Geçmiş olsun dilediler arka arkaya. Teşekkür ettim. Ceketimi sandalyeme asıp tuvalete gittim. Devasa göbeğiyle Erdal abi oradaydı. Dişlerini fırçalıyordu. “Oo Murat, döndün mü tatilden?” dedi. “Hayır,” dedim ciddiyetle. “Bedenim burada olabilir, ama ruhum değil.” Pisuara gittim. Lavabonun önünden bağırarak konuşmaya devam etti: “Hahaha, matrak adamsın Murat. Ben de İbiza’dayım şu an.” “İbiza’da kuduz salgını çıkmış olmalı,” dedim. Yine güldü, ağzındaki köpükleri tükürdü. Yirmi beş saniyelik işeme seansım bitmişti, yanına gittim. “Hayırdır?” Yüzümü işaret ediyordu gözleriyle. “Bir şey yok,” dedim ellerimi sabunlarken. “Hadi hadi,” dedi.

118

“İlla söyleteceksin,” dedim, sesimi azalttım. “Dövüşten.” “Dövüşten derken?” “Tatilde memlekete gittim, bir dövüş organizasyonu varmış işte. Kaçak göçek.” “Oha.” “Oha ya. Ben de katıldım işte. Elmacık kemiğini de zedeledik biraz.” “Sen kavga dövüş biliyor muydun ya?” “Ayıp ettin abi, yıllarca uğraştım bu işlerle. Şimdi bıraktım sayılır gerçi ama.” “Bilmiyordum valla. Başka bir şey olmamış neyse ki?” dedi başka ne olduğunu merak ederek. “Olmadı olmadı. Biraz morluklar var işte oramda buramda. Ama sen karşımdakini görecektin.” “Tek maç mı yaptın?” “Abi sana yalan söylemiycem. Karşımdakine bir bok olmadı. İlk maçtan pelte etti beni, elendim. Hakikaten epeydir dövüşmemiştim ama.” “Huhaha,” diye Noel baba misali güldü. O kadar göbekliydi ki belki de Noel Baba’nın ta kendisiydi. “Neyse ben kaçtım,” dedim ve iki peçete çekip ellerimi kuruladım. Adam daha on dakika dişlerini fırçalayacaktı muhtemelen. Kendimize sıcak su, çay vs. alabildiğimiz minik mutfağa geçtim. Tezgâhın üzerinde duran karton bardaklardan bir tane çektim, çayla doldurdum. Çay candı. Çay kötü gün dostuydu. Uykumu açacak, beni kendime getirecekti hemencecik. Kübiğime doğru yola koyulmak üzereyken bir seksen boyundaki, katımızın mankeni Sevil içeri girdi. “Günaydın,” dedim. Sevil kimseye günaydın demez, sadece kendisine denilince karşılık verir. “Selam,” dedi. Günaydın’dan daha kısaydı çünkü. “Çay yeni demlenmiş,” dedim sanki bilmiyormuş gibi. Sevil’le konuşmak zordur, aklınıza söyleyecek bir şey gelmez. Ama ben onun da tepkisini merak ettiğimden her türlü saçmalığı söyleyebilirdim o an. “Evet, alıcam bir bardak,” dedi. “Çok şıksın yine bugün,” dedim. “Sağ ol,” dedi. “Elbisen yeni galiba. Ya da geçen hafta içinde aldın. İzindeydim malum.” “Yoo vardı önceden,” dedi ve emin olmak ister gibi başını eğip ne giymiş olduğuna baktı. Acaba hiçbir şey giymeden gelir miydi bir gün dalgınlıkla? O kadar az ve öz giyiniyordu ki, her sabah giyinmeye çok üşeniyormuş gibiydi. Zaten o esnada da görünen cildinin yüzey alanı, benim cildimin toplam yüzey alanı kadardı muhtemelen. “Aa fark etmemişim o halde,” dedim. “Ya da şu kaza yüzünden hafızamda bir sorun oldu.” “Kaza mı?” dedi birden. İlk kez yüzüme baktı. “Aa, yaralanmışsın.” “Motosiklet kazası. Ama önemli bir şey değil. Servis aracının teki beni bariyerlere sıkıştırdı. Neyse ki trafik vardı, yavaş gidiyordum. Devrildim, biraz sürüklendim.” “Başka bir şeyin var mı?” “Yok yok, birkaç yara bere. Bir de ayak parmağımda çatlak var. Aslında sandaletle gelmeliydim bugün ama.” “Aa öyle yapsaydın keşke. Çok geçmiş olsun ya, çok üzüldüm.” “Sağ ol canım. Neyse ben içeri geçeyim, yapılacak bir sürü iş var.” Yerime döndüm. Yüzüme çizik atan hain kiraz ağacından biraz daha bahsettim ekip arkadaşlarıma. Öğle yemeğine kadar çalıştım. Öğle arasında, komşu gökdelenlerden birinde çalışan arkadaşım Mehmet’le

