Mart 2012
Sayı 54
Murat SEVİNÇ
e-Dergi
İÇİNDEKİLER
04-09 23.AFF -23. Ankara Film Festivali'ne Doğru 10-11 Haberler- Fabisad-10 Sente Aldı 523 Bin Dolara Sattı
12-14 Kitaplık- Anugal
15-16 Çizgi Roman -RüyAdam
54.
17-18 İnceleme-Ezber Bozan Belgesel
Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Murat SEVİNÇ Pinup: Berçem Gözde ÖLMEZ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com
Moon Rising 19-21 Tarihte Bu Ay-Gabrial Garcia Marquez 22-25 Tarihte Bu Ay-Stanley Kubrick
Merhaba…
26-30 Öykü- Durugör Ahalisi 31-32 Çizgi Roman -Deli Rüzgar 33-35 Oyun İnceleme-Kingdoms Of Amalur Reckoning İncelemesi 36-39 Öykü- Ziu Dran 40-42 Sinema-War Horse 43-145 Özel Dosya- Gölge e-Dergi Özel Dosya
146 Pinup
“Mart kapıdan baktırır, kazma, kürek yaktırır.” Bu karda kışta, soğuklarda, kapıdan bakmak yerine yapılacak en iyi şey Gölge e-Dergi’nin yeni sayısına bakmak olacak gibi görünüyor. Gölge e-Dergi ‘’17.Gezici Festival’’den sonra şimdide 23.AFF’nin sponsoru oldu. Gölge e-Dergi olarak sponsorluk çalışmalarımız sadece sinema ile sınırlı kalamayacak,sanatın her alanın’da ve sanatçıların yanın’da yer almaya devam edeceğiz. Gölge e-Dergi’nin en çok ilgi gören ve okunan sayfalarından bir tanesi de “Özel Dosyalar”… Bu sayımızda da çok ilgi göreceğinden emin olduğumuz ve çizgi roman araştırmacıları için kaynak olarak tarihe geçecek bir dosya hazırladık, “Türkiye’de Çizgi Roman” Bu dosyanın hazırlanmasında, başta dosyanın editörlüğünü üstlenen Ahmet H. Yüksel ve emeği geçen tüm dostlara çok teşekkür ediyoruz. Hepinizin eline, emeğine, desteğine sağlık.
İyi okumalar… Mehmet Kaan SEVİNÇ
3
23. AFF
Gölge e-Dergi Ankara Uluslararası Film Festivali'ne Destek Vermekten Gurur Duyar.
23.
Ankara Film Festivali’ne Doğru Yıllar geçiyor, biz de takip ettiğimiz festivaller de yaş alıyor. Dile kolay başkentin en uzun süreli film festivali 23. yılına ulaşmış bile. Senelerdir kimbilir ne filmler izledik bu festivalde. Ustaların filmlerini belki yeniden keşfettik, belki ilk defa izledik ve sinemayı öyle sevdik, yepyeni keşifler yaptık, yeni Türk sinemasının doğmasına ve büyümesine tanıklık ettik. Genel olarak medyada İstanbul Film Festivali’nin bir sinemacı ve eleştirmen kuşağının yetişmesinde önemli bir rol oynadığı söylenir. Sinema ve medya dünyasının büyük kısmı İstanbul’da olduğu için doğrudur da ama daha mütevazı olanaklara sahip Ankara Film Festivali’nin de en azından başkent için sağlam bir sinema seyircisi oluşturmakta çok önemli bir rolü olduğunu söylemek lazım. Özellikle istediğimiz filmlere ulaşmanın bugünkü kadar kolay olmadığı günlerde bu rolü çok daha büyüktü. Yine de sinema sinemada izlenir diyenler için bazı filmlerin tek adresi yine festivaller. Madem öyle, bu yıl festivalde neler izleyeceğimize bir bakalım. Ulusal Film Yarışması: Bu yıl Prof. Dr. Oğuz Onaran, Prof. Dr. Seçil Büker ve Prof. Dr. S. Ruken Öztürk'ten oluşan ön seçici kurul yarışmaya başvuran 23 film arasından 9’unun bu yarışmada yer almasına karar vermiş. Filmler, yönetmen Çiğdem Vitrinel, görüntü yönetmeni Doğan Sarıgüzel, senarist-yazar Osman Şahin, sinema eleştirmeni Cüneyt Cebenoyan ve akademisyen Sami Şekeroğlu’ndan oluşan jüri tarafından değerlendirilecek. Ayrıca SİYAD jürisi de Ali Ulvi Uyanık, Ceyda Aşar ve Yeşim Burul Seven’den oluşuyor. Bu filmler arasında Antalya’da en iyi film seçilen Güzel Günler Göreceğiz, yine aynı yarışmada en büyük rakibi sayılan Nar, vizyonda izleyip beğendiğimiz Entelköy
4
5
23. AFF
23. AFF
Efeköy'e Karşı, Yangın Var, Aşk ve Devrim gibi filmler yer alırken henüz vizyona girmemiş Canavarlar Sofrası ve Mar gibi filmler de bulunuyor. Özellikle vizyona girmiş olanları kaçıranlar için bu filmleri sinemada seyretmek için son şans olarak değerlendirilebilir. Elbette festivale bu filmlerin büyük bir kısmının yönetmen ve oyuncuları da konuk olarak katılacaktır. Onlarla sorular sormak için de iyi bir fırsat olacak. Ulusal Kısa Film Yarışması: Ankara Film Festivali’nin kısa filmlere verdiği önem malum. Bu yıl da yarışma bölümü kurmaca, deneysel ve canlandırma olarak üçe ayrılmış durumda. Bilge Taş, Kıvanç Yalçıner ve Ezgi Yalınalp’ten oluşan ön seçici kurulun seçtiği 29 kısa film yarışmada yer alacak. Her ne kadar bu 29 film şu anda bizim için kapalı bir kutu olsa da Ankaralı festival takipçileri olarak seçici kurul üyelerini tanıyor ve beğenilerine güveniyoruz.
bu film belki herkese göre değil, belki salonun yarısı film sırasında dışarı çıkacak ama mademki Béla Tarr bir film çekmiş, üstelik bunun son filmi olduğunu söylüyor, sinemasever olarak da bize o filmi izleyip kendi kararımızı kendimiz vermek düşer. Bu bölümün diğer filmi ise Chantal Akerman’ın Budala Almayer (La Folie Almayer) adlı filmi. Akerman’ı birkaç yıl önceki Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali sayesinde tanıma imkânımız olmuştu. Bu filminin de ilgi çekici olduğuna şüphe yok.
Dünyanın Her Köşesinden: Festivalin bu bölümünde adından da anlaşılabileceği gibi Dünya Sineması’nın yeni ve güzel örneklerini izliyoruz her yıl. Bu yılki filmler arasında dikkat çekenler, ülkemizde farklı festivallerde gösterilen ve beğenilen, Jean-Marc Vallée’nin yeni filmi Ruh Eşim (Café de Flore), Avrupa Film Ödülleri’nde en iyi animasyon dalında aday olan Hahamın Kedisi (Le Chat du Rabbin / The Rabbi's Cat), başarılı bir komedi olarak değerlendirilen Hanımefendi ve Kum Adam (Der Sandmann / The Sandman), San Sebastián Film Festivali’nde en iyi film seçilen Los Pasos Dobles (The Double Steps), birkaç yıl önce Le Grand Voyage filmini izleyip sevdiğimiz Ismaël Ferroukhi’nin yeni filmi Özgür Adamlar (Les Hommes Libres / Free Men) ve Romanya’nın Oscar’a gönderdiği Yarın (Morgen) filmleri. Sinemaseverlerin bu bölümdeki filmleri de zevkle izleyeceğine inanıyorum.
Toplu Gösterim: Robert Altman: Günümüzde bir Amerikan bağımsız sinemasından söz edebiliyorsak bunun en önemli nedenlerinden biri Robert Altman (John Cassavetes’i de unutmuyoruz elbette ama festival kapsamında şu anda konumuz Altman). Altman zaman zaman Hollywood’un en önemli starları ile çalıştı, zaman zaman gayet popüler filmler de çekti ama bunları yaparken hep Hollywood sisteminin dışında kaldı, bazen bu nedenle filmlerine kaynak bulmakta zorlandı ama hiçbir yapımcının baskılarına boyun eğmek zorunda da kalmadı. Bu yıl Ankara Film Festivali, 2006 yılında kaybettiğimiz bu saygın yönetmenin beş filmine yer veriyor. Bu filmlere baktığımda hemen aklımdan keşke şu filmi de olsaydı diye çeşitli filmler geçti ama sonradan fark ettim ki ustanın hangi beş filmi seçilse çok önemli filmleri liste dışında kalacakmış. Bu durumda özellikle Altman sinemasına çok aşina olmayanların yapması gereken, festival sırasında bu beş filmi izleyip sonra da eksikleri tamamlamak olmalı. Altman’ın festivalde gösterilecek filmleri şunlar: Daha başlangıcındaki MGM logosundan itibaren yönetmenin en enteresan işlerinden biri olan Brewster McCloud, Warren Beatty ve Julie Christie’yi karşı karşıya getirirken arka planda Leonard Cohen şarkılarına yer veren western McCabe ve Bayan Miller (McCabe & Mrs. Miller), ustanın az bilinen filmleri arasında yer alan gerilim filmi Hayal ve Görüntü (Images), Keith Carradine ve Shelley Duvall’li suç hikayesi Bizim Gibi Hırsızlar (Thieves Like Us) ve Altman usulü bir Vincent van Gogh biyografisi diyebileceğimiz Vincent & Theo. Yukarıda da belirttiğim gibi seçilen bu filmlere bir itirazım yok. Yine de M.A.S.H., The Long Goodbye, Nashville, The Player ve Short Cuts filmlerinin de adını anmadan edemeyeceğim. Altman’ı tanımak için bu filmler de mutlaka izlenmeli.
Usta İşi: İşte Ankara seyircisi olarak gözlerimizin yollarda kaldığı, nicedir beklediğimiz film. Béla Tarr’ın Torino Atı (A Torinói Ló / The Turin Horse) filmi nihayet Ankara Film Festivali sayesinde karşımızda. 146 dakikalık
Anlat Şehrazat: Son dönemde ülkemizde düzenlenen festivallerin çoğunda Arap Baharı, Mısır ve Tahrir Meydanı’nda
Ulusal Belgesel Film Yarışması: Her yıl olduğu gibi bu yıl da festivalin ulusal belgesel film yarışması öğrenci filmleri ve profesyonel filmleri ayrı ayrı değerlendiriyor. Bu bölümün ön seçici kurulu, öğretim görevlisi Bülent Özkam, öğretim görevlisi Kurtuluş Özgen ve yarışma koordinatörü Emrah Kalan’dan oluşuyor. Genellikle bu bölümdeki filmleri de çok tanımıyoruz ama Sudaki Suretler’in HES’ler üzerine başarılı bir belgesel olduğunu belirtmiş olalım. Ayrıca daha önceki belgesellerini bildiğimiz Bingöl Elmas’ın Evcilik filminden de umutluyuz.
6
7
23. AFF
23. AFF
yaşananlara ayrılan bir bölüm oluyor. Ankara Film Festivali de benzer bir uygulama yapıyor ve bu yıl Mısır sinemasına bir bölüm ayırıyor. Bu bölümde yer alan Mikrofon (Microphone) ülkemizde gösterime de giren bir film ama ne yazık ki çok az seyirci çekti (bu yazının yazıldığı gün itibariyle sadece 765 seyirci ile son dönem en az seyirci çeken filmler arasında). Halbuki İstanbul Film Festivali’nde de en iyi film seçilen bu yapım Mısır’daki “underground” müzik gruplarını anlatırken arka planda ülkenin durumunu da anlatan, belgesel ve kurmaca arasında kalan başarılı bir yapım. Festivali bu filmi yakalamak için bir fırsat olarak düşünmeli. Bu bölümdeki diğer filmlerin bazıları tıpkı Mikrofon gibi Mısır’da yaşanan sorunlara odaklanarak Tahrir Meydanı’nda yaşanan olayların nedenlerini daha iyi anlamamızı sağlarken bazıları da doğrudan bu olaylara odaklanıyor. Hem yeni nesil Mısır sinemasını tanımak isteyenlerin hem de güncel olaylara ilgi duyanların takip etmesi gereken bir bölüm. Michelangelo Antonioni’nin Doğumunun 100. Yılı: Bu yılki festivalin Altman dışındaki bir başka ustası da Michelangelo Antonioni. Özellikle 60’lar ve 70’lerde çektiği filmlerle sinema tarihine bir avuç başyapıt hediye etmiş olan yönetmenin sinemanın klasik hikaye anlatım kalıplarını da sarstığı söylenebilir. Yine bu yazının yazıldığı tarih itibariyle ustanın hangi filmlerinin gösterileceği netleşmiş değil ancak yönetmenin kariyerinin başlarında çektiği az bilinen kısa, belgesel ve uzun filmlerinden oluşan bir seçki ile anılacağı bilgisi veriliyor. Belki de sinemaseverlerin defalarca izlediği başyapıtları yerine ilk filmlerini izlemek daha iyi olacak. Zaten söz konusu olanlar usta yönetmenler olunca her filmlerini izlemek boynumuzun borcu.
kısa filmler, uzun filmler ve belgesellerden oluşan bir seçki, festivalin yıllardır değişmez bir bölümü olan Kısa Sınır Tanımaz ve çocuklar için seçilmiş animasyonlardan oluşan bir seçki de yer alacak. Festival sadece film gösterimleri ile sınırlı değil elbette. Cahit Berkay ile film müzikleri üzerine bir atölye, bir kısa film atölyesi, Doğan Sarıgüzel ile sinemada kamera teknikleri üzerine bir atölye ve Osman Şahin ile uyarlama senaryo atölyesi de festival programı içinde yer alıyor. Ayrıca İHD’nin düzenlediği “Yaşam 8 Metrekareye Sığar Mı?” başlıklı sergi ile Erkut Onart’ın “Hollanda’da 5 Yıl” sergisi de festival kapsamında meraklısı ile buluşacak. Bu yıl Ankara Film Festivali’nin gösterimleri 15-22 Mart tarihleri arasında Batı Sineması (bir yıl aradan sonra bir kez daha bu festival için kapılarını açıyor), Kızılırmak Sineması, Çağdaş Sanatlar Merkezi ve Ankara Goethe Enstitüsü salonlarında gerçekleştirilecek. Yine sinema dolu yoğun günler bizi bekliyor. Bu yıl biz de Gölge e-Dergi olarak festivalin destekçilerinden biriyiz. Ankaralı sinemaseverle ve festival için başkente gelecek izleyicilerle film gösterimlerinde, Gölge e-Dergi okuyucuları ile de festival sonrasında yine bu sayfalarda festival izlenimlerinde görüşmek üzere. Not: Bu yazı festivalin yaklaşık 3 hafta öncesinde hazırlandığı için programda çeşitli değişiklikler olması mümkündür. Son değişiklikleri festivalin web sitesinden ve festival mekanlarından takip etmek lazım. Hasan Nadir DERİN http://sinemamanyaklari.com/
Geceyarısı Sineması: Bu bölümde yine korku/gerilim sinemasının ilginç örnekleri yer alıyor. Berlin’de en iyi Avrupa kısa filmi olarak seçilen Återfödelsen (The Unliving) ve Fransız yapımı Livide bu bölümde izleyeceğimiz ve belki de uykularımızı kaçıracak filmler. Tür filmi sevenlere tavsiye edelim. Festivalin bizi uykusuz bırakacak tek gecesi bu olmayacak, “en kısa gece” başlığı altında geceyarısından sabaha kadar kısa film izleyeceğiz, “beyaz gece”de de festival programından seçilmiş 3 filmi sabaha kadar izleme fırsatı olacak. Festivalde bu bölümler dışında görme engelliler için sesli betimleme yöntemi ile hazırlanan filmler, Türkiye Panoraması başlığı altında yarışma dışı gösterilecek olan
8
9
Haberler
Haberler
Fabisad Kuruldu Fantastik, bilimkurgu ve korku türleri ülkemizde uzun bir süre yalnızca belli bir kesimin ilgisini çeken alt türler olarak görüldü. Ancak bu türlere ait eserleri ısrarla yayımlayan yayınevlerinin, bu türler hakkında dergiler, fanzinler, kitaplar ve ulusal medyada yazılar üreten bir avuç insanın çabaları hiç tükenmedi. Bu çabalar meyvelerini 90’ların ardından gözle görülür bir şekilde vermeye başladı. Yerli fantastik kültürü, ses getiren kitaplar, filmler ve çizgi romanlar üreterek her kesimden sanatseverin ilgisini uyandırdı ve uyandırmaya devam ediyor. Ülkemizde bugüne kadar fantastik, bilimkurgu ve korku türleriyle ilgili emek harcayanların bir araya gelmesi çok sınırlı bir seviyede gerçekleşmiş ya da hiç gerçekleşmemişti. Yazar, çizer, çevirmen, editör, sinemacı, senarist ve oyun yapımcısı olarak farklı dallarda üretim yapan ama beğenileri, amaçları, en önemlisi de hayalleri benzer bir çizgide olan bu insanları buluşturacak bir oluşumun eksikliği hep hissedildi. İşte, Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği ya da kısa adıyla FABİSAD temel olarak bu amaçla kuruldu. FABİSAD, fantastik, bilimkurgu ve korku dallarında eser verenleri ve bu eserlerin üretiminde faal olarak çalışanları bir araya getirmeyi; bu türlere ait yapıtların tanıtımına destek olmayı, fantazya ve bilimkurgu kültürünü yaygınlaştırarak ülkemizde hayal gücü ve yaratıcılığın gelişimine katkıda bulunmayı amaçlıyor. Giovanni Scognamillo, Sevin Okyay, Kenan Yarar, Hasan Çolakoğlu, Sadık Yemni gibi alanında usta isimlerin dahil olduğu FABİSAD fantastik, bilimkurgu ve korku türlerinin yaygınlaşması, bu konularda üretim yapmak isteyenlere fırsatlar sağlanması ve üretilen eserlerin daha çok kişiye ulaşması için başta paneller, ödüller, yarışmalar, festivaller olmak üzere çeşitli faaliyetlere başlayacak. Edebiyattan çizgi romana, illüstrasyondan sinemaya ve medyaya çeşitli mecralardan otuzu aşkın değerli isim ile yola çıkan Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği’nin ilk yönetim kurulu, alfabetik sırayla şu isimlerden oluştu: Altay Öktem Barış Müstecaplıoğlu Doğu Yücel Erbuğ Kaya Hamit Çağlar Özdağ Kayra Küpçü Yiğit Değer Bengi FABİSAD ve üyeleri hakkında detaylı bilgiyi http://www.fabisad.com sitesinden edinebilirsiniz… Hayal kurmak özgürleştirir!
10
10 sente aldı 523 bin dolara sattı! ABD'de yıllar önce bir çocuğun biriktirdiği çizgi roman koleksiyonu, açık artırmada 3,5 milyon dolara satıldı Dallas kentindeki Heritage Müzayede Evi'nde düzenlenen açık artırmada, Batman'ın nasıl ortaya çıktığını anlatan "Detective Comics No. 27" çizgi romanı, 523 bin dolar ile en yüksek fiyata alıcı buldu. 1939 yılında basılan çizgi romanın orijinal fiyatı, sadece 10 sentti. Süpermen serisinin ilki olan 1938 baskısı "Action Comics No. 1", 299 bin dolara, 1940'da yayımlanan Batman çizgi romanının ilk sayısı ise 275 bin dolara satıldı. Kapağında Adolf Hitler'in resmi bulunan "Captain America No. 2" ise 114 bin dolara alıcı buldu. 345 iyi korunmuş çizgi romandan oluşan koleksiyon, çizgi romanların altın çağının en ünlü 100 sayısını içeriyordu. Geçen Yıl Ortaya Çıkmış 1994 yılında 66 yaşında vefat eden Billy Wright'a ait koleksiyon, yeğeni Michael Rorrer'in geçen yıl ölen yengesinin Martinsville'deki evini temizlemesi sonucu ortaya çıkmış. Rorrer, koleksiyoncuların artık dünya üzerinde bir eşinin daha kalmadığını düşündüğü koleksiyonu bodrumdaki bir dolabın içinde bulmuş. Daha az değer biçilen 80 çizgi roman, Cuma günü internetten yapılacak açık artırmayla satılacak. Çizgi romanlar, 1930'lardan 1950'lere altın çağını yaşamıştı. 1938'de 200 bin kopya basılan "Action Comics" dergisinin birinci sayısından günümüzde sadece 100 tane bulunuyor.
11
Kitaplık
Kitaplık
Burga, günün yorgunluğuyla oflayarak verandadaki tahta sandalyeye oturdu. Tüm gün tarlada çalışmaktan ağrıyan kaslarını rahatlatmak için ayaklarını uzatıp tırabzana yasladı. Karısı ve iki kızı kendi aralarında sohbet ederek ve gülüşerek masayı topluyorlardı. Hünerli karısının hazırladığı enfes tavuk yahnisinin tadı hâlâ damağındayken, cebinden çıkardığı kâğıda tütün serdi, ardından içi tütün dolu kâğıdı çalışmaktan çatlamış parmaklarıyla yuvarladı ve birleşme yerini diliyle ıslattı. Dudaklarının arasına yerleştirdiği tütünü kavla yakıp derin bir nefes çekti ve keyifle dumanı üflerken bahçedeki kuyuya su çekmeye giden büyük kızına gülümsedi. Tarlasının öbür ucundaki gölün yüzeyinde kıpırdayan gümüş rengi ay ışığını seyrederek tütün içmek onun en büyük keyiflerinden biriydi. Burga, Meddoc Birleşik Ülkesi’nin kuzeyindeki bu çiftlikte doğmuştu. O da dedesi ve babası gibi çiftçiydi. Kendini bildi bileli tarlada çalışıyordu. Çiftlikten Draome Gölü’ne kadar uzanan geniş tarla onun tüm hayatıydı. Üç nesildir yetiştirdikleri patatesler, ince kabukları ve lezzetleriyle bölgenin en iyileriydi. Gençken kendisi gibi çiftçi olan çocukluk arkadaşı Garin ile şehre gidip birkaç kez hovardalık yapmışlığı vardı; ama evlendikten sonra, sadece mevsimi gelince topladığı hasadı kasabada satmak için çiftlikten ayrılmıştı. Babasından nasıl öğrendiyse öyle yaşıyordu. Onun için bir günü diğerinden ayıran tek şey yağmurdu. Çocukken, çiftliğin yakınlarından geçen Dvorlak Rahibeleri’nden öğrendiği gibi, yağmur için Tanrıça Narst’a dua ediyordu. Evlenip arka arkaya iki kızı olunca, yıllardır mırıldandığı yağmur duasını kendine göre değiştirip tanrıçadan bir de erkek çocuk dilemeye başlamıştı. Burga iki kızını da iyi birer çiftçi olarak yetiştirmesine rağmen, aile geleneğini devam ettirmek için çiftliği erkek çocuğuna bırakmak istiyordu. Sonuçta kızları evlenip başka ailelere gideceklerdi. Beş yıl önce güneyde büyük bir savaşın başladığı ve Meddoc topraklarının tehdit altında olduğu dedikodusu tüm keyfini kaçırmıştı. Burga, geceleri huzur içinde uyuyamaz olmuştu. Meddoc askerlerinin ve Dvorlak Rahibeleri’nin Draome bölgesinde sıkça görülmeye başladığı günlerde, birilerinin her an
elinden tarlasını zorla alacağını düşünerek iki yıl geçirdi. Neyse ki o günler geride kalmıştı. Bir süre önce, eski huzurlu günlerine geri dönmüştü. Tütünden son bir nefes çeken Burga, gökyüzünde bir yıldızın kaydığını görünce Tanrıça Narst’a kendisine bir erkek çocuk bahşetmesi için dua etti. İlk kayan yıldızın yanında bir diğerini fark ettiğinde bu fırsatı da kaçırmadı ve dileğini tekrarladı. Ama kayan yıldızların sayısı artınca, bir gariplik olduğunu anlayıp tütünü yere attı. Ayağa kalkmış, uçsuz bucaksız gökyüzüne bakarken, şaşkınlıktan bir süre öylece donup kaldı. Yüzlerce, binlerce yıldız kayıyordu. Gökyüzü parlak ışıklarla kaplanmıştı. Burga birden bu yıldızların karanlık gökyüzünde kaybolmak yerine, yağmur damlaları gibi hızla Giddar’a yaklaştıklarını fark etti. Tüm hayatı boyunca görüp görebileceği en tuhaf görüntüye bakıyordu. Heyecanla karısına seslendi. Tüm aile bahçede toplanmış, neler olduğunu anlamaya çalışan ifadelerle gökyüzüne bakıyordu. Gördükleri, kayan yıldızlar değildi. Bunlar alev alev yanan ateş toplarıydı. Şafak vakti gibi turuncu bir renge bürünen gökyüzü, arkalarında kırmızı alev kuyrukları bırakarak Giddar’a düşen ateş toplarıyla kaplıydı. Kaçacak yerleri olmadığını anlayan aile fertleri bahçede korkuyla birbirlerine sokulup sadece olanları izlediler. Burga’nın karısı, kendilerine yardım etmesi için tanrıçaya yalvarıyordu. Gecenin mutlak sessizliği, uzaklara düşen ilk ateş topunun derin uğultusuyla bozuldu. Sonrası ise tam bir karmaşaydı. Göle, tarlaya, çiftliğin arkasına, Garinlerin ilerideki evinin üstüne, her yana ateş topları düşüyordu. Panikle koşuştururlarken kendi bağırışlarını bile duyamayan Burga bir an, yağmur duasında bir şeyi yanlış yaptığını düşündü. Yere düşen her ateş topu kendi etrafını alevler içinde bırakıyordu. Burga ve ailesi gece boyunca alevlerin, insan boyundan biraz yüksek, için için yanan ateş toplarının arasında bir o yana bir bu yana koşuşturarak gölden ve kuyudan kovalarla su taşıyıp tarlalarını, evlerini korumaya çalıştılar. Sabah olup da güneşin ışıkları olanları en ince ayrıntısına kadar gözler önüne serince, Burga, hayal bile edemeyeceği bir kâbusa baktığını düşündü; ama etraftaki kapkara görüntü ve yanık kokusu, durumun gerçek olduğunun kanıtıydı. İrili ufaklı yangınlar hâlâ devam ediyordu. Yerle bir olmuş tarlasında dolaşırken tırmığıyla kayaları itip kaktı; ama olup bitene hiçbir anlam veremedi. Burga ve ailesi yorgun argın bir halde verandanın merdivenlerinde oturuyorlardı. Hiç konuşmadan, tamamen yanmış tarlalarına ve tarlanın ortasında duran kocaman, siyah kayalara bakıyorlardı. Yorgun ve uykulu Burga, çenesini bacaklarının arasındaki tırmığa dayamış, tarlasının ve patateslerin mahvolduğunu, o koca kayaları oradan nasıl çekeceğini, birilerinin onlara yardıma gelip gelmeyeceğini düşünüyordu ki, bahçeye yakın kayalardan birinin çıtırdayarak yarılmaya başladığını fark etti. Heyecanlanıp ayağa kalktığında, görebildiği diğer tüm kayaların da aynı anda bir tavuk yumurtası gibi çatlamaya başladığını gördü. Neler olduğunu anlamasa da içgüdüleri ona, kayaların içinden bir şeylerin çıkacağını söylüyordu. Gökten yanarak düşen bu kayalar, bilmediği bir hayvanın yumurtaları olmalıydı ve kayaların boyutlarına, şekillerine bakılırsa bunlar korkunç canavarlardı. Burga, ailesini korumak isteyen her cesur erkeğin yapacağı gibi, elinde tırmığıyla öne çıkıp, gelecek ilk canavarı karşılamaya hazırlandı. Boydan boya çatlayan kaya parçaları iki yana düştüğünde, korkunç bir canavarla karşılaşmayı bekleyen Burga, gördüğüne inanamadı. Gökten düşen ateş toplarının içinden zırhlı ve silahlı insanlar çıkıyordu. Hiç bilmediği korkunç yaratıklarla karşılaşmaya hazırdı, insanlarla değil. Kayaların içinden çıkanlar toprağa adım attıklarında, güneşin aydınlığına alışmak için kollarını gözlerine siper edip etrafı incelediler. Geceleyin beklenmedik şekilde gelen erkekli kadınlı insanların hepsi bronz tenli, siyah saçlı, tek tip
12
13
ANUGAL Erbuğ Kaya'nın fantastik romanı Giddar'ın devamı Beşlerin Çağı Mart ayında İthaki yayınlarından çıkıyor. Biz de roman yayınlanmadan önce siz Gölge e-Dergi okurları için Erbuğ Kaya'dan bir ön okuma aldık.
Kitaplık zırhlı ve silahlıydı. Parlak metal zırh parçaları halkalarla birbirine tutturulmuştu. Her bir parçaya, bedende koruduğu yere göre şekil verilmişti. Aynı metaller, ağızlarını burunlarını ve gözlerini açıkta bırakacak şekilde kafalarını da kaplıyordu. Zırhların altına giydikleri siyah giysilerin kumaşları bu metal parçalarının aralarından taşıyordu. Hepsi, neredeyse bellerine kadar uzanan örgülü siyah saçlarını, sırtlarına astıkları yuvarlak kalkanların üstünden salmışlardı. Metal zırhların çoğu parlak gri renkteydi. Güneş ışığında sapsarı parlayan, altın rengi zırh taşıyanların sayısı daha azdı. Hepsinin eğri geniş kılıçları beline asılıydı. Gökten gelenlerden biri “Aan,” diye bağırınca, diğerleri hep birlikte ona, “Aan,” diye karşılık verdiler. Burga ve ailesi, kalabalık bir ordunun ortasında kalmışlardı. O, ne yapacağını bilemeden elinde tırmığıyla bahçenin ortasında duruyordu. Gölün oralardan biri, “Anugal ankar,” diye bağırınca, gökten gelen insanların hepsi dizlerinin üzerine çöktüler. Burga, parçalanmış kara kayaların arasından ona doğru yürüyen adamı ve arkasındaki kadınları görünce hayatı boyunca hissetmediği kadar yoğun hislerin saldırısına uğradı. Korku, sevinç, hüzün birbirine karışmıştı. Ağlamak, yere kapanmak, yalvarmak, kaçmak, saklanmak, bağırmak istiyordu. Kadınların önünde yürüyen adam uzun boyluydu. O da diğerleri gibi zırhlı ve silahlıydı. Ama onun zırhı gümüş rengi işlemelerle süslenmiş siyah bir metaldendi. Belinin her iki tarafında eğri kılıçlardan asılıydı. Sırtında kalkan yoktu. Kafası açıktı. Onun da uzun siyah saçları örgülüydü ve beline kadar uzuyordu. Bir çizim gibi şekillendirilmiş siyah düz sakalları ve bıyığı muntazam yüz hatlarına sert bir ifade katıyordu. Adamın arkasında yürüyen dokuz kadın Burga’nın ömrü boyunca gördüğü en güzel kadınlardı. Hovardalık yaptığı zamanlarda şehirde gördüğü kadınlar bile bunların yanında çürük patatesler gibi kalırdı. Kadınlar bileklerine kadar uzanan elbiseler giymişlerdi. En solda yürüyenin elbisesi siyahtı. En sağdakinin ise beyaz. Aradaki diğer kadınların elbiseleri siyahtan beyaza doğru açılan tonlardaydı. Çıplak ayaklarıyla yürürken uzun eteklerinin derin yırtmacından açığa çıkan bronz tenleri güneşin ışığında parlıyordu. Adam ve kadınlar ona doğru yaklaşırken ne yapacağını bilemeyen Burga, bir yardım umarak ailesine baktığında, karısının ve kızlarının birbirine sarılmış bir halde ağlamakta olduklarını gördü. Onlar yaklaşırken şiddetle titremeye başlayan Burga, ayakta kalabilmek için tırmığına yaslandı. Adam biraz önünde durduğunda, Burga onun siyah gözlerine ancak kısa bir an için bakabildi ve birden içine dolan müthiş bir korkuyla dizlerinin üzerine çöktü. Adam kendi dilinde Burga’yla konuştuğunda, sesi sanki yüzlerce erkek, kadın ve çocuk aynı anda aynı cümleyi söylüyor gibiydi.
