Mehmet Kaan SEVİNÇ
İÇİNDEKİLER 04-06 Haberler-Gölge ile Demlenmiş
49. Sayı ile
tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ. Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Mehmet Kaan SEVİNÇ Pinup: Sercay ÜNVER Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
Öyküler, Öyle Bir Gölge Düştü ki Üzerime 07-08 Röportaj- İçimizden Biri 09-10 FantasturkaFantasturkalaşmak!!! 11-13 Fantasturka- Fantasturka 2011'de Ustalarla Birlikte 14-15 Haberler- Arrivederci Sergio Bonelli 16-17 Haberler- Cafer ZORLU 18-19 Habeler- Sasav 20-23 Röportaj-Giovanni Scognamillo 24-25 Öykü- Zil 26-32 Sinema- Behzat Ç 33-35 Öykü-Sahne-9 36-37 Çizgiroman- RüyaAdam 38-42 Öykü- Asil Kanatlar 43-45 Oyun İnceleme- DL Tanrılar 46 Çizgi Roman- Bu dünyanın gidişine çok kızıyorum! 47-48 Sinema- Killer Condom 49-52 Öykü- Hayati Eklentiler 53 Çizgi Roman- Neden Olmasın 54-55 Sinema- Sevimli Frankenstein 56-61 Çizgi Roman- Seyir Defteri 62-63 Sinema- RocknRolla (2008) 64-68 Çizgi Roman- Taştan Mafya 69-73 Öykü- Oyun 74-78 Portfolyo- Yunus KOCATEPE 79-80 Kitaplık- Şövalye RODO 81-82 Bulmaca 83 Pinup- Sercay ÜNVER
Gölgelerin Gücü Adına!!! Bundan tam dört sene önce küçük bir gölge oluştu, fantastik edebiyat, öykü, çizgi roman dünyasının üstünde. Adını Gölge e-Dergi koydular ‘’Gölgelerin Gücü Adına’’ yayın kurulu üyemiz Oğuz Özteker’in Gölge e-Dergi’de yazdığı ilk öykünün başlığıydı. Belliki dergimiz gölgelerden aldığı güç sayesinde dört senelik yayın hayatını bitirip beşinci seneye başlamış oluyor bu sayısı ile. Hepimiz birer gölge değimliyiz zaten şu sanal alemde.Yazan, çizen, okuyan, üreten binlerce gölge bir araya geldi, her sayısında daha fazla katılımcı ile dev bir fenomene dönüştü Gölge-e Dergi’miz. Dergimizin bizleri daha nice uzun yıllar gölgesinde barındırması dileğiyle. İyi okumalar… Mehmet Kaan SEVİNÇ
3
Haberler
Haberler
Gölge e-Dergi 5. Yılında
Gölge ile Demlenmiş Öyküler 2009 yılında Everest yayınları tarafından bir öykü kitabım yayımlandı. Hayal Tozu Gölgecisi. Bu kitabın dosyasını teslim ettiğim sıralarda bir sonraki öykü kitabım herhalde on yıl sonra falan yayımlanır diye düşünmekteydim. Yazacağım roman hazırlıkları ve konuları yük treni vagonları gibi arka arkaya dizili durmaktaydı. Bir gün Ahmet Yüksel adlı birinden bir mail aldım. Gölge dergisi için bir öykü yazmamı rica etmekteydi. Olur dedim ve 30 Ocak 2009 tarihinde aklımda olan bir konuyu yazmayı denedim. Öykünün adı Tepe Dünyaya Taklak’dı. Gölge dergisinin 18. sayısında yer aldı. Onun arkasından Birinci Reklameş cinayeti, Endişeciler, Cepcepniler gibi öyküler takip etti. O yaz tatildeki elverişsiz ortamda Öte Yer Fotoğrafçısı öyküsünü yazıp Gölge’ye yollamayı başardım. Bende çok ciddi bir metamorfoz gerçekleşmiş, ‘gölgeli bir öykücü’ olup çıkmıştım. Bu satırları yazdığım tarih 21 Eylül 2011. Gölge dergisi için üç yıl içinde 35 öykü yazdım. Başka dost fantastik/BK siteleri için yazdıklarımla birlikte toplam 40 öykü öksürdü tefekkür makinem. Romanların, dergi yazılarının yanı sıra kalitenin belli bir çizginin üstünde kalması koşuluyla bu kadar öykü yazabileceğimi birisi önceden söylese inanmazdım. Ahmet Yüksel bu öyküleri yazmamda katalizör rolü oynadı diyebiliriz. Ona buradan kankili teşekkürlerimi yolluyorum. Ardından hem özendirmesi, hem de illüstrasyonlarıyla Mehmet Sevinç’le beraber çalışmaya başladık. Öykülerimin bir kısmına illüstrasyon çizen ve bir öykü senaryomu çizgi roman haline getiren Devrim Kunter’i ve de tabii ki okurların esin ve heves fıslatıcı ‘hip hip hurralar’ını da unutmayalım. Bunların hepsi benim 2009 şubatında gölge trenine binmem sayesinde gerçekleşti. Gölge Dergisi’ne, bu trenin sürücülerine ve e-biletli acar yolcularına uzun soluklar diliyorum. Sadık Yemni
Öyle Bir Gölge Düştü ki Üzerime Basit bir çizgi roman okuru olarak, moderatörlüğünü Yunus Çengel’in yaptığı www.resimliroman. net sitesine yıllardır üyeyim. Günün birinde güzel bir fikir ortaya atıldı; üyeler arasında kendi çizgi roman senaryolarını yazmak ve paylaşmak isteyenler için sitenin ‘Forum’ sayfasında ‘Sizin Senaryolarınız’ bölümü
4
oluşturulmasına karar verildi. Hollywood Stili Yeşilçam Öyküleri yazan biri olarak, ben de bu bölümün yöneticisi oldum. Bir süre sonra bazı arkadaşlar senaryolarını göndermeye başladılar. Bu esnada, iyi de bunlar senaryo değil ki düpedüz hikâye diye eleştirenler, senaryoların özünde de bir öykü yok mudur diye karşı çıkanlar oldu. Tartışmalar devam ededursun, ‘Sizin Senaryolarınız’ varlığını sürdürdü. Bölüme ilgi gösterenlerden biri de Mustafa Emre Özgen’di… O zamanlar lise öğrencisi olan Mustafa Emre Özgen, yerinde duramayan, çizgi roman konusunda bir şeyler yapmak isteyen, iyi niyetli ve hırslı bir arkadaşımızdı. Bu delikanlı, yaşının verdiği dinamizm ve toylukla çılgınca bir görüş ortaya attı; “Gölge adında, aylık bir dergi çıkaracağım. İçeriğinde amatör çizgi romanlar, çizgi romanlar hakkında yazılar, pin-up çizimler ve yazmak isteyenler için öyküler olacak.” Doğrusu, böyle bir girişimin başarılı ve uzun ömürlü olacağını hiç sanmıyordum. Ona, bol şans diledim. Fakat Emre, benden çok daha azimliydi ve bu çılgınca fikre gönülden inanıyordu. Nasıl olduysa, elektronik posta adresimi buldu ve aramızdaki yaş farkının bir resmiyet yaratmasına izin vermeden – sonuçta her ikimiz de www.resimliroman.net sitesine üye olmuş birer çizgi roman hayranıydık – bana bir mesaj yolladı. “Oğuz Ağabey; Eli kalem tutan ve yazmayı seven biri olduğunu biliyorum. Ekim ayında büyük bir hayalimi gerçekleştireceğim; sadece sanal âlemde yayımlanacak olan Gölge e-Dergi’yi çıkartacağım. Sen de yazacağın bir öyküyle dergide yer alır mısın?” Mustafa Emre Özgen imzalı bu mesaj karşısında kim tepkisiz kalabilirdi ki? Bundan büyük bir mutluluk ve onur duyacağımı ilettim. Yazacağım öykü hakkında düşünmeye başladım. Beni yakından tanıyanlar yazdığım öykülerin başlığına büyük önem verdiğimi, hatta çoğunluklu hikâyemi bitirdikten sonra başlığını koyduğunu bilirler. Fakat bu defa önce başlığı buldum; Gölgelerin Gücü Adına!!! Hem derginin ismine uygundu, hem de benim yaşımdakilere güzel şeyler çağrıştıracak olan bir çizgi film kahramanının, He-Man’in sloganıydı bu… Dergiyi okuyacakların ilgisini çekeceğini düşünüyordum. Ancak 2007 senesinin Ekim ayında yayımlanan Gölge e-Dergi’nin ilk sayısında okurlarımı şaşırtmak amacıyla, öykümün içeriğini He-Man’den bambaşka şekilde tasarladım ve yazdım. Ne kadar başarılı olabildiğim hakkında çok net bir fikrim yok ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim; kapak dâhil sadece 19 sayfadan oluşan bu derginin ilk sayısında adımın geçmesinden büyük bir gurur duydum; bana bu mutluluğu yaşatabildiği için Emre’ye müteşekkirim. Bu sayede, benim gibi yolun yarısını çoktan arşınlamış, hayattan yediği tokatlar nedeniyle daha fazla direnmekten vazgeçmiş, hayallerinin ve beklentilerinin üzerine ölü toprağı sermiş insanların, bütün Dünya’yı tek eliyle döndürebileceğine inanan, rüyalarının farkında olup, her şartta bunların peşinde koşan, elini taşın altına koymaktan asla çekinmeyen, azimli ve çalışkan genç dimağlara her zaman ihtiyacı olduğunu gördüm.
5
Haberler
Röportaj
Buluğ çağındaki bir delikanlı, hayatıma yeni bir anlam katmış, elindeki küçük bir fenerle yolumu aydınlatmıştı; ben de yaşım ve hayat tecrübem sayesinde elde ettiğim projektörlük görevimi yerine getirmeliydim. Sadece arka arkaya 16 sayı boyunca öyküler yazmakla kalmadım, Ahmet H. Yüksel ile birlikte, 2. sayıdan itibaren Gölge e-Dergi’nin yayın kurulu üyelerinden biri oldum. İyi ki de öyle yapmışım… Bugün 4. yılını tamamlamış olan bu dergiye “emeği geçenlerinden biri” olmak benim için büyük bir mutluluk ve övünç kaynağı… İlk kez, siyah bir fon üzerine, kırmızı renkli yazılarla, 19 sayfalık bir Word dokumanı şeklinde okuruyla buluşan Gölge e-Dergi, günümüzde onlarca sayfadan oluşuyor, binlerce takipçisi var ve hâlâ (söz verildiği gibi) her ayın ilk gününde sizlerin beğenisine sunuluyor. Çok büyük bir çoğunluğuyla hiç karşılaşmamış olsam da, ilk sayıdan itibaren emeği geçen tüm dostlarıma ne kadar teşekkü r etsem azdır. İyi ki varsınız! Çünkü mutluluk, üretmek ve paylaşmaktır. Gölge e-Dergi de birlikte üretilen ve ilgi gösteren herkesle paylaşılan bir mutluluktur. Hep birlikte daha nice senelere… Sevgi ve saygılarımla,
İçimizden Biri
Ahmet YÜKSEL
Oğuz ÖZTEKER oguzozteker@yahoo.com
Bundan dört sene önce sizlere merhaba dedi Gölge e-Dergi. Bu sürecin ilk üç senesi boyunca yılmadan usanmadan onca işinin arasında ne yaptı etti, Gölge e-Dergiyi bizlerle buluşturdu hemde hiç aksatmadan ‘’Her ayın bir inde masa üstünüzde, İlk okuyan siz olun diyerek. Bizde istedik ki bukadar yazar, çizeri bir araya getirip okurları ile buluşturan dergimizin ilk ve kadim editörünü okurlarımıza daha yakından tanıtalım. GD-Ahmet uzun bir aradan sonra sana Gölge e-Dergi takipçileri adına tekrar merhaba demek istiyorum. Öncelikle dergi takipçilerinin seni daha yakından tanımaları için Ahmet Yüksel’den bahseder misin bize. AY-Bir özel tv kanalında yönetmenim. Kırk yaşıma girdim bu mayısta. Yüzük takmayı sevmesem bile mutlu bir evliliğim var. GD-Çeşitli platformlarda, yayınlarda Gölge e-Dergi macerasını okumuşluğumuz var, birde bu maceranın nasıl başladığını dergimizde anlatır mısın rica etsek. AY-Benim kardeşimle 6 sene kadar önce kurduğum bir web sitesi var. Adı hayalsaati. Hayalsaati çizgi roman üzerine yazılar yayınlayan ama çok geniş bir forum alanı olan, gün içinde bazen 20 bin defa ziyaret edilebilen bir siteydi o zamanlar. İyi arkadaşlıklar kurduk o dönemde. Genç arkadaşlar sitede yazıp
6
7
Fantasturka
Röportaj çiziyorlardı. Site giderleri çok artınca forum alanını kapatalım dedik ve o zamanlar genç hatta epeyce genç bir arkadaş Mustafa Emre Özgen “Ağabey, izin verirsen bir dergi kurup bunu sitenden yayınlamak istiyorum” dedi. O sıralar resimliroman sitesindeki arkadaşların da böyle bir fikri vardı. Mustafa dergiyi 1 sayı olarak yayınladı. Sonra “Abi bu dergi fanzin gibi olsun, 3-5 ayda bir yayınlayalım” dedi. Oysa ki okunma oranları falan filan güzel. “Mustafa sen yapamazsan yazar olarak kal, biz bir yayın kurulu kurup dergiyi devam ettirelim” dedim. Sonrası malum, patladı gitti ; GD-Tam dört senedir dergiyi hiç aksatmadan takipçileri ile buluşturdun, bunu nasıl başardığını merak ediyoruz. AY-Zor değil aslında. İnsanlara güvenle ilgili. Ben insanlara güvendim, onlar da bana güvendi, ben okura güvendim onlar da bana güvendi. GD-Gölge e-Dergi editörlüğü sana neler kazandırdı, neler kaybettirdi? AY-Bu iş bir şey kazandırmaz, özellikle fantastiğe dair bir şey yapıyorsanız sadece sağlam dostlar kazanırsınız. Daha ne isteyebilirsiniz ki. GD-Bu süreç içerisinde eminim ki bir çok farklı olaylar yaşadın, senin için ilginç olan ya da senin hayatında iz bırakan bir anını paylaşabilir misin bizlerle. AY-Hayalsaati’nde dergiyi yayınlarken site çöktü, hayalsaati sürekli saldırı almaya başlayınca dergiyi yayın problemi başlamıştı. Ne yapalım derken “bu bir kazanç sağlamayı düşündüğümüz macera değil, ücretsiz portallarda devam etsin” diyerek bir gecede dergiyi blogspota taşıdık. GD-Bu sayı ile Gölge e-Dergi yayın kurulundaki yerini tekrardan alıyorsun hayırlı olsun. Bundan sonrasında dergi için neler yapacaksın, eminim ki yeni ve güzel projelerin vardır, bir kaçından bahseder misin? AY-Projeler yok kafamda. Ama Gölge için bir misyon ve vizyon soruyorsanız; Gölge fantastiğe destek vermekten çok fantastiğin kendisi. Zaten kadroda Sadık Yemni, Oğuz Özteker, Mehmet Kaan Sevinç, Nadir Derin gibi arkadaşlar varken pek bana da yer yok gibi o yıldızlar takımında ama bakalım zaman ne gösterecek. Yine de birşeyler söyle derseniz; çizgi roman ve öykü sayılarını özledim. Hayatlarının ilk öykülerini ilk çizimlerini yayınlatan gençleri tanımayı özledim. Kadim editörümüz Ahmet Yüksel’e bu güne kadar Gölge e-Dergiye yapmış olduğu katkılarından dolayı çok teşekkür ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz. Röportaj: Mehmet Kaan SEVİNÇ
8
FANTASTURKALAŞMAK!!!
Çetin İnanç Söyleşi
23-25 Eylül tarihlerinde Ankara, Kızılırmak Sineması’nda, ülkemizde emsaline rastlayamadığımız bir gönüllü festival gerçekleşti. Fantasturka, hem avantürperest yeni nesil izleyiciyi hem de Fantastik Türk Sineması’nın ustalarını buluşturan bir festival olarak; benzer organizasyonların ancak ve ancak dayanışma ile daha lezzetli hale getirilebileceğinin açık bir kanıtı oldu! Gelin festivale dair notlara şöyle bir göz atalım! -Bir festivali festival yapan en önemli unsurun seyirci olduğunu unutmamak gerekiyor. Fantastik Türk Sineması, yıllar yılı seyircinin gözünün önünden çekildi ve aşağılanarak küçük görüldü. Bunun en önemli sebebi ise hiç kuşkusuz, x ve y gibi belli başlı bilinmeyenler ile anılan yeni jenerasyonun, bu filmleri vücuda getiren ustaların meramını anlayamamış olmalarıdır. İşte Fantasturka’yı gerçek anlamda bir festival yapan da bu kuşak soğukluğunun ortadan kaldırılması oldu. Ustalar ile izleyici yan yana geldi! Tıpkı Giovanni Scognamillo’nun da dile getirdiği gibi “Yeşilçam’da bir film çekmenin başlı başına fantastik bir hadise olduğu” gerçeği, örnekler ile zenginleştirildi. Dahası, tuttuğunu koparan bir katılımcı topluluğu vardı Fantasturka’da! Belli başlı teknik aksaklıklar karşısında seslerini çıkartmadan bekleyen, ama bu aksaklıklar sebebi ile gösteriminin iptal olduğu söylenen Kilink : Soy ve Öldür söz konusu olduğunda ise kaplan kesilen bir kitle! Neyse ki karşılıklı hoş görü ve dayanışma, irili ufaklı bütün sıkıntıların üstesinden gelmeye yetti de arttı!
9
Fantasturka
Fantasturka
- Yılmaz Atadeniz, Safa Önal, Çetin İnanç, Kunt Tulgar ve Levent Çakır gibi usta isimleri seyirciyle buluşturarak, Yeşilçam Fantastik Sinemasının devlerine, izleyicinin vefa borcunu ödemesine ön ayak olan; başta Ali Murat Güven ve Kerem Akkoyunlu olmak üzere, “İkinci El Kısa Metrajlı Film Festivali” bünyesinde yer alan Duygu Gür, Esma Kor, Alper Dağlı ve İlker Kocatepe’nin durmadan koşturduğu ve kanaatimce bu büyük uğraşlarının meyvelerini ilerleyen yıllarda da fazlasıyla toplayacakları bir girişimdi Fantasturka! Her şeyden önce, Türk Fantastik Sinemaseverlerinin hiç de öyle sanıldığı kadar yalnız olmadığını açık bir şekilde kanıtladılar cümle aleme! - Fantasturka’nın diğer önemli özelliği ise, sosyal medyada bir şekilde iletişim halinde bulunan fakat birebir tanışma ve muhabbet edebilme şansı bulamamış bazı yazarları da bir araya getirmiş olmasıydı. Hal böyle olunca da, izleyiciyi daha çok film ile buluşturma isteği sebebi ile kısa tutulan ihtiyaç molaları ile doyumsuz fuaye muhabbetleri arasında zorlu tercihler yapmamız gerekti. - Benim jenerasyonumun pek de sıcak bakmadığından bahsetmiştim bu avantür hadisesine! Aslında sosyal medyada her ne kadar belli yazarlar, eski söylemlerinin ucunu törpülemiş gibi görünse de bu küçümsemenin yaş ile alakası olmadığı bilinen bir gerçek! Bilinmeyen ya da israrla görmezden gelinen ise, halihazırda, Fantastik Türk Sineması’na gönül veren ustaların cebelleştiği ve yer yer trajikomikleşen zorluklar! Bu bakımdan festivalin en doyurucu kısmı, hiç kuşkusuz usta yönetmenler ile gerçekleştirilen ve atmosferdeki samimiyet sebebi ile de tadına bir türlü doyulamayan söyleşiler olduğunu rahatlıkla iddia edebilirim. - Festivalin en buruk tarafı ise, Metin Demirhan’ın her zaman hayal ettiği bir projeye, aramızda o olmadan tanıklık etmekti. Aslında aramızda bir yerlerde olduğunu biliyorduk ama yüzünü göstermedi bizlere! - Fantasturka, elbette ki piyasadaki pek çok festivalin mevcut ödeneğinin onda birine bile sahip değildi. Bununla birlikte, sık sık dile getirdiğim gibi son yıllarda beni en çok heyecanlandıran festivallerden biri olduğunu şuraya bir yere karalamam gerek! Mevcut seçkisi, genç izleyiciye, fantastik sinemanın üstatlarına saygılarını sunma şansını bahşetmesi, keyif veren muhabbetleri ve birbirine uzak kalmış fantastik sinema severleri bir araya getirme gibi bir lüksü önümüze sermesi bakımından, son yılların en mühim sinemasal hadiselerinden biri olduğunu iddia edebilirim. Tıpkı festival süresince sık sık tekrar edildiği gibi; Bu filmlerin her biri birer masaldı ve bizler bu masalları dinlemekten her zaman keyif aldık…Fakat gerçek şu ki kulaklarımızın bu masalları daha fazla duymaya ihtiyacı var! Nice Fantasturka’lara!!! Fatih YÜRÜR
10
Fantasturka 2011’de Ustalarla Birlikte
23-25 Eylül 2011 tarihleri arasında Ankara Kızılırmak Sineması’nda meraklılarının nicedir eksikliğini çektiği bir festival düzenlendi. Bir dönemin Fantastik Türk Filmleri’ne odaklanan festival Fantasturka adını taşıyordu. Festival 5 yıldır Ankara’da düzenlenmekte olan 2. El Kısa Film Festivali’ni düzenleyen ekip tarafından düzenleniyordu. Sinema yazarı Ali Murat Güven de festivale destek veren isimlerden biriydi. Festival süresince filmlerden önce o filmle ilgili bilgiler verdi, söyleşilerin takdimlerini yaptı, ustalara saygılarını sundu. Aynı zamanda Öteki Sinema ve Ters Ninja gibi bu fantastik sinemaya ilgi duyan sinema blogları da festivalin destekçilerindendi. Festival, Mesut Kara’nın Fantastiğin Sineması adlı belgeseli ile başladı. Belgesel Fantastik Türk Sineması ile ilgili geniş kapsamlı bir yapımdı. Bu tür sinema ile ilgili önemli kişilerle söyleşiler içeren ve süper kahramanlardan kovboylara, bilim-kurgudan korkuya kadar pek çok alana yayılan bu sinemadan örnekler barındıran bir belgeseldi. Fantastik Türk Sineması’na giriş dersi niteliği taşıması ile festivale iyi bir giriş oluşturdu.