119


Öykü

Öykü buluşmak için dışarı çıktım. İki üç haftada bir buluşuruz Mehmet’le. İyi çocuktur. “Ne yaptın lan yüzüne?” dedi sırıtarak. Çok severdi beni. O yüzden başıma bir şey gelmesi fikri onu çok eğlendiriyordu. “Sorma, bir hatun attım geçen gece eve. Psikopat çıktı.” “Nasıl psikopat çıktı?” “Yatakta, durup dururken delirdi manyak. Sabah beni postalayacaksın di mi, sen de diğerleri gibisin, farklısın sanmıştım falan filan.” “Ahaha, sen ne dedin?” “Ne diycem amına koyayım. Bi siktir git dedim. Yorgunum yatıcam dedim. Sonra kalkıp kafama biblo attı. Suratımda patladı işte. Durum bu.” “Yuh, harbiden zırdeliymiş. Ya ne bekliyormuş, nüfusuna mı geçirecektin amına koyayım.” “Bazıları böyle işte. Önce verirler, sonra isterler. Alamayınca da...” “Tamam lan tamam, siktir et. Ee ne yaptın tatilde?” deyince sıradan muhabbetlere döndük. Öğle tatilinden sonra tekrar işimin başındaydım tabii. Patronumu hayli memnun edecek kadar sıkı çalıştım. Ona göre kiraz dalı iyi gelmişti. Cin gibiydim bugün. Saat dört gibi üst katta çalışan iki arkadaşla kahve içmeye çıktım. Bir buçuk sene öncesine kadar aynı ekipteydik, sonra ben şimdiki ekibime geçmiştim. Ama halen on beş yirmi dakikalık kahve molalarında arada sırada beraber takılıyor, akşamları da içmeye çıkıyorduk. İkisi de evlenmişti, o yüzden artık çok sık yapamıyorduk dışarıda takılma olayını ama yine de fena değildik. Evliliğin mahmurluğundan mıdır nedir, on dakika boyunca yüzümdeki yarayı sormadılar. Yavaş yavaş sormalarından umudu kesmiş, kendim bahsedecekken “geçmiş olsun bu arada,” dedi Yaşar. “Eyvallah aga, sağ ol. Şu çocuk milletiyle anlaşamıyoruz diyorum inanmıyorsunuz. Hem ben onlardan nefret ediyorum, hem onlar benden nefret ediyorlar. Bir tek karşılıklı anlaşamama konusunda anlaşıyoruz.” “Hangi yaramaz çocuk deşti böyle yanağını. Isırdı mı yoksa?” “Isırık izine mi benziyor?” dedim şakalı bir sinirle. “Bizim yan komşunun çocuğu. Babası anahtarını ararken çocuğu bana verdi tutayım diye. Daha bir yaşında ha, konuşmayı bilmiyor, geldi sivri tırnağını yanağıma geçirdi. Nasıl derin soktuysa, ben çektim o çekti, sonuç bu işte.”

