İÇİNDEKİLER 04-05 Sinema-Çizgi roman'dan
48. Sayı ile
tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Gülhan D SEVİNÇ Pinup: Mehmet Kaan SEVİNÇ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
Sinemaya Yeni Bir Uyarlama Daha... 06-09 Öykü- Agbogbloshie Affetmez 10 -11 Sinema-Conan The Barbarian 12-14 Öykü- Hayatı Kaçırmak 15-18 Çizgi Roman İnceleme- Fan Service 19-21 Öykü- Gizemli Kek 22-23 Çizgi Roman- Rüya Adam 24-27 Oyun İnceleme-Fantastik Diyarlar: Ejderha ve Mızrağı 28-31 Sinema- Bela Lugosi Drakula'yken 32-34 Öykü- İçindeki Ses 35-39 Çizgi Roman- Taştan Mafya 40-44 Öykü- Hortlağın Hazinesi 45-50 Sinema- Gişe Şampiyonu Filmlerin Mütevazı Oyuncusu 51-52 Çizgi Roman- Vampir Avcıları 53-55 Öykü- Bembeyaz Büyük Kanatları Olan Peri 56-67 Çizgi Roman- Alacadoğan 68-73 Öykü- Ve Yeniden... 74-75 Sinema- Rango 76-81 Öykü- Sabah Güneşi 82 Pinup- Mehmet Kaan SEVİNÇ
Merhaba Neyse, Ağustos ayı ve kavurucu sıcağı da nihayet bitti. Eylül ayı ile birlikte hafiften serinlemeye başlayacağız umarım. Sadece Ağustos sıcaklarını değil, bu sayı ile birlikte Gölge e-Dergi’nin yayına başladığı dördüncü senesini de bitirmiş olduk hep beraber. Ne sıcak havalar, ne soğuk havalar, ne de çeşitli sıkıntılar hiçbir şey bizleri yıldırmadı. Dile kolay, tam koca dört sene, yazdık, çizdik ve “her ayın ilk gününde mutlaka masa üstünüzde” olduk; “ilk okuyan siz olun” dedik. Bu süreç içerisinde, üç sene boyunca dergiyi bizlerle buluşturan kadim editörümüz Ahmet Yüksel’e; Yazıp, çizdikleri ile dergiye katkıda bulunan tüm arkadaşlarımıza; Ve tabii ki Gölge e-Dergi takipçilerine; Hem kendi adıma hem de yayın kurulundaki arkadaşlarımız adına çok teşekkür ediyoruz. Önümüzdeki yeni sayıda yeni bir seneye başlayacağız. Umarız çok daha uzun sürelerde hep beraber oluruz.
İyi okumalar… Mehmet Kaan SEVİNÇ
3
Sinema
Sinema
Çizgi Romandan Sinemaya Yeni Bir Uyarlama Daha...
Amerika’daki gösterim tarihinden yaklaşık iki buçuk ay sonra da olsa 26 Ağustos’ta Green Lantern (yani Yeşil Fener) Türkiye’de de gösterime girdi. Türk çizgi roman okurları arasında pek tanınmasa da (çünkü yurdumuzda şimdiye kadar yayımlanmış hiçbir Green Lantern çizgi romanı bulunmamakta) özellikle Amerika’da çok sevilen bir karakter Green Lantern. Filmi seyredecekler için karakteri biraz tanıtmak faydalı olacak sanırım. Her şeyin başında, Yeşil Fener’in tek bir kahraman olmadığını belirtmek gerekiyor. Kahramana ve çizgi romana ismini veren nesne, her daim üzerinde taşıdığı bir yüzük. Bu “güç yüzüğü”; şarj edilmesini sağlayan “güç feneri”yle birlikte, yüzük sahibinin fenerin ışığıyla hayal gücünü birleştirerek muazzam fiziksel güçlere ulaşmasını ve istediği her şeyi fiziksel olarak var edebilmesini sağlıyor—yaratılan her nesnenin yeşil renkte olduğunu belirtmeme sanırım gerek yok— Fakat yüzük sahibinin bu gücü üstlenebilecek iradeye sahip olması da gerekiyor. Amerikan çizgi romanının Altın Çağı içinde, 1940 yılında All-American Comics tarafından yayımlanan ilk Green Lantern’in adı Alan Scott olarak belirleniyor. 2. Dünya Savaşı zamanında Amerika’daki süper
4
kahraman çizgi romanları satışlarının tepetaklak olması sebebiyle yayınına ara verilse de 1959 yılında, Gümüş Çağ içinde, yani süper kahraman çizgi romanlarının tekrar dirildiği zamanlarda Green Lantern’i tekrar ortaya çıkarılıyor. Fakat DC Comics, bunu yaparken bazı diğer çizgi roman yayınevleri gibi kahramanı eski halleriyle geri getirmek yerine, daha modern hikâyelerle bezeyerek kahramanı güncelliyor. İşte bu güncellemelerin Green Lantern üzerine yansıması da yeni Green Lantern, yani Hal Jordan oluyor—ki vizyona giren filme konu edilen Green Lantern’in de Jordan olduğunu belirtmek gerekir. Green Lantern filminden önce bence göz atmanız gereken birkaç tane de uzun metrajlı çizgi film bulunuyor. Fakat eğer zamanınız varsa 2001-2004 yılları arasında 5 sezon olarak yayınlanan Justice League animasyon serisini izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Bu seride yüzüğü elinde bulunduran John Stewart Amerikan Adalet Ligi’nin asil üyelerinden biri olarak karşımıza çıkıyor ve Lig’in diğer üyeleri olan Superman, Batman, Wonder Woman, Hawk Man gibi karakterlerle kötülüklere karşı savaşıyor. Green Lantern dışında bile her çizgi roman severin gerçekten izlemesi gereken bir seri bence Justice League. 2010 yılındaki Justice League – The New Frontier uzun metrajlı animasyonunda Hal Jordan gözükmesine rağmen Green Lantern adı altında piyasaya sürülen 2 adet farklı animasyon bulunuyor. Bunlardan ilki 2009 yılında çekilen ve büyük beğeni toplayan Green Lantern: Emerald Knights adlı çizgi film. Green Lantern’in gücünün kaynağını, özelliklerini, diğer yüzükler hakkında bilgileri ve Hal Jordan’ın nasıl Green Lantern olduğunu öğrenmek için bu animasyonu seyretmek yeterli olacaktır. Kurgu olarak da çok güzel işlenmiş bu sürükleyici çizgi film insanı gerçekten etkiliyor. İkinci animasyon olan Green Lantern: Emerald Knights ise 2011 yılında piyasaya sürülen ve farklı renkteki Fenerleri detaylıca anlatan bir animasyon. Serinin 2. filmi gibi tasarlanmamış bu animasyon diğerine göre biraz vasat ve konu bakımından dağınık kalsa da Green Lantern evrenini anlamak için seyredilmesinde fayda var. Filme geri gelecek olursak, ilk olarak filmin vizyonda beklenen başarıyı göstermediğini belirtmek istiyorum. Daha filmi seyretmediğim için konusu ve karakter seçimleri hakkında yorum yapamayacağım fakat Marvel Evreni için Deadpool’u canlandıran Ryan Reynolds’ın DC Evreni için Green Lantern’i canlandırması bence ilginç bir durum olmuş. Ama ne olursa olsun, çizgi roman sayfalarında gördüğünüz bir karakteri büyük ekranda seyretmenin tadı her zaman farklı oluyor. İlke KESKİN
5
Öykü
Öykü
Agbogbloshie Affetmez “Ne yapıyoruz?” “Arayacağım seni geriye Pierre. On dakika falan sonra.” Telefonumu pantolon cebime koyup tişörtümün bel kısmıyla burnumu kapattım. Koku dayanılır gibi değildi. Otuz metre ötede başyardımcım Karim’i görmüştüm. Ağır havaya aldırışsız sakin adımlarla bana doğru yürüyordu. Yaklaştığında ellerinin ve ceplerinin boş olduğunu fark ettim. Finale ulaşmıştık sonunda. Tanrı’nın kutsal kitaplarda bahsini ettiği cehenneme çok benzeyen bir yer burası. Gana’nın başkenti Akra’daki Agbogbloshie adlı e-çöplük. Kocaman kamyonlar sabah akşam demeden tonlarca eski bilgisayarı, televizyonu ve diğer elektronik eşyaları buraya boşaltıyor. Her tarafta geriye metal kazanımı için yakılmış ateşler var. Ateşi beslemek için yanabilecek her şey, en çok da eski lastikler kullanılıyor. Kokunun keskinliğini ve iğrençliğini hayal edebilirsiniz. Adım Andre. Andre Concourt. Kırk bir yaşındayım. Bana yılda ortalama yarım milyon Euro kazandıran bir transport firmasının sahibiyim. Burada ne işin var diyeceksiniz. Haklısınız. Karım Isabel yüzünden şu anda dünyada olmayı istediğim son yeri, Agbogbloshie cehennemini solumaktayım. Isabel 2009’da beyin kanamasından öldü. 33 yaşındaydı. Paris’te tanınmış bir çocuk hastalıkları uzmanıydı. Kendi damarlarına hâkim olamadı. Yazık. Sekiz yıldır evliydik. Daha önce bayağı güzel ve ateşli sevgililerim oldu. Isabel’i hiçbiriyle kıyaslamam mümkün değil. Tutku denen şeyi onunla yaşadım. Öyle vamp bir tipi yoktu. Ortalama bir cazibeye sahipti. Kızılımsı kumral, çilli yüzlü, hoş bir kadındı. Yüzünü seyretmeye doyamazdım. Bazen işyerimden uygun saatlerde çıkar Isabel’i takip ederdim. Kadını doktor arkadaşlarıyla ya da yalnız, yürürken, manavda elmaları tek tek ellerken, arabasına binerken izlemekten inanılmaz bir zevk alırdım. Gece beraber yattığım kadının voyeur’üydüm aynı zamanda. Bunu yaparken beni birkaç kez yakaladığı için hobimin farkındaydı. Üzerine de konuşurduk bazen. Ona olan tutkum özgürlüğünü asla sınırlamadığı için sorun yoktu. Hoşuna gidiyordu hatta. Hiçbir zaman kadına sadece para değeri yüksek bir hediye vermedim. Zevkini iyi tanıdığım için dükkân dükkân gezer ilginç, üsluplu ve şaşırtıcı hediyeler bulurdum. 18. yüzyıldan kalma bir kolye, okumayı çok sevdiği bir yazarın en ünlü kitabının ilk baskısı, koleksiyoncuların vitrinlerinde kenarda köşede keşfedilmeyi bekleyen bir broş. Hediye olarak elmas küpeler verilecekse bunun muhafazası yine bu tür antik bir kutu olurdu. Sevişmek için daima onun en çok istekli olduğu anları seçerdim. Bir çeşit Isabelölçer olmuş çıkmıştım zamanla. Karımı doğduğu şehir olan Paris’in toprağına verdikten sonra zor anlar geçirdim. İşlerimin yoğunluğu kendimi dağıtmamamda çok yardımcı oldu. Hâlâ yasını tutuyorum. Her şey böyle gitseydi, kendime yeni bir hayat da kurabilirdim ama geçen ay karımın cep telefonundaki fotoğraflara bakarken bir şey keşfettim. Sayıları birkaç yüz tane olduğu için daha önce gözümden kaçmıştı. Isabel ölmeden iki ay önce Georges
6
Mattis ile buluşmuştu. Telefonu verdikleri biri onları bir arada görüntülemişti. Nişanlıyken bir ara sıkça gittiğimiz Cafe De Soussa’nın önünde. Karımı gözlemlerken bir defasında Georges ile beraber yürüdüklerine tanık olmuştum. Latin Quarter’ın oralarda bir yerde. 2008’in sonbaharıydı. Tepelerinde seks ilişkisi bulutu yoktu. Yan yana yürürken elleri, ya da bedenleri birbirine değmek için sabırsızlanmıyordu. Isabelölçerim hassastır. Bunlar olsa hemen hissederdim inanın. Liseden arkadaştılar. Georges da doktordu. Evliydi ve bir çocuk babasıydı üstelik. Daha sonra bir gün bahsi geçtiğinde onu bir daha görmediğini söylemişti. Isabel, lisedeyken Georges ile bir süre ilişki yaşadığını daha ben onları görmeden çok önce, ilk tanıştığımız sıralarda kendisi anlatmıştı. Gizli bir şey değildi yani. Yeniden filizlenmeydi beni ilgilendiren mesele. Paranın satın alamayacağı şeylerin listesi pek sınırlıdır malum. Uygun adamları buldum. Georges’un evine hırsız gibi girip bilgisayarlarını götürdüler. Hard disklerde bir şey bulunamadı. Çünkü adam aradan geçen zamanda eski dizüstü ve sabit bilgisayarını yenilemiş ve eskilerini elden çıkarmıştı. Karımın evdeki dizüstü bilgisayarında da bir bilgi kıymığı yoktu. İşyerindeki bilgisayarının hard diskini kontrol için de birini ararken karımı ölmeden belki birkaç gün önce işyerindeki bütün bilgisayarların yenileneceğini, eskilerin gelişmekteki ülkelere hibe edileceğini söylediğini hatırladım. Georges’un ve karımın kullandığı eski bilgisayarların peşine düştüm. O fotoğrafı karım ölür ölmez keşfetseydim izlerini hemen bulurdum ve yolum Agbogbloshie denen yere düşmezdi. Ama aradan iki yıl geçmişti neredeyse. Adamlarım Paris civarındaki eski, ama çalışır durumdaki bilgisayarların önemli bir bölümünün yardım amacıyla hibe şeklinde Gana’ya yollandığını bulguladı. Bu listede karımın çalıştığı klinik de vardı. Agbogbloshie gerçeğiyle o zaman tanıştım.
7
Öykü
Öykü
Her yıl içinde dünya çapında 98 milyon mobil telefon, 25 milyon televizyon, 40 milyon bilgisayarın çöpe gitmesi gerekmekteydi. Başlangıçta gerçekten iyi niyetlerle hibe şeklinde yollanan elektronik aparatlara bu çöpler de dâhil edilmeye başlanmıştı. Yılda 40 milyon ton elektronik çöpün bir yerlere atılması gerekmekteydi. Agbogbloshie bunlardan biriydi. Burada ilkel denebilecek yöntemlerle eski elektronik aletlerden geri dönüşüm işi yapılmaktaydı. Akra’nın havası ve suyuna bu nedenle kurşun, cıva, kadmiyum, talyum, berilyum, arsenik, bakır gibi zehirli metaller karışmıştı. Siyanür de cabasıydı. Burada çoğu çocuk olan işçiler çöplükten bu metalleri elde edebilmek için sabah akşam bu havayı soluyorlardı. En iyimser tahminle on, on beş yıllık ömürleri vardı önlerinde. Karim de bunlardan biriydi. 15 yaşındaydı ve daha şimdiden ağzındaki dişlerin bazıları dökülmüştü. Bir ayı aşkındır Akra’dayım. Kaldığım otel klimalı ve bu atmosferden en uzak köşede, ama yine de felaketin kokusu hissedilmekte. Dün kesin sonuca ulaştık. Yarın buradan ayrılacağım. İstediğim şeyi dün akşam elde ettim. Agbogbloshie’de sadece e-çöplük ve metallerin geri kazanılması işi yapılmıyor. E-bilgi hırsızlığı da pek popüler. Yüzbinlerce hard diskin barındırdığı bilgileri hayal edebiliyor musunuz? Özel hayatlar, şirket sırları, politik yazışmalar vb. bunların hepsi açık artırmada. Çeteler hard diskleri inceliyor ve bilgileri klasifize ediyor. Sonra da bunları satışa çıkartıyor. Aracılar hangi bilgiyle kimin ilgileneceğini çok iyi biliyor. Kim bilir bu sayede kimlere şantaj yapılıyor, hangi şirketlerin bilgileri çalınıyor, hangi politikacıların eylemlerine gem vuruluyor. Beni ilgilendiren Georges Mattis ile karımın haberleşmesiydi. Kimin ne yazdığı yani. Bunun için acayip para döktüm. Küçük bir ordu kiraladım neredeyse. Önce Paris’ten gelen e-çöpün yerini tespit ettim. Gemi konşimentolarının kopyalarını ele geçirdim. Bunlar çok yararlı oldu. Diğer yandan bilgi hırsızları işleri kolaylaşsın diye çöpleri geldiği yere ve tarihe göre depolamakta. Bu çetelerden en gözdesiyle anlaştım. Aradığım hard diskler bulunur ve bilgisi sağılırsa 10.000 Euro ikramiye vermeyi vaat ettim. İşi yapanlara haftalık ücret de ödüyordum haliyle. Dün Isabel’in işyerinde kullandığı bilgisayarın hard diskine ulaştık. Karım Georges’nin normal mail adresine değil, adamın sadece karımla haberleşmek için açtığını tahmin ettiğim bir adrese yollamıştı. Hard diskteki kayıtlar önceden silinmesine rağmen bütün bilgileri öksürdü. Sevgili Isabel, seni tekrar gördüğüm için çok mutlu oldum. Bana uzak durmana rağmen. Belki haftaya bir zamanlar gittiğimiz kafede buluşabiliriz. Kendimi yaşlı biriymişim gibi eski anılara bağlanmış hissettiriyorsun bana. Yeniden canlanan anılar, geleceğe umutla bakmamı sağlıyor. Ah Georges, seni görmek her zaman güzel. Yalnız gizlice buluşamam. Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi? Sevdiğim biri var. Kalbim onun evinde. Ben de isterdim kalbimin kendi evimde atıp durmasını. Benimki bahçede köpek boklarıyla bezeli toprağa gömülü. Ne demek istediğini anladım Isabel. Seni rahatsız etmediğimi umarım. Rastlantıyla karşılaşmak üzere. Seni her zaman seven Georges.
‘Rastlantılar hayatın neşe tozları...’ satırı karımın hayatında yazdığı son satırdı. 4 Kasım 2009’da, 13.51’de yazılmaya başlamış ve yarım kalmıştı. Çünkü karım tam o saatlerde klinikteki odasında yere yığılıp kalmıştı. Dün karımın yazdıklarını okurken kendimi tutamayıp hüngür hüngür ağladım. Kalbi benim evimdeydi. Son nefesime kadar orada kalacak. Kendimi ne kadar mutlu hissettim tahmin edemezsiniz. İş umduğum gibi sonuçlanmıştı. Vicdanıma yük olacak bir eyleme girmek zorunda kalmayacaktım. “Patron, bunlar son. Başka Paris bilgisayarı yok şu anda.” Bildiği yüz kadar kelimeyle bayağı akıcı ve anlaşılır Fransızca konuşabilen Karim’in üzerinde kahverengi şort, açık gri renkli tişört vardı. Bir seksen boyunda yağız yapılıydı. Ayağındaki benim hediyem olan mor bağcıklı, beyaz, yepyeni spor ayakkabıları yeni dönemin başlangıcını simgeliyordu. Bunu ona bir hafta kadar önce vermiştim. Bugün ilk kez giymesi boşuna değildi. Cebimden otuz adet yüzlük dolardan oluşan tomarı çıkarıp uzattım. “Artık bitti.” “Sağ ol patron. Şükran.” Karim’in gözleri üç bin mega bitlik sevinç enerjisiyle parlamaktaydı. Üç bin dolar bu ülkede çok büyük bir miktardı, ama delikanlı son sentine kadar hak etmişti. O ve yönettiği çocuk çetesi olmadan bu hard diskler bulunamazdı. “Söz verdin bana Karim.” Karim biraz burukça gülümseyerek içini çekti ve “Sözüm söz patron,” dedi. Dün gece delikanlıya bu çöplüğü terk etmesi koşuluyla fazladan ücret ödeyeceğimi söylemiştim. O da buradan kurtulmayı çok istiyordu. Bu para Agbogbloshie’de, o da şansı yaver giderse iki, üç yılda ancak kazanacağı miktardı. Ülkenin her yerinden daha az ücretle çalışmaya hazır Karim’ler buraya akın etmekteydi. Rekabet giderek sertleşmekteydi yani. Delikanlının kimsesi yoktu. Akıllıydı. Cehennemi bizzat yaşamıştı. Dile yetenekliydi. Üstünü başını düzeltip çalışmak için turistik otellere başvurmasını tavsiye etmiştim. Bu parayla kendini kurtarmayı başaracağına inanıyordum. “Au revoir Karim.” “Au revoir Boss.” Pis havaya falan boş vererek beni bekleyen cipe gittim. Georges’in bilgisayarının hard diskini aramanın bir âlemi kalmamıştı artık. Büyük bir ihtimalle Paris’teydi hâlâ. Georges’un gizli mail adresini biliyordum artık. O tarafı da araştırabilirdim istersem. Ganalı şoförüm Halil beni bekliyordu. Geldiğimi görünce motoru çalıştırdı. “Gidelim mi sahip?” “Gidelim,” dedim. Otel yolunda az önce beni Paris’ten arayan Pierre’e telefon ettim ve Paris-Lyon seferini iptal ettiğimi söyledim. Isabel’in hard disk kayıtları ehvendi. Georges’un kaza süsü verilerek temizlenmesine gerek kalmamıştı. Unutmayın, Agbogbloshie affetmez. O bizle ilgili çok şey biliyor. Öykü: Sadık YEMNİ
Rastlantılar hayatın neşe tozları...