14
BAŞLANGIÇ
15
İnceleme
Ezber Bozan bir Belgesel
Moon Rising
Gökyüzündeki Ay’ı nasıl bilirsiniz? Kendi halinde, insanlık tarafından keşfi tamamlanmış, gri tonlarında ve ıssız bir yer olarak mı? Bu konuda emin misiniz? Bu yazıyı okuyup, bahsedeceğim belgeseli de izledikten sonra belki bu ezberinizi bir kez daha gözden geçirebilirsiniz. Bu sıra dışı belgeselin ismi “Moon Rising”, Türkçe’ye Yükselen Ay, Ay’ın Yükselişi veya Ay’ın Doğuşu şekillerinde de çevirebiliriz. 2009 yapımı belgeseli Jose Escamilla hazırlayıp yönetmiş. Söz konusu belgesel, “UFO- The Greatest Story Ever Denied Part-2” (UFO- Hep İnkar Edilen En Büyük Öykü Bölüm-2) olarak da tanınıyor. Ay, insanlık tarihi boyunca bilim insanlarının, yazarların, araştırmacıların hatta gökyüzüne merakla bakan sayısız insanın ilgisini çekmiştir. Dünyamıza en yakın ve bu nedenle de en büyük gök cismi olmasında elbette bunun payı büyüktür. Edebiyattan müziğe, çizgi romandan filmlere kadar pek çok sektörün ilham kaynağı olan; özellikle bilimkurguda H.G. Wells’ten Isaac Asimov’a, Edgar Allan Poe’dan Arthur C. Clarke’a kadar birçok yazara da ilham olan ay, bu dönemlerde nedense pek revaçta değil artık. Belgesel de bu ilgisizliğin nedeninin kasıtlı olduğunu ve ay üzerindeki gerçeklerin örtbas edilmeye çalışıldığını iddia ediyor. Bu iddiasını da yüksek çözünürlüklü fotoğraf ve filmlere, bazı uzman görüşlerine dayandırarak ispat etmeye çalışıyor. Bilindiği üzere ay, sadece dünyanın etrafında dönmekte, fakat kendi etrafında dönmemektedir. Bu nedenle de biz ayın sadece tek bir yüzünü görür, diğer arka yüzünü göremeyiz. Söz konusu iddiaların çoğu da, bizim bakış açımıza göre ayın karanlıkta kalan diğer tarafıyla ilgili. 1994 yılında özel bir araştırma projesi kapsamında ayın yüksek çözünürlüklü olarak fotoğraflanması amaçlanıyor ve 1.8 milyon fotoğrafı elde ediliyor. Bu fotoğrafların bir kısmı da halka açılıyor. Clementine Lunar Image Browser 1.5 sürümlü programda sunulan bazı fotoğraflar birtakım gariplikler taşıyor ki dikkatli gözler bunları tespit edip o dönemde sorgulamaya başlıyorlar. Bu fotoğraflarda bazı bölümlerin üstünün “flu” olarak kapatıldığı ve belirsiz hale getirildiği görülüyor. Daha sonra sorgulamalar ortaya çıkınca
16
17
Tarihte
İnceleme
Bu Ay
Tarihte Mart Ay'ı Takvimlerden yapraklar tek tek düşerken geldi çattı Mart ayı. İlkbaharın en soğuk, sürprizleri seven ayı... Bu ayda yine dolu bir gündemimiz var. Dilimiz döndüğünce ay itibariyle anmak istediklerimiz var. Buyurun okumaya…
bu şüpheli kısımlar tamamen rötuşlanmış ve silinmiş olarak NASA tarafından yeniden servis ediliyor. Bu yapılırken de söz konusu programın 1.5 isimli sürümü tamamen kaldırılıp Clementine Lunar Image Browser 2.0 isimli halen internette olan sürümü konuluyor. Belgesel de bu manalı değişikliği sorguluyor. Silinen tüm bu yerlerde neler vardı? Belgeselde bahsedilen ilginç iddialardan birisi de ayın bildiğimiz gibi gri olmayıp renkli kısımlarının olduğunu söylemesi. Bu iddia, kamuya servis edilen siyah beyaz fotoğrafların renklendirilmesi sonucunda bize sunuluyor. Tıpkı siyah beyaz filmlerin yıllar sonra taşıdığı gri tonlarına göre renklendirilmesi gibi. Hatta kimi elde edilen orijinal fotoğraflarda da bu durum görülebiliyor. Mavi, yeşil hatta daha çok turkuaz diyebileceğimiz renkte olan ve daha çok ayın kraterlerinin merkezlerinde gözüken kısımlar dikkati çekiyor. Ay yüzeyindeki bu renkli kısımların UFO’larla ilişkisi olduğu da diğer bir iddia konusu. Belgeselde sıralanan garipliklerden diğer birkaçını sıralarsak; Aya gidişlerde arka planda gözüken ayın atmosferinin hep siyah olarak fotoğraflarda gözükmesi, hiçbir yıldızın yer almaması da diğer bir gariplik olarak belirtiliyor. Ay yüzeyinde açıkça kule türü yapıların olduğu da ilk orijinal sürümdeki fotoğraflardan görülebiliyor. Rötuşlanan fotoğraflarda yapılan kimi photoshop hataları da belgeselde gözükmekte. Hubble teleskopunun, çok güçlü olmasına rağmen aya ait fotoğraflama yapmaması bu konuda mantıklı bir neden gösterilememesi de şüpheleri artıran diğer bir konu. Hatta aya insanlı uçuşlardan uzun bir süredir vazgeçilip sadece insansız uçuşlarla araştırmalara devam edilmesine belgeselde dikkat çekiliyor. Belgeselde başta NASA olmak üzere birçok söz sahibi kurumun ay ile ilgili bizim bilmemizi istemedikleri, gerçekleri kasıtlı olarak örtbas ettikleri birçok uzman kişi tarafından iddia ediliyor. Belgeseli izlemek isterseniz internette Google arama motorundan aratarak başta Youtube sitesi olmak üzere diğer birçok siteden online olarak izleyebilirsiniz. İngilizce bilmeyenler için maalesef belgeselin Türkçe seslendirme veya altyazılı seçeneği gördüğüm kadarıyla bulunmuyor. Bu arada sinemalarımızda gösterim şansı bulamayan 2011 yapımı “Apollo 18” isimli filmin de bu iddiaya benzer şeyleri pek doyurucu olmasa da film olarak gösterdiğini, aya giden astronotların orada görüp yaşadıkları bazı şeylerle ilgili bir film olduğunu da hatırlatalım. Caner Keler www.canerinevreni.blogspot.com
18
Gabriel Garcia Marquez ‘’Uzun zamandır büyük bir roman yazma fikri aklımı zorluyordu; bu yalnızca o zamana dek yazdıklarımdan değil, okuduklarımdan da farklı olacaktı. Kaynağı olmayan bir çeşit terördü bu. Aniden, 1965 yılının başlarında Mercedes ve çocuklarımızla hafta sonu için Acapulco’ya gittik ve ben romanımın fikriyle öylesine meşguldüm ki neredeyse yoldan geçen bir ineğe çarpacaktım. Rodrigo bir mutluluk çığlığı attı: “Büyüdüğüm zaman ben de yolda inek öldüreceğim!” Kumsalda rahat edemedim. Salı günü Meksika’ya döndüğümüzde içimde daha fazla tutamadığım açılış cümlesini yazmak için daktilomun başına oturdum: Yıllar sonra idam mangasının karşısındayken, Albay Aureliano Buendía babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü o uzak öğleden sonrayı hatırlayacaktı.” O andan itibaren, kendimi bir gün için bile bu heyecan verici rüyadan uyandırmadım, ta ki son satırda Macondo cehenneme yollanana dek.’’
Gabriel G. Marquez Gabriel Jose de la Conciliacion Garcia Marquez 6 Mart 1928 Kolombiya’lı yazar ve romancı. 1928’de Kolombiya’nın Aracataca kentinde doğdu. Büyükannesi ile büyükbabasının evinde ve teyzelerinin yanında büyüdü. Nasıl bir insan olması ve ne yapması gerektiğine karar vermesi uzun zamanını almadı. Usta anlatmak için yaşamak istiyordu nitekim. Aracataca onun tek ve gerçek yuvası olarak kaldı. Çocukluğunda çıktığı yuvasına bir daha ki dönüşü annesine tek evlerini satmak için yardım etmek adına olacaktı. Ve bu yolculuk ona olmak istediği
19
Tarihte
Tarihte
Bu Ay
Bu Ay
adam olmanın kapılarını açacaktı. Okula pek ısınamadı. Başkent Bogota’daki hukuk ve gazetecilik eğitimlerini yarıda bırakıp 1940’ların sonuna kadar gazetecilik yaptı. Okulun ona kazandırdığı en önemli şey aşk olacak ve orada ilerleyen zamanlarda eşi olacak olan Mercedes Barcha Bardo tanıştı. 1947’de gazeteci olarak ilk haberi yayınlandı. 1952 yılında El Espectador gazetesinde çalışmaya başladı ve bu gazetenin görevlisi olarak Roma, Cenevre, Paris, New York, Barcelona ve Meksika’da bulundu. 1940’latın sonlarında kısa öykülerde yazıyordu. Yayımlanan ilk önemli yapıtı Yaprak Fırtınası 1955’de Bogota’da basıldı. Yazar o günlerini şöyle anlatır; Annem bir gün gelip beni arkadaşlarımla sohbet ettiğim kahvelerden birinde buldu. ‘’Senden yardım istemeye geldim, evi satmama yardım et.’’ dedi. Ne hangisi dememe gerek vardı ne de neredeki diye sormama, bizim için dünyada tek bir ev olmuştur: dedemle nenemin Aracataca’daki evleri. Doğma şansına eriştiğim, sekiz yaşından sonra bir daha hiç yaşamadığım o ev. Üç yılın sonunda hukuk fakültesini henüz terk etmiş, elime ne geçirirsem okuyarak ve İspanyol Altın Çağı’nın bir daha yazılması mümkün olmayan şiirlerini ezbere söyleyerek geçiriyordum zamanımı. Bana roman yazma tekniğini öğreteceğine inandığım özgün ya da çeviri metinlerin hepsini yalayıp yutmuştum, gazetelerin eklerinde altı öyküm yayımlanmış, arkadaşlarımca
Gabriel Garcia Marquez
20
Gabriel Garcia Marquez
heyecanla karşılanmış, birkaç eleştirmenin de dikkatini çekmişti. Çekmişti çekmesine ama parasızlık başa bela idi. Gazetede deli gibi çalışıyor ama yine de parasızlıktan kendi değimiyle modanın yirmi yıl önünde gidiyordu. Makas görmeyen bir bıyık, karmakarışık saçlar, kot pantolon, çiçekli gömlekler ve sandaletler… Korkunç bir tütünden yapılma günlük altmış sigara… İnsan hayattan başka ne isteyebilirdi ki? Bir de tüm bunlar yetmiyormuş gibi politik görüşünden dolayı uzun yıllar Meksika ve İspanya’da sürgün yaşadı. XX. yüzyıl edebiyatına damgasını vuran büyülü gerçekliğin büyük ustası, Yaprak Fırtınası’ndan Yüzyıllık Yalnızlık’a, Kolera Günlerinde Aşk’tan Benim Hüzünlü Orospularım’a esin kaynaklarını hep kendi yaşamında, yakın çevresindeki insanlarda aramıştır. Anneannesinin ona anlattığı cin, peri hikâyelerinden tutunda kendi kasabasına, hayatına dair ne varsa öykülerinde uçucu bir gerçekliğin ilmeklerinde gizlenir ve oradan arz-ı endam eder okuyucularına. Yaşamı kendi süzgecinden geçirerek, inandığı gibi yaşadı. Kendinden ödün vermeden yazdı hikâyelerini. Gerçekliği süslediği ve rengârenk bir tabloya dönüştüren hayal gücü onun her düştüğünde tutunacağı dalı oldu. 1982’de Nobel Edebiyat ödülünü aldığında bu onuru sonuna kadar hak ettiğini biliyordu. İnsanlara sözler bıraktı. Her okunduğunda aklınızın bir köşesinden size fısıldayan sözler… Okumanız gereken sözler… Her yazarın rüyası aynıdır günün sonunda. Eserlerinin dünyanın dört bir yanına yayılması ve okuyucuların ruhlarına tüm çıplaklığıyla dokunması… Gabriel Garcia Marquez bunu başarabilmiş ender yazarlardandır. Lakin o kendi için istemediği ya da önemsemediği hiç bir şeyi başkalarına okutmadı bugüne değin. ‘’Hayat insanın yaşadığı değildir; aslolan, hatırlandığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.’’ Yazarın önemli eserleri arasında; Albaya Mektup Yazan Kimse Yok(1961) Yüzyıllık Yalnızlık(1967) Kırmızı Pazartesi(1981) Kolera Günlerinde Aşk(1985) Aşk ve Öbür Cinler(1994) Anlatmak İçin Yaşamak(2002) Benim Hüzünlü Orospularım(2005)
21
Tarihte
Tarihte
Bu Ay
Bu Ay
Stanley Kubrick (26 Temmuz 1928)
‘’Belki saçma gelecek ama genç yönetmenlere önereceğim şey ellerine bir kamera ve film alıp, herhangi bir konuda film çekmeleridir.’’ Stanley Kubrick tabiri caizse sinemanın ele avuca sığmaz asabi çocuğu New York’un Bronx semtinde doğdu. Orta sınıf bir ailenin çocuğuydu. Doktor olan babası başlangıçta onun okulda ki başarısız notları sonucu endişelense de Stanley yolunu bulabilecek kabiliyette ve zekâ düzeyindeydi. Ailesi ona her daim güvendi. İlk tutkusu satranç olan Kubrick daha sonra birçok filminde de bu oyunu kullanacaktı. Sonraları babasının ona fotoğraf makinesi hediye etmesi ile ikinci tutkusu ortaya döküldü. Hayatı kendi karelerinde donduracak ve onları kendi süzgecinde tekrar yorumlayacaktı. Okulu sevmeyen bu haşarı çocuk okul için de şunları söylemişti; ‘’Bence okullarda yapılan en büyük yanlış, çocukları korkuyla motive ederek bir şeyler öğretmeye çalışmaktır. Not alma korkusu, sınıfta kalma korkusu gibi. Bir konuya ilgi duyarak öğrenmek ile korku duyarak öğrenmek arasında nükleer bir patlama ile bir kıvılcım kadar fark vardır. Okulda bulunduğum sürece hiçbir şey öğrenmedim ve 19 yaşıma kadar kendi isteğimle hiçbir kitap okumadım.’’ Kubrick fotoğraf sanatında o denli yetenekliydi ki daha 17 yaşında Look Dergisinde işe başladı ve bu dergi sayesinde birkaç yıl içinde Amerika’yı baştan sona gezdi. Bu geziler Kubrick’in dünyayı tanımasına fırsat verdi. O fotoğraf hakkında akademik eğitimde görmek isterdi tüm kalbiyle, lakin lisede bir türlü dikiş tutturamadığı notları buna engel oldu ve o da bu sorunu Colombiya üniversitesinde derslere gönüllü olarak girerek çözmeyi tercih etti. Modern sanatlar müzesinin programı her değiştiğinde takip etti. Fotoğraf onun sinemasına attığı
22
ilk imza olacak ve donuk kareler halinde doğan bebeği gittikçe büyüyecekti. Sinemaya olan ilgisi gitgide artıyordu. İzlediği birçok filmde hata bulan Stanley kararını vermişti. Kendi filmleri olacaktı. ‘’Perde büyülü bir dünyadır. Öyle bir gücü vardır ki, duyguları başka hiçbir sanat formunun yanına bile yaklaşamayacağı bir şekilde ortaya çıkartır.’’ İlk filmini Look Dergisinde çalışan arkadaşı Alexsander Singer ile hazırladı. 1950 yılında Day of the Fight’ın çekimleri başladı. Çektimler devam ettiği sırada birçok kısa filme daha imza attı. Daha sonra amcası ile birlikte Fear and Desire(1953) adlı kısa filmi çekti. Fakat mükemmeliyetçiliği hat safhada olan yönetmen sonraki yıllarda bu filmleri hatırlamak bile istemeyecekti. Kubrick film yapma heyecanına kendini o kadar çok kaptırmıştı ki ilk evliliğinin kötü gittiğinin farkına bile varamamıştı. Lise yıllarında tanıştığı ilk eşi ile olan evliliği yönetmenin film aşkına kurban gitmişti. Tıpkı diğerleri gibi… Killer’s Kiss (1955) ve The Killing (1956) bu dönemde çektiği uzun metrajlı filmleri oldu. Bu filmler onun Hollywood’da tanınmasına yol açtı ve ilk ciddi filmini çekmek için önünde tüm kapılar sonuna kadar açıldı. The Killing, Amerikan sinemasının sevdiği niteliklere sahip gerilimi yüksek bir soygun öyküsüydü. Bir stadyumun kasasını soymak için bir araya gelmiş bir avuç işe yaramazın öyküsüydü. Karakterler ve kullanılan teknik Kubrick’in iyice yaklaşan ayak seslerini duyuruyordu kulaklarımıza. O sinemayı baştan yazmak için hazırdı artık. ‘’Yazarların, ressamların veya film yapımcılarının bir şey söyleme amacıyla bir yapıt meydana getirdiklerini düşünmüyorum. Onların hissettiklerini bir şey var ve sanatı seviyorlar; kelimeleri, boyanın kokusunu veya selüloidi veya fotoğrafları ya da oyuncularla çalışmayı. Hiçbir gerçek sanatçının, kendisi öyle düşünse de hissetmediği bir şeyi yaratabileceğini düşünmüyorum.’’ Kubrick’in ayak sesleri Paths of Glory (1957), Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransız ordusunda anlamsız bir disiplin meselesi nedeniyle idam edilen birkaç askerin öyküsünü anlatır. Savaş, askerlik ve askeri disiplin gibi hassas konuları cesaretle eleştiren yönetmen film sebebiyle çok fazla eleştiriye maruz kaldı. Film Fransa’da 1970’lere dek yasaklandı ve gösterilmedi. Türkiye’de de Türk sansürü tarafından yasaklanarak ülkeye sokulmayan filmler arasında yerini aldı. Bu yapımda birlikte çalıştığı Kirk Dougles ile Spartacus’da (1960) tekrar bir araya gelecekti. Kubrick’in ilk dönem filmleri arasında gösterebileceğimiz yapım Hollywood tarihinin en görkemli ve görsel olarak mükemmeliyetin diğer adı diyebileceğimiz filmlerindendir. Kubrick yapımında uç fikirlerini istediği kadar yansıtamasa da kendini belli eden bir iş çıkarmıştır. 1961’de Kubrick kendi tarzını bulma gayretiyle-ki daha sonra her tarzı denemenin daha iyi olduğuna karar verecektir- ilk western filmini efsanevi oyuncu Marlon Brando ile çekmeye karar verir. One-Eyed Jacks... Fakat Brando’yla çıkan andlaşmazlıklar sonucu filmi yarım bırakır. Onun terk ettiği yönetmen koltuğuna Marlon Brando oturur. Kubrick aslında iyi romanların sinemaya uyarlanmasına karşı olduğunu belirtirdi fakat sonraki
23
Tarihte
Tarihte
Bu Ay
Bu Ay
filmi Lolita (1962) Vladimir Nabokov’un ünlü romanıydı. Orta yaşlı bir adamla çocuk denecek yaşta bir genç kızın ilişkisini konu alan film oyunculuk performansları ve Stanley imzasıyla bugün bile takdire şayan yapımlar arasındaki yerini korur. Kubrick’in ikinci dönem yapımları olarak adlandıracağımız dönemin ilk çocuğu Dr. Strangelove’dır. Yıl 1964… Kubrick savaşa ve onu yönetenlere duyduğu öfkeyi tamamen fantezi bir konuyu işleyerek kara mizahın en güzel örneğini yansıtmıştır beyaz perdeye. Filmde Amerikan haber alma ve genelkurmay noktalarında bulunan bir dizi önemli adamın içine düştükleri yanlışlıklar zincirini traji-komik bir şekilde anlatır. Peter Seller’ın muhteşem performansı ile taçlanan film Kubrick’in dehasının en güzel örneklerindendir aynı zamanda. Kubrick artık kendini keşfetmiş ve kararını vermiştir. O tek bir türün yönetmeni olmayacaktır. Onun seyircisi sürekli şaşırmalıdır. Bu kararın ilk sinyalı bilim kurgunun yapı taşı olarak kabul edilen Artur Clarke’ın özgün senaryosuna sadık kalarak çektiği 2001: A Space Odyssey(1968)’dir. Yapım sinema tarihine adını altın harflerle kazımakla kalmamış bugün hala en çok tartışılan yapımlardan biri olmayı başarmıştır. Yapım insanlığın gelişmesinden başlayarak geleceğe doğru sürdürdüğü yolculuğu Strauss ünlü eseri ‘’Thus Spoke Zaratustra’’ eşliğinde gerçekleştirir. Yapım bilim-kurgu sinemasının önünü açan yapımlardandır. Kubrick’in kafasındaki deneysel laboratuar sinematografisine hemen sonrasında en vurucu yapımlarından biri olarak kabul edilen A Clockwork Orange adlı filmi ekler. Yıl 1971… Anthony Burgess’in romanından yola çıkan yapım yarının dünyasında genç bir serserinin Alex’in şiddet, nefret, korku ve acımasızlıkla çevrelenmiş öyküsünü anlatır. Alex ve arkadaşları vahşetin, öldürmenin, acımasızlığın, tecavüzün hoş görüldüğü bu dünyada bile ileri gitmenin bir yolunu bulunca cezalandırılırlar. Avcı olan ekip bir anda av konumuna düşer. Alex’in hali artık içler acısıdır. Alex bu müthiş serüveni Beethoven’in 9. Senfonisi eşliğinde yaşar. Stanley bu yapımdan sonra seyircisinin çılgın isteklerine kulak tıkar ve klasik denebilecek bir projeye imza atar. 19. Yüzyıl İngiliz yazarı Thackeray’ın raflarda unutulmuş ve tozlanmaya yüz tutmuş romanından esinlenerek Barry Lyndon’ı çeker. 1975 yapımı hikayenin konusu İrlandalı bir serüvencinin 18. Yüzyıl İngiltere’sinde soyluların arasına girmesi, yükselmesi ve düşmesini sahneler. Barry Lyndon’ın serüveni A Clockwork Orange’da ki Alex’in serüvenine benzer bir gidişata sahiptir. Film kötü eleştiriler alsa da birçok eleştirmenin ortak görüşü onun şimdiye dek yarattığı en olağanüstü gösterilerden biri olduğu yönündedir. Dekorlar, sahne, kostümler ve kullanılan akıl almaz teknik filmi yıldızlar statüsüne yükseltmeyi başarır. Kubrick, bu filmde bildiği tüm fotoğrafçılık tekniklerini başarıyla kullanmıştır. Sanatçı uzun bir ara verip üçüncü evliliğini gerçekleştirir bu dönemde. Çocukları ve eşiyle keyifli anlar yaşar ve yıl 1980’i gösterdiğinde Stephen King’in ünlü romanından uyarladığı The Shining ile geri döner. Her ne kadar oyuncularını mükemmeliyetçiliğiyle çıldırttığı, yazarınınsa beğenmediğini belirttiği bir yapım olsa da The Shining yine bir Kubrick klasiği olur. Kullanılan son teknoloji göz doldurucu ve hayranlık uyandırıcıdır. Jack Nicholson ve Shelley Duvall’ın başarılı oyunculukları ile de öne çıkmıştır.
Sanatçı bunun ardından uzun süre son filmi olarak adlandırılacak olan Full Metal Jacket’i çeker. 1987’de kameraya aldığı yapım tüm Kubrick filmleri gibi tartışıldı, polemiklere yol açtı, başyapıt olarak nitelendirenler de oldu beğenmeyenler de. Kubrick filmlerinin değişmez yazgısıydı bu ya severdiniz ya da nefret ederdiniz. Yönetmen bize filminde Vietnam’da savaşacak olan bir birliğin eğitimini anlatarak başlar. Eğitim alan birlik eğitiminin ardından bir harekâta gönderilir. Yapım iki eşit bölümden oluşuyor denebilir. Eğitim ve harekât… Kubrick 1990’da Brain Aldiss ile birlikte ‘’AL: Artificial Intelligent’’ adlı film projesine başladı fakat yapım teknik yetersizlikler sonucu beklemeye alındı. Proje sürerken Kubrick son filmi olan 1999 yapımı‘’Eyes Wide Shut’’ adlı projeye imza attı. Yönetmen bu filmi için yaptığım en iyi şey diyecekti sonunda. Yapımda Nichole Kidman ve Tom Cruse ile çalıştı. Filmin gösterime girmesinden kısa bir süre sonra yatağında hayata gözlerini yumdu. Yıllar ve yollar onu çok yormuş olarak… Kubrick geriye 48 yılda çekilmiş 16 adet film bıraktı. Beğenildi, nefret edildi. Lakin günün sonunda sinemanın deha çocuğu Stanley Kubrick’ti o… ‘’Hiçbir zaman tek bir film ile olağanüstü bir başarı kazanmadım. Benim şöhretim yavaş yavaş oluştu. Şimdi bana, başarılı bir yönetmen olduğumu ve birçok kişinin benim hakkımda iyi şeyler söylediğini söyleyebilirsiniz. Ama aslına bakarsanız hiçbir filmim tamamen pozitif eleştiriler almadı ve gişede çok büyük hâsılat elde etmedi.’’ Tarihte bu ay köşemizi bu sefer de üstat Michelangelo’nun ünlü sözü ile kapatıyor, sanata ve emeğe değer veren herkese saygılarımızı sunuyoruz. ‘’ Mermere sıkışmış bir melek gördüm ve onu özgürlüğüne kavuşturuncaya dek mermeri oydum.’’
24
25
Hazırlayan: Melahat YILMAZ
Öykü
Öykü
Durugör Ahalisi
“Karımı sen öldürdün.” Martin’in duruma hakim, kararını vermişlere has sert ve kıpırtısız yüz hatları içine taş düşmüş bir su yüzeyi gibi kırıştı. Sol elinde karnıma çevrik Glock 17 tutuyor olmasına rağmen gözlerinde bir acz hali belirmişti. Öfkeyle sarmallı olarak. “Sen bunu...” Tommy Bell adasının doğusundaki bembeyaz kumsaldaydık. Üç metre arayla karşılıklı durmaktaydık. Martin’in sırtı denize dönüktü. Mavinin ve yeşilin çeşitli katmanlarıyla yüklü koskoca bir okyanus ufkunu görmekteydim. Bu kadar enginlikte bu denli küçük emellerin cirit atması garip bir tecelli. Martin beni buraya sudan bir bahaneyle getirmişti. Amacı bu ıssız yerde işimi bitirmek ve bedenimi yumuşak toprağın koynuna gömmekti. Birlikte geldiğimiz cibin arka kısmında toprağı kazmak için gerekli gereçler durmaktaydı. Sorduğumda buradan egzotik bitkiler yetiştirdiği bahçesine gideceğini söylemişti.
26
“Üst Blok’la engel duvarı kurdun, ama sökmedi değil mi?” Yüz ifadesi öfke ve şaşkınlıkla dolup taşmaktaydı. Tabancanın tetiğine değen parmağının metal dile yaptığı basıncın arttığı saniyeler geçti. Tetiği çekmesinde benim için bir mahzur yoktu, ama insanız sonuçta. Zaaf noktalarımız ortak. Bana hikayemi anlatma fırsatı verirse yüz ifadesinin alacağı en yeni şekli merak etmekteydim. “Bunu nasıl bilebilirsin?” Onun merakı da kaçınılmaz olarak bana denkti neyse ki. “Poe’nun bir öyküsü vardır.” Dedim. “Bir asılzade karnaval sırasında kimseye belli etmeden bir düşmana konağının mahzenine gelmesi için ona tuzak kurar. Sonra onu mahzende kuytu bir yere bağlar ve önüne duvar örerek karanlıkta yanlız bırakır. O duvar çoktan örüldü. Tabancanın namlusu sabırsızca göbeğimle göğsüm arasında gitti geldi. “Öyküyü bırak şimdi. Sadede gel.” Kendine güvensizlikle bezeli öfkeli yüz ifadesi bana başka ünlü bir öyküyü çağrıştırmıştı, ama sıcak bir kurşunla çarpışmamak için bunu anlatmayı bir başka hayata erteledim ve “Üst bloğu güveler yedi.” Dedim. Martin inanmaz bakışlarla beni süzdü. “Nasıl yani?” “Ben ve en üst düzeyden 23 yetenekli durugörücü Üst Blok’u tabiri caizse kırdık. Eleğe çevirdik. Makarna süzgeci gibi oldu. Eylemimize ait bilgileri söktük içinden.” Şüphenin kendine güven sathını sülfirik asit gibi kemirdiğini hissetmek ne hoştu. Ölmesine en iyi şartlarda on beş, yirmi dakika kalmış birine bunu çok görmeyin lütfen. “Buna... Buna hakkınız yok.” “Hak lafı biraz abartılı senin ağzında.” Dedim. “Esas merak ettiğin şey neden bu gerçeği bildiğim halde intikam almadığım. Gücümü kullanarak seni pekâlâ tongaya bastırabilirdim öyle değil mi? Üç yıl az zaman değil.” Martin belli belirsiz içini çekerek başıyla onayladı. “İntikamımı aldım. Bundan hiç kuşkun olmasın. Tahakkuku biraz zaman aldı sadece. İntikam soğuk yenmesi gerekli bir yemektir derler malum. Buna da uydu.” Martin’in sahilde saklanması muhtemel suç ortaklarımı arayan bakışlarını görmek beni tebessüm ettirmişti. Onu tahrik etmemek için bunu içimden yaptım. Çünkü en sonuncu yüz ifadesini mutlaka görmek istemekteydim. Dedim ya, zaaf noktaları bol olan yaratıklarız. “Anlat dinliyorum.” Sesine yüklediği alaycı güven tonunda inandırıcılık yükü bayağı azdı. Kontrol edemedikleri bir kumpasın kokusunu almıştı. O da beni vurmadan önce bunu mutlaka duymak istemekteydi. Harika bir denge oluşmuştu aramızda. “Karımı ne kadar sevdiğimi biliyorsun. Onu kaybetmekten nasıl yıkıldığımı da. Yanlız her şey sen karımı öldürmeden önce başlamıştı. Karımı Üst Blok’la ilgili bazı doneler elde ettiği vehmiyle öldürdün. Senin gibi B kategorisinden olduğu için istemeden birkaç sızıntı yapmıştı. Cinayete çok başarılı bir şekilde kaza süsü verdin. Astımı vardı. İyi yüzme bilmezdi, ama sandal gezilerini çok severdi. Alabora olmuş bir sandal ve panikle suyun içinde çırpınırken gelen astım krizi. Benim için çok zor bir seçim yapmıştım Martin. Karımı öldüreceğini biliyordum. Saatler önce. Çok ustaca sakladınız, ama... sökmedi. Kadınımın ölümünü engelleyemezdim. O zaman benim Üst Blok’tan haberdar olduğum ortaya çıkardı. O sabah... Ona uzun
27
Öykü
Öykü
uzun sarıldım. Kokusunu içime çektim. Evden çıktıktan sonra hıçkıra hıçkıra ağladım. 23 dostum beni teseli etmek için çırpındılar. Onlar da çok üzgündüler, ama ana planı kesintiye uğratmamak için feda etttiğimiz bir candı. Cesedini bulduğumdaki üzüntülü hallerim saatler önce provasını yaptığım bir duygu boşalımıydı. Aradan üç yıl geçti, ama hâlâ dün gibi aklımda onu ölüme uğurladığım an.” “Kimse Üst Blok’u alt edemez.” Martin’in Üst Blok’a sınırsız güvenindeki ilk büyük çatlağı görmek çok hoştu. “Artık bundan emin değilsin.” Dedim. “Devam et peki. Kim bu 23 kişi.” “Birkaçını sayayım.” Dedim. “Bu adadan başlayayım. Michael, Serap, Nick, Kim, Angelica ve ben. Altı üst düzey Gece Kartalı.” “Atıyorsun. Yalancı herif... Bu imkânsız. Yalan...” Martin’in yüzü allak bullaktı. Farkında olmadan tabancanın namlusu iyice alçalmıştı. Nick Gorad, Üst Blok’un başıydı. Martin’in patronuydu. İnanmakta güçlük çekmesi normaldi yani. Elimle sol tarafımda on metre kadar ileride duran sarı boyalı metal direği işaret ettim. “Sorabilirsin istersen. Aramanı bekliyor.” Martin elindeki tabancayı ilk kez görüyormuş gibi baktı. Başını üstüne sinek konmuş bir sığır gibi iki yana oynattı ve sonra namluyu isteksizce mideme çevirdi. “Git konuş Nick’le.” Dedim. “Burada bekleyeceğim seni. Yalnız çabuk ol. Zaman sandığından dar.” Martin’in kararsızlığı kısa sürdü. Kaçmaya yeltenmeyeceğimi, işin içinde alengirli bir numara olduğunu sezmişti. Tabancayı belindeki kemere iliştirdi. Sol elini bana doğru uzattı. Kahverengi gözleri nefret ve çaresizlikle yanmaktaydı. Söyleyeceği şeyden vazgeçmişti. Sarı haberleşme direğine doğru yürüdü. Yolu ortaladığında dönüp arkasına baktı. Aynı yerde kıpırtısız durduğumu görünce adımlarını hızlandırdı. Öğleden sonrasının dördüydü. Mavi gökyüzü, ılık rüzgar ve çıldırmış bir mavi yeşil işbirlikteliğinin sonsuz bir siesta yaşamı vaadetmekteydi, ama ne yazık ki, bu durum biraz sonra değişecekti. Hem de kökünden bir yenilenmeyle. Ben bir Gece Kartalı’yım. Bir durugörü uzmanıyım. A kategorisindenim. Martin, karım gibi B kategorisinden. 8 yıldır Okyanusya’da, Avusturalya’nın doğu kıyılarından 200 kilometre uzaktaki Tommy Bell adlı bir atol adasında yaşamaktayım. Daha önce Barselona’da peynir ve şarap satttığım bir dükkânım vardı. Babam kendini emekliye ayırınca ondan devralmıştım. Annem gibi bende de durugörü yeteneği vardı. Benimki çok güçlüydü. İnsanların düşüncelerini sezebiliyor ve yakın gelecek tahminlerinde çoğunlukla yanılmaz tahminlerde bulunabiliyordum. Yaşadığım şehirdeki birçok kumarhaneye girmem yasaktı. Rulette kırmızı mı, siyah mı geleceğini yüzde seksen oranında doğru tahmin edebilmekteydim. Gangsterler tarafından tehdit edilmiştim. Keşfedildiğimde 27 yaşındaydım. Beni bulanlar bana iki seçenek vermişti. 20 yıl boyunca ayda 30.000 $ maaşla Durugörü Ahalisi denen teşkilata katılacak, ya da ailem çok yakında biricik oğullarını aile mezarlığındaki boş yerlerden birine defnedecekti. Tabii o da cesedim bulunursa. Yetim sayesinde şaka yapmadıklarını çok iyi bilmekteydim. Bir buçuk yıldırn çalıştırdığım dükkânı yeğenim Carlo’ya devredip Durugörü Ahalisi’ne katıldım. İki yıl boyunca çeşitli ülkelerde kurulmuş kampuslarda kendi benzerdaşlarımla birlikte oldum. Dünyanın her yerinden gelen durugörü erbabıyla kurslar takip ettik. Yetenek artırma ve güç odaklama sınavlarını başarıyla geçtim. Memorocortizol, Tryptamines ve Ayahuasca cinsinden yetenek artırıcı
kimyasallara en iyi tepki verenlerden biriydim. Değişken manyetik alanlara da öyle. Benim gibi A klasından olanların sayısı bayağı azdı. Bu yüzden biz A ekibi en itibarlı üyelerdendik. Amacımız tahmin ettiğiniz şeydi. Dünyaya ortak bir zihin dayatmak ve buna karşı olanları elimine etmek. Bütün bunları oturduğumuz yerden aparat kullanmadan yapmak. Bizim gibi başka gruplar da vardı. Tethadron, Energyork, Levelless gibi. Aramızda çatışmaktaydık. Biz Night Eagles, Gece Kartalları en güçlüydük. Dünyada 19 farklı noktada konuşlanmıştık. Bu yerlerin en önemlilerinden biri Tommy Bell adasıydı. Çok çeşitli icraatlarda bulunduk. Tanınmış kimselere bela ya da sefa yönelttik. Kalp krizi geçirenler, ülseri azanlar, intihar edenler ve kötü alışkanlıklara saplananlar oldu. Çok başarılıydık yani. Sayısız suikasta kaza süsü verdik. Kuzey Afrika ülkelerinde ardı ardına patlayan baharlarda ve borsa hareketlenmelerinde ciddi bir katkımız oldu. Toplam 4000 kişiye yakındık. Zihnimizi bir hedefe yöneltince çok etkili oluyorduk. Bizleri kontrol edebilmek için gizlice Üst Blok diye bir teşkilat kurulmuştu. Bunlar üç yüz küsur kişiden oluşuyordu. İçlerinde A tipi yetenekler de vardı. Bunlar bizlerin kendi aralarındaki haberleşmelerini ve muhtemel gruplaşmaları engellemekteydi. Durugörü Ahalisinin cep telefonu kullanması yasaktı. Bu sadece güvenlik önlemi değildi. Beyinden geçen mikro dalgalar zihin gücümüzü olumsuz yönde etkilemekteydi. Bu nedenle adadaki haberleşme yüz metre arayla yerleştirilmiş eski moda telefonlarla yapılmaktaydı. 22 kilometre karelik bir alanın 14 kilometre karesi ortasındaki atol gölü olan bir adada kaybolmak biraz zordu zaten. Her yer yürüme mesafesindeydi. Karım sağken bu adanın tekdüze atmosferine daha kolayca katlanabilmekteydim. Çok iyi dostlarım vardı. Birlikte çeşitli spor etkinlikleri düzenliyor, bayağı iyi eğleniyorduk. Karım öldükten sonra burada sadece şu anlara ulaşabilme amacıyla durabildim. Martin elindeki almacı yuvasına koyup bana baktı. Elleri iki yana sarkmıştı. Yüzü allak bullaktı. Hareket edersem beni vurmayacağını düşünüp ona doğru yürüdüm. “Ne oldu?” “Nick Gorad, Brisbane’ymiş.” Uzaktan zihin kontrolü alanındaki en önde gelen şirketlerin en üst düzeyde bir uzlaşma toplantısı düzenlemişlerdi. Şu anda toplantı halinde olmalıydılar. Kendi aramızda didişmeyi engellemek için pek bir şey yapılamazdı bu saatten sonra, ama belki etki alanlarının bölüşümü ve sürdürülebilir barış yolu bulunabilirdi. Bunun için dünyanın en büyük uzmanları Brisbane’de bir araya gelmişlerdi. Brisbane helikopterle yarım saat mesafedeydi. Bu sabah Nick Gorad gizlice oraya gitmişti. Martin’in bunu bilmemesi normaldi. Medyanın ve gizli servislerin dikkatini çekmemek için çok ciddi bir çaba harcanmıştı. “Öyle.” Dedim. “Sana bir mesaj bırakmış sanırım.” “Evet. Herşeyi senin açıklayacağını bildirmiş.” Haki renkli bermuda şort, amblemsiz beyaz bir tişört giymiş olan Martin’in omuzları çökmüştü. Kemerine iliştirdiği tabanca bir diken yığını gibiydi. Bir daha elini ona süreceğini tahmin etmiyordum. “Geliyor.” Dedim. “Ne?” “Ranginui.” Ranginui, Maori dilinde göklerin babası anlamına gelmekteydi. Aramızda Maori ırkından bir üye bulunduğu için bulunduğunuz adanın eski adının bu olduğunu bilmekteydik. Tommy Bell son elli yıldır tedavülde olan bir addı. “Açıkla.”