11
Fantasturka
Fantasturka
Levent Çakır, Yılmaz Atadeniz
Kunt Tulgar Söyleşi
Festivalde 1960’ların sonlarından 1980’lerin başlarına kadar yayılmış bir dönemden 10 adet uzun metraj film izledik. Bunların arasında ağırlıklı olarak kostümlü süper kahraman filmleri vardı. Klink Uçan Adam’a Karşı, Yılmayan Şeytan, Süpermen Dönüyor bu türe dahil edebileceğimiz filmlerdi. Yine aynı türdeki 3 Dev Adam filmi Kaptan Amerika ve Örümcek Adam’ı aynı filmde buluşturması ile dikkat çekiyordu. Üstelik bu filmde Örümcek Adam kötü adamdı. Amerikalılar Avengers ile ancak önümüzdeki yıl bir süper kahramanlar buluşması yapabilecekken 1973’de yapılmış bir filmde bu iki kahramanı birlikte izlemek gerçekten ilginçti (Örümcek Adam’ın bizim bildiğimiz Örümcek Adam ile pek bir alakası olmadığını söylemeden geçmeyelim yine de). Bir süper kahraman sayılmasa da Zagor da elbette o yılların çok önemli bir figürüydü (çizgi roman severlerin büyük bir kısmı için hala öyle). Türkiye’de ve dünyada yapılan iki Zagor filminden biri olan Zagor: Kara Bela’da programdaki filmlerden biriydi. Yakın zamanda ülkemizde çıkan DVD’sinden gösterilen filmi gerçekten temizlenmiş bir kopyadan izledik. Oyuncuların hemen hepsinin rollerine ne kadar oturduğunu görerek ayrıca takdir ettik. Aynı zamanda Zagor rolündeki Levent Çakır da festivalin konuklarından biriydi. Turist Ömer Uzay Yolu’nda elbette Sadri Alışık’ın oyunculuğu ile değer kazanan bir bilim kurgu komedi idi. Programdaki diğer filmlerin aksine bu film bilinçli bir taşlama olmasıyla da önem taşıyordu. Ayrıca sinema tarihindeki ilk uzun metraj Uzay Yolu filmi de buydu. Festivalin anlatılmaz, yaşanır denebilecek filmlerinden biri de Ölüler Konuşmaz Ki adlı korku filmiydi. 1970 yapımı bu film belli bir noktasına kadar dönemin B sınıfı Amerikan filmleriyle boy ölçüşebilecek bir yapımken hikaye bir anda başlangıcı ile tamamen farklı karakterlerle bambaşka bir noktaya gidiyordu. Filmin en önemli özelliklerinden biri ise Saadettin Erbil’in film boyunca defalarca duyduğumuz korkunç mu demeli komik mi demeli bilemediğim kahkahaları idi. Bir de uzun filmlerin aralarında izlediğimiz kısa filmler vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu kısa filmlerin büyük bir çoğunluğu amatörlüğü aşamamış yapımlardı. Kısa filmler arasında en dikkat çekenleri festivali de yakından takip eden genç yönetmen Can Evrenol’un filmleriydi. Aslında farklı festivalleri takip edenler Evrenol’un filmlerinin hemen hepsini daha önce izlemişlerdi ama 5 kısa filmini bu festival kapsamında görmek de güzeldi. Kendisinden bir uzun film bekliyoruz artık.
12
Festivaldeki filmleri izlemek de pek keyifliydi ama asıl keyiflisi ustalarla yapılan söyleşileri takip etmek, onların bazen neşeli bazen duygusal anlarına tanıklık etmek, geçmişten gelen anılarını dinlemek idi. Sinemamızın Zagor’u Levent Çakır, Süpermen Dönüyor’un yönetmeni, tam bir sinema adamı Kunt Tulgar, Dünyayı Kurtaran Adam’ın yönetmeni Çetin İnanç ve fantastik sinemanın belki de en üretken ve başarılı ismi Yılmaz Atadeniz festivalin konuklarıydı. Ayrıca her ne kadar fantastik sinemaya el atmamış olsa da 400’e yakın senaryoya attığı imza ile kırılması güç bir rekorun sahibi olan Safa Önal da dostlarını yalnız bırakmamıştı. Bu isimlerden hayatlarını hiçe sayarak bu filmlerdeki aksiyon sahnelerini canlandıran oyuncuları, neden bu filmleri çektiklerini, başrol oyuncusuna fark ettirmeden aynı anda iki film birden çekmenin inceliklerini, Türk Süpermen’inin nasıl uçtuğunu, başlarındaki sansür belasını ve daha nice anıyı dinledik. Ustalar o günün şartlarında yaptıkları filmlerden gurur duyuyorlardı, biraz da kırgınlardı doğrusu. Ne de olsa senelerce pek çok seyirciye ulaşmış olsalar da önemsenmemiş, bir kesim tarafından yok sayılmışlardı. Bu festivalde onları seven genç seyircilerle karşılaşmak onları hem sevindirmiş hem duygulandırmıştı. Hele Levent Çakır’ın kapanış törenindeki duygulu konuşması ve ona verilen onur ödülünü sinemaya hayatını adamış ve sette hayatlarını kaybetmiş dublör arkadaşlarına adadığını söylemesi gözlerden birer damla yaş düşmesine neden oldu. Bu güzel ve sıra dışı festivalden söz ederken kendilerine onur ödülü verilen iki ismi daha anmadan geçmeyelim. Biri bu tip kıyıda köşede kalmış filmlerin genç kuşak tarafından keşfedilmesinde en büyük paya sahip olan isimlerden biri olan Metin Demirhan. Diğeri ise bu filmlere tutkuyla bağlı, henüz Türkiye’de DVD’leri yokken Yunanistan’da DVD’lerini basan Vassilis Barounis. Zaten festivaldeki filmlerin büyük bir çoğunluğu da bu DVD’lerden gösterildi. Demirhan’ı 2007 yılında kaybetmiştik. Vassilis Barounis’in ise festivale gelip ödülünü kendisi alması düşünülüyormuş ama geçtiğimiz yıl beyninde çıkan bir tümör sonrasında bu yıl da felç geçirmesi bu planlara engel olmuş. Ödülünü Kunt Tulgar, Yunanistan’a gidip elden verecek. Kendisine acil şifalar dileyelim ve gelecek yıl aramızda olmasını umalım. Bize bu farklı festivali kazandıran herkese teşekkürlerimizle seneye daha uzun, daha büyük bir salonda, teknik sorunlardan arınmış bir festival dileğiyle, Fantasturka ile daha nice yıllara diyelim. Bu festival dışında yabancı fantastik filmlere ayrılmış bir festivalimiz de olsa ne güzel olur diyerek de ekleyelim. Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com
13
Haberler
Arrivederci Sergio Bonelli
Bizim çocukluk çağlarımıza denk gelen günlerde bilgisayar, internet, 3d oyunlar, simülasyonlar vb. teknolojik oyuncaklar yoktu ne yazıkki. Bizlerin en güçlü oyuncağı hayal dünyamızdı. Yanı sıra, plastik top, plastik su tabancası, ucuz penyelere kötü baskılı Tarkan tişörlerini sırtımıza geçirdik mi elimizde derme çatma tahtadan kılıçlar, söğüt dalından yapılmış rüzgardan hızlı koşan atlarımıza atladıkmı tutabilene aşk olsun. Plastik top patlayana kadar peşinde koşturup, sonrasında kızılderili kovboy savaşına başlar su tabancaları ile birbirimizi ıslatırdık.Tamam çok salakça oyunlardı belki ama bu kadar çok apartman arasında oynayacak yer bulamayan çocukların aksine biz manitunun uçsuz bucaksız çayırlarında özgürce koşup oynayabildik. Bu basit oyuncaklarımızın haricinde, basit oyunlarımızı destekleyen, hayal dünyamızı besleyen en önemli dostlarımız ise kitaplarımız ve tabiki çizgi romanlarımızdı. Teksas, Tommiks, Kinowa, Redkit, Tarkan, Karaoğlan sayfaları arasında uçsuz bucaksız çayırlarda maceradan maceraya koşar mutlu sona ulaşmak için bir hafta sonraki dergiyi beklerdik. Bu çizgi kahramanların arasına yeni bir kahraman daha katıldı bir zaman sonra Baltalı ilah Zagor-Tenay .Kırmızı tişörtlü, tabancasını beline ters bağlamış, elinde baltası ‘’Aaaaaahhhhyaaaaakkkk ‘’diye bağıran, daha sonrasında yanına yamanan başının tatlı belası sevgili fıçısı obur Çiko tam adıyla ‘Çiko, Felipe, Kayetano, Lopez, Martinez’’ ile birlikte bir maceradan başka bir maceraya sürüklediler bizleri dur durak bilmeden. Bütün çocuklar Zagor olmak istediği için kavgalar çıktı aramızda, ben Zagor olacam, hayır neden sen oluyorsun asıl ben Zagor olacam diye. Hafif kilolu arkadaşların konumu baştan belliydi zaten, onlar sevimli fıçımız Çiko’muz olmayı sessiz sedasız kabullenmişlerdi çoktan.
14
Gel zaman git zaman hafiften büyümeye, palazlanmaya başladığımız Zagor’culuk oynamaktan sıkılmaya başladığımız anlarda hayal dünyamızı yeniden tetikleyecek yeni bir kahraman çıkıp geliverdi göklerden. Hemen yanındaki koltukta yerlerimizi alıp tekmelemeden çalışmayan pırpırı ve Mister No ile birlikte Amazonas’ın balta girmemiş zümrüt ormanlarının üstünde, mavi bulutların arasında binbir tehlike içerisinde zorlu maceralar yaşadık. Yaşça, bedence belki büyüdük ama, kocaman büyümeyen çocuklar olarak kaldık bu dostlar sayesinde. SASAV Sanatçılar ve Sanatseverler Vakfında Karikatür sanatında 60.onur yılı için kişisel karikatür sergisi düzenlediğimiz usta karikatürist Cafer Zorlu’yu evinde ziyarete gittiğimizde 87 yaşında ama hala büyük bir keyifle Zagor, Teks, Büyülü Rüzgar, Martin Mystre okuyordu. ‘’Yediden Yetmişyediye Herkesin Dergisi’’ yazısı yer alırdı eskiden dergilerin üzerinde, Cafer baba bunun yaşayan ispatıydı. Yediden Yetmişyediye hepimizin ortak paydası bu çizgi romanların yazarı, yayıncısı, hayal dünyası tetikçisi Sergio Bonelli’de aramızdan ayrıldı, Zagor, Çiko, Mister No ve daha bir çok çizgi kahramanı bizlere miras bırakarak. Beklide Mister No’nun pırpırına binerek en sunturlusundan ağız dolusu bir Puxsa Vida çekip hayata, gittiler. Arrivederci ‘’Padre’’ Sergio Bonelli Mehmet Kaan SEVİNÇ
15
Haberler
Haberler
Cafer Zorlu
Sanat Hayatının 60. Onur Yılı Kişisel Sergisi
Çizgi dünyasının yakından tanıdığı duayen Yener Çakmak ağabeyimizde aramızdaydı. Ayrıca Gölge e-Dergi ekibinden, Kahramanlar Sinemada sayfasının editörü Hakan Tunga Kalkan ve Çrop editörü Ümit Kireççi de ustayı sergisinde yalnız bırakmadılar. Sergide bulunanlar arasında Çarşaf Mizah Dergisi ekibinden, Sadık Üçok, Yetkiner Ulukılıç, Ali Olgun, Faruken Bayraktare, Mehmet Dal’da vardı Coşkun Göle, Atilla Atala, Murat Sevinç ve daha bir çok değerli çizer büyük ustayı bu mutlu gününde yalnız bırakmadılar. Gölge e-Dergi editörü Mehmet Kaan Sevinç üstad Cafer Zorlu’ya onur plaketini takdim ederken yaptığı konuşmada ilerleyen haftalarda çizgi dünyasının bir çok usta çizerini, düzenleyecekleri karma ve kişisel sergilerle, sanatseverler ve hayranları ile bir araya getireceklerinin sözünü verdi. Gölge e-Dergi
Gölge e-Dergi editörü, Sanatçılar ve Sanatseverler Vakfı yönetim kurulu üyesi, işletmecileri Mehmet Kaan Sevinç ve Gülhan D Sevinç’in küraotör’lüğünde; Türk mizah dergiciliğinin kilometre taşlarından Akbaba Mizah Dergisi'nin ve spor karikatürlerinin yaşayan son ulu çınarı,Türk karikatür sanatının büyük ustalarından Cafer ZORLU’nun sanat hayatının altmışıncı yılı onuruna, SASAV-Sanatçılar ve Sanatseverler Vakfı'nda düzenlenen sergi 24-09-2011-Cumartesi günü açıldı. Çok sayıda sanatsever ve hayranının katılımı ile gerçekleşen sergide Cafer Zorlu Usta’da ilerleyen yaşına rağmen sergide sevenleri ile buluştu. Cafer Zorlu, Bab-ı Ali deki dostları ile tekrar bir araya gelmenin mutluluğunu yaşadı. Üstad karikatürist düzenlediği ilk kişisel karikatür sergisinde kokteyl olarak konuklara çok sevdiği kurufasulye pilav ikramında bulunmuş. Bu sergisinde de kokteyl olarak ustaya ve gelen konuklara kurufasulye pilav ikramı, hem ustaya hemde gelen konuklara hoş bir sürpriz oldu. Sergiye gelen konuklar arasında, çizginin büyük ustaları Ersin Burak ve Ragıp Derin vardı.
16
17
Haberler
Haberler
SASAV
(Sanatçılar ve Sanat Severler Vakfı)
Dört senedir sanal alemde yer alan Gölge e-Dergi’nin beşinci yayın yılına başlarken gerçekleştirdiği bir başka yenilik’de artık fiziksel bir adresinin olmasıdır. Vakıf binasında düzenlenecek çeşitli etkinliklerle dergimizin yazar, çizer ve takipçilerini bir araya getireceğiz. Dileyen arkadaşlarımız pazartesi günleri haricinde saat 11.00 ile saat 18.00 arası ziyarete gelebilirler. Giriş katta bulunan sanat galerisindeki sergileri gezdikten sonra en üst kattaki deniz ve adalar manzaralı kafeteryamızda çayınızı içerken sohbet edebilirsiniz. 01-10-2011 tarihinden itibaren başlayacak olan konusunda uzman hocaların vereceği çeşitli kurslar aracılığı ile sanatsal yeteneklerinizi geliştirebilirsiniz. Gölge e-Dergi’nin yeni buluşma adresinin ilk ziyaretçileri artık dergimizin vazgeçilmez kahramanı RüyAdam’ın yazar ve çizeri Berçem Gözde Ölmez ile Fatih Yürür oldu. Berçem beyaz tahtaya yeni maceranın ip uçlarının ilk çizimlerini yaparken Fatih’de piyanoda klasik eserleri çalarak Gözde’ye ilham verdi.
Resim Fotoğraf Grafik Tasarım Karikatür Çizgiroman Yaratıcı Yazarlık
Gitar Keman Piyano Yan Flüt
Bu yıl ki düzenlenecek 7. Uluslararası Çizgi Roman ve Karikatür Festivali "Prizren 2011" Kosova, Special Guest olarak ünlü Zagoron
Yalı Mah. Küçükyalı Cad. No: 19 (Kız Meslek Lisesi Arkası)
18
Maltepe-İSTANBUL Tel.: 0216 370 31 62
çizeri Mauro Laurenti ve Türkiye'den 4 sanatçı yer alacak. 19
Röportaj
Röportaj
Giovanni Scognamillo Röportajı -3Giovanni ve Edebiyat Üzerine
Gölge: Sayın Giovanni Scognamillo, çizgi roman ve resim üzerine yaptığımız söyleşilerden sonra şimdi de sizle edebiyat üzerine konuşacağız. İlk olarak Giovanni Scognamillo küçükken neler okurdu diye söyleşimize başlamak istiyoruz? Giovanni Scognamillo: Okuma yazma öğrenmeden önce her çocuk gibi basılı ve resimli malzeme (kitap/dergi) meraklısıydım, bunların arasında resimli masal kitapları (fantastik ile ilk karşılaşma) ve sonraki aşamada çocuk dergileri, giderek çizgi romanlar, önemli bir yer tutarlardı. Kaç yaşımda olduğumu anımsamıyorum (henüz okul çağında değildim) ama bir Noel gecesi hediyelerimi görmek için oturma odasındaki Noel ağacına yaklaştığımda ilk el attığım şeyin bir resimli kitap olduğunu (köylü hizmetçi Becassine’in maceraları) hiç unutmadım. Sürekli olarak annemin bana aldığı bir haftalık çocuk dergisi olan Fransızca “Le Journal de Bebe” (Bebeğin Gazetesi) nin bir cildi halen kitaplığımda. G: Yine küçük yaşlardayken tanıştığınız ve sizin hayatını değiştiren bir yazarın olduğunu biyografi kitaplarınızdan okuduğumuz kadarıyla biliyoruz. Bu yazarın ismi de Edgar Allan Poe. Bu söyleşiyi okuyan çoğu okurumuz için Poe farklı anlamlar ihtiva etmektedir. Peki, sizin için ne ifade eder? Bize Poe’yu tanımlayabilir misiniz?
20
G.S.: Poe’yu 14-15 yaşında iken keşfettim Yüksek Kaldırım’daki bir sahafta, hem de Charles Beaudelaire’in Fransızca çevirisinin ilk baskısı olarak. Oldukça değerli olduğundan yıllar sonra oğluma hediye ettim. Poe benim için bir darbe oldu, çok okuyordum o yaşlarda, adeta elime geçen her şeyi okumaya çalışıyordum. Poe benim için tümden yeni ve değişik bir dünyanın (bir marazi dünyanın), karanlık bir dünyanın, çatışmalı bir dünyanın, çok derin, ifade edilemeyen, gizli, çok incelikli bir dünyanın kapılarını açtı. Sherlock Holmes’u okumuştum ama Dupin ve içinde hareket ettiği Paris çok değişik bir boyut içinde karşıma çıktılar. Dupin ve Roderick Usher, birinde mantık diğerinde ifade edilmesi zor, ifade edilmesi yasak duygular. Poe’nun ve kahramanlarının çırpınmaları, kendileri ile çatışmaları, onları saran ve içlerinde barındıkları duygular beni iyice sarstı – ve halen sarsıyor. Poe gitgide devleşti gözümde, içimde oluşan dünyanın bir parçası oldu. G.: Bir yazar olarak hayatınızın büyük bir kısmını yazmaya adadınız. İster araştırma, ister sinema tarihi, ister çeviri, isterse de roman ve öyküleriniz olsun hayatınızda daima var oldu. Peki, yazma tutkunuz nasıl ve ne zaman başladı? G.S.: Yazma tutkusu resim tutkusundan çok daha sonra başladı pek tabii, başladığında da pek bir tutku şeklinde olmadı. Çok okuyan, bir noktadan sonra iyi kötü yazmayı dener ve ilk denemelerinde kimi işaretler verir. Benim ilk denemem bir korku öyküsü oldu, Humphrey Bogart’ın oynadığı “Dr. X” filminden yola çıkarak. Hiç başarılı olmamasına rağmen devam ettim ve bir korku romanına başladım: Bir köy vardı, gizemli bir şato ve onun kadar gizemli Hintli bir uşak. Romana başladım ama ilk sayfada kaldı. Devamı, konusunu unuttuğum, üç perdelik bir tragedya olarak düşündüğüm ve İspanya’da geçen ölü doğan bir çalışma oldu. Sinemaseverdim, sinema tutkunu idim ama tiyatrodan pek uzak kalmıyordum sinema ile bir ikili teşkil ettiğinden. Devamı, bir perdelik oyun oldu ki onu tamamlayabildim. Odasından çıkmayan yatalak bir delikanlıyı anlatıyordu. Bir ara, ortaokul öğrencisi iken kısa öykü yazmaya başladım, o yaştaki tecrübemle erotik öyküler yazdım, bir defterde topladım ve o defter sınıfın el kitabı oldu. G.: “Beyoğlu Kabusları ve Diğer Öyküler” ve “Dehşet Öyküleri” adında iki öykü kitabınız var. Peki, bu kitaplardan yola çıkarak basılı olan ya da olmayan, Türkiye’den yayınlanan ya da yayınlanmayan öykülerinizin içeriğini genelde neler oluşturdu?