bunu nasıl öğrendiğine takıldım tabii. O an ne cevap verdiğimi bile hatırlamıyorum. Muhtemelen donup kalmışımdır. Zaten öteki kızı o akşam postaladım. Bu kadar yılışık olmak zorunda mıydı? Değildi. Biraz zamana bırakmalıydı olayı. Bana Simge’yi yavaş yavaş unutturmalıydı. Her neyse, Simge’nin yanına gittim. Yüzümdeki yara izini anında fark etti. Uzun uzun baktı. Ama yarama değil, gözlerimin içine. Sanki ben konuşuyormuşum, o da dikkatle dinliyormuş gibi çeşitli mimiklerle öylece seyretti. Sonra güldü. Birkaç saniye sesli sesli güldü. Hiçbir şey anlamamıştım. Güzel, zarif ellerini uzattı. Yara izime dokundu. Tırnağıyla ucunu buldu ve çekti. Sahte yara izi yüzümden çıkarken ağda misali acıttı. Biliyordu ama nereden? Yara izinin sahte olduğunu da, bu numarayı neden yaptığımı da biliyordu. “Şapşal,” diye fısıldadı kulağıma. “Böyle şeyler yapmana ne gerek var? Aylardır bekliyorum ben. Senden bir teklif bekliyorum sadece.” Yine hafifçe güldü. Tekrar kulağıma eğildi. “Hiçbir şey anlamadın değil mi? Küçük bir meziyetim var diyelim. Zihinleri okuyabiliyorum. Herkesinkini değil ama zihnini bana açmış olanlarınkini. Birisi de sensin işte.” Öylece susuyordum. Anlamış ve şok olmuştum. Baştan beri onu sevdiğimi biliyordu. “Evet,” dedi, “nihayet anladın. Biliyordum tabii ki beni sevdiğini. Sadece sesli söylemeni istiyorum.” Yine sustum. Konuşursam kekeleyecektim. “Tamam tamam,” dedi, “kendini hazır hissettiğinde. Hadi hadi, mesai saati bitti. Beraber çıkalım istersen.” Çıktık. Yara izimin yeri hafifçe kaşınıyordu. Rahatsız ediciydi ama artık güzel bir hikâyesi vardı.

Öykü: Gökcan ŞAHİN

* * * Ve böylece operasyon tamamlanmıştı. Şimdi öğrenecektim kimin dedikoducu ve ispiyoncu olduğunu. Kimin benim çantamı, çekmecemi, telefonumu, bilgisayarımı ya da her nereden öğrendiyse orayı karıştırıp Simge’ye söylediğini. Mesainin bitmesine çok az kala alt kata, Simge’nin -aşık olduğum kızın- yanına indim. Beni başka biriyle birlikte zannediyordu, çünkü bir ay önce hakikaten başka biriyle beraberdim. Daha doğrusu olmak üzereydim. Uzun süre Simge’ye yanaşamayınca başka sulara yelken açayım demiştim. Yılışık bir kız bulmuştum. Daha doğrusu bir arkadaşım ayarlamıştı. Bir iki hafta takıldık, kız beni korkutacak kadar çabuk ilerletti işi. İşyerine notlar, hediyecikler göndermeye, cep telefonumu mesajlarla, outlook’umu maillerle doldurmaya başladı. Ne kadar gizlemeye çalıştıysam da birileri bunu öğrenmiş ve Simge’ye çıtlatmıştı. Zira izne çıkmamdan iki gün önce muhabbet arasında “yeni ilişkin hayırlı olsun bu arada,” demişti. Ağzımı mı arıyordu, yoksa samimi olarak kutluyor muydu bilemiyorum. İnsan âşık olduğu kişinin aslında ne demek istediğini pek anlamaz. Kafasında bir şeyler kurar, ama çoğunlukla yanılır. O yüzden çok takılmadım. Ama

120

121


Pin-up

122


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.