28
29
Deli Rüzgar
Öykü
Yazan ve Çizen: Murat SEVİNÇ
Elimle mavi gökyüzü işaret ettim ve “Az kaldı.” Dedim. “Ranginui yolda. Birazdan göreceğiz onu. Saniyede yirmi kilometre hızla atmosfere girecek. Yana ufalana gelip denize düşecek. Muazzam bir hızla. 940 metre çapında bir meteroit. Onu biz çağırdık. Bütün zihin gruplarından tam 121 üst düzey Durugörücü. Tam dört yıldır bunun için uğraşıyoruz.” Martin’in gözleri hızla gökyüzünü taradı ve “Ne için?” dedi. Sesindeki inanç yükü nedeniyle bir an onu işlediği cinayet için affettim. “Tethadron, Energyork, Levelless, biz ve diğerleri. Bu güç savaşı bir ekip çok açıkça baskın çıkamadığı için durmayacak ve karşılıklı kitle imha silahlarını kullanmaya kadar varacak. İspanyol giribiyle başlanacak. Buna ramak kalmış durumda. Hepimiz bir arada, Tethadron, Energyork, Levelless’den vicdan sahibi dostlarla yakın geleceğe baktığımızda bunun gerçekleşmesine ramak kaldığını görmekteyiz. Onun için Brisbane buluşmasını fırsat bilerek ana figürlerin kafasını kopartmaya karar verdik.ve dünyaya yakın yörüngelerde dolanan meteroidlerden en uygununu üstümüze çektik. Yıllarca uğraştık. Başaramayacağımızı düşündüğümüz anlar oldu, ama sonunda Ranginui davetimizi kabul etti. Bizle kıta arasında bir yere okyanusa düşecek. Tsunamisi bu bölge için muazzam etkin olacak. Bu ada bir süreliğine coğrafyadan silinecek haliyle. Emin değiliz tabii, belki de zihin kontrol organizasyonlarına istediğimiz ölçekte bir zararı verebileceğiz. Sağ kalanların bir sonraki muhtemel eylemden ne kadar korkacaklarını da unutma.” Martin sersemlemiş bir durumda sözlerimi soğuruyordu. Aklı çok karışmıştı haklı olarak. “Bir nokta daha var. Gece Kartalı ve diğer rakip firmalar yıllardır büyük bir ketumlukla sürdürdüğümüz çabalarımızı son iki ay içinde farketti. Sana olayın aslını izah etmeden beni derdest etmeni istediler. Nick’in işin başında olduğunu keşfettiler. Geçen hafta. Bugün toplantı sonrasında Nick’e ve suç ortaklarına gereken hassasiyeti göstermeye karar verdiler. Sessiz sedasız iptal edileceklerdi. Nick bunu bilerek gitti toplantıya. Başkalarının da olduğu gibi. Bu eylemimiz diğerlerine, yedekte tuttuğumuz kimselere yeni planlar yapmak ve önlem almak için zaman kazandıracak. Dediğim gibi tam emin değiliz, ama hiçbir şey yapmamaktansa...” Martin bir şey diyecekti, ama yapamadı. Eliyle omuzumun üzerinden bir yeri işaret etti. Yüzü korku ve çaresizlik ışıyordu. Başımı çevirip baktım. Ranginui bütün hışmıyla gökte belirmişti. Suya vurmak üzereydi. Çevre ağaçlardaki kuşlar panikle havalanmışlardı. Şiddetlenen sıcak rüzgarı yüzümde hissediyordum. Defterin bu sayfasını kapatmak üzereydik. Öykü: Sadık YEMNİ
30
İllustrasyon: Devrim KUNTER
31
Oyun
İnceleme
İncelemesi İlk cemre havaya düştü. Bu saatten sonra havalar daha da ısınacak diye hayal ediyoruz. Doğalgaz faturası ödemekten imanım gevredi vallahi. :) Ben de ısınmak için bol bol oyun oynadım bu sırada. Bölümümüzün adı "Oyun İnceleme" ama ben size sürekli FRP'den bahsediyorum. Biraz da fantastik bilgisayar oyunlarından bahsedelim. Hani şu CRPG (Computer Role Playing Games) dediğimiz türe biraz değinelim dedim. Son zamanlarda çıkan Kingdoms of Amalur: Reckoning oyunundan bahsetmek istiyorum bu sayımızda. 10 Şubat'ta çıkan oyunda üç önemli kişinin ismi önplana çıkıyor. Oyunun tasarımcısı Elder Scrolls Morrowind ve Oblivion'dan tanıdığımız Ken Rolsten. Oyunun hikayesi ve senaryosu ise Kara Elf Üçlemesi serisinin yazarı ve Unutulmuş Diyarlar'ın önemli karakteri Drizzt Do'Urden'in yaratıcısı New York Times Bestseller yazarı R.A. Salvatore. Oyunun konsept çizimleri de ünlü çizgi roman karakteri Spawn'ın yaratıcısı Todd McFarlane. İşte Kingdoms of Amalur oyunu böyle bir ekibinden elinden çıkma Aksiyon-Rpg oyunu. 2012 yılının en iyi RPG oyunu olmaya aday olan bu oyunu oynadım günlerdir ve size biraz bahsetmek istedim. Oyuna ölü bir kişi olarak başlıyoruz. (Evet ölü olarak başlamak) Bizi attıkları bir çukurda canlanıyoruz ve kendimizi bilmeden etrafta koşturmaya başlıyoruz. Etraftakiler bize "Fateless One" (Kaderi Olmayan) diyorlar ki bunun da sebebi biz öldüğümüzde kaderimizin bizimle birlikte yokolması ve yeni hayatımızda kendi kaderimizi yaratacak olmamız. Oyunda kader faktörü oldukça önemli bir rol oynuyor. Lakin pek çok RPG oyununda büyücü, savaşçı, hırsız, rahip gibi roller seçerken burada kader seçerek bu tür şeylere yön veriyoruz. Yani kısacası kendi kaderimizi belirliyoruz.
32
33
Oyun
Oyun
İnceleme
İnceleme
Ben oyuna savaşçı olarak başladım ve devam ettim. Yani kısacası bir savaşçının kaderini seçtim. Savaşçının kaderinde genelde silah kullanımı ve dövüşe yönelik seçenekler mevcut. Seviye atladıkça bu özellikleri seçerek karakterinize yön veriyorsunuz. Oyunda genel anlamıyla Güç, Çeviklik, Zeka gibi yetenek değerleri yok. Seviye atladığınızda Demircilik, Simyacılık, Gizlenme gibi bazı yeteneklere puan veriyorsunuz. Mesela Demircilik yeteneğiniz artarsa daha iyi silahlar ve zırhlar yapabiliyorsunuz, Simyacılık yeteneğiniz artarsa daha nadir bulunan bitkileri toplayıp daha güçlü iksirler üretebiliyorsunuz. Hazır Üretim olayına değinmişken oyunun keyifli bir yanından bahsedeyim. Oyunda cevherleri, iksirleri, silahları ve zırhları kendiniz üretebiliyorsunuz. Etrafta bulduğunuz silahları parçalayıp onların parçalarını alıp o parçalardan yeni ve daha güçlü silahlar üretebiliyor, başka zırh parçalarını birleştirip daha güçlü zırhlar elde edebiliyorsunuz. Oyunda en çok zaman geçirdiğim şeylerden biri bu Üretim kısmı. Pek çok güçlü cevher ürettim, pek çok yeni silah yaptım. Oldukça keyifli oluyor kendi ürettiğiniz şeyleri oyunda kullanmak. Bununla beraber dövüş sahneler oldukça epik. God of War oyununu oynayanlar bu oyundaki dövüş sahnelerini görünce tanıdık bir şeyler bulacaklardır. Oldukça hareketli ve güzel dövüş hareketlerinin yaşandığı sahneler göze hitap ediyor. Yerde yuvarlanarak yapılan silah hareketleri, size fırlatılan büyülü bir oktan kaçınmak ve etrafınızı saran birçok düşmanı bir anda etkisiz hale getirmek gerçekten harika bir his. Zaman zaman yaptığım dövüş hareketlerinde ve kombolarda fazlasıyla heyecanlandığım ve naralar attığım olmadı değil. :) Bu görsel şölen ve dövüşteki dengeler ile oyuna güzel bir aksiyon katmışlar. Bu sahneler ve kombolar, oyunun türüne "Aksiyon" kelimesinin eklenmesini sağlayan öğeler olmuş. Bununla beraber bir kötü nokta, sürekli aynı yaratıkları öldürüyor olmanız. Örümcekler (çok korkarım), ettinler, kurtlar, spritelar (içecek değil) sürekli öldürdüğünüz yaratıklar. Oyunda farklı yaratık türleri görmemek oyuncuyu sıkıyor doğrusu.
34
Canınız ve büyü gücünüzü gösteren iki göstergenin arasında duran mor bir göstergeniz daha var. Bu da kader göstergeniz. Düşmanlarınızı öldürdükçe kader puanınız yükseliyor ve maksimuma ulaştığında “Reckoning Mode” adı verilen bir olay yaşanıyor. Reckoning modu aktif ettiğinizde bir anda zaman yavaşlıyor, sahip olduğunuz güç 5 katına çıkıyor ve bu kader çubuğunuz sıfırlanana kadar bu modda inanılmaz anlar yaşıyorsunuz. Ayrıca bu modda öldürdüğünüz yaratıklara yapacağınız ölüm vuruşları gerçekten görülmeye değer. Harika bir sinematik olmuş. Zaman zaman izlerken doğru tuşlara basmayı bile unuttuğum oldu. :) Oyundaki RPG öğelerine gelince, konuşmalar ve karakterlerin anlattığı hikayeler senaryo örgüsünde önemli bir role sahip. Size hem çevre ile hem de başka kişiler ile ilgili detaylı bilgiler verebiliyorlar. Bu hikayeleri herkesten farklı şekilde duymanız mümkün ve siz de kendinize göre yolunuzu çiziyorsunuz. Oyun, sizi illa belirli bir şeyi yapmaya zorlamıyor. Özgür olmanız güzel bir durum yaratıyor. İsterseniz iyi, isterseniz kötü bir karakteri oynayabiliyorsunuz. Yaşananlar kesin iyi veya kesin kötü diye belirtilmemiş. Bunun dışında oyundaki pek çok karakter de sizi yanıltmak için yalan yanlış bilgiler verebiliyor. O tür davranışlar, senaryoyu tekdüzelikten kurtarıyor. Bunun dışında, tam bir RPG oyunundaki gibi oyunun tüm genelini değiştirmeniz pek mümkün değil. Siz kendi kaderinizi çizip diyarın kaderini de yönlendiriyorsunuz fakat bazı temel şeyleri değiştirmeniz mümkün olmuyor. Görevlerin birbirine çok benzer yapıda olması da bir yerden sonra, "Görev yapmasam mı yaa," gibi bir yargıya düşürebiliyor sizi ama bazı görevlerdeki alt metinler ve hikayeler gerçekten çok sağlam. Genel olarak, "Bana şunu getir," "Benim için şunu yap," gibi görevler çok fazla var ama yeni yerler keşfetmek için bu görevler güzel bir bahane olabiliyor. Oyun genel olarak Aksiyon-RPG yapısını tam anlamıyla veriyor. Ne aksiyonu ne RPG öğeleri fazla olmuş. İkisinin dengesi de oyunu güzel hale getirmiş. İlk etapta ambiyans ve renkler bize World of Warcraft havası verse de zaman içinde o duygudan uzaklaşıyorsunuz. Karakter modellemeleri ise Dragon Age grafiklerinin gelişmişi gibi düşünüşebilir. Dövüşler ise az önce de bahsettiğim gibi God of War oyunlarını çağrıştırabilir ki bu oldukça iyi bir şey. :) Oyun bize tek kişilik bir MMORPG (Çok Oyunculu Online RPG) havası yaratıyor. Çevrenizde yaşayan bir dünya olduğu hissi iyi yaratılmış. Bunun dışında benzerlerinden farklı, yepyeni bir şey sunmadığı için eksik kaldığını söyleyebilirim. Hem teknolojik anlamda hem de oyun anlamında yeni bir şey sunmuyor maalesef. Yıllar yılı RPG oynayan ve bu tür oyun senaryoları hazırlayan biri olarak genel bir puanlama yapmam gerekirse; Grafik: 95 Oynanabilirlik: 90 Ses: 90 Kurgu: 85
Kayra Keri KÜPÇÜ
35
Öykü
Ziu-Dran Gökyüzündeki dev bir elekten geçiyormuşçasına yağan kar, üstgeçidin korkuluklarında oturan adamda hiçbir duygu uyandırmıyordu. Gecenin dördünde, eksi beş derecelik havada, ıssızlığın hüküm sürdüğü bir andaydı. Burun deliklerinden yayılıp ağır ağır dağılan beyaz buhar, son nefeslerinin iziydi. Aşağıdan geçen arabalar biraz sonra böyle rahat rahat ilerleyemeyecek, yere yapışmış bir ceset onlara set olacaktı. Bazıları onu gördüğü halde geçip gidecek, bazıları durup başında toplanacak, ambulans, polis, ne denk gelirse çağıracaktı. Bunlar onun için önemli değildi. Onsuz, diğer bir deyişle olmayan bir zamanda, olmayan bir yerde gerçekleşecek şeylerdi. Elleri, üstgeçidin metal korkuluğuna vücudunun ısısını vermekle meşguldü. Donuyordu, uyuşuyordu. Burnu buz kesmişti, ayak parmaklarını hissetmekte güçlük çekiyordu. İsmi Pir’di. Pir Eren Çağıl. Otuz üç yaşında, sıradan görünen ama sıra dışı olmaya çalışan ve bunun için tuhaf şeyler -nihayetinde onu intihar etme düşüncesine götürecek kadar tuhaf- yapabilen bir adamdı. Son bir buçuk günde başına gelenleri düşünerek üstgeçitteki birinci saatini doldurmak üzereyken bir siluet yaklaştı. Ayakkabılarının ince kar tabakasının üzerinde çıkardığı ses, avına yaklaşan bir hayvanın ritmik adımlarını hayal ettirdi Pir’e. Katılaşmış boynunu çevirip baktı adama. Sokak lambalarından gelen ışığın iyice zayıfladığı bir noktada olmalarından mı yoksa yaşam gücünü kaybetmiş, feri sönmüş gözlerinde oluşmuş perdeden mi bilmiyordu ama hiç de net göremiyordu adamı. Gece kadar siyahtı üzerindeki her şey. Bu aşikârdı. Paltoluydu, atkılıydı, bereliydi, eldivenliydi. Gözleri hariç -ki onlar da gözlükler tarafından kısmen korunuyordu- teninin hiçbir yeri açıkta değildi. Buharlaşan bir nefesi yoktu. Öfkelendi. İçinden küfür etti. Bu saatte biriyle karşılaşacağına ihtimal vermemişti. Hangi geri zekâlı böyle bir havada bu üst geçitten karşıya geçmek isteyebilirdi? Sarhoş veya evsiz gibi de görünmüyordu oysa. “Ne var? Ne bakıyorsun?” dedi, bir metre ötesinde korkuluklara yanlamasına yaslanıp gözlerini ona diken adama. Sesini sert çıkarmak istemişti ama birbirine çarpan dişleri bunu zorlaştırıyordu. Cevap gelmedi. “Ayı mı oynuyor lan burada? Defol git.” Yanına çakı gibi bir şey almadığına pişman oldu. Korkutup kaçırabilirdi belki. “Bıçağım var, ebeni sikerim şuracıkta. Siktir git başımdan.” Adam susmaya devam etti. Kıpırdamadı bile. Eski bir kabilenin taptığı şeytani bir put gibi dikilmişti karşısında. “Lan kaldırma beni yerimden. Hayret bir şey.” İstese de kalkamayabilirdi aslında. Neredeyse bir saattir oturuyordu ve hiç kıpırdamamıştı. Vücudu tamamen katılaşmış olabilirdi. “Bir karar ver,” dedi başka bir dünyadan geliyormuşçasına boğuk, tuhaf, cinsiyetsiz bir ses, “beni istiyor musun, istemiyor musun?” Atkısının altından yine hiç beyaz buhar çıkmamıştı. “İstemiyorum kardeşim, manyak mısın nesin?” “O zaman burada niye oturuyorsun?” “Sana ne abicim! Siktirip gitsene şurdan. Çattık amına koyayım.” “Sözlerinle düşüncelerin birbirine uymuyor. Beni istiyor gibisin ama…” “Kimsin lan sen? Deli misin divane misin? Evin barkın yok mu?” Gittikçe daha rahat konuşuyordu. İlk andaki diş çarpıntıları azalmıştı. Belki de öfke içini ısıtmıştı. Sakin ve dingin düşüncelerini bölen zırdeli bir
36
37
Öykü
Öykü adamdan başka hiçbir şey onu daha fazla öfkelendiremezdi. Zaten yeterince öfkeliydi. “Sana kim olduğumu söylemek zorunda değilim. Bu çağda çok nadir bulunan bir insan olman bunu değiştirmiyor.” Ne demek istemişti şimdi? Biliyor muydu? Yok canım, delice zırvalar işte! “Ne nadiri abicim, neyden bahsediyorsun sen?” “Kolay yalan söyleyemiyorsun, kendini kolay gizleyemiyorsun, en önemlisi yeterli cesarete sahip değilsin. Başarılı bir ziu-dran olmak için bunlar da gerekiyor. Bu yüzden buradasın.” Saniyeler boyunca nefes alamadı Pir. Kendi ailesi dâhil kimsenin bilmediği bir şeyi nasıl bilebiliyordu bu kara siluet? “Kimsin sen?” dedi belki yüzüncü kez. Dünyanın en ciddi sorusuydu bu. “Henüz yeteneğini idrak edememiş bir ziu-dran kadar kimse bu kadar aciz olamaz. Beni görebiliyor olman, insan olmamı mı gerektiriyor?” Yavaş yavaş tıslamaya dönüşen bu cevap Pir’i iliklerine kadar titretti. Dünden beri gerçek bir ziu-drandı. Ve o zamandan beri korkudan başka hiçbir şey hissedemiyordu. Etrafındaki somut cisimlerin tuhaflaşıp bükülmesi, etrafını aniden böceklerin sarıp sonra aniden yok olması, buzdolabını açtığında ona saldıran palyaço suratı, televizyon ekranından dışarı sızıp onu bıçaklamaya kalkan seri katil, yatağın altındaki koşan çalar saatler, gökyüzünden yağan kurbağalar, ayna karşısındayken dökülüp dökülüp yeniden çıkan dişler, kısaca kâbusların günlük hayatına sızması bir ziu-dran olmasıyla başlayıp bir buçuk gün içinde intihar etmekten başka çare bulamamasıyla sonuçlanmıştı. Ziu-dran, artık var olmayan bir lisanda “fazladan gören” anlamına geliyordu. Sıradan insanların görme spektrumlarının dışında kalan şeyleri de görebilen. Aslında görme eylemi farkında olma anlamında bir mecazdı. Yani görme sadece gözle algılama değil, işitme, hissetme ve koklama için de geçerliydi. Pir, ziudran öğretisiyle gözündeki perdenin kalkmasını, öte âlemleri de görmeyi arzulamıştı. Ama sonucu ölüm… “Sen ölüm meleğisin!” diye bağırdı. “Azrail’sin sen. Canımı almaya geldin. Ziu-dran olduğum için… O yüzden görebiliyorum seni!” Siyahlı adam -veya her neyse- kısa ama güçlü bir kahkaha attı. “Bu çağda Ziu öğretisinin ne kadar zayıfladığını ve aslından uzaklaştığını unutmuşum,” dedi. “Ders bir. Melek diye bir şey yoktur. Ders iki. Dolayısıyla ölüm meleği diye bir şey yoktur. Ders üç. Ölülerden beslenen varlıklar vardır. Korkma, insanları zorunlu kalmadıkları sürece öldürmezler, zaten fazlasıyla ölen var. Ders dört. Ben de onlardan biriyim.” “Neden konuşuyorsun benimle? Atlamamı bekleyip ne yapacaksan yapsaydın? Neden önce çıktın ortaya?” “Dünyada sadece bir düzine ziu-dran kaldı. Çok üzülüyorum buna. Siz biri göremediğiniz sürece insanlarla hiç iletişimimiz olamıyor. Sadece biraz sohbet etmek istedim. Bir de yapabilirsem hayatta kalmanı sağlamak.” “Saçma. Benden beslenebilecekken…” “Fazla zeki değilsin, değil mi? Kafan hemen basmıyor bazı şeylere… Sadece bu mahallede bile bu gece en az birkaç kişi ölecek. Ölü kıtlığı çekmiyoruz, merak etme.” Oraya geldiğinden beri ilk kez kıpırdadı. Kısa bir adım atarak Pir’e yaklaştı ve elini uzattı. “Dünden beri seni rahatsız eden yaratıklar sadece eğlence arayan çocuklardı. Onlar yüzünden bir ziu-dran kaybetmek istemiyorum. Bir daha rahatsız etmeyecekler seni.” Çocuklar mı? Öte âlemin haylaz çocukları mı? İnanmalı mıydı buna? Ayrıca bu yaratık neden onu hayatta tutmak is…” “Bana güvenebilirsin,” diye düşüncelerini böldü yaratık. “Onlar iyi bir azar işitecekler. Seni hayatta
tutma sebebimi az önce açıkladım. İdrak gücünün bu kadar düşmüş olmasını, beyninin donmak üzere olmasına yoruyorum. Seninle aynı tür atom altı parçacıklardan yapılmış olsaydı tereddüt etmeden paltomu verirdim, ama veremiyorum. O yüzden bir an önce evine git. Ailen nerede olduğunu merak etmiştir.” “Düşüncelerimi mi okuyorsun?” “Çok sesli düşünüyorsun. Zamanla kimsenin okuyamayacağı şekilde düşünmeyi de öğrenebilirsin.” “Bir ismin var mı?” “Odnizan.” “Benimkini biliyorsundur.” “Hayır, bilmiyorum. İnsan kendi ismini pek düşünmez.” “Pir.” “Kendin gibi ismin de çok nadir.” Siyahlarla sarmalanmış adamın eldivenli elini tuttu Pir. Normal bir şeye dokunmak gibi değildi bu. Ama en azından var olduğunu belli edecek kadar dokunma hissi vermişti ona. Korkuluktan inip ayağını üstgeçidin zeminine değdirdiğinde bacaklarındaki hissin neredeyse kaybolmuş olduğunu fark etti. Zar zor durdu ayakta. Siyah kıyafetli varlık, elini bıraktı. Pir’in ayakta durmayı başardığını görünce başını hafifçe sallayıp korkuluğa zıpladı. İnce bir kar tabakası serpilmiş korkuluk demirinin üzerinde ayakta durdu ve paltosunun arkasını havalandırarak aşağı atladı. Pir, hayretle arkasından aşağı baktığında hiçbir şey göremedi. Kaybolmuştu Odnizan. * * * Eve gitti. Üç hafta hasta yattı. İyileştiğinde o üstgeçide tekrar gitti. Sadece katiller değil, intihara kalkışanlar da olay yerine dönüyorlar demek ki, diye düşündü. Bu kez gündüzdü, bu kez hava sıcaktı, bu kez ona sataşan çocuk yaratıklar yoktu. Zaten o günden beri herhangi bir Ziu ayini gerçekleştirmemişti. Ziu’dan uzaklaştıkça gözlerindeki açılan perdeler yeniden kapanıyor muydu acaba? İki elindeki iki market poşeti ve inanılmaz kalça genişliğiyle neredeyse tüm merdiveni kaplayan yaşlıca bir kadını zar zor sollayıp üstgeçidin son basamağını tırmandığında onu gördü. Odnizan korkuluklara tıpkı o gece Pir’in oturduğu gibi oturmuş, trafiği seyrediyordu. Bu kez atkısı, beresi, gözlüğü yoktu. Yüzü görünüyordu. Pir, onun insan teniyle alakası olmayan bu yeşilimsi katmanlı cildini, gülümser gibi duran çıkık ağzından taşan sivri dişlerini ve timsahınkileri andıran gözlerini ayırt edince durdu. Ardına bile bakmadan kaçmak istedi. Odnizan ağır ağır başını çevirdi, Pir’in gözlerinin içine baktı. Başıyla selam verdi. “Beni görmeye artık hazırsındır diye düşündüm,” dedi. Pir, kalbinin çarpışına engel olmak ister gibi elini bir an göğsüne götürdü ama hemen indirdi. Odnizan’a doğru birkaç çekingen adım attı. Her adımda, bu tuhaf yaratık daha da korkutucu görünüyordu. Pantolonunun arkasından uzanmış çatallı bir sürüngen kuyruğu sağa sola sallanıyordu. Tıpkı canı sıkılmış bir çocuğun, bacaklarını ileri geri sallaması gibi. “Galiba hazır değilmişim pek,” dedi Pir. Yaratığın ağzı gerilince dişleri daha da sivri göründü. Ama tehditkâr gelmiyordu nedense Pir’e. Galiba şimdi gerçekten gülümsüyordu.
38
39
Öykü: Gökcan ŞAHİN gokcansahin.blogspot.com
İllustrasyon: Hazal YAYALAR
Sinema
Sinema
(2011)
Ted Narracott eski bir savaş gazisidir. Öldürmekten dolayı gurur duymamak gibi bir cesarete sahiptir. Yaşadıklarını ve savaştan yadigâr aksayan bacağının acılarını unutmak için kendini içkiye vermiş küçük çiftliğinde yaşamaktadır. Tarlasını sürebileceği bir ata ihtiyacı vardır. Ama satın aldığı atın kaderinde çok daha fazlası olacağını o an için bilemez. Aldığı inanılmaz güzellikteki atla evine varır Ted. Karısı Rose atı görünce çok kızar. Oğlu Albert ise onu çok sever. Yetiştirebileceğini söyler anne babasına. Ona isim vermekle başlar dostlukları. Joey ve onun sadık dostu Albert’ın yol hikâyesi de işte böyle oluşur. Çıkan 1. Dünya Savaşı onları ayırır ama sevgi daima birleştirecektir. Joey ve yolundan geçtiği her şeyi değiştirerek… 2011 mahsülü yapım, senaryosunu aynı isimli 1982 tarihli Michael Morpurgo imzalı çocuk romanından alan ve yönetmen koltuğunda usta Steven Spielberg’ü gördüğümüz buruk bir yol hikâyesi. Yolda savaş, fedakârlık, yıkım, ölüm ve her şeye rağmen dostluk var. Joey dostu Albert’tan ayrıldığı andan itibaren bizi de gittiği her yere götürüyor. Gittiği yolda savaş var. Hızla koşmayı, kaybetmenin acısını, hayatta
Savaş onları ayırdı…Mücadeleler sınadı… Sevgi birleştirdi… 40
41
Sinema
Gölge e-Dergi Özel Dosya kalma mücadelesini ve sevdiklerini unutmama çabasını onunla birlikte yaşıyoruz. Ölen genç bedenler, açlık ve sefalet dolu anlar arasında. Birçok yönden anlatılmamış bir hikâye değil aslında. Daha önce de sinemada gördüğümüz insan- hayvan dostluk hikâyelerine benzer bir durum içeriyor. Ayrılmalar, başka başka mekânlarda farklı yüzler tanımalar, kavuşmalar… Fakat filmi diğerlerinden ayıran bir samimiyet var. Yapımın sesi güçlü ve akılda kalıcı… Yönetmeninin Steven Spielberg olması boşa değil sizin anlayacağınız. O, bu bilindik hikâyeyi alıp iç içe geçen yaşam döngüleriyle nazikçe buluşturuyor ve tabi ortaya unutulmaz bir manzara çıkıyor. Yapımda kullanılan ışık, kadraj, mekân ve anlatımdaki sakinlik filmi diğerlerinden ayırıyor. Ahlaki değerler, ortaklık, etik, emek ve sevgi gibi elle tutulamasa da yaşamı anlamlı kılan paydalar filmin içine yerli yerinde serpiştirilmiş. Duygu yoğunluğu yerinde, boğmadan sıkılmadan izlediğiniz bir hayat var gözlerinizin önünde. Arada gülümsemeniz umuduyla minik esprilerde var tabi. Tıpkı hayatın kendisi gibi… Oyunculuğa geldiğimizde Peter Mullan, Jeremy Irvine, Emily Watson ve David Thewlis gözümüze çarpan isimler. Sergiledikleri performans alkışa layık… Ama benim en büyük alkışım savaş atı Joey için. Gerçek adını her ne kadar bilemesem de… Filmin dokusunu sağlamlaştıran müziklerini de unutmamak lazım. John Williams imzalı film müzikleri oldukça etkileyici… Dostluk hepimiz için önemli. Sadakat ve fedakârlıkta öyle… Gelin görün ki yalnızca beyazperde de bize anlamlı gelen bu değerler kendi hayatımızın karmaşaları arasında yitip gidiyor. Kimsenin peşinden fersah fersah yol gidecek halimiz kalmadı artık. Ama genç bir adamın ve cesur bir atın bu konuda bize anlatacakları var. İyi seyirler… Melahat YILMAZ www.otekisinema.com
Türkiye’de Çizgi Roman Dosya Editörü Ahmet Yüksel
Mehmet Kaan SEVİNÇ
42
43
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Kusura bakmayın işimiz var Mehmet ağabey (editörümüz Mehmet Sevinç’ten bahsediyorum) ‘Ahmet, dosyalar güzel oluyor, daha çok okunuyor’ dediği anda ilk aklıma gelen bir ‘Türkiye’de çizgi roman’ dosyası hazırlamaktı. Olay kolay, birkaç önemli çizi romancıdan yazı alırsınız konu kapanır. Yok, aslında o kadar basit değil, olay benim miladım diye baktığım Hayalsaati sitesinin kurulmasına kadar varıyor. Ben size kısaca durumu özetleyeyim. Uzun zamandır Haldun Sevel ile röportaj yapmak istiyordum. Haldun Sevel benim için çok kıymetli olan bir kitaptan (Refii Cevad Ulunay’ın Sayılı Fırtınalar kitabı) yola çıkarak yepyeni bir karakter yaratmış bir zamanlar. Ustura Kemal. Ya bana öyle geldi ya da yeryüzündeki en mütevazı çizer Haldun Sevel. Güzel bir röportaj oldu. Zaten dergiyi okumaya başladığınızda hemen Haldun Bey’in ne kadar mütevazı olduğunu anlayacaksınız. Dosyadaki bir başka çizerimiz Kemal Gökhan Gürses. Ben yıllarca değişik kanallarda haber yönetmenliği yaptım, her sabah tüm gazeteleri okudum, sürekli farklı muhabirlerle tanıştım, çalıştım. Hiç biri bana Kemal Gökhan Gürses’in Ayşegül Savaşta’sı kadar heyecan vermedi. Daha öncesinde güncel olarak okumadığım gazeteyi her sabah heyecanla alır oldum. Gazete haberlerini birebir takip eden bir strip, hayatı bu kadar gerçek veren bir başka çizgi romana rastlamamıştım ben. Radikal gazetesi ani aldığı bir kararla bu yayını durdursa bile ben hâlâ Ayşegül bir gün çizilmeye devam eder diye beklemekteyim. Yıldıray Çınar’ı 2005 yılında fark ettim. İlk defa bir Türk çizerin Amerikalı bir yazarla albüm yaptığının farkına vardım. Sonra bir baktım orada, bir baktım burada, bir baktım kapı arkasında, her yerde çiziyor. Hele askerde iken bile ÇAPA’nın 10. yılı için aylık fanzin çıkarttılar ya ne diyeyim de ne söyleyeyim. O her zaman iddialıydı. Arkabahçe Yayıncılık tarafından yayınlanan Hulk'ta "Savage Dragon'u gerçekten hiç okumadıysanız ve hatta hatta duymadıysanız siz bir çizgi roman okuru değilsiniz. Çok samimi söylüyorum değilsiniz" gibi çok ağır bir ithamda bulunmuştu. Meğer o dergide çizmek istiyormuş da ondanmış. Yazısından alıntılar da yapardım ama o tadı o sayfalara bırakayım. Yalın Alpay diye bir yazar olduğunu Genç Mustafa ile fark ettim. Bir çizgi roman yazmış, Mustafa Kemal’in gençlik yıllarını anlatıyor, bu genç yazar daha çizgi roman ve serinin 2. kitabı hakkında hayal kurmaya bile fırsat bulamadan davalar açılıyor. İnşallah Genç Mustafa Türk çizgi roman tarihinde bu davalarla hatırlanmaz. Gerçek Kahramanlar çizgi roman dizisini ortaya çıkartan Suat Turgut’da dosyamıza bir yazıyla, Gerçek Kahramanlar’a neden ihtiyacımız olduğunu yazarak dâhil oldu. Kitapları ilk çıktığı günden beri takip ettiğim Suat beyin dosyamızda yer almasından da büyük bir sevinç duydum. Umarım Suat Bey’in Türk çizgi romanına getirdiği heyecan uzun soluklu olur ve çocuklar çizgi roman okur. Tam bu dosyayı toparlamaya kalkarken Antakya’da genç bir arkadaşımızın 2 sayılık bir manga fanzin çıkarttığını fark ettim. Hatice Gül arkadaşımızın 2 sayılık mangası umarım bu büyük yazar-çizerler arasında yol bulur ve ilerler.