21
Röportaj
Röportaj
G.S.: Profesyonel olarak öykü yazarlığım bir Fransız dergisinde başladı: Paris’te yayınlanan “Voila Magazine” de. Bir kahraman yarattım, Fransız bir Interpol ajanı ve onun İstanbul, İzmir, Yunan Adaları, Roma, İsrail, İsveç, Portekiz gibi yerlerdeki maceralarını ve aşklarını anlattım. Bir ara bir Fransız yayıncısı o öyküleri kitaplaştırmayı düşündü, o yıllarda Fransa’da bir dizi polisiye film ile ünlenen – ve İstanbul’da da konser veren – Amerikan oyuncu ve şarkıcısı Eddie Costantine, yarattığım karakterle ilgilendi ama devamı gelmedi. Bir on yıl öncesi o öyküleri Türkçeye çevirdim ama yayıncım beni yarı yolda bıraktı. G.: Yiğit Değer Bengi’nin hazırladığı “1002. Gece Masalları” kitabında “Kabuslar Mağarası” adında fantastik bir hikayeniz de var. G.S.: Evet, ben “Kabuslar Mağarası”nı fantasy- fantastik sayıyorum, o türde ilk ve şimdilik tek denemem. G.: Peki fantastik edebiyat ile aranız oldu? (Bu ne biçin bir soru? Anlamadım!) G.S.: Fantastik edebiyat bir tümdür ve değişik kategoriler çıkartılabilir, fantasy bir kategorisi, bilim kurgu bir başkası, fantastik kurgu bir üçüncüsü. Fantasy türü, Tolkien hariç, beni fazla ilgilendirmedi, birkaç romandan sonra monoton ve tekrarlara bağlı buldum. Şatolardan, ejderhalardan, uzun ve maceralı yolculuklardan, kalıp kahramanlardan sıkıldım. Ola ki henüz değerini anlayamadım. G.: Yaşayan bir tarih olarak size karşılaştırmalı bir soru sormak istiyoruz. Geçmişte farklı ülkelerde fanzin yazarlığı yaptınız. Günümüzde ise fanzinler yerini daha çok sanal olarak sunulan blog ve internet kültürüne devretti. Ve kısaca “klavyesi olan yazar” anlayışı ortaya çıktı. Fanzin yazarlığı ile blog ya da web sayfalarında yapılan yazarlığı karşılaştırabilir misiniz? G.S.: 50’lı ve 60’lı yıllarda ABD fanzinlerinde, özellikle bilim kurgusal konulu olanlarda, çokça yazı yazdım. O dönem fanzinler öncü ve bağımsız, amatörce ama tutkulu yayınlardı ve görevlerinden biri de yeni yazarları sergilemekti (Bradbury dâhil). Blog okuru pek değilim, itiraf etmeliyim. Fanzinler hem genel hem özeldi, profesyonelliğe kayanlar vardı, bloglar ise çok daha kişisel. Ancak blog yazarlığında salt hevesliler değil de meslekten yazarlar da var, öte yandan kimileri için blog bir çeşit günce de oluyor. G.: Öykücülük ve fanzin geçmişinizden sonra şimdi de birkaç soruyla romanlarınıza geçelim. İlk romanınızı “Frankenstein’ın Laneti” olarak kabul edebilir miyiz? G.S.: Evet.
G.: Yazarken beslediğiniz amaçlar nelerdi? Yalnızca yazmak mıydı, yoksa ülkemizde eksik olan bir türü okurlara ulaştırma çabası da güdüyor muydunuz? G.S.: Milliyet Yayınlarının bir ürünü olan Kara Dizi’nin editörü Tarık Dursun Kakınç benden Shelley’in romanını çevirmemi istedi. Oturdum ve romanı yeniden okudum. Okudum ve dizi için fazla klasik olduğu kararına vardım, elimdeki bir filmin diyalog listesini kullanarak yazacağım bir uyarlama teklif ettim. Kakınç kabul edince oturup iki haftada yazdım ve aynı yöntemi “Mumyanın Mezarı”nda da uyguladım, ama roman “Kara Dizi”de değil de Milliyet gazetesinde tefrika olarak yayınlandı. Her ikisinde çevirmen olarak göründüm, sonraki baskılarda ise yazar olarak. G.: En farklı romanınız olarak “Ziyaretçiler” romanınızı kabul edebiliriz. Kitabı yazım sürecinizden bahsedebilir misiniz? G.S.: “Ziyaretçiler” yayınlanan ilk özgün romanımdır. Neden yazdığımı henüz çözemedim ama yazmam gerektiğini biliyordum. Bir sabah uyandım, yataktan kalktım, çalışma odama geçtim, daktilonun başına oturdum ve yazmaya başladım. Aklımda adeta hiçbir şey yoktu, ne yazacağımı bilmeden yazdım, bir çeşit “otomatik yazı” olaylarında olduğu gibi. Sahifeler birbirini izledi rahatça, ta ki birkaç gün sonra tıkandığımı anladım. Anladım ve yön değiştirdim, daha önce “İstanbul Gizemleri”nde kullandığım bir malzemeyi (İstanbul’u tarih boyunca ziyaret eden yabancı gizemciler) ekledim. Kitap çıktığında adeta hiç satmadı ama önceki yıl kimi gizem meraklıları, kimi paralel dünya meraklıları tarafından keşfedildi, mailler ve telefonlar geldi, bana bir iki yeni arkadaş kazandırdı. Duyduğuma göre artık bir kült kitap, bir anahtar kitap sayılmaktadır. G.: Şu ana kadar korku, bilimkurgu, özel hafiye, dedektif, aksiyon, hatta fantastik türde öyküler ya da kitaplar yazdınız. En çok hangi türle kendinizi özdeşleştiriyorsunuz? G.S.: Belli ki ben bir türe bağlanamam, kafama estiğinde korku yazarım ya da başka bir şey. Tamamlanmamış yabancı dilde (Fransızca, İtalyanca) üç romanım var: biri bilimkurgu, biri casusluk, biri fantastik aşk, yayınlanmamış öykülerim var, proje dosyalarım var, başladığım ve tamamlamadığım araştırmalarım var, var da var. Bu yüzden kendimi bir türe bağlı göremiyorum. G.: Pek çok dilde yazı yazdığınızı biliyoruz. Malum farklı bir dilde yazı yazmak ayrı bir şey, öykü ya da roman yazmak ayrı bir şey. Kaç dilde öykü ya da roman yazdınız? G.S.: Bugüne kadar dört dilde yazdım : Türkçe, İtalyanca, Fransızca ve İngilizce ama sinema yazılarım Türkiye, İtalya, Fransa, İngiltere, ABD, Japonya, Hindistan, Norveç, Polonya gibi ülkelerde yayınlandı. G.: Değerli vaktinizi ayırdığınız için Gölge yayın kurulu ve okurları olarak teşekkür ederiz. G.S.: Ben teşekkür ederim. Röportaj-Fatih DANACI
22
23
Öykü
Öykü
Zil Alt tarafı kapı ziline basmıştım ama aslında fark etmeden çok büyük bir suç işlemiştim. Galiba. Dünyanın muhtelif yerlerinde uygulanan saçma cezalar hakkında bir önbilgim vardı (mesela Laos’ta kadınların en erotik yerleri ayak olarak görüldüğü için ayakları açık gezmelerinin yasak olması gibi). Bu tür gereksiz bilgilerle dolu birisi olarak kapı ziline basmanın hiçbir yerde yasak olmadığını rahatlıkla söyleyebilirdim; ta ki o güne kadar. Bir felaket senaryosunun başlangıcı gibi olduğunun farkındaydı yazar. Yeterince merak eden okura konunun aslını söylemeye karar verdi. Bir evin kapısını çalacağımız zaman ne yaparız? Kapının karşısına geliriz takriben eşikten 15-20 cm. bir mesafeyle dururuz, şöyle bir zilin yerine bakarız (apartmanda büyüyen nesiller olarak el alışkanlığıyla yerini bulmamız görme zahmetinden kurtulmamızı sağlar.) ve zile basarız. Aynen bu şekilde karşı komşunun kapı ziline basmamla başlamıştı her şey. Hiç evden çıkmayan yaşlı, aksi bir kapı komşusuna sahip olmadığımız için (zaten öyleleri Amerikalılara mahsus müstakil, virane evlerde otururlardı değil mi? Bize komşularının özel hayatıyla fazla ilgili, kötü kokan yaşlı komşular düşer genelde). Alelade bir şekilde zile basmamda sakınca görmemiştim. Giderek yaklaşan ayak sesleri, evde kapıya seğirten birisi olduğunu gösteriyordu. Sırtımı dikleştirdim (bünyeyi konuşmaya hazırlamak), nasıl girizgâh yapacağıma karar verdim (beyni konuşmaya hazırlamak). Kapı açıldı. Daha önceleri yüzüme kapı açıldığında sevinme, şaşırma, şaşırmama (bayram gibi misafire alışılmış günlerde) duygularını yaşattırmıştım insanlara ama ilk defa kızdırdığım biri karşımda duruyordu. (Biri demek nezaketsizce bir tavır bence. En iyisi ona asabi-komşu veya kısaca ‘Asako’ diyelim Asya ezgileri eşliğinde.) Asako bana doğru eğilerek ve neredeyse fısıldayarak ‘Yazıyı okumadın mı?’ diyor. Onu duymak için eğiliyorum ve kafam zile değil merdivenlere bakıyor. Ne yazısı mına koyim yanlış zile bassam doğru insan çıkar mı diye bir iç ses geçiyor aklımdan. Kapıda yazan isimlikten bahsettiğini zannediyorum. Kafamı kaldırmamla beraber parmağıyla zili işaret ettiğini görüyorum ve zilde bir şey yazdığını ilk defa fark ediyorum. Zilde yazı mı yazar lan? Kapı otomatları dışında hiç yazılı zil görmemiştim ve bugün bir ilk daha yaşıyordum. İlkler birbirini çeker diye übersonik bir tez yaratmadan zile doğru yaklaşıyor, yazıyı okuyorum.
24
Bulunduğum yerden okuyamamamın sebebi ise yazının yaklaşık 11’lik puntoyla yazılmış olması. Adeta okuyalım diye değil okumayalım diye yazmış Asako. “Bir zil yazısı şöyle der: Lütfen zile basmayın. Bebeğim uyuyor.” Bu bize ne anlatır? Dolaylı yoldan düşündüğümüz, yaşadığımız bu çağda, uyuyan bebeği uyandırmamak için zile basmamak gerektiğini anlamasını bekliyor Asako kapısına gelen herkesten. Benim ağzımdan bir gayriihtiyari ‘Aa’ çıkıveriyor. ‘Görmemişim.’ Bana zaferle bakıyor, hatamı gösterdiği için. İnsanlar olarak tiksinilesi bir huyumuz var. Kendi doğru yaptığımız bir şeyi başkalarının yanlış yaptığını görünce acayip zevk alıyoruz. Bu duygu, yazılıdan düşük not alınca sıra arkadaşının da düşük aldığını duyan öğrencinin sevinciyle aynı kökenden. Tüm sınıfın doğru, ama senin yanlış yaptığın soruyu anlatmak ve kendi doğrularını sana empoze etmek için bağrışan arkadaşlarını (kalleşler!) hatırlarsan ne demek istediğimi anlayacaksın. İşte Asako’nun sevinci de oradan geliyor ve içerden gelen sevincine ortak oluyor. İçerden gelen sevinç zile basmama rağmen bebeğin uyanmaması. Madem bir kere çalışta uyanmadı, bakalım kaçıncı çalışta uyanacak deyip Asako’nun pörtleyen gözleri eşliğinde zile abanıyorum. Desem ne güzel bir final olurdu. Ama maalesef bu fikir aklıma gelir gelmez, sanki alnımda sensor yanmışçasına bana “madem zili çaldın derdini söyle” bakışı atan Asako’ya ağzım cevap veriyor. (Duyuların kardeşliği…) “Ya aidat faturası bize gelmedi de haberiniz var mı?” “Niye ben soruyorsam sanki ben ödüyorum keşke annem sorsaydı durduk yere gerginlik” diye hayıflanan içsesimi susturmaya çalışıyorum çünkü Asako bana cevap vermek üzere ağzını açıyor. “Yönetici bilir.” Zafer sarhoşu gözlerinde artık “cevabını aldığına göre siktir olup gidebilirsin” bakışı var. Perde kapanır ama oyun bitmez. Bir de yöneticiyle muhatap ol şimdi diyerek asansöre biniyorum. Asansör yolculukları boyunca sıkılmamamız için konulan aynaya bakıyorum. Daha uzun süren yolculuklarda (ör: otobüs) uzun süre kendini seyretmekten insanların sıkılacağını düşünüp ayna koymuyorlar karşımıza. Biz de başkalarını seyrediyoruz (film). Tuhaf bir surat bakıyor bana ama duygu bileşimini çözemiyorum. Apartmanın dış kapısını ‘birazdan bu kapıdan geçeceğim ve bütün dertlerim uçup gidecek’ şeklinde metaforlaştırmayı düşünüyorum. Kapıdan geçiyorum. Ne bir parıltı okyanusu, ne hayali sesler. Bir şey olmuyor. Aniden gelen bir fikirle sağa dönüyorum. Kapı otomatlarıyla yüz yüzeyim. Bu fikrin beynimin derinliklerinde gizlenip doğru zamanı beklediğini mi, yoksa birden sol omzumun üstünde beliren bir Şeytancığın kulağıma mı fısıldadığını bilmiyorum. Umurumda değil de zaten. Elim alışkanlıkla bizim evin ziline gidiyor ama bu sefer aynı hataya düşmeyip zili okuyorum. Ve bir üstümüzdeki zile hayvan gibi abanıyorum. 5, 6 belki de 10. İnanın sayısını ben de bilmiyorum. Aldığım keyif basma sayısıyla orantılı değil. Hani bir sınavda baraj 50’dir ve biz 60 alsak da, 90 alsak da o sınav geçilir ya. 5 kere bassam da, 10 kere bassam da keyifliyim. Barajı geçtim: Bebek uyandı. Asako zili duyar duymaz kapıya koşuyor. Eğer tekrar karşı komşunun kızıysa bu sefer ağzına sıçacak ama kapıda kimse yok. Camdan aşağı bakmaya karar veriyor ama arka odadan yükselen bebek feryadı yüzünden rota değiştiriyor. O eski halinden eser yok şimdi. Kapıdan geçiyorum ve bütün dertlerim uçup gidiyor. Yazan: Begüm ERDEM
25
İllüstrasyon: Nihal AKKUŞ
Sinema
Sinema
Geçtiğimiz yılın yaz aylarında Emrah Serbes’in Her Temas İz Bırakır adlı kitabında yarattığı Behzat Ç. karakterinin bir televizyon dizisi haline getirileceği haberlerini duymaya başlamıştık. Bugün geldiğimiz noktada elimizde İnternet fenomenine dönüşen 38 bölümlük bir ilk sezon ve bu ay gösterime girecek bir sinema filmi var. Bu filmin arifesinde bir Behzat Ç. yazısı yazmak boynumuzun borcu oldu. Öncelikle Behzat Ç. karakteri ile edebiyat dünyasının ilk tanışmasına bakalım. Genç bir Ankaralı yazan olan Emrah Serbes, 2006 yılına kadar çeşitli dergi ve gazetelerde çıkan yazıları ile tanınıyordu. 2006 yılında, Her Temas İz Bırakır adlı ilk romanı kitapevlerinde yerini aldı. Bugün pek çok kişinin yakından tanıdığı Behzat Ç., Harun, Hayalet, Akbaba gibi karakterlerin ilk ortaya çıkışı bu romanla oldu. Hem polisiye kurgusu ve karakter yaratma becerisi hem de Ankara’yı betimleyiş şekli ile iyi eleştiriler alan bu roman çevresinde kendi hayranlarını da yarattı. 2008 yılında ise ilk kitaptan bir yıl sonra geçen Son Hafriyat piyasadaydı. Bu roman da ilk kitapla aynı beğeniyi hatta belki de daha fazlasını kazanmıştı. Serinin hayranları belki de üçüncü kitabı beklerken yazının başında da belirttiğimiz gibi romanın dizi uyarlamasının yapılacağı haberleri gelmeye başladı. Aradan geçen günlerde kitabın hayranları tarafından merakla beklenen dizinin fragmanı Star Tv ekranlarında dönmeye başladı. Bu fragmanda Behzat Ç. ve Harun karakterleri karşılıklı Ankara havası oynamaktaydı. Bu fragman eğlenceliydi belki ama bir o kadar da endişe vericiydi. Endişe verici olmasının nedeni, kitabın
26
televizyon dizisine dönüştürülürken sulandırılıp özünden çok fazla şeyi kaybetme ihtimaliydi. Her ne kadar Emrah Serbes kendi yarattığı karakterleri başıboş bırakmayıp dizinin yaratıcı ekibinin içinde yer alsa da ratinge endeksli televizyon dünyamızda karşımıza neyin çıkacağı belli olmazdı. Dizinin genel koordinatörü Serdar Akar ise en başta Gemide olmak üzere pek sevdiğimiz bazı filmlere imza atmış olmakla beraber, Kurtlar Vadisi gibi çok da hoşlaşmadığımız (dizinin sevenlerini karşımıza almayalım ama muhtemelen Behzat Ç. romanlarını sevenlerin önemli bir kısmının Kurtlar Vadisi ile ilgili fikri buydu) bir yapıtın da içinde yer almıştı. Gecenin Kanatları’nı ise Serdar Akar’ın çektiğini unutsak daha iyiydi galiba. Dizinin oyuncu kadrosunda Behzat Ç.’yi oynayacak Erdal Beşikçioğlu Ankara Devlet Tiyatrosu izleyicilerinin uzunca bir süredir tanıdığı, televizyon ve sinema izleyicisinin de pek çok dizi ve filmdeki başarılı rolleri ile hatırladığı bir isimdi. Behzat’ın abisi Şevket olarak kadroda yer alan Ege Aydan da çok daha tecrübeli ve en az Erdal Beşikçioğlu kadar başarılı bir isimdi. Bu isimler dizi için olumlu referansken “Var mısın Yok musun” ve “Survivor” yarışmaları ile tanınan Hakan Hatipoğlu ise dizi ile ilgili endişe yaratan unsurlardan biriydi. Kadronun geri kalanı, özellikle cinayet büronun has elemanları olan Harun, Hayalet ve Akbaba’yı canlandıracak oyuncular ise pek de tanınmıyordu. Romanların hayranları kafalarında bu soru işaretleri ile 19 Eylül 2010 tarihinde televizyon karşısına oturdular. Kitaplardan haberi bile olmayan bir grup seyirci ise güzel bir polisiye dizi izlemek hevesindelerdi muhtemelen. Gecenin bitişinde bu ilk bölümü izleyenler karşılaştıkları dramatik finalle televizyonun başında kalakalıyorlar, romanı bilenler eksikleri olsa da iyi bir uyarlama ile karşı karşıya olduklarını kabul ediyorlardı. Ancak onların kafasında da bir sezona yayılacağını düşündükleri ilk kitabın hikayesinin tek bir bölümde tüketilmesinden doğan yeni soru işaretleri de oluşmuştu. İkinci bölümde de ikinci kitap konu edilirse acaba ondan sonra işler nasıl devam edecekti? İlerleyen haftalarda bu endişenin yersiz olduğu, hem Emrah Serbes’in hem de senaryo yazarı Ercan Mehmet Erdem’in yaratıcıklarına güvenmek gerektiği ortaya çıktı. Haftalar geçtikçe dizinin hayranları artıyor özellikle İnternet’te çeşitli sözlüklerde ve sosyal paylaşım sitelerinde sürekli olarak diziden bahsedilmeye başlıyordu. Pek çok kişi diziyi İnternet’ten tanımaya başlamıştı. Gerçekten de ortada pek çok açıdan çok başarılı bir dizi vardı. Dizinin has hayranları oluşmuştu ama istenen izlenme oranlarını bir türlü yakalayamadığı da bir gerçekti. Bu dönem dizinin yayınlandığı gün değiştirilerek izlenme oranları arttırılmaya çalışıldı ama bu da başarılı olmadı. Emrah Serbes’in senaryosunu kendi yazdığı onuncu bölüm dizinin zirvelerinden biriydi ama bu noktada dizinin devam edip etmeyeceği
Behzat Ç: Bir AnKara Polisiyesi
27
Sinema
Sinema
hala belli değildi. Serbes’in kendi yaptığı açıklamalar bile “eğer dizi devam ederse” her on bölümde bir senaryoyu kendisinin yazacağı yönünde idi. Bu sıralarda yeni bir haber geldi. 13. ve 14. bölümlerde Nejat İşler diziye konuk olacaktı. Dizi ekibinden bunun rating için yapıldığına yönelik bir açıklama hiçbir zaman gelmedi belki ama dışardan bakan biri için bu hamlenin nedeni bu gibi gözüküyordu. Nedeni her ne olursa olsun bu bölümler ratinglerde bir tırmanmaya neden oldu ve gerisi de geldi. Artık dizinin yayından kaldırılması bir yana filminin çekilmesi de gündeme gelmeye başlamıştı. Dizi 20. bölümde İstanbul’a da konuk olurken Nejat İşler’in canlandırdığı Ercüment Çözer karakteri de dizinin ilk sezonunun ana kötüsü olarak bazı bölümlerde diziye konuk olmaya devam ediyordu. Artık dizi İnternet’te tam bir patlama yapmıştı. Her bölüm ile ilgili yüzlerce yorum yapılıyor, diziyi İnternet yolu ile tanıyan kitle giderek artıyordu. Bu sıralarda bir Behzat Ç. filmi de kesinleşmişti artık. Hatta filmin, ikinci roman olan Son Hafriyat’ı konu alacağı da açıklanmıştı. 30. bölümle yeni bir zirve yapan dizi, 32. bölümde Leyla ile Mecnun dizisi ile ortak birer bölüm de çekti (her iki dizinin karakterleri de diğer diziye konuk oldular ve bir dizide başlayan olay diğerinde sona erdi). Sezon finaline yaklaştıkça iyice hareketlendi, bölümlerde işlenen polisiye olaylar giderek etkisini yitirirken karakterlerin kişisel hikayeleri daha fazla ön plana çıkmaya başladı ve bazı kişilerin az çok tahmin ettiği, bazılarının da şok edici bulduğu bir finalle ilk sezon nihayete erdi. Filmin nasıl bir etki bırakacağını önümüzdeki ay göreceğiz. Ne de olsa film Antalya Altın Portakal yarışmasına da kabul edildi. Genellikle daha “ticari” sayılan filmler bu yarışmaya başvursalar bile ön elemeyi geçemezlerdi. Bu durum seyirciler kadar eleştirmenlerin de filmi başarılı bulacağının ilk göstergesi sayılabilir. 28 Ekim’de gösterime girecek olan film ve Kasım’da Tv-En’de başlayacak olan ikinci sezonun neler getireceğini göreceğiz.