8
9
İllüstrasyon: Devrim KUNTER
Sinema
Sinema
Conan The Barbarian
Yedi yıllık bekleme sürecinden sonra nihayet gün yüzüne çıkan yeni Conan filmi Kimmeryalı kahramanımızı yeni nesle tanıştırmak için 3D olarak beyazperdeye aktarıldı. Robert E. Howard'ın hikâyesinden sinemaya aktarılan film Arnold Schwarzenegger'ın oynadığı seksenlerdeki üçlemeden bağımsız bir yapım. Vücut şampiyonu Arnold'un yerini bu sefer Jason Momoa almış. Diğer rollerde ise Rachel Nichols, Rose McGowan, Stephen Lang, Ron Perlman'ı görmek mümkün. Marcus Nispel'in yönettiği film, uzun zamandır hem Conan çizgi romanlarını sevenler, hem de aksiyon seyircisi için merakla beklenen bir projeydi. Jason Momoa'yı 2005 – 2009 seneleri arasında rol aldığı Stargate Atlantis'teki Ronon Dex karakteri ile tanımış, geçtiğimiz sezonun kült dizisi Game of Thrones'daki Khal Drogo karakteri ile de bağrımıza basmıştık. 1,96 metrelik, kelimenin tam anlamı ile dev bir oyuncu olan Momoa, esmer ve adaleli vücudu ile Arnold'dan çok daha fazla çizgi romanlardan aşina olduğumuz Conan'a şeklen benzediği söylenebilir. Filmin ilk 15 dakikasında ise genç Conan'ı Leo Howard oynuyor. Filmin konusuna kısaca değinecek olursak… Kimmerya'da doğan Conan, çeliğin önemini daha genç yaşta öğrenmektedir. Babası Corin (Ron Perlman), Conan'ı bu vahşi dünyada ayakta kalması için eğitmektedir. Bir gün köyleri savaşçılar tarafından yağmalanır ve Corin, Conan'ı canı pahasına koruyarak oğlunu
10
kurtarır. Bütün köyü kılıçtan geçirilen Conan intikam yemini eder ve yıllar sonra köyünü yağmalayan savaşçıların peşine düşer. Aslında 1990'larda bizleri heyecanlandıran Conan'ın yaşlılık dönemini anlatacak King Conan: Crown of Iron adlı bir proje vardı. Ancak Arnold'un vali olması ile bu proje rafa kalkmıştı. Warner Bros. yılmadı ve seriye tekrar can vermek için ipleri eline aldı. Ancak bu sefer de yönetmenlik konusunda problemler çıktı. Larry ve Andy Wachowski, John Milius, Robert Rodriguez gibi isimler tek tek projeden çekildi. Projenin prematüre kalmasından dolayı ünlü yönetmenler tek tek elini çekince Lionsgate el attı ve 2009'da film Nispel'e verildi. Filmin çekimi için de uzun uğraşlar sonucu Bulgaristan'da karar kılındı. Conan The Barbarian, klişe senaryosu ve uzun süredir sürüncemede kalan çekim aşaması ile ne yazık ki beklentileri karşılamaktan çok uzak bir yapım. 10 milyonluk açılış hasılatı ile ilk serinin üstüne çıksa da pek fazla iş yapacak gibi de durmuyor. Özellikle eleştirmenler filmi yerden yere vurmakta. 3D'nin oldukça gereksiz ve göz boyama niteliğinde kullanıldığı söyleniyor. Zaten şu 3D çılgınlığı bir bitse de eskisi gibi göz yormadan, rahat rahat film seyredebilsek artık. Filme seyirci çekmek için aksiyon sahnelerinde şiddetin de az tutulduğuna dair eleştiriler var. Özellikle bu tarzda bir yapım olan (Sword and Sorcery / Kılıç ve Büyü olarak adlandırılıyor) Game of Thrones dizisi ile karşılaştıran eleştirmenler gerek şiddetin gerektiği gibi kullanılamamasını, gerekse GoT'daki karakter işlenmesinin yerinde çok havada kalan karakterlere yer verilmesini Conan The Barbarian'ın yumuşak karnı olarak gösteriyorlar. Conan The Barbarian sonuç olarak neyi seyredeceğinizi bilirseniz sizi tatmin edebilecek bir yapım. Hele de benim gibi Conan çizgi romanlarını okuyarak büyümüş nesil için nostaljik tatlar verecektir. Ama büyük bir aksiyon bombası bekliyorsanız beklentinizi karşılamayacağını şimdiden söylemeliyim. Benim için sırf Pearlman ve Momoa'nın bulunduğu aksiyon sahneleri ve Conan'ın hatırı için bile seyredilebilir. Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com
11
Öykü
Öykü
Hayatı Kaçırmak Vagona son anda atladığında, yanakları kıpkırmızı olmuştu koşturmaktan. Zira metronun uzun hollerini ve yürüyen merdivenlerini koşarak kat etmesi gerekmişti. Nefesini düzene sokmaya çalışırken, bir yandan da kavga ediyordu kendi kendine. “Ne vardı sanki geç saate kadar film izleyecek, hafta sonu çuvala girdi ya. Vaktinde işe yetişemezsen eğer, asıl filmi o zaman görürsün,” diyordu. İç sesiyle yaptığı kavga sürerken, bu sabahki toplantıda yapacağı sunumu kaydettiği belleği unuttuğunun farkında bile değildi. Fark ettiğinde ise artık çok geçti, ofise varmıştı bile. ‘Kuş kadar laptop’u taşımaya üşenirsen olacağı bu tabii.’ İç sesiyle yaptığı kavganın ikinci raundu da böylece başlamıştı. Kara kara bu işi nasıl kıvıracağını düşünürken, daracık pantolonu ve en az topukları kadar gürültülü küpeleriyle bir asistan belirdi kapıda. ‘Yarım saat sonra toplantı başlıyor’ diye hatırlatmada bulunup, şıngır- tıngır devam etti koridor boyunca yürümeye. Sedat ise, ne yapacağını bilmez halde, başı ellerinin arasında düşünmeye devam ediyordu. İki alternatif belirledi kafasında. Ya çok daha iyi bir fikir bulduğunu ama bunun için birkaç güne ihtiyacı olduğunu söyleyip toplantıyı erteletecekti ki; bu durumda hafta sonunu çizgi roman ve kitap okuyarak geçirme planı suya düşecekti, ya da bilgisayarında kayıtlı olan taslakla toplantıya katılıp arkası gelmez eleştirilere maruz kalacaktı ki; bu da onca zaman dişiyle, tırnağıyla kazıdığı kariyerine leke düşmesi demekti. Sonra kariyeri üzerinde düşünmeye başladı. Okulu yeni bitirdiğinde bir reklâm ajansında getir-götür işleri yapan bir çaylak olarak başlamıştı iş hayatına. Yıllar ilerledikçe o da ilerledi, kademe atladı. Bununla birlikte, yapmayı çok sevdiği birçok şeyden de mahrum kalmıştı zamanla. Ne ailesine, ne arkadaşlarına ne de kendine vakit ayırabilir olmuştu. Ailesini görmek için yıllık iznini, bir zamanlar elinden düşürmediği çizgi roman serilerini ardı ardına okumak için uzun bayram tatillerini beklemek zorunda kalır olmuştu. Şu sıralar, yolda okuduğu kitaplarla besliyordu ruhunu. Trafik yoğunluğu nedeniyle metroyu, apartmanın garajında bekleyen son model arabaya tercih etmesi de en çok bu yüzdendi aslında. İzlemek için sabırsızlandığı bir sürü film vardı onu bekleyen. Ne zaman bir film izlemeye niyetlense ya sonunu getiremeden uyuyakalıyordu ya da ertesi gün güç bela uyanıyordu, tıpkı bu gün olduğu gibi. Arkadaşlarıyla da görüşemiyordu pek. Arkadaşları hadi buluşalım dediğinde ya reddetmek zorunda kalıyordu ya da geçerken beş dakika uğrayabiliyordu. Çünkü muhtemelen eve gidip çalışması gerekiyordu ya da uyuması… Durmaksızın birbirini takip eden akrep ve yelkovanı yakalamaya çalışmak elbette ki yorucuydu ama zaman bunu gerektiriyordu. ‘İyi kazanıyorum’ diye düşündü başını ellerinin arasından çıkarıp sırtını koltuğa yaslarken. ‘Ama hakkını da veriyorum her kuruşun, çok çalışıyorum’ diye sürdürdü iç sesiyle yaptığı konuşmayı. Sonra kazandığı paraları gönlünce harcayamadığı geçeği ile yüz yüze geldi. Aslında bildiği ama görmezden geldiği bu gerçek bir kez daha dank etmişti kafasına. Çok çalışıyordu ama yine de zaman yetmiyordu. Bir gün otuz saat, bir hafta on gün olsaydı bile yetmeyecekti muhtemelen. Bu hayatta ona zevk veren hiç bir şeyi yapamıyordu. Düzenli bir ilişkisi bile olamıyordu. İlgisizlikten şikâyetçiydi hayatına giren kadınlar. Aslına mutsuzdu ama iyi para kazanan, büyük bir şirkette kariyerinin zirvesine koşar adım ilerleyen herkes gibi o da mutluymuş gibi yapıyordu sadece. Modern hayatın getirileriydi bütün bunlar. İnternet gibi sonsuz bir denizde gönlünce sörf yapmanın, tek tıkla tüm işleri halledebilmenin, akıllı binalarda oturmanın, on dakikada muhteşem sofralar hazırlamanın bedeliydi plazalarda tutsak kalmak. Telefonun sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Aslında mevcut özellikleri göz önüne alındığında ‘telefon’ kelimesi çok hafif bir tabirdi masanın üzerinde titreşimler yayarak vızıldayan
12
13
Öykü
Çizgiroman İnceleme
cihaz için. Annesiydi arayan. Havadan sudan bir süre sohbet ettikten sonra annesi hemen her konuşmalarında olduğu gibi sordu: “Ne zaman geleceksin oğlum? Çok özledik seni.” Sedat da her zamanki cevabını verdi: “Mümkün olan en kısa zamanda geleceğim anne.” Annesi devam etti konuşmaya sitemle karışık: “Uçağa atlasan bir saat sonra buradasın be yavrum. Kaçıver bir hafta sonu.” “Haklısın anneciğim,” dedi Sedat. “Ama maalesef ne zaman bir plan yapsam illa ki bir aksilik çıkıyor. Yoksa ben istemez miyim gelmeyi?”“Peki oğlum” dedi annesi. “Sen iyi ol da gerisi mühim değil. Hem belki biz geliriz babanla, madem sen gelmiyorsun.” “Tabii ki anneciğim siz bana tarih bildirin yeter. İki dakikada biletleriniz cep telefonlarınıza mesaj olarak gelir.” “Benim aklım ermez öyle şeylere oğlum mesajdan bilet mi olurmuş,” dedi annesi şaşkınlıkla. “Devir teknoloji devri anneciğim. Artık her şey çok kolay,” dedi Sedat daha az önce yaşadığı bu modern hayatın, ona verdiğinden çok daha fazlasını çaldığını bir kez daha fark eden sanki kendisi değilmiş gibi. Derken dar pantolonu ve gürültülü aksesuarlarıyla bir kez daha kapıda belirdi asistan. “Toplantı için herkes sizi bekliyor Sedat Bey,” dedi telaşlı ve biraz da kızgın bir sesle. Gözlerinde ise ‘daha az önce hatırlattım, ne diye ikinci kez ayağına getirtiyorsun be adam’ bakışı vardı. Elindeki telefonu kulağından uzaklaştırıp cevap verdi Sedat: “Hemen geliyorum.” Sonra tekrar annesine döndü: “Toplantıya katılmam gerek anne, kapatmalıyım, babama selam söyle,” dedi ve annesinin cevap vermesini beklemeden kapattı telefonu. Diz üstü bilgisayarını kucaklayıp koridor boyunca ilerlerken mevcut iki alternatife üçüncüsünü ekledi: İstifa etmek. Tabii ya. Neden Olmasın? diye düşündü, o anda içinde belli belirsiz bir ferahlık hissetti. Birazdan her şey allak bullak olacaktı. Çünkü şirketin tarihinde aldığı en büyük reklâm kampanyası Creative Director tarafından müşteriye lanse edilemeyecekti. Çünkü Creative Director, bir hafta boyunca uğraştığı sunumu, son düzeltmelerini yapmak üzere eve götürmüştü. İşini bitirince de uzun zamandır izlemek istediği ama bir türlü izleyemediği filmi, bu yoğun çalışmaları sonucunda çıkardığı iyi işe karşılık hediye etmişti kendine. Ve böylece ertesi sabah geç uyanıp telaşla çıktı evden. İşte olayın özeti buydu. Bir film izlemenin doğurduğu olumsuz sonuçla birlikte başlattığı iç konuşmada vardığı sonuca hayret etti. Toplantı odasına girdiğinde tüm gözler üzerine çevrildi. Özür dileyerek masadaki yerine geçti ve tüm şirinliğiyle birkaç dakika müsaade isteyip bilgisayarını projeksiyona bağlamaya girişti. Bu arada patronu, müşterisiyle koyu bir sohbetteydi. Bu kampanyayla ne kadar büyük bir başarı sağlayacaklarını anlatıyordu abartılı bir iştahla. Sedat hazırlıklarını tamamlamıştı ama lafa nerden başlayacağını bilmiyordu. Acaba şimdi hemen istifa ediyorum deyip gitse miydi, yoksa iyi kötü toplantıyı atlatıp sonrasında patrona gidip konuşsa mıydı? Sedat bu düşüncelerle etrafını süzerken tam karşısında duran duvar takvimine takıldı gözü. Ayın 23’ünü gösteriyordu takvim. Yani şu anda içinde oturduğu havuzu, spor salonu, güvenliği olan lüks dairenin ara ödemesi için son iki günü kalmıştı. Sitenin bu imkânlarından henüz yararlanma fırsatı bulamamış olmak acı bir tebessüm oluşturdu yüzünde. Bu arada geçen hafta sipariş ettiği, bütün siteyi bangır bangır inletmeye yetecek büyüklükteki ses sistemi de bu gün yarın gelirdi. Düşüncelerinden sıyrılıp konuşmaya başladı. Oldum olası ağzı iyi laf yapan Sedat, az önce belirlediği üç alternatiften birincisini tercih etti ve kendisini dinleyenleri ikna etti. İçlerinden, duruma tepki göstermeyenler olmadı değil tabii ki ama Sedat önceden yaptığı başarılı işlerle kendini fazlasıyla kanıtlamış biriydi. Bu zor günün ardından yorgun argın eve geldiğinde, vakit kaybetmeden üzerini değişip, çalışma masasına kuruldu. Çalışmaya başlamadan önce kütüphanesine özür dileyen bir bakış atıp monitöre odaklandı. Çünkü hazırlaması gereken bomba gibi bir kampanya vardı. Öykü: Funda BAYKUŞ İllüstrasyon: Gülhan D SEVİNÇ fundabyks@gmail.com
14
Fan Service Arka arkaya iki sayıdır Graphic Novel nedir, nasıl çizgi roman koleksiyonu yapılır gibi sıkıcı konulardan bahsettim, bir sürü okuyucuyu baydım. Eee hazır yaz zaten... İyisi mi biraz konuları yumuşatayım, biraz kafanızı rahatlatayım. Bu ayki yazımda oldukça “sabun köpüğü” sayılabilecek bir konudan bahsedeceğim. Konumuz “fan service”. Fan service kelimesini mangacılar ve animecilerin iyi bildiğini tahmin ediyorum, ama bilmeyenler için açıklayalım. Fan Service kelimesi, özellikle manga ve anime’den türemiş, okuyucuyu ya da izleyiciyi sevindirmek için konuyla alakalı ya da alakasız olarak ekstradan konulan görüntülere verilen genel isimdir. Fan kelimesi İngilizce hayran, service kelimesi ise hizmet anlamına gelir. Yani aslında Türkçe’de “hayranlara yapılan kıyak” olarak da adlandırılabilir. Fan Service eskiden çok geniş bir aralığı kapsardı. Bir anime’de hayranları mutlu edebilecek her tür ekstra görüntü fan service kapsamına girerdi. Örnek verecek olursak, bir “mecha” animesinde, gereksiz yere robotun uzun uzun farklı açılardan gösterilmesi, bir fan’ı mutlu edeceği için fan service olarak değerlendirilirdi. Yine bir aksiyon animesinde bir silahın uzun uzadıya görünmesi ve tarif edilmesi, bir yarış animesinde bir aracın gereğinden fazla detaya girilerek tarif edilmesi, hep fan service olarak adlandırılırdı. Fakat şu sıralar fan service deyince akla sadece dişi karakterlerin verdiği frikikler gelmektedir. Yaşı müsait olanlar hatırlar. TRT1’in tek kanal olduğu yıllarda, çok popüler olan “Şeker kız Candy” diye Türkçe’ye çevrilen ve esas adı “Candy Candy” olan bir anime vardı. Çok sağlam bir “Brezilya dizisi” tarzı konusu olduğundan genelde bu anime ailecek topyekûn izlenirdi. Bir bölümünde Candy hasta olup yatağa düşmüş ve titremeye başlamıştı. Ona âşık olan üvey kardeşi, Candy’i soyduktan sonra kendi de soyunup “Seni sevgimle ısıtacağım” demiş ve onun üstüne yatmıştı. TRT1’in gözünden kaçırdığı bu sahnede Candy anadan üryan bir şekilde uzun uzun izleyicilere gösterilmişti. Tahminen bu frikik sansürün gözünden kaçtı çünkü hatırladığım kadarıyla Candy’nin tüm bölümleri
15
Çizgiroman
Çizgiroman
yayınlandı, seyrini tamamladıktan sonra başka bir Brezilya dizisi tadında anime’ye geçildi. Zaten bu bahsettiğim sahne de, tüm Candy Candy animesindeki tek frikik’ti. Tahminen Türk seyircisinin ilk gördüğü “fan service” budur - ne kadar bu sahnenin fan service olup olmadığı hâlâ bir tartışma konusu olsa bile.
Fan service’in hangi tür animeler içinde yayınlanacağı gibi belli bir kıstas yoktur, çünkü en umulmadık yerde bile karşımıza çıkabilir. Genelleme yapacak olursak, daha çok “harem” “magical girl” ve “school life” tarzı animelerde karşımıza çıktıklarını söyleyebiliriz. Harem tarzı animeler de birden fazla kız bir erkeğin aşkı için birbirleriyle yarışırlar, School Life animelerde ise adından da anlaşılabileceği gibi karakterlerin okulda başlarından geçen olaylarla ilgilidir. Magical Girl anime ise normal bir kızken tuhaf bir alet ya da edevatla değişim geçirerek süper güçlü kızlara dönüşen karakterlerin maceralarını içerir. Fan service içeren animelere örnek verecek olursak harem tarzında Girls Bravo, school life tarzında Kanokon ve magical girl tarzında az da olsa ara ara fan service’e yer veren Sailor Moon gösterilebiliriz. Fakat az önce bahsettiğim gibi fan service’i herhangi bir kategoriye atfetmek yanlıştır. Bir bilim kurgu animesinde (Örn : Space adventure Cobra), dövüş animesinde (Örn: Street Fighter) ya da sporla alakalı bir animede (Örn: Battle Athletes) de de fan Grenadier adlı animeden klasik bir görüntü. Herkes spa’da service birden karşımıza çıkabilir. Anime artık dünyaca kabul edilen bir tarz olduğundan, bazı ülkelerde “fan service” içeren animeler televizyonlarda gösterilmemekte ve filmler sansüre uğramaktadır. Mesela az önce bahsi geçen “Street Fighter” oyununun Anime olarak yapılan uzun metraj filminde, Chun li’nin duş aldığı sahne Amerika’da sansürlenmiştir. Buna benzer olarak “Witchblade” animesinin Amerika versiyonunda kostümdeki bazı kısımlar, renklendirilme ve gölge atılma suretiyle sansürlenmiştir. Bunun temel nedeni, Amerika’daki televizyon ve sinemalarda yaş sınırının çok ciddiye alınması ve sansürden geçen animelerin daha yaygın saatlerde daha fazla kişinin izleyebilmesi içindir. Fan service’in tek amacı erkek izleyiciye kıyak geçmek için değildir. Ara sıra komedi unsurları da içerir. Bu da Japonların “slapstick” tarzı espri anlayışlarına bire bir uygundur. Aşırı seksi dişi karakterin üstüne düşerek iri göğüslerine kafası gömülen ve sonra ne yapması gerektiğini bilemeyen şaşkın ve utangaç cılız erkek, tam bir Japon komedi klasiğidir. (Slapstick: Esprilerin anlaşılması için zeka gerektirmeyen, 3 yaşında çocukların bile gülebildiği, genelde el şakaları ve kaba esprilerden oluşan bir komedi tarzı. Jerry Lewis ve ülkemizden Kemal Sunal’ın ilk Hababam Sınıfı filmleri slapstick Sansürlü ve sansürsüz versiyonlarıyla Witchblade komedi tarzına iyi birer örnektirler.)