44
Bu dosyanın benim için en kıymetli yazılarından birisini ise rahmetli İsmail Gülgeç’in eşi Ayça Gülgeç yazdı. İsmail Gülgeç ile Tapınak Fahişeleri sansüre uğradığında bir röportaj yapmıştım. “Ben bant çizdiğim dönemlerde hep şunu söylerdim. Bir bandı en fazla yarım saatte çiziyorum. Bunun karşılığında bana bir maaş veriyorlar. Aynı maaşı versinler çizgi roman çizerim derdim. Oysa bir çizgi roman sayfası neresinden baksanız iki gün sürer. Kimse bu iş için maaş vermeyi düşünmedi. Ben bu işin bir kısmının para, büyük kısmının sevgi olduğunu düşünüyorum,” demişti. Sevgi her şeydir, iş hiçbir şey. Bu dosya vesilesi ile Gülgeç’i bir kere daha saygıyla anmak için istedim bu yazıyı. Sağ olsun Ayça Hanım bu sayede bize hem tapınak Fahişelerinin sansürlenen sayfasını hem de Türkiye’de daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış İsmail Gülgeç çizgi roman sayfalarını verdi. Ayrıca burada yazmaya kalksam hiç bitmeyecek kadar uzun bir yazar kadromuz var bu sayıda. Pek çok da “Kusura bakmayın, işimiz var,” diyen. Yine de benim için özel bir dergi oldu, umarım sizin için de özel olur… Bu sayımıza katılan-katılmayan, destek olan-olmayan, Türkiye’de çizgi roman üzerine yazan-çizenokuyan herkese hazır bir vesile bulmuşken teşekkür edeyim. En son teşekkürü de sana sakladım Mehmet abi, bana bu dosyayı hazırlama fırsatı verdiğin için teşekkür ederim.
Ahmet H. YÜKSEL
45
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Ustura Kemal
Ustura Kemal nasıl oluştu? Bunun için biraz geriye 1968-69-70-71 yıllarına gitmemiz lazım. 1968’de henüz lise yıllarında iken, yaz aylarında o günlerin büyük ustası Mengü Ertel'in Karaköy Fransız geçidindeki atölyesi olan 'San Organizasyon'a gidip gelirdim. Henüz hiç bir şeye yeterli değildim ama o büyük usta bana değer vermişti, hatta bir masa vermişti resim yaptırırdı. Yapılan işleri de seyretmemi isterdi. Ustura Kemal'de kullandığım temel resim tekniklerini orada öğrenmiştim... İlginç bir yerdi orası, o yılların hemen tüm sanatçıları uğrardı oraya. Erkal Yavi, Ersal Yavi, Karikatürist Mustafa Eremektar (Mıstık) Aziz Nesin, Prof. Mina Urgan, Kuzgun Acar, Abidin Dino, Bedri Rahmi Eyüboğlu. O genç yaşımda bu derya insanlardan çok etkilenmiştim. Ama dediğim gibi daha 17-18 yaşlarındaydım... Bir gün Habico fırça ile kulağımı karıştırıyordum, büyük usta omuzuma dokundu ve bana aynen şöyle dedi, “O fırçaya karşı saygılı ol, çünkü sen onunla hayatını kazanacaksın.” Gerçekten de 1972 Temmuz’unda başlayan ve aralıksız 30 yıl süren Ustura Kemal resimli romanını Mengü Bey’in saygılı ol dediği o fırça ve fırçalarla resimledim. Kulağıma soktuğum o fırça Habico 10 numara bir fırça idi ve sonradan yıllarca o
46
Ustura Kemal resimlerini Habico 10 nolu fırça ile yaptım... Büyük Ustam Mengü Ertel'i saygı ile anıyorum; o olmasaydı Ustura Kemal olmazdı... Bir de Karikatürist Mustafa Eremektar (Mıstık) o da olmasaydı, onu tanımasaydım, Mengü Bey’in yanında yetiştikten sonra Mıstık'ın yanında (Mıstık Prodüksiyon) çalışmasaydım Ustura Kemal diye bir şey olmazdı, üstümde bir baba kadar emeği olan Mıstık Ağabeyimi de yine saygı ve şükranla anıyorum. San Organizasyondan ayrılıp Mıstık Prodüksiyon’da çalışmaya başladığımda, artık lise bitmiş ve yüksekokula gidiyordum. UESYO (Uygulamalı Endüstriyel Sanatlar Yüksek Okulu) ve Mıstık Prodüksiyon’da her boş kaldığımda, çocukluğumdan beri hiç bırakmadığım resimli romanlarımı çizmeye devam ediyordum, ama bunlar Antik Çağlara ait savaşçıları anlatan resimli roman denemeleriydi. Tabi gündüz çalışıp gece okuyordum, bir gece, gece okulu müdürümüz Osman Bey bana aynen şöyle söylemişti. “Haldun. Biz her sene şu kadar mezun veriyoruz, çoğu iş bulamıyor (endüstri dizaynırlığı okuyordum) senin elinde böyle bir sanatın var, niye bunu değerlendirmiyorsun?” O gece aklıma koydum ve ertesi gün Mıstık Ağabeye bunu söyledim, daha 21 yaşındayım. “Tamam,” dedi “ama önce yapılmamış, çizilmemiş bir kahraman bulmalıyız.” Böylece Mıstık Ağabeyle birlikte bir kahraman tipi arayıp, bir Eski İstanbul kabadayısı tipinde karar kıldık... Hatta Mıstık Ağabey bir Efe tiplemesi istiyordu, ben ise Efe yapacağım derken bir eski İstanbul kabadayısı tiplemesi çizivermiştim... Mıstık Ağabey “Tamam o zaman Eski İstanbul kabadayısı olsun, fakat bu kadarla olmaz,” dedi. “Kısa bir senaryo yaz ve onu resimle” diye ekledi.
47
Özel Dosya
Özel Dosya
Ben de 4 bant bir resimli roman denemesi daha yapmıştım... Ustura Kemal tiplemesi Karacaahmette bir kahveye gelir ve bir nara atar - Heeyyt var mı bana yan bakan? Fesimiz kaş üstünde, püskülü saçak, ceketim omuzda belimde kuşak, bir yanda tabanca bir yanda bıçak! Yan bakma bitirim yakarım seni… - Yemenim küt burun, yumurta topuk. Ecdattan babayiğittim değilim kopuk… Şaşırıp sataşma sakın, bitirim. Kulaklarından duvara çakarım seni... Fakat kaligrafim çok kötüydü, yani konuşma balonlarındaki yazılarım iyi değildi... O gün, yani tarihini tam hatırlamıyorum, 1972 Mart ayı idi sanırım, o gün Mıstık Ağabey Günaydın gazetesine gidecekti, o yıllarda gazetelerin resimli roman ve fotoromanlarla dolu olduğu yıllardı... Günaydın gazetesinde tüm resimli ve foto romanların kaligrafilerini yazan bir ağabeyimiz vardı, Kaligrafist Nezih Bey... Mıstık Ağabey, “Ver şu bantları bana, Nezih'e bir göstereyim, sen sonra ona gidersin, sana öğretir,” demişti. Saat sabah 10 gibiydi, 10.30’da telefon çaldı, arayan Mıstık Ağabey idi... Bana o anda tüm hayatımı değiştiren ve çocukluk hayallerimi gerçekleştiren inanılmaz bir müjde verdi. Dedi ki… “Haldun! Nezih bey bantlarını Haldun Bey’e (Haldun Simavi) gösterdi, Haldun Bey de ‘Bu çocuk kimse, gelsin bu romanı burada çizsin, onun kaligrafilerini biz yazarız’ demiş, yani sen Günaydın’da işe alındın...” O zamanlarda büyük iddia ve reklamlarla çıkmış Günaydın gibi bir gazetede çalışmak benim ne haddime, renk menk attı tabii bende. O gün mü, daha sonra mı ne zaman gittim gazeteye, hep korka korka çıkardım merdivenleri. Roman Kahramanının ismini ben yaşamış olduğu söylenen bir Üsküdar semti babayiğidi olan, namı diğer Usta Kemal, ya da Ustura Kemal ya da Üsküdarlı Kemal olarak düşünmüştüm. Çünkü Nezih Bey’in Haldun Bey’e gösterdiği o dört banttaki kabadayı kahramanımız, o yukarda yazdığım eski İstanbul narasını attıktan sonra, gelmiş olduğu Karacaahmet kahvesindeki külhan beylerden Fetbaz Ömer diye bir bitirim hışımla ayağa kalkar ve: “Heeytt ulan... Buraların Horozu benim,” diyerek kahramanımıza kocaman bir saldırma çeker, fakat kahramanımız, saldırmasını çekmeye tenezzül etmez, tıraş olduğu usturasını çeker ve adamı bileğinden yakaladığı gibi, usturasını sallayaraktan Fetbaz Ömer’in parmaklarını kopartıverir... İlk bantlar da böyle beğenildiği için kahramanımızın üç isminden Ustura Kemal olanına karar verdim. Böylece 1972 Temmuz'unda Ustura Kemal Günaydın bünyesinde çıkan Gün gazetesinde yayınlanmaya başladı... Atölyem yoktu, nerde o imkân... Elim de, yani hızlı resim yapma becerim ilk başlarda çok yavaştı, resimli roman her gün yayınlanıyor ve yetiştirmek zorundasın, günde 9-10 saat çalışarak ancak yetiştirebiliyorum resimli romanı, yani hem yazıyor hem resmediyorum, tek başıma... Her zaman tek başıma. Böyle yapmak, bu tarz çalışmak zorunda hissediyordum kendimi, çünkü o günlerde kullanılan 'siyah beyaz' teknik denen tarzda, o günlerde o tarzın devleri arasındayım, Tarkan, Karaoğlan, Kara Murat, Malkoçoğlu gibi zirve roman kahramanları arasında ben çocuk denecek yaşta bir çizer ve o günlerde 'hasbel kader' dedikleri bir Ustura Kemal... İşte o günlerde benim bu telaşlı yorgunluğumu ve yetiştirme mücadelemi gören Mıstık Ağabey yine abiliğini yaptı idi bana... “Haldun bana çalışmana gerek yok, bu romanı yetiştirmen lazım, sen yine burada bu masanda otur çalış, benim telefonlarıma baksan yeter,” böylece dört elle Ustura Kemal'e sarıldım. Ben o çocuk denecek yaşta, Mıstık Prodüksiyon’un bir masasında Ustura Kemal'i yazıp çizmeye başladım ve bir süre daha orada yazıp çizdim romanımı, sonra Günaydın'da bana bir masa verdiler, orada devam ettim.
48
49
Özel Dosya
Özel Dosya
Kısa zamanda roman çok fazla tutuldu, her gazeteye gidişimde bir kaç okuyucu mektubu verirlerdi elime... Ustura Kemal'in hemen taklitleri çıktı, 'Pala Mustafa' 'Dadaş Hasan' gibi... Derken Günaydın Almanya istedi Usturayı, yine Günaydın bünyesindeki Kocaeli, kardeş gazete İzmir Demokrat... Derken Haftalık Dergi olarak yayınlanmaya başladı... Arkasından aynı anda, Son Havadis, Tercüman Almanya'da da yayınlanmaya başladı, yani aynı anda aynı macera 4-5 gazetede birden yayınlanmaya başladı... Arkasından Güneş Gazetesi, kaç paraysa veririm, sadece bende yayınlanacak dedi ve anlaştık... 11 yıl orada yayınladı... Akşam'da yayınladı, en son olarak da 97-99 yılları arasında Hürriyet'te yayınlandı... Ama artık çok yorulmuştum, çünkü hiç bir zaman elime yanımda bir yardımcı ressam çalıştıracak kadar para geçmedi... 30 yıla yakın bir zaman tek başıma, yarım ton denen zor bir teknikle, hem de yarım ton tekniğinde Ecoline denen zor bir boyayı kullanarak yaşattım Ustura Kemal’i... Ama o da beni yaşattı, ben artık onu yaşatmıyorum, 12 yıldır yaşatmıyorum ama o kendi kendine yaşamaya devam ediyor, yani unutulmadı. Yayınevleri hâlâ Ustura Kemal albümü yapmak istiyor, yurt dışındaki gurbetçiler Ustura Kemali okumak istiyor ve hâlâ, bunca yıl sonra bir gazete yurt dışı baskılarında, eski maceraları tekrar tekrar yayınlıyor, dizi filmi yapılmak isteniyor... Fakat ben artık yorgunum, “Bu teknikle bir macerayı bile yetiştiremez,” dedikleri genç, 30 yıl boyunca 1 gün bile aksatmadan, romanın çizdi, çizdi, çizdi... Artık sadece tablo yapıyorum... Mengü Ertel Ustamdan öğrendiğim teknikle... Evet, Ustura Kemal haftalık dergi olarak da çıkmıştı... Dergi çıktığında bir yıldan fazla bir süredir Ustura Kemal düzenli olarak zaten Gün gazetesinde yayınlanıyordu... İşte o haftalık dergideki resimli roman bantları, Gün gazetesinde yayınlanmış ve yayınlanmakta olan bantlardı, sadece gazetede yayınlananların alt yazıları uzun olduğu için onları kısaltıyordum ve tabii bir de derginin kapağını resmini yapıyordum... Bunun için atölye falan nerede... Gündüz Mıstık Prodüksiyon’da günlük resimli romanımı yazıp çizdikten sonra, akşam Günaydın gazetesine gider, pikaj-montaj bölümünde bir masaya oturur, o zamanki pikaj-montaj şefi Ceyhun Aknesil ile dergiye girecek bantların pikajını yapar ve alt yazılarını yeniden yazardım. Gece saat 22:00’ye 23.00’e kadar sürerdi bu iş... Yani baskı aşaması hariç yazı resim ve tasarım olarak yine yalnız başıma idim. İşyeri olarak bir stüdyom hiçbir zaman olmadı... Bu çalışmaları hep evimde yaptım... Şimdi bakalım ne lazım Ustura Kemal’i hazırlamak için? Önce bir iyi bir fotoğraf makinesi ve seri bir flaş, çünkü ben Ustura Kemali ilk önce hemen hemen bir fotoroman olarak çekiyordum, yani romandaki tüm tipler çevremdeki insanlardı, önce mizansene uygun olarak onların pek çok fotoğrafını çekerdim... Sonra ne lazım, bir karanlık oda ve bir agrandisör, çekilen fotoğrafları tap etmek için... Sonra binlerce fotoğraftan oluşan bir fotoğraf arşivi... Sonra bu fotoğrafları resim kâğıdına aktarmak için bir antiskop ve tabii bir resim masası, Ecoline boyalar ve kaliteli resim fırçaları... Ve tabii o dönemi yansıtan bol miktarda her cins kitap... Son olarak fon olarak hazırladığım eski İstanbul sokaklarını görselleştiren tablo vari resimlerin çekimini yapmak için bir 6x6 kamera ve 2 adet binlik ışık... Bu tablo vari fonların 6x6 negatifinden mat fotoğraf kâğıdına agrandisör ile baskı yapar ve o baskıları sürekli fon olarak kullanırdım.
50
51
Özel Dosya
Özel Dosya Bütün bunlar için yıllarca evimin bir odası benim tabirimle atölyem oldu, yani hemen hep evimde çalıştım. Sadece Güneş gazetesinde çalıştığım 11 yıl boyunca orada bir masam olmuştu. Ama bu teknik işleri yine evimde yapardım. Sadece resimli romanın balon yazılarının düzgün ve güzel olması için iki kaligrafistim oldu, onlar gazeteye bağlı olarak bana yardım ederlerdi. İbrahim Erol ve Halit Erdem çizgi roman olarak, yani albüm olarak yeni maceralar evet yayınlanacak, zaten bunu yapmak zorunda hissediyorum kendimi, çünkü artık bir yerde Ustura Kemal sadece bana ait bir şey değil, o bir yerde Türk Çizgi Romancılığı’na aittir artık... Kapak hazır bu ay, Şubat’ta yani, İstanbul’a geldiğimde macera orijinalleriyle beraber kapak çalışmasını da Sosyal Yayınlara vereceğim, bir iki ay içinde çıkar herhalde... Albümün, daha doğrusu maceranın adı 'Hesap Sorucu' olacak. Türk çizgi romanı niye artık basınımızda yer almıyor, sorusunun bendeki cevabı ise şudur... Bir bakalım çizgi romanlarımıza, Karaoğlan, Tarkan, Kara Murat, Malkoçoğlu, Ustura Kemal, vs. tüm bunlardaki mesaj nedir, kimdir bu roman kahramanları? Adı üstünde bunlar Türk Kahramanlarıdır... Bu Türk Kahramanlığı artık işbirlikçi basınımız tarafından istenmiyor, Amerika tarafından istenmiyor, 10 Kasım törenlerinin, 19 Mayıs törenlerinin yasak edildiği yıllarda, günlerde yaşıyoruz, ben en son çalıştığım gazete olan Hürriyet’teki işimi, Mustafa Kemal ve ona inanan vatanseverleri anlatan bir macera (İsimsiz Kahramanlar) yazıp çizdiğim için bırakmak zorunda kaldım... Sonuç olarak, müstakil olarak yayınlanacak albümler dışında Türk Çizgi Romancılığı artık ölmüştür, yani basınımız tarafından öldürülmüştür. Çünkü çizgi romancılık, basın desteği olmadan kendi başına yaşayamaz. Çünkü çizgi roman hazırlamak zor ve uzun zaman alan, tüm günlük emek gerektiren bir iştir, bunu yapan bir sanatçı başka bir iş yapamaz artık, tatminkâr bir gelir olmadan da hiç bir sanatçı bu uğraşa giremez, bu yüzden basın desteği olmadığı için Türk Çizgi Romancılığı da olmaz artık... Avrupa çizgi romancılığı aynen devam ederken Türkiye’de bu iş maalesef yok edilmiştir... Mıstık Ağabey'in hayatını ben pek bilemem tabii... Biz, yani o ve ben ne kadar olsa usta çırak ilişkisi içinde idik... 72-74 yılları arasında 3 yıl kadar onun yanında idim, bir yıl onunla karton film çalışmaları yaptık, sonra ben onun isteği ile onun işlerini bırakıp, ama yine onun yanında, kendi resimli romanımı çizmeye başladım, yani Mıstık'la ilgili bir biyografi bilgim yok... Ufak tefek anılarım var. Kimsesiz bir çocuk olarak Darülaceze’de büyüdüğünü söylerdi, karikatür, çocuk çizgi romanları (taş devri) ve karton film işleri yapardı. Mengü Ertel ustanın atölyesinde tanışmıştık, herkesle dost ve arkadaş bir insandı, benimle de öyle... Türkiye’deki hemen her sanatçı gibi ancak geçinebileceği kadar kazanabilirdi. Kendi işlerini bırakır, ihtiyacı olan insanların işlerine koşardı, tıpkı bana yaptığı gibi, sanırım bu yüzdende kendi verimini düşürürdü. Basın kartı sahibiydi ama hangi gazetelerde çalıştığını bilemiyorum, ben onu tanıdığım zaman 1968 yılında, artık serbest çalışıyordu. Çok sigara içerdi, birbirine eklerdi sigaraları, genç denecek bir yaşta aramızdan ayrıldı. Haldun SEVEL
52
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Ayşegül SAVAŞTA Ahmet Yüksel netteki kapımı tık’layıp “son striplerden birini yaptınız gazetecilikte” gibi iddialı bir yakıştırmada bulunmasa, ben çizer olduğumu neredeyse bütünüyle unutup gitmiş olacaktım. Radikal gazetesinde (tabloid olmadan önceki haliyle) son olarak çizdiğim yarıbelgesel çizgi roman Ayşegül Savaşta’yı kastediyor sanırım Ahmet Yüksel. Bu çizgi romanın çizgisel anlatımından çok hikayesi, hatta biraz daha acımasız olmak gerekirse “mesajı” öne çıkıyordu. Savaşa karşı yoğun bir öfke duyan genç bir savaş muhabiri Ayşegül Aydın. Ayşegül’ün bu denli öfkeli olmasını savaşı bizden çok daha yakından yaşamasına bağlıyorum. Kokusunu hissediyordu savaşın... Yanık kokularını tasnif edecek kadar ve çok... Gökyüzünde yankılanan, geceyi bir korku krallığına dönüştüren seslerin hangi silahın namlusundan çıktığını, hangi gövdeyi az sonra yaşamsız bırakacağını zihin sinemasında kim bilir kaç kez seyretmişti. Ya da rüyalarında hangi çocuk hangi dilde ağıta benzer bir şarkı söylüyordu? Bosnalı bir çocuk muydu, Iraklı mı, Suriyeli mi yoksa? Ya da bir Kürt çocuğunun melodisi de yakın gelen zılgıtlı ağıtı mı? Ama onun bir kaç şansızlığı vardı. Birincisi karikatür kökenli bir çizerin elinde bir çizgi roman kahramanına dönüşmek... Bu, tam olarak derinleşen, duygusunu tam oradan hissettirecek, bize aynı şiddette bu incelmiş hissiyatı aktarabilecek bir kahramana dönüşmesinin önündeki en önemli engeldi... İkinci engel ise bu kahramanın Türkiyeli oluşuydu. Ne Türkiye’de savaş muhabirliği meslek haline gelebilmişti, ne de özdeşleşebileceğimiz, hem de bir “kadın” savaş muhabiri tanıyorduk. Oysa ben tanıyordum. Hem de birden fazla... Ama popüler değillerdi ve hikayelerinin öznesi olacak kadar işlerine aşık değillerdi. Sürekli lanet okuyarak ortalıkta dolaşıyorlardı... Bu aslında işlerinin karakteriyle birlikte düşünüldüğünde bana hep son derece insani görünmüştür. “Adları”nı merak ettiğinizi tahmin ediyorum. Çok önemli değil. Zaten artık Ayşegül Savaşta diye bir çizgi roman da kalmadı... Gazetede bir gazetecinin hikayesini anlatmak hem zor, hem kolay. Kolay, çünkü gazeteci aslında kahraman olmayan, pek çok ayrıcalıkla yaşayan, çoğu kez kötü bir ünle birlikte anılma ihtimali tersine göre daha yüksek, görece bereli bir meslek icra ederken, bir gazetecinin kahraman olduğu bir hikaye gazetenin toplamı için, inandırıcı olamasa da iyi bir gurur kaynağı olabilirdi. Sanırım öyle de oldu... En azından Ayşegül Savaşta’nın günlük olarak yayınlandığı 3 yılın bir kısmında bu duyguyu hissettim... Ama işte, aynı nedenden ötürü, yani, aslında gazetecilerin bu gururu hak etme ihtimali düşük olduğu için hem gazeteci meslekdaşlarım açısından, hem de bu işten bir parça bile anlayan okur açısından “inandırıcılık” bu çizgi romanın önündeki en büyük engeldi, zorluktu. Başta değindiğim ve bir özeleştiri gibi tınladığını düşündüğüm “mesaj” verme misyonu tam olarak hikayenin önüne geçsin istedim. Irak işgali halen içimde bütün insanlığa ilişkin derin bir güvensizlik duygusu olarak duruyor. Ayşegül’ün ilk hikayesinde, Irak Şahini’nde önde dolaşan bir hikaye varmış ve o hikayede
53
Özel Dosya
Özel Dosya
de dramatik bir yan varmış gibi duran şey aslında çok evvelce tasarlanmış bir teammüden işgalin bizatihi kendisine odaklanmak adına “ortada ne kadar az dolaşsa o kadar iyi” dediğim bir mecburiyetti. Arada fotoğraflardan çalışılmış belge amaçlı illüstrasyonlar benim için hikayeden daha önemliydi mesela. Üstelik günlük bir gazetede, üstelik her gün “bakın orada işgal var, insanların evlerine rüyanıza girse ödünüzü koparacak kadar iri ve üzerinde bir orduyu idare edecek kadar mühimmatla kaplı birileri kapıyı kırarak giriyor ve insanlar bu Amerikalı, İngiliz, Avustralyalı askerlerin önünde diz çöküp çocuklarına el sürülmesin diye yalvarıyorlar” diyebilmek istedim. Yeterince iyi bir çizgi romancı olmadığım için de bunu yapanın ben olması beni herkesten fazla rahatsız etti üstelik... Ben alegorik ve kısa hikayeler anlatmayı seviyorum. Atmosfer duygusunun hakim olduğu, ironik, büyük, patlayan, grandiyöz finallere yönelmeyen, geçerken söylenen hikayeler... Uzunca süre bunu yapmaya çalıştım ve mizahı ve doğal olarak yüzeysel bir edebi anlatım yolunu tercih eden bir çizerdim. Ama, belki de sosyalist bir siyasi kaynakla beslendiğim için, hep biraz didaktizme yakın olmuşumdur. Daha az eğlendirici... Hep biraz fazla ciddi... Yani, “hadi bırak kendini, biraz makara yapalım” denmesine izin vermeyen, hep biraz fazla ciddi... Mizahın işlevini gazetelerde artık daha çok köşe yazarları üstlenmişe benziyor. Birkaçını tenzih ederek de olsa, geneli için korkunç ya da ona yakın kalınlıkta bir mizah düzeyleri olduğunu söylemekten kendimi alamıyorum. Sinsi bir kalemin ucundan akan şeyin mizah zekasından çok cinai bir ağu taşıdığını, ya da en azından mizahın ciddi halinin bile daha insani bir kalbin ürünü olduğunu düşünüyorum. Ya deri kalınlaşmasından ya da aslında giderek fikrin kaynağının kuruluğuna bağlı olarak uzaklaşılan mizah yerini neye bırakıyor diye düşünüyorum. Yani bir gazetede çizgi roman, strip yayınlamak yerine tercih edilen ne var, diye baktığımda, sadece listeden düştüğünü ve ikame edilmesine ihtiyaç duyulmadığını görüyorum. Mizahçının, özel olarak da karikatürcünün gradosunun ideoloji yetmezliğinden yerlerde olduğunu söyleyebilirim. Ama şöyle bir kafamı kaldırıp baktığımda da, karikatürün zaten hep biraz ikinci sınıf
54
karakterini kabul ederek işe başlasak daha kolay olur gibime geliyor. Şöyle düşünebilir miyiz; “karikatürün de azıcık çizgiyle ne çok şey söylediğini” diye başlayan kaç bin tane konuşma duyduk? Binlerce... Bu “yedinci sanat sinema” gibi birşey değil... Azıcık çizgi... Ne çok şey... İkisi de hakkını teslim ediyor karikatürün... Ne bir klasikten bahsederken ki heyecan, ne de üstünde yeterince durulacak kadar mühim bir mesele... Wolinski üzerine lisansüstü yapmak isteyen bir çocuğunuz olsa, haklı olarak “daha önemli” bir alanda çalışması için bir iki şey söylersiniz... En azından refleks olarak. Karikatür de haklı olarak kendine sığınacak yeni alanlar arıyor sanıyorum. Çocuk kitabı resimlemelerini andıran, stilizasyonunu çocukların naif ilk resimlerine odaklamış, ama asıl grafiğin mükemmel denge, parlaklık, el tadından bile isteye uzaklaşmış bir anlatım dilinin yaygınlaştığını düşünüyorum. Korku kuşağında gösterilen Alice in Wonderland adını verebileceğim bu anlatım dilinin hikaye diye bir derdi yok. Daha çok çocukluğunda başından kötü bir şey geçmiş mahzun kız çocuklarının yarı grafik, yarı ironik, daha çok pesimist, içe kapalı, ama mükemmel bir stilizasyonla anlatılan hikayesi. Mangadan sonraki, ama bu kez iyice apolitik bir dil. Daha çok “kişisellikten” yola çıkan ama, en kısa yoldan “yaygınlaşmaya” göz dikmiş bir anlatım. İşgal mi anlatılacak, oradaki bir oyuncağı kaynağından bağımsız, örselenmiş bir oyuncak bebek olarak çizmekle yetinmek... Bütün bu tanımlamalarım olgunlaşmamış bir bakışın ürünü. Hatta bir adı varsa bile bilmiyorum bu yeni anlatımın. Şimdilik olmadığını sanıyorum. Yakında olacağını düşünüyorum. Grange gibi bir adı olabilir en fazla... Bir eğilim sanki, daha çok bir stil... Ama bir manifesto değil. Dünyanın bir değişim yaşadığını biliyorum elbette ve nostaljik bir kederle anlatmıyorum bunları. Yeni dili anlamak amacıyla bir kaç pre-saptama... Ben ve yaşdaşlarım arada kalanlardanız. Hem değişimin ortasında hâlâ değişebilecek kadar genç, ama değişimin dinamiklerini yaratanlar, yani değişimin öznelerine göre oldukça yaşlı... Ayşegül de benim kuşağımdandı. O nedenle ömrü vefa etmedi. Yeni dünyanın gazeteciliği de, değerleri de, gerçeklik duygusu da, bizim bildiğimizden farklı... Daha mı iyi, daha mı kötü, ona ben karar veremem...