28
Yazının bu noktasına kadar Behzat Ç. dizisi için ilk sezonun nasıl geçtiğini özetlemeye çalıştık. Şimdi de ilk sezon ile ilgili yorumlarımızı belirtmeye çalışalım. Yazının bu kısımdan sonrası ilk sezona dair “spoiler” içerebilir. Dizinin ilk dikkat çeken noktası karakterlerin ne kadar içimizden olduğu idi. Özellikle ana karakterlerin her gün çevremizde gördüğümüz insanlardan hiçbir farkı yok. Bunda Emrah Serbes ve Ercan Mehmet Erdem’in başarılı kalemleri kadar oyuncuların performansı da büyük rol oynuyor. Deneyimli oyunculardan iyi bir performans bekleniyordu zaten ama daha önce neredeyse hiç oyunculuk yapmamış Fatih Artman (Harun), İnanç Konukçu (Hayalet), Berkan Şal (Akbaba) üçlüsünün performansı ilk başta hiç tahmin etmediğimiz kadar iyi. Diziye konuk oyuncu olarak katılan Nejat İşler, Güven Kıraç ve Zafer Algöz gibi isimler de en az ana ekip kadar başarılılar. Hatta mülkiye müfettişi olarak iki bölüme konuk olan Seda Akman bile ilk kez iyi oyuncu olabileceğinin sinyallerini verdi bana. Oyunculuk açısından dizinin zayıf halkası ise Selim karakteri ile Hakan Hatipoğlu. Bu kadar iyi oyuncu arasında gerçekten sırıtıyor. Eda karakteri ile Seda Bakan da zaman zaman eğreti dursa da çok kötü değil. Ana kadronun oyunculuk açısından çok az zayıf noktası olsa da bu konudaki asıl sorun figüran kadrosunda. Ne yazık ki pek çok bölümdeki figürasyon gerçekten kötüydü. Dizi ilerledikçe bir miktar iyileştiği söylenebilir belki ama bu soruna ikinci sezonda bir çare bulunması gerekli. Dizinin zayıf noktalarından söz etmişken özellikle ilk bölümlerde yer alan devamlılık hatalarına da değinmek gerekli. Gündüzken bir anda gece olması, Bahar’ın çocuğunu yuvadan akşam yemeğinden sonra almak istemesi, bir bölümün sonunda olanların öbür bölümde hiç olmamış gibi davranılması bu kadar başarılı bir dizide görmek istemediğimiz hatalardı. Aslında bu noktada yıl içinde de sık sık gündeme gelen yerli dizilerin fazlasıyla uzun olması konusuna
29
Sinema
Sinema
da değinelim. Bilindiği gibi yabancı drama dizilerinin her bölümü 40-50 dakika sürüyor ve bir sezon da en fazla 22 bölüm oluyor. Hatta her sezonu 10-12 olan çok başarılı diziler de var. Böyle olunca senaryo üzerinde daha geniş zamanda çalışılabiliyor, çekimler daha uzun bir süreye yayılabiliyor, figürasyon konusunda da daha özenli çalışılabiliyor. Oysa Behzat Ç.’yi örnek olarak alırsak 38 bölümlük bir sezon var karşımızda ve her bölüm neredeyse 100-110 dakika uzunluğunda. Böyle olunca da neredeyse her hafta bir film çekmek zorunda olan ekibin bir şeyleri atlaması, bazı noktalarda zayıf kalması çok doğal. Umalım ki yeni kanalında bu durum çözülür. Yine de şu haliyle bile çok başarılı senaryolar vardı karşımızda. Emrah Serbes’in her 10 bölümde bir yazdığı senaryoların başarısı çok vurgulandı ama Ercan Mehmet Erdem’in de başarısını unutmayalım. Ne de olsa iki kitaptan tanıdığımız karakterleri derinleştirip onları içimizden biri gibi hissetmemizi sağlayan o. Güncel konulara onlarca gönderme yapan, ilk sezonun en iyi bölümlerinden olan ve belirgin bir şekilde Hrant Dink cinayetini konu alan bölümü yazan da o. Belki Emrah Serbes’in onayından geçiyordu ama onu da yabana atmamak gerekli. Kitabı okuyanlar açısından senaryodaki en büyük başarılardan biri de iki kitapta yer alan olayların bölümler içine serpiştirmesi. İlk kitap ilk bölümde bitti, ikincisinin de önemli bir bölümü ilk 4-5 bölümde anlatıldı derken bir bakıyorsunuz kitapta çok kısaca anlatılan bir olay bir bölümün konusu olmuş ya da kitapta diyaloglardan biri tam da uygun bir yerde söylenivermiş. Bu da diziyi hakikaten iyi bir uyarlama haline getiriyor. Gelelim Behzat’ın kadınlarına. Her ne kadar ana karakterleri erkekler olsa da kendi ayakları üstünde durabilen güçlü kadın karakterler barındıran bir dizi Behzat Ç. Bahar’la başlayalım. Behzat’ın ilk aşkı, unutamadığı kadın. Onun için her şeyi yapar. Beraber olurlarsa Bahar’ın söylediği gibi mutsuz olurlar belki
ama olsun, Behzat mutsuz olsa da onunla birlikte olmak istiyor. Behzat’ın hayatındaki önemli yeri yanında Bahar karakterinin solcu geçmişi nedeniyle senaryo yazarları güncel pek çok konuya değinme fırsatı da buluyorlar. Ancak bu önemli karakter dizinin hayranları tarafından çok fazla tutulmadı. Galiba karakteri canlandıran Ayça Varlıer rolüne çok oturmamıştı. Ayrıca bu kadar doğal karakter yaratan senaryo yazarları ilginç bir şekilde çok doğal gözükmeyen bir karakter yaratmışlardı. İlk sezon finaline doğru Ayça Varlıer diziden ayrıldı. Belki de İnternet’teki eleştiriler buna neden olmuştu. Ama Bahar, Behzat’ın unutabileceği bir karakter değil. Arkasından öyle bir bakışı vardı ki belli ki başka bir ilişki yaşarken bile Bahar onu çağırsa koşa koşa gidecek. Benim de çok sevdiğim bir karakter değil ama önümüzdeki sezonlarda Varlıer’ın konuk oyuncu olarak tekrar görülmesi ve Behzat’tan yardım alması güzel olur. Gönül. Pavyonda çalışan bir kadın ama namuslu, mert, anaç bir kadın. Behzat’ın hayatındaki fırtınalarda sığınabileceği bir liman adeta. Ama ikisi de ciddi bir ilişki yaşayamayacaklarının farkında. Her ne kadar ilk sezon boyunca çok fazla izlemesek de Pelinsu Pir bu rolde akılda kalıcı bir iz bıraktı. Ancak nedense o da sezon finaline doğru diziden ayrılan isimlerden biri. Bahar karakteri gibi onu da ilerde görmek isteriz. Ve Savcı Esra. Dizinin kitaptan en büyük farklarından biri bu karakter. Kitapta çok da fazla rolü olmayan savcı erkek bir karakter. Oysa dizide Canan Ergüder tarafından canlandırılıyor. Daha ilk bölümde Behzat ile bir ilişki yaşayabileceklerine dair işaretler vardı. Ne yalan söyleyeyim o bölümlerde gayet itici bir karakter olarak buluyordum onu. Ne zaman ki Savcı Hanım saçını omuzlarına döktü, Behzat’ı sevdiğini daha çok belli ederek ona gülümsemeye başladı, zaman zaman o sert savcı havasından çıkıp liseli aşık moduna büründü, o zaman kalbimizi kazandı işte. Hele ilk sezonun en iyi bölümlerinden birinde BehzatBahar ilişkisinin tersten kopyasını yaşadıklarında Behzat’a “seninle mutsuzluğa da varım” demesi onu hayallerimizin kadına haline getirdi adeta. Ama bu iki güçlü karakterin aşkları kesinlikle fırtınalı geçecektir. Nerelere varacağını göreceğiz. Elbette Şule’den bahsetmeden geçmeyeceğiz. Kızı Berna’nın ölümünden sonra Behzat’ın onun yerine koyduğu bıcırık üniversite öğrencisi. Bir yanıyla hala çocuk. Zaten dizi içinde seksüel herhangi bir çağrışım da yaratmıyor. Aylar boyu Behzat’ın yanında kalmasına rağmen kimse Behzat’la onun bir arada olduğuna dair bir şüphe duymuyor. Tam bir baba-kız ilişkisi onlarınki. Sezon finalinde ise gerçekten babakız olduklarını öğreniyoruz zaten. Bu mümkün belki ama Berna’yı öldürenin de Şule oluşu hem dizinin kitaptan koptuğu en önemli nokta hem de benim dizinin ilk sezonuna dair en mutsuz olduğum konulardan biri. Şule’yi ilk gördüğümüz anda psikolojik sorunları, manik-depresif dönemleri olduğu vurgulanıyor. Ancak kitapları ayrı bir evren olarak düşünüp hiç işin içine katmasak da 38 bölüm boyunca tanıdığımız Şule, Berna’yı öldürebilecek bir karakter değil. Bir çılgınlık anında öldürse bile aylarca Behzat’ın yanında yaşarken bunu açık etmeyecek bir karakter hiç değil. Doğrusu çarpıcı bir sezon finali yapmak uğruna yapılmış bir hata olarak görüyorum bu hamleyi. Dizide ilk sezonun kötü adamı Ercüment Çözer için de benzer bir eleştiri yapmak mümkün. Nejat İşler diziye konuk olduğu ilk 2 bölümde çok başarılı bir psikopat katil portresi çiziyordu. Sevilip devam ettiğinde ise artık abartılı bir karakter olmaya başlamıştı. Nejat İşler’ın performansında bir problem yoktu ama senaryo açıkları mevcuttu. Sezon finalinde Ercüment’in Behzat’la olan derdi ilk bölüme bağlanıyordu ama bu yapının en baştan düşünüldüğüne inanmak çok mümkün değil. Bana göre bu karakter tutulduktan sonra diziye dahil edilmesi kararı alındı ve sezon finali de bu bakış açısı ile yazıldı. Karakter açısından en önemli tutarsızlıklardan biri de burada ortaya çıkıyor. İlk göründüğünde gazetelerde boy boy fotoğrafları çıkan bir playboy olarak gösterilen Ercümet Çözer, giderek pek kimsenin tanımadığı biri haline gelmeye başladı. Bu kadar tanınmış bir adamın kafasında peruk olduğu metrelerce uzaktan anlaşılan bir kıl yumağı
30
31
Sinema
Öykü
ile üstelik de Ercüment Çizer adıyla bir üniversitede ders vermesi, İnternet’te cirit atan gençlerden hiç birinin onu tanımaması mümkün değildi. Son olarak ikinci sezondan (belki de filmden) beklentilerimizi de kısaca maddelemeye çalışalım: • Yukarıda da belirttiğimiz gibi bölüm sayısı ve süreleri biraz azalsın. Belki bu durum bizlere Behzat’ı özlettirir ama dizi açısından daha olumlu olacaktır. • Bahar ve Gönül karakterlerinin konuk oyuncu olarak da olsa diziye dönmesi isteğimden yukarda bahsetmiştim. Ercüment de dönebilir ama bana kalırsa en azıdan bir sezon ara versin, üçüncü sezonda çok daha kendini özletmiş bir dönüş yapsın. • Şu ana kadar adını anmadığımız Cevdet daha belirgin bir karakter olsun. Bir cinayet de onun parlak bir fikri ile çözülsün. Ayrıca kitaptaki Behzat amirine posta koyan, Harun’un kafasında sandalye kırabilecek denli çılgınlaşan Cevdet’i dizide de görelim. • Behzat ve Savcı’nın Kızılcahamam’a gidişleri ya da Leyla ile Mecnun dizisi ile ortaklaşa yapılan bölüm gibi farklı bölümler çoğalsın. Mesela bir bölümde Behzat hiç gözükmesin, olayı cinayet büronun diğer elemanları çözsün. • Romanları okuyanlar Behzat’ın ikinci kitapta neredeyse hiç konuşmadığını biliyorlar. Sinema filminde bunu yapmak çok zor ama bir bölümde bunu yapsalar güzel olur. • Mevcut durumda televizyonda mümkün olmayacağını biliyorum ama Behzat sigara içebilsin, küfürleri biplenmesin (neyse ki sinema filminde bu isteğimiz gerçekleşecek belli ki). Behzat Ç. ekibine Seni Kalbime Gömdüm adlı filmleri ile Altın Portakal’da yolları açık olsun diyelim ve yeni sezonu ile birlikte aslında yaz aylarında çıkacağı söylenen ve hala kendisinden haber alınamayan sansürsüz DVD setini de merakla beklediğimizi belirterek bitirelim. Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com
32
Sahne-9 "Yazarak başladı ama yazarak bitsin istemiyorum. Aylardır kendimi hapsettiğim bu duygunun içine sığamıyorum artık. Git gide daralan nefesimi aç istiyorum belki de. Ama yapamıyorum. Kimse bilmez ama benim suskunluğum, konuşkanlığım kadar gevezedir. Sustukça içimde büyüyen bu duygunun adını bir türlü koyamıyorum. Bana yardım et istiyorum ama onu da söyleyemiyorum. Ben senin yazdıklarını okumayı sana da yazdıklarımı okutmayı sevdim. Duvara öylece dayanmış sadece önümüzdeki boşluğu bakıp konuşurken sadece gözlerime bakıp konuşmanı hayal ettim. Bedenim istediği yere gidiyor, yürüyor konuşuyor, koşabiliyor diye beni özgür mü zannediyorsun? Sana yaklaşamıyor, konuşamıyor, elimi uzatsam bile bir türlü dokunamıyorsam nerede benim özgürlüğüm? Hapiste bile olsak dışarıda bizi bekleyen bir yürek varsa güzel değil midir beklemek? Şimdi sen söyle n’olur, n’olur... Eee nolu...” -Kestiiik! Kızım bak bu oynadığın bölümün en can alıcı sahnesi, nasıl oluyor da her seferinde aynı yerde takılmayı beceriyorsun anlamıyorum. Bak tekstteki replikleri öyle bir tonlamalı nefesini öyle bir ayarlamalısın ki herkes "ben de böyle hissetmiştim" diyebilmeli hayatın içinden oyna biraz. - Pe… Peki hocam dilerseniz biraz daha prova yapayım sonra oynarız bunu. - Başka çare yok zaten. Eveeeet 8. sahneden alıyoruz yeniden. Oyuncular yerlerini alsın fondaki ışığı biraz daha açalım haydi canlanın biraz! Miray sadece rol yapsa iyiydi. Kendini bir şey zanneden rol arkadaşına katlanmak zorundaydı ve bunu bir sürü insan ve koltuğun en önünde oturan sinir bozucu keçi sakallı yönetmenin önünde yapmak zorundaydı. Üniversitenin bu saçma sapan tiyatro oyununa onu dâhil eden hocasına sövmekten alıkoyamıyordu kendisini. Neymiş? Kabiliyeti varmış, yaparmış, bu rol ona çok yakışırmış. Daha gittiğini ilk gün sinir olmuştu Ozan'a. Kendisi şu kendisini nimetten sayan yakışıklı tiplerden biriydi. Havalıydı, kızlar onun peşindeydi ama o ondan nefret ediyordu Ozan nötrdü aslında Miray'a karşı. Bu da yetmezmiş gibi ona âşık kızı canlandırmak zorundaydı. İlk zamanlar sürekli tartışmış bir türlü ekip olmayı başaramamışlar ve böylece sürüp gitmişti. Bir de koreografi denilen lanet şey vardı. 9. yani son sahnede bu replikleri söyleyecek, ardından ışıklar değişecek, müzik girecek ve 2 dakika süren dans eşliğinde bitireceklerdi. Ozan iyi bir çocuktu okumayı yazmayı çizmeyi seven biri. Ama biraz odundu sanki. Tek kusuru havalı olmasıydı. Miray'ın da katlanamadığı şey buydu ve provalara Ozan'ı izlemeye bir sürü kız geliyordu. Her şey bir yana bu kadar rahatsız olmasını kendine yediremiyordu. Oyundan bir gün önce son sahnenin provaları için yine herkes oradaydı. Sıra onların sahnesine gelmeden önce Ozan kendi kendine prova yapan Miray'ın yanına gitti. - Söyle nerede kaldı benim özgürlüğüm? - İşte burada bak geldim. - Ayyy sen gelmeden önce daha duygulu oynuyordum bütün havam kaçtı - Eh sahnede de öyle dersin o zaman. - Nerdeee bir meşeyle konuşsam o bile daha dile gelirdi. - Yahu neden sevmiyorsun sen beni, n’aptım ben sana? - Eee… Bir kere güzel oynamıyorsun, tam konsantre olacağım odun gibi bakıyorsun, duygu yok bir kere sende, kim seni oyuncu diye getirdi buraya bilmiyorum ki. - Seni kim getirdiyse o. - O hocadan da nefret ediyorum.