İnceleme
İnceleme
Şeker kızımız Candy Candy
Fan service’ın artık genel olarak dişi karakterlerin verdiği frikik’ler olarak algılandığını söylemiştik. Peki nedir bunlar? İlk başta bunlar etek altından bir kaç saniye görünen beyaz külotla sınırlı kalırken zamanla artmış; sallanan ve zıplayan iri göğüsler, erotik pozlar, şuh bakan gözler ve kazara gerçekleşen rahatsız edici durumlar (mesela ayağı kaydığı için erkek karakterin üzerine düşen ve erkek karakterin yüzünün etek altında kaldığı “talihsiz” ve komedi unsuru içeren kazalar) da “fan service” tanımının içine girmiştir. Fan service içeren animeler, bazı durumlarda sırf dişi karakteri biraz daha fazla gösterebilmek için konudan uzaklaşabilirler. Konuyla alakasız olarak dişi karakterlerin plaja gitmeleri, duşa almaları, jeotermal havuzlara veya spa’lar gitmeleri sıkça görülen bir durumdur. Bu arada fan service ile “hentai” stilinin karıştırılmaması gereklidir. Hentai direkt yetişkinler için hazırlanan çıplaklık ve porno unsurları içeren animelerdir. Oysa fan service içeren animeler her yaştan insana hitap ederler. Bazen fan service “ecchi” olarak ta alınır, fakat ben bunu çok doğru bulmuyorum. Ecchi çıplaklık anlamına gelir. Oysa fan service olması için illa da dişi karakterin çıplak olmasına gerek yoktur.
16
17
Çizgiroman
Öykü
İnceleme
Fan service’in bir anime’de ne kadar yoğun gösterileceği belli değildir. Az önce tepede bahsettiğim Street Fighter filmindeki duş sahnesi sadece 2-3 saniye sürmekteydi. Ülkemizde de gösterilen ve çok beğenilen anime olan “Dragon Ball” da Bulma adlı dişi karakter genelde fan service ve komedi için kullanılırdı. Fakat Bulma bazen 30 bölüm hiç görünmez, sonraki 5 bölümde frikik vermez, fakat hemen arkasındaki bir bölümde de arka arkaya duşa girdiği, kazara havlusunu Chun li’nin meşhur duş sahnesi düşürdüğü olurdu. Ama bazı animelerde de durum tam tersidir. Mesela “Aika”,”Daphne in the brilliant blue” ve bir ara MTV anime kuşağında gösterilen “Ikkitousen” adlı animelerde fan service kısmı animenin önüne geçmiş, dişi karakterlerin frikik vermedikleri sahneleri yakalamak imkansız hale gelmiştir. Bu tarz animelerin amacı normal anime ile pornografi arasındaki ince hassas yerde gezinerek mümkün olduğu kadar genç erkekleri ekran başına çekmektedir. Eninde sonunda anime devasa bir pazardır ve pazarda bu tarzın da yeri vardır. Bu tarz animelerde konu genelde yok denecek kadar zayıftır. Anime izleyen herkesin farklı bir eğlence anlayışı vardır. Bir komedi fan service klasiği. Dragonball Mesela ben her dövüşün 3-4 bölüm sürdüğü aksiyon animelerinden veya bir bakset maçının 15 bölüm sürdüğü “Slam Dunk” animesinden hoşlanmam. Fan service de kiminin çok beğendiği kimininse umursamadığı bir konudur. Şahsi kanaatimi sorarsanız, dozajı kaçırılmadığı sürece fan service eğlencelidir.. Tunç PEKMEN www.uzunjohn.com
Fan service altında boğulan bir anime. Daphne in the Brilliant Blue
18
Gizemli Kek Bugün Noel. Evimi renkli süslerle donattım, bir yılbaşı ağacı alıp, neredeyse yeşil kısım bırakmadım. Yani ev kısaca ışık ışıl parlıyor çeşitli renklerle; kırmızı, yeşil, sarı, mor, turuncu… Bu rengârenk evde yapayalnız olmak ve ilk defa bir yılbaşını ‘yalnız’ geçirmek bana o kadar tuhaf geliyor ki… Evin içinde sadece televizyondaki anlamsız yılbaşı eğlencesinin gürültüsü var, o kadar. Bir de ara sıra, küçük, minyatür Noel Baba’nın çıkarmış olduğu “Ho, ho, ho,” kahkahası. Sen gittin gideli tam bir sene oldu bugün. Yani geçen sene bu zamanlarda, bu dakikalarda, bu saniyelerde birlikteydik, eğleniyorduk. Ne de neşeliydik, ne de çocuklar gibi şendik, ne kadar da mutluyduk; umutluyduk. Yarınları, bugünleri, nice yılbaşları, nice bayramlar, nice neşeli günler göreceğimizi sanıyorduk. Şu hayatta yetmiş yıldır yaşamama rağmen, tek bir gününü bile umut etmeden geçirmedim. Biliyor musun Arthur, bu satırları sana yazıyorum aslında. Seni o kadar çok özledim ki, şimdi, hemen şu anda, sanki kapının zilinin ısrarla çalınacakmış, ben yine bir telaş içinde kapıya koşturacakmışım ve sen de elinde bir somun ekmekle kapıdan içeri girip, direkt mutfağa dalıp “Mmm, bu yılki Noel hindimiz de yine harika kokuyor,” diyecekmişsin gibi geliyor bana. Bana deli deme, öyle olduğunu umuyorum işte. Dedim ya, yetmiş yılımı da hep umut ederek geçirdim ben. Noel Baba kahkahalarına devam ediyor, ben de pencerenin hemen önünde bulunan, üzerinde hala senin çeşitli kalemlerin ve eski defterinin olduğu masaya oturmuş yazıyorum bu satırları. Bir yandan da pencereden bakıyorum. Dışarısı o kadar ilham verici ki, kar gayet yavaş bir biçimde yağıyor ve yavaş yavaş, çok fazla acele etmeden tüm şehri beyaz bir örtüyle kaplıyor. Gözlerimin bozukluğu ağır olmasa hemen şuracıkta bir roman döktürebilirim. Biliyorsun, bu konuda iyiyimdir. Sen oralarda ne yapıyorsun, bilmiyorum. Beni özlüyor musun? Ya da, orası nasıl bir yer? Ben de gelsem, kavuşabilir miyiz acaba? Bu soruları bir yıldır kendi kendime soruyorum. Eminim sen de farkındasın ki, insanoğlu bu soruları bilmem kaç yüzyıldır kendi kendine soruyor ve bir cevap buldukları yok. Tonton bir teyze mi bulacak yani? Torunumuz Alice kocaman oldu. Evet, belki dışarıdan birisi bunu fark etmez ama gözle görülür bir biçimde değişme söz konusu. Boyu uzadı! Evet, birkaç sene sonra neredeyse beni bile geçecek. Görmelisin, o kadar tatlı ki… Dur biraz. Şey, bunu söylemek istemiyorum ama… Göremezsin ki. Yoksa görebilir misin? Ayrıca sana şunu söylemeliyim ki, hayatım harika gidiyor! Seni özlemek dışında tabii… Şömineye attığım odunlar tatlı tatlı çıtırdamaya devam ediyor. Şöminenin oraya çorap koydum, hem de renkleri ne biliyor musun? En sevdiklerinden, Arthur! Kırmızı ve turuncu benekli. Onlara her baktığımda içimde bir şeyler cız etse de, yine de kırmızı salonumuzla uyumluluğu hoşuma gidiyor. Ah, evet, Noel ve evdeki Noel renkliliği o kadar hoş ki, görmeye değer. Keşke görebilseydin… Bu arada, sana bir yıldır düzenli olarak yaptığım bir aktiviteyi söyleyeceğim: beklemek! Bunu kimseye söylemedim. Belki de söylemek istemedim, gururuma yediremedim diyelim. Yaşlı bir kadının şizofreni hayalleriyle dalga geçmelerinden korktum. Ama bu sırrı birilerine söylemesem içimde kalırdı. Huzura eremezdim. Belki delice gelecek ama ben hâlâ senden umut ediyorum, Arthur. Umut ediyorum derken, o şekilde değil. Ben, senden hâlâ bir haber bekliyorum. Yalan söyledim. Evet, itiraf ediyorum ki gittiğinden beri
19
Öykü
Öykü
berbat bir haldeyim. Yetmiş yıldır yaptığım umut etme işini, bu yıl hiç yapmadım! Sadece senden bir işaret bekledim, tabii buna umut etmek denirse. Seni özlüyorum, birlikte geçirdiğimiz günleri, yılları, her şeyi özlüyorum işte. Sen de ısrarla buna karşı çıktın, hayattayken söylediğin şeyi ta oralardan da söylemeye devam ettin sanırım. “Sakın ağlama, üzülme, gözyaşı dökme, ne olursa olsun. Elbette gözyaşsız da yaşanmaz. Sadece ağlamaya değer şeylere ağla.” Ama sen ağlamaya değer değil misin? Ben, her 365 gün senin için ağladım, peki bunu biliyor musun? Keşke burada, yanımda olsaydın. Keşke o kalp krizi denen şeytanın tuzağına düşmeseydin! Keşke, keşke, keşke! En azından, bir işaret verebilsen… O çok uzaklarda, olduğun yerde iyi olduğunu bilebilsem yeter bana. İşte bu yüzden, hâlâ haber bekliyorum senden. Ne olur sanki? Az önce kapı çaldı ben bu satırları yazarken. Öyle bir hevesle yerimden kalktım ki, neredeyse yere kapaklanıyordum. Yani yanına gelmeme az kalmıştı Arthur! Kapıyı açıyorum, içimde tarifsiz bir heyecan var. Okul aşkını bekleyen liseli kız gibi hissediyorum kendimi. Fakat kimse yok… Bıçak gibi kesiliyor tüm hevesim. Neden kesiliyor sahi? Küllerinden sen mi doğacaksın yeniden? Kapının eşiğindeki, kırmızı kurdeleli sepeti sonradan fark ediyor yaşlı gözlerim. Üzeri kar tutmak üzere. Ne zamandan beri burada duruyor acaba? Belki de kapıyı çalan kişi sepetini burada unutuyor, bilmiyorum. İçimden bir ses onu almamı söylüyor. Alıyorum ve içine bakıyorum: mis gibi çikolata kokan, dumanı üzerinde tüten bir kek buluyorum kırmızı sepette. Enfes görünen bir Noel keki bu, hem de çikolatalı, yani en sevdiğinden. Hafifçe ürpermeden edemiyorum, sonra da uzun zamandır ne dilediğim, ne istediğim, ne için ağladığım aklıma geliyor. BİR İŞARET! Sepetle birlikte dışarı çıkıyorum, hem de üzerimde geceliğim ve terliklerimle! İşte tam o anda saat 12’yi vurmuş olacak ki, karanlık ve kar kusan gökyüzü birden renkli havai fişeklerle doluyor. Kırmızı, yeşil, sarı, mor, turuncu… Onlara gülümseyerek bakıyorum ve karın üzerime yağmasına izin veriyorum. Çocuklar gibi şenim! Kucağımdaki sepetin içindeki keki kimin gönderdiğini merak ediyorum ama cevabını gökyüzünde buluyorum. Havai fişekler bana göz kırpıyor. Senin mavi gözlerini seçebiliyorum. Işıl ışıl parlıyorlar ve o kadar güzeller ki, havai fişek gösterisi bitince kaybolmalarından çok korkuyorum. Artık bildiğim bir şey var ki, her neredeysen, iyisin. Bu bana yeter. Öykü: Batunan USLU
20
İllüstrasyon: Altuğhan Sinan AYDINOĞLU
21
Çizgiroman
Çizgiroman
BAŞLANGIÇ
22
23
Oyun
Oyun
İnceleme
İnceleme
Fantastik Diyarlar
Sizler geçen ayki yazımı okurken ben Miami sahillerinde olamadım belki ama bu sefer bu yazımı havuz başında yazıyorum. Elimde kokteyl yok ve hava da oldukça sıcak ama olsun. İmrendireyim istedim. Bu sıcak yaz günlerinde sanırım tek kurtuluş buydu. Geçen ayki yazıda Orta Dünya'yı anlatmış olmama rağmen yazı Ortadoğu adıyla yayınlanmış. İsim benzerliğinden kaynaklanan bir karışıklık olmuş ama yazıyı okuyanlar durumu kolayca anlamışlardır. Yine de bu düzeltiyi de belirtelim istedim. Fantastik diyarları anlatırken Arda'dan ayrılarak kendimizi Krynn'in ejderha dolu topraklarına atıyoruz. Nice ejderha savaşlarına sahne olan, nice maceraya tanık olmuş bu diyar bizlere pek çok güzellik sunuyor. Ejderha Mızrağı diyarı aslında bir oyun dünyası olarak değil, bir roman dünyası olarak karşımıza
24
çıkmaktadır. Dungeons & Dragons (Zindanlar ve Ejderhalar) oyun sisteminin Greyhawk, Forgotten Realms (Unutulmuş Diyarlar) gibi pek çok öncelikli oyun dünyası olmuştur fakat Ejderha Mızrağı bu öncelikli diyarlardan biri olmamıştır hiçbir zaman. Bunun nedeni de Ejderha Mızrağı tarihçesinin oyun sistemleri ile değil romanlar üzerinden ilerliyor olmasıdır. Ancak bu demek değildir ki Ejderha Mızrağı diyarında oyun oynanmaz. Valla oynanır, hem de çok güzel oynanır. Benim en çok sevdiğim ve oynatmaktan en çok keyif aldığım diyarların başında gelmektedir. Ejderha Mızrağı yapı olarak güçlü büyücülerin, acımasız savaşçıların veya kötü yaratıkların hüküm sürdüğü bir diyar değildir. Genel olarak kahramanlar sıradan kişiler gibi görünen kimselerdir. Unutulmuş Diyarlar ile kıyaslarsak; 30. seviye bir büyücü Unutulmuş Diyarlar'da normal karşılanırken Ejderha Mızrağı'nda tanrısal bir güç gibi görünür. Ejderha Mızrağı romanlarını okuyanlar hatırlayacaktır, Raistlin çok güçlü bir büyücü gibi görünmesine rağmen Ejderha Savaşı sırasında 3. seviye bir büyücüdür, savaş sonrasında 7. seviye olmuştur. Yani herhangi bir FRP oyununda karşılaşabileceğiniz bir karakterden farklı değildir. Bu tanımlama, diyarda güçlü karakterler olmadığı anlamına gelmez ama Ejderha Mızrağı tanrıları bile 20. seviyedir. Büyük tanrılar 40. seviyedir ama 20. seviye tanrılar olması diyarın güç üzerine kurulu bir düzeni olmadığını açıklamak için verilmiş bir örnektir. Diyarda güçlü karakterlerin fazla olmaması, oyunlarda da tıpkı kitaplarda olduğu gibi parti oluşturulup kalabalık bir grup halinde mücadele etmeyi gerektirir. Bunların dışında, Ejderha Mızrağı'nı diğer diyarlardan ayıran başka özellikler de vardır. FRP oyuncularının çok sık karşılaştığı orklar bu diyarda yoktur maalesef. Fakat orkların yerine çok daha güçlü, ejderhalardan türemiş bir ırk olan ejderan (draconian) ırkı vardır. Bu ırk, sadece bu diyara özgüdür. (Hikâyesi çok güzeldir, okumanızı öneririm.) Bunun dışında, diğer
25
Oyun
Oyun
İnceleme
İnceleme
diyarlarda buçukluk olarak geçen ırk (Orta Dünya'daki Hobbit), bu diyarda kender olarak karşımıza çıkar. Diğer diyarlardaki buçukluklara göre biraz daha farklıdır ama kender ırkını burada anlatmak için yerimiz çok dar. Kenderleri anlatan Kencyclopedia isimli bir e-kitap bile mevcuttur. Daha önce de söylediğimiz gibi, bir roman diyarı olarak karşımıza çıkan bu diyarda alternatif bir tarihçe oluşturmak çok zordur. Tarihçedeki olaylar genelde global etkiler içerdiğinden, oyunlar genellikle bu olaylar çerçevesinde geçer. Bir örnek vermek gerekirse, Ejderha Savaşı'nı anlatan romanlarda Tanis, Raistlin, Tasslehoff, Flint, Sturm gibi karakterler anlatılırken; siz oyununuzda Ejderha Savaşı'nda savaşan bir büyücüyü oynayabilirsiniz. Bunların dışında, Ejderha Mızrağı için hazırlanmış senaryolar ise romanlarda geçen karakterleri oynama fırsatı verir size. Enteresan bir büyücü olan Raistlin'i, lider yarı-elf Tanis'i, kaslı kollarıyla korku salan Caramon'u, onuruyla yaşayan Sturm'ü ve benzer diğer Mızrak Kahramanları'nı oynayabilirsiniz. Ejderha Mızrağı'nın, normal rol yapma oyunlarından farklı olarak bir de Saga ismi verilen, kendisine has kartlarla oynanan bir sistemi vardır fakat bu sistem hem kartların zor bulunmasından hem de çok fazla oynayan olmamasından ötürü çok tutulmamıştır. Hikâyelerin büyük kısmı Krynn dünyasının ana kıtası olan Ansalon’da geçer. Ansalon’un kuzey doğusunda bulunan Taladas kıtasında geçen maceralar çok daha azdır. Ejderha Mızrağı isminden de anlaşılacağı üzere ejderhalar boldur. Aslında böyle söylemek doğru olur mu bilinmez. Çünkü ejderhalar kendilerine has bölgelerde yaşarlar ve toplumun içine çok çıkmazlar. Bu nedenle kimi dönem her yerde ejderhalar varken kimi dönemde hiç görünmezler. Ansalon’daki düzende Solamniya Şövalyeleri önemli bir rol oynarlar. Düzeni ve dengeyi korumak için iyilik adına savaşırlar. Mottoları, “Est Sularus Oth Mithas”tır. Bunun anlamı “Onurum Hayatımdır.” Tamamen bu düstura bağlı yaşarlar ve onur için savaşırlar. Bu diyardaki büyücülük sistemi de diğer diyarlara göre farklıdır. Büyücüler, büyü güçlerini gökyüzünde bulunan 3 aydan alır. Beyaz büyücüler, Solinari isimli beyaz aydan; Kırmızı büyücüler, Lunitari isimli kırmızı aydan ve Siyah büyücüler ise Nuitari isimli siyah aydan güçlerini alırlar. Beyaz cübbeli büyücüler ışığı, siyah cübbeli büyücüler karanlığı temsil ederken kırmızı cübbeli büyücüler ise tarafsızlığı ve dengeyi temsil ederler. Herhangi bir renk cübbeye sahip olmak büyücüler için kolay değildir. Öncelikle Büyücülük Kulesi’ndeki Büyücülük Sınavı’na girmek her büyü öğrencisi için şart koşulmuştur. Bu sınavda ölmek bile olasıdır. Büyücülük Sınavı’nı geçen büyücüler yeteneklerine ve içlerindeki hislere göre beyaz,
26
kırmızı veya siyah cübbe giyerler. Cübbeler Büyücülük Konseyi tarafından verilir. Sınava girmeyen büyücü ise asi olarak adlandırılır ve kahverengi cübbe giyerler. Genelde büyücüler tarafından pek sevilmezler ve konsey tarafından cezalandırılırlar. Kıtada yaşayan ırklardan bahsedecek olursak elfler, cüceler, insanlar, kenderler ve gnomelar başlıca ırklardır. Ayrıca yarı elfler de vardır. Elfler kendi içinde yaşadıkları bölgeye göre Silvanesti elfleri, Qualinesti elfleri, Kagonesti elfleri, Dargonesti elfleri, Dimernesti elfleri ve Lucanesti elfleri olarak ayrılır. Sizin muhtemelen en çok karşılaşacağınız Qualinesti ve Silvanesti elfleridir. Sebebi de romanların genelde o bölgelerde geçmesidir. Cüceler ise Dağ Cüceleri ve Tepe Cüceleri olarak birbirlerinden ayrılırlar. Dağ Cüceleri, kendilerini dağların içine hapsetmişken, Tepe Cüceleri yolculuk etmeyi ve şehirlere ziyaretlerde bulunmayı severler. Bunun dışında hepsi cücedir. Ejderha Mızrağı diyarında – tıpkı Star Wars’ta olduğu gibi – güçte denge söz konusudur. Bu nedenle diyarın tanrıları üç yönde toplanmışlardır. İyilik Tanrıları, Kötülük Tanrıları ve Tarafsızlık Tanrıları. Denge esastır; çünkü fazla iyiliğin de zaman içinde kötülüğe döneceğine ve kıymetini yitireceğine inanılır. İşte bu yüzden 21 tanrı 7’li gruplar halinde ayrılmışlardır. Bu tanrıların gökyüzünde kendilerine ait takımyıldızları vardır. Bu takımyıldızların sembolleri tanrıların sembolleridir. Ejderha Mızrağı hakkında pek çok şey yazmak mümkünken bir o kadar da mümkün değil aslında. Çünkü onlarca kitapta anlatılan efsanevi bir macerayı birkaç sayfaya sığdırmak olmaz. Hem ne kadar yazarsam yazayım, ne kadar anlatırsam anlatayım, o kitapların yerini asla tutmayacağı aşikâr. Size önerim, çok geç kalmadan bu seriye başlamanız. New York Times Bestseller listelerinde uzun süre kalmış, dünyanın en çok satan fantastik serilerinden biri haline gelmiş bir seri. Ejderha Mızrağı’na başladığınızda pişman olmayacaksınız, söz veriyorum. Güz Alacakaranlığın Ejderhaları, Kış Gecesi Ejderhaları ve İlkbahar Şafağı Ejderhaları isimli üç kitap ile harika bir maceraya adım atın, sonrasında ne okumanız gerektiğine bakmak için de FRPNET sitemizde bulunan Kitaplık bölümündeki Okuma Listeleri kısmına bir göz atın. Ejderha Mızrağı ile ilgili en geniş bilgiyi de yine sitemizdeki Diyarlar bölümünde bulabilirsiniz. Türkiye’deki tek resmi ve izinli Ejderha Mızrağı kaynağı olarak oldukça güzel ve detaylı bilgiler verdik. Buradan da Ejderha Mızrağı’nın yaratıcısı olan sevgili dostlarım ve büyüğüm Margaret Weis ve Tracy Hickman’a da saygılarımı gönderiyorum. Hazır önünüzde güzel bir bayram tatili varken bu tatili Ejderha Mızrağı okuyarak değerlendirin. Ejderhalarla ve Mızrak Kahramanları ile tanıştığınıza bu kadar sevindiğinizde çok şaşıracaksınız. Bir sonraki sayıya kadar herkese fantastik günler ve iyi okumalar. Kayra “Keri” KÜPÇÜ www.frp.net
27
Sinema
Sinema
Ed Wood (1993) – Tim Burton Tim Burton bunları söyletirken Ed Wood’a ne kadar haklıydı bilemem. Ancak o zamanın Drakula’sını şimdinin Edward’ı (Alacakaranlık Serisi) olarak düşünmek rahatsız ediyor beni. Çünkü bunun sonucunda Bela Lugosi de Robert Pattinson’a dönüşüyor ki büyük hakaret. Çıkık dudaklı ve uçuk bakışlı gençlerin vampircilik oynamadığı zamanlarda yürüdü sislerin içinde Bela Lugosi. Tod Browning 1931’de Dracula’yı çektiği zaman sinema tarihi yeni bir ekol kazanmış oldu. Bram Stoker’ın orta ve doğu Avrupa efsanelerine dayanarak yazdığı gerilim kitabından daha önce de uyarlama yapılmıştı. 1922 yılında Alman Dışavurumculuğunun en güzide örneklerinden birisini yönetmişti F.W. Murnau. Nosferatu: Bir Dehşet Senfonisi (Nosferatu: Eine Symphonie des Grauens) adıyla gösterime giren film Drakula’nın serbest uyarlamasıydı. Daha doğrusu öyle olmak zorunda kalmıştı. Kitabın isim hakları alınamamıştı ve bu nedenle veba taşıyıcı anlamına gelen Nosferatu adıyla, tüm isimler değiştirilerek uyarlanmıştı. Murnau’nun filminde vampiri korkunç oyuncu Max Schrek oynamıştı.