Kemal Gökhan GÜRSES
55
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Kişisel Maceram
Açık sözlü olmam gerekirse Ahmet bana bu yazıyı yazmamı istediğinde çok olumlu yaklaşmadım. İlk olarak yazmakla aram çok iyi değil. İkinci sebep ise yurt dışı maceramı anlatmaya çalışırken yanlış ifadeler, yanlış anlaşılma en sonunda kendimi doğru ifade edememe tehlikesiydi. Elimden geleni yapmaya karar verip teslim gecesi oturup yazma kararım ise yine Ahmet'in akşam saatlerine de "Yazmadın di mi" mesajı ile netleşti. (Aslında kendime suç ortağı arıyorum) Geçmişe çok dalmayacağım. Kısaca ilk çizgiroman denememi orta birinci (şimdiki hesapla 6) sınıfta yapmıştım. "Conan 20. yüzyılda" macerası beni o kadar etkilemişti ki ben de hemen heveslenip bir "Conan Örümcek Adam'a karşı" macerası çizmiştim. Güzel
56
Sanatlar Lisesi döneminde çizgiroman üretimi konusunda kafamın netleştiği dönemdir. O yıllarda (1991-1993) Mahmud, Hakan ve Efe ile yaptığımız üretimler ise 1997'de fanzin olarak hayat bulan Çapa Çizgiroman Grubu'nun temellerini attı. Hala da beraber üretimler yapmaya devam etmekteyiz ve dostluğumuz sürmekte. Yurt dışı maceramın ilk aşaması ise 2001 yılında başladı diyebilirim. Bu tarihten bir kaç yıl öncesine kadar internet sayesinde çeşitli forum alanlarında yurt dışında bir çok yazarçizerle bağlantıya geçme şansım oldu. İlk meyvesi de Digital Webbing Presents adlı derginin 5. sayısında yayınlanan "Nothingface" ile oldu. Hemen bir yıl sonrasında Karabasan'ın çizimlerini tamamlamam ertesinde bu kısa öykü bir grafik albüme dönüştü ve 72 sayfalık Nothinface albümünü çizdim. (Bu albüm Türkçe olarak da basıldı) Yine aynı yayınevine ufak tefek işler yapmaya devam ettim ve 2004 yılında geçirdiğim tren kazası benim dönüm noktam oldu. Çünkü kazada en ciddi ve tehlikeli hasarı sağ elim görmüştü. 2 ay kadar sağ elimi kullanamadım. Bu zaman dilimi ise bol bol oturup düşünmemi ve yeterince çalışmadığımı bana açık açık gösterdi. Sol el ile denemelere bile başlamıştım ama neyseki elimde çok ciddi derecede bir hasar kalmadı. Askerliğimin hemen sonrasında Image Comics'te çizmeye başladığım ve 14 sayı devam ettiğim Noble Causes dergisi yurt dışına çalışmanın ne demek olduğunu, daha doğrusu aylık bir dergide çalışmanın ne anlama geldiğini bana tokat gibi yapıştırdı. Aylık dergide çalışmak demek size verilen süre içerisinde bir sayıyı tamamlamak demek. (Ortalama 20 sayfa) Bu da fazlasıyla disiplin gerektiren bir iş olduğu anlamına geliyor. Yani evde oturup bir iş üzerinde 4-5 gün çalışmak gibi bir lüksünüz artık kalmıyor. O yüzden şunu şimdiden net söyleyebilirim: O çok beğendiğimiz serilerin hiç
57
Özel Dosya
Özel Dosya
biri üretenin %100 performansı değil. (Çizer adaylarının moralini bozmak gibi bir niyetim yok bu arada. Ama nasıl performans sergilenmesi gerektiği konusunda fikir vereyim dedim. Başka ayrıntılar da var ama onlara girmeyeceğim) İlk yurt dışı seyahatim ise 2008 yılında New York fuarına oldu. Yaşadığım heyecanı anlatmakla bitiremem. Alışveriş delirmesi bir yana fuarın, çizerler ayırılmış bölümüne girdiğimde "rüyada mıyım?" deyip durdum. Çocukluğum boyunca okuduğum çizgiromanları çizen insanlar gözümün önünde...Çiziyorlar, imza atıyorlar, sohbet ediyorlar. Fuara beraber gittiğim Mahmud benden daha soğuk kanlıydı çünkü daha önce San Diego'ya gitmişti. Ama Mike Mignola'dan beraber imza alırken hemen yanımıza gelen ve Mignola ile sohbet etmeye başlayan Chris Claremont'u gördüğümüz andaki birbirimize bakışımız, fuarın benim için özetidir. Yine o yıldan aklımda kalan en güzel anım ise Walter Simonson ile sohbetimdir. Bana çıkaracağı albümün sayfalarını fotokopi olarak gösterdiği anda elim ayağıma dolaşmıştı. İkinci gün ise fuarın bana asıl sürprizi DC'ye sunduğum portfolyonun beğenilmesi ve editör ile yaptığım görüşme oldu. Bilmeyenler için; fuarda DC görüşmek için günde 10 çizer seçiyor. O yüzden ne kadar heyecanlandığımı anlatamam. Görüşmenin sonunda editör bana kartını verdi, döner dönmez ona yazmamı ve kendisinin bana bir deneme senaryosu yollayacağını söyledi. Döner dönmez bir çok kez yazdım. Ama geri dönüş olmadı. Başlarda bu moralimi çok bozdu ama aylık olarak Noble Causes dergisini hala çiziyor olmam bu durumu hızla atlatmamı sağladı. Sonraki yıl ise fuarda Jay Faerber, ben ve Mahmud ortak bir masa kurduk ve her şey daha bir oturaklı gelişti. Bu sefer dosya sunmama gerek kalmamıştı. Bireysel olarak fuar esnasında kurduğum bağlantılar
58
bana DC'nin kapılarını araladı. Döndükten kısa bir süre sonra Teen Titans dergisinde çizerliğe başladım. Ayrıca Bill Sienkiewicz ile tanışıp kapağına çini atığı Karabasan dergisini de bizzat elden teslim ettim. Sienkiewicz çizgi konusunda idollerimden biridir. Bu anlattığım fuar maceraları şu an bana çok eskiden olmuş hissiyatı veriyor. Oysaki henüz dört yıl oldu. Ama bu dört yıl içinde tüm hayatımda yaptığım çizgiroman sayfalarının tahminen iki katını çizmişimdir. Piyasaya girdikten sonraki fuara gitme maceraları artık doğal olarak daha profesyonel amaçlı oluyor. Şunu söyleyebilirim ki oradaki çizgiroman ortamı buradan göründüğü kadar devasa boyutlarda değil. Yazarlar ve çizerler ile kişisel muhabbetlerimizde artık daha "meslektaş" konumunda. Buna alışabildim mi? Yer yer evet, ama karşıma bir Simonson ya da Sienkiewicz çıktığında hala ataklar geçiriyorum. Mesela bu yıl konuşmak için davet edildiğim panelde bildiğimiz dil tutulması yaşadığımı söyleyebilirim. Bir yanımda Jim Lee diğer yanımda Dan Jurgens oturuyordu. Alışveriş tarafım ise neredeyse köreldi. Çizerlerin özel eskiz kitaplarını edinmek ve orijinal çizim almak şu an benim için daha ön planda. Sonuç olarak şu an aşırı derecede çalışan ve evden daha zor çıkabilen bir insanım. Ama bu durumdan çok şikayetçi değilim. Bu, sevdiğim, hep yapmak istediğim bir işti. Tadını çıkarmaya çalışıyorum. İlk olarak 1990 yılında görüp, delirip aldığım orijinal Firestorm sayısını da anmak isterim zira şu an Firestorm'u çiziyorum... Şimdi işe dönme vakti! Yıldıray ÇINAR
59
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Kısa ÇAPA Tarihi Bir gün adamın teki Leonardo'nın yanına gelmiş ve “Üstad” demiş “Resim yapmak ister misin?” Uğraştığı en son mekanik buluşundan başını kaldıran altmışlı yaşlardaki ak sakallı ihtiyar “Resminizi yapmamı mı istiyorsunuz?” diye sorunca “hayır” diye cevap vermiş adam “Siz istiyor musunuz diye soruyorum”
İSTEK ve TUTKU Niye çizgiroman yapmak istiyoruz ? Bu soruyu edebiyat uyarlaması çizgiromanı çizen ama hayatında daha önce ve sonra çizgiroman üretmeyecek reklam, grafik sektörünün emekçileri için sormuyorum. Sorunun muhattabı isteği, tutkuyu barındıran bünyeler. Profesyonel bir uğraş olarak gün boyu, ya da akşam geç vakitler hayatın doğal akışından* çalınmış saatlerde niye masa başına oturup çiziyoruz, kalkıp volta atıyor, düşünüyor, kaşınıyor, tekrar çiziyoruz? (bu noktada hep bir kayalığa tırmanıp göğe ellerimi açıp NEEDDDDDEEEEN diye bağırasım geliyor.) Orhan Pamuk'un Nobel kabul konuşması “Babamın Bavulu” günün kısa bir aralığında bile olsa hayattan kopan, onun yerine kendi mikro evrenlerini kuran, bundan zevk alan herkes için okunmasını tavsiye ettiğim bir metin. Birşeyler öğreneceğiniz için değil, bir tür ruhdaşlıkla karşılaşacağınız için. Bu ruhdaşlık zaman içinde sizi yüzünü dahi görmediğiniz yabancıların kardeşi kılabilir. Acıklı ve bir parça da korkutucu. Ama şiirsel bir acı bu, hayata anlamını üfleyen kederler gibi. Niye diye sorduk ya, esasında bunun cevabının kişisel, apaçık, basit bir şey olduğunu biliyoruz. Tüm ruhdaşlarımızla farkındalığın fevrindeyiz. İçimizde bir güdü var. Bir şey yapmak istiyoruz, yalnız ve kişsel olan bu şeyi alıp sokağa dökmek mahremimizi , emeğimizi ve emeğimizin ardındaki “bizi” ifşa etmek istiyoruz. Bu “biz” ne kadar iyi çizdiğimiz de olabilir, ne güzel bir cümle kurduğumuz, yada bendeniz de olduğu gibi kişisel hezeyanların aşık liseli hissiyatıyla mızırdanması da olabilir. Sokağa dökülen bu şey, ancak çizgiroman sokağından geçenler tarafından görülecek ve değerlendirilecektir. Sessiz, kablosuz, radyo dalgasız bir ağ kurarız o sokakta. Sokağı çizgiroman sokağı yapan yaratma güdüsü kardeşlerimizle akrabalığımız kuran bağdır. Zannetmeyin ki elitist bir tavırla kullanıyorum “yaratıcılık” kavramını. Dengesini yitirmiş bir kağıdın tam da doğru noktasına bir damla boya koyan çocuğun eyleminden başlayarak “tatmin” ve “takdir edilme”nin tehlikeli, yanıltıcı parlak yüzeyli, sivri köşeli vadisinde devam eden bir yolculuk bahsetiğim. Kendimiz için, içimizdeki okuyucu için okunacak bir şeyler üretiyoruz. Ve içimizdeki okuyucunun beğeni, görüş ve bakış açısı her daim değişiyor, her daim içinde bulunduğu ortamla da etkileşime giriyor. Üretimlerimiz de bu değişimden besleniyor; çizgiler, hikayeler farklılaşmaya, eğer şanslıysak gelişip olgunlaşmaya başlıyor. Yaptığımız şeyin, Türkiye'de çizgiroman üretmenin bir niş sanatı olduğu, hayatı idame ettirme yetersizliği, bir hobi kalması bizim amatör olduğumuz, amatörce ürettiğimiz anlamına mı gelir? Amatör sözcüğünden rahatsızlık duymamakla beraber tam gerçeği yansıtmadığını düşünüyorum artık. Profesyonel kavramı yine amatör gibi parasal getiriye endekslendiğinde temel işin kalitesinden bağımsız bir hayat
60
61
Özel Dosya
Özel Dosya buluyor. Çizgiroman, bizim için, Gölge gibi imece usulü çıkan dergiler için üreten tüm ruhdaşlarımız için olağanüstü bir mucize olasılığı barındıran bir sanat. Parasal, hayata dair kavramlardan arındırdıktan sonra geriye o mucizeyi gerçekleştirmenin yolunu keşfetmek sorunu kalıyor.
İşin kalitesi, Çizgiromanın mucizesi nasıl yaratılacak? Filiz Telek'in “Sürdürülebilir Yaşamı” üzerine Petek Güner'in yazdığı yazıdan** hoşuma giden bir bölümde şöyle deniyor; “...yaratıcılığı ve üretkenliği kontrol ve güçle değil, İLHAM, TUTKU ve KİŞİSEL SORUMLULUKLA maksimize etmek...” Bu sözcüklerde hedef için kritik etkili ve sonuçta temel derdimiz olması gereken “yaratıcılık” ve “üretkenlik” sorunlarına bazı açılımlar getiriliyor. Ben özellikle TUTKU kısmında yürümek istiyorum bu yazıda. Tutku deyince de bir kaç tanıdık yüz canlanıyor zihnimde...
ÇAPA ÇİZGİROMAN GRUBU Yıldıray, Mahmud, Koray, Suat Efe, Murat, Zeynep, Ozan, Cem, ben... Tutkuyu az yada çok içinde hisseden bu tanıdık yüzler daha önce bahsettiğim ağda çok daha kalın ipliklerle bağlanmış ışık noktaları benim için. Tarihçelerden, sosyal etkileşimden bahsetmiyorum. Yan odada yüzünü görmediğiniz ama yan odada olduğunu bilmekten huzur ve mutluluk duyduğunuz varlıklar olarak bu isimler, çizgiroman ürettikleri zaman bir sanat kollektifi olarak cisimleşerek bir isim alıyorlar. Bu yazıyı bodrumdaki odamda Dean Martin “Memories are made of this”i söylerken yazıyorum. Bir süredir Rat Pack'e takmış durumdayım, Sinatra, Davis Jr ve en sevdiğim Dino ara sıra bir arada takılan, bazen beraber sovlar, filmler, konserler yapan, birbirlerinin projelerine destek veren, koşulsuz şartsız dayanışan bir klandı. (burada da Selim Kurt'un fanzini Klan'a selam verelim.) Grup adına söz söyleme cürretinde bulunmadan kişisel olarak Çapa'nın benim için hissi olarak Rat Pack ile örtüştüğünü söyleyebilirim. Karanlık bir denizin kıyısında kendi inşa ettiği bir evin bodrumunda kendi yaptığı masif meşe bir masada oturan yalnız ve kel bir adam için kendini arasına sokabileceği müthiş bir oluşum. Yazının sonunda, en başına dönerek, bütün bu kelamların nereye bağlandığını keşfetmenizi sağlayacak zekice ve “yazarca” bir şeyler söylemem, Leonardo'ya gelen adamın hikayesini noktalamam gerekebilir. Ne yaptığımı bilmez bir halde olduğumu çaktırmadan hikayeyi sonlandırayım; Leonardo'ya saçma sapan o soruyu soran deliyi atölyeden yaka paça sokağa attılar, hatta Leonardo'nun o sevimsiz yamağı Salai, adamcağızı bayağı bir tekmeleyip “istemekmiş” diye küfredermiş gibi söylendi. “istemekmiş...” Notlar: * hayatın doğal akışı: fark ettiniz mi, ülkece kulaklarımıza aşinalık kazanan bazı hukuk terimlerinin yanı sıra iddianamelerde geçen bazı kalıplar da iyiden iyiye dilimize yerleşti. Hayatın doğal olmayan akışında neler var? ** BABYLON dergi, no:9 sonbahar 2011, sf.41 Hakan TACAL
62
Gölge e-Dergi Özel Dosya
''Bir Varmış, Bir Yokmuş!...'' Hayatı ''Bir Varmış, Bir Yokmuş!...'' diyebaşlayan masallara benzetirim. Milyarlarca yılla ifade edilen zaman boyutunda;hatta milyarlarca ışık yılı boyutta insan hayatının hayal içinde bir hayalolduğuna inanarak yaşadım. Bu düşünceyle çok iş ve meslek değiştirdim.Antropolojiyi tamamladıktan sonra Felsefe, Güzel sanatlar, daha sonra TaksiŞoförlüğü, Öğretmenlik, Sonra Tavukçuluk, Turizmcilik;reklamcılık... Daha fazla saymayayım. Kısaca ''Tutarsız Adam!'adını almayı hak edecek kadar meslek değiştirdim!... Ben ise tutunacak bir şey değil, kısacık hayatta anlamlı olanı arıyordum.Hiç bir şey bana anlamlı gelmiyordu. Bir gün Çanakkale İle ilgili bir proje yarışmasıgeldi önüme. Ekip arkadaşlarımla birlikte 56 proje hazırladık.Yüzlerce ajans içinde Birinci olduk. Çanakkale Savaşı beni derinden etkiledi. Sahada araştırmalar yaparken gece vakti siperleri dolaşıyorduk. Çok ürperticiydi. 15 yaşındaki liseli bir gencincepheye gönüllü gelip ölümü göze alışı inanılmaz sarsmıştı beni. O anki hislerimi ve yaşadıklarımı anlatamam. Galatasaray Lisesinin 86 yiğidinin öyküsü, İstanbul Erkek lisesi, KayseriLisesi, Trabzon Lisesi, Tıp Fakülteleri, diğer Üniversitelerin son sınıföğrencileri vatan savunmasında can vermişler. Hem de Çanakkale'nin dayanılmaz rüzgarı, soğuğukarşısında yetersiz kıyafetlerle. Hem de yarı aç, hem yarı çıplak... Sonuçta kendimle yüzleştiğim bir an yaşadım. Kendi kendime ''Suat Turgut, analar 15 yaşındaki yavrularının saçlarına kına yakıp vatana kurban göndermişler. Bugün özgür isen, bugün varsan o yiğitler canlarını verdiler ve sen onlarınhayatlarını verişiyle bugün nefes alıyorsun! Peki...Sen Ülken için ne yaptın?! Sen eğitimcisin! Gençlik için ne yaptın? Bunun yanıtını verememek çok ağır geldi bana. Sonradan kendime soruyu şu şekilde sordum. Ben ne yapabilirim?!Ve bu çizgi romanlar oluşmaya başladı. Bu çizgi romanlar, o yiğitlerin, kahramanların anısına bir adımdır sadece. Mehmet Akif'in şiirindeki bir satırla ifadeetmeye çalışacak olursak: ''Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana!...''diyebileceğimiz bir adımdır. Bu hayatta kimse bir şey götürmeyecek! Ama bir şey götürmeyişimiz değil; ne bıraktığımız önemli! Ben de o kahramanların bıraktığı ölümsüz anlamı idrak ettim. Onun için bu konu bana Aşk oldu. Onları genç kuşaklara tanıtmak görev oldu. Bu konu ile ilgili uğraşırken, senaryolarını oluştururken o kadar etkilendim ki, bir çocuk gibi sebepsiz ağladığım anlar oldu. Geçmişiolmayanın geleceği olmaz derler! Tarih,geçmişe ait hikayeler olarak ele alınmamalıdır. Tarih,Geleceğe yürüdüğümüz yolda, bize rehber olacak olgulardır; tecrübelerdir! Tarih, geçmişingeleceğe haykırışıdır! Eğer o haykırışı duymaz ve o haykırışa cevabımızı unutursak, tarihin acı sayfalarını yenidenyaşamaya mahkum oluruz. Tarihi bilmek, işte bu sebeplerle çok gereklidir. Ben savaşa karşıyım demekle savaş Karşıtlığı olmaz! Koyun, zararsız bir hayvan olduğu için, Kurdun dişlerinden Kurtulmaz! Güçlü olmadığınız zaman, kötülerin amacına yem olmakla karşı karşıya kalırsınız.
63
Özel Dosya
Özel Dosya Çünkü ''Bir damla Petrol, Bir damla kandan daha değerlidir!..'' diyen zihniyetin merhametine sığınılmaz! Bu söze karşılık ''Mecbur Kalmadıkça savaş en büyükbir cinayettir!..'' diyen Atatürk'ü doğru anlamamız gerek! Konumuzla ilgili olan Atatürk’ün şu iki sözü çok şeyanlatıyor: ''Milli Benliğini Bilmeyen Milletler, BaşkaMilletlerin avı olurlar!..'' ‘’Türk Çocuğu Ecdadını Tanıdıkça, Daha Büyük İşlerYapmak İçin Kendinde Kuvvet Bulacaktır!..’’ Bence tarihi bilmek, barışı korumanın, tarihten ders çıkarmak ise geleceğitasarlamanın anahtarıdır. Toplam basılı olan çizgi romanlar 24 adet. Bunlardan 15 tanesi Çanakkale Destanı Serisi olarak hazırlandı. 5 tanesi İstiklal Harbinde Kadın Kahramanlarımızla ilgili. Üç tanesi vatan savunmasında Kahraman futbolcularımızla ilgili; Üç Büyüklerin Çanakkale Destanı. Ve bir tanesi ise Cumhuriyetin ilanı ile ilgili Bir Güneşin Doğuşu Gazi Kovan adlı eser. Bitmiş olan ve henüz basılamayan 10 kadar eser da havar. İmkânlar paralelinde basacağız. Çizgi roman tek bir kişinin eseri olarak kolayca ortaya çıkmaz. Her ne kadar projeleri benden çıksa da bu iş bir ekip işidir. Çizgi roman bir filim yapmaya benzer. Hatta bir filmin alt yapısıdır. Hikaye gerekir. Hikayeler gerçeklere dayanıyorsa belgelere uygun olması gerekir. Bu hikayelerin senaryoları gerekir. Duygu ve düşüncelerin doğru çizgilerle güçlendirilmesi gerekir. Renklendirme dahil, Çizgi Roman üretmek gerçekten sanattır. Kitap yazılan şey ise, çizgi romanı bir ekiple üretilen şey olarak adlandırabiliriz. Bu Çizgi romanlar kendi köklerinden, kendi değerlerinden beslenen, millibilinç sahibi öz güvenli bir neslin yetişmesi için hazırlandı... Ayrıca evrensel insani değerleri de işledik. Örneğin bir düşman askeri yaralı... ''Ona dokunma! O yaralı!...'' diyen bir Mehmetçik... Örneğin Fransız gemisi bir top atışıyla batarken bir yandan zafer çığlığıatılırken, diğer yandan: ''Gönül isterdi ki bu savaş hiç olmasın!.. Onlarda ana baba kuzusu… Baksana nasıl çırpınıyorlar!...'' diyen birMehmetçik... Özetle vatan savunmasında ölümü göze alan Kahraman Mehmetçik,.. Merhamet, Adalet, Paylaşımgibi evrensel değerlere saygılı Mehmetçik; Aman dileyene el kaldırmayan, yiyeceğini esiriyle paylaşan bir Mehmetçik var... Sanal vesahte kahramanlardan önce, gençliğimizin gerçek kahramanları tanıyarakyetişmelerini sağlamak, gençliğimizi ortak değerlerde buluşturmak içinhazırlandı diyebilirim. Kişininkarakter kazanma süreci çocukluk, gençlik yıllarında olur. İlk kayıtlar o kadar önemlidir ki, birçok karakter taşımız bu ilk kayıtlarla örülür. Davranışlarımızı, düşüncelerimizi şekillendiren algılama biçimlerimizdir. Birtoplumu, algılarıyla oynayarak pasifize edebilirsiniz. Algıları değiştirerek huzur içindeki bir toplumu, birbirini öldüren toplum haline getirebilirsiniz. Bir toplumda ortak algılar oluşturarak birlik ve beraberlik duygularını pekiştirebilirsiniz. Çanakkale Savaşları Türkiye’de yaşayan herkesin saygı ile andığı ortak bir değerdir. Bu değer, birlik ve beraberliğimizin en önemli tutkalı olacaktır. Birlik ve Beraberlikten söz edenler, ayrılıkçı unsurları öne çıkarmak yerine, ortak değerlerimizi öne çıkarmalıdırlar. Bizi birbirimizden ayıran sunni unsurlar değil,bizi BİZ yapan ortak değerlerimiz işlenmelidir. Bu çizgi romanları okuyup bize yazan öğrencilerin mektuplarını okuduğunuzda gözlerinizden yaş gelmemesi mümkün değil. Beni en çok etkileyenlerden biri Ümraniye'de 18yaş altı suçlu çocuklarla ilgili bir sonuç… İstiklal Harbi Kadın Kahramanlarımız Çizgi roman takımını, bir Üniversite öğrencisine armağan etmiştim. Sonradan öğrendim ki, o öğrenci bu cezaevinde gönüllü öğretmenlik yapıyormuş. Bir gün bana bir ileti attı. ''Suat Bey, Ceza evinde suçlu çocuklar arasında etnik ayrımcılık vardı. Ve bizler bunu bir türlü önleyemiyorduk. Vanlı Kara Fatma'yı, Kastamonulu Erkek Halime'yi,Toros Kartalı Kılavuz Hatice'yi, Erzurumlu Nene Hatunu, İlk İstiklal MadalyalıKüçük Kahraman Onbaşı Nezahat'ı okuyan
64
65
Özel Dosya
Özel Dosya çocuklar kendiliğinden: ''Bu Annneler bizim Anne babalarımız! Bu vatanbizim Vatanımız! Bu Bayrak bizim Bayrağımız!..'' şeklinde konuşmalar yapmayabaşladılar. Bize çok yardımcı oldu. Diğerlerini de istiyoruz..'' dedi. Doğuda Terör bölgesinde görev yapmış emekli bir asker, ''Suat bey, Bu çizgi romanlar yirmi yıl önce bütün Anadolu'daçocuklarımıza okutulsaydı 40.000 insanımız ölmeyecekti...'' şeklinde içtenlikle söylediği söz de şu anda aklıma gelen ve beni etkileyen bir geri bildirim. Galatasaraylı Hasnun Galip ve Robenson’ların birhikayesi var. Robenson’lar Ailesi 1890’larda İngilizlerin Hindistan’ı işgal ettiği yıllarda,burada olanlardan rahatsız oluyorlar ve İstanbul'a geliyorlar. Sarah Robenson, üç oğlunu Galatasaray Lisesinde okutuyor. Bu üç çocuktan biri olan Abdurahman Robenson Kafkas Cephesinde donarak şehitolanlardan. Yakup Robenson ise Yemencephesinde ingilizlere karşı savaşta şehit olmuş. Ahmet Robenson da savaşlara katılmış ama sağkalmış. Daha sonra 1925 de Galatasaray Kulüp başkanı olmuş. Bir gün Ahmet Robenson'un yeğeni Gülperi Hanım aradı: ''Suat Bey, Ailemize verilmiş en büyük armağanı sizden almış olduk!..'' Nasıl bir duygu bu, anlatamam... Bir çok kurumdan, Devlet büyüğünden,ulaşabildiğimiz yazarlardan takdir ve teşekkür aldık. Bunların hiç biri değerli gördükleri bu çalışmaya sahip çıkarak el atmadı. Burada Sayın Milli Eğitim Bakanının, Sayın Başbakanın dikkatini çekmek istediğim bir konu var. Can Dündar'ın GENÇLİK NEREYE GİDİYOR? Başlıklı bir yazısını okumuştum. Eminim ki Sayın Başbakan, Milli Eğitim Bakanı bu tabloyu biliyordur. Gençliğin geleceğinden sorumlu anne babalar dahil, eserimiz olan bu yeni neslinbiz öğretmenleri dahil, herkes bilmeli bu gerçekleri. Sayın Can Dündar’ın ''Dinlediklerime inanamadım!...'' diyerek çizdiği tabloyu burada anlatmaya yer ve zaman yok.Uyuşturucunun ilköğretim seviyelerine indiğini de biliyoruz. Ekleyeceğim uyarı şudur: Davranışları tetikleyen sebeplerdir! Kişi işlediği cinayeti bile inandığı bir sebep ile işler. Sevmemiz sebep iledir. Çalışmamız, üretmemiz bir sebep ile ortaya çıkar. Tersine davranışlar da sebep ile şekillenir. Terörist de, inandığı ya da inandırıldığı bir sebep ile terörist olur. Bu vatanda özgürce yaşayan biri, özgürlüğünü, varlığını, malesef benimönceleri oyun havası sandığım ''Hey on beşli, On beşli...’’ gibi annelerin yaktığı Ağıtlarla canlarını feda eden yiğitlere borçlu olduğunu bilmelidir. Van'da vatan savunmasında 120 çocuğun hayatlarını feda edişinin sebebini bilmelidir! Antep savunmasında Annelerinin, Babalarının düşman işgaline karşı aç susuz onurlu direnişinin sebebini bilmelidir! Bilirse ne olur?... Bilirse Bayrağına düşman olmaz! Polisine taş atmaz, askerine kurşun sıkmaz! Marka ayakkabıyı alamadığı için hayatı kararmaz! Çalışmadan, üretmeden kolay yolla ulaşacağını sandığı pembe düşlerekapılarak evinden kaçmaz! Aldatılmaya açık olmaz! Başkasına yem olmaz! Sayın Can Dündar’ın makalesinde söz ettiği 14-15 yaşlarındaki kızlarımız, oyuncaklarıyla oynama çağındayken, 12 yaşında Gediz Cephesinde zafer kazandıran Kahraman Atası Onbaşı Nezahat’ı tanısaydı, ince dudaklarını kalınlaştırmak için ailesinden gizli estetik uzmanına gitmezdi! Kimse ''benim çocuğum yem olmaz!..'' demesin. Bugün diğeri ise, yarın benimki yem olacaktır! Lütfen diyorum: Hayatı boyunca çizgi dışı yaşayan biri olarak diyorum: Bu konularla en son ilgilenecek kişilerden biriydim. Benim bir sebebim oldu ve bunları ürettim. Bu sorumluluğu duymasaydım şimdi köyümde organik hıyar yetiştiriyor olacaktım. 7 den 77 ye ilgili ve ilgisizlere sesleniyorum: Geleceğimiz olan çocuklarımızın önce kafasını doyuralım! Tabiatın kuralıdır; Ne ekerseniz onu biçersiniz! Köklerinden beslenmeyen bir ağacın dalları da olmaz! Kendi hayal ve hedefi olmayanlar, başkalarının hayal ve hedeflerinin figüranıolurlar. Hayatımıza yön veren algılarımızı, sebeplerimizi doğru şekillendirmekiçin, hem milli, hem evrensel değerleri öne çıkaralım. Yarınımız olan gençliğimize sahip çıkalım. Suat TURGUT
66
67
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Caveman (1983 - ...)
şeyleri çizip “ ulan hala maymundan bi farkınız yok” demeye çalıştığı için kafaya odunu yemiş olabilirdi! “Bir insanda bütün insanlığın halleri vardır” derler. Kendimde bir hal görüyorsam ve bunu hicvetme cesaretim varsa, bu hepimize mal olan bir durumdur. İşin içinde mizah olması, işin ciddiyetini bozmaz. Milyonlarca yıl süren evrim sürecinde daha başlangıçlarda olmamız, sadece bizim ayıbımız değil, belki birazda doğanın bize layık gördüğüdür. Yani “acele etmeyin daha önünüzde yiyecek çok fırın ekmek var” demeye getiriyor, doğa ana. Aslında o kadar da kötü bir şey değil. Hayvanlar aleminden çok soyut ve başka yerde olsaydık kendimizi yalnız hissetmez miydik? Hani nasıl hoşumuza gider “aslan gibi adam” lafını duymak, ya da “kartal gibi gözleri var” denmesi. Enayiliklerimizi, kurnazlıklarımızı bile hayvan dostlarımıza benzeterek anlatırız. Ne güzel işte yalnız değiliz. Börtü böcekle başlayan maceramız devam ediyor! Aradaki fark, karnı tok bir leoparın yanında gezen geyiğe saldırmaması, ama karnı tok sırtı pek bir insanın hep daha fazlası için ortalığa deli gibi saldırmasıdır. Bre sevgili mağara adamı dostlar, ister kabul edin, ister etmeyin, mutlaka hepiniz bu öykülerde kendinizi bulacaksınız. Nerede ve nasıl yaşıyor olursak olalım. İster New York’da, ister Konya’da, ister Tokyo’da, ister Katmandu’da.Dinimiz milletimiz, şanımız şöhretimiz ne olursa olsun, malımız mülkümüz, hanımız hamamımız yatımız katımız, her türlü hal ve durumumuz bizi kurtarmaz. Yalnız elimizdeki “caveman” sopası bir şekilde birine kalkacak olursa işte o vakit umarım o sopayı önce kendi kafamıza vururuz da aklımız başımıza gelir biraz. Yoksa sınıfta kalırsak bu doğa ana bizim kulağımızı çok fena çekecek, benden söylemesi.. pardon çizmesi.
1976-78 lise yılları (yani bıyığı yeni terleyen saf Anadolu gencinin dünyayı kurtarma dönemi), biyoloji dersinde Darwin ve evrim teorisine olan özel ilgimle başlayan mağara adamları ve onların yaşantıları 1983 üniversite son sınıfta bitirme tezim oldu. Nasıl evrimleştiğimizi(!) çizgilerle anlatmıştım. Başlıksız ilk öykü o yıl yerel bir dergide yayınlandı. İyide görüntüde olan evrim özde ne kadar olmuştu? Elimiz ayağımız dışında aynı kalan neydi? Çook eskiden, soğuk karanlık bir mağarada çiğ et yemekle, günümüzde lüks bir restoranda kızarmış, bol soslu bir tavuk budunu mideye indirmek arasında pek bir fark yoktu. Ya da karnı tok bir adamın, elinde topuzuyla karşı cinsi mağarasına çekme çabasıyla, barda-pavyonda sırıtık sarhoş suratıyla kadın avına çıkan, kravatlı bir adam arasında da fazla bir fark yoktu. Velhasıl, gençlik yıllarımda bilindik teorilerle nasıl evrimleştiğimize olan ilgim, daha sonra aslında nasıl evrimleşmediğimize olan ilgime dönüştü. Yani modernleştikçe barbarlaştık. Bu durumda ne bilimin, ne sanatın, ne dinin ne de felsefenin bize faydası vardı. Bilakis bütün bunlar içimizde genlerimizde olan ilkelliği örtbas etmek için birer kılıf oldu.. onların arkasına sığındık. Kimimiz kravat taktık, kimimiz gözlük, kimimiz kitap okudu, kimimiz sofu oldu. Ama iş açlığa, cinselliğe, hırsa vahşete gelince atalarımızı bile arattık. Yani kıldan tüyden arındık (kimimiz), köpek dişlerimiz işe yaramıyor, kör bağırsakta devreden çıktı, hatta beyin hücrelerimiz çok daha fazla (kimimizde), ama nesiller boyu genlerden gelen o değişmeyen mirası hepimiz bir güzel taşıdık. Bu öz kabullenişle çizgi yeteneğimi birleştirdim. Yazarak anlatılsa pek ilgi çekmeyecek fikirlerimi çizerek anlatırsam ilgi çeker diye düşündüm. Birde ustaca çizmeye çalışırsam daha ciddiye alınacağımı biliyordum. Velhasıl gelişmiş mağara adamı özelliğimi kullanarak çizer olmuştum ve bu hepimiz adına öz eleştiri yapmama yaradı. Sanırım dedemin dedesinin dedesinin.... dedesi de mağara duvarlarına benzeri
68
69
Özel Dosya
Özel Dosya
CAVEMAN
Gölge e-Dergi Özel Dosya
(Mağara Adamı)
Tekno Park
Yayın Tarihçesi (1986-2008): Amerika'da: -1991'de World War 3 adlı aylık 'underground' dergide görülmeye başladı. -1993'de çok saygın ve tanınmış aylık dergi HEAVY METAL'de halen süren yayın hayatına başladı. -1997'de ilk albümü NBM tarafından çıktı. -1996'da ünlü DC Comics/Vertigo'da yayınlandı. -1996-97 arası Caveman Publishing'den 4 ayrı kitabı çıktı. -1998-2000 yıllarında haftalık erotic dergi SCREW'da görüldü. Avrupa'da: -1999'da Fransa'da 2L Production tarafından 'hard cover' albümü çiktı (çok iyi bilinen kitap dağıtımcısı FNAC tarafından ayı kitabı seçildi). Aynı yıl Fransız şaraplarına etiket oldu. -2001'de İspanya'da Dude Comics tarafından albümü yayınlandı. -2001-2006 arası İspanya'da aylık dergi Penthouse Comix'de düzenli yayınlandı. (2007'de gene İspanya da yeni iki kitabı yayınlanacak ve sergisi açılacak.) -2005'de Almanya'da aylık gergi Showtime Magazin'de bir süre düzenli yayınlandı. -2006'da Hollanda'da Libripress Publishing tarafından albümü çıktı ve Playhouse Magazin'de düzenli yayını sürmekte. -2007’de gene İspanya’da Editorial Gursel DiartGroup S.L. tarafından yeni bir albümü daha yayınlandı.
Junkidz (Çöplük Çocukları) olarak 1999 da gene New York hayatında Cartoon Network için doğup Türkiye’de Tekno Park olarak kitapları çıkan bu çalışma aslında bir animasyon projesi olsun diye-ki hala öyledir –hazırlandı. 2007-2099 yıllarında Cumhuriyet gazetesinde günlük bantlar halinde yayınlanmıştır. Zaman 3001 yıllarıdır. Hikayeler her ırktan ve karakterden 7-8 yaşlarında bir grup çocuğun keşif ve fantazileri üzerine kuruludur. Vakitlerinini çoğunu ardımızda bıraktığımız teknolojik artıklardan oluşan bir bölgede geçirirler. Aralarında et obur, otobur, zeki, aptal, güçlü zayıf, sanatçı, bilim adamı gibi özellikleri olan 8 çocuğun birbirleri ile olan çekişmeleri ile hem günümüze hem geleceğe göndermeler yapılır. Mesela, Zümrüt ot oburdur, yakışıklı Boraks’a aşıktır ve et obut Lav’la sürekli atışma halindedir. Korsan kılıklı Topaz, Boraks’a kaptırdığı liderliğin ve hayalini kurduğu hazinenin peşindedir. Kaya, Boraks’ın yanından ayrılmayan dilsiz ve zeka özürlü ama çok temiz kalpli bir çocuk irisidir. Jet, pire gibi ordan oraya zıplayan çok hareketli Asya kökenli kung-fu hayranı bir velettir. Mika, çöplükte bulduğu herşeyden müzik yapan siyah derili sanatçımızıdır. Kendi halinde kimseyle alıp veremediği yoktur. Garip, gizemli ve sessiz haliyle enteresan buluşlar yapan mücittir. Herkes bu bücürden çekinir. Doğayı, teknolojiyi kullanma hayranlığı ile nasıl mahvettiğimizi, gelecek nesillere neler bırakacağımızı eleştirel ve eğlenceli bir tarzla anlatmayı hedef eden bu projenin yakın bir zamanda amacına uygun çizgi film serileri yapılsın diyede araştırma ve koşuşturmalar da devam ediyor.