33
Öykü
Öykü
- Huysuz şirin gibisin ama inan o bile senden daha şirin. - Ozan defol git başımdan! Miray kendi kendine bu soruyu defalarca sordu. "Ona âşık mıyım?" Her seferinde duymak istediğiyle kalbinden geçenler arasında doğru bir orantı kurmaya çalışsa da yapamıyordu. Çünkü biliyordu. Rol bile olsa boşa söylenecek onca kelime ardından gelecek hayal kırıklıkları vs... Hoş bir çocuktu sırf birlikte oyun oynuyorlar diye ona âşık olacak değildi ya. O yüzden başından beri hep bunu reddetmiş, hep sevmiyor gibi davranmayı seçmişti. Seçmişti ki sonrasında daha da mutsuz olmasın diye. Çünkü umut öyle bir şeydi ki seni avucunun için alıp hayal dünyasında mutlu eder sonrada gerçekleri hatırlatır ve yıkardı. O, başından yıkılmamak için umut etmekten bile vazgeçmişti. Veee beklenen gece her şey hazır, sahne, ışıklar dekor, perde, seyirciler, protokol, hocaları, arkadaşları, sinir bozucu ukala yönetmeni, dans hocası. Okulun edebiyat bölüm başkanı açılış konuşmasını yapar ve sahneyi terk eder. 1.Sahne her şey güzel, ardından ilk koreografi. Sonra 2. sahne 3, 4, 5, 6, 7 ve son sahne Miray'ın en can alıcı replikleri sıralaması ve sonrasında mutlu bir çift görüntüsü ve bitiş. Yani olması gereken buydu. Miray, cicili biçili kostümüyle çok şirindi. Derin bir nefes aldıktan sonra heyecanını bastırmaya çalışarak oynamaya başlar. - Yazarak başladı ama yazarak bitsin istemiyorum. Aylardır kendimi hapsettiğim bu duygunun içine sığamıyorum artık. Git gide daralan nefesimi aç istiyorum belki de... Belki de... Miray nefesini kontrol edemez bir süre öylece kalır. Fondaki müzik azalarak bitmektedir. O sırada, Ozan'ın gözlerinde yarı anlamlı yarı anlamsız bakışlar yakalar. Sahnede herkes Miray'ın ağzından çıkacak kelimeleri beklemektedir. Yönetmen ve hocaları birbirine bakmaktadır. Başını öne eğer genç kız. Ne olduğunu anlayamazlar. Ozan, haydi devam et der gibi yüzüne bakmaktadır. Bu oyunun bir parçası mıydı yoksa fenalaşmış mıydı? Hayır, sadece sabrı taşmıştı. Yere eğdiği bakışlarını bir anda kaldırır. Bu sefer gözleri kısıktır, bir şizofren gibi az önce yakarış içinde ama şimdi her şeyi yakıp yıkacak kadar güçlüdür. O kadar yılmıştır ki beklemekten ve konuşamamaktan. Bu yüzden saatli bir bombaya dönüşmüştü patlayacağı saatte gelmişti ne yazık ki. Ozan ile karşı karşıya durup bunları söyleyeli ve bekleyeli belki 20 saniye geçmemişti. Koskoca salonda sessizliği bozan yine Miray olmuştur: -Eeeeeeeeh yeter be! Aylardır çektiğim işkencenin haddi var, hesabı yok. Nefesim kesiliyor sana baktıkça ama senin umurunda değil. Neden? Çünkü odunsun. Sahne özgürlük deyip duruyordunuz bak ne kadar özgürüm şu an. Nefesimi hiç bu kadar rahat alıp verdiğimi hatırlamıyorum. Meğer sen benim boğazımda ki düğümmüşsün de fark edememişim bunca zaman. Kendini bir şey sanman ayrı dert, bana çektirdiğin işkence ayrı dert, yetti yahuu aaaaaa. Sonrası mı? Sonrası ölüm sessizliği… Bir anda müzik girer ve ışıklar söner. Perde kapanır. Yönetmen kalp krizi geçirir. Ama seyirci ayakta alkışlar. Perdenin arkasında ise neler yaşandığını kimse bilemez. Son olarak da hâlâ oradaysa okuyucunun yüzünde hafif bir tebessüm bırakır. Yazan: Merve VERAL merveden_95@hotmail.com
34
İllüstrasyon: Bayram ARMUTÇI
35
Çizgiroman
Çizgiroman
BAŞLANGIÇ
36
37
Öykü
Öykü
Asil Kanatlar Çeşit çeşit ağaçlarla donatılmış, geniş bir vadinin ortasındaydı ailesiyle birlikte yaşadığı çiftlik. Şehrin karmaşasından uzak ama bir o kadar da şehre yakın… Babası gibi o da bu çiftlikte doğmuştu. Okul çağına kadar, anne-babası ve birkaç çiftlik çalışanından başka pek kimse olmamıştı etrafında. Okula başladıktan sonra da pek bir şey değişmemiş, yalnız bir çocuk olmayı benimsemişti. Kendine türlü eğlenceler bulur, kimseye ihtiyaç duymadan güzel vakit geçirirdi. Kimi zaman çamurdan ev yapardı, kimi zaman ormanda gezintiye çıkardı. Genç bir delikanlı olmaya başladığı zaman da sapan yapıp ava çıkmaya başlamıştı. Bazen tüm gününü ormanda dolaşarak geçirirdi. Pek başarılı bir avcı olduğu söylenemezdi ama yine de gayretliydi. Çiftliğe döndüğünde gün boyu neler yaptığını, nelerle karşılaştığını abartılı hikâyeler şeklinde anlatırdı. Bazen öyle şeyler anlatırdı ki anne-babası çocuğun ruh sağlığından endişe ederlerdi. Ormanda onu kovalayan ve öldürmeye çalışan keçiler, elindeki sapanı alıp kaçan dev kargalar, tilki gövdeli geyikler. Ormandan sonra, vakit geçirmekten en çok zevk aldığı yer haraydı. Yüksek duvarlardaki küçük pencerelerden giren ışıkların yarattığı loş ortama eşlik eden saman, arpa ve tezek kokuları ona kendini iyi hissettirirdi. Atları yemlemek, tımarlamak büyük bir keyifti. Tabi bu işleri keyifle yapmasında, seyisten dinlediği hikâyelerin etkisi çok büyüktü. Hele de Pegasus ile ilgili hikâyeleri defalarca anlattırırdı. Bir atın kanatlanıp uçabileceğini tasavvur etmeye çalışır, kafasında canlanan hayali Pegasus’a hayran kalırdı. ‘O aşırı hırsın, kinin zararını simgeler. Aynı zamanda da Zeus için gökten yıldırımları toplar, yol göstericidir,’ derdi seyis. Ormanda sıradan bir av günü geçirirken daha önce hiç fark etmediği kocaman siyah bir kaya gördü. Kayanın pürüzsüz yüzeyinin oluşturduğu dokunma hissinden kendini alamadı. Elini kayanın yüzeyinde yavaşça dolaştırmaya başladığında karşısında, siluet halinde bir kapı belirdi ve bir kaç saniye içinde gerçek bir kapı halini aldı. Gördüğü manzara karşısında duyduğu şaşkınlığa, tüm vücudunu saran ürperti eşlik ediyordu. Cesaretini toplayıp ürkek adımlarla kapıya yaklaştı. Kalın kütüklerden yapılmış, kocaman paslı menteşeleri olan bu ağır kapıyı açabileceğinden emin değildi ama parmaklarını dokundurmasıyla kapı ardına kadar açıldı. Karşısında beliren ihtişamlı şato, korku hikâyelerinin başkahramanlarına ev sahipliği yapan türdendi. Gri taş duvarları, kepenkleri kapatılmış pencereleri, yer yer dökülmüş çatı kiremitleriyle herhangi bir hayat belirtisi göstermiyordu. Merakın, korkuya galip gelmesiyle bahçede ilerlemeye başladı. Şatonun döküntü halinin aksine, bahçe birbirinden renkli çiçeklerle, çeşit çeşit ağaçlarla bezenmişti. Şatoya iyice yaklaştığında pencerelerden birinin açık olduğunu fark etti. Tedirgin adımlarla pencereye ilerlerken, bazı mırıltılar duymaya başladı. Duvarın dibine sinip nefesini tuttu. Aslında korkmaya başlamıştı ama bunu kendine itiraf edemiyordu. Çünkü on altı yaşında bir erkek hiç bir şeyden korkmazdı. Çünkü artık çocuk değildi. Pencereden içeri baktığında, küçük bir tahta masanın başına oturmuş bir takım varlıklar gördü… İnsana benzemiyorlardı. Oval kafaları, birbirine çok yakın duran kocaman gözleri vardı. Kafalarının üzerinde duran şeyin, aslında sivrilerek uzayan ve kafalarının tam ortasında birleşmek suretiyle bir taç şeklini alan kulaklar olduğunu anlamak beş on saniye kadar sürdü. Yarım metreden biraz fazla olan boylarına göre çok büyük ayaklara ve ellere sahip bu yaratıkların griye çalan soluk pembemsi renkleri vardı. Konuşulan
38
39
Öykü
Öykü
kelimeleri seçemese de hararetli bir tartışmanın tam ortasında oldukları belli oluyordu. Odayı aydınlatmak için kullandıkları mumların yaydığı ışıkta oluşan dev gölgeleri korku vericiydi. O esnada bir karganın gaklamasıyla sıçradı. Başını sesin geldiği yöne çevirdiğinde, pençelerini etine geçirmeye hazır bir şekilde kendisine doğru hızla yaklaşmakta olan kargayı hemen tanıdı. Sapanını çalan kargaydı. Çocuk daha ne olup bittiğini anlamadan içerdeki varlıklar etrafını sarmışlardı bile. İçeriye sürüklenip bir sandalyeye bağlanması ise bir dakikadan daha az sürmüştü. Etrafını çeviren meraklı gözler kendi aralarında fısıldaşırlarken, diğerlerine göre daha büyük ayaklı ve daha yaşlı görünen, her halinden liderleri olduğu anlaşılan başka bir yaratığın içeri girmesiyle derin bir sessizlik oluştu. Hareket eden tek şey odayı aydınlatan mumun aleviydi. Yaşlı lider ağır adımlarla ayaklarını sürüye sürüye çocuğun önüne gelip durdu. Küçük bedeninden beklenmeyecek oranda gür sesiyle ‘Burada ne arıyorsun?’ diye sordu. Çocuk korktuğunu belli etmemeye çalışarak ama sesinin çatallanmasına engel olamayarak ‘Hiçbir şey, ben sadece ormanda dolaşıyordum, sonra kapı belirdi. Ben de merak edip içeri girdim,’ dedi. ‘Ah bu merak… İnsan cinsinin başına ne geldiyse merakından geldi zaten,’ dedi koca ayaklı lider ve devam etti ’büyük bir hata yaptın çocuk, yasak bölgeye girdin, yani bizim bölgemize. Bunu nasıl başardın bilemiyorum ama sonuçlarının senin açından pek de iyi olmayacağı kesin,’ dedi. ‘Siz kimsiniz, burası neresi?’ dedi çocuk. Taç kulaklı lider konuşmakta hiç acele etmeden sakin sakin yanıtladı çocuğu ‘Bizler efendimizin sadık köleleriyiz. İşimiz onun istekleri doğrultusunda insanları etkilemek ve kendi tarafımıza çekmek. Daha açık söylemek gerekirse, insanların kötü olmasına katkıda bulunmak. Bunu yapmak için de sık sık yolculuk yaparız yaşadığımız boyut ve dünya arasında.’ Çocuk, duyduklarına inanmadığını belli eden ses tonuyla ’Çok ilginçmiş. Nasıl beceriyorsunuz peki insanları etkilemeyi?’ diye sordu. ‘Çok basit,’ dedi lider. ‘İnsanlar çok aciz varlıklardır. Kibir, gurur, önyargı en büyük düşmanlarıdır. Ama onlar bunu kendilerince meziyet sayarlar. Dünya nimetlerinden faydalanmak, daha çok para kazanmak, ya da anlık zevkler söz konusuysa eğer, nedenini nasılını sorgulamazlar. Günlerini gün etmeye bakarlar. Zihinleri kontrol edilmeye yatkındır. Çünkü beyinlerini çok fazla kullanmadıklarından, herhangi bir konuda etki altına alınmaları da çok kolay olur. Tabii ki bu durum bizim işimizi kolaylaştırıyor.’ ‘Sana inanmıyorum! Bunlar saçmalık,’ dedi çocuk. ‘Öyle mi?’ dedi yaşlı lider. ‘O halde seni ele alalım ne dersin? Yıllar önce bir gün okul çıkışı genç bir adam yanına gelip, köşede oturan ihtiyar dilencinin başından aşağı su dökmen karşılığında sana süper bir oyuncak araba vereceğini söyledi. Sen de, senden isteneni yaptın. Elinde oyuncak arabanla hoplaya zıplaya eve döndün. Ailen arabayı nerden bulduğunu sorduğunda da çantalarını taşımakta yardımcı olduğun yaşlı bir adamın hediyesi olduğunu söyledin. Hem dilenciyi ıslattın, hem yalan söyledin. Yani kötülük yaptın oyuncak bir araba için. Tam da istediğimiz şey,’ dedi sinsi sinsi gülerek. Çocuk itiraz etti ‘O zamanlar küçüktüm.’ ‘Ne fark eder, şimdi de böyle bir şey ile karşılaşman mümkün. O zaman bir oyuncak arabaya kandın, şimdi ise seni cezbedecek başka bir şey bulmak çok zor olmasa gerek. Olayın özüne bakacak olursak, nefsinizi kontrol edemeyişiniz bizim için büyük nimet doğrusu. Sana daha binlerce örnek anlatabilirim istersen ama bu sadece vakit kaybı olur. Konular değişir, örnekler değişir ama sonuç hiç değişmez ufaklık.’ Lider yaratık sözlerini bitirdiğinde çocuk pencerenin kasasından delici bakışlarla içeriyi izleyen kargayla göz göze geldi ve yeniden lidere dönüp ‘O benim sapanımı çaldı’ dedi.
Lider, bakışlarını çocuğun kafasıyla işaret ettiği yöne çevirip tekrar çocuğa döndü. ‘Senden çalınan şeyin sadece sapanın olduğunu mu düşünüyorsun ufaklık. Gerçekten çok safsın,’ dedi Sinsi gülümsemesine gevrek bir kahkaha ilave ederek. Sonra aniden ciddileşerek: ‘Bu kadar konuşma yeter. Biz şimdi seninle ilgili ne yapacağımızı tartışmak üzere bir toplantı yapacağız. Takdir edersin ki bu kadar bilgiyle seni salıvermemiz pek mümkün görünmüyor. Ben de sizin için seve seve çalışırım, efendimize hizmet ederim dersen eğer orası başka tabii,’ dedi. ‘Asla!’ dedi çocuk. ‘Ah bu gururunuz yok mu? Her neyse biz toplantı yaparken sen dışarıda dolaşabilirsin. İşimiz bitince seni buluruz. Kaçmaya çalışmanın bir sonuç getirmeyeceğini de hatırlatmak isterim. Çünkü bu mümkün değil,’ diyerek kapıya yöneldi, diğerleri de onu takip ettiler. Odada yalnız kalınca içerdeki rutubetli havadan ve karanlıktan bunaldığını fark edip bahçeye attı kendini. Dışarıdaki hava temiz, ılık ve çiçek kokuluydu. Az ilerde bir çağlayan tüm coşkusuyla kayalıkları döverken, hemen yanı başındaki çim alanda kurulmuş ziyafet sofrası göz kamaştırıcıydı. Masanın başında hizmet vermeye hazır iki yaratık bekliyordu. Diğerlerinden farklı olarak boyunlarına iliştirdikleri minik siyah papyonlar her ne kadar komik bir görüntü sergile de yüzlerindeki ciddiyet, çocuğu gülmekten alıkoymaya yetmişti. ‘Lütfen buyurun, çekinmeyin,’ dedi papyonlu yaratıklardan biri. Çocuk masaya yaklaşıp karnını doyurmaya başlamıştı ki kulağına çalınan motor sesiyle yemeğini yarıda bıraktı. Sesin geldiği yöne doğru yürüdüğünde, içinde şimdiye kadar hiç görmediği güzellikte onlarca arabanın dolu olduğu bir garaja geldi. Üzerinde, kısa boyunu daha da kısa gösteren bej rengi bir tulum olan yaratık, 69 model, kan kırmızısı, üzeri açık bir Mustang’ın motorunu deniyordu. Çocuğu görünce ‘Şu sesin güzelliğini duyuyor musun?’ diyerek motoru daha da bağırttı. Çocuk başka bir boyutta, bir takım yaratıklar tarafından esir tutulduğunu neredeyse tamamen unutmuştu. Çocuğun bu afallamış halini fırsat bilen tulumlu yaratık ‘Sürmek ister misin?’ dedi. Çocuk hiç tereddüt etmeden ‘Çok isterim,’ dedi. ‘Pekâlâ. Ama önce benim için küçük bir şey yapmanı isteyeceğim senden. Yaklaşık iki yüz metre ilerde av malzemeleriyle dolu bir depo var. Oradan istediğin bir silahı alıp birkaç tane ördek vurmanı istiyorum. Bu güzel arabayı boyamak için kullanacağım. Boyaya biraz ördek kanı karıştırınca çok daha göz alıcı oluyor,’ dedi tulumlu yaratık ellerini arka cebinden çıkardığı bezle temizlerken. Çocuk, hiç tereddüt etmeden depoya doğru yol almaya başladı. Artık iyice unutmuştu kendi durumunu. Burada yaşamak hiç de fena görünmüyor dedi kendi kendine. ‘Sakın,’ dedi bir ses. Çocuk irkilerek etrafına bakınmaya başladı sesin nerden geldiğini anlamaya çalışarak. ‘Sakın kanma. Gördüğün her şey seni etkilemek için yapılıyor.’ Çocuk hâlâ sesin sahibini göremiyordu. Çalılıkların arkasından gelen hışırtılara sabitledi bakışlarını ve karşısına çıkan görüntüye inanamadı. Gözlerini kırparsa eğer görüntünün kaybolmasından endişe etti. Karşısında gece gibi, simsiyah bir at duruyordu. Öyle siyahtı ki, dalların arasından süzülen güneş mavimsi gölgeler oluşturuyordu tüylerinin üzerinde. Alnının ortasında duran beyaz leke ise gece gökyüzünü aydınlatan dolunay gibiydi. Göz kamaştırıcıydı. ‘Buradan gitmen gerek. Seni götürebilirim,’ dedi at. ‘Senin de onlardan biri olmadığını nerden bilebilirim?’ dedi çocuk tedirginlikle. At birkaç saniye duraksadı ve simsiyah kanatlarını iki yana açarak ‘Onlara benzer bir halim var mı sence?’ dedi. Çocuk engel olamadığı bir çığlık kopardı. ‘Pegasus’sun sen!’ ‘Hayır,’ dedi at ‘Ben Pegasus değilim. Hem Pegasus beyazdır. Gördüğün gibi ben siyahım. Ama onun
40
41
Oyun
Öykü
İnceleme
soyundan geliyorum.’ Çocuk büyülenmişti. Küçükken defalarca hikâyesini dinlediği at, kanatlarını açmış tüm asaletiyle karşısında duruyordu. ‘Acele etmelisin, birazdan gelip seni alırlar. Atla haydi ve yelelerime sıkıca tutun.’ Çocuk söyleneni yaptı. Siyah bulutlardan, büyük girdaplardan geçtikleri, ne kadar sürdüğünü anlayamadığı bir yolculuğun ardından çiftliğin arkasındaki korulukta indi atın sırtından. ‘Beni kurtardığın için teşekkür ederim,’ dedi. ‘Ben seni kurtarmadım. Onlara inanmadığın ve gözünü boyamalarına izin vermediğin için kurtarılmaya da ihtiyacın yoktu zaten. Ben sadece dönüş yolunda sana eşlik ettim,’ dedi at. Bu lafları duyan çocuk, yaratıkların bahçesinde yaptıklarını ve kapıldığı düşünceleri anımsayıp utandı. ‘Beni tekrar bulabilirler. Onlarla nasıl başa çıkabileceğimi bilemiyorum,’ dedi. ‘Muhakkak tekrar karşına çıkacaklardır. Eğer sen gerçekten ‘SEN’ olursan, kendini bilirsen, gerçekten bir insan gibi düşünür ve hareket edersen sana asla zarar veremezler,’ dedi at. ‘Haklısın. Bunu yapmalarına izin vermeyeceğim,’ diyerek atın boynuna sarıldı. Arkasını dönüp gitmek üzereyken ‘Sahi adın ne senin?’ dedi. ‘Asil Kanatlar,’ dedi at. ‘Asil Kanatlar,’ diye mırıldandı çocuk. Eve döndüğünde anne ve babasını verandada otururken buldu. Güneş yavaş yavaş dağların ardında kaybolmaya, vadiye uçuk kızıllıklar yaymaya başlamıştı. Annesi endişeliydi ‘Nerede kaldın? Saatlerdir ortalıkta yoksun,’ dedi. Çocuk, sıradan bir konu anlatırmışçasına anlattı başından geçenleri. Babası, ‘Bu kadarı da fazla artık. Kafanda kurduğun hikâyeleri sanki gerçekmiş gibi anlatman hiç doğru değil,’ dedi hiddetle. O sırada duyduğu kanat sesleriyle başını gökyüzüne çevirdi çocuk. Kızıl bir alev topuna benzeyen güneşin önü sıra uçmakta olan siyah ata el salladı. Anne ve babası donup kalmışlardı gördükleri karşısında. Çocuk onları şaşkınlıklarıyla baş başa bırakıp odasına gitti. Zira çok yorucu bir gün geçirmişti. Dinlenmeye ve düşünmeye ihtiyacı vardı. Yazan: Funda BAYKUŞ
42
İllüstrasyon: Yunus KOCATEPE
DL Tanrılar
Yepyeni bir Gölge sayısından sizlere merhaba, Okullar açıldı, havalar yavaş yavaş soğumaya başladı ve en kötüsü yaz tatili sona erdi. Umarım bu süre içerisinde FRP adına bir şeyler yapmışsınızdır. Yapmadıysanız da okuldaki arkadaşlarınızla fantastik bir ortam oluşturarak oyunlar oynayabilirsiniz. Hem yaz sezonunun bitmesiyle FRP organizasyonları da yavaş yavaş başlayacak. Bunun da müjdesini verelim. Geçen ay sizlere Ejderha Mızrağı diyarı ile ilgili genel bilgileri vermiştik. Bu ay da sizlere Krynn diyarını yöneten tanrılardan kısaca bahsedeceğiz. Ejderha Mızrağı diyarı denge üzerine kurulmuş bir yapıya sahiptir. İyilik ve Kötülük birbiriyle denge halindedir. Dengenin bozulması kaosa yol açar. İyiliğin de aşırısı kötülüğü beraberinde getirecektir. Bu nedenle Işığın ve Karanlığın Tanrıları dışında bu dengeyi korumaya çalışan Tarafsızlık Tanrıları vardır. Genellikle Karanlığın Tanrıları Krynn üzerine kötülüğü ve karanlığı yaymaya çalışırlarken Işığın Tanrıları da onları durdurmaya çalışırlar. Büyük savaşlar bu sebeple yaşanmaktadır. Toplamda 21 tanrı bu dünyaya hükmetmektedir. 7 tane Işığın tanrısı, 7 tane Tarafsızlık tanrısı, 7 tane de Karanlığın tanrısı vardır. Bu tanrılar, Krynn’in gökyüzündeki takımyıldızlar ile sembolize edilir. Bizdeki burç takımyıldızları gibi, gökyüzünde kendi sembolleri şeklinde dizilmiş yıldızlardır. Tanrılar Krynn üzerinde yaşamazlar. Her tanrı farklı bir boyuttadır fakat bulundukları boyuttan Krynn’i izlerler. İstedikleri zaman yeryüzüne inebilirler.
43
Oyun
Oyun
İnceleme
İnceleme
Şimdi kısaca bu tanrılardan size bahsedeceğim;
Işığın Tanrıları:
Paladine: Işık tanrılarının lideri, iyiliğin babasıdır. Solamniye Şövalyeleri ve iyiliğin gücüne inanan rahipler Paladine’ın yolunu izlerler. Gökyüzünde Ejderha Takımyıldızı ile sembolize edilir. Yeryüzüne indiğinde ise yaşlı bir büyücü veya platin bir ejderha olarak karşımıza çıkar. İyiliğin timsali güçlü bir tanrıdır. Mishakal: Şifacı tanrı olarak da bilinir. Krynn üzerindeki şifa gücü Mishakal tarafından bahşedilir. Kendisi Paladine’ın eşidir. Gökyüzündeki takımyıldızı sonsuzluk işareti şeklindedir. Yeryüzüne indiğinde ise çok güzel fiziği olan bir kadın görünümündedir. Majere: Organizasyon ve endüstri tanrısıdır. Zihin efendisi olarak bilinir. Keşişlerin inandığı tanrıdır. Gül şeklinde bir takımyıldızı vardır. Yeryüzünde iken ise insanlara öğüt veren kör bir kadın ya da zihin okuyabilen kel, kambur bir adam olarak görünür. (Not: Raistlin ve Caramon Majere ile alakası yoktur.) Kiri-Jolith: Adaletin tanrısıdır. Şeref, zafer ve adaleti temsil eder. Solamniya Şövalyeleri’nin adalet görüşleri de bu tanrının öğretisidir. Takımyıldızı, bizon kafası şeklindedir. Yeryüzüne indiğinde ise elinde kocaman bir savaş baltası olan bir minotaur olarak görünür. Habbakuk: Hayat veren tanrıdır. Deniz ve toprak üzerindeki hayatın yaratıcısıdır. Özellikle denizciler ve orman koruyucuları bu tanrıya inanırlar. Takımyıldızı anka kuşu (phoenix) şeklindedir. Karada göründüğünde büyük mavi bir phoenix olarak, denizde göründüğünde ise dev mavi bir yunus olarak görünür. Branchala: Müziğin ve ruhun tanrısıdır. Müziği ve estetiği seven ozanlar, elfler gibi canlılar tarafından inanılır. Güzelliği ve estetiği sembolize eder. Takımyıldızı harp şeklindedir. Yeryüzünde oduncu veya bir ozan olarak karşımıza çıkar. Solinari: Gökyüzündeki beyaz aydır. Beyaz cübbeli büyücülerin inandığı ve büyü güçlerini aldıkları tanrıdır. İyi büyüyü temsil eder. Takımyıldızı yoktur ama gökyüzünde bulunan beyaz ay Solinari’dir. Yeryüzüne diğer tanrılardan daha yakın olduğu için yeryüzünde çok görünmez, gökyüzünden izlemeyi tercih eder.