Bu filmde diğer uyarlamaların aksi olan bir diğer yön de vampirin düzgün, karizmatik bir kont yerine fare suratlı vahşi bir hayvana benzemesiydi. Dışavurumcu akımın her türlü karanlık, sembolik ve gotik unsurlarını barındırıyordu film. Hikâye Almanya’ya taşınmıştı. Kişiler Almanlaşmıştı. Buna rağmen, Bram Stoker’ın eşi tarafından dava edilmekten kurtulamamıştı. Bu sessiz sinema başyapıtından dokuz sene sonra, o zamanlar Universal’ın başında olan Carl Laemmle, Jr, Stoker’ın hikâyesini tekrar perdeye aktarmak istedi. Yönetmen olarak Tod Browning ile anlaşmıştı. Drakula’yı ise Bela Lugosi’den önce başka bir aktörün oynaması kararlaştırılmıştı ancak o oyuncunun beklenmedik ölümünden sonra rol gizemli bir şekilde Bela Lugosi’ye kaldı. (Elbette Lugosi’nin düşük ücretle çalışması da bunda etkiliydi.) 1929’daki Büyük Buhran tüm sektörleri etkilediği gibi sinemayı da büyük oranda etkilemişti. Filmler en düşük bütçeyle en çok kar getirecek şekilde yapılmaya çalışıyordu. Bu yüzden planlanan Dracula filminde de bazı kesintilere gitmek zorunda kalındı. Belki de buhranın sinemaya kattığı önemli noktalardan biriydi bu çünkü ekonomik kısıtlamalar olmasa belki de Bela Lugosi’yi Drakula olarak göremeyecektik. Drakula, Renfield adında bir emlak danışmanının, Transilvanya’ya iş görüşmesine gitmesiyle başlar. Büyük ve ihtişamlı sahnelerle açılır, Transilvanya halkının genç emlakçıya önerilerini görürüz ve efsaneyle ilk kez orada karşılaşırız. Geceleri dışarısı tehlikelidir ve herkes haç taşımak zorundadır çünkü kan içen vampirler etrafta kol gezmektedir. Genç adam arabacıyı, onu gideceği yere kadar bırakmaya ikna eder. Korku dolu bir yolculuk sonunda, emlakçı Drakula’ya ve şatosuna ulaşır. Kont’a İngiltere’deki manastırın satışını yapar ve sonra onun etkisi altına girer. Böylece korku ve kan gemiyle İngiltere’ye kadar ulaşır. 1922 yapımı Nosferatu’da Almanya’ya gemiyle fareler yayılıyor ve veba götürüyordu ortalığı. Veba anlamına gelen Nosferatu da böylece ortaya çıkıyordu. Bu kez Amerikan sinemasının alışık olunan yapısı gereği simgesel bir anlatıma yer verilmemiş. Drakula ve kölesi, açık açık İngiltere’ye ayak basarlar. Köle akıl hastanesine kapatılır. Kont ise avını aramaya başlar. Bu arayış onu, akıl hastanesinin sahibi ve onun kızına oradan da sonu olacak Van Helsing’e götürür. Drakula, hikâye gereği soğuk, insanları şaşırtan bir görünüşe sahip olmalıdır. Bunun yanında bakışları güçlü, karşı konulamaz bir korkutuculuk ve etkileyicilik içindedir. Transilvanya kökenli aksanı, kurbanlarını korku diyarları içinde sürüklemelidir.
28
29
Bela Lugosi Drakula’yken Tabuttakilere selam, “Eski yapılanlar daha ürkütücüydü; şatolar ve dolunay vardı. Efsaneviydi. Şiirseldi. Ve başka ne vardı biliyor musun? Kadınlar… Kadınlar geleneksel canavarları tercih eder. Saf korku onları hem tiksindirir hem de çeker. Çünkü ortak bilinçaltlarında çocuk doğurmanın dehşetli acısı var. Kan... Kan korkudur. Eğer genç bir kadını etkilemek istiyorsan, onu Drakula izlemeye götür.”
Sinema
Sinema
Bela Lugosi, İngilizceyi sonradan öğrenmiş Macar kökenli bir aktördür ve bu işi başarıyla yerine getirir. Bazı söylentiler, Lugosi’nin o dönemde İngilizce bilmediğini, kelimeleri ezberleyerek söylediğini aktarır. Ancak belgeler bunu yalanlar, Lugosi 1919’da bir oyunda sahne almıştır. O zamandan 1931 yılına dek İngilizce öğrenmiştir. Buna rağmen, kelimeleri öyle soğuk, öyle dışarıdan söyler ki oradan olmadığını her nefesinde belli eder. Kasıntı hareketleri, dikkatli ve yavaş yürüyüşü, ifadesiz vücudu daha sonra vampir filmlerinin bir standardı haline gelmiştir. Her an ne yapacağı belli olmayan, saygılı bir karaktere bürünür. Bakışları, delercesine dik ve ürkütücüdür. Henüz sinemanın keşfedemediği uzun köpek dişleri olmadığı için, avına yaklaşırken bile bir beyefendidir. Bundan ötesi, onu yemek, kanını içmek için yaklaştığını farklı bir yöntemle belli eder. Dişleri olmadığı için, sanki öpüyormuş gibi ilerler. Kanın vampirler üzerindeki cinsel çekiciliği, seyirciye doğal bir aşkmış gibi yansıtılır ve dehşet verici bir etki yaratılır o günün seyircisi için. Öyle ki, filmde Drakula’nın erkek kurbanına saldırdığı sahneler prodüksiyon firması tarafından fazla eşcinsel bulunmuş ve filmden çıkarılması istenmiştir. Lugosi’nin Macarlığı ve soğuk tavrı, kendisinden sonra gelecek yüzlerce vampiri belirlemiş, hepsini Lugosi taklidi yapmak zorunda bırakmıştır. (1954’teki Drakula İstanbul’da filminde köpek dişleri devreye girdikten sonra vampirler biraz daha hayvanlaştı.) Vampir temasının işlendiği dizi ve filmler göz önünde bulundurulursa, günümüzde cinsel çekicilik, vampir de olsa, insan da olsa, uzaylı da olsa (V) klasik seksüel ilişki içerisinde ele alındığı görülür. Vampirler, sevdikleriyle onların kanını içmek ya da içmemek üzerine tartışırlar. Temelinde de cinsel ilişki bulunur bu tartışmanın. Tüm bunlar, bu vampirleri aşırı çekici kılmak için yapılmış detaylar. Ancak yalnızca vahşi bir hayvanlık içgüdüsüyle dahi çekici, karizmatik bir karakter yaratılabileceği yıllar önce kanıtlanmıştı.
30
Neden İzlemeliyiz? Amerikan Sineması’nın ilk ciddi korku filmi olduğu için, Sinema tarihinin en önemli vampir filmlerinden birisi olduğu için, B sinemanın erken dönemine dair çok önemli bir ismin dönüm noktasında bulunduğu için, Vampir mitosunun sinemada nasıl şekillendiğini görmek için, Kısa süresi (1 saat, 14 dakika) ve sürükleyici işlenişiyle bir çırpıda bittiği için, Bir süre sonra belki de kaybolup gideceği için. Özgürcan UZUNYAŞA www.KayipRihtim.org
31
Öykü
Öykü
İçindeki Ses
Mert, bomboş sahnenin ortasına doğru yürüdü. Ortam hafif loştu. Boş koltuklara baktı ve bir an kafasında eline mikrofonu almış programı sunduğu gece geçti gözlerinden. Tıpkı filmlerdeki gibi üç beş saniye içinde bulunduğu zamana geri döndü. Durdu, düşündü, sustu. İçinden konuşuyordu çünkü... - Sen… Ne zaman geldin? İrkilmesi gerektiği yerde sanki onu bekliyormuş gibi halini tavrını bozmadı. Biliyordu ya da hissediyordu. Arkasına dönmeden konuşmaya başladı - Ne fark eder ki, gittiğim gün bitmişti zaten. - Senin tercihindi. - Zorunda kaldığımdı. - Ne zamandan beri? - Zaman beni yıprattığından beri… - Neden döndün? - Bir önemi var mı? - Kişisel bir merak diyelim. - Eminim öyledir. Hâlâ arkasına dönmemişti. Zaten kafasını çevirse bu kadar cümleyi kuramazdı belki de. Cesaretinin kırıldığı an işte o andı. Çünkü biliyordu ki insanoğlunun en cesur zamanı, anı gelmediği zamandır. O ana kadar kendini defalarca doldurabilir hatta dünyaya hâkim olabileceğini bile hayal edebilirdi. Ama işte tam karşında durduğunda ise gerçek... İşte o an, o an her şey bitiyordu. O her şeye gücü yetecek insan gidiyor yerine acizliği geliyordu. Ardında duran onun en eski ve en iyi arkadaşı Sinan'dı. Birlikte en çok müziği dâhil hayatı paylaştığı dostuydu. Mert'in ani karar verip başka bir şehre gidişiniden bu yana bir kaç telefon konuşması dışında birbirlerini hiç görmemişlerdi. Son cümlesinin ardından 5 dakika geçmişti, hâlâ suskundular Mert sahnenin sağ tarafında doğru yürüdü. Eline gitarı aldı. Uzun zamandır çalmadığı gitarın kokusunu bile özlemişti. Acemi bir tutuşla dizine oturtturdu. En alt teline dokundu. Sonra diğerlerine. Eskiden akort yaparken yakaladığı tınıyı hatırladı. Nankör bir uğraştı bu. Elinden bırakmaya gelmiyordu. Nerden baksa üç sene olmuştu çalmayalı, kendinden geçmeyeli. Oysa müzik onun hayatıydı. Notalarla dans etmek gözlerini kapayıp gitarı bazen, parçalarcasına bazense konuşurcasına yumuşak ritimleriyle ahengi yakalardı. Şimdiyse onu kendinden alıp götüren sebepleri bir kenara itip eski dostuna sarılmak hatta deli gibi ağlamak istiyordu. Ama yapamadı çünkü cesareti kırılmıştı, suçluydu değilse bile öyle hissediyordu. Gözleri dolu dolu şefkat isteyen bir çocuktan farkı yoktu. Sahne hâlâ loştu ve aklından Sinan'ın elinde bagetleriyle yaptığı ataklar ve kendisinin gitarla ona eşlik edişi insanları mest ettikleri anlar aklına geliyor ve gittiği için kendisine kızan dostunun gözlerine bakmaktan kaçıyordu. Mert gitarı oturduğu sandalyeye yavaşca dayayıp ayağa kalktı ve ona doğru yürüdü tam karşısında durdu beklediği sımsıkı bir sarılmaydı. Ama öyle olmadı Sinan önce anlamsız bir şekilde gözlerine baktı sonrada bir tokatla yere yıktı arkadaşını. Mert neye uğradığını şaşırmıştı yerde bir süre kalakaldı. - Ayağa kalk!
32
-… - Ayağa kalk dedim sana! Yavaşça kendini toparlamaya çalıştı ayağa kalktı ama başı öndeydi nefesini zar zor kontrol ediyordu. Sinan bu sefer daha sert bir tavırla devam etti. - Ulan bunu bile beceremiyorsun be!... Tek başına ayağa kalksan bile can çekişen itler gibi hareket ediyorsun değdi mi? Peki ha anlat şimdi geçen üç yılı neyi düzelttin hangi yönünü değiştirdin; bak hâlâ aynı zayıf adamsın. Mert başını kaldırmak için çok uğraştı. Haklıydı, zayıftı, yapamıyordu. Ne yaparsa yapsın değiştiremiyordu kendisini. Sinan Mert'in ensesinden tutup gözlerini gözlerine kenetledi. - Sinan ben... - Sen ne? Sen ne? Sadece sen değil mi, bir tek sen vardın zaten bu dünyada. Her şey hep senin istediğin gibi olsun istedin. Ama olmadı işte bak. İnatçı bir çocuk gibi davrandın. Şimdi ne oldu ha, neden döndün? - Sinan gerçekten unutmaya çalıştım, hep yanımdaydın gördün beni. - Benim gördüğüm tek şey korkak bir adamdı. En ufak bir engelde takılıp düştüğünde çocuk gibi ağlayan bir yetişkindi. - Sinan lütfen zor oldu benim için ama çoğunu atlattım inan bitti artık o bunalımlarım. Daha önce de duymuştu bunları tek farkı sadece 3 sene farklı bir şehre gitmiş olmasıydı. - Evet, görebiliyorum bayağı düzelmişsin. Ama merak ettiğim bir şey var, giderken beynini nereye bıraktın? Kuliste falan mı yoksa, ben hiç göremedim de… - Nasıl? - Gittiğin yere diyorum kendini de götürmedin mi, nasıl oldu da düzelebildin aldığın nefes aynıyken, kafandakiler aynıyken neye yaradı gitmek? Döndüğünde her köşeye baktığında canlanmadı mı gözünde bir şeyler; hiç gitmemiş gibi hissetmedin mi sen de? Gerçekten de öyleydi. Ne sevdiği kızı unutmuş ne bir kaç aile problemini yenebilmiş ne de bunları yenmek için çaba sarf etmişti. Giderse her şey biteceğine kanaat getirmişti ve öyle de yapmıştı ama tilki, kürkçü dükkânına geri dönmüştü.