Çin'de: -2006'da Çin'in üçüncü büyük günlük gazetesi Guangzhou Daily'de başlayan yayın hayatı devam etmekte. Türkiye'de: -1983 Anadolu Ekini -1986'da tanınmış dergi Playboy'da ilk kez başlıksız yayınlandı. -1989'da aylık Anadolu Ekini adlı edebiyat dergisinde bir kaç öyküsü yayınlandı. -1993'de aylık Car&Man dergisinde görüldü. -1996'da Yeni Yüzyıl gazetesi haftalık eki Cafe Pazar'da yayınına başladı. -1997'de Radikal Gazetesi'nin haftalık eki Radikal İki'de yayınına uzun süre devam etti. -2006'da aylık FHM ve Esquire dergilerinde yayınlandı. -2007'de Parantez Yayınları albümünü bastı ve aynı yıl Ankara'da ve İstanbul’da sergileri açıldı. -2007’de Günlük Gazete Cumhuriyet’in Pazar eki. -2011 Gerekli Şeyler’den Renkli albümü çıktı. -İnternet ortamında dünyanın pek çok yerinden yüzlerce sitede hakkında yazı ve duyuruları vardır. -Caveman'in animasyon çalışmaları da yapılmıştır ve yeni projeleri gündemdedir.
70
71
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
The AGE
Ceza’dan Ödüle
Genç Mustafa
Caveman’in gelecek versiyonu da diyebileceğimiz yeni çizgi karakteri “the AGE” tıpkı yıllar önce Caveman gibi Heavy Metal’de bu yıl Ocak sayısında yayın hayatına başladı. Bu kez ikişer sayfalık ve renkli olan her öykü gelecek yüzyıllarda başlayıp Caveman –taş devri dönemimde son bulmaktadır. Bakın teknolojide ne hale geldik, uçan arabalarımız, süper yüksek-teknolojik hayatımız var ama kardeşim içimizde hala mağara adamıyız demeye getiren öykülerden oluşan bu çalışmada caveman’den farklı olarak her daim kullanacağımız belli bir ana karakterimiz vardır ki aslında o da Caveman’in gelecekteki halidir. Olaylar onun etrafında cereyan ederken vermek istediğimiz mesaj ‘dışımızda değil, içimizde evrimleşmediğimiz sürece fezaya da gitsek değişmeyiz’dir. Gene yazısız öykülerden oluşan bu çalışmada çizgi farkıda göze çarpmaktadır. Desende daha ustalığa dikkat ederken, bir yandanda rahat taslak havasını korumaya çalışıp lezzetli bir tad yakalama gayreti vardır. Amerika’da yayın hayatına başlamasıyla yakın zamanda Caveman gibi dünyaya açılmasını umut ettiğim “the AGE” i çizerken iananılmaz keyif aldığım söylenebilir. Umarım yüzümüz kara çıkmaz!
Sanat dallarında, siyaseten tehlikeli konuların işlenmesi, sanat yapıtının kendi iç dinamiklerinden soyutlanıp, dair olduğu siyasi dehlizin penceresinden algılanması riskini de beraberinde getiriyor. Bu durum, sanatın siyasete burnunu sokmasından doğan bir rahatsızlıktan çok, siyaseten tehlikeli konuların her türlü disipline kendisini kapatma arzusundan kaynaklanıyor. Belirli konuları siyaseten tehlikelileştirmek ve o konulara ilişkin tartışmaların bu şekilde ortadan kaldırılmasına girişmek, o konuya ilişkin her türlü yeniliği ve gelişmeyi baştan engellediği için muhafazakâr bir tutumdur. Sanat ise doğası gereği anti muhafazakâr bir tabiattadır. Bunun nedeni, sanatın kendini gerçekleştirebilmek için, gerçekliği eğip bükmesi, belli bir prizmadan, belli bir bakış açısından geçirmesi ve onu belli bir yoruma tabi tuttuktan sonra yeniden ortaya koyması zorunluluğudur. Kendini tekrar eden değil, tekrar etmeyen, yaşamı yorumlayan, ona yeni bir perspektif katan şeye sanat diyebiliriz. Bu nedenle edebiyat, plastik sanatlar ve görsel sanatlar muhafazakâr olamayacak disiplinlerdir.
Tayyar ÖZKAN
72
73
Özel Dosya
Özel Dosya
Bundan yaklaşık bir buçuk yıl kadar önce, 2010 yılının Kasım ayının sonunda Genç Mustafa raflara çıktığında tarih, sosyoloji, felsefe, edebiyat, güzel sanatlar ve siyaset bağlamlarının kesişiminde bir kitap ortaya çıkardığım kanısındaydım. Kitabımın farklı disiplinlerde ortaya koyduğu iddiaların, yeniliklerin ve farklı perspektiflerin tartışılabileceği bir ortam oluşacağını beklemiştim. En azından kitaba ilişkin yazıların ve basın haberlerinin bir kısmının, kitabın farklı yönlerine odaklanacağını ve çeşitli tartışmalar açabileceğini öngörüyordum. Tarih yazımı üzerine postmodern tezler ileri süren çalışmamda, farklı anlatıcıların gözünden
farklı şekillerde yorumlanan tarihin, zorunlu olarak metinler arası bir çalışma olduğunu ileri sürmüştüm. Bu nedenle de tarih disiplininin, “gerçekle” okur arasında doğrudan bir ilişki olmaktan çok, geçmişe ilişkin metinlerle örülen güncel bir başka metin olduğunu savlıyordum. Bu bağlamda kitabımda benzer felsefeyi savunan Faulkner ve Derrida gibi yazarlara doğrudan gönderme yapmıştım.
74
75
Özel Dosya
Özel Dosya
Sosyoloji bağlamında günümüzün asker – siyasetçi arasındaki gergin ilişkinin özellikle de laiklik ekseni bağlamındaki embriyosunu Genç Mustafa’da göstermek için, tarihçi olmayan çoğu kişinin bilmediği bir bilgiyi ortaya koymuş ve o dönemde Harbiye ile Saray arasındaki satranca ilişkin simgesel bir anlatım kurmuştum. Padişah’ın laik bir eğitim izleyen Harbiye’den kaynaklanan rahatsızlığını, Harbiye’de tüm personel ve öğrencilerin beş vakit namaz kılmasını şart koşan bir emriyle gösterdiğini, buna karşılık da Harbiye’nin Padişah’ın iradesine karşı gelemediğini fakat binlerce mevcudu olan okuldaki muslukları söktürerek okulda yalnızca 7-8 musluk bıraktığını ve namaz kılan herkesi abdestsiz namaz kılmaya zorladığını görüyoruz. Burada Türkiye’nin siyaset sosyolojisine ilişkin önemli bir gönderme ve belli bir yorum bulunmaktaydı.
Felsefe bağlamında kitap çok merkezli düşünüşü, tek merkezli düşünüşe tercih eden, yapıbozumcu anlayışı belirli kıstaslarıyla kullanan ve düşünce anlamında farklı yerlere dikkat çeken bir yapıdaydı. Felsefenin en önemli konularından olan “özgür irade”, “iyi” ve “kötü” kavramları üzerine Genç Mustafa’nın özel bir konumu ve tavrı vardır. Bu kavramların Türk edebiyatında pek kullanılmadığı şekliyle yapılandırıldığı Genç Mustafa’da, Mustafa Kemal bir varoluşçu olarak algılanmış ve yaşamı olduğu gibi kabullenen değil, yaşamı olduğu gibi dönüştüren, Sarteyen anlamda gerçek bir “l’etre pour soi” olarak tasarlanmıştır. Benim Atatürk’e ilişkin algım budur. O varlığı bilincinde hiçlemekte ve ardından tüm varlığı zihninde yeniden üreterek başkalarını da buna ikna etmektedir: birinci sınıf bir Nietzsche’ci ve Sartreyen anlamda varoluşçudur. Edebi anlamda Genç Mustafa, Atatürk’e ilişkin romanlar arasında ilk dramatik yapıya sahip kurgudur. Karga kovalayan küçük Mustafa imgesi yerine olaylar arasında bağlantılar bulunan bir zaman diliminde, farklı kişilerce farklı algılanan ve süreklilik arz eden bir Mustafa Kemal yaratma bağlamında, Genç Mustafa Türk edebiyatında siyasi biyografi temelinde bir ilktir. Edebiyatı bir tarih yazımı olarak gören ve tarih yazımını
76
77
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Manga
da zorunlu olarak bir edebiyat olarak algılayan yaklaşımıyla da aslında Türkiye’de pek örneği görülmeyen bir edebi tutum izlemiştir. Tüm bu içerdiği çeşitliliğe karşın, Genç Mustafa’ya ilişkin basında ve kamuoyunda tartışılan tek konu siyasete ilişkin içeriği oldu ve kitap üzerine çıkan yüz küsur gazete ve televizyon haberinin tümü siyaset odaklıydı. Bu siyaset odaklı yaklaşım ise, “Atatürk’e dayak atıldı” bağlamında ve olabilecek en sığ şekilde gerçekleştirildi. Genç Mustafa üzerine tüm yapılan siyasi tartışma boş laflardan ve kitapla ilgisi olmayan bir söylemden oluştu. Kitap savunduğu değerlerin aksine bir yönde, Atatürk düşmanı ilan edildi ve sürreal süreç son noktasına CHP’li bir milletvekilinin benim hakkımda Genç Mustafa aracılığıyla Atatürk’e hakaret ettiğim gerekçesiyle 4,5 yıl hapis edilmem için suç duyurusunda bulunmasıyla erişti. Durum iyice siyasallaşmış fakat kafası karışık siyasetçiler muhtemelen de kitabı okumadıkları için Atatürkçü bir yapıtı anti Atatürkçü olmakla suçlamışlardı. Bu milletvekili, aynı zamanda o dönemde Türkiye’nin en büyük gazetelerini ve televizyon kanallarını elinde tutan Doğan Holding’in avukatı idi. Bu dönemde yaptığı büyük hatayı yeni dönemde Meclis’e seçilemeyerek ödeyen bu milletvekili, mahkemede elbette karşımda yenilgiye uğradı. Mahkeme sürecinde kendi teklifiyle ücretsiz bir şekilde avukatlığımı üstlenen Atatürkçü Düşünce Derneği Eski Genel Sekreter Yrd. Av. Ersan Barkın ve Atatürkçü Av. Kemal Levent’in desteğiyle itibarıma yapılan bu saldırı için bu eski CHP milletvekiline açtığım tazminat davası sürüyor. Babamın da üyesi olduğu CHP gibi Atatürk’ün kurduğu bir partinin, hangi akla hizmet ederek Atatürkçü bir kitabı, Atatürk’e hakaret ediyor diyerek yazarının 4,5 yıl hapse girmesi amacıyla dava açtığını hâlâ anlamış değilim. Atatürk, bugün kendisini ülkemizde yazımın ilk paragrafında anlattığım siyaseten tehlikeli konuların arasında bulmuştur. Bunu da muhafaza edilmek istenen bazı durumları yeniden değerlendirmenin tetiklediği bir siyasi çatışma olarak algılıyorum ve bundan çekinmiyorum. Bununla beraber ben bir siyasetçi değil, bir yazar olma iddiasındayım. Genç Mustafa da yalnızca siyasi bir metin değil, aynı zamanda pek çok disipline dair bir metin. Genç Mustafa’ya ilişkin tüm yorumlar ve fikirler de kitabın diğer tüm özelliklerini yok sayarak yalnızca bu konuda yoğunlaşmıştır. Bu uğurda 4,5 yıl hapisle yargılandım, beraat ettim. Üzerine de Genç Mustafa ile Çizgi Roman Derneği ve Çizgi Roman Okurları Platformu’nun birlikte düzenlediği Türk Çizgi Roman Okurları Ödülleri’nde, En İyi Türk Yazar Ödülü’ne layık görüldüm. Kısacası bir buçuk yıllık bir dönemde hain ilan edilen, Atatürk düşmanı sanılan, demokrasiyi hiçe sayarak ana muhalefet partisi tarafından 4,5 yıl hapisle tehdit edilen ve tüm bunların üstesinden gelerek mahkemede beraat eden Genç Mustafa, çizgi roman okuyucuları sayesinde En İyi Türk Yazar Ödülü’nü de alarak Türk yazın tarihinde özgün örneklerden birisi olarak yerini almıştır.
Ben kendimi ifade etmeyi resim ile öğrendim. Dilini öğrenmeyen çocuk nasıl konuşamazsa bende resim çizemeden kendimi ifade edemeyip içime kapanırdım. Daha sonraları ise, içimdeki konuşma isteğini, ifade tarzımı tam olarak resimde olmadığını, aslında bilinçsizce çizdiğim (mangalarda) olduğunu anladım. Bunun sebebi ise tam olarak çizdiğim bu resimlerimin adını bilmememden kaynaklandı. Kurguladığım hikâyelerimi, hayallerimi dökmeye devam ettim kâğıtlara. Hiç çizgi roman okuma geçmişim olmamasına rağmen çizimlerimin o kitapları andırdığını söylediler. Hâlbuki çizimimin belirli bir döneminden sonra çizgi romanlar okumaya başlamıştım. İleri ki dönemlerde internet araştırmalarımdan sonra çizimlerimin adının manga olduğunu öğrendim. Hayallerime en yakın olan sanat okulunu seçip orda okumaya başladım. Tutku halinde devam eden manga çizimlerim okulumda ün kazandı. Gün geçtikçe çizimlerim gelişmeye yol tuttu. Eski mangalarımla yenilerini karşılaştırınca kendimi gülmekten alamadım. Gelişme sürecimi görmek epeyi yol kat ettiğimi uyandırdı bende. Ama tabi ki kendimi yetersiz görüyorum ve yapacağım çok şey olduğuna inanıyorum. Kendi okulumda herkesin hedefi birdi ve bu beni korkutuyordu, neredeyse herkes manga ile hayatımı zorlaştıracağımı düşünüyorlardı. Benim için ise önemli olan tek şey kendimi en iyi ifade edebileceğim uğraşta olmaktı. Getirisinin ne önemi olabilirdi ki. Okulumda çok değer verdiğim bir hocanın bana bir kalem vermesi ile kendime özgüvenim geldi. Çizimlerimi herkese ilan etme iç güdüsü oluşmaya başladı. Hocamın eşliğinde manga çizimlerimin bir kısmını toplayan bir dergiyi oluşturma çabasına girdik, aileminde maddi manevi desteği sayesinde tam anlamıyla karar verebildim.. Bu süreçte birçok program
Yalın ALPAY
78
79
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Ümit Kaptan
öğrendim ve çizimler yaklaşık bir ayımı aldı. Dolaşmadığımız matbaa vb. yer kalmamıştı. O ayın sonunda ilk örnek dergiyi elime aldığımda bir şeyler başarmanın hazzını, bunun tadını başka hiçbir şeyin vermediğini hissettim. Sonra ise dergilerim Antakya da satışa sunuldu. Herkesin beğenisi beni gururlandırdı ve dergilerimin çıkması için çektiğim onca olumsuzluklar da bu işin güzel yanlarından biriydi. Bir müddetten sonra bu işler sınavlarıma çalışmama mani olduğundan sadece iki sayı çıkarabildim. İleriye yönelik düşündüğüm mangaka hayallerim için sınavlarımda önemliydi. Dengeli zaman ayırabilmek için bir müddet çizimlerimi açığa sunmadım Fakat çizmeye hiçbir zaman ara veremeyip gecelerimi uyumadan geçirip manga çizdiğimi bilirim. Zaman geçtikçe çıkardığım dergilere bakınca gülerim ve ne kadar ilerleyebildiğimi görürüm. Mangaya duyduğum aşk artık benim vazgeçilmezim.11 yıl önce ne kadar heyecanlı çiziyorsam bugün daha fazla heyecanla çiziyorum. Bu yolda ne kadar engel varsa hepsini aşıp emelime ulaşmak en büyük hedefim. Hatice GÜL
Ben çocukluğumdan (9-10 yaşlarımdan) beri çizgiroman (fumetti) okuruyum.Okuduğum çr ler önce Teksas ve Tommiks idi.Daha sonra Zagor, Teks, Mister No, Kit Taylor.v:b.devam etti.Sadece okumakla kalmıyor ben de çizmek istiyordum.13-14 yaşlarımda küçük kitapçıklar çizmeye başladım. Bunlar tükenmez kalemle çizgili deftere çiziktirilmiş küçük öykülerdi. Kahramanlar ise o günlerde en çok ilgi duyduğum Tommiks ya da Kit Taylor' dan esinlendiğim her halindan belli olan kahramanlardı. Doksanlı yılların başında ise Ümit Kaptan tipi kafamda şekillenmeye başladı.Kaptan tiplemesini oluştururken sanıldığı gibi Mister No'dan esinlenmedim.80'li yılların ortalarında (Tales Of The Gold Monkey) gösterime giren Türkçe' adı "Serüven Peşinde" olan dizinin baş rol oyuncusu Jake Cutter'den esinlendim.Jake Cutter Pasifik Okyanusu'ndaki adalarda (özellikle Havaii Adaları) dolaşan buralarda maceralar yaşayan ve deniz uçağı kullanan bir pilottur. 1991 Ocak ayında Diyarbakır'a öğretmen olarak atandıktan sonra sosyal çevrenin de yetersizliği ile çizim çalışmalarıma ağırlık vemeye başladım.İlk macerayı bitirdikten sonra uzun süre çizimlere ara verdim.2005 yılında Anarres'e gittiğim bir gün Lami Tiryaki ile karşılaştım. Çizimlerimi birlikte inceledik.Lami, ben ve Aykan Ümit Kaptan'ı dizi şeklinde yayılamaya karar verdik. 2005 yılında 1. ve 2. sayıları yayınladık.2006'da 3.sayı çıktı.Daha sonra Anarres kapandı ve Ümit Kaptan uzun bir süre beklemeye girdi.Daha sonra Paydos Yayıncılık ile yola devam etmeye karar verdim.2009 yılında 4.sayı çıktı. 4. sayının son 12 sayfasını Lise yıllarından beri arkadaşım olan Sadık Bilcen çizdi.Bu şekilde Ümit Kaptan'ın diğer çizeri olma yolunda ilk adımı atmış oldu.2011 Nisan ayında ise çizimleri Sadık Bilcen'e ait olan 5. sayıyı çıkardık.Sadık'ın grafik tabletle çalışıyor olması hızımızı artırdı.Kısa sürede ben de grafik tablete geçmeyi planlıyorum.Dilerim bu şekilde hız kazanacağız ve Ümit Kaptan'ı daha da sık periyoda oturtacağız. Düzenli devam edemememizin bir sebebi aynı yayınevi ile devam edemememiz.Anarres kapanınca bir süre boşlukta kaldık. Bir diğer sebep ben ve Sadık arkadaşımın profesyonel olmamamız. Biz aynı zamanda öğretmeniz. Mesleğimiz yoğun çalışma gerektiren bir meslek. Ayrıca ben bir yıldır Eğitim Sen şube yöneticiliği yapıyorum. Bir taraftan sendikacılık bir taraftan öğretmenlik bir de yanında çizgiroman. Yürütmek çok zor.Ama biz her şeye rağmen devam etmekte kararlıyız. Son olarak belirtmek istediğim şey, her yeni sayımızda başka çizer arkadaşların en fazla dört sayfalık çizgi romanlarına yer vermek istiyoruz. Ayrıca kapaklarda da değişik çizerlerin çalışmalarının yer almasını istiyoruz. İlgilenen çizer arkadaşlar web sitemizden bizimle iletişime geçebilirler. Hakan KARABEY http://www.umitkaptan.net
80
81
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya E-gölge dergisi okuyucularına Selam ve Sevgilerimle..
96 yılının ilkbaharını onun adını, burcunu, dış görünüşünü, konuşma biçimini, renklerini vb.. ayrıntıları düşünerek geçirdim..Kişilik ve hormon bozukluğu olan bir tipleme..Bu tip bozuklukları çevremdeki insanlarda inceledim.. -tanıdığım bu hastalığı taşıyan bir-iki kişi vardı..- bazılarını gözlerinden, bazılarınıel yazılarından vb..ayırd eder hale geldim dolayısıyla.. Onun hakkında düşündüğüm sürede, aynı zamanda dergiye bağımsız maceralar da çiziyordum. Bu arada daha çok öykücü olmamdan ve bu iş için daha önce kullanmadığım ayrı bir çizgi kullanma isteğim yüzünden çizgisi zamanla oturdu.. Tipime uygun çizgi ararken herhangi bir dergi veya kitaba bakmam yasaktı..Yani bir nevi Amerika’yı baştan keşfetme mevzusuna maruz kaldım da denilebilir..:) Yaratma sebebim dergide o esnada tip ihtiyacı olmasından veya çeşitli öyküler bulamamamdan değildi...Tuğçeyi yaratmayı özellikle benim gibi insanları korumak ve kötülüğün aslında ne kadar komik ve kolay anlaşılabilir bir şey olduğunu göstermek istememdi. Kötüler için yaptıkları davranışlar bir nevi güç gösterisidir ve başkalarının yapamadığı bir şeyleri yaptıklarını sanırlar. :))) Buradan da anlayabiliyoruz ki onların düşünebilidiklerini düşünebiliyoruz ama yapmayı seçmiyoruz.. Aradaki en önemli fark da budur zaten..-bkz. ben düşünebiliyorum..İlk başta özellikle herkesin sevmesini bekleyerek başlamadım, bunun bazı insanları rahatsız etmesini, kendilerine bakmalarını ve bazı davranışlarını değiştirmelerini sağlayabilmeyi umdum..Ki geçmişte mektupla , bugünse e-maillerle bunun bazı davranışlarını değiştirmelerine veya kendileri için önemli şeyleri fark etmelerine sebep olduğunu belirten tüm okuyucu arkadaşlara bunu benimle paylaştıkları için buradan da teşekkür ederim... Bunun dışında kendilerine veya çevrelerinde birine benzettikleri için sevenlerde var.. Sevimli, eğlenceli vb.. yönlerinden dolayı.. Dolayısıyla Tuğçe’yi hangi nedenle sevdikleri kişiden kişiye değişiyor.. Sonuçta onunla gülüp, eğlenen ve onun hayatını benimle birlikte gözlemleyen herkese pek çok Sevgilerimle..
82
83
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
İsmail GÜLGEÇ Benim doğup büyüdüğüm semtte kullanmadıkları şeyleri çöpün yanına bir koli ile düzgün bir şekilde bırakırlar.. Bunların içinde çok muhteşem kitaplar, orjinal taş baskılar ve az kullanılmamışguaj takımlar vb.. eşyalar bulabilirsiniz.. Sonra bu eşyalardan arta kalanlar henüz alınmamışlarsa, diğer gerçek çöplerle birlikte çöp arabasına yüklenip götürülürler.. Çöp Şerbeti adı da buradan çıktı...Dünya ve hayat içinde muhteşem güzel şeylerin ve berbat şeylerin bir arada olduğu bir çöp tenekesi ise hepsinin karışımından çıkan şey bizi ve bizim yaşamımızı oluşturur.. Yani ölürken geriye bıraktığımız şey şerbetimizdir.. Ben İstanbul’da çok katlı evlerin ve mahallelerin olmadığı yeşillik sakin bir yerde büyüdüm..Bu yüzden okula başlamadan öncem ve okula başladıktan sonraki yazlarımı evin kocaman bahçesinde tek başıma oynayarak ve hayal kurarak geçirdim. Kendimi ilk tip olarak düşündüğüm de kendimi ikiye ayırdım ve dışardan bakarak anlatmaya başladım.. Bunun yanında bir buçuk yaşıma kadar hatırladıklarımdan, rüyalarımdan -özellikle toplumla ilgili olanların mümkün olanlarını-,bugüne-geleceğe ait olay ve düşüncelerimden faydalanıyorum.. Yeri gelince kitap, film, belgesel vb..şeylere de değinirim.. Değişik olaylar yaşayan, öyle bakan, görüntüsü de değişik bir insanım..Ayrıca hayatta iniş-çıkış türünden olayları çokça yaşamamız, her iki tarafı da görebilmememi sağladı..( bunları yaşamamıza rağmen hep sakin, yeşillik yerde kaldık..Şimdi çocukluğumu düşününce bir nevi cennette yaşamışım..anneannemin her türden çiçek ve bitkileri, meyveler, kuşlar, kediler,böcekler..çok eğlenceliydi..yanlızdım ama hiç sıkılmazdım da..) çevremizde farklı ülkelerden, kültürlerden insanlar da vardı..Ve tüm bunlardan öykülerde bahsediyorum.. İnşallah siz de okumaktan zevk alıyorsunuzdur..Sevgilerimle.... Andaç GÜRSOY
İsmail Gülgeç “İnce Memed”i Milliyet çocuğa 1980-1981’lerde çizmeye başlamıştı. 1989, 1990 ve 1991 yıllarında da Kezban Akçalı Ajansı’nın aracılığıyla bu eser Almanya, Danimarka ve İsveç’te yayınlandı. Ancak eseri alan yayınevi orijinalleri geri iade etmeyince bir anlaşmazlık çıktı ve İsmail Gülgeç’te orijinallerini geri almadan çizmeyi reddetti. Bir çizgi roman için verilen emeği çizerken görmeden asla anlayamıyor insan. İsmail Gülgeç’i üç çizgi roman yaparken izledim ve birlikte çalıştık. Bir tanesi yayınlanmayan “Sultana” Mobidik dergisine çizmişti. Diğer ikisi Başkomser Nevzat Çiçekçinin Ölümü ve Tapınak Fahişeleri. Çiçekçinin Ölümü Beyoğlu’nda geçiyordu gidip kare kare fotoğraflar çektik Taksim Meydanı’ndan başladık İstiklal Caddesi, Abanoz Sokak çiçekçiler her biri fotoğraflandı sonra Başkomser Nevzat’ın oturduğu semt Balat oraya gidip yine fotoğraflar çektik. Başkomser Nevzat’ın arabası 1958 model Chevrolet Impala idi gidip model arabasını aldık (şu an çalışma masasının başköşesinde duruyor). Çizgi romana başlamadan önce çok kapsamlı bir araştırma ve çalışma yapıyor. Tüm konuyu ve atmosferi yakalayıp okuyucuya aktarmak en büyük özelliğiydi. Bu son iki çizgi romanı bilgisayarda tabletle çizdi. Bu bir avantajdı. Hataları silip yapmak bilgisayar ortamında çok büyük kolaylık, üstelik orijinallerinizin gidip de gelmeme gibi bir sorunu da olmuyor. Ama kâğıt ve kalemle çiziyorsanız o kadar zahmetli ve zor ki, küçücük bir hata da yeniden çizmek zorunda kalıyorsunuz, tüm emekler çöpe gidiyor (eşim çöpe atıyordu ben de onlarda çok büyük emek var deyip hepsini saklıyorum hataları bile güzel). İşte o kadar emekten sonra orijinaller çok kıymetli oluyor. Şimdi ne yazık ki elimizde İnce Memed’lerin orijinalleri yok siyah beyaz boyanmadan önceki fotokopileri var. İsmail Gülgeç’in isteği orijinallerin kendisinde kalması o siyah beyaz fotokopilerin renklendirilip yayınevine verilmesiydi. Ama maalesef orijinaller orada kalınca bu çizgi romanda son bulmuş oldu. En büyük isteği “İnce Memed”i tamamlamaktı. Birkaç kez Yaşar Kemal’e haber gönderdi bitirelim diye, bize gelen yanıt “hele önce İsmail bir bitirsin” oldu. “İnce Memed”in yarım kalmasının nedeni budur. Başkomser Nevzat Tapınak Fahişeleri kitabında hem çizimlerin çok açık saçık olması hem de önemli bir konu olan tarikatlar nedeniyle poşette satılması gündeme geldi. Nedense bayanların çıplak olmasında bir sorun yoktu da erkekler tamamen çıplak olması sorun oluvermişti. “Tapınak Fahişeleri” sayfa 9’da İsmail Gülgeç yataktaki erkekleri çırılçıplak çizmişti sonra cinsel organı görünen o erkeğin cinsel organını yatak örtüsüyle kapatarak sansürü kendi uyguladı ve şu anda poşetsiz satılıyor. Sansürsüz sayfayı da göndermekte bir sakınca görmüyorum. Ayça GÜLGEÇ
84
85
Özel Dosya
Özel Dosya Türkiye'de ilk defa Gölge e-dergide yayınlandı.
86
Türkiye'de ilk defa Gölge e-dergide yayınlandı.
87
Özel Dosya
Özel Dosya Türkiye'de ilk defa Gölge e-dergide yayınlandı.
Gölge e-Dergi Özel Dosya
“İSTANBUL BEYEFENDİSİ” namı değer “MÜTHİŞ TÜRK” yeniden aramızda; Bizlerle...
O, her çağda halkın özlemini duyduğu, düşlerinde gördüğü kahramandır. İstanbul Beyefendisi’dir. Haksızlıklara tahammülü yoktur; iyi yüreklidir, mücadelecidir. Bazen günümüzde sürdürür yaşantısını, bazen Osmanlı Devleti’nin cesur bir levendidir. Bazen masal dünyalarında yaşar, kötü tabiatlı devlerle çarpışır, bazen İstiklal Savaşı’mıza katılır, bazen deniz diplerini kulaçlar, bazen Mezopotamya’da tekerleğin icadına katkısı olur, bazen de uzayı adımlar... Zaman ve mekân tanımadan çıkar serüvenlerine. Cesurdur, akıllı ve zekidir, çelikten kaslara sahiptir. Bu üstün niteliklerini daima iyinin, haklının, ezilmişin yanında, zalimlere, sömürücülere, namussuzlara karşı kullanır. İstanbul Beyefendisi Abdülcanbaz’ın iki önemli silahı vardır: Zekâsı ve Osmanlı Tokadı. Kötülere, zalimlere karşı – gerek gördüğünde– ünlü tokadını kullanır. Abdülcanbaz’ın ünlü Osmanlı Tokadı’ndan nasibini alanın ayağa kalkanı görülmemiştir. Halkını seven her dürüst ve namuslu kişide az çok Abdülcanbazlık vardır.
88
89
Özel Dosya
Özel Dosya
AMAÇ: Dünyanın konuşacağı
Abdülcanbaz Müzesi
Dünyaca ünlü sanatçımız Turhan Selçuk’tan geleceğe taşımak ve dünyaya tanıtmak misyonu ile tüm haklarını devraldığımız Abdülcanbaz’ı yeniden çizgi roman sevenlerle buluşturuyoruz. Bu buluşma, sadece kâğıda basılı kitaplarla sınırlı kalmıyor; günümüz teknolojisinin tüm olanaklarını kullanarak İstanbul Beyefendisi’ni dünyaya tanıtacağız: İnternette çok kapsamlı web sitesi... Tabletlerde e-macera olarak ulaşma imkânı... En kısa zamanda özel tasarımlı hediyelik eşyaları... Çizgi filmi... Sinema filmi... Dizisi; hepsi olacak! Başlangıçta iPad üzerinden sunulacak e-maceralar Türkçe ve İngilizce olacak. Kısa bir süre içinde; Fransızca, Almanca, Japonca, Çince, Arapça, İspanyolca, Rusça, Azerice de eklenecek ve dünya Abdülcanbaz’ı 10 dilde okuyacak. Abdülcanbaz’ın basılı maceralarını BİZ bünyesindeki Cafe City Yayınları, e-maceralarını yine BİZ bünyesindeki Digital Tree Publishing hazırlıyor. Ama en büyük hedefimiz, İstanbul’a, dünyada konuşulacak bir çizgi kahraman müzesi kazandırmak: Abdülcanbaz Müzesi. Bu konuda ilgili... Niyetli... Sorumlu... Yetkili kurum, kuruluş ve kişilerin desteğini alarak bu müzeyi İstanbul’a kazandıracağız. Turhan Selçuk’un efsane çizgi romanını Türkiye’ye ve dünyaya sunmaktan kıvanç duyuyoruz.
90
5 Kitap! 5 Macera! İstanbul Beyefendisi Abdülcanbaz’ın olağanüstü maceraları tek tek değil, 5’i bir arada yayımlanıyor. Bu maceralar, özel olarak tasarlanmış kutu içinde Abdülcanbaz hayranlarına sunuluyor. Serinin ilk 5 macerası Allahabad Elması-Abdülcanbaz Arsen Lüpen’e Karşı, Ramona-Karatecinin Aşk, Uzay Katları-Doğunun İlk Kurgu Bilim Çizgi Romanı, Top Yuvarlaktır-Futbol Tarihimizin Karanlık Kalmış Yılları, Koncolos-Karacaahmet Mezarlığı’nın Esrarı. Yeni bir tasarım anlayışı ile ele alınan bu maceralarla Abdülcanbaz’ı gelecek (genç) nesillere ulaştırmak istiyoruz.
Koleksiyonerlere ve Çizgi Roman hayranlarına büyük haber! Abdülcanbaz Koleksiyon Baskı 1 (Sınırlı sayıda)
İstanbul Beyefendisi Abdülcanbaz’ın ilk 5 macerasının birarada yer aldığı özel baskı, dev boyut, lüks cilt "Abdülcanbaz Koleksiyon Baskı 1" raflarda yerini aldı.172 sayfa ve 30 cm x 42 cm boyutlarında olan, numaralı ve sadece 500 adet yayımlanan bu kitap Türkiye’de bir ilk! İkinci 5 maceranın yer alacağı “Abdülcanbaz Koleksiyon Baskı 2” ise önümüzdeki yaz aylarında çıkıyor olacak.
91
Özel Dosya
Özel Dosya
Müthiş Türk Abdülcanbaz ilk defa İpad’de! Abdülcanbaz, BİZ A.Ş. yapısı içindeki dijital yayıncılık grubu DIGITAL TREE PUBLISHING kanalıyla dünyadaki tüm çizgi roman severlerle buluşuyor. Öncelikle iPad için geliştirilen ve düzenlenen Abdülcanbaz E-Maceraları, gelecekte, Türkçe’den sonra İngilizce başta olmak üzere 10 yabancı dilde yayınlanacak. iPad’inizden “Abdülcanbaz” aplikasyonunu indirmeyi unutmayın.