Tarafsızlık Tanrıları:
Gilean: Tarafsızlık tanrılarının lideridir. Tüm Krynn tarihçesinin ve bilgisinin saklı olduğu Tobril’in koruyucusudur. Ayrıca iyi ve kötü tanrılar arasındaki dengeyi korumak da Gilean’ın sorumluluğundadır. Her türlü bilgiye hâkimdir. Takımyıldızı açık bir kitap şeklindedir. Takımyıldızı, Paladine ve Takhisis’in takımyıldızları arasında durur. Yeryüzünde bir kütüphane görevlisi olarak karşımıza çıkar. (Astinus ile Gilean arasındaki ilişkiyi Margaret Weis ile konuştuğumda “Kim bilir?” şeklinde bir cevap almıştım. O nedenle net bir bilgi bulunmamaktadır.) Sirrion: Ateşin ve doğal güçlerin tanrısıdır. Güneşten tutun da mum alevine kadar her türlü ateşten sorumludur. Takımyıldızı yoktur fakat kırmızı-sarı parlayan bir yıldızla temsil edilir. Yeryüzünde genelde alevlerin arasında bir yüz olarak görünür fakat bazen ateşin değişik renklerini taşıyan bir cübbe giymiş bir insan gibi de görünebilir. Reorx: Cücelerin ve demirciliğin tanrısıdır. Gökyüzündeki yıldızların, Reorx’un çekicinin örse vurmasıyla çıkan kıvılcımlar sonucu oluştuğu söylenir. Gökyüzünde alev gibi parlayan bir kıpkırmızı bir yıldız ile temsil edilir. Yeryüzünde sarhoş, kumarbaz fakat gösterişli bir cüce olarak görünür. Chislev: Doğanın tanrısıdır. Doğayı ve mevsimleri yaratmıştır. Yabani hayatı, doğayı ve hayvanları yönetir. Takımyıldızı yoktur ama sarı bir yıldız ile sembolize edilir. Chislev, yeryüzünde güzel bir insan veya elf kadın olarak görünür. Zivilyn: Tüm bilgeliklerin tanrısıdır. Bilgileri tutan Gilean ile birlikte bir bütün oluştururlar. Bilgi
44
olmadan bilgelik, bilgelik olmadan bilginin olmayacağını savunurlar. Kendisi bilgeliğin hayat ağacı olarak tanımlanır. Gökyüzünde takımyıldızı yoktur ama Mishakal le Chislev’in arasında parlayan bir yıldız olarak görünür. Yeryüzünde genellikle yaşlı, bilge bir adam kimliği ile görünür. Shinare: Zenginlil ve ticaret tanrısıdır. Esnaflar ve tüccarlar, işlerinin açılması ve zenginlik için bu tanrıya dua ederler. Gökyüzünde gümüş bir yıldız ile sembolize edilir. Shinare, yeryüzünde zengin bir tüccar olarak görünür. Lunitari: Tarafsız büyünün ve kırmızı cübbeli büyücülerin tanrısıdır. Gökyüzündeki kırmızı ay Lunitari’nin sembolüdür. O da Solinari gibi yeryüzünü yukarıdan izler. Avatar olarak kırmızı bir cübbe içerisinde kızıl saçları olan çok güzel bir kadın halini alır.
Karanlığın Tanrıları:
Takhisis: Kötülüğün baş tanrısıdır. Karanlığı, yıkımı ve ölümü çağrıştırır. Krynn üzerinde yaşayan hemen hemen bütün kötü ırklar Takhisis’e inanırlar ve Takhisis de onlara yardım eder. Takımyıldızı beş kafalı bir ejderhadır. Yeryüzünde iki farklı şekilde görünür; biri beş başlı bir ejderhadır, diğeri ise simsiyah kıvırcık saçlara sahip çok güzel bir kadın şeklidir. Sargonnas: Takhisis’in eşidir. Yıkım, entrika ve ihaneti temsil eder. Herhangi bir yıkım veya yokoluş hep Sargonnas’ın öfkesine bağlanır. Gökyüzünde herhangi bir takımyıldızı veya yıldızı yoktur. Yeryüzünde de görülmemiştir. Morgion: Hastalığın ve çürümüşlüğün tanrısıdır. Gizlilik, Morgion’un hayatının bir parçasıdır. Planlarını sadece takipçileri ile paylaşır. Krynn üzerindeki salgın hastalıkları da Morgion kontrol eder. Takımyıldızı, kafasında taç olan ve sadece gözleri görülen bir yüzdür. Yeryüzünde ise sadece gözleri olan siyah bir bulut olarak veya siyah başlık ve peçeler içerisinde karanlık bir rahibe ya da cellat şeklinde görünür. Chemosh: Krynn’in ölüm tanrısıdır. Ölüler ve undeadler (nameft) üzerinde kontrol gücü vardır. Canlıları sonsuz yaşam vaadi ile kandırıp ölüler ordusuna katar. Takımyıldızı kurukafa şeklindedir. Yeryüzünde siyah cübbe içerisinde çok yakışıklı bir adam veya süslü takılarla donanmış bir ölüm büyücüsü şeklinde dolaşır. Zeboim: Denizlerin tanrıçasıdır. Denizcilerin korkulu rüyasıdır ve denizdeki fırtınaların sahibidir. Deniz tanrısı Habbakuk’un en azılı rakibidir. Tüm denizlerin tek hâkimi olmak ister. Gökyüzünde deniz kaplumbağası şeklindeki takımyıldızı kendisini temsil eder. Avatar olarak genelde deniz köpüklerini andıran etekleri olan açık mavi bir elbise giymiş güzel bir kadın olarak görünür ama en sevdiği görünüm güzel bir kadın suratına sahip bir deniz kaplumbağasıdır. Hiddukel: Yalanların ve aldatmanın tanrısıdır. Açgözlü insanlar ve yalana bel bağlamış insanlar Hiddukel’in en sevdikleridir ve onları yoldan çıkarmaya bayılır. Kırık terazi şeklinde bir takımyıldızı vardır. Yeryüzünde ise şişman, donuk bakışlı ve hınzır bir gülümsemesi olan bir insan şeklinde görünür. Nuitari: Kara büyünün tanrısıdır ve gökyüzündeki karanlık gözdür. Diğer büyü tanrıları Solinari ve Lunitari gibi gökyüzündeki ay ile temsil edilir. Kapkara bir aydır. Bu kara ay, sadece kara büyünün takipçileri olan kara cübbeli büyücüler tarafından görülebilir. Yeryüzünde, kabarık siyah saçları olan genç bir adam olarak görünebileceği gibi yaramaz bir çocuk gibi de görünebilir. İşte Ejderha Mızrağı’nın koskoca panteonu bu şekildedir. Krynn’i yöneten güçleri sizlere kısaca anlattık. Daha detaylı bilgiler için FRPNET sitesini ziyaret edebilirsiniz. Önümüzdeki ay yepyeni yazımızla fantastik dünyalara şekil vermeye devam edeceğiz. Bir dahaki aya kadar fantastik günler dilerim. Kayra “Keri” KÜPÇÜ www.frpnet.net
45
Çizgiroman
Sinema
Güvenli Seks Artık Çok Tehlikeli!! “Killer Condom” 1996 Almanya yapımı Killer Condom (orijinal ismi ile Kondom des Grauens) Martin Walz’ın yönettiği, Ralf König'in yarattığı aynı adlı çizgi romandan esinlenilmiş bir korku komedi filmi. Filmin en önemli özelliği ise Alien'ın tasarımcısı H.R. Giger'ın bu yaramaz kondomları tasarlaması. Tüm zamanların en absürd filmlerinden biri olarak gösterebileceğim film, Almanca konuşulmasına rağmen New York'ta geçerek daha ilk anda seyirciyi mekân/zaman karmaşası içinde dumura uğratıyor. Ama aslında daha her şey yeni başlıyor. Gelmiş geçmiş en klişe İtalyan polis karakteri ismine sahip olan Luigi Mackeroni (Udo Samel) Sicilya doğumlu bir dedektiftir. Büyük şehre ayak uydurmaya çalışan Mike Hammer parodisi dedektifimiz, yalnızlığını işine sarılarak aşmaya çalışırken, gay’liği (EŞCİNSEL DESEK DAHA GÜZEL OLMAZ MI?) ile barışık bir şekilde yaşamaktadır. Filmdeki karakterler içinde en derinlemesine işlenen kişi Mackeroni. Özellikle karakter yaratmada kullanılan sürekli sigara içme, gay’liğine laf ettirmeme, ağır kıyafetlerinin içine renkli çiçekli kravatlar takma
46
47
Sinema
Öykü
gibi özellikleri Mackeroni'ye biraz da olsa boyut katıyor. Udo Samel'in Bob Hoskins'e benzerliği ise dikkat çekici. Konumuza dönecek olursak, bir akşam Mackeroni'nin takıldığı “Quickie” adlı genelev/otel kırması mekânda bir cinayet işlenir. Bir genç kız kendisini sınıfta bırakmakla tehdit edip karşılığında seks isteyen hocasının penisini koparıp öldürmüştür. Oysaki kıza göre hocasının kullanmak istediği kondom asıl suçludur. Mackeroni olayı araştırmaya giderken orda karşılaştığı Billy (Marc Richter) ile de takılmak ister. Ancak ikili tam iş üzerinde iken masadaki kondom birden saldırıya geçer ve Mackeroni'nin gölgesi ile korkutan penisine ulaşamadan yumurtalıklarından birini koparır (cümle bir garip oldu ama genç okuyucular olduğu için daha fazla detay vermek de istemiyorum). Bu vukuat Billy ile Mackeroni’nin fiziksel açlığını geri plana atarak, duygusal bir yakınlaşmaya da neden olur. Bu olaya kimseyi ikna edemeyen Mackeroni, tek başına işin üstüne gider ve kendini kanlı, kesik penisli bir curcunanın içinde bulur. Klişe polisiyelerden alışık olduğumuz üzere kimseden son dakikaya kadar destek göremeyen Mackeroni, ABD başkan adayının da kondomların hedefi olması sonucu yetkililer tarafından kaile alınır ve olayı çözmesi için görevlendirilir. Silikon üretiminde dünyanın bir numaralı ismi olan Prof. Smirnoff (Lenin parodisi bir karakter)'un kaçırılmasının ortaya çıkması ile Mackeroni iz sürerek kendini İsa'nın yeniden doğumu için zina yapanları yok etmeye adamış bir tarikatın peşinde bulur ve yumurtalıklarını alan kondomların asıl muhatabını bulmak için ant içer... Killer Condom seksenlerde sona eren absürd korku komedilerin doksanlardaki temsilcisi olarak görülebilir. H.R. Giger gibi dünyaca tanınmış bir ustayı köpekbalığı dişli katil kondomlar dizaynı için ikna etmesi bile filmin büyük başarısı. Hollywood'a başkaldıran ilginç filmlerin sahibi Troma şirketi tarafından Amerika'da yayımlanan film B-filmi sevenler tarafından kısa sürede kült olmuş. Film ne kadar Troma'nın üretimi olmasa da onun filmlerinin ruhunu taşıdığını da söylemek lazım. Tüm eğlencesine rağmen film son noktada sıkı bir homofobi eleştirisi yapıyor. Senarist ana karakteri sıkı bir gay hakları savunucusu yaparak ve filmin sonunda verdiği monolog ile homoseksüelliği savunarak filmi baya ilginç bir noktaya oturtmuş. Killer Condom film noir polisiyelerinin karanlık havası ile ZAZ absürtlüğünde esprileri bir arada tutmayı başarabilen nadide bir yapım. “Güvenli seks”in o kadar da “güvenli” olmadığını gösteriyor. Hem içerdiği şiddet hem de dokundurduğu konular ile herkese hitap etmeyen bir film olan Killer Condom önyargılarınızı 2 saatliğine bir kenara koyacaksanız size en azından tam zamanlı bir eğlence bombası vaat ediyor. Masis ÜŞENMEZ www.oteki sinema.com- Editörü
48
Hayati Eklentiler
“Şimdi tek yapacağın şey elimi tutman.” “Sakın dokunma ona! Çıkış sunmuyor sana. Daha kötüsü... Daha kötüsü olacak?” Tanju Demirci daha önce hiç deneyimlemediği bir konumdaydı. Bulunduğu yer eşyasız garip bir yapıydı. Hiçbir yer, köşe doksan derece açı yapmıyordu. Bir sürü kıvrımı olan bir mekândı. Tek yumrusuz düz alan taban kısmıydı. Duvarlar pastel renklerle lekeli ve mozaik şeklinde bezeliydi. Hâkim renk içine pembe karışmış taba rengiydi. Işıklandırmanın nereden yapıldığı fark edilmeyen yer için tek benzetmesi dev bir fasulyenin içinde olmasıydı. Fasulyeoid mekân yani. Bu yapı yirmi metre kadar boyundaydı. Ortalama tavan yüksekliği de en az beş metre olmalıydı. İki uçta kapalı duran birer kapı vardı. Her kapının önünde bir adet kopyası durmaktaydı. Fasulyeoid mekânda giyimleri tepeden tırnağa aynı olan üç adet Tanju Demirci vardı. İki uçta duran kopyaları o kadar kusursuzdu ki, onları yan yana görse sadece ses tonlarından ayırt edebilirdi. Solunda duran ve ‘uyma diğerine’ diyen daha kalın sesliydi. Tane tane konuşuyordu. Öbürü tecrübeli bir satıcı akıcılığıyla konuşmaktaydı. Sesinde belli belirsiz bir sabırsızlık tonu da vardı sanki. Bu arada tam ortada önündeki bir camdan bir hastane odasını görmekteydi. Yatakta yaşam desteği aparatına bağlı yatıyordu. Aslında oradaydı. Bir trafik kazası geçirmişti. Çok ağır yaralıydı. Beyin kanaması geçiriyordu. Teknik olarak ölü ilan edilmesine çok az kalmıştı. Bir ay sonra 32 yaşına girecekti. Ölmek için çok erkendi. Umutla sağ tarafına baktı. “Peki, sen bana ne vaat ediyorsun?” “Hayatına kaldığın yerden devam etmeyi.” Tanju, Bolu yakınlarında son gaz giderken lastik patlaması nedeniyle bir ağaca tosladığını ve arabasının hurdahaş olduğunu hatırladı. Normal bir hatırlama işlemi değildi. Uzaktan seyircilerle birlikte bakmaktaydı. Dışarıdan birinin gözlerini ödünç almış gibiydi. Arabasının kaynakla kesilerek bedenini çıkarılıp ambulans sedyesine konuşunu izlemekteydi. O metal cenderenin içinden sağ çıkması bile bir mucizeydi. Mucizeler anlık oluşumlardı. Hızla son kullanım tarihlerine ulaşılırdı. Bakışları hastane odasına ve yaşam desteği aparatının önünde duran doktorun umut vermeyen yüzüne takılınca içini bir korku kapladı. Diğer tarafa döndü. “Sen ne diyorsun?” “Onu dinleme. Benimle gel.” “Nereye?” “Demin de söyledim. Her şeyin bir bütün halinde göründüğü o eşsiz yere.” “Öleceksin yani,” dedi diğeri. Tanju içi sıkılarak hastane odasına baktı. Ölmek istemiyordu. Bir şansı varsa kullanacaktı. “Demek kaldığım yerden devam edeceğim?” “Evet. Biraz öncesinden. Teknik zorunluk. Anlarsın ya. Üç beş gün kadar…” Diğer Tanju sakin bir sesle müdahale etti. “Bunu yaparsan kendini yine burada bulacaksın. Çok daha berbat bir şekilde üstelik…” Tanju bilinçsiz olarak komada yatmaktan daha berbat olabilecek bir şeyi hayal edemiyordu. Odaya baktı. Birkaç dakikası kalmıştı belki. Her an yaşamı destek ünitesinin çalışması durdurulabilirdi. Kararsızca sol tarafına bir göz attıktan sonra diğer yöne doğru yürüdü. Adımlarını atarken içindeki tereddüdü giderek silindi ve kendine uzatılan eli sıktı. Dr. Faust bu sahneyi görseydi anlayışla gülümserdi. Dünya yüzünde her saniye bu tür en az onlarca el sıkışması yaşanmıyor muydu?
49
Öykü
Öykü
*
*
*
Tanju ılık bir bahar günü araba sürmekteydi. Sevgilisi Serpil’le araları düzelmişti. Hafta sonu görüşeceklerdi. Bir anlığına beynine arabayla kaza yaptığı, ölümcül yaralandığı gibi kasvetli bir düşünce doluşunca ayağı gaz pedalını ittirdi. Spor BMW ok gibi fırladı. TEM yolundaydı. Az kalsın önündeki turuncu renkli Mercedes’e bindirecekti. Arabayı süren eğer kıçının altına kalın bir yastık koymadıysa kafası tavana değen iri yarı bir tipti. Yalnızdı. Sağ eliyle ne oluyor işareti yapmıştı haklı olarak. “Tanju dikkat et. Yaptığın her gereksiz hız eklenecek.” Tanju o fasulyedoidin içinde sağlı sollu iki kopyasıyla konuştuğu şeyleri, hastane odasında komada yattığını falan unutmuştu. Ses tanıdıktı, çünkü kendi sesiydi. Tanju gaz pedalındaki ayağını geri çekince araç yavaşladı. Öndeki arabaya vurmayı kıl payıyla engellemişti. Aklından ‘Ne eklenecek?’ diye geçirerek yola devam etti. Üç yıldır çalıştığı Omni Sigorta Şirketi’ne gelince masasında kendisini bekleyen dosyaların havasına girdi. Günlerden Salı’ydı ve bürosunda yapılacak inanılmaz derecede çok işi vardı. Günler böyle geçti. Tanju şehrin içinde araba sürerken zaman zaman unuttuğu sahnelerin saldırısına uğradı ve ayağı gaza ekstra bastırdı. Mucizevi bir şekilde hiç kimseyi ezmedi ve hiçbir arabaya arkadan toslamadı. ‘Bak dikkat et, bütün bu ekstra hızlar ekleniyor’ uyarısı almaya devam etti. Hatta o iç ses sayı da vermeye başlamıştı. ‘Gereksiz sollama. 12 eklendi. Çek ayağını gazdan. 8 eklendi. Bu hiç iyi fikir değildi Tanju. 20 eklendi.’ Saçma bir şeydi. Eklenen neydi? Havsalası almıyordu. Zaman zaman aklına geldiğinde tadı kaçar gibi oluyordu, ama alışmıştı. Çok soyut bir tehditti. Kim neyi, neye ekliyordu Allah aşkına? Bu arada iki kez, Perşembe ve Cuma gecesi arka arkaya rüyasında kendini hastane odasında gördü. Ama sabah uyanınca hatırlamadı. Sadece bir şey unuttuğunu hatırlamaktaydı. Bu da normal bir şeydi. İnsanlar sürekli olarak bir şeyleri unuturlardı. Önemsiz ayrıntılar dünya yörüngesinde dolanan çöpler gibi değil miydi? Önemli olsa hatırlardı zaten. Cumartesi öğleden sonra annesine giderken yine öyle hızlanma sorunu yaşadı. İç ses ‘Bu son ihtardı. 17 eklendi ve kotan doldu,’ dedi. Tanju bütün hafta çok sıkı çalışmıştı. Saçma sapan iç ses ekolarına aldıracak hali yoktu. Bolu’daki bir iş bugün onun yerine başkası gitmişti. Otobanda hızlı araba sürmeyi seviyordu, ama memnundu. Bu akşam sevgilisi onda kalacaktı. Kız yirmi yaşındaydı. Henüz evli olmadıkları için bu tür organizeler pek sık olmuyordu. Düşünceleri akşama odaklanmıştı kısacası. Annesi bir arkadaşından iki aylık bir kedi yavrusu alacaktı. Daha önceki kedisi yılbaşında yaşlılıktan ölmüştü. Kedileri çok seviyordu. Beş yıldır artık babası da sağ değildi. Kadın yalnızlığını teskin ediyordu bu hayvanlarla. Birlikte Suadiye’ye kediyi almaya gittiler. Annesi kediye bir önce ölen kedisinin ismini takmaya karar vermişti. Sultan. Bembeyaz bir Van Kedisi’ydi. Hasırdan örülmüş taşıma sepetinde miyavlayıp duruyordu. Transporttan memnun değildi anlaşılan. Annesinin evine doğru giderlerken yol üzerinden Serpil’i aldılar. Bir içim su makamında giyinmiş kız kedilerden biraz tiksiniyordu, ama müstakbel kaynanasına şirin görünmek için ‘Ay ne şirin kedi,’ dedi. Hem de iki defa. Tanju mutluydu içini sıkan anlamsız uyarı salvolarının baskısından kurtulmuştu. Hava güzeldi. Yanında oturan kız çıtırın hasıydı. Annesi yeni kedisiyle çok mutluydu. Şimdi önce kadını eve bırakacaktı. Sonra duruma göre kızla beraber kendi evine gidebilirlerdi. Akşam yemeği için vakit vardı daha. Birikmiş yatak ödevlerini yaparlardı belki önceden. Hepsini değil tabii. İlk bölümünü. Tanju keyifle sırıttı. Saat 15.29’du. Bağdat Caddesi doluydu. Trafik akıyordu, ama yine de. Tıkanma yoktu. Yirmi metre kadar arkasından motorlu bir trafik polisi gelmekteydi. Bir ara sağ kaldırıma yaklaşarak duran minibüs çekilince önü açıldı. Ardından ansızın ayağı gaza köküne kadar basınca araba ok gibi fırladı.