33
Öykü
Çizgiroman
Sinan daha fazla gitmek istemedi Mert'in üzerine İki eski dost birbirlerine baktılar. Mert ağlamaya başladı. -Ne o lan ağlıyor musun? Bak bak gitarın bile boynunu büktü sen gideli. Mert'in aslında anlatacağı başka şeyler de vardı, nasıl söze gireceğini bilmiyordu. Sinan canı ciğeriydi; çoğu zaman onun ailesinden daha yakındı çünkü. Gözyaşlarını usulca silen arkadaşına baktı. Gülümsedi. Aslında en çok buna ihtiyacı olduğunu hissetti. -Ulan ne hergele herifsin be özlemişim seni gel buraya eşek sıpası. İki dost bu defa sımsıkı sarıldılar. Mert’in buna çok ihtiyacı vardı. Güvendiği bir bedene sarılma ondan güç enerji alma ihtiyacı. Birine temas etmediği zaman kendini yalnız hissetmişti hep. Bir süre ağlaşıp dertleştikten sonra dışarı çıktılar. Mert özlemişti buraları. Gelip geçtiği yollara, caddelere, ara sokaklara, dükkânlara, cafelere, barlara, deniz kenarına uzun uzun baktı, içine çekti kokusunu. Her zaman gittiği mekâna gittiler. Her yeni nesil genç gibi birer içki alıp sohbet etmeye başladılar. Tam Sinan'a kafasındakileri anlatmaya başlayacakken onu gördü ve ruhunun çekildiğini hissetti. Nasıl bir duyguydu bu? O kadar zaman geçmesine rağmen hiçbir şey değişmemişti evet. Sinan’ın dediği gibi nereye giderse gitsin kafasını da götürüyordu. Ama o da yanına gelip elini tutan adam ona hiçte yabancı gelmemişti. Kız tam onu göreceği sırada... Yazar kalemi bırakır, yorulmuştur; aklından geçenleri daha fazla dökemeyecektir. Çoktan soğumuş olan sade ve iki şekerli kahvesini yudumladı. Epey geç olmuştu belki ertesi gün daha sağlam bir kafayla yazabilirdi. - Ne oldu bitiremedin mi? - Yok, daha fazla yazmak istemiyorum. - Neden? Kendinden yola çıktığını zannediyordum yazarken… - Evet, öyleydi ama daha ne kadar kurgu katarım diye düşünüyorum. - Eksiklerin var bence, haksızlık etmişsin kendine, o kadarda zayıf değilsin sen… - Belki de öyleydim. Ya da hâlâ korkuyorumdur. - Neden korkuyorsun? - Konuşmaktan hani yazdım ya "o an gelene kadar en cesur ama o an gelince en zayıf" nasıl olacak ki bu? - Düşün, kaybedecek neyin var? - Hiçbir şey… - O halde konuş. - Ya reddederse? - Ya severse? - Ya yasaksa? - Ya mubahsa? - Ya, ya, ya, ya… Bu şekilde de olduğun yerde sayarsın. - Doğru... Doğru da bir dakika ya, kimsin ki sen? - Aaa bilmiyor musun? - Hayır, yazıyordum bir anda ortaya çıkıverdin. - Yabancı değilim, hani hep "güven" derler ya oyum ben. - Kimsin yani? - Yazdığın yazının başlığına bak anlarsın. Öykü: Merve VERAL merveden_95@hotmail.com
34
İllüstrasyon: İlker YATI
35
Çizgiroman
Çizgiroman
36
37
Çizgiroman
Çizgiroman
38
39
Öykü
Öykü
Hortlağın Hazinesi (973- 1566) (İstolni Belgrad Sancağı, Budin Beylerbeyliği, Devlet-i Al-i Osmaniyye) Bahar vakti olmasına rağmen yağmurlu ve serin bir akşamüstüydü. Yaklaşan yağmur bulutlarını gören İslam ve gayrimüslim ahali çoktan evlerine kapanmıştı. Serhadlerin akıncı kullarından olma Böğürdelenli Hasan, sırtındaki boz deriden yamçıya sarınmış, kafasındaki kalpağı ensesine kadar çekmiş, üstündeki kılıçlar hançerleri şıkırda şıkırdata, süvari çizmelerinin dövdüğü yolda hızlı adımlarla ilerlemekteydi. Alman keferesiyle barışın sürdüğü, ama vergi nedeniyle Nemçe (Avusturya) kralıyla Sultan’ın arasının açıldığı, sınırlarda yeniden savaşın patlak verebileceği söylentileri dolaşmaktaydı. Akıncı beylerinin desturuyla taviçeler ve çeribaşları akıncı taifesine hazır olmalarını, ama ortalığı bulandırmamak için sefer zamanını beklemelerini el altından ilettikleri, baharın sonuna doğru yeni bir seferin başlayacağının artık sınırın bu yakasında bilinir hale geldiği bir zamandı. İşte o dar zamanda, Böğürdelenli Hasan’ın sefer yoldaşlarından İnce Ahmet bizzat görünerek üç gün sonra İstolni Belgrad’da Beyaz Kilise’nin yanındaki Macar meyhanesinde buluşacaklarını, kimseye haber vermemesini, ömürlerinin kısmetinin ortaya çıktığına dair bazı sözler söylemiş ve ortalıktan kaybolmuştu. Seferden önce neyin kısmetiydi, neden kimseye haber vermeyecekti? Kafasında binbir soruyla üç gün beklemiş, sonunda beklenen gün gelende akşamüzeri İstolni Belgrad’a vasıl olmuştu. Kentin sayılı gâvur meyhanelerinden olan, ayrıca martolosların muhbirlerden istihbarat topladığı ve akıncıların şehirde konakladığında uğrak yeri olan Beyaz Kilise’nin yan sokağındaki Macar meyhanesine gelmişti. İçerisi her zaman ki gibi tenha sayılırdı. Her zaman ki gibi birbirlerini tanımazdan gelen martoloslar ve istihbarat topladıkları muhbirler dışında kimsecikler yok gibiydi. Bir tek hanın geniş salonun öbür ucunda sırtlarında abalarıyla dikkat çekmeyen ama yüzlerinden hemen tanıdığı akıncı yoldaşları vardı. Acemilikleri birlikte geçmiş, yıllar içerisinde birlikleri ve ocakları ayrı düşmüşken ne sebeple şimdi burada bir araya gelmişlerdi? Yer sofrasına çökmüş sekiz kişilerdi. Yanlarına gelir gelmez selamladıktan sonra yanlarına çöktü. Kendisi dâhil beş kişiydiler. Kendisini çağıran İnce Ahmet’i en son iki gün önce görmüştü ondan önce barıştan önceki son seferde bir Nemçe köyünde rastlaşmışlardı. Yüzünde gizli saklı işler çevirenlere has esrarlı bir ifadeyle yoldaşlarını süzüyordu. Ötekileri de barıştan beri görmemişti. Karamanço Ali, Kesik Osman, Belgradlı Abdullah ve Cambaz Selahattin. Toprakları yoktu, barış zamanı karın tokluğuna paşa kapularında eşkıya takibi yapıp sefer zamanı yağma ve ganimetten gayrı kazançları olmayan insanlardı. Savaş çıkmadıkça diğer akıncılar gibi zor bir hayat geçirmekteydiler. Zaten her biri bu yüzden gelmişlerdi. İnce Ahmet’in kısmetli, nasipli, hayatlarının kurtulduğuna dair verdiği muştulu sözleriyle köylerinden kalkarak, yeni akın mevsiminin şafağında bu muhbirler yatağı meyhanede buluşmuşlardı. Her biri birbirlerini en son gördükleri zamanları ve yüzlerindeki savaş yaralarının nedenlerini merak ederken, karşılıklı hatır sormadan sonra İnce Ahmet söze girdi. Ömürlerinin akında savaşta geçtiğinden, yoldaşlarının edindikleri tımarlardan kendilerinin hiçbir şey elde edememesinden dem vurdu. Sonrada sözü ayaklarına gelen kısmetin büyüklüğünden, hayatlarının son demlerini paşalar gibi yaşatacak hazinelerden ve altınlara getirdi. Bir hazinenin yerini öğrenmişti. Yedi sülalelerini zengin
40
41
Öykü
Öykü
edecek şaşaalı bir defineden bahsediyordu. En başta kimse inanmadı dediklerine. Çok define hikâyesi dinlemişlerdi. Çokça arayan olmuştu kadim Nemçe krallarının, Rum kayserlerinin hazinelerini, altınlarını ama bulan olmamıştı. Bulanlarında hazineleri bekleyen cinlere ifritlere karışarak hiç olduklarına inanırlardı. Ama İnce Ahmet’i tanırlardı. Hovardalığı olmasa kafasındaki kurnazlıkla bir nice vurgun, bir nice ganimet elde etmişken onları kaybetmezdi. Hesapsız iş yapmayan, köyün çakalı ayarında bir adamdı. Orada bulunan silah arkadaşları, eğer akıncılık yoluna baş koymasa eşkıyalık edeceğine kalıplarını basarlardı. Gerçekten de örümceğin ağ dokuması gibi ince ince örmüştü hesabını Ahmet. Demesine göre birkaç ay öncesinde paşa kapılarından birinde birisiyle bahse tutuşmuşlar, adam ne varsa ona borçlanmış. Borcunu kapatmak için üstündeki yazıları okuyamadığı ama define haritası olduğuna inandığı bir parşömeni eline tutuşturmuş. Macar papazı da Bulgar papazı da üstündeki yazıyı anlamamış. Ama haritadaki şekillere ve işarete göre bu definenin yerini bulmuş. Çok yer gezmiş çok kişiye gizlice sordurmuş ve definenin saklı olduğu yerin savunmasız bir halde onları beklediğini öğrenmiş. Daha sonra yazıları Latin keferesinin kadim lisanını bilen bir âlime okutmuş, âlim define haritası olduğunu der demez sır çıkmasın diye öldürmek zorunda kalmış. Sözünü bitirende masanın üzerine kılıcını koyduktan sonra silah üstüne ve birbirlerine yemin ettikten sonra hazinenin yerini söyleyeceğini söyledi. Diğerleri kılıcı çıkarmazdan evvel şüpheye düştüler. Korunmasız, açıkta define mi olurdu? Her şeyi tartmış, ince ince kurmuştu. “Akıncılık töresine göre 10 kişinin aldığı ganimet vergiye girer beşte birine taviçeler el koyar. Biz beş kişi el koyduğumuzdan çete yağması bile sayılmayacak, krallar gibi yaşayacağız. Bir kağnıya yüklememize bakar,” diyerek diğer akıncı yoldaşlarının aklını çelmişti. Hepsi o anda kılıçlarını çekerek sinin üzerine koyduktan sonra ayaklarına gelen kısmetlerinin sırrına ve yoldaşlıklarına dair yemin içmişlerdi. İşte o yeminden sonra İnce Ahmet, ince ince hesaplarının gereğince kısmetin pürüz taraflarını anlatmaya başlamıştı. Kocaman bir şatoda onları bekliyordu ama tam yeri belli değildi, aramaları uzun sürecekti. Kağnı bulmaları ve kağnıyı şatoya dek çıkarmaları, sonra hazineleri yükleyip saklayarak yeniden sınırı geçmeleri gerekiyordu. Öğrendiğine göre bir gün sonra Orduyu Hümayun sefere çıkacaktı. O andan itibaren elde edilen her ganimet yağmaya ve vergiye gireceğinden hazinenin tamamına koca koca paşaların beylerin el koyması söz konusuydu. Bir gecede işi halletmeleri lazımdı. Yine en kötüsünü ve sunturlusunu sona saklamıştı İnce Ahmet. Yeminden dönmez akıncı taifesine yemin içirdikten sonraya saklamıştı asıl sırrı. Gezdiği köylerden ve konuştuğu kişilerden duyduğu şeyler vardı. Kalenin uğursuz bir namı vardı ve civardaki ahali gündüz bile yanından geçemiyordu. Meşhur Dolingen Şatosu’ydu hazinenin olduğu yer. Ömrü o coğrafyada geçtiğinden sürüsüne bereket upirli, krvopijaclı, moroili cin-peri hikâyesi bilmekte olan akıncıların her biri, ardı ardına besmele koyverdiler. Namını çok işittikleri ama etrafından hiç geçmedikleri bir yerdi. Akın yollarının ve sınırın çokça sapasında kalan, Budin vilayetinin kuzey kesimlerinde bulunan, bir ucu Erdel (Transilvanya) vilayetinin dağlarına, bir ucu Nemçe Çesarlığının (Avusturya) dağlarına uzanan dağ silsilelerinin birinde dikilmekte olduğunu, sapa bir dağ yolunda olduklarını bilirlerdi. Bu coğrafyada dinledikleri sayısız korkulu, dehşetengiz hortlak ve cinperi rivayetlerinin hikâye edildiği uğursuz bir mekândı. Kaç çeşit hikâye anlatılırdı? Şatonun dibindeki terkedilmiş, hortlaklara, cadılara ve perilere yuva olmuş eski evlere, köy mezarlığına, bir gece vakti intihar eden Dolingen kontesinin hayaletinin ve bir nice umacının geceleri ışıklar yakarak koridorlarında hora teptiklerini, insanı korkudan öldürebilecek denli tiksindirici çığlıklarıyla kendi öte dünya lisanlarında çığrıştıkları anlatılırdı. Oranın ahalisinin inançlarını ve yaşamlarını görmüşlerdi. Özellikle bazı geceler evlerinin dışına sarımsaklar, haçlar asıp büyük ateşler yakarlar, Walpurgis gecesi ya da Aziz Corci gecesi gibi isimlendirdikleri gecelerde uğursuz mahlûkları,
cadıların ve umacıların dağlarda ateşler yakarak toplandıklarını, hortlakların kabirlerinden çıkarak evlerin camlarını tıklattıkları anlatılır durulurdu. İşte akıncıların aklına bu tuhaf hikâyeler rivayetler üşüşmüştü. Acaba hepsi oradaki hazineyi korumak için çıkartılmış efsanelerden miydi? Her şeye rağmen yemin içtikleri üzere şatoya gitme ve hazineyi bulma kararından vazgeçmediler. Her biri yardan ve serden geçme bu serhad erleri, hancıya birkaç mangır bıraktıktan sonra şehrin çeşme başlarına bıraktıkları atlarını alarak şimal kapısından çıkarak dağların olduğu yere at sürdüler. Yağmurun kayganlaştırdığı toprağa rağmen, akınlar için özen yetiştirilen yelden hızlı kara haberden tez varan akın atlarıyla durmaksızın, köyleri ve palankaları arkalarında bıraktılar. Gün doğarken uzaktan Macar dağları sökün etmişti. Köyün birine girerek aralarında denkleştirdikleri mangırlarla önüne koşulu koca bir öküzle birlikte bir kağnıyı satın aldılar. Kağnının ağır adımlarında, atlarının üzerinde yarı uyur vaziyette ağır ağır Macar dağlarına doğru ilerlediler. Kağnının ağır adımlarında, çamurlu toprakta bata çıka yürüdüler. Gün öğleye devrildiğinde dağların eteklerine varmışlardı, dağ yollarına sürdükleri kağnının ardından taşlık yolda ilerlemeyi sürdürdüler. Güneş tepelerinde parlamaktayken dağların ıssızında namlı terkedilmiş köyü ve onun tepesine baykuş misali tünemiş olan Dolingen Şatosu’nun bulunduğu bölgeye girdiler. Vakit gündüz olmasına rağmen hikâyelerde anlatıldığı kadar korkutucuydu. Bir an önce işlerini bitirip dönmek istercesine yanlarına yiyecek azıkları bile almamışlardı. Hazinelerini alacak ve bu uğursuz şatodan uzaklara gideceklerdi. Taşlık yolu takip ederek şatoya giden yolu tırmanmaya başladılar. Terkedilmiş köyden geçerken rüzgârın bile başka türlü estiğini hissederek ürperdiler. Mezar taşları olmayan büyük bir mezarlığın tam ortasında sanki kendilerini seyreden ölülerin arasından geçip gidiyorlardı. Atların ve tekerleklerin altında ezilmekte olan otların ve kuru dalların çıtırtısı ölülerin kırılan kemiklerine aitti. Ağızlarında dualarla köyü geçip gittikten sonra şatonun dikildiği tepenin eteklerine geldiler. Atlarından inerek kağnın önüne bağlayarak hem kamçılayarak hem itekleyerek tepeye varmaya çalıştılar. Uğraşa uğraşa güç bela kara suretli Dolingen Şatosu’nun kapılarının önüne vardılar. Gündüz vakti olmasına rağmen, yosunlu gövdesi, aşınmış taşları ve oyuklarında yuva yapmış baykuşlarla canlı bir korku timsali gibiydi. Uzun kuleleri ve karanlık pencereleriyle ölü bir dev iskeletini andırıyordu. Kalede ne bir sancak ne bir işaret vardı. Asırlardır boş olduğunu tahmin ettiler, ne Osmanlı’nın ne Nemçe’nin tenezzül etmediği sınır kalelerindendi. Fatih Han devrinde Macar ovalarına dek akınlar yapan Malkoçoğlu akıncılarının bile görüp görmediği şüpheliydi. Kara tahtadan kapıların üstüne çakılmış tahtaları birer birer sökerek kapının ardına vurulmuş zincirleri de zorlayarak açtıktan sonra şatonun dar avlusuna girdiler. Şatonun kenarına bitişik ufak çatılı ve tepesindeki haçı eğilmiş kiliseden başka şatoya giden ana kapı vardı. Tuhaflarına giden şey hem kilisenin hem şatonun kapısına sayısız haçın, İsevilerin kutsal sembollerinin ve sarımsakların asılmış olmasıydı. Korkutma amaçlı olduğunu düşündüler. Hiçbir şeye aldırmadan şatonun kapılarını da zorlayarak açtıktan sonra gün ışığında dolaşan toz zerrelerinin uçuştuğu, örümcek ağlarından başka hiçbir şeyin bulunmadığı şatoya girdiler. Bir eşya bir iz bulunur diye şatoyu tepeden tırnağa aradılar. Kapalı kalmış mahzende birkaç dev örümceğin yuva kurduğu dev şarap fıçılarından ve bir iki iskemleden başka eşya yoktu. Gün yavaş yavaş batmaya evrilirken hafiften loşlaşmaya ve korkutucu bir hal almaya başlayan şatonun içerisinde daha fazla duramayarak avluya indiler. Kabirde kufi mezartaşı görseler zor okur ama çokça dil bilir akıncı yiğitler, bir iz bir işaret çözeriz diye İnce Ahmet’in koynundan çıkardığı define haritasına baktılar. Şatoya tıpatıp benzeyen çizimde çizili haç işaretinin kiliseyi işaret ettiğine hükmettiler. Gün batımına yakın kapıdan söktükleri tahta parçalarını tutuşturarak yaktıkları meşalelerle kararmaya başlayan kiliseye girdiler. Sunak taşından başka hiçbir şey yoktu. Ne yapacaklarını bilmeden duraklayarak duvarlarda izler işaretler aramaya başladılar. Sanki zaman
42
43
Öykü
Sinema
hızlıca akmış ve karanlıklar kalenin her yanını kaplamıştı. Haç işaretinin kafasında yarattığı yankıyla üstünde haç durması gereken sunak taşını yoklamaya başladı İnce Ahmet. Taşın hareket ettiğini ve tabana sabit olmadığını görünce daha da ittirdi. Aşağıda bir boşluk açılmıştı. Diğerlerinin de yardımıyla daha da ittirerek sunağı açmaya, altındaki boşluğu daha da genişletmeye çalıştılar. Sunak taşı tamamen açıldığında ortaya çıkardıkları şey büyükçe bir gizli bölmeydi. İçinde orta boy bir taş lahit durmaktaydı. İşlemeli lahidin üstünde tanış geldikleri Macar lisanıyla “Dolingen Kontesi” yazısı yazılmıştı süslü harflerle. Definenin bu kapağın altında olduğuna hükmettiler ve açmaya uğraştılar. Lahit kapağı yana kaydığında ortaya çıkardıkları şeyin olağanüstü tuhaflığı karşısında korkudan dillerini yutacak hale geldiler. Lahdin altında onları bekleyen şeyin altınlar değil, kızıl cehennem gözleri, siyah pençeden elleri ve uzun kolları, sarınmış kefeni, sivri dişleri ve yeşile kaçan canavar suretli bir hortlaktı. Akıncıları görür görmez asırların açlığıyla ellerini onlara uzatarak kabrinden dışarıya uğradı. Meşaleleri dört bir yana saça savura korkuyla kiliseden dışarıya fırlayan yiğitlerin aklı yerinden çıktı. Şatodan gelen ışıklar, pencerelerden sarkan gölgeler ve çınlayan öte dünya nağmeleriyle kırklara uğradılar. En son içlerinden birisi çarpılmadan köye dek vardı. O da aklını, ıssız köydeki camlarda kapılardan dışarı uğrayan ölüleri, hortlakları gördüğünde, küplerinden çıkan cadıları gördüğünde kaybetti. Günlerden bir gün Macar köylerinden birinde buldu akıncı kollarından birisi Böğürdelenli Hasan’ı. Hasan her şeyi olduğu gibi anlattı, cimine dalına kadar. Deli dediler, cinlere uğramıştır dediler hekime gönderdiler. Budin’de İslam ve gâvur hekimlerinin görmesinin ardından tasdikleyip, şehr-i Edirne’de Sultan Bayezid Han-ı Sani külliyesinin bimarhanesine diğer akıl hastalarının, kara sevdalıların ve aklını yitirmişlerin arasına kattılar. Bimarhane güllabicilerinden (hastabakıcı) Kösezadenin Hayrullah, 973’te iş bu delinin feri gitmiş gözlerine bakarak bu hikâyeyi kaleme aldı bilahülazim.
Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK
44
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
Gişe Şampiyonu Filmlerin Mütevazı Oyuncusu Indiana Jones ve Han Solo karakterlerini kim unutabilir ya da Blade Runner’ın Deckard’ını. Artık sinema tarihine geçmiş bu karakterlere can veren Harrison Ford bu ay Kovboylar ve Uzaylılar (Cowboys and Aliens) filmi ile tekrar sinema salonlarımızı şereflendirecek. Bir dönem tüm zamanların box-office şampiyonu filmlerin önemli bir kısmında oynamış olan Harrison Ford’un filmleri belki eskisi kadar heyecan uyandırmıyor ama bizim kuşağımız için farklı bir yeri olan bu yaşlı kurdun kariyerine bir bakalım istedik. 13 Temmuz 1942’de Chicago’da doğan Harrison Kovboylar ve Uzaylılar (Cowboys and Aliens) Ford, baba tarafından İrlandalı, anne tarafından ise Rus kökenlerine sahip. Öğrencilik çağlarında çok da parlak bir görüntüsü yok Ford’un. Orta karar bir öğrenci. Bu dönemlerde severek yaptığı bir aktivite olarak izcilik dikkat çekiyor. Aslında o yıllarda oyunculuğa herhangi bir ilgisi de yok. Ancak kendisinin sonradan da belirttiği gibi o yıllarda kızlarla tanışmakta zorluk çektiğinden oyunculuk dersini bunun için bir fırsat olarak görüyor ve drama sınıfına yazılıyor. Bu hareket kızlarla tanışmasını sağladı mı bilinmez ama bugün onu tanımamıza sebep olduğu kesin. 22 yaşında (yani 1964’de) Los Angeles’a taşınan Ford aynı yılda ilk evliliğini de yapar. Yavaş yavaş kimi filmlerde ufak tefek roller almaya başlar ama ilk rollerinde çoğunlukla filmin kast listesinde adı bile
45
Sinema
Sinema
anılmayacak kadar küçük rollerde oynar (bu filmlerden biri de Michelangelo Antonioni’nin Zabriskie Point filmidir). Aynı dönemde pek çok televizyon dizisinde de ufak roller oynar ama bir türlü istediği çıkışı yakalayamamıştır. Artık geçindirmesi gereken iki çocuklu bir ailesi de vardır ve oyunculuğu bırakmasa da bir geçim kaynağı olarak marangozluk yapmaya başlar (hâlâ hobi olarak bu uğraşını sürdürdüğünü belirtelim). İnsanların hayatında tesadüflerin yeri büyük. Ford belki de artık oyunculuk yapmamayı düşündüğü bir noktada, henüz kariyerinde bir tek uzun metrajlı film olan genç bir yönetmenin evinde marangozluk işi alır ve bu yönetmenle çok iyi anlaşır. Bu yönetmen de Ford’a bir sonraki filminde önemli sayılabilecek bir yan rol vermeye karar verir. Bu yönetmen George Lucas’tır ve gerçekten de bir sonraki filmi American Graffiti’de Ford’a muhtemelen o zamana kadarki en büyük rolünü verir. Ford bu rolle dikkat çeker ama onun için esas şans American Graffiti o dönem “sakallılar” olarak anılan George Lucas, Francis Ford Coppola (ki American Graffiti’nin yapımcısıdır kendisi) ve Steven Spielberg üçlüsünün ilgi alanının içine girmesidir. Bunun önünde ne kapılar açacağı ise birkaç yıl içinde belli olacaktır. Önce Coppola ona sonraki iki filmi olan The Conversation ve Apocalypse Now’da yine küçük roller verir. Sonrasında ise George Lucas sonraki projesinde yine Ford ile çalışmaya karar verir. Aslında ona filmin perde arkasında bir iş vermiştir ama okuma provalarında ondan beklemediği bir performans alınca Yıldız Savaşları (Star Wars) isimli bu filmde Han Solo karakterini oynamasına karar verir. Bundan sonrası için denecek tek bir söz var (Türkçe’ye çevrimi tam anlamı vermediği için İngilizcesini kullanıyorum, kusura bakılmasın): “The rest is history.” Han Solo, Star Wars filminin başkarakteri değildi ama öyle bir karizması vardı ki başkarakterin de önüne geçti ve filmin en sevilen karakterlerinden biri oldu. Elbette hepimizin bildiği gibi Star Wars o kadar tutuldu ki tek bir filmle kalmadı ve zamanla ucu bucağı kestirilemeyen bir endüstri, büyük bir efsane haline dönüştü. Ford 1977 yılında gösterime giren ilk filmden sonra 1980 ve 1983 yıllarındaki devam filmlerinde de Han Solo karakterine can vermeye devam ederek bu Han Solo, Star Wars efsanenin en önemli parçalarından biri oldu (aslında Lucas’dan ikinci filmde karakterin öldürülmesini istemişti). İlginçtir, Star Wars efsane bir seri olmasına rağmen orijinal üçlemede yer alan aktörlerden hiç biri Ford kadar ünlü olamadı, onun kadar sinema seyircisinin hafızasına kazınmadı. Elbette bunda Han Solo karakterinin üzerine yapışmaması ve daha bu seri devam ederken başka bir efsanevi karakteri daha canlandırmasının da büyük payı var. Star Wars filmlerinin tam ortasında Harrison Ford’a yıllarca onunla birlikte anılacak bir rol daha verecek olan kişi “sakallılar”dan bir diğeri olan Steven Spielberg’di. 1981 yılında gösterime giren Kutsal Hazine Avcıları (Raiders of the Lost Ark) filminde bu kez Indiana Jones olarak karşımıza çıkacaktı Ford. Aslında tıpkı Han Solo için olduğu gibi bu rol için de ilk düşünülen isim o değildi. Eğer Magnum, P.I. dizisi ile antlaşması devam etmeseydi bu rolde büyük ihtimalle Tom Selleck’i izleyecektik. Bu durumda Indiana Jones karakteri
46
Kutsal Hazine Avcıları -Indıana Jone
Kutsal Hazine Avcıları -Indıana Jone
şimdiki kadar ünlü bir karakter olur muydu bilinmez elbette. Ford 1984, 1989 ve 2008 yıllarında Indiana Jones karakterini tekrar canlandırdı. Hatta 1993 yılında Genç Indiana Jones adlı televizyon dizisinin bir bölümüne de konuk oldu. 80’lerin ilk yarısı Ford için o kadar verimliydi ki 1980-1985 yılları arasında iki Star Wars, iki de Indiana Jones filminde yer almasına rağmen 1982 yılında gösterime giren Ridley Scott’ın Blade Runner filmini de araya sıkıştırmayı başarıyordu. Bu film gösterime girdiğinde çok da sevilmedi ama yıllar geçtikçe değeri anlaşılmaya başlandı ve bugün sinema tarihinin en iyi bilim-kurguları arasında sayılıyor. Yine aynı dönemde o zamana kadar aksiyon filmleri ile adı anılan Ford, dramatik rollerde de kendini göstermeye başladı. 1985 Blade Runner tarihli Peter Weir filmi Tanık (Witness) ile ilk ve şu ana kadar tek Oscar adaylığını elde etti. Bu dönem öyle bir dönemdi ki tüm zamanların en çok hasılat yapan filmleri listesinin başındaki 6 filmin 4’ünde Harrison Ford ismini görüyorduk. Hatta biraz zorlayıp, aslında ufak bir rolü olsa da sonradan Spielberg’in bu sahneleri çıkartmaya karar vermesi ile filme sadece belinden aşağısı görünen bir öğretmen olarak katıldığı E.T.’yi de bu listeye kattığımız takdirde bu sayı 6’da 5’e çıkar. Aynı dönemde Ford’un özel hayatında da kimi değişiklikler olur. İlk eşinden 1979 yılında ayrılan Ford, 1983 yılında E.T.’nin senaristi Melissa Mathison ile evlenir. Ama gişe şampiyonu filmlerde boy gösterdiği bu en şaşalı döneminde bile Harrison Ford hiçbir zaman görkemli Hollywood yıldızı tavırlarına bürünmez, etrafında bir gizem halkası yaratmaz. Adeta aramızdan biri gibidir. Bu yüzden özel hayatındaki bu gelişmeler de magazin dünyasında çok fazla hareket yaratmaz. 1985 sonrasında Ford’un kariyerinin inişli çıkışlı bir grafik izlediğini söyleyebiliriz. Oyunculuk gücünü de kanıtlamaya çalıştığı bu dönemde Tanık filmi ile kimyaları tutan Peter Weir ile bir kez daha çalışır ve The Mosquito Coast filminde oynar. Ne yazık ki bu film seyirciden de eleştirmenlerden de yeterli ilgiyi görmez. Yine de Ford’u tatmin eden bir film olmuştur, hatta en sevdiği filmleri arasında sayar bu filmi. Sonrasında da ünlü yönetmenlerle çalışmaya devam eden Ford, Roman Polanski’nin adeta bir Hitchcock
47
Sinema
Sinema
filmi atmosferinde çektiği Frantic ve Mike Nichols’un kapitalist dünyada geçen bir romantik komedi olarak tanımlayabileceğimiz Çalışan Kız (Working Girl) filminde oynar. Her ikisi de başarılı filmlerdir ama Ford’u çok parlatan filmler değildir yine de. 80’leri üçüncü Indiana Jones filmi ile kapatan Ford, 90’lara Alan J. Pakula’nın Şüphe Altında (Presumed Innocent) filmi ile giriş yapar. Gizemini sonuna kadar koruyan başarılı bir suç filmidir bu ve aksiyon filmleri dışında Ford’un en başarılı filmlerinden bir olur. 1991’de bir kez daha Mike Nichols ile çalışır. Regarding Henry filminde bir saldırı sonucu hafızasını ve konuşma ve hareket yeteneğini büyük ölçüde kaybeden bir karakteri canlandıran Ford, sanki bu rolü çeşitli ödüllere göz kırpmak amacıyla almıştır. Ford’un performansı fena olmasa da film çok başarılı değildir ve önemli hiçbir ödülde adı geçmez. 92-94 yılları arasında Ford yine gişede başarılı olan bir dizi filmde oynar. Tehlikeli Oyunlar (Patriot Games) ve Açık Tehlike (Clear and Present Danger) filmlerinde Phillip Noyce’un yönetiminde Tom Clancy’nin yarattığı CIA ajanı Jack Ryan olarak görürüz onu. Bu iki filmin arasında ise çok başarılı bir yeniden yapımda yer alır. Bir döneme damgasını vurmuş olan Kaçak (The Fugitive) dizisinin beyazperde uyarlamasında bir yandan polisten kaçarken bir yandan da karısının katilini bulmaya çalışan Dr. Richard Kimble olarak izleriz onu. Kaçak, bir yeniden Kaçak (The Fugitive) çevrimin orijinalin ruhunu kaybetmeden farklılığı yakalayabileceğini gösteriyordu, Ford da tam kendine göre bir rol bulmuştu doğrusu. Ancak bu filmden iki yıl sonra bu kez gayet gereksiz bir yeniden çevrimde görüyorduk Ford’u. Billy Wilder’ın unutulmaz Sabrina’sı bu kez Sydney Pollack’ın yönetiminde karşımıza çıkıyordu ama ne yazık ki kötü bir filmdi karşımızdaki. Hemen arkasından gelen Sessiz Düşman (The Devil’s Own) da Brad Pitt ile beraber oynadığı ortalamanın biraz üzerindeki bir film olarak aktörün filmografisindeki yerini alır. Hava Kuvvetleri Bir (Air Force One) 1997 yılında ise Ford yine tam kendine göre bir rol buluyor ve bu kez Hava Kuvvetleri Bir (Air Force One) filminde Amerikan Başkanı olarak karşımıza çıkıyordu. Ama alıştığımız bir Amerikan Başkanı değildi o. Uçağı kaçırıldığında iş başa düşünce teröristlerle yumruk yumruğa mücadeleye girişiyor ve aksiyon kahramanı bir başkan olarak çıkıyordu karşımıza. Doğrusunu söylemek gerekirse Ford’un bu tarihten sonra rol aldığı filmler genellikle hayal kırıklığı ile sonuçlandı. 2000 yılında Robert Zemeckis yönetiminde rol aldığı eli yüzü düzgün bir doğaüstü gerilim olan Gizli Gerçek (What Lies Beneath) filmini bir Altı Gün Yedi Gece (Six Days Seven Nights)
kenara bırakırsak dördüncü Indiana Jones filmine kadar çekiği filmler vasatı aşamadı. Bu filmleri şöyle bir sıralayalım: Kendinden 27 yaş küçük Anne Heche ile bir romantik komedi çiftine dönüşmeye çalıştıkları Altı Gün Yedi Gece (Six Days Seven Nights), Sydney Pollack’la bir kez daha çalıştığı Gerçeğin Peşinde (Random Hearts), Kathryn Bigelow yönetiminde aslında hiç de fena olmayan bir film olan ama ne seyirciden ne de eleştirmenlerden ilgi görmeyen K-19: The Widowmaker, deneyimli polis-çaylak polis hikâyelerinin her türlü klişesini kullanan Hollywood Polisleri (Hollywood Homicide) ve ailesini kurtarmaya çalışan bir babayı canlandırdığı Firewall. Bu dönemde reddettiği iki rol belki de onu başka noktalara taşıyacak, ödüller kazandıracaktı. Steven Soderbergh’in Traffic filminde Michael Douglas’ın, Stephen Gaghan’ın Syriana filminde ise George Clooney’nin oynadığı roller ilk önce ona teklif edilmişti. Her iki film de gayet başarılı oldular. Hatta Syriana, Clooney’ye bir de Oscar kazandırdı. Her ne kadar sonradan bu rolleri reddettiği için pişman olduğunu belirtse de artık geldiği noktada Ford’un ödül kazanmak gibi bir derdi olmadığını da söylemek gerek. Bu dönemde yine Ford’un özel hayatına da bir bakış atmalıyız. 2002 yılında Calista Flockhart ile tanışan Ford onunla aşk yaşamaya başlayınca, 2004 yılında ikinci eşinden de ayrıldı. Ford ve Flockhart ilişkilerini uzunca bir süre resmiyete dökmeden devam ettirdikten sonra 15 Haziran 2010’da evlendiler. Ford’un öyle bir niyeti yoktu elbette ama aralarında 23 yaş bulunan çift, adeta Altı Gün Yedi Gece filminde Heche ile aralarındaki yaş farkından dolayı onu eleştirenlere de bir cevap olmuştu adeta. Birliktelikleri 10 yıla varan çift gayet mutlu gözüküyorlar halen. Aynı dönemde film çekme sıklığı da azalan Ford, hobilerine de daha fazla zaman ayırmaya başlar. Marangozluk hobisinden daha önce söz etmiştik. Bunun dışında bir de pilotluğa ilgisi olan Ford, 1960’larda bu konuda bir girişimde bulunmuş ama devamını Harrison Ford Calista Flockhart getirememişti. 1990’larda bu konuda tekrar ders almaya başlayan Ford, pilotluktan çok hoşlanır ve sürekli olarak bu işi yapmaya devam eder. Film setlerine kendi kullandığı helikopteri ile geldiği bilinen Ford’un yedi adet uçak ve helikopteri olduğu söyleniyor. Eh bu kadar fazla gişe şampiyonu filmde oynamanın bir getirisi var elbette. Bunun dışında sağlam bir Demokrat olan Ford’un eski Amerikan başkanı Clinton’un da yakın dostu olduğu biliniyor. Ford’un aynı zamanda çevre
48
49
Harrison Ford Pilot
Sinema
Çizgiroman
konusunda da duyarlı bir isim olduğunu da belirtelim. Hatta gereksiz ama eğlenceli bir bilgi olarak çevre ile ilgili çalışmalarından dolayı bir örümcek türüne calponia harrisonfordi, bir karınca türüne de pheidole harrisonfordi adının verildiğini de belirtmiş olalım. Gelelim Ford’un son dönem filmlerine. 20 yıllık bir aradan sonra Indiana Jones karakterine dönüş yaptığı Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı (Indiana Jones and the Kingdom of the Crystal Skull), her ne kadar eski filmlerin etkisini yaratmasa da bir Indiana Jones filmi her Morning Glory zaman ilgi çekiyordu. Bu film de Kara Şövalye (The Dark Knight) filminin arkasından 2008’in dünya çapında en çok hasılat yapan ikinci filmi oluyordu. Ancak Ford’un sonraki filmleri onun için yine hayal kırıklığı idi. Öyle ki bu filmden sonra yer aldığı Crossing Over, Extraordinary Measures ve Morning Glory filmleri ülkemizde gösterime bile giremiyordu. Amerika’da Temmuz ayında gösterime giren, bizimse bu ay sinemalarımıza konuk edeceğimiz çizgi roman uyarlaması Kovboylar ve Uzaylılar ise en son James Bond Daniel Craig ile Ford’u bir araya getirmesi ile dikkat çekiyordu. Her ne kadar Amerika’da beklenen hasılatı yapamasa da (Şirinler’im gazabına uğradı) bu yazının yazıldığı tarih itibariyle 90 milyon dolara yakın bir gişe yapmış durumda. Eğer bu filmin hasılatı 100 milyon doları geçmeyi başarırsa, Ford da 1970’lerden beri Kuzey Amerika’da her 10 yılda da en az bir adet 100 milyon doların üzerinde gişe yapan filmde oynamış tek oyuncu olacak. Elbette bu veri filmlerin kalitesini göstermiyor ama kolay iş de değil doğrusu. 69 yaşındaki Ford belki bundan sonra Han Solo ve Indiana Jones karakterlerinin üzerine çıkacak bir karakter yaratamayacak ama sadece bu iki ikonik karakterin altına imzasını atması bile onun için yeterli. Biz yine de bu ihtiyar delikanlıyı ara sıra sinemalarımızda görmeyi, iyi yönetmenlerin ve senaryo yazarlarının onu farklı ve başarılı projelerde kullanacağını umalım. Elbette bu arada Kovboylar ve Uzaylılar’ı da sinemalarımızda izleme fırsatını da kaçırmayalım. Hasan Nadir DERİN www.sinemamanyaklari.com
50
51
Çizgiroman
Öykü
Bembeyaz Büyük Kanatları Olan Peri Bir sarmaşık misali; her gün birileri kesti sağından solundan onu az, az uzayan dalından uzanmak isterken yarına aynı kaldı boyu hatta daha da kısaldı kesile, kesile. Verdi hep, izin verdi almalarına vermeyi olması gereken sandı. Her isteyene dalından, yaprağından, suyundan, toprağından verdi. Bir gün kısacık kaldı. Küçüldü, azaldı devam edecek gücü kalmadı. Vazgeçmişken tekrar büyümek için dünyasına bir Peri geldi. Koca büyük kanatları vardı uçmak için, her şeyi ona geride bıraktırıp onu da uçurmak için. Büyük kocaman beyaz kanatları; bembeyaz tüylerle kaplıydı. Bembeyaz kanatları olan bu perinin, güzel bir kalbi, bembeyaz teni, upuzun saçları, kocaman renkli gözleri, ince uzun elleri, zarif parmakları vardı. Peri onun yanındaydı. Onun sırtından da iki kanat çıksın diye elleriyle dokundu sırtına okşadı sırtını. Onu her gün görmeye geldi her gün okşadı sırtını. Ucu gözüktü bir gün kanatlarının, perinin her gün dokunmasıyla. Kanatları olacaktı onunda bembeyaz koskocaman, güçlü kanatları olan perisi gibi. Saçlarını da uzatacaktı onun gibi. El ele periyle uçabilmek için perinin kendine getirdiği peri tozlarını biriktirdi kavanozlarında. Bembeyaz peri her gün gelip onu öpüp giderdi. Akşam yine uğrayıp üstünü örtüp başında uyumasını beklerdi. Azalmış gücünü, vermekten tükenmiş içini doldurmaya çalışırdı. Olması gerekeni ve olmaması gerekeni anlatırdı ona. Onu arayıp sorup, iyi mi kötü mü bir şeye ihtiyacı var mı öğrenirdi. Akıl danıştı bazen bembeyaz periye; tekrar doğarken bir daha azalmamak tükenmemek için. Çok kendinden verircesine anlatırsa kendini, birine çok değer verirse, birini çok överse, o kişiye gereğinden çok değer verirse uyarırdı peri onu. Yapma derdi hep. Yine yapma sakın bu hataları. Dur, dur derdi. Durdururdu o da kendini. Dinlerdi periyi. Periyi dinlerdi. Peri ona çok iyi davranırdı. Çok severse, çok verirse hep dur derdi Peri. “Dur.” Çok yemek yerse, çok dans ederse, çok gezerse, çok eşyası olursa, çok para harcarsa, peri yine “Dur,” derdi, “dur.” Ben yokken abartma, “Dur, dur.” Ben olmasam da hep “Dur.” Aslında hep istediği bunlardı az, az, az olması ve sanki yüreğinden geçeni söylüyordu Peri… Olması gerekeni yapamıyor olup şimdi yapıyor olmanın rahatlığını duyumsuyordu içinde. “Durdur kendini,” derdi. Kendisi hep çok, çok, çok yapmak isterdi her şeyi. Çok sevmek çok sevilmekte isterdi. Çok, çok, çok kelimesiyle doğmuştu. Ne başına gelirse de iyisi de kötüsü de çok, çok, çok gelirdi. Peri onun yanında kaldığı sürece hep onu dengeledi. Peri onunla ilgilendi.