ABDÜLCANBAZ’ı takip edin! www.abdulcanbaz.biz facebook.com/abdulcanbaz.biz twitter.com/abdulcanbaz_biz info@abdulcanbaz.biz
92
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Avrupa Çizgi Romanının (İtalyan örnekler dışında)
Türkiye Macerası
Biz çizgiroman tutkunları arasında süresini unuttuğum kadar uzun zamandır süren anlamsız bir tartışma var : Amerikan ve İtalyan çizgiromanları arasındaki en iyisi hangisi rekabeti üzerinden yürütülüyor. Çeşitli yönlerden lüzumsuz bulduğum bu ciddi görünümlü tartışmanın en haksız tarafını ise Dünya’da sanki sadece bu iki akım varmış düşüncesi, diğer ülkelerin bu sanattaki eserlerinin sanki daha düşük düzeyde algılanması oluşturuyor. Böylesine önemli bir çizgiroman araştırma yazısı vasıtasıyla genelde hafızama güvenerek bu iki ülke dışında kalan Avrupa ülkelerinin ülkemize dergiler vasıtasıyla gelmiş önemli eserlerinden oluşan bir panorama çizmeye ve hakkının yendiğine inandığım Avrupa çizgiroman örneklerinin ülkemiz okurunu hangi dergilerle ve hangi temalarla etkilediğini anlatmaya çalışayım. Küçüklüğümün aklıma Walt Disney’in sihirli düş dünyasının karakterleri dışında ilk giren ve Avrupa Kıtası’ndakirküredeki çoğu okur gibi defalarca incelemekten bıkmayacağımız ilk ismi TENTEN’ dir. Annem beni, yani ilk oğlunu henüz beş yaşlarındayken o vakitler ARMAĞAN YAYINEVİ’nin çıkardığı bu dergiye abone yapmıştı. Her hafta postacı mecmuayı merakla bekleyen küçük çocuğun ellerine bırakırdı. TENTEN ile başlayan Fransız Belçika çizgi romanının bu en önemli eseri yanında, akım yine karikatürize çizgilerle hinoğlu hin bir mizaha sahip ve gerektiğinde ünlü sanatçıları (Lee Van Cleef, Jack Palance veya Louis De Funes gibi) karikatürize ederek maceralara karıştırarak tipleme zenginliği yaratan , ayrıca Daltonlar, Rin Tin Tin, Calamiti Ceyn , Bill Kid gibi yan karakterleri de gönüllere yerleştiren RED KİT (Lucky Luke) ve Roma istilasına karşı koyan büyülü bir iksire de sahip bir Galya köyünün maceralarını son derece neşeli bir şekilde veren, bu arada Avrupa’da bazı eleştirmenlerin ırkçı söylemle itham ettikleri ASTERİKS (Asterix) i tüm Avrupa’ya sundu. Bu üçü ülkemizde de bu türün temel ve sürekli yayımlanan eserleri olarak kabul edilir. TINTIN bir anlamda Fransa’nın, RED KIT ve ASTERIX Belçika’nın iftihar vesileleridir. Tabii Belçika’nın en zenginlerinden biri olarak hayata veda eden PEYO’nun KÜÇÜK PRENS (Johan Et Pirlouit)’i ve ortaçağda geçen son derece hoş, komik, tuhaf biçimde heyecanlı maceralarında
93
Özel Dosya
Özel Dosya
bir kez yer alan daha sonra tüm dünyayı kaplayan mavi mantar cüceleri yani ŞİRİNLER ( Les Schtroumpfes) onlardan geri kalmaz. ŞİRİNLER’de sanatçı özel bir schtroumphe ekini kelimelerin başına ya da sonuna getirmiş hatta pek çok eylemi bu kelime ile anlatmış dolayısıyla ağırlıklı olarak tek kelimeyle anlaşılabilen bir lisan oluşturmayı başarmış, eleştirmenleri bu konu üzerinde düşünmeye çağırmıştır. Çizgiromanı ben çok zengin yemeklerle donatılmış bir masaya benzetirim. Tuzlu, acılı, bazen tatlı yemek ihtiyacı gibi çocuk-gençorta yaşlı-hatta yaşlı olalım zevklerimiz güne göre, ruh durumuna göre değişebilir. Fransız Belçika ÇR’nın bahsettiğim bu örnekleri çoğunlukla gazetelerde yer alan ve tirajları olumlu etkileyen Hoş Memo, Allahlık Ali Bey gibi Amerikan altın çağının örneklerinin işlevini dergilerde sürdürüyordu. Zaman zaman dolgu maddesi olarak kullanılsalar da zeki bir mizah yaratmada etkindiler. Bence bu üçünün arasında Red KİT’de ki mizah tatlı sert ve ısırıcıdır ve hepsinden üstündür. Perde arkalarına bakıldığında ise inanılmaz emek verilmişlerdir. TENTEN için her yıl çok sayıda ansiklopedi hazırlanır. Çizer HERGE gölgeyi yok eden ve en aza indirgeyen aydınlık çizgi akımını oluşturmuştur. Red Kit çizer ve senaristi bütün Uzak Batı mitlerini incelemişlerdir. Avrupa Çizgiromanının gerçekçi çizgilerle oluşturulmuş saf macera örnekleri ülkemize ilk kez bildiğim kadarıyla KARACA YAYINEVİ (1962) ile geliyor. Renkli Arkadaş dergisi’nde başlayan TENTEN dışında western konusunda ustaların ustası JİJE bizlere JERRY SPRING’i armağan eder ve Meksika’lı bir arkadaşı ile atıldığı sağlam maceralara tanık oluruz. VALHARDİ genç bir gazetecinin patronuyla girdiği başarmak başaramamak üzerine bir iddia ile alakalıdır. Söz konusu eserler daha sonra karton kapaklı albümler halinde yayımlanır. Ancak bu türün en göz alıcı örneklerini bizlere ZIPZIP dergisi 122 hafta boyunca sunacaktır. ZIPZIP Fransa’da ki TINTIN dergisinden beslenir ve Avrupa’nın SPIROU ile birlikte en etkin karma dergilerinden olan TINTIN’de ki hemen tüm sevilen çalışmalar okurumuza ulaşacaktır. Dedektifliğe soyunan YAMAN GAZETECİ RİK ( RİC HOCHET), Roma devrinde geçen ALIX, Araba yarışçısı CON (MICHEL VAILLANT), pilot DAN COOPERvs. Bu karışım oldukça dengelidir ve gençlerin hem spor, hem macera ihtiyacını gidermekte, hem de esrarlı olaylara ilgilerini canlı tutmaktadır. İlk gençlik dönemi için son derece başarılı karma bir dergidir. Bir iki yıl sonra yeni biçimiyle ve içlerindeki çizgi romanın adetsel ve kalitesel artışıyla yeni bir hayran kitlesi yaratacak olan DOĞAN KARDEŞ’e sanki bir kapı açmıştır. Aynı dönemde ünlü İngiliz yayınevi FLEETWAY’in çıkardığı bazı seriler SİS YAYINLARI vasıtasıyla evimize girdi. DEYVİ KROKET, KİT KARSON. İngiliz sanatçıların çizdiği iki neşeli western okurların ilgisini çekmeyi başardı. Aslında western olarak ne çıkarsa tüketiliyordu. Sinemada da uzak batı revaçta olduğundan senaryosunun ve çizgisinin iyi kötü olmasına bakılmaksızın kovboy çizgiromanları kapış kapış gidiyordu. Tabii ki gönüllere asıl olarak kazınmış üç dört seri (TEKSAS, TOMMİKS, TEKS, KİNOVA,vs) vazgeçilmezdi. SİS’in yayınladığı bu yeni seriler daha geniş olarak birkaç sene sonra , KARAOĞLAN ile ülkeyi sarsacak SUAT YALAZ’ın kurduğu KARAOĞLAN
YAYINLARI içerisinde yer aldı. SİS’in daha önemli bir tarafı var. Daha sonraları 1971 de SAVAŞ adıyla piyasaya verilecek uzun ve çok tutulan yine bir fleetway serisinin ilk örneğini okurlara tanıttı. Tabii ikinci Dünya Savaşı çizgi öykülerinden birinde bir pilotun adı türkleştirilip ALİ TEKİN’e dönüştürülerek. Bu zengin dönemin iki unutulmayacak dergisinden bahsetmemiz gerek. Logoları orijinallerini aratmayan Hakkı Bigeç’in KARTAL’ı (1962) ve Nejat Erhan’ın KAPLAN’ı (1967). Okurların çok sevdiği ROBOT ALİ (Robot Archie) ve GOL KRALI ROY bizleri bu dergilerin sayfalarında mest etti. İngiliz menşeli çizgiromanların tuhaf bir etkileme gücü vardı ama hep yukarıdaki kapışmanın dışında bırakıldılar. İngiltere’nin asıl yüklü eserlerini ise Ceylan Yayınları’nın kendi adlarını taşıyan dergisi CEYLAN ve Hürriyet gazetesi patronu Haldun Simavi’nin 1001 ROMAN’ı sundu. İlk adımı, CEYLAN’ın çıkışındaki bir gecikme ile 1 kasım 1965 de 1001 ROMAN gerçekleştirir. İngiliz ağırlığındaki çizgiromanlar bilim kurgu, fantastik (ışınla cüceleşen insanlar) ve macera arasında bir yol izlerler. Hepsi birbirinden çekicidir ancak İspanyol SOLANO LOPEZ’in sihirli bir taş sayesinde yaralanmayan, ölmeyen bir genç adamı konu aldığı SİHİRLİ GÖZ ve normalinden daha fazla büyüyen hayvanları inceleyen bir bilim adamını anlatan DEVLERİN TEHDİDİ , sanatçının kendine özgü mükemmel çizgisi ve teferruatın atlanmamasıyla dikkat çeken çalışmalardır. Aslında genç kuşağı etkileyebilecek seri ve karakterlerin sayısı çok fazladır. Aynı zamanda sihirbaz olan bir ajan (YILDIRIM SİHİRBAZ), unutulmaz pankreas güreşçisi ve bir seminole kızılderilisi (DEMİR PENÇE), dev maymun robot MİTEK’in yer aldığı CANAVARLAR ÇARPIŞIYOR gibi. 54.sayısında dergi Amerikan üretimi süper kahramanlara Avrupa yapımı bir tanesini ekler. Pısırık bir öğretmen bir mezarlıkta neden ataları gibi cesaretli olmadığını kendi kendine sorguladığı bir anda, orada bulduğu bir miğferi kafasına geçirmesiyle yüzyıllar öncesinin OLAF LARSEN adlı efsanevi viking savaşçısına dönüşür ve kötülere karşı savaşmaya başlar. Bilimselliğe sırtını yaslamağa çabalayan ve bunu büyük ölçüde başaran amerikan süperkahramanlarının aksine burada karakterin oluşmasında efsane ve mucize kavramlarından yararlanılır. Futbol tutkusunu da Abdullah TURHAN vasıtasıyla METİN OKTAY’ın yaşam öyküsünden esinlenerek çizilen tek yerli çizgi seri GOL KRALI ALİ ile gidermeğe çalışan 1001 ROMAN karşısında CEYLAN çok önemli bir rakiptir. 22 Ocak 1966 da gazete bayilerine verilir. Esas tema yine bilim kurgudur. Unutulmaz serileri ise daha önce KARTAL mecmuasında tanıyıp çok sevdiğimiz ROBOT ALİ ve tuhaf bir anti kahraman sayılabilecek ÖRÜMCEK ADAM oluşturur. Amerikan yapımı aynı adlı eserle hiçbir ortak bağı olmayan karakter zamanla kendi suçlu görüntüsünden suçlulara karşı mücadele ederek sıyrılacaktır. CEYLAN, bilim kurgunun çeşitli temalarında dolaşır ve sanki bu türün özel bir dergisi olarak zihinlere kazınır. 60’lar çizgiromanseverler için tam bir şölendir. Mecmualar hem adet olarak fazladır hem de gençleri çekebilecek macera olgusuna yönelik seriler kendi özel tutkunlarını da yaratır. Ama asıl sorun her yaşa hitap etmesine karşın bu bollukta kızlara özel bir derginin olmamasıdır. Bu eksikliği orijinali PRINCESS TINA olan
94
95
Özel Dosya
Özel Dosya dergiden yararlanan TİNA giderir. Daha sonra aynı tarz, PRENSES ve daha sonra bizden bir isimle ÇİĞDEM ile sürdürülür. İngiltere menşeli PRINCESS (başlangıç:1960) ve TİNA( başlangıç:25.02.1967) dergilerinin 16.09.1967 de birleşmesinden doğan PRINCESS TİNA, Ceylan Yayınları’nın yine Fleetway’den telif almasıyla TİNA adıyla 5 Temmuz 1967 de erkek dünyasının hâkimiyetindeki çizgiroman furyasına katılır. İstisnalar dışında bayan karakterlerin yan rollerde gözüktüğü, çoğunlukla nişanlı olarak sosyal bir statüde kaldıkları alana TİNA öyle bir girerki sanki erkek karakterler elin tersiyle bir tarafta bırakılmış yerlerine 15-20 yaş arasını süren genç bayanlar gelmiştir. Ve her türden macerada lider konumundadırlar. TİNA’nın hep gülümseyen ve modayı takip eden genç kız yüzlerinden oluşan kapak resimlerini çizen JEAN SIDOBRE adlı (1924-88) bir fransızdır. İlginç olan bu sanatçının 1970-1990 yılları arasında tamamıyla çocuklara yönelik tatlı seriler oluşturması yanında 1978 sonrasında GEORGE LEWIS takma adıyla erotik- pornografik çizgi dünyasında yer alması ve kırbaçlama-sadizm aralığında eserler hazırlamasıdır. SOLANO LOPEZ bildiğim ve keyif aldığım en önemli İspanyol sanatçısıydı, ta ki aynı ülkeden pek çok sanatçı yeni bir seri içine akın edene dek. KORKU MAGAZİN’in 1970 de başlayan aylık döneminden bahsediyorum. EERIE ve CREEPY dergileri muhteviyatından beslenen KORKU, 143 sayı süren haftalık yayınını bitirmiş ve bu yeni serisinde artistik özellikleriyle farklarını gösteren değerli ve dünya çapında İspanyol sanatçıya yer açmıştır. Birbirinden güzel kızları ile bilhassa savaşçı DAX serisiyle “heroic fantasy” türünün ustalarından ESTEBAN MAROTO, fotoğraftan yararlanan, yakın plan çizimlerini yeğleyen ve koyu gölgeleme ile dehşet atmosferleri oluşturmada benzersiz LUIS GARCIA, tipleme ve kanlı görüntüleriyle korkudan ziyade dehşeti başarıyla veren JOSE M. BEA, katastrofobik ortam yaratmada başka bir usta AURALEON, vs dehşetin yeni ustalarıdır. Milliyet gazetesi 70 başında her gün farklı bir ilave vermeğe başlar. Milliyet sanat dergisi örneğin bu uygulamadan doğmuştur. Haftanın yedi günü yayınlanan dergilerden biri de Milliyet ÇOCUK adını taşıyordu. Karma dergiciliğin en önemlilerinden biriydi. Daha sonra TERCÜMAN ve HÜRRİYET gazeteleri aynı şekilde ÇOCUK dergilerini çıkardılar. Sayfalarında çok sayıda Fransız, Belçika ve İspanyol sanatçının eserleriyle karşılaştık. Örneğin Uzun BADİ (Buddy Longway) ile ana karakterin ilerleyen yaş hallerine de tanık olduğumuz müthiş bir western, THORGAL ile Kuzey mitolojisi içinde yer aldık. Dergiler bize Avrupa çizgiromanının ne denli gelişmiş olduğunu gösterdiler. Şahsi fikrime göre İtalyanların hızlı üretme yeteneklerini bir tarafa bırakırsak tartışmayı diğer ülke örneklerini de katarak yapmakta büyük yarar olduğunu düşünüyorum. Görüleceği üzere bizler çok kısır tartışmalarda alanı hep daraltıyoruz. Yaşamın pek çok konusuna belli bir noktadan bakıyoruz. Bütünü nedense görmeden konuşuyoruz. Konumuz olan çizgiromanda da aslında çok uzun bir yazı olabilecek bir konuda küçük bir özet oluşturdum. Anlatacak yığınla dergi ve bağımsız kitap var. Bu özette bile aslında ne denli büyük bir ülke, çizer ve seri zenginliği içerisinde olduğumuzu görebiliriz. Bu zenginliği şartlanmalardan uzak olarak yavaşça incelemek gerekiyor. Hepsinden alınacak farklı tatlar var. İyi bir çizgiroman okuruna düşen görev bence budur. Saygı ve sevgilerimle. Hüsnü ÇORUK
96
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Alfa Yayıncılık
“Tarihte Onurlu Bir Yer” Son 30 yıl içinde çizgi roman okumuş olup da Alfa Yayınlarının özel bir yayınevi olduğunu görmemiş olan yoktur: Alfa Yayınları kendinden önce ve sonra olmayan bir işi başararak okurlarıyla ilişki kurmayı becermiştir. … Logosunu Marvel Comics’e dönüşmeden önce adı Atlas Comics olan yayınevinin logosuna çok benzettiğim “Alfa Yayınları”, 1978 yılında kendi yazıp-çizdiği çizgi romanı, Yüzbaşı Volkan’ı basmak üzere yayınevi kurmaya karar veren Ali Recan tarafından kuruldu, çizgi roman dünyamızda değişiklikler ve yenilikler sunulacak bir süreç de bu şekilde başlamış oldu. Belki de bu yeniliklerin başında gelen ilk şey modern zamanda geçen “ciddi” bir çizgi roman kahramanını yayınlanıyor olmasıydı. Türk çizgi romanı milliyetçi-hamasi tarihi çizgi romanlara saplanıp kalmışken, mizahi çizgi roman yapanlar kendilerini daha klas olmak adına “karikatürist” olarak görme inadını sürdürürken Ali Recan bu kalıpların dışına çıkabileceği bir mecra arayışına girmiştir. Belki yine milliyetçi-hamasi bir çizgide ilerlemiştir ancak tarih saplantısından uzaklaşması onu farklı bir yere taşımıştır. Aşkın Güngör’le gerçekleştirdiğim röportajda benimle paylaştığı düşüncesi tam da bu görüşü destekler niteliktedir: “Bak, aklıma geldi, konu konuyu açıyor; yıllarca Yüzbaşı Volkan’ı küçümsedik çizgi işiyle ilgilenenler. Dedik ki, “Fotokopiyle, antiskopla üretiliyor, böyle iş mi olur?” Ama şimdi bakıyorum ve “İyi ki Yüzbaşı Volkan var,” diyorum. Başka bir güncel Türk çizgi roman kahramanı yok çünkü. Ne acı” Yine de Alfa Yayınları orijinal fikirler ve çizgiler üretti diyebilir miyiz bilemiyorum ancak gerçek şu ki “Kaptan Venüs”le yerli yazarçizerlerin uzak durduğu alan olan bilimkurgu eser üretme inadı gününü yakalamanın ötesine geçmeye çalışan bir vizyonun işaretidir. Alfa Yayınları geleceği yakalama sevdasına yakalanmıştı… Hatta geçmişi… 20 Haziran 1980 Alfa Yayınlarının Keloğlan, Sipru ve Tenten denemelerinden sonra zirveye çıkacağı eseri bastığı milat olmuştur:
97
Özel Dosya
Özel Dosya
Conan Conan olağanüstü bir beğeni kazanmış, çok sevilmiştir. Hiborya Çağının Yenilmez Barbarının bugün bile belli yaş üzeri okurları da, genç okurları kendine bağlamış olması ve bugün bile bazı yayınevlerinin onun maceralarını basarak zamanında oluşmuş temel üzerinde ayakta durmasını sağlamış olması bunun ispatıdır. Conan ve eli kılıçlı barbar avanesi (Red Sonja, Kull) çizgi romanımızı kaslı omuzlarında uzun süre taşımıştır desek yeridir. Hatta bugün basılıp basılmayacağı belirsizliğini koruyan Kral Kull hikayelerinin merakla bekleniyor olması da bu sürecin mirasıdır. Hatta Alfa Yayınlarının dilimize kazandırdığı ve bizi uzayın derinlikleriyle bilim-büyü çarpışmalarının içine sürüklediği çizgi roman “Uzay Savaşçısı Rom”la tanıştırması hala hatırlardadır. Bir oyuncak firması için üretilen ve telifinin kimde olduğu belli olmayan eser hala mizahi çizgi romanları üretilen ve tekrar basılması hayali kurulan unutulmazlar arasındadır ve bu şekilde Alfa Yayınları Ali Recan döneminde arzu ettiği üzere çizgi romanın da okurlarının da geleceğini ele geçirmiştir. Derken Ali Recan’lı günler sona erer. Maddi zorluklar sebebiyle Turgut Sağıroğlu’yla ortak olan, Recan, daha sonra kurduğu yayınevinden ayrılacak bir süre daha çizgi romandan kopmadan hayata tutunmaya gayret edecektir. Ancak Alfa Yayınları yayın hayatını kaldığı yerden sürdürecektir. Aile şirketine dönüşen yayınevi yönetiminde Gül Sağıroğlu, Lale Sağıroğlu Gücüm ile Fikri Gücüm yer alacak, birçok genç ve çizgi roman sevdalısı gence kapılar açılacak ancak yine de bazı yanlışlar sonucu yayınevi asla aynı popülaritesine kavuşamayacaktır. Dönüşümlü olarak Erdal Çakıcıoğlu, Kosta Ceran, Aşkın Güngör, Hakan Alpin, Ali Düzgün, Haluk Alpin, Kadir Ertan Sevgi gibi isimleri kadrosunda barındıran yayınevi yayın hayatına son verene dek çizgi romanımıza kazandıracağı yenilikleri kovalamayı sürdürmüştür. Alfa Yayınları her şeyden evvel çizgi romanın en büyük eksiğinin inceleme-araştırma yönünden zayıf kaldığını fark ederek büyük bir açığı kapatmak için olsa gerek; ve belki de bünyesinde barındırdığı isimlerden bazılarına ilham verecek olan, bir dergiyi çıkarmaya başlamıştır. “1990’da Alfa’nın editörlüğünü yürüten Erdal Çakıcıoğlu’nun sürüklediği bir “Yerli Çizgi Roman Dergisi” projesinde yer aldım. Adı bile “konamayan” bu derginin —ki, ihtimallerden biri Alfa Çizgi Roman’dı— çizerlerinden biriydim.” diye anıyor o dergiyi Aşkın Güngör ve maliyetinin büyüklüğü sebebiyle yönetimin kararıyla yayınının durdurulduğunu belirtiyor Aşkın Güngör. Sonra girişleri Conan’ın arka sayfalarında paylaşılan ama devamı bir türlü basılamayan iki yerli çizgi roman denemesi geliyor gündeme:
98
Son Osmanlı (Hakan Alpin) ile Kaptan Alyo (Ali Düzgün). Bu arada yayınevinin Erdal Çakıcıoğlu’nun iki sayı çizdiği, Aşkın Güngör’ün tamamladığı “Conan İstanbul’da”, Yıldırım Örer’in “Top Gun” uyarlaması ile yerli çizgilerde tutunmaya çalıştığı söylenebilir. Kaldı ki amatörlerin çizgilerini yayınlamasıyla bugün çizgi roman dünyamıza onlarca çizer kazandırdığını göz önüne alırsak Alfa Yayınlarının bunu başardığını söylemek asla yanlış olmaz. Tabii okur mektuplarına yer vermiş olması da yadsınamaz bir gerçeğe dikkatimizi çekiyor: Mektupları yayınlanmış onlarca okur bugün çizgi roman adına ya bir forum alanı yönetiyor, ya incelemearaştırma yazıları yazıyor ya da oradan elde ettiği özgüvenle çizgi roman dışı işlerde yazıyor. Belki Alfa Çizgi Roman dergisi yayın hayatını sürdüremedi ama yayınevi uzun yoldan hedefine ulaşmış oldu. Bu arada okurlarının gözünden kaçmayan ve görülmeyecek gibi de olmayan bir şey oldu: Yayınlarda ciddi bir baskı kalitesi kaybı yaşandı! Özellikle Punisher’i okumuş olanlar “çamur gibi baskı” tanımını tam da bu baskılar için kullanmanın yanlış olmadığını bilirler. Zaten bu dönem yayınevinin inişe geçtiği dönemlerdir ve Aşkın Güngör bunu bir zamanlar Salata Mizah Dergisi’ni çıkaran Hayri Önder’in Genel Koordinatörlüğe getirilmesine bağlıyor: “Hayri Önder ilk olarak okurun ne verirseniz onu yiyeceğini iddia ederek Conan’ın renkli basımını baltalamakla başladı işe. Kapak arkalarına tuhaf ve fazlasıyla karikatürize reklamlar eklemeye koyuldu. Yurt dışından gelen, proof diye tabir edilen —kaliteli film alınmasına olanak tanıyan orjinale yakın çizgi roman sayfaları— materyallerin gelmesine gerek olmadığını söyleyerek renkli sayfalardan alınan fotokopilerin kullanılmasına önayak oldu.” Conan parodisi Groo, Dörtgöz’le Dazlak (Mortadelo y Filemon), Sevimli Üçlü gibi mizahi çizgi romanlarla Punisher, Teks, Futbolcu (Roel Dukstra), Keloğlan, Zorlu İkili ile Kedi Kız (Cat Claw); ki bunların ikisi dışındakiler cinsel içerikli veya fazlaca sulu Salata mizahına yakın çizgidedirler neredeyse, basılmış ancak yayınevinin batışı engellenememiştir. 1999 yılında Alfa adını kullanarak ismi tekrar diriltmek isteyen Ali Recan’ın çabaları boşa gitmiş, Alfa Yayınları okurlarına veda etmiştir. Böylece 1978 yılında başlayan bir Alfa Yayınları efsanesi sona ermiş, okurlar ve amatör çizerler kendilerine kol kanat gererek sayfalarında yer veren, mektuplarına yanıt vermekten zevk alan bir yayınevinin çizgi roman dünyamıza kazandırdığı zenginliklerle tarihteki onurlu yerine yerleşişine tanık olmuşlardır. Kaynaklar ÇROP – Aşkın Güngör Röportajı 1 ve 2. Bölümler Çizgi Roman.net Çizgi Diyarı.com Ümit KİREÇÇİ umitlila@gmail.com http://cizgiromanokurlariplatformu.blogspot.com/
99
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
ALFA Çizgi Roman Dergisi
“Kaptan Alyo” - “Son Osmanlı” Biz ÇR severler için Alfa Yayınları’nın önemi çok büyüktür. Her ne kadar bugün bakıldığında yapılanlar çok tatminkâr görünmesede bulunduğu dönem içinde değerlendirildiğinde biz okuyuculara ve ÇR tutkunlarına büyük hizmetleri olmuştur. Alfa Yayınları’nı diğerlerinden ayıran en büyük faktör genelde benimsemiş olduğu Amerikan kaynaklı ÇR’ları yayımlaması değil esasen dergilerin arkasında okuyucu köşelerinin olması ve burada okuyucularla kurdukları içten diyalog, okuyucu mektuplarına ve çizimlerine yer vermesiydi. İşte bu nokta da Alfa bir yandan kendisine bağlı bir okuyucu kitlesi oluştururken bir yandan da (aslında belki de düşünmediği bir şekilde) okuyucular arasında dostlukların oluşmasına ve onların bir şekilde ÇR yazmaya/çizmeye hevesli, idealist bir kitleye de dönüşmesine vesile olmaktaydı. Bu ilginin ve ortak paylaşımların neticesinde de birbirlerini aslında hiç görmemiş insanlar arasında mektup arkadaşlıkları ile başlayıp zamanla sıkı dostluklara dönüşen bir birliktelik oluşmuştur. Alfa’nın okuyucu köşelerindeki bu dinamizmin farkına varması onu başka girişimlere de yönlendirmiştir. Belli bir geleneksel yapıya dönüşmese de düzensiz aralıklarla yapılan resim/ÇR yarışmaları ve nihayetinde de Alfa’da tüm okuyucuların davet edildiği ve yanlış hatırlamıyorsam yapılan ilk ve son toplantı bu girişimlerin en önemlileridir. Bu toplantının bir dönüm noktası olduğunu söylemek belki de çok yanlış olmaz. Bu toplantı sayesinde okuyucu köşelerinden birbirini tanıyan birçok genç, dostluklarını daha da ileriye taşıma fırsatı yakaladı. Bu toplantı hakkında yüzeysel olsa da daha fazla bilgiye ve fotoğraflara Conan’ın 152'si sayısından ulaşılabilir. (Burada küçük bir not ekleyim, tüm katılımcıların yeraldığı fotoğrafta en sağda bulunan Gül Feride Sağıroğlu’nun yanında duran kişinin adı resim altında Yıldıray Çınar olarak geçmektedir. Esasen o nâcizane suretin sahibi Ali Düzgün olmaktadır, Yıldıray Çınar ise sanıyorum altta sol başta elinde dergi tutan arkadaştır.) Bütün bu yakınlaşmanın neticesinde ilerleyen arkadaşlıklar zaman içerisinde meyvesini vermeye başlar ilk önceleri Koloni ve Kosta Ceran'ın dergisi gibi fotokopi fanzinler daha ileri dönemlerde de Darkwood Sakinleri, Çapa Çizgiroman gibi daha oturmuş dergiler görülmeye başlar. Tabii bu noktaya geldikten sonra bütün bu girişimlerin daha da ileriye gitmemesi mümkün değildir. Velhasıl Alfa ile başlayan diyalog zaman içinde okuyucu köşelerinden Kosta Ceran, Aşkın Güngör gibi isimleri yayın yönetmeni olarak Alfa'ya kazandırmıştır. Ve devamında da birbiriyle kaynaşmış ve arkadaş olmuş olan bu okuyucu grubu Alfa'ya daha da sık gelip daha fazla diyaloğun gelişmesini sağlamıştır. Tabii gerekse bu değerli yayın yönetmeni