50
51
Öykü
Çizgiroman
Tanju’nun lisede fiziği fena değildi. Spor BMW de olsa arabanın bu şekilde hızlanması mümkün değil diye düşündü. Sanki hızlanan bir savaş uçağının koltuğundaymış gibi sırtı arka koltuğa yapışmıştı. Serpil’e baktı. Kız da aynı durumdaydı. Yüzü korku içindeydi. Annesinin ‘Ay ay’ sesleri kedinin miyavlarına karışmıştı. Hızları müthişti. Önündeki un çuvalı yüklü kamyonla aralarındaki on metreyi göz açıp kapayana kadar aldılar. Tanju’nun ayağı ancak frene basabilmişti bu arada, ama hiç yararı olmadı. BMW olanca hışmıyla kamyona tosladı. Az önce onları koltuğa yapıştıran güç tam tersi yönde harekete geçmişti. ‘Bir süper nova ile öpüşeceğim’ düşüncesi Tanju’nun tefekkür makinesindeki son zihinsel işlem olmuştu. Zamanı olsa bu lafa şaşardı, ama yoktu. *
*
*
Tanju sağ taraftaki benzerinle tokalaşmaktaydı. O fasulyeoidin içindeydi yine. Az önce Bağdat caddesinde olan her şeyi hatırlamaktaydı. Elini çekti ve “Ne oldu?” diye sordu. Cevap diğer uçtan geldi. “Anlaştın. Geri döndün. Beşinci günün sonunda yanına iki kişiyi daha alarak buraya geldin. Tanju korkuyla benzerine baktı. “Bu olamaz.” “Oldu bile. Annen ve Serpil Hanım hemen öldüler. Sen yine derin komaya girdin. Bir öncekiyle aynı tarih ve saatte. Benimle gelseydin onlar sağ kalacaktı.” Tanju korkunç bir pişmanlık ve suçluluk duygusuyla geri dönerek diğer benzerine baktı. “Niye yaptın bunu?” Benzeri yapmacık bir şaşkınlıkla ona baktı. “Neyi?” dedi. Tanju içinde kabaran öfkeyle ona hamle etti. Ağzını gözünü patlatacaktı, ama tülden ve şeffaf kollarının ucundaki sıkılı yumruğu adamın suratını yamultamamaktaydı. Muhatabı yüzünde gülümsemeyle hastane odasını işaret etti. Tanju o tarafa baktı. Yaşam Destek aparatı kapatılmıştı. Bir hemşire çarşafı yüzüne örtmekteydi. Ağzından sadece kendinin duyabildiği acı bir feryat çıktı. Bu olamazdı. *
*
*
Kazanın tanığı olan motorlu trafik polisi Ahmet Balcı on üç yıllık meslek yaşamında böyle bir şeyi görmediğini düşünmekteydi. Hiçbir araç bu kadar kısa sürede böyle bir hıza erişemezdi. Arkada oturan kadın ve öndeki genç kız anında parçalanarak ölmüşlerdi. Şoför mucizevi bir şekilde sağdı. Şu anda ambulansla hastane yolundaydı. Spor BMW’nin boyu bir metre kadar kısalmıştı. On tonluk kamyonun arka kısmında inanılmaz bir hasar vardı. BMW’nin vurma hızı o kadar fazlaydı ki, kamyon şoförünün boynu kırılmıştı. O da şimdi hastane yolundaydı. Küçük beyaz kedi kazadan kurtulan tek canlıydı. Hasır sepet onu korumuş olmalıydı. Ahmet Balcı raporuna ‘Aşırı hızdan ötürü kaza’ yazmıştı, ama esas kelimeler bunlar değildi. ‘Kamyonun arkasına uçan bir BMW çarptı. Hızı en azından saatte 400 kilometreydi’ yazması lazımdı. Bunu yaparsa eldeki bütün teknik kanıtlara rağmen siciline soru işareti girerdi. O gün ve ertesi gün medya bu garip kazaya gereken büyük ilgi gösterdi. Kimse uçan araba sözcüğünü kullanmadı. Aşırı hız izahatı millete yeterli gelmişti. Arkasını kurcalamanın bir âlemi yoktu. Uçan arabadaki yavru kedi medya vasıtasıyla ansızın ünlenince birkaç bin kişi hayvanı almaya talip olmuştu. Arabadaki tek şanslı mahlûk oydu. Yazan: Sadık YEMNİ
52
İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ
53
Sinema
Sinema
Sevimli Frankenstein
1974 yılında çekilen, Mel Brooks’un başarılı korku-komedi filmi “Young Frankenstein”, Türkiye’ye uyarlanırsa ne olur? 1975 yılında yapılan Nejat Saydam’ın senaryosunu yazıp yönettiği“Sevimli Frankenştayn” filmi bu düşünce üzerine ortaya çıkmıştır. Pek çok yabancı film sitesinde bu filmin diğer adı bu nedenler “Turkish Young Frankenstein” olarak geçmektedir. Young Frankenstein’i izlediyseniz bazı benzerlikler dikkatinizi çekecektir. Ama yine de ortaya özgün
54
bir senaryo konmuştur diyebiliriz. Neticede elimizde “korku-komedi” niyetiyle çekildiği halde gerçekten “komedi” olan bir film vardır. Konusundan bahsedersem filmin sürprizi kaçabilir, o yüzden sadece dikkatimi çeken noktaları yazarak en azından aşinası olmayanlara tanıtmaya çalışacağım. • Filmde Doktor Timur Frank rolünü ve resimde canlandırılan Baron Frankenstein’i canlandıran Bülent Kayabaş başroldedir. Kambur yardımcı İgor rolünü, kötü adam rollerinden hatırladığımız Turgut Özatay, korku filmi İgor’larına taş çıkartırcasına canlandırmaktadır. Canavar rolünü ise makyajsız bir halde Savaş Başar canlandırmaktadır. • Film genel olarak Ürgüp’te geçmektedir, ama şato olarak gösterilen kilise İstanbul’dadır. • Film de fantastiğe kaçan korku unsurları vardır. Abartılarak belki de istemeden korku-komedi kıvamı yakalanmıştır. Sürekli “Kalkıyoruz!” diye tren garında dolaşan hayalet tren garı görevlisi, aniden güneşin doğması, Mualla Fırat’ın canlandırdığı Madam karakterinin her repliğinde at kişnemelerinin gelmesi, gizli geçitler ve İgor’un kurukafa şakası, Baron Frankenstein resminin canlanarak insanları korkutması ya da şaka yapması vb. • Özellikle Young Frankenstein filminde de geçen sahneler, bu uyarlamada da vardır ama taklit değildir, karakterler kendilerine göre yorumlamışlardır. • Filmde vurgulanan yegâne korku unsuru karakterlerin sürekli “Frankenştayn” ismini bastırarak ve vurgulayarak söylemesidir. • Filmde köy basan kızgın köylüler üzerinden belki de istemeden sağlam bir mesaj verilmiştir. Köylülerin lideri, Timur Frank’a dedesinin deneylerini yapmamasını ve gitmesini söyler. Gerekçesi “turizmi” baltalayarak köye “turistlerin” gelmesini engelleyecek olmasıdır. Ama köylü bunu deneyler şeklinde söylemez, der ki: “Sen de deden gibi cinlerle perilerle uğraşma,” istemeden yahut kasıtlı olarak insanların bilmediği konulara bilimsel olsa bile “cin-peri muhabbeti” gözüyle bakmasını eleştirmektedir. Mehmet Berk YALTIRIK
55
Çizgiroman
Çizgiroman
56
57
Çizgiroman
Çizgiroman
58
59
Çizgiroman
Çizgiroman
60
61
Sinema
Sinema
Oyuncu kadrosuna baktığımızda ise yaptıkları işlerde başarılı yalnız bu yapım için sönük kalmış olan Gerard Butler, Tom Wilkinson, Idris Elba ve Thandie Newton gibi oyuncularla karşılaşıyoruz. Filmin müzikleri ise baş döndürücü diyebiliriz. Yapıma havasını tam olarak kazandıran yegâne ayrıntılardan aslında… Rocknrolla Guy Ritchie’den bağımsız değerlendirildiğinde günümüzde çekilen suç filmlerinin içinde en başarılısı ve en hatırda kalanı olacaktır. Seyredene keyifli anlar yaşatabilen salim kafayla izlendiğinde daha bir zevk veren yapım, Guy Ritchie gibi bu filmler adına efsane olmuş bir adamın ellerinden çıkınca ne yazık ki vasat kalıyor. Yine de hakkını yememek lazım ki yapım birçoklarına kıyasla oldukça parlak bir ışığa sahip. Suç, insan var olduğu sürece var olacak bir süreç. Bu zamanın akıp giden griliğinde kimi zaman uyuşturucu, kimi zaman silah, kimi zaman ise emlak alım satımı olacak. Ama her daim var olacak. Bunu bir de bir ustanın gözünden komediyle karışık görmek isteyenleriniz varsa buyurun RocknRolla’ya. Hâlâ seyretmediyseniz iyi seyirler…
ROCKnROLLA (2008)
Melahat YILMAZ www.otekisinema.com
İnsanlar hep soruyorlar RocknRolla nedir? Onlara müzikle, uyuşturucuyla, tedaviyle ilgisi olmadığını söylüyorum. Hayır, bu çok daha öte bir şey dostlarım. Hepimiz biraz iyi yaşamak isteriz. Bu kimi için para, kimi için uyuşturucudur. Kimi için de seks, güzellik ya da şöhret… Ama bir rockçı için bu farklıdır. Neden mi? Çünkü gerçek bir rockçı hepsini ister. Londra’nın yeni bir suç çekim merkezi vardır. Emlak piyasası… İster adi bir sabıkalı olun, ister başka ülkeden gelen geçmişi karanlık bir milyoner bu piyasada para kazanmak içinse görmeniz gereken tek adam vardır. Lenny Cole… Kahramanlarımız One two ve Mumbles de emlak işine girmek için aynen böyle yaparlar yalnız ortada bir sorun vardır Lenny Cole da aynı işin peşindedir. Ve böylece tuzağa düşen ikili Lenny Cole’e borçlanmış olurlar. Neyse ki araya bir Rus milyoner, bir rockçı, adı bilinmeyen bir ispiyoncu, kayıp şanslı bir tablo ve güzeller güzeli bir muhasebeci girer ve ortaya tadından yenmeyen bir dönme dolap çıkar… Rocknrolla, adını Snatch ve Lock, Stock and Two Smoking Barrels gibi izleyicisi tarafından efsane olarak nitelendirilen filmlerin yönetmeni olan Guy Ritchie’nin imzasını taşıyor. 114 dakikalık filmin senaryosu da yönetmenine ait. Yapım ilk anlarında klasik bir Guy Ritchie hareketi olan karakterlerin tanıtılması ile başlayıp sonrasında sakince hikâyenin içine yönlendiriyor. Daha önceki filmlerine kıyasla daha az entrika, daha az sır var bu filmde. Kafa karışıklığı yaratan ayrıntılar pek fazla göze çarpmıyor. Belli ki ABD seyirci kitlesini hedef alan yönetmen eserinin anlaşılabilir olmasını daha fazla göz önünde tutmuş. Aksiyon sahneleri tadında, seyredilebilir, işin içine komedi de dâhil olunduğunda keyifli bir seyirlik sunuyor bence. Lakin yönetmenin efsanesini bilenler onun bu filmle yeniden küllerinden doğmasını bekliyorlardı fakat büyük ölçüde hayal kırıklığına uğradılar. Kullanılan karakterlerin pek yerli yerine oturmadığı yapımın hayal kırıklığı yaratmasının sebeplerinden biri de buydu sanırım.
62
63
Çizgiroman
Çizgiroman
64
65
Çizgiroman
Çizgiroman
66
67
Çizgiroman
Öykü
Oyun Kapının açıldığını duyduğunda Belgin yatak odasındaydı, bu akşam için almış olduğu elbisesini giymiş, makyajını yapmış aynada kendisini seyrediyordu. Kolay değil, evliliklerinin tam yirminci yılını kutlayacaklardı, bu yüzden her şeyin kusursuz olmasını arzuluyordu. Hazırlanmaya daha aylar öncesinden başlamıştı. Fiziksel olarak yirmi yıl öncesine benzeme isteğiyle öncelikle bir spor kulübüne yazılmış ve fazla kilolarından kurtulmak için hocalarının verdiği programı eksiksiz yerine getirmişti. Cehennem azabı gibi geçen dört ayın sonunda on kilo zayıflayınca hemen alışverişe çıkmış, uzun zamandır göz koyduğu siyah mini elbiseyi hemen denemişti. Ama satın alma konusunda biraz kararsızdı. Vücudunun tüm hatlarını ortaya çıkaran bu giysi yaşına uygun değildi, bunu biliyordu, ama uzun zamandan beri de ilk kez kendini bu kadar çekici hissetmişti. Sinan’ın da buna bayılacağını düşününce, kararını verip satın almıştı. Kıyafetini tamamlamak için iç çamaşırı seçerken, elbise sayesinde tazelenen özgüveniyle daha cesur davranmış ve hayatında ilk kez hoşlandığı tipte giysiler seçmişti. Bu sabah, Sinan evden çıkar çıkmaz hazırlıklara girişmişti. Önce; yemek ve mezeleri hazırlamış, sonra da iki oğlunu gece kalması için annesine bırakmıştı. Kuaförden dönüşte masayı en lüks restoranlardaki gibi özenle düzenlemiş ve aldığı günden beri hasretini çektiği siyah mini elbisesini giymişti. Artık hazırdı. Aynadaki görüntüsüne son bir kez baktığı sırada Sinan’ın sesini duydu. “Hayatım neredesin?” “Geliyorum canım.” Sinan elinde çiçeklerle eve girdiğinde, önce eşine seslenmiş ardından da sabırsızlıkla beklemeye koyulmuştu. Seyrek saçlarının altındaki geniş alnı; gerginliğini belli edercesine kırışmış, kahverengi gözleri; uzaklardaki bir yazıyı okumak istercesine kısılmış, alt dudağı ise mazoşist bir duyguyla üst keser dişlerin hükümranlığı içine girmişti. Yabancı bir insan, onun bu halini görünce büyük bir dert içinde kıvrandığına, elindeki çiçeklerden de, sorunun eşiyle ilgili olduğuna yemin edebilirdi. Oysa Sinan’ı yakından tanıyan bir insan için tüm bu ayrıntıların hiçbir önemi yoktu. Yapı olarak gergin ve sabırsız bir karakterde olduğunu bildiklerinden, yüzünün bu karmakarışık şeklinden fazla bir senaryo üretmezlerdi. En fazla, randevusuna geç kaldığından dolayı içinde fırtınaların koptuğunu ve kendisini karşısındakine nasıl affettireceğini bilememenin çaresizliğiyle kıvrandığını düşünürlerdi. Gerçekte, tam böyleydi. Sinan o gece için şehrin en lüks restoranında yer ayırtmış ve sürprizin tadı kaçmasın diye bunu Belgin’den özenle saklamıştı. Ancak işler her zaman insanın kafasında biçimlediği şekilde gerçekleşmiyordu. Son dakikada çıkan bir aksilik yüzünden işyerinden geç çıkmış, yolların aşırı kalabalık olması nedeniyle de, eve planladığından geç saatte ulaşmıştı. Oysaki hayalinde, Belgin ile içkilerini yudumlayarak gün batımını seyretmek vardı. Evden hemen çıksalar bile bu trafikte yer ayırttıkları yere varmaları saatler sürecekti. Böylesine önemli bir günde geç kaldığı için kendisini affedemiyor, Belgin’i beklerken kendi kendisine söylenip duruyordu. “Hoş geldin canım.” Daldığı düşüncelerden sıyrılıp bakışlarını Belgin’e yönelttiğinde, gözüne ilk çarpan saçları oldu. İlk tanıştıkları yıllarda olduğu gibi kızıl renge boyatmıştı. Yüzüne karşı hiç itiraf etmese de en çok o halini seviyordu ve şu an tam istediği gibiydi. “Harikasın,” dediği sırada gözü üzerindeki giysiye kaydı. Daracık siyah mini elbisesinin altında inanılmaz seksi görünüyordu. O an duyduğu hazzı kelimelere dökmek olanaksızdı, bu yüzden sadece gülümsedi.
68
69
Öykü
Öykü
“Nasıl beğendin mi?” “Beğenmek ne kelime, nefesim tutuldu. Baksana konuşamıyorum bile.” “Gerçekten mi?” “İnan bana yirmi yıl öncesinden bile çok daha güzelsin.” “Yaşasın.” Sinan, elinde tuttuğu çiçekleri uzatırken, “İyi ki varsın bir tanem. İyi ki varsın ve benimlesin,” dedi. “Canım benim, sen de iyi ki varsın.” “Madem hazırsın haydi hemen çıkalım, zaten yeterince geciktik.” “Nereye canım?” “Bu gece için yer ayırtmıştım.” “Hiç gerek yok. Herkesten uzak, baş başa evimizde kutlayalım diye düşündüm ve her şeyi hazırladım.” “Madem öyle istiyorsun benim için bir mahsuru yok.” Belgin, Sinan’ın elinden tutarak salona götürdü ve hazırladığı masayı gösterdi. Büyük bir emek harcandığı daha bakar bakmaz belli oluyordu. Belgin’e sıkı sıkıya sarılıp, “En az senin kadar baş döndürücü, harikasın bir tanem,” dedi. “Benden bu kadar, biraz da sen çalış bakalım. Soğuması için dolaba şarap bırakmıştım, şimdi doğru mutfağa.” “Tüm gece hizmetinizdeyim hanımefendi.” Mutfağa gidip şarabı dolaptan çıkarttı. Tıpasını açıp havalanması için tezgâhın üzerine bırakmasının ardından, hızla yatak odasına geçip üstünü değiştirdi. Şile bezinden yapılmış beyaz gömleğinin altına yine aynı renkte bir pantolon giydikten sonra, ayna karşısında seyrek saçlarını eliyle düzeltti. Elinde şarap şişesiyle salona geldiğinde, Belgin çapkın bir şekilde bakıp, “Çok havalı olmuşsun bu gece seni elimden kimse kurtaramaz,” dedi. “Kurtaranı vururum,” dediğinde üzerindeki tüm gerginlik kaybolmuştu. “Nice yıllara,” diyerek kadehlerini tokuşturduktan sonra, geçen yirmi yılın muhakemesini yapmaya başladılar. Bazen; geçmişte saçma sapan nedenlerden dolayı yapmış oldukları tartışmaları anımsayıp kendileriyle alay ettiler, bazen de birbirlerine duydukları sevginin hiç azalmamasına şaşırdılar. İlk günlere döndüklerinde, Sinan tanışmak için ne dolaplar çevirdiğini anlatmaya başladı. Belgin, bu hikâyeyi şimdiye kadar en az yüz kere dinlemesine karşın yine kahkahalar atarak dinledi. Çocuklardan laf açıldığında, heyecanla geleceklerini planladılar. Nefeslenmek için her durakladıklarında, ikisinden birisi kadehine uzanıp, “Yıllar ne kadar çabuk geçti, öyle değil mi?” diye sordu. O anlarda, birbirlerine itiraf etmeseler de geçmişe duydukları özlem, gözlerinde kısa süreli bir hüznün oluşmasına sebep oldu. Bir süre bakışlarını başka yöne çevirip daldılar, ardından sanki birbirlerinin düşüncelerini okumuşçasına, “Ama her şeye rağmen güzel günler yaşadık.” dediler. İşte bu anlarda kadehlerini hep “Sonsuza dek,” diyerek tokuşturdular. Gece boyunca masalarından ne kahkaha eksik oldu, ne de içki. Kadehleri boşaldıkça teklifsizce yenilediler. Alkolün etkisiyle konu bir süre sonra cinselliğe gelip dayanınca, arzularının ilk günlerdeki gibi hala sıcacık olmasının nedenini merak ettiler. Belgin, sevgi derken, Sinan, tenlerin uyuşmasında ısrar etti. Sonunda saygının en önemli etken olduğuna karar verdiler. Kendini tartışmaya iyice kaptıran Sinan coşkulu bir şekilde, “Öyle olmasaydı, sahiplenmenin içgüdüsüyle önce kendimizi salıverir, ardından birbirimizden sıkılırdık. Sonunda da, yeni arayışlar içine girerdik.” diye konuşunca Belgin elindeki kadehi masaya bırakıp, “Beni hiç aldattın mı?” diye sordu. Sinan’ın vereceği yanıt belli olduğundan, sorar sormaz pişman olmuştu. Yine de konuyu değiştirmedi,
70
71
Öykü
Öykü
gözlerini kapatıp söyleyeceğinden emin olduğu “Asla hayatım. Sen varken gözüm kimseyi görmez,” kelimelerini içinden tekrarladı. Bunları duyduktan sonra yerinden kalkacak ve Sinan’a sıkı sıkıya sarılacaktı. Ardından da gecenin en güzel bölümüne geçeceklerdi. Aradan uzun bir zaman geçmesine karşın sessizlik bozulmayınca şaşkınlıkla gözlerini açtı. Sinan karşısında öylece duruyordu. Bu halini görünce kendini tutamayarak güldü ve “Alt tarafı basit bir soru sordum, neden suçlular gibi donakaldın? İtiraf etmek istediğin bir şey mi var yoksa? ” diye sordu. “Evet” “Nasıl yani?” “Bak canım, öncelikle seni çok sevdiğimi bilmeni istiyorum. Uzun zaman önce yapmış olduğum bir hata beni çok rahatsız ediyor, bu yüzden sana karşı dürüst olacağım.” Sinan’ın birdenbire bu derece ciddileşmesini pek önemsemedi, zira onu çok iyi tanıyordu ve bir muziplik peşinde olduğundan emindi. Büyük bir ihtimalle öfkelenip bağırmasını bekliyordu, ardından “Seni, seninle aldattım,” ya da “bu geceye kadar asla; ama şimdi karşımda hiç tanımadığım harika bir kadın duruyor ve niyetimi fena halde bozdum,” türünden bir cümle kurup, kahkahayı basacaktı. Ona bu fırsatı vermemek için sessiz kalmayı tercih etti, bir yandan da “bak bu sefer oyununa gelmedim.” dercesine gülümsemesini sürdürüyordu. “İnan bana sadece bir kez oldu, tek bir kez.” “Bir kez olan nedir?” “Seni aldatmam.” “Bak Sinan bu oyun gerçekten fazla uzadı yavaş yavaş sinirlenmeye başlıyorum.” “Keşke öyle olsaydı; ama maalesef doğru. Beş yıl önce bir iş gezisine çıkmıştım o gece barda tanıştığım bir kadınla…” “Ne yani tüm bu anlattıkların doğru mu?” “Evet. Dediğim gibi bir gecelik bir ilişkiydi ve sabah olduğunda her şey bitti.” “Ah ne güzel demek arada aşk yoktu, bak şimdi bayağı rahatladım.” “Ertesi gün eve döndüğümde pişmandım, ama geriye dönüp düzeltme şansım olmadığından sustum.” “Ve buna rağmen hiçbir şey olmamış gibi benimle yatmaya devam ettin.” “Seni çok seviyordum, kaybetmeyi göze alamazdım.” “Şimdi anlattığına göre artık göze alıyorsun, öyle mi?” “Kesinlikle hayır. Anlatıyorum zira yirmi yılın ardından arkamızda hiç yalan kalmasın istedim.” “Ama yalan dolu tam beş yıl yaşadık ve ben bu zaman zarfında yalanlarına saf bir şekilde kandım.” “Özür dilerim, yapmak istediğim tek şey sana karşı dürüst olmaktı.” “Ne kadar düşüncelisin.” “Lütfen Belgin biraz anlayışlı ol, unutma itiraf etmeseydim asla öğrenemeyecektin.” “Bunun için teşekkür etmemi beklemiyorsun herhalde.” “Ne demek istediğimi anladın, haydi kapatalım artık bu tatsız konuyu.” “Anlamadım, anlamış olsaydım beş yıldır böyle saf bir şekilde seninle yaşamazdım.” “Seni çok seviyorum.” “O zaman neden aldattın?” “Bilmiyorum. İster gaflet de ister merak, önemli olan hatamı anlamam öyle değil mi?”