52
53
Öykü
Öykü
Her yanına geldiğinde farklı, farklı durumlara göre olması gerekeni ona anlattı. Periyi hep dinledi. O periydi. Bembeyaz büyük kanatları olan bembeyaz teni olan kocaman gözleri upuzun saçları ince uzun elleri zarif parmakları olan bir periydi. Kalbi çok ama çok iyiydi. Bembeyaz Peri başkalarına da yetişmesi gerekiyordu. Başkalarının da ona ihtiyacı vardı. Kendi işleri de vardı. Ona ayırdığı büyük vakitler gittikçe küçülmeye başladı. Onun büyüdüğünü gördükçe Peri rahatlayıp diğer şeylere de odaklanmaya başladı. Daha az zaman ayırdı ona. Arada sırada öğretilerini yerine getiriyor mu diye yanına gider gelir oldu. Peri onu çok sevse de; çok, çok, çok veremez oldu ilgisini ona. Büyüdü artık diyordu Peri içinden. Büyüdü. Periyi özlese de onun ilk günden bugüne söylediği az, az, az ver öğretilerini yerine getiriyordu. Dengeyi buluyordu yaşamı. Toparlanıyordu. Büyüyordu içi, yüreği yeniden. Peri onu yeniden doğmasını sağlamıştı. Peri bir gün hiç gelmedi. Gözlerinden yaşlar aktı. Bekledi Periyi. Perinin koşuşturmaktan kafası bir beyaz duman oldu. Yetişemedi ona ama biliyordu ki büyümüştü. O uyurken bir gün geldi öptü. Hep dur dedi unutma dedi “Dur,” kulağına eğilip fısıldadı. Sonra uçtu gökyüzüne kocaman büyük kanatlarıyla özgürce yukarıya doğru yükseldi. Peri dağlarına doğru uçarken dönüp durdu gökyüzünde kocaman bembeyaz kanatları bembeyaz görüntüsüyle iri güzel gözleriyle ona bakıp uzaktan o ince uzun elleri zarif parmaklarıyla el salladı. Gözlerinden akan gözyaşları gökyüzünden aşağıya doğru süzülürken dağlara doğru dönüp uçmaya devam etti. Camda bekledi hep yine gelsin Peri diye. Bekledi bazen ağlayıp. Onun öğretilerini yerine getirdi hep. Uzaktaki peri dağlarının tepesinden çıkan beyaz dumanlara baktı. Kim bilir peri belki artık beyaz bir duman olmuştu. Kanatları büyüyordu. Tüyleri uzuyordu. O dağa gitmek istiyordu. Peri dağına. Perisinin bir beyaz duman olduğunu sandığı dağa uçacaktı kanatları kocaman olduğunda. Perisini orada bulup tekrar ona merhaba, ben tekrar bebe olsam beni tekrar büyütsen demek istiyordu. Belki de büyüdüğü için Peri onu bırakmıştı. Öyle sanıyordu. Belki büyümese de Perinin kafası bir beyaz duman olduğunda bir gün gidecekti. O az, az, az vermeye devam etti. Yine her gece Perisini hayal edip uyudu uyandı onun güzel beyaz ışıklı yüzünü, güzel gözlerini bembeyaz tüylerini güçlü büyük kanatlarını hatırladı. Onun gücünü güçlü duruşunu onun büyük koskocaman kanatlarını görkemli güzelliğini, onun özgürlüğünü dengesini kontrollü verişlerini hatırladı. Onu özledi ama onun gibi güçlü olmak için büyümeye devam etti. Çok, çok, çok vermeden. Çok, çok, çok yapmadan hiçbir şeyi… Perisi sayesinde yeniden yaşamın içindeydi. Her gece o peri dağına baktı. Beyaz dumanlı dağa ve ona yatmadan önce pencereden hep el salladı. Öykü: Gülten AĞRITMIŞ
54
İllüstrasyon: Cenk GÜNGÖR
55
Çizgiroman
Çizgiroman
56
57
Çizgiroman
Çizgiroman
58
59
Çizgiroman
Çizgiroman
60
61
Çizgiroman
Çizgiroman
62
63
Çizgiroman
Çizgiroman
64
65
Çizgiroman
Çizgiroman
66
67
Öykü
Öykü
Ve Yeniden... Kör bir kuyunun sahip olabileceği en yoğun karanlığın içinde, tek başınaydı. Burada her şey, zaman bile son derece durağandı, bu yüzden ne kadar süredir böyle oturduğunu tahmin bile edemiyordu; belki yıllardır, belki de sadece birkaç saat… Anlamak istercesine eliyle boynundaki yaraya dokundu; hâlâ acıyordu. “O zaman yeni gelmiş olmalıyım,” diye düşündü, bulunduğu yerde bedensel acının mümkün olmadığını bilmeden. Ardından binlerce kez sorduğu soruyu yeniden sordu kendisine; “Neredeyim?” Tüm dünyası; yirmi haneli bir köy ve onun içinde bulunan iki katlı, teneke damlı, kerpiç duvarlı bir ev olunca, usunu ne kadar zorlarsa zorlasın sorusuna bir yanıt bulmakta zorlanıyordu. Evin, sadece iki odası olmasına karşın içinde sekiz kişi yaşıyordu. Alt kat; hem hayvanların barınağıydı, hem de onun. Yürümeyi öğrendiği günden beri hep orada yatardı, kır atın hemen yanı başında. Bu karanlık çukura düşmeden önceki sabah da, her zaman olduğu gibi güneş daha yeni doğmaya başladığında uyanmıştı. Samanlardan yaptığı yatağında hareketsiz bir şekilde etrafına bakınırken, “Başka çarem yok, mecburum,” diye mırıldanmış, ardından ayağa kalkıp yalınayak yürümeye başlamıştı. Ahırın orta yerine vardığında, bir anlığına duraklayıp veda edercesine kır atına son bir kez bakmış, sonra da taburenin üzerine çıkıp bir gün öncesinden hazırladığı ilmiği boynuna geçirmişti. Atı olacakları sezmişçesine huysuzlaşmıştı. İpini koparıp yanına gelmek için yerinde deliler gibi debelenirken, o hiç tereddüt etmeden tabureyi ayaklarının altından itmişti. Buna günlerdir o kadar iyi hazırlanmıştı ki; o an ne nefes alamamanın paniğini yaşadı ne de bir acı duydu. Önce bir kuş gibi hafiflediğini hissetti, sonra da kanatlanıp uçuverdi. Parlak bir ışık huzmesi içinde yukarıya doğru hızla yükseliyordu ve bu kısa zaman diliminde yüreğinde tüm yaşamı boyunca hiç tatmadığı mutluluğu duydu. Tepede onu melekler bekliyordu. Huzur içinde ellerini onlara doğru uzattığında uzun bir zamandan sonra ilk defa içten bir şekilde gülümsüyordu. Sevinç içinde gözlerini kapattığı sırada, “Yanlış yaptın, mücadele etmeliydin,” dediklerini duydu. Yanıt vermeye fırsat bulamadan düşmeye başladığını hissetti. Gözünü yeniden açtığında; kör bir kuyunun en dibindeydi. Bugüne kadar hiç korkmadığı kadar çok korkuyordu. Hem karanlıktan, hem de gök gürültüsüne benzer bir sesin hiç sıkılmaksızın sürekli aynı kelimeyi haykırmasından. “Düşün,” diyordu bu nida, “düşün.” Soğuk kara duvarlarda yankılandıkça şiddetini artıran bu ses, bulunduğu noktaya doğru yaklaştıkça daha ürkütücü bir şekle bürünüyordu. Duymamak için elleriyle kulaklarını kapattığında, aynı ses bu sefer içinden yükselmeye başlıyordu. Ne yapacağını bilememenin verdiği çaresizlikle bacaklarını karnına doğru çekip, aradaki boşluğa başını sıkıca gömdü. Bu haliyle bir kaplumbağaya benzeyen bedenini ileri geri doğru sallarken, dudaklarından; annesinin kardeşlerine söylediği halde kendisinden hep esirgediği ninni dökülmeye başladı. “Ninni desem Nihal olur ninni, açar güller bahar olur kızım, uyumazsa ne hal olur, adı güzel yavrum ninni…” Hiç kimse ismiyle hitap etmediği için, adının güzel olup olmadığını bilmezdi. Türlü lakapları vardı ve ailesi dâhil herkes seslenirken onları kullanırdı. Bunlarda; bir aşağılama, küçümseme olduğunu bilirdi; ama yine de aldırmamaya çalışırdı. Bazen bu alaylara dayanamaz ağlayarak annesinin yanına koşup, neden herkes gibi bir isminin olmadığını sorardı. Genelde hiçbir yanıt alamazdı. O zaman sinir krizi geçirircesine çığlıklar atıp yerlerde yuvarlanırdı. Annesi, ayağındaki terliği çıkartıp ona doğru sallar ve “Git başımdan,” diye bağırırdı. Ne kadar ağlarsa ağlasın annesini yumuşatamayacağını bilmesine karşın, yine de bir süre direnirdi. Havada uçan terlik kafasına isabet ettiğinde korkudan yerinden kalkıp biraz uzaklaşır ve sorusunu
68
69
Öykü
Öykü
yinelerdi. İyi günündeyse; önce derin bir of çeker, sonra da, “İsimsiz insan mı olur?” derdi. “O zaman benimki ne ana?” diye sorduğunda, “akıl mı kaldı bende, unuttum gitti,” diye cevap verirdi saklandığı köşeden kendisini dikkatle dinleyen; köyün kamburuna, alığına, cücesine, hilkat garibesine, ağzı büyüğüne, şapşalına, boklusuna... Aradan çok uzun yıllar geçince, genç kızın ruhu bulunduğu ortama giderek alışmaya başladı. Artık; o ne zifiri karanlıktan korkuyordu, ne de o ürkütücü sesten. Ona seslenildiğinde, eskisi gibi bir köşeye sineceğine ayağa fırlayıp hırsla kendi doğrularını haykırıyordu. “Düşün.” “Neyi?” “Sana sunulan yaşamı yok etmeye hakkın olup olmadığını.” “Yaşam mı? Bana öyle bir şey verilmedi ki…” Dünyaya gelmesi çok zor olmuştu. Başına gelecekleri anlamışçasına kopmak istememişti ana rahminden. Ebe baş edemeyince apar topar ilçedeki hastaneye kaldırmışlardı. Doğduğunda altı kiloymuş ve annesi neredeyse kan kaybından ölüyormuş. Neden sonra kendine geldiğinde ilk olarak bebeğini sormuş; ama bir yanıt alamamış. “Yoksa öldü mü?” diye feryat ettiğinde, “keşke” demişler “keşke ölseydi.” Önce anlamsızca bakmış yüzlerine, sonra da zorlukla yatağından doğrulup bebeğinin yanına gitmiş ve oracıkta yere yığılıp kalmıştı. Kaç kilo doğduğunu duyup da bebeği henüz görmeyenler, “Maşallah,” görenler ise, “vardır illaki Allah’ın bir hikmeti,” demişler. Doğumu sırasında orada olanların anlattıklarına göre; annesi ayılır ayılmaz yaşadıklarını kötü bir kâbus olarak yorumlamış ve kollarını ovalayanlara gülerek anlatmış gördüklerini. Hiç kimse başını yerden kaldırıp yüzüne bakmayınca, “Yoksa gerçek miydi?” diye bağırıp ağlamaya başlamış. Günler boyunca da, “Bu şey benden çıkmış olamaz,” diye feryat edip durmuş. Dış görünümünü daha iyi anlayabilmeniz için hayal gücünüzü biraz zorlamanız gerekecek. Kardan adamların nasıl yapıldığını anımsarsanız, önce; karları yuvarlayıp büyük gövde yapardık, sonra da; onun üstüne ufak bir kafa. Yan taraflarına kol görünümü verecek iki çıkıntıda ekledik mi, işimiz biterdi. Ne ayaklarının olup olmadığını düşünürdük, ne de boynunun. İşte dış görüntüsü kabaca böyleydi. Kardan adamdan farklı tek yanı, koca gövdenin altında iki ufak ayağının ve ensesine kadar uzanan iri bir kamburunun bulunmasıydı. Yüzünü tam olarak tasvir etmek için ona dikkatlice bakmamız gerekir ki, buna dayanabilmek pek mümkün değildi. Bu yüzden sadece kaba hatlarıyla tasvir edeceğim. Kafası; tam orta yerine kuvvetlice bastırılıp iki yana doğru genişletilmişçesine yayvandı. Geniş bir alnın altında bulunan göz çukurları; bir mağara gibi derindi. Burnu; tüm insanlardan farklı olarak dışa doğru değil içe doğru gelişmişti. Tek güzel yanı dudaklarıydı. Keman yayı gibi ince ve uzun olmasına karşın onun da tam orta yerinde, yamuk sarı dişlerini açığa çıkaran derin bir yarık mevcuttu. Onun doğumuyla birlikte başlayan kuraklık, köye Allah’ın bir gazabı olarak gönderilmiş olduğu tezini güçlendirdi. Köylüler; ancak öldüğünde bu lanetten kurtulacaklarına inandılar ve sabırsızlıkla; teneke damlı, kerpiç duvarlı evden gelecek hayırlı haberi beklemeye koyuldular. Evde de durum farklı değildi. Ailesi; onu hiçbir zaman kendi çocukları olarak kabul etmedi. Ne annesi hastaneden döndükten sonra kucağına alıp emzirdi, ne de babası bir kez olsun yüzüne baktı. Ölmesi için bir köşeye attılar ve aynı köylüler gibi beklemeye başladılar. Bunak ninesi olmasaydı muratlarına çoktan ereceklerdi. O ihtiyar kadının eline ne geçerse bebeğin ağzına sıkıştırması, onun da inatla hayata tutunması sonunda, başlarının bir belası olarak hep gözlerinin önünde kaldı.
İnsan olarak görmediklerinden mi, yoksa bir adı olursa ölmeyi hepten unutur, yaşama daha sıkı bağlanır diye düşündüklerinden mi bilinmez; ona hiçbir zaman bir isim koymadılar. Sayılamayacak kadar çok uzun yıllar daha geçti. Genç kızın ruhu bir türlü pes etmiyordu, aksine yaptığının doğru olduğunu eskisinden daha çok savunmaya başlamıştı. “Ne kadar zorluk çekersen çek yine de canına son vermeye hakkın yoktu. Mücadele etmeye devam etmeliydin.” “Kimin için? Her sabah ‘Yine mi ölmedin?’ diye yüzüme bakıp beddua eden insanlar için mi? Hayır bin kez hayır.” Dış görünümündeki tüm olumsuzluklara karşın, yaşıtlarına göre hızlı gelişiyordu. Onunla hiç ilgilenilmediği halde, konuşmayı ve yürümeyi çok çabuk öğrenmişti. Asıl sorunda, o zaman başladı. Daha önceleri bir köşeye bırakıp varlığını unuturlarken, şimdi sürekli olarak gözlerinin önünde dolaşıp duruyordu. İsyan isteklerini tetikleyen bu manzara, evlerine konuk olarak gelenlerin acıyan bakışlarıyla birleşince, ondan kurtulmanın yollarını aramaya başladılar. İçlerinden; ıssız bir yere bırakıp arkalarına bile bakmadan kaçmak geçtiyse de, gerek dedikodulardan, gerekse sonradan vicdan azabı çekme korkusuyla bu arzularını yerine getiremediler. Sonunda, evin alt katında yaşamasına karar verildi. Artık evi ağıl, ailesi orda yaşayan hayvanlar olmuştu. İlk isyanını; siyah önlüklerini giyip okula giden kardeşlerini gıptayla seyrederken yaşadı. Bu dünyada ona yer olmadığı hissi o zamanlar içine yerleşmeye başladı. Yine de pes etmedi. Kardeşlerinin eski defterlerine kitaplarına bakarak okuma yazmayı öğrendi. Ne kadar zaman geçtiğinin artık hiç farkında değildi. Hissettiği tek duygu pişman olmadığı ve ne pahasına olursa olsun bu kararını değiştirmeyeceğiydi. Bu yüzden gök gürültüsünü andıran sesi artık duymazlıktan geliyordu. Genç kızlığa girdiği dönemde, dış görünümündeki bozukluk giderek artmaya başladı. Gözle gözüken en büyük değişiklik, kamburunun aşırı büyümesinden dolayı iki büklüm yürümesi ve aşırı kıllanmasıydı. Vücudunun her noktasından fışkıran kıllar, ilk bakışta iki ayağının üstünde yürüyen bir hayvan olarak algılanmasına sebep oluyordu. Aynadaki görüntüsünü seyrettikçe, ailesinin ondan bu denli nefret etme sebebini şimdi daha iyi anlıyor ve elinden geldikçe ortalıkta görünmemeye çalışıyordu. Anormallik sadece vücudunda değildi, beyninin işlevi de diğer insanlardan çok farklıydı. Gördüğünü hemen algılama ve öğrenme kabiliyeti inanılmazdı, utanma duygusunun ne demek olduğunu hissettiği bu dönemde, yaşamı sorgulamaya başlaması belki de sırf bu yüzdendi. Çocukların; hakkında uydurulan aşağılayıcı lakapları bir ağızdan bağırarak arkasından koşuşturmaları yüzünden, artık sadece geceleri ağılından çıkıyordu. Ama o gün öyle çok sıkılmıştı ki, kendine koyduğu bu yasağı çekinerek de olsa çiğnedi. Kimseye görünmemeye gayret ederek köyün dışına kadar koştu, sonra da saatlerce yürüdü. Yorgun; fakat iç sıkıntısından kurtulmuş olarak geri dönerken, köyün girişindeki korulukta oynayan çocukları görünce, bir ağacın arkasına saklanıp seyretmeye başladı. Sevinçleri, kendi mutluluğu olmuştu. Gözleriyle oynamalarını izlerken, yüreğiyle de onlara eşlik ediyordu. Çocuklar oynamaktan sıkılıp geri dönmeye başladıklarında, gözden kaybolmaları için bir süre bekledi. Saklandığı yerden çıktığı sırada, bir yaban domuzu çılgınlar gibi koşarak fundalığa girdi ve arkadaşlarından hayli geride kalmış olan muhtarın küçük oğlu Ali’ye saldırdı. Diğer çocuklar hiçbir şeyin farkında değillerdi. Dişlerini Ali’nin üzerine geçirdiğinde, hiç tereddüt etmeden koşarak yanlarına gitti ve domuzun üstüne atlayarak boğuşmaya başladı. Kısa süre içinde üstü başı kanlar içinde kalsa da, domuzu kaçırmayı başarmıştı. Korkudan kendinden
70
71
Öykü
Öykü
geçmiş olan Ali’nin üzerine doğru eğildiği sırada, bağırışları duyan çocuklar geri döndüler. Ali’nin üstünde kanlar içinde görünce, çığlıklar atarak köye doğru koştular. “İmdat.” “Nemrut Ali’ye saldırdı.” “Kambur bizi de öldürecek ne olur yardım edin.” Ellerinde sopalarla olay yerine koşan köylüler ona acımasızca vurmaya başladılar. Ali’nin inlemesiyle bir an durakladıklarında, ayağa kalkıp tüm gücüyle fundalıktan kaçtı. Gece yarısı gizlice ağılına döndüğünde bu sevgisiz dünyaya veda etmeye karar vermişti. Ağılda bulduğu urganı damdaki çiviye sıkıca bağlarken, öldüğünde cennete gideceğinden emindi. Böylece bu dünyada tatmadığı tüm güzellikleri orada yaşayacaktı, en önemlisi de çok güzel olacaktı. O gece huzur içinde uyudu. Rüyasında köyün en güzel kızı Ayşe’den bile daha güzeldi ve tüm erkekler onun için deli oluyorlardı. Evlenmek için aralarından Ahmet Amca’nın oğlu İbrahim’i seçiyordu. Telli duvaklı gelin olduğu sırada gözlerini açtı. Mutluydu. Veda edercesine kır atına sevgiyle baktı, sonra ayağa kalkıp taburenin yanına gidip üstüne çıktı ve yavaşça ilmiği boynuna geçirdi. Yukarılardan yankılanan ses, daldığı düşüncelerden sıyrılmasına sebep oldu. Hiç bıkmaksızın söylediği kelimeyi yine tekrarlıyordu; “Düşün.” Uzun zamandır aldırmadığı halde bu sefer dayanamayacağını anladı ve hırsla ayağa fırlayıp sıkılı yumruklarını yukarıya doğru sallayarak, “Yeter,” diye haykırdı. “Dediğiniz yaptım. Düşündüm, hem de inanamayacağınız kadar çok düşündüm; ama başka çıkış yolum kalmamıştı, mecburdum. Biraz da siz düşünün.” “Ne olursa olsun sana emanet edilmiş o canı almaya hakkın yoktu.” “Sevgisizlikten kapana sıkışmıştım, nefes bile alamıyordum. Ne olur anlayın halimi…” Sözünü bitiremedi. Önce; sıkılı yumrukları gevşedi, sonra da ayakları. Yere yığıldığında ses inatla, “Düşün,” demeye devam ediyordu. Çok uzun yıllar geçti. Bazen; isyan etti, bazense; duyarsız kaldı, ama hatalı olduğuna asla inanmadı. İntihar etmenin yanlış olduğunu, fakat kendi durumunun bir istisna olduğunu hiç korkmadan savundu. Ona her seslenildiğinde, “Benim durumum farklıydı, bu yüzden asla pes etmeyeceğim,” diye haykırdı. O karanlık kuyunun her noktasından ayrı feryatlar gelirdi. O zaman yalnız olmadığını, başka ruhlarında aynı eziyeti çektiğini anlardı. Aradan geçen uzun yıllarda çığlık atanların sesleri sürekli değişti. Hatalarını anlayıp merhamet dileyenlerin yerini hep başkaları aldı. Zamanla kulağı bu inlemelere alıştı Binlerce yıl sonra bu feryatlar önce azaldı, ardından da kesildi. Şaşırmıştı. Etrafını dinledi, çok uzaklardan gelen isyankâr bir erkek sesi haricinde, hiçbir nida duyulmuyordu. Olağanüstü bir durum yaşanıyordu; ama neler olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Hiç bıkmaksızın düşünmesini söyleyen sesin tonu da yumuşamaya başlamıştı. Eskisi gibi emir vermiyor, “Yaptığının yanlış olduğunu kabul et yeter,” diyordu. Her zaman olduğu gibi buna da şiddetle karşı çıkıyordu. Bu değişikliklerin nedeni aslında çok basitti. Tüm insanlar; kumarbazlar, ayyaşlar, katiller, sapıklar, diktatörler, esrarkeşler, sübyancılar, fahişeler, dolandırıcılar, hırsızlar, politikacılar, yankesiciler, yobazlar, yalancılar, psikopatlar gelişimlerini tamamlamış ve dünyadaki yaşam sona ermişti. Artık başka bir boyuta geçeceklerdi, önlerindeki tek engel; azap kuyusunda çilelerini bitirmemiş olan o iki ruhtu. Onlar yüzünden işlem tamamlanamıyordu. Oysa her türlü anlayış gösterilmişti; ama bir türlü geri adım atmamışlardı. Sonunda; ölmeden önceki görünümleriyle dolaşmaları şartıyla affedildiler.
Bunun daha büyük bir ceza olduğunu, serbest bırakıldıkları an anladılar. Her ikisi de; hem görünüm, hem de işledikleri suç bakımından birbirlerinin kopyasıydılar. Kör kuyunun karanlığında sakladıkları çirkinlikleri, şimdi gün ışığına çıkmış ve binlerce yıl öncesinden kalan utanma duyguları, tüm canlılığıyla yeniden yeşermeye başlamıştı. Dünyadan farklı olarak; hiç kimse onlarla alay etmiyordu; ama yine de farklı olmanın mutsuzluğunu yaşıyor, çıkarıldıkları kuyuyu hasretle arıyorlardı. Tüm ruhlar onların bu durumuna üzülüyor ve bir çare bulmak için çırpınıyorlardı. Uzun tartışmaların nihayetinde; aralarından seçtikleri sözcüleri meleklere yollayıp affedilmeleri için yardımlarını istediler. Onlar da, bu dilekleri yüce güce ilettiler. “Mademki,” dedi o yüce güç, “kullarım o iki ruhun iyiliklerini istiyorlar yardım edeceğim, ancak unutmayın ki onlar emirlerimi hiçe sayarak bana isyan ettiler. Bu itaatkârsızlıkları yüzünden dış görünümlerini düzeltmem olanaksız, yine de ikinci bir şans tanıyacağım. Yeni bir dünya yaratacağım ve onlar da oranın ilk insanları olacaklar. Umarım eski dünyada iki güzel insanla başlattığım yaşamdan çok daha güzel bir yaşam kurmayı becerirler.” Yedi gün yedi gece sonra; yeni bir dünya yarattı. Eskisinden daha mavi ve yeşil olan bu dünyanın içini; yalnızlıklarına yoldaş olsun diye türlü canlılarla doldurdu. Tüm işlemler bittikten sonra, melekler onlara dünyaya açılan bir geçitten bahsedip, gidip gitmeyeceklerini sordular. Erkek kıza dönerek; “Var mısın?” dedi. Kız sevinçle, “Sonuna kadar,” diye yanıt verdi. Melekler hemen o gün, verimli topraklarla, yemyeşil ormanlarla, masmavi denizlerle, türlü canlılarla dolu yeni dünyaya onları bıraktılar. Ve yeniden dünyada yaşam başladı. Eskisinden farklı olarak bu sefer iki hilkat garibesiyle. Ama bu kez onlardan başka hiç kimse hilkat garibesi olduklarını bilmeyecekti…
72
73
Öykü: Atilla BİLGEN
İllüstrasyon: Yunus KOCATEPE
Sinema
Sinema
Bugün burada bir efsanenin aramızdan ayrılışını bir şarkıyla ölümsüzleştirmek için toplandık. Arkanıza yaslanın, rahatlayın ve düşük kalorili patlamış mısırınızın tadını çıkarın. Bizde hikâyesine giriş yapmak üzere olan kahramanımızın hayatını anlatalım.