100
0 Rh+ için hazırlanan Kaptan Alyo'dan bir sayfa...
101
Özel Dosya
Özel Dosya
arkadaşların girişimleri, gerekse okuyucuların yaptığı baskılar Gül Feride Sağıroğlu'nun nezdinde Alfa'nın okuyucularına karşı kendisini borçlu hissetmesini sağlamış ve son hamlede Hakan Alpin ile beraber girişimimizle Alfa bir yerli ÇR dergisi çıkarmaya ikna olmuştur. Alfa dergiyi çıkarmaya ikna olmuştur ama derginin içeriği ve kahraman nasıl olacaktır. Bunun çözümü de aslında biraz daha geride yatmaktadır. Alfa Yayınları ile bir ilgisi olmayan, Gül Feride Sağıroğlu'nun akrabası olan şu anda adını hatırlayamadığım bir girişimci Beyazıt'ta eski minübüs durağının arkasında Alfa Matbaası'nı kurmuş ve Alfa Yayınları'ndan da Aşkın Güngör'ü bünyesine katmıştır. Çok önemli olmasa da yine de belirtmekte fayda var; aralarında akrabalık söz konusu olsa da isim benzerliği kimseyi yanıltmasın her iki yapı da tamamen birbirinden ayrıdır ve ayrı yönetilmektedir. Değerli yazar (hatta o dönemde çizer) ve iflah olmaz ÇR tutkunu Aşkın Güngör burada da rahat durmamış matbaa sahibini bir ÇR dergisi çıkarmaya ikna etmiştir. Devamında da K.Ertan Sevgi, Kenan Kablan, Faysal Kemerizlioğlu, Hakan Alpin ve Ali Düzgün gibi yazar/çizer takımına Orkun Uçar ve rahmetli Metin Demirhan gibi mizah dergilerinde boy göstermiş isimlerin de katılmasıyla aslında düşünülen dergi de şekillenmiştir. Çalışmalar hareretle başlar ve H.R. Giger'dan esinlenerek derginin ismi "0 Rh+" konulur (burada da bir parantez açmakta fayda var; 8 sayı çıkan "Rh+" dergisiyle isim benzerliği ve Metin Demirhan'ın bu dergide de yeralması dışında iki derginin de birbiriyle hiçbir bağlantısı yoktur. "0 Rh+" projesi, "Rh+"ten birkaç sene önce düşünülmüş bir dergidir.) Derginin şekli piyasadaki mizah dergilerinin ebatında ve sayfa sayısında olacaktır. Mizah dergilerinden tek ve en büyük farkı bildiğimiz anlamda bol olarak ÇR'lara yer verecek olmasıdır. Velhasıl Rh+'de aynı düşünce ile çıkmış ama daha deneysel bir dergi olmuştur. Dergiye bir oda tahsis edilir ve çalışmalar hızla başlar. 6. sayıya kadar çalışmalar hemen hemen tamamlanır ve ilk sayının filmleri alınıp montajı vs. baskı hazırlıkları yapılır ve beklenmeye başlanır. Lakin matbaa sahibinden bir türlü baskıya girin onayı gelmez. Bir toplantı düzenlenir, genel ifade olumludur ama bir türlü beklenen gelişme olmamaktadır ve en sonunda kötü haber gelir. "Derginin yayınından vazgeçilmiştir" ve proje rafa kalkar (0 Rh+ hakkında derginin mimarı Aşkın Güngör'den daha detaylı bilgi edinilebilir). İşte "Alfa ÇR Dergisi"nin kökleri de ÇR tarihimizin kayıp sayfalarında yeralan "0 Rh+"e uzanmaktadır. Dergide birçok ÇR vardır, lakin iki tanesi diğerlerinden, belli bir kahramana ait olan seri olarak düşünülmesi sebebiyle ayrılmaktadır. Bu iki kahraman Hakan Alpin'in "Son Osmanlı"sı ve Ali Düzgün'ün "Kaptan Alyo"sudur. Alfa ÇR Dergisi'de tamamıyla bu iki karakter üzerine kurgulanmıştır. Derginin adı genel olarak "Alfa ÇR Dergisi" olarak lanse edilse de aslında dergi 2 ayrı kahraman'ın yeraldığı 2 ayrı yüzü olan bir dergi olarak düşünülmüştür. Derginin bir yüzünde kendine ait logosu ve kapağıyla "Kaptan Alyo" yeralırken, diğer yüzünde de ters çevrildiğinde yine kendine ait logosu ve kapağıyla "Son Osmanlı" yer almaktadır. Yani derginin arka yüzü yoktur ve tek dergi maliyetiyle bir nevi 2 ayrı dergi piyasaya sürülmüş olacaktır. Bu farklı mizanpaja sahip derginin teknik hazırlığı da o dönemde her ne kadar Alfa Yayınları'nda çalışmıyor olsa da değerli dost Aşkın Güngör'ün katkılarıyla çözülmüş ve ilk sayı baskıya hazır hale getirilmiştir. Hakan Alpin ve Ali Düzgün'den oluşan kadroya yazar olarak Kenan Kablan (Kaptan Alyo) ve H.Faysal Kemerizlioğlu'da (Son Osmanlı) katılmıştır. Derginin ilk sayısını takiben kısa sürede ikinci sayının da çalışmaları biter ve üçüncü sayının hazırlıkları başlar. Bu esnada ilk abonelik başvuruları da gelmeye başlamıştır. Herkeste tatlı bir heyecan vardır. Kolay değildir aslında. Alfa'nın okuyucu sayfalarından yetişen ve kısır piyasa da başarılı girişimler yapmış bir grup genç, bir ülkenin yıllar süren yerli çizgiroman hasretine, yeni bir anlayışla son vermek üzeredir. Bitip tükenmeyen koşturmaların, 1001 fedakarlığın; okullarda yırtılıp çöpe atılan, evlerde sobalarda yakılan ÇR'ların acısı çıkmak üzeredir. Kimbilir belki de yeni bir dönem başlayacaktır. Okuyucu köşelerinden bugünlere gelenlerin ürettiği dergiden yeni yazarlar, yeni çizerler çıkacak, bayrağı daha da ileriye taşıyacaklardır. Heyecanlı bekleyiş had safhaya çıkmıştır artık. Dağıtım planları bayi bayi yapılmış, dergi montajlanıp baskıya hazır olarak matbaaya gönderilmiştir. Dergi baskı planında sırasını beklemektedir. Derginin matbaadan gelmesi heyecanla beklenirken dağıtım firmasından bir telefon gelir. Alfa'yı temsilen Gül
102
Alfa ÇR Dergisi'nde Kaptan Alyo'nun 3. sayısına ait ilk sayfa
103
Özel Dosya
Özel Dosya Feride Hanım toplantıya çağırılır.Alfa'nın dışında o dönemde aktif olan diğer 4 ÇR yayınevi de toplantıya çağırılmıştır. Toplantı adeta ölüm ilanı gibidir. Dağıtımcı şirket, dağıtım bedeli bahanesiyle ağır şartlar öne sürer. Dağıtım bedeli olarak dergi ekiket fiyatının %60'ı istenmektedir. Ve dergi satmasa bile 5000 adet satmış gibi garanti para ödenecektir. Bu toplantı neticesinde Alfa Yayınları ve Tay Yayınları dışında diğer 3 yayınevi hemen yayınlarını durdurur ve piyasadan çekilirler. Alfa ve Tay ise biraz daha bu şartlara direnecek ve çok geçmeden bir süre sonra yayın hayatlarına son vereceklerdir. Zannımca ÇR tarihimizin en kara günü o toplantı günüdür. Ne manidardır ki artık bir tröst olan dağıtımcı firmanın bu darbesinden sonra Sezen Yalçıner'i Kanal D'ye çıkartıp ÇR'ının bittiğini söyleten muhterem bir süre sonra başta Zagor olmak üzere vs. ÇR'ları "AD" etiketiyle kendisi yayınlamıştır. Yine ne kadar ilginçtir ki "Dağıtımcı Tröstün" etkin gücü yine bu muhteremdir. Bu mevzular ince mevzulardır. Daha fazlasına bilen varsa söylesin bizde daha detaylı öğrenelim. En azından son bir tespitte bulunmak isterim ki ÇR'cılığımızın önündeki en önemli engel dağıtım terörünün bir türlü aşılamamasıdır. Herneyse; bizdeki heyecanlı bekleyiş sürerken Gül Feride Hanım toplantıdan döner, yüzü çok keyifsizdir, bizlere durumu aktarır. Bu şartlarda amiral gemisi Conan ile bir süre daha dayanmaya çalışacağını lakin diğer dergilerinin yayınlarını durduracağını ve maalesef ki artık "Alfa ÇR Dergisi"ni de yayınlamasının mümkün olamayacağını, yine de Alfa okuyucularına borçlu olduğunu en azından Conan'ın arkasında ayrı bir dergi gibi dergiyi renkli kuşe kapağıyla basacağını, biraz da olsa verdiği sözü yerine getirmeye çalışacağını söyler. Ve zaten matbaada baskıya hazır halde bekleyen dergi bağımsız bir yayın olarak olmasa da basılıp, Conan'la birlikte mücelliti yapılarak Conan'ın içinde ilave bir kısım olarak okuyucularla buluşmayı başarır. Bu sayede en azından doğmadan yok olan bir çok dergi gibi unutulup gitmektense küçükte olsa ÇR tarihimizde bir iz bırakmayı başarabilmiştir. "Alfa ÇR Dergisi"nde yapılan çalışmalar tamamen idealistçe yapılmış ve Alfa'ya hiçbir maliyet getirmemiştir. Ne yazık ki Kaptan Alyo'nun ilk iki sayısını oluşturan çalışmalar bugün elimde bulunmamaktadır. Alfa'nın kapanmasıyla beraber kimbilir şu an o sayfalar nerededir? Gerçi basılmamış veya okuyucusuna kavuşmamış sayfaların ne önemi varki!? "O" sayfalara anlam katan birçok kişinin okuması ve kendi içlerinde yaşatabilmesidir. Kimbilir belki bir gün bazı şeyler değişir ve Kaptan Alyo o noktaya gelebilir. Ama şimdilik, o güne kadar, en azından, benim içimde yaşamaya devam edecektir. Ali DÜZGÜN
104
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Galaksi Yayıncılık
“Prematüre ama Evlat” “Aşkın'a hak veriyorum: Doğrudur, prematüre doğmuştu Galaksi. Ama unutulmamalı ki evladı sakat doğsa da insan "evladımdır" deyip son ana kadar mücadelesini sürdürmüyor mu? Galiba benim en büyük hatam da bu oldu.” demişti röportajında Necattin Sinanç. … İş arayan genç bir adamın Alfa Yayınlarının kapısından içeri girmesiyle başlıyor bu macera. Evlilik, İstanbul’a yerleşme derken yayınevinin paketleme servisinde işe başlamasıyla tanışmış Necattin Sinanç çizgi romanla. Çok da sevmiş. Başta Conan olmak üzere Teks ve Punisher’e bayılmış. Gül Sağıroğlu’nun yönetiminin sıcaklığı ve diğer çalışanların özverili ve çizgi roman aşkıyla ast-üst ilişkisinden uzak çalışma yöntemleri onu yayın dünyasının içine daha da çekmiş. Önce elini kaptırmış sonra da kolunu. Çizgi romanın büyüsüne kapılan, Sinanç fırsat buldukça farklı kademelerde çalışmaya başlamış gönüllü olarak. “Paketlemesinden nakliyesine, muhasebesinden kaligrafisine, aylar öncesinden yayınların yapacağı satışları programlayarak planlar yapardık.” diye anlatıyor bu süreci, Sinanç. Ancak belki de onu en çok etkileyen ve yayınevi kurmaya heveslendiren okurlarla bir araya gelmesi oluyor. Hele hele çizgi romanla tanışmamış olanları çizgi roman okumaya heveslendirmesi onu daha da itiyor yayıncılık sevdasına. Nitekim Alfa Yayınlarından edindiği deneyimlerle ve çizgi roman aşkıyla hesaplar yapmaya başlıyor, önce Teks gibi dev bir yayını basmayı, sonra yerli yapımlar üretmeyi ardından da bu yayınların çizgi filmlerini hazırlamayı tasarlıyor ve fırsatını bulur bulmaz harekete geçiyor. Galaksi yayıncılık kurulmuş oluyor. Yanına yayıncılıktan anlamayan kuzenini alan, Sinan, Aşkın Güngör’den gördüğü büyük destekle Teks’in telifini alıyor. Aslında belki de o günlerde arzu ettiği gibi Teks’i orijinal boyut ve kalitesinde bassa okurun ancak yakın zamanda elinde tutabildiği kaliteyi sunacak, diğer yayınevlerini de yanına çekecek, onları kaliteli baskıya zorlayacaktır. Olmuyor bu dileği. Ekonomik koşullar buna izin vermiyor. Sonra da asıl felaket geliyor…
105
Özel Dosya
Özel Dosya
Teks, yarım öykü olarak geliyor eline. Bonelli Comics ona girişi başka bir yayınevine satılmış öykünün devamını gönderiyor önce. Tabii parasını da alarak. Aşkın Güngör’ün tüm uyarılarına rağmen bu sayıya para yatırmış olan Galaksi Yayıncılık geri dönüşü olmayan bir yola girerek başı olmayan, özetli bir öykü basar. Elbette piyasaya bir-sıfır yenik girmiş olur. Ancak Galaksi Yayıncılık bir okur fizibilitesi yapmıştır ve Teks’in her şekilde satılabileceğini ve zarara girmeyeceğini hesaplamıştır. 10 bin baskıyla piyasaya çıkacak olan yeni Teks % 32’lik bir oranını satarsa zarara girmeyecektir. Bu arada bir ilk gerçekleşmiş, hiç ücret almadan çizgi roman sevgisiyle her işe koşan Aşkın Güngör “Estarabim” adlı köşeyi yazmış, belki de ilk defa ülkemizde yayınlanan bir fumettide okur mektuplarına yanıt vermişti. Ancak Teks okurunun ağırbaşlı ve oturaklı oluşu onun Punisher ve Conan’daki mizahi dilini değiştirmesi zorunluğunu dayatmıştı. “Biz onların beklentisine uymaya çalışana dek Necattin tükendi” diye anlatıyor Aşkın Güngör olanları. Bu arada kapaklarla ilgili yaşanan sıkıntı baş gösteriyor. İnce basılan Teks’in orijinal kapakları bitiyor, profesyonel çizerler yayınevini zorlayan rakamlar talep ederler, Ali Düzgün son derece uygun rakamlarla kapak hazırlasa da Galaksi’nin bunu bile karşılayacak durumu yoktur, artık sona yaklaşılmıştır. Üstüne üstlük Teks için tahmininden de yüksek bir telif ödemek durumunda kalır Galaksi yayınları. “Sonraki her on sayıda bu oran aşamalı olarak %30 indirilecekti. Ama devam edemediğim için böyle bir yanlış fikirle karşı karşıya kaldım. Aslında ilk 40 sayıya ulaştığımda Conan'la telif ücretleri aynı düzeye inecekti. Tabii bunun yanında yeni yayınlar alma imkanı da doğacaktı.” açıklamasını getiriyor Necattin Sinanç. “Ancak zaten bütün maliyet hesaplarını yapmıştım. Tabii ki telif ücreti de bunun içindeydi. Ama hiç telif ücreti ödemeden bu yayınları alsaydım bile yine de dağıtım şartlarının altından kalkamazdım.” Sözleriyle de halen süren mafyavari dağıtım ağı sorununa dikkat çekiyor. Daha sonra stokların eritilmesi için ciltlere girilecek, her hâlükârda kar edilecektir. Ancak yanlış hesap YAYSAT’tan dönecektir… Dağıtım ağını ve payını farklı düşünmüş olan Galaksi Yayıncılık dağıtım sistemiyle karşılaşınca sert bir duvara toslar. Görür ki dağıtım firması yayıncıdan bir anasının nikahını istememektedir “Yaysat % 40 dağıtım hakkı istemişti benden. Bunun üzerine maliyeti koyduğumuzda % 60 gibi bir satış yakalamam gerekiyordu. Bu imkansızdı. Bütün hayallerim o cevap yazısında gömülü kaldı. Yaptığım itirazlar ve ricalar yetersiz kaldı. Alfa Yayıncılık için alınan %20 dağıtım payı beni yanıltmıştı. Hatta bazı yayınlarda %15 alınıyordu. Basılmış yayınları ne yapacaktım? Acaba okur bana bir sürpriz yapabilir miydi? Bütün umudum okura kalmıştı. İlk dört sayı ortalaması %39 idi. Aslında fena da satmamıştı. Ama bu asla yeni sayıları devam ettirmeme imkan tanımayacaktı. Yine de bırakmayıp telif haklarını aldığım sayıları basma kararımdan vazgeçmedim.”
106
sözleriyle açıklıyor bu dağıtım firmasının yayınevine gizli ortaklığını Necattin Sinanç. Bu arada belki de bugün Teks basan yayınevlerine miras kalan bir okur araştırması yapmış gibidir “Neticede Teks’in okur yüzdesi ortaya çıkmıştı. % 35 ile % 45 arası.”… Ve bu kadar! Galaksi Yayıncılık, dağıtım sorunları da eklenince ciddi bir yara almış, bir daha da kendine gelememiş, kapanmıştır. Necattin Sinanç’la gerçekleştirdiğim röportajda da belirttiği gibi “Galaksi Yayıncılık'ın prematüre doğuşu ölümünü hızlandırdı.” … Ancak şurası kesindir ki, çizgi roman piyasamızda yerli çalışmalardan çok yabancı eserlere yönelen yayınevleri için bu tarz denemeler hatalardan dönebilmek için örnek teşkil etmiş hafızalarda dikkate alınacak deneyimler olarak yer etmiştir. Tabii profesyonel düzeyde çizgi roman koleksiyonu yapanlar için de bu bir görünüp kaybolan yayınlar son derece önemli malzemelere dönüşmüştür. Kaynaklar ÇROP – Necattin Sinanç Röportajı ÇROP – Aşkın Güngör Röportajı 1 ve 2. Bölüm Ümit KİREÇÇİ umitlila@gmail.com http://cizgiromanokurlariplatformu.blogspot.com
107
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
AD Yayıncılık Günleri ve Çizgi Romanları 90’ların ikinci yarısının başında start alan yayıncılık kariyerimin daha ilk aylarında yolum en yakın çocukluk arkadaşlarımdan biriyle kesişti. Bu arkadaşımın adı “çizgi roman” idi. 80’li yıllarda geçen çocukluğum boyunca çizgi romanların bolca olduğu, hatta herkesin bizdeki çizgi romanları okumak için kapımızı aşındırdığı bir evde yaşadım. En azından yazları… Hem babam, hem de abim birer çizgi roman müptelasıydı. Annem en büyük hamlesini yapıp bana çizgi romanların çoğunluğunu sattırana kadar kesin bir muhalefet içerisinde değildi çizgi romanlara karşı. 10 yaşlarında sattığım o çizgi romanlara hâlâ yanarım. Yalnızca şimdi çok değerli olduklarından değil, esas olarak abime ait oldukları için. Bu konuda ona karşı vicdanım her zaman biraz yaralı kalacak. Kalan çizgi romanlar da eve giren hırsızların gazabına uğramıştı. Teksas, Tommiks ile başlasa da tanışıklığımız, arkadaşlığımızın pekişmesi bu yıllarda Zagor, Conan, Martin Mystere, Alaska, Jeriko, Judas gibi kitaplar sayesinde oldu daha çok. Ama bunun dışında ne çıkıyorsa bizim eve girerdi: Örümcek Adam, Süpermen, artık aklınıza ne gelirse işte. Milliyet Yayınevi/AD Yayıncılık’ta editör yardımcısı olarak işe başladığımda görevim bir çizgi romanı çevirmekti aslında. 100 binlere ulaşan bir satış yakalayan bu çizgi roman Casper adlı çocuk dergisi idi. Derginin içinde bulmacalar, oyun sayfaları ve diğer editoryellerin dışında 12 sayfa ya da daha fazla da bir çizgi macera oluyordu. O sırada gündem de yetişkinler için bir çizgi roman çıkarmak diye bir şey yoktu. Gündem derken kastettiğim elbette Yalvaç Ural’ın düşünceleri ve kararlarıydı. Yalvaç Ural’ın yönettiği bir yerde gündemin ne olacağını kurumsal ajanda değil, Yalvaç Ural’ın keyfi ve istekleri belirlerdi çünkü. Bu alaturka tipi yayıncılıkta periyodik yayınlar haricinde ertesi hafta ya da ertesi gün hangi kitabın çalışılacağı editörler ve sayfa sekreterleri için bir muamma olurdu genelde. Sinema filmi sayesinde patlama yaşamış Casper karakterinin maceralarıyla uğraştığım böyle günlerden birinde ofiste orayı burayı karıştırırken elime bir tomar siyah beyaz A3 çıkış geçti. Bir çizgi romanın çıkışlarıydı bunlar. Türkçeleştirilmiş yazıları balonlara yerleştirilmiş haldeydi. Dayanamadım ve hemen okumaya başladım. Cadılar, Kurtadamlar, kesilen kafalar… O güne kadar okumadığım tarzda, oldukça sıra dışı görünen bu çizgi romanın kahramanının adı ise Dylan Dog’dı. Oldukça etkilenmiştim ama daha çok bir merak içindeydim. Bu çizgi roman çeviriye gitmiş, çeviriden gelmiş, sonra da sayfa sekreterleri (onlar kendilerine grafiker diyorlardı) balonları yerleştirmişti. Peki, niye kimse böyle bir şeyin yayınlanacağını bilmiyordu? Neden hiç konusu geçmiyordu? Aslında hemen yukarıda “kurumsal anlayışla” ilgili söylediğim şeyler bir anlamda bu soruların yanıtıydı. Yalvaç Ural bir gün çizgi
108
roman yayımlamaya karar vermiş, hazırlıkları yaptırmış, sonra araya onu daha heyecanlandıran bir iş girince Dylan Dog’u unutup gitmiş olmalıydı. Birinin ona bu projeyi hatırlatması gerekiyordu. Şu durumda da o kişi ben oluyordum… Ayrıntıları çok hatırlamıyorum. Aşağı yukarı şöyle oldu. Elimde çıktılarla Yalvaç Ural’a gittim ve ona böyle bir şey bulduğumu, niye basmadığımızı sordum. “Güzel mi?” dedi. “Ben beğendim,” dedim. “Hazırla da basalım,” dedi. Ve Dylan Dog’u bastık. Dylan Dog’la da kalmadık üstelik. Arkasından Zagor, Teks, Martin Mystere, Nathan Never, Nick Raider ve Julia geldi. Çöküş dönemini yaşayan çizgi roman yayıncılığı için çok önemli bir hamleydi bu. Mizah ve çocuk dergilerini saymazsak o kadar uzun zamandır çizgi roman yayımlanmıyordu ki, insanlar unutmak üzereydiler kahramanlarını. Satış rakamları çok aşağıda kalsa da bir hareket getirdi bu çizgi romanlar piyasaya. Ahmet Kocaoğlu’nun elinde süper kahraman çizgi romanlarıyla Milliyet Yayınevi / AD Yayıncılık’a geldiği günü hatırlıyorum. O zaman Yalvaç Ural’ın yardımcısı olan Gülgün Çarkoğlu’nu ikna etmeye çalıştı ama Çarkoğlu yeni bir çizgi roman macerasına yanaşmaya niyetli değildi. “İş” olarak bakıldığında bu gayet rasyonel bir karardı. Çizgi roman para kazandırmıyordu çünkü. Yine de Kocaoğlu o gün Yalvaç Ural ile görüşme imkânı bulsaydı, o çizgi romanlar büyük bir ihtimalle Sabah’ta değil bizde basılırlardı gibime geliyor şimdi. Tahminim Kocaoğlu sonradan gidip 1 Numara Yayıncılık’ın başındaki Ercan Arıklı’yı ikna etti ve süper kahraman çizgi romanlarını 1 Numara’dan çıkarttı. Her halükarda bizim de çizgi roman çıkarıyor olmamızın payı vardır herhalde Arıklı’nın ikna olmasında. Yalvaç Ural 1997’nin sonunda, Aksoy Yayınları’nı kurmak üzere Erol Aksoy’dan teklif alıp Milliyet’ten ayrıldı. Ben de askere gittim. Döndüğümde artık Doğan Egmont ismiyle yola devam eden ve Gülgün Çarkoğlu tarafından yönetilen eski şirketimde çalışmaya kaldığım yerden devam ettim. Çizgi romanlardan bazıları hâlâ çıkıyordu. Nick Raider, Julia, Dylan Dog daha önce kapanmıştı. Sonra Nathan Never’ı kaybettik ki ben bu kapanışın ardından çizgi roman okurlarının tutuculuğunu eleştiren oldukça ser bir yazı yazmıştım. Haksız değildim, kapananlar hep yeni şeylerdi, devam edenler ise eskileri. Kimse bizim yanlış çizgi romanlar seçtiğimizi de söyleyemez çünkü Nick Raider haricinde o çizgi romanların hepsi yayımlanıyor bugün. Aksoy Yayınları’na bir iki çizgi roman çevirisi dışında katkım olmadı ama bu ülkede o güne dek yayımlanan en kaliteli işleri barındıran Egoist Dizisi’yle ilgili bir not düşmek isterim. Bu dizinin kitaplarını Frankfurt Kitap Fuarı’nda bulup Yalvaç Ural’a öneren bendim. O sırada çalıştığım Milliyet Yayınevi’nin bu seriye pek ilgi göstermeyeceğini bildiğimden Aksoy’un patronu Ural’a göstermeyi tercih etmiştim bu kitapları. (O diziden çıkan Paul Auster’in Cam Kent’i bu yakınlarında Turkuvaz Kitap tarafından yeniden yayımlandı.) Bu kitaplar da satmadı elbette. Bunlar o dönemle ilgi aklımda kalan bazı ayrıntılar. Aklımda kaldığı haliyle paylaştığım için özellikle tarihler bir kesinlik arz etmemektedir. Çizgi roman severleri ne kadar ilgilendirir bunlar bilemiyorum. Umarım, paylaşarak zamanınızı almamışımdır. Ege GÖRGÜN www.tersninja.com
109
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Gözlerimi açar açmaz, kötü adamların bir anlık gafletinden yararlanarak, rehin tutulduğum evden dışarı fırladım. Moskova sokakları zifiri karanlıktı. Koşmaya başladım. Bir an polise gitmeyi düşündüm. Ama sevgili dostum gibi Rusça bilmediğim aklıma gelince bu fikirden vazgeçtim. Zaten o kadar bilgisine rağmen o bile polisin elinde ter dökmüştü. 1978’in Moskova’sında Türkçe bilen birin bulmak pek de kolay değildi. Etrafıma bakınıp beni bulmaya gelen birilerinin olmasını ümit ettim. Ama ne Yüzbaşı Olga ne de Binbaşı Valery ortalarda görünmüyordu. Ne yalan söyleyeyim, korkmuştum. Bu görev belki de benim gibi 10 yaşındaki bir çocuk için hiç de uygun değildi. Ama madem beni o davet etmişti, bir bildiği olmalıydı… Peşimden kimsenin gelmediğine emin olunca durdum. Kamsamolski caddesi boyunca ilerleyip köşeden dönmüştüm ki, iki kuvvetli el beni kavradığı gibi kenara çekti! Artık işimin bittiğini düşünürken, beni yakalayanın mavi gözleri ile karşı karşıya geldim. “Bravo! Çok büyük bir iş başardın!” Neyse ki bu sevgili dostum Yüzbaşı Volkan’dan başkası değildi. Bana görevin başarı ile tamamlandığını ve bu başarıda benim çok büyük bir katkım olduğunu söylüyordu. Şimdi sırada, “Dük” ile buluşarak Finlandiya Körfezi üzerinden eve dönmek vardı. Ama karnım çok acıkmıştı. Volkan sanki bunu duymuş gibi: “Yemek hazır” dedi. Şaşırmıştım. Ona baktım. Hayır. Konuşan o değildi. Ama… Ses nereden geliyordu? “Yemek hazır… Oğlum. Duymuyor musun sana sesleniyorum…” Başımı dergiden kaldırdım. Annem beni sofraya çağırıyordu. Yüzbaşı Volkan ile dostluğum böyle başladı işte. Geriye kalan yirmi küsür sene de devam etti. Ben büyüyüp onun yaşlarına gelirken, o hep otuzlu yaşlarda kalmaya devam etti. Rahmetli Ali Recan Ağabey, 1975 yılında karakteri oluştururken çocuklar tarafından da bu kadar sevileceğini tahmin etmiş miydi acaba? Çünkü maceralar daha çok gençlere ve yetişkinlere hitap ediyor gibi gelir bana. Önce Tay yayınları ardından
110
Alfa yayınları, arada Türkiye Çocuk dergisinde yayınlanan maceralar ve 2005 yılında Merlin Yayınları ile karşımıza çıkan her daim genç kahraman Yüzbaşı Volkan, Kıbrıs Barış harekâtı ve Soğuk Savaş’ın tüm hayatımızı kapladığı bir dönemde doğar. O Fatih’in fedaisi değildir. Arkasında güçlü bir devlet ve güçlü bir lider yoktur. O “Bizim yaptığımız kurşun kalem bile kalitesiz” serzenişinin hâkim olduğu bir dönemde ortaya çıkmıştır. Artık insanlar cenk meydanında değil, tüp kuyruklarında ölmektedir. Amerika’ya erzak yardımı yapmak bir yana, 70 cent’e muhtaç olduğumuz bir dönemdir. Unutulmaz kahramanların ortak özelliğidir zaten bu. En umutsuz anda ortaya çıkarlar. “Acaba Ruslar Kars’ı ne zaman işgal edecek” tartışmaları dönerken, genç bir yazar-çizer çıkar ve sanatıyla “durun bakalım” der, Yüzbaşı Volkan’ı oluşturur. Volkan, hem Ruslara, hem de dost kisvesine bürünmüş Amerikalılar’a kafa tutabilecek biridir. Herşeyden önce de güncel bir kahramandır. 1970’lerin İstanbul sokaklarında her an karşımıza çıkacak gibidir. Güncel dedik ya hani, Yüzbaşı Volkan, bir darbe girişimine bile mani olmuştur. Ali Recan, kahvehanede vatanı kurtarmak yerine, düşüncelerini milyonlarla paylaşmayı tercih etmiş ve ölümsüz eseri Yüzbaşı Volkan’da bunları dile getirmiştir. “Ruslar’dan uçak alınmaz” diyenlere karşı Volkan’ı Rusya’ya gönderip uçakların hiç de kötü olmadığını anlatmış (1), Sağ-sol gerginliğinde insanları cinayete teşvik edenlere karşı, “Durun. Konuşalım, birbirimizi dinleyelim” deme cesaretini göstermiş, hatta biyolojik silahlara dikkat çekmiştir.(2) Bendeniz de naçizane çizgi roman hikayeleri yazmaya çalışan biri olarak şunu açık yüreklilikle söyleyebilirim: Volkan senaryoları çok büyük bir ustalıkla kaleme alınmış –günümüz yazarlarının sıklıkla içine düştüğü- tutarsızlığın yer almadığı hikayelerdir. Ali Recan bir macerada Volkan’ı uzaya gönderir. (3) Ama bunu “Bir Türk bilim adamı bir roket yapar” gibi klişe ve inandırıcılıktan uzak bir şekilde değil, “Amerikalılar’ın yardımı ile” sunar. Öyle ya, Volkan, bir kılıç darbesi ile on düşman öldürecek hayali bir adam değildir. O gerçek bir karakterdir ve zaten mecbur kalmadıkça hiç kimseyi öldürmez. Volkan’ın düşmanları da gerçekçidir. Kim, Türk asıllı Sovyet bilim adamı Profesör Baturov’un, rejim karşıtı Binbaşı Valery’nin, ya da biyolojik silah kullanmaya çalışan Aleksoviç’in var olmadığını, bu karakterlerin inandırıcı olmadığını söyleyebilir ki? Weissman gibi daha uç örnekler de yok değildir. Ancak Ali Recan
111
Özel Dosya
Özel Dosya hikâyelerinin genel yapısı ayakların yere basması üzerine oturmuştur. Yüzbaşı Volkan’dan her bahis açıldığında gündeme gelen Amerika macerasından da bahsedelim. Zaten pek de uzun bir macera değil: Ali Recan bir ara Volkan’ı İtalya’da yayınlamak ister. Volkan’ı Türk asıllı bir Amerikalı pilot olarak yeniden tarif eder. Öyle ya, bizim barış harekâtındaki kahramanlıklarımız, İtalyan okuyucusunu pek de ilgilendirmeyebilir. Birkaç örnek sayfa dışında Amerikalı Volkan hiçbir zaman hayata geçmez. “İtalya’da yayınlanacaksa neden İtalyan değil de Amerikalı?” diye soranlara da Bonelli kahramanlarının kaç tanesinin İtalyan olduğunu hatırlamalarını öneririm… Belki bu satırları okumaya başlarken, “Volkan şu tarihte yayına başladı şu şu sayılar çıktı” gibi bir yazı bekliyordunuz. Ama bu bilgiler zaten internette var. Copy/paste yapmak yerine bu yazıyı kaleme alayım dedim… “Ah… Nihayet dönebildim dostum… Hey! Neredeyiz böyle?” Sevgili arkadaşım Volkan, Profesör Baturov ve 10 yaşındaki ben, bir balıkçı teknesi ile Finlandiya Körfezi’nde yol alıyoruz. Üstümüzden Nato uçakları geçiyor… Anlaşılan nihayet Sovyet kara sularından çıktık… “Bir inanışa göre özgürlüğe doğru yol alıyor, diğer inanışa göre özgürlükten kaçıyoruz. Hangisinin doğru olduğuna tarih karar verecek…” (4) Notlar: (1) “Çok Gizli” İlk yayın: 11 Eylül 1976 (2) “Kuzeyden Gelen Ölüm” İlk Yayın 26 Kasım 1976 (3) “Ay’da Vuruşanlar” İlk yayın:28 Ağustos 1976 (4) Firar Gecesi İlk yayın: 9 Eylül 1976
Ahmet SEKENDİZ
112
Gölge e-Dergi Özel Dosya Çizgi Roman Araştırmalarında Bir Serüven
Kişisel Bir Tarihçe
Benden Serüven dergisinin öyküsünü anlatmam istendiğinde kafamda ne yazacağımla ilgili üç aşağı bir yukarı bir fikir belirmişti. Koloni fanzinin yayınlanması, Koloni e-grubunun kurulması, Çizgili Hayat Kılavuzu kitabının yayınlanması ve nihayetinde Serüven’in oluşumu ve gelişimini kronolojik bir şekilde anlatmayı planlıyordum. Bu plana göre, derginin aslında çok da kişisel olmayan bir tarihçesini verecektim. Fakat malum ki nesnel bir tarihçe anlatısı kurmak bir hayalden ibarettir. Benim anlatacağım bir Serüven öyküsü, elbette, bazı bakış açılarını es geçecektir ister istemez. Bu nedenle, benim Serüven’e dâhil oluşumun öyküsünü anlatmam daha yerinde olacaktır, diye düşünüyorum. 1990’larda, büyük şehirlerde bir çizgi roman fan kültürü gelişmekteyken, ben bunlardan habersiz, Antalya’da ulaşabildiğim çizgi romanları ve mizah dergilerini toplamakla meşguldüm. Gün gelecek, bu “zararlı neşriyat” hakkında yazıp çizeceksin deseler, güler geçerdim, herhalde. Hele, hâlihazırda bu yayınlar hakkında düşünen ve yazanlar var dense, daha da şaşırırdım. Hâlbuki 1990’ların başından itibaren müzik, sinema edebiyat ve benzeri alanlarda yayın yapmak isteyen şehirli gençlerin anarşist yayın organı fanzinler, çizgi roman üzerine üretim yapmaya hevesli olanlar için de bir mecra sunmaya başlamıştı. Her ne kadar çizgi romanlar üzerine ilk fan yayını 1987’de yayınlanmaya başlayan Ar Çizgi Roman olsa da, bu yayın daha önce basında çıkmış yazılardan oluşmaktaydı. Özgün içeriğin yer aldığı ilk dergiler 1990 tarihinde çıkan Çizgi Roman Gazetesi ve Comic Art’tı. Ankara’da ise 1992 yılında Korsan yayınlanacaktı. Aynı dönemde çıkan çeşitli diğer yayınları tek tek anmadan, yine 1992 yılında yayınlanmaya başlayan Koloni’den bahsedeceğim. Levent Cantek’in başlangıçta yükün büyük bir kısmını üstlendiği Koloni fanzin’in kadrosuna daha sonra Kosta Ceran (Comic Art’ı yayınlayan kadrodan), Erhan Baş, Murat Mıhçıoğlu, Erhan Gülşar, Gökhan
113
Özel Dosya
Özel Dosya
Güneş, Yener Duran ve Murat Sayın da katılmışlardı. Bunun dışında, 1994 yılında Darkwood Sakinleri’ni çıkarmaya başlayan Hakan Alpin, Mehmet Mengü, K. Ertan Sevgi gibi isimler de başlarda Koloni’ye katkıda bulunmuşlardı. Fanzin, 1996 yılına kadar düzensiz aralıklarla, 9 sayı yayınlandı. Bu arada, Koloni’nin kurucularından Levent Cantek, Türkiye’de Çizgi Roman adlı kapsamlı bir araştırma kitabı yayınlamıştı. Bu dönemin önemli bir özelliği, farklı şehirlerde yaşayan, çizgi roman sever gençlerin internetin yaygın olmadığı ve çizgi roman yayınlarının azaldığı bir dönemde mektuplaşarak ortak projeler üretmeleri olmuştur. 21. yüzyıla geldiğimizde ise, artık 30’lu yaşlarında olan bu gençler, internetin nimetlerinden faydalanmaya başlamışlardı. Koloni, 2000 yılının temmuz ayında, e-groups adresi üzerinde örgütlenmiş bir mail listesine dönüşmüştür. Bu dönemde, Ankara’ya üniversite öğrencisi olarak geldiğimde, bende de bilim kurgu, korku, çizgi roman ve benzeri lanetli türler ve sanatlar hakkında yazı yazmak üzerine bir heves oluşmuş durumdaydı. İlk yazılarım o dönemin bilinen bilim kurgu ve fantezi edebiyatı sitelerinden Lost Library’de yayınlanmıştı. Burada, Buck Rogers üzerine yazdığım bir yazıyı gören mahlas sahibi bir Kolonist, bana mail atarak, e-gruba katılmaya davet etmişti. Böylece, nihayet, çizgi romanlarla haşır neşir olan, neşeli ve bildiklerini paylaşmaktan zevk alan bir grubun içinde buldum kendimi. 90’lı yıllarda kafelerde yapılan çizgi roman toplantılarının benzeri bir toplantıda, grup üyeleriyle, Levent Cantek, Sadi Konuralp, Orhun Yakın gibi yazdıklarını ilgiyle takip ettiğim kişilerle tanışma fırsatı buldum. Koloni e-grubunda uzun ve ayrıntılı çizgi roman yazılarının yanı sıra, hararetli tartışmalara, mahlas kullanan şahıslarla olan olaylı birtakım yazışmalar “ve saire” olarak adlandırılan konu dışı muhabbetlere yer verilirdi. Bir süre sonra burada oluşan birikimden ve enerjiden bir ortak kitap çıkarma fikri ortaya atıldı. Bu kitap, 2002 yılında yayınlandı. Levent Cantek’in editörlüğünü yaptığı, İletişim yayınlarının bastığı Çizgili Hayat Kılavuzu’nda 35 farklı yazardan 66 yazı ve Kenan Yarar’ın çizdiği şahane bir kapak bulunuyordu. Benim de bir parçası olmaktan gurur duyduğum bir proje oldu. Koloni grubu ise, kitabın yayınlanmasının ardından bir durgunluk dönemine girdi. Grupta nispeten sessiz geçen 2002 ve 2003 senelerinden sonra, 2004’te yeniden bir hareketlenme başladı. Ben bu dönemde yüksek lisansa başlamıştım ve Levent Cantek’in o dönemde çalışmakta olduğu Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne yakın bir yerde yaşıyordum. Sıklıkla Levent Abi’nin yanına uğradığımdan ve çizgi roman araştırmaları alanına yavaş yavaş ısınmaya başladığımdan, yüksek lisans
tezimi, onun danışmanlığında, L-Manyak ve Lombak dergileri üzerine yazmaya karar