“Sanmıyorum.” “Neden? Sonuç olarak bir gecelik ilişkiydi, yaşandı ve bitti. Bir daha ne aradım ne de gördüm o kadını.” “Demek hiç aramadın, ilginç. Sakın sebebi onu da başkalarıyla aldatman olmasın. Ne de olsa torbada delik açılmıştı, ha bir olmuş ha yüz…” “Yemin ederim ondan sonra başka bir ilişki yaşamadım.” “Senin adına üzüldüm. Boşuna kendini kısıtlamışsın.” “Şunu bilmeni isterim ki…” “Neyi? Söylemeseydin ruhumun bile duymayacağını mı? İnan bana artık çok geç, artık sadece ruhum değil tüm hücrelerim duydu beni aldattığını.” “Aldatma sayılmaz ki bu.” “Daha fazla konuşmak istemiyorum, iyi geceler.” Bu sözlerinin ardından ayağa kalkıp yatak odasına gitti. Geri döndüğünde elinde yastık ve battaniye vardı. Sinan’a öfkeyle bakarak, “Sen mi yoksa ben mi burada yatıyoruz?” diye sordu. “Lütfen hayatım.” “Sen mi yoksa ben mi?” “Ben yatarım.” Elindekilere hırsla yere fırlattıktan sonra yatak odasına gitti ve arkasından kapıyı kilitledi. Büyük hayallerle aldığı elbiseyi parçalarcasına üzerinden çıkarttıktan sonra çıplak bir vaziyette yatağa uzandı. O kadını öpen dudakların kendi dudaklarına değmiş olması, onu sarmalayan ellerin kendi vücudunu fütursuzca okşamış olması midesini bulandırıyordu. “Seni asla affetmeyeceğim,” diye mırıldandıktan sonra gözlerini kapatıp yorganı başını tamamen örtecek şekilde üzerine çekti. KEEEEESSSSTİİİİİİİİİKKKKKK “Hocam yine mi olmadı?” “Sizce oldu mu? Bir oyun bu kadar mı ruhsuz oynanır. Şuraya ilkokul müsamerelerinde oynayan iki çocuk koysam sizden güzel oynarlar.” Sinan rolünü üstlenen adam, “Hocam biraz fazla yüklenmiyor musunuz bize? İyi oynamadığımız konusunda sizinle aynı fikirdeyim, ama tüm suç bizde değil şu saçma sapan senaryoda. Anlamadığım nokta, beş yıl sonra Sinan neden itiraf ediyor? Karısını sevmese, ondan boşanmak için bahane arasa tamam diyeceğim, ama ortada böyle bir olay yok. Tam aksine Belgin’i seviyor. Nereden bakarsan bak tutarsızlıklar dolu bir senaryo. Bu yüzden oyuna kendimizi veremiyoruz,” diye itiraz edince, Belgin rolündeki kadında fırsatı kaçırmaz ve “Arkadaşım çok haklı, senaryoda o kadar fazla tutarsızlık var ki, bir türlü rolümüze yoğunlaşmıyoruz. Örneğin Belgin, adam kendiliğinden itiraf etmişken ve üstelik karısını deli gibi severken, olayı neden bu kadar dramatize ediyor? Biraz empati kurmayı denese daha iyi olmaz mı?” diyerek kendini savunur. “Haklısınız çocuklar, biliyorum senaryo berbat, ama ne yaparsın yapımcı beğenmiş bir kere. Bu yüzden çekeceğiz mecburen şu lanet filmi.”
72
73
Yazan: Atilla BİLGEN
İllüstrasyon: İlker YATI
Portfolyo
Portfolyo
Yunus KOCATEPE
Yunus KOCATEPE 05.08.1985 - Denizli / Merkez doğumluyum. İlkokulu, ortaokulu (evet, ben en son ortaokul gören nesildenim) ve liseyi, Denizli'de okudum. Akdeniz Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi - Grafik Ana Sanat Dalı'nı 2011 yılında bitirdim. Bitirme projemi, "Başlıklı Kız" isimli kendi tasarladığım bir bilgisayar oyunun hikayesi, senaryosu, karkater ve mekan tasarımlı üzerine yaptım. Bitirme tezimde de, "Bilgisayar oyunları - tarihi, yapımı, konsolları ve türleri" üzerine yaptım. Üniversite hayatımda, 2008 yılında, Türkiye'nin ilk Medikal İllüstrasyon sergisine, 8 illüstrasyonumla katıldım. 2008 - 2009 yıllarında, Darksynth Productions'a bağlı olarak, Terra Fendora ve Leaving Eden isimli oyunlar için, karakter, yaratık, silah ve mekan tasarımları yaptım. Ancak maalesef ki bu oyunlar çıkmayacak. Ayriyetten, "Laevia Online" isimli oyun için de yaratık tasarımları yaptım. Temmuz 2009 ile derginin son sayısı olan Nisan 2011'e kadar, MaviMelek Edebiyat dergisi için illsütrasyon çizimleri yaptım. Xasiork isimli fantastik edebiyat platformuna bağlı olarak, "Kara Mürekkep" isimli kitabın illüstrasyonlarını, "Xasiork Dergi"nin 10. yıl kapak çizimini, "Ölümsüz Öyküler" isimli fanzinin kapak ve illüstrasyon çizimlerini ve çeşitli grafiksel tasarımlarını yaptım. Xasiork'a bağlı çalışmalarım devam etmektedir. Eylül 2008'den bu güne, halen Gölge e-dergi'de illüstrasyon çizmekteyim. Ayrıca gölge dergi'de üç kısa hikayem, bir çizgi romanım, iki pin-up ve bir kapak çizimim yayınlanmıştır. Gölge e-dergi'de illüstrasyonlarım yayınlanmaya da devam edecek. Bunların dışında, 6.45 yayınevinden çıkmış olan, Arman Kal'ın yazdığı, "Kutsal Penis ve İşeyaramaz Kafatası" isimli kitap için, illüstrasyon ve kapak çizimleri, İmleç Kitabevi'nden çıkmış olan, Bülent Keçik tarafından yazılmış olan "Aşk'ı yeniden okumak ve Anlamk isimli kitap için kapak çizimi ve yine İmleç Kitabevi tarafından basılmış olan, Selcan Yıldırıcı'nın yazmış olduğu "Kusursuz Bir Mutluluğa Doğru / Bir İki - Üç - Sıçra" isimli kitap için kitap kapağı çizdim. Benimle bağlantıya geçmek ya da diğer çalışmalarımı da görmek isterseniz; Mail / msn : wings_open_devil@hotmail.com Facebook: www.facebook.com/kocatepeyunus deviantart: yunuskocatepe.deviant.com/gallery
74
75
Portfolyo
Portfolyo
76
77
Kitaplık
Portfolyo
Şövalye RODO Teknik Bilgiler: Kitabın tam ismi : Şövalye Rodo, İlk Macera: Rampo (Rodeo Albümler Dizisi no. 5) Sayfa sayısı : 56 + kapak Cilt : Amerikan cilt Ebatları : 21.5 x 29.5 cm. Kağıt : içler 170 gr. mat kuşe, kapak 350 gr Amerikan bristol Versiyonlar : Çizgili kapak, Pentür kapak
GENEL TANITIM İtalyan çizgi romanının en büyük sanatçılarından biri olan Roberto Diso, bizzat yarattığı bir kahramanın ilk macerası ile karşınızda! “Gelecek zaman asilzâdesi” Şövalye Rodo, kısaca RAD olarak anılan Rodeo Albümler Dizisi'nin 5. kitabıyla yüksek kaliteli bir edisyonda boy gösteriyor. Görsel niteliğiyle çizgi edebiyattaki bilim-kurgu başyapıtlarına meydan okuyan bu çok özel eser, geçmişte bazı İtalyan dergilerinde yayınlanmış da olsa, bugüne kadar hiçbir dilde salt kendine ait bir yayınla sunulmamıştı. Evet, dünyadaki ilk (ve şimdilik tek) Şövalye Rodo kitabı, Türkçe olarak çıktı! Düşman şehir-devletler ve kontrolden çıkmış genetik manipülasyon gibi ilginç doneler barındıran ilk kitap, kahramanımızın atıyla aynı ismi taşıyor: Rampo! Rodo'nun ismi yaratıcısının adındaki harflerden türemiş. Studio Rodeo'ya özel çalışmalara giriştiği bir dönemde, Diso'yu bir de bu az bilinen cevheriyle tanıtmak istedik. Hayranları fark edecektir ki, sanatçı, tamamen kendisine ait olan bu konsept üzerinde ince ince çalışırken formunun zirvesine çıkmış: Çizmekten keyif alacağı sahnelerle kurduğu öykü, küçük ebatlı standart çalışmalarında rastlanamayacak türden zengin peyzajlar, geniş alanlara yayılmış aksiyon sahneleri ve son derece dinamik sayfa düzenleriyle akıyor. Diso'yu bugüne dek Mister No ve Tex gibi serilere katkısıyla tanımış okurların, Şövalye Rodo'daki yoğun emek ve farklı bakış açılarından etkileneceğine şüphe yok. Albüm, Şövalye
78
79
Kitaplık
Bulmaca
Bulmaca Rodo'nun dünyasına dair çok sayıda eskizle dolu zengin bir bölüm de içeriyor. Diso sizleri, aksiyon, entrika, gizem ve erotizm dolu şaşırtıcı bir gerçekliğe çağırmakta! Önemle altını çizelim ki, bu ilk Şövalye Rodo kitabı, sanatçının Studio Rodeo bağlantılı çalışma ziyaretlerinden birine denk getirilecek şekilde özel imza günlerine de (pek yakında çıkacak diğer özgün eserleri ile beraber) konu olacak. Şövalye Rodo'nun Türkçe edisyonu, dünya genelinde, konseptin tekrar göz önüne çıkmasına ve yeni maceralarla ilerlemesine yönelik çalışmalar kapsamında da kullanılacağı için, ülkemizde satışa çıkan nüshaların tükenme riski bulunabilir. En geç 2012 başlarında düzenlenmesi planlanan tanışma ve imza günlerine katılmayı düşünenler başta olmak üzere, tüm RAD takipçilerine kitabı kısa zamanda edinmelerini öneririz.
Soldan Sağa 1. Asıl adı Mehmet Çilingir olan ”L-Manyak Şehitleri”, ”Lombak Şehitleri”, ”Âşık Memo”, “Rrospu Çocuğu Memo”, “Ben Bir Eşşeğim”, "Utanmadan İddia Ediyorum", "Makul Koca Memoşko" gibi çizgi roman/öykülerinin yaratıcısı çizer. 2. Metin Fidan’ın sosyalleşmeyi sevmeyen/sosyalleşemeyen, insanlardan uzak durmayı yeğleyen, utangaç, karşı cinsten çekinen, içinden kendi kendine konuşan, ezikçe çizgi karakterinin adı – Asterix’in köpeği İdefix’in de dâhil olduğu bi’ köpek cinsi Genellikle cümle sonlarında çeşitli anlamlarda kullanılan bir ünlem. 3. Göreceli, izafi - Güneş sisteminin Güneş'e en yakın olan gezegeni, Merkür. 4. Yazanı, yapanı, söyleyeni bilinmeyen (eser) – İsviçre’nin uluslararası plaka kodu – Eğitim kurumlarının sitelerinin internetteki uzantısı olarak kullanılan kısaltma. 5. ‘’… Yıldırım’’ (İlk Türk Manga-ka sanatçısı) – ‘’… Hulusi Görey’’ (Akbaba dergisinde Münif Fehim ve Ramiz Gökçe'yle birlikte karikatürist olarak çalışmış, Kulüp Rakısı etiketi ve Atatürk'ün siparişi üzerine Türk alfabesinin kapağını tasarlamış, Kahire doğumlu, Türk grafik sanatının kurucusu, grafik tasarımcı,
80
illüstratör). 6. ‘’Ashraf …’’ (Mısırlı bi’ karikatürist) - Renkli dokümanların 4 renkten tekrar oluşturularak basılmasında kullanılan bir teknik ya da karikatürlerdeki küçük siyah nokta - Lorentiyum elementinin simgesi. 7. Düğünlerde çalgısız olarak türküyle oynanan bir halk oyunu – Güney Amerika’nın güneyinde yer alan başkenti Montevideo olan, dünya kupasını kazanan ilk ülkenin adı. 8. Emperyalizmi karşıtı gurupların sembolü olmuş, Oğuz Aral’ın Gırgır’da yarattığı, ezilen ama boyun eğmeyen ünlü çizgi-kahramanın adı – Kısaca ‘’Milimetre’’. 9. Bir tiyatro oyununda oyuncuların bir defada söylediği parça – Bir Anna Vissi albümü – ‘’… Günlükleri’’ (Clive Staples Lewis tarafından çocuklar için yazılmış, beyaz perdeye de uyarlanan, yedi kitaplık bir fantastik roman serisi). 10. Marvel evrenine göre Büyük Patlamadan önceki evrenden sağ kalan tek canlı olan ‘’ Gezegenler Yıkıcısı’’ Galactus’un doğduğu gezegen - Sinan Ayyıldız ve Serdar Deli tarafından kurulmuş, Gürcistan'dan, Selanik'e; Makedonya'dan Anadolu'ya ve Bulgaristan'a uzanan geniş bir coğrafyanın ezgilerinin seslendiren müzik grubunun adı - Yarı yanmış odun. 11. ‘’…
81
Çizgi Roman Koleksiyon Dergisi’’ (Çizgi romanın doğuşundan günümüze değin geçirdiği evrimleri anlatmak düşüncesiyle Ali Recan tarafından bi’ dönem bi ‘kaç sayı çıkarılmış olan derginin adı) - Kısaca ‘level change’’ – Bilgisayarda ‘Ağ dosya sistemi’ – ‘’… Sonja’’ (Marvel firması tarafından yayınlanan Conan çizgi romanının içinde yer alan bir karakter iken daha sonraları Conan’dan ayrılarak kendi çizgi romanı çıkartılan, 17 yaşında tecavüze uğramasının ardından bir tanrıçanın kendisine yenilmezlik gücü vermesi ile güçlü ve kuvvetli bir dövüşçüye dönüşen dişi karakter). 12. Jean Pourtalé tarafından yönetilen, Niels Arestrup, Brigitte Roüan, Emmanuelle Beart gibi oyuncuların oynadığı 1975 yapımı Fransız filmi. 13. Jim
Carrey’inin canlandırdığı, The Riddler adıyla bilinen Batman’in kötü adamı Edward Nygma’nın kısa yazılışı – ‘Yazıklar Olsun’ anlamında kullanılan bi’ nida - Başparmağı burna değdirip öteki parmakları açarak ve sallayarak yapılan alay işareti. 14. İlk notadan itibaren sırasıyla 1 tam, 1 yarım, 2 tam, 1 yarım ve 2 tam aralıklardan oluşan ses dizisi – Çapı 9 milimetre olan, İngiliz yapısı, hafif, kullanışı kolay bir tür makineli tüfek - Bir konuda birinin inanmasını sağlama, inandırma, kandırma. 15. Belkıs harabeleri olarak da bilinen Zeugma’ya 8 km uzaklıkta yer alan Gaziantep ilçesi – İspanyol futbolunun tüm liglerini kapsayan, ekseri 1. Lig için kullanılan üst düzey ligi.
Yukarıdan Aşağıya
karikatür dizisi) – ‘’… Durgun’’ (Bi’ dönem yayınlanan 'O-haa' adlı mizah dergisindeki 'Karakriter' köşesi ile hatırlanan çizer) - Çizgi roman kültüründe, aylık olarak çıkan kenarlıksız, dergi formatındaki Amerikan çizgi romanlarının standart boyuttaki haline verilen isim, fasikül. 10. .‘’Lucy …’’ (Kung Fu Panda adlı animasyon filmde engerek yılanını seslendiren Çin asıllı ABD’li aktris) – Kürtçe şarkı geleneğinde Berbûklar’ın gelini evden alıp götürürlerken, gelin evinde söylenen şarkılara verilen isim - Peter Pan’in var olmayan ülkesi ‘Neverland’ın kısa yazılışı. 11. Osmanlı İmparatorluğunda çoğunlukla sayısı yüzden az olan, yağma ya da keşif amacıyla düşman topraklarına gönderilen akıncı birliği - Sulara gömülmeden önce Büyük Okyanus'ta yer aldığı düşünülen varsayımsal kayıp kıtaya verilen ad - ‘’… Stanford’’ (X-Men serilerinde Pyro karakterini canlandırmış olan aktör). 12. İradeyle yapılan, istençli - Demir yolu ile yolculuk edenlerin gereksinimlerinin geniş ölçüde karşılandığı büyük tren istasyonu – Elektronik Posta olarak da bilinir. 13. ‘’Şeytan … İnsanlar’’ (Pierre Boileau ve Thomas Narcejac'ın birlikte yazdıkları Celle qui n'était plus adlı romanlarından, senaryosunu Jérôme Géronimi'nin uyarlayıp yazdığı, Henri-Georges Clouzot’un da yönettiği, özgün adı Les Diaboliques olan Fransa yapımı psikolojik gerilim filminin adı) - ‘Niye Ki’ anlamında kullanılır. 14. Susam Sokağı’nda yer alan, Büdü’nün can yoldaşı bi’ Jim Henson kuklası - Alexandre Dumas tarafından yazılmış Üç Silahşorlar adlı romanda adı geçen silahşorların ağırbaşlı ve kibar olanının adı - ‘’Aurra …’’ (Jedi’lardan nefret eden ve güç sahibi kurbanları kovalamaktan hoşlanan, kireç beyazı derili insansı bir yaratıktır olan kelle avcısısı Star Wars karakteri). 15. ‘’… Tahir Burak’’ (Karikatürcünün Şakaları, Hapishane Hatıraları, Barbaroslar, Koca Yusuf, Lale Devri, Kırk Şehitler Kalesi gibi sayısız çizgi roman çalışmaları olan, eserleriyle Türk çizgi romancılığının sanatsal dönüm noktalarından birini oluşturan, ‘’Menderes, çevresinde, çengi ve hokkabaz kılığında bakanlar fır dönerken giysisinin üstünde ‘’Basın’’ yazılı bir çocuğu sünnet eden ‘’Oldu da bitti maşallah’’ karikatürü’’ ile de on altı ay hapis cezası alan çizer) - Kısaca ‘’Yahoo Mail’’ – ‘’ka nama … lajerama’’ (Conan, King Kull ve Örümcek Adam gibi çizgi romanlarda geçen, yılan adamların insan görünümünden yılan görünümüne dönüşmelerini sağlayan sihirli söz)
1. ‘Kadınlar Hamamı’ ve ‘Sen Gülümse’ adlı karikatür albümleri ile ‘Çanakkale Geçemediler, Geçemeyecekler!’ adlı resimli romanın yaratıcısı kadın karikatüristimiz – ‘’Sanal …’’ (Tüm hayatı bilgisayarlar olan bir bilgisayar uzmanı mühendisinin, teknik dünyanın içinde yaşadığı başından geçen günlük komik olayların konu edildiği, Bülent Oktay tarafından çizilen bant karikatür kahramanın adı). 2. . Kızılmaske’nin ceylanlarla aslanları birlikte, birbirlerine zarar vermeden yaşattığı ütopik adanın adı – ‘’… … Esrarı’’ (Agatha Christie'nin bi’ polisiye romanı). 3. Leman dergisinde ‘Le Declis’ adlı eserinin ilk bölümü Kemal Aratan tarafından ‘Çıt’ adıyla çizilen, erotik çizgileriyle tanınan ve Hugo Pratt’la yaptığı çalışmalarla bilinen İtalyan çizer – ‘’… Ringo’’ (Red Kit’e benzeyen mizahi bir çizgi roman olan ve atı Rozita ile maceralar yaşayan çizgi roman kahramanın adı). 4. ‘’Kahraman … Hugo’’ (‘Doğan Kardeş’ dergisinde 1988-89 yılları arasında yayınlanmış bi’ çizgi roman kahramanı) - “Her şey Bitmiştir Artık”, “Aşkın Gözü Kör mü”, “Dibi dibi da” gibi şarkılarıyla anımsanan bi’ Türk pop müzik sanatçımız. 5. Küçük parçalara ayrılmış toprak, evlek - Özel gezinti gemisi - Tefecilik yaparak servet edinen altın düşkünü Harpagon karakteri ile hatırlanan Moliere eseri. 6. Yalancı Ekmek Kadayıfı olarak da bilinen bir tür tatlı – Sodyum elementinin simgesi. 7. Üzüm kütüğü ve çubuğu, asma - 14 Nisan 1961 tarihinde büyük boy yayınlanan, ilk sayısından itibaren genelde İngiliz Eagle dergisindeki çizgi roman başlıklarını sayfalarına yansıtan, Yalçın Uraz ve Hakkı Bigeç'in sahibi olduğu İstiklal Matbaacılık ve Gazetecilik adlı şirket tarafından haftalık olarak iki farklı formatta çıkmış olan ‘’7’den 77’ye Bütün Gençlerin Resimli Gazetesi’’nin adı. 8. ‘’Bertolt …’’ (‘Diyalektik Tiyatro’ olarak da bilinen ‘Epik Tiyatro’nun kurucusu Alman oyun yazarı) – ‘’V for …’’ (Hugo Weaving ve Natalie Portman’ın başrollerde rol kestikleri, geleceğin İngiltere'sinde geçen, Alan Moore'un yazıp David Lloyd'un çizdiği aynı isimli çizgi romandan beyaz perdeye Wachowski biraderlerin uyarladıkları, ‘Fikirlere Kurşun İşlemez’’ repliği ile de hafızama kazınmış olan, filmin adı). 9. ‘’Hasbi Tembel …’’ (Mort Walker tarafından yaratılan, orijinal adı Beetle Bailey olan, sevimli, şaşkaloz askerlerin gündelik yaşamlarından kesintileri işleyen
Sercay ÜNVER
Pin-up
Bulmaca
Hazırlayan: Sefa CİMİN
82
83