Sözün özü Rango başarılı ve saygı duruşlarında kusur etmeyen keyifli bir animasyon. Seyir boyunca sizi pişman etmeyeceği kesin. Her hikâyenin bir kahramana ihtiyacı vardır. Hiç kimse kaderini terk edemez. Rango’da edemedi. Cahil cesareti vardı onda. Bir de aslında hiç yapamadığı ama yaptığına inandırdığı kahramanlıkları. Yine de düşe kalka kendi kaderini buldu. Bizimde hikâyelerimiz var. Kendimizi önemli göstermek için uydurduğumuz, karşımızdakinden ziyade kendimize inandırmaya çalıştığımız hikâyelerimiz. Hiç birimiz
Rango (2011) Rango, bir akvaryumda yapayalnız yaşayan renkten ziyade karakter değiştiren bir bukalemundur. O kadar yalnızdır ki kendine hayallerinden oluşan bir dünya kurmuştur. Bir gün o dünya bir otoban kazasıyla son bulur. Artık gerçek dünyadadır. Çölün ortasında yaşam savaşı vererek başlar hikâyesine. Tek dilediği sudur. Yolda Beans adlı güzel bir bayanla tanışır. Çaresiz onun gösterdiği kasabaya gelir. Bardan içeri girer. Su ister. Fakat bir problem vardır. Su yoktur. O da bu mücadeleye liderlik edeceğinden habersiz kendi hayal dünyasından bir kahraman oluşturur. Lakin her hikâyenin bir kahramana ihtiyacı vardır. Rango…Filmin müzikleri de çok başarılı. Akılda kalıcı müzikler başarılı müzisyen Hans Zimmer’e ait. Hikâyenin akışında ara ara duraklamalar yaşanıyor lakin seyri bozduğu söylenemez.
kaderimizi terk edemeyiz. Belki bir gün bizde kahraman oluruz. Suyu ya da akıp gidenleri kontrol etmek suretiyle hayatımızda önemli olan bir takım şeyleri kontrol ederiz belki. Belki bizde kendi hikâyemizin ruhunu buluruz. İyi seyirler… Melahat YILMAZ www.otekisinema.com
74
75
Öykü
Öykü
Sabah Güneşi “Bu ölü yere neden keşif ekibi gönderip duruyorlar sence Can?” “Görev tanımını okumadın mı Aslı? Orada hepsi yazıyor.” “Biliyorum. Topografik verilerin daha ayrıntılı olarak saptanması, uzaydan gelen elektromanyetik bilgileri gözlemleyen teleskop ve bu bilgileri Dünya’ya yönlendiren düzeneklerin bakımı, koloni oluşturulması durumunda enerji kaynağı olarak kullanılabilecek yeni Helyum-3 yataklarının saptanması ve son olarak, düşük yerçekimi ortamında yapay ekosistemler oluşturulması için ön araştırmalar.” “Eee, daha ne bilmek istiyorsun?” Aslı büyük bir kaya parçasını iki eliyle kaldırdı ve tüm gücüyle yana doğru fırlattı. Kaya parçası 10 metre kadar uzakta yere düşüp küçük bir toz bulutu oluşturdu. “Bilmiyorum. Şunu demek istiyorum. Keşfedilmemiş sonsuz sayıda gök cismi varken neden hala buraya yatırım yapılıyor? Bence burasının önceliği 20. yüzyılın sonlarında bitmiş olmalıydı.” Can tam cevap verecekti ki duraksadı. Biraz düşünüp “Belki haklısın. Ama fazla ince eleyip sık dokuyorsun. Çok önemli bir görev olmayabilir ama bu yıl Avrupa Uzay Örgütü tarafından uzaya gönderilen 208 kişiden ikisi biziz. Bu sence de büyük bir başarı değil mi?” diye sordu. Aslı üzerindeki özel giysiye aldırmadan kollarını Can’ın boynuna doladı. “Aslına bakarsan haklısın, bu görev de birçok açıdan önemli bir görev. Açıkçası böyle ıssız bir yerde seninle baş başa olmak da içimde bir gıdıklanma uyandırıyor. Hem ilk evlilik yıldönümümüz için daha romantik bir yer düşünemezdim.” “Şu anda seni öpebilmek için neler vermezdim.” Aslı başlığını Canınkine yaklaştırdı. “Öp o zaman, ne duruyorsun.” Birbirlerine sarılıp uzaktan öpüştüler. Can gerçekten öpüşememelerine rağmen Aslı’nın neden gözlerini kapattığını düşündü. Aslı eşinin güven verici kollarından sıyrıldı. “Ben Dünya’dan gelen elektromanyetik paraziti ölçmeye gidiyorum. Sen ne yapacaksın?” Can saatine baktı. “Türkiye saati ile sabahın üçü. Şu anda uyuyor olmalıydık. Ben biraz televizyon izleyip yatmayı planlıyorum.” “Tamam. Ben de çok uzun kalmam o zaman.” Can barınağa çıktı. Aslı barınağın kısa bir geçit ile bağlandığı gözlemevinin kapısına doğru yürüdü. “Bakalım yeni bir şey var mı? Buraya son olarak iki yıl önce ekip gönderdiklerine göre epey bakım ve temizlik yapmam gerekecek korkarım.” Gözlemevinin dış kapısını açıp ara bölmeye girdi ve dış kapının kapanmasını bekledi. İçeri girdiğinde gözlemevinin ışıkları yandı ve havalandırma birimi devreye girdi. Oda içi hava basıncı ve sıcaklık uygun ölçülere gelince Aslı başlığını çıkardı. Etrafına bakındı. Temizlenecek fazla bir şey yoktu. Sadece teleskopların bazı hassas bölmelerine yapışmış olabilecek birkaç toz taneciğini emmek için yanında getirdiği küçük toz emici el aracının ince ucunu kullandı. 45 dakikalık bir çalışma sonrasında Aslı gözlemevinden barınağa geçti. Can televizyon karşısında uyukluyordu. Aslı’nın geldiğini duyunca gözlerini araladı. “Merak ettim seni.”
76
77
Öykü
Öykü
Aslı elleriyle kızıl saçlarını arkaya savurdu. “Yalancı sen de. Uyuyordun televizyon başında. Tipik Türk erkeği, ne olacak.” Can neşeyle güldü. “Gerçekten merak etmiştim. Sonra dalmışım biraz. Haberlerde bizden bahsederler mi diye bekledim ama herhangi bir şey yakalayamadım. Sonra bilgisayar tarayıcısına ismimi yazınca birkaç yayınlanmış haber buldum.” Aslı özel giysilerini çıkartmaya çalışıyordu. “Yardım eder misin?” Can genç kadının üstündeki giysileri çıkarmasına yardımcı oldu. Aslı şimdi karşısında tek parça koruyucu tulumla kalmıştı. Genç kadın hareket ederken, metal ve ipek karışımı ince bir kumaştan yapılmış tulum garip renklerle parlıyor, genç kadının kaslı fakat çekici hatlarını ortaya çıkarıyordu. Can “Böyle çok çekicisin,” dedi. Aslı tulumunun önündeki manyetik fermuarı açmaya başladı. “Peki ya böyle?”
* * *
* * * Can gözlerini açtığında yanı başındaki kızıl saçları gördü. Genç kadının saçlarını usul usul okşadı, bahar çiçekleri kokusunu içine çekti. Yaklaşıp dudaklarını onun hafifçe kızarmış yanağına dokundurdu. Aslı yanağındaki sevecen öpücükle uyandı. Kocasına baktı. Dün gece yaşadıklarını anımsadı, bedenini sıcak bastı. İnce dudaklarının bir yanı muzip bir gülümsemeyle yukarı kalktı. “Günaydın sevgilim. İyi uyudun mu?” Can, Aslı’nın saçlarıyla oynamayı sürdürdü. “Evet, ama garip rüyalar gördüm.” “Ne gördün?” “Yeryüzü ile bağlantımız kesilmiş. Uçmaya kalktığımızda yakıtımızın tükendiğini fark ediyoruz. Sonra başka çaremiz kalmadığı için bir araç yapıyoruz ve kendimizi Dünya’ya doğru fırlatıyoruz. Atmosfere girip yanmadan Dünya’dan birilerinin bizi fark edeceğini umuyoruz.” Aslı kafasını düşünceli düşünceli iki yana salladı. “Hayırdır inşallah.” Can gülümsedi. “Haydi, kahvaltımızı edelim ve işimize koyulalım. Yoksa patronlarımızdan kötü not alırız. “Tamam. Sen benim kahvaltımı da ısıtır mısın? Ben birkaç dakika daha uzanmak istiyorum.” “Olur. Ne içmek istersin?” “İki elim kanda olsa gene de sabahları çay içerim biliyorsun.” “Burada da mı? Tam bir çay tiryakisisin sen anlaşılan.” “Öyleyimdir, huyum kurusun.” Yarım saat kadar sonra uzay giysilerini kuşanıp dışarı çıkmışlardı. Ufukta Dünya beyaz bulutları ve lacivert okyanuslarıyla hiç görmedikleri kadar güzel görünüyordu. Can, “Ben sondaj alanına gidiyorum. Orada başlatılan sondaj çalışmalarına devam edeceğim. Senin görevin neydi bugün?” dedi. “Benim Omega-3 teleskopuna gitmem gerekiyor. Açısal sapmalar belirledim, bazı ölçümler yapıp tekrar eski konumuna getirmem gerekecek.” “Tamam. Öğle yemeği için tekrar burada buluşalım. Benden istediğin bir şey var mı?” “Gelirken markete uğrayıp biraz süt alır mısın? Evde hiç süt kalmamış.” Can gülerek “Tabi alırım, ama son kullanma tarihi geçmiş olabilir. Hem burada satılan malları geri almıyorlarmış,” dedi. Aslı da gülmeye başladı. Sonunda gülmeyi kesebildiklerinde kucaklaşıp ayrıldılar.
Can’ın Tycho kraterindeki sondaj alanına uzay cipiyle ulaşması birkaç dakikasını aldı. Sondaj makinaları bırakıldığı yerlerde duruyordu ama üzerlerini epey kum ve toz kaplamıştı. Olası bir meteor yağmuruna karşı korunmak üzere sağlam çelik bir yapının içine yerleştirilmiş akülü sondaj aletlerinden birini seçti ve akü dolum fişini çıkardı. Çeşitli gereçlerin akülerini doldurmak ve enerji depolamak için kullanılan fotovoltaik güneş panellerinden bir tanesi küçük meteorit parçacıkları ile kırılmış ve devre dışı kalmıştı. Can ‘Bunu değiştirmek gerekecek’ diye düşündü. Daha önce açılmış sondaj deliklerinden birini belirledi ve burayı delmeyi sürdürdü. Yer çok sertti ve deliğin derinleşmesi oldukça zorluydu. Bir buçuk saatlik bir çalışma sonrasında algılayıcılar yoğun helyum-3 bulunduğunu müjdeledi. Can “Sonunda gömülü defineyi buldum galiba,” diye kendi kendine mırıldandı. Araç-gereç kabininden örnek almak için kullanılan eklemli hortumlardan uygun çaplı bir tanesini seçti ve yapay zekâ programıyla çalışan örnekleme makinasına bağladı. Hortumu açtığı deliğe saldı ve makinayı çalıştırdı. Makinanın yardımıyla uygun noktalardan toplam 40 örnek aldı. Örneklerin doldurulduğu küçük tüpleri özel delikli bir tepsiye yerleştirdi ve cipe yerleştirdi. Sondajı gerçekleştirdiği deliğin yanına bir flama dikti. Saatine baktı. Türkiye saati öğleden sonra ikiyi gösteriyordu. Cipi çalıştırıp birkaç metre gitmişti ki sondaj yaptığı noktada küçük bir gölgenin hareket ettiğini gördüğünü sandı. Yavaşladı ve geriye döndü fakat dikkat çekecek bir değişiklik olmadığını anladı. Barınağa döndüğünde Aslı’nın kullandığı cipi barınağın önünde gördü ve buna sevindi. İçeri girdiğinde Aslı’nın yiyecek bir şeyler hazırladığını gördü. “Hoş geldin. Nasıl geçti?” “İyi haberlerim var. Zengin bir Helyum-3 yatağı keşfettim. Aldığım ölçümlere göre büyük ve yüksek yoğunluklu bir yatak.” Aslı coşkuyla “Bak buna çok sevindim,” dedi. “Bizim patronlar kamuoyuna, yapılan yatırımların karşılığını aldıklarını anlata anlata bitiremezler artık.” “Evet, bu fırsatı kaçırmayacaklarından eminim. Senin sabahın nasıl geçti?” “İyi geçti. Gerekli ölçümleri yaptım ve açısal sapmaları düzelttim. Ama kafamı karıştırdın şimdi. Ay sabahından mı bahsediyorsun, Dünya sabahından mı?” Can “Dünya sabahı demek istiyorum tabii ki. Ay sabahı bir hafta sürüyor.” Aslı gülümseyerek başını salladı. “Ne garip bir laf değil mi. Bir hafta süren bir sabah.” “Ya da iki hafta süren gündüz. Fakat dışarıda çalışmak için çok fazla zamanımız kalmadı. Öğlen saati yaklaştıkça sıcaklık 100 dereceyi bulacak.” “Biliyorum.” Aslı Can’ın yüzüne baktı. Kumral kıvırcık saçları, gülümseyen ela gözleri, yüzünün birkaç yerindeki büyükçe çiller ve büyük, kemikli burnu ile sevimli bir görüntüsü vardı. “Ne düşünüyorsun?” “Aşağıda her şey bize ne kadar sıradan geliyor. Günlük hayatımızda yaptığımız şeyler ya da sahip olduklarımız, üzerinde belki birkaç saniye bile düşünmeden göz ardı edilebiliyor.” “Ne gibi?” Can önündeki tabaktan bir çilek seçti. “Örneğin şu elimdeki çileğe bak. Bunun yetişmesinde birçok insanın, çiftçinin, ziraat mühendisinin, memurun emeği geçmiş. Ama daha da önemlisi birçok yerde, her mevsim bulabildiğimiz için sıradan gibi görünen şu meyvenin olağanüstü özellikleri. Şunu bir ısır.” Elindeki çileği sapından tutup Aslı’nın ağzına uzattı. Aslı çileği ortasından ısırdı. Kırmızı bir damla ağzının yanından aktı. Can hızla uzanıp, dudaklarıyla aşağıya doğru beklediğinden çok daha yavaş akan
78
79
Öykü
Öykü
kırmızı damlayı yakaladı ve emdi. “Nasıl buldun?” “Çilek sıradan olsa da temizleme yöntemin oldukça yaratıcıydı.” Can bir an için Aslı’yı biraz daha heyecanlandırıp baştan çıkarmayı düşündü. Sonra yıllardır edindiği görev disiplini nedeniyle bu düşüncesinden hemen caydı. “Şimdi bu çileğe bir kez daha bakmanı istiyorum. Olağanüstü bir renk. Capcanlı, pembeden koyu kırmızıya doğru gelişen renkler, iştah açıcı, parlak, nefis kokulu, jelimsi bir yapı. Isırması zevk veriyor, görüntüsü, kokusu, tadı sanki küçük bir senfoni oluşturuyor beynimizde.” Aslı, Can’ın elindeki çileği kaptı ve ağzına attı. “Altı üstü çilek işte. Neden bu kadar abartıyorsun?” “Şu anda onu çiğnerken tadını biraz düşünürsen ne demek istediğimi anlardın.” Aslı mısır gevreğine benzer yemeğinden bir kaşık aldı. Üstüne vitamin katkılı suyundan kana kana içti. “Haydi işimize dönelim. Ben işlerimi yoluna koyabilirsem erken dönüp buradan Dünya’nın resmini yapmak istiyorum.” “Şaka yapıyorsun. Herhalde yanında resim malzemesi filan getirmedin değil mi?” Aslı barınağın köşesinde duran metal çantalardan birini işaret etti. “Getiremem diye bir kural mı var? Getirdim tabii.” Can şaşkınlıkla başını iki yana salladı. “Her gün farklı bir yönünü öğreniyorum. Haydi o zaman. Bana yardım et de tekrar giyineyim.” * * * Can tekrar sondaj alanına dönmek için uzay cipine biniyordu ki ay mekiğinde bir şeylerin yerli yerinde olmadığını düşündü ama dikkatle baktığı halde bulunduğu yerden garip olanın ne olduğunu anlayamadı. Acil durumlar için cipte taşıdığı silahını aldı. Mekiğe yaklaştığında şaşkınlıktan donakaldı. Kalp atışları hızlandı ve soğuk soğuk terlemeye başladı. Haberleşme düğmesine bastı. “Aslı, mekiğimizin üstünde binlerce garip yaratık var!” Aslı telsizin karşı ucunda kıkırdadı. “Böyle bir şakaya inanacağımı sanıyorsan esas sen garip bir yaratıksın.” “Hayır, ciddi söylüyorum. Hemen dışarı gel, sen de göreceksin. Çok hızlı hareket ediyorlar. Böcek gibi yaratıklar. Mekiğin gövdesinde küçük küçük izler bırakıyorlar!” Karşı uçtan yanıt gelmedi. “Aslı?” “Aslı, orada mısın?” Ses gelmiyordu. Can hızla gözlemevinin kapısına yürüdü. Gözlemevinin bazalt tuğlalarından yapılmış silindirik duvarları temiz görünüyordu. Can kapıyı açmak için kapının yanındaki büyük yeşil düğmeye bastı. Ara bölmedeki hava kilidinin hazır duruma gelmesi sanki saatler almış gibi uzun göründü gözüne. Sonunda kapı açıldı. Aslı içerde onu bekliyordu. “İyi misin? Sesini duyamayınca başına bir şey geldi sandım.” “Ben iyiyim ama sen çok solgun görünüyorsun. Neler oluyor? Ayda hayat yok diye biliyordum.” Can telaşla etrafına bakındı. “Ben de öyle biliyordum ama bu yaratıklar oldukça kanlı canlı gibi görünüyor. Mekiğimizi binlercesi sarmış.”
80
“Zarar verirler mi dersin?” “Hazırlıklı olmalıyız. Eğer mekiğe zarar veriyorlarsa onları öldürmek zorunda kalabiliriz.” Aslı da telaşlanmaya başlamıştı. “Mekik bozulursa burada çok fazla dayanamayız. Acele etsek iyi olur.” Çevrelerine dikkatle bakarak dışarı çıktılar. Ay böcekleri mekiğin yuvarlak pencerelerinden birinin çevresinde birikmişti. Can elindeki silahla böcekleri gösterdi. “İçeri mi girmeye çalışıyorlar dersin?” Aslı heyecanla sesini yükseltti. “Sakın ateş etme! Mekiğe zarar verebilirsin.” “Haklısın. Ne yapsak acaba?” Aslı bir iki saniye etrafına bakındı. “Buldum, basınçlı hava!” Can duraksadı. Bir şey söylemesine fırsat bırakmadan Aslı cipteki basınçlı hava tüpüne atıldı. Özel incelemelerde basınçlı hava, kırılgan veya hassas bir yüzeyin tozlardan temizlenirken zarar görmemesi için kullanılıyordu. Aslı elindeki hava püskürtücüsünün ucunu mekiğe doğru tutarak hızla mekiğe doğru yürüdü. Can da cipten bulduğu uzayabilen saplı bir fırça ile ona yetişti. Böcekler pencerenin kenarında küçük oyuklar açmayı başarmıştı. Can “Henüz içeri girmeyi başaramamışlar,” dedi. “Küçük delikler var ama çok derin değil.” Aslı püskürtücü ile böcekleri savurmaya başladı. Can da elindeki fırça ile onları yere doğru savurmaya çalışıyordu. Böcekler hava basıncının etkisiyle mekiğin parlak yüzeyinde kaymaya başladı. Birkaç tanesi tutunamayıp yere düştü. Böcekleri izlemek ve yakalamak çok zordu. Can fırça darbeleri indirdikçe hızla mekiğin başka yerlerine kaçıyorlardı. Fakat basınçlı havaya dayanamadılar. Birkaç dakika sonra mekiğin üstünde hiç böcek kalmamıştı. Yere düşenlerden birkaçı onlara doğru inanılmaz bir hızla ilerledi. Kan gibi kırmızı, yassı, gözleri ve ayakları olmayan böceklerdi bunlar. Büyük bir hızla ilerledikleri için gözle izlenmeleri oldukça güçtü ama yılan gibi yerde süründükleri anlaşılabiliyordu. Tam ayaklarının dibine ulaştılar. Can ve Aslı aynı anda korkuyla bağırıp yerlerinden sıçradılar. Böcekler durakladı, ardından geriye doğru kaçmaya başladılar. Sonra ince ay tozunun içine diklemesine dalıp gözden kayboldular. Ortalık durulunca Can Aslı’ya dönüp “Eşyalarımızı toplamaya başlasak iyi olur,” dedi. Aslı heyecanla Can’a yaslandı. “Farkında mısın? Dünya dışında ilk canlıları biz gördük.” “Haklısın. Fakat diyelim ki metallerle veya minerallerle besleniyorlar. Suyu nereden buluyorlar ki?” “Güney kutbuna çok uzak değiliz. Oradaki derin kraterlerde korunan buzlar hayat kaynağı olabilir.” “Haklısın, sanırım tek mantıklı açıklama bu olabilir.” Can gözleriyle böceklerin kaybolduğu noktayı aradı. “Keşfimizi kanıtlamak için onlarla birlikte bir hatıra fotoğrafı çekmeye ne dersin?” Aslı arkalarında yavaş yavaş yükselen güneşi işaret ederek “Burası giderek ısınıyor, akşamüstü olmasını beklemek de tehlikeli olabilir,” dedi ve muzip bir şekilde gülümseyerek başlığının yanındaki mini kamerayı gösterdi. “Ama korktuğunu itiraf etmeye hazırsan hatıra fotoğrafına da gerek yok.” Öykü: Murat BENGİSU
81
İllüstrasyon: Bayram ARMUTCI
Mehmet Kaan SEVİNÇ
Pin-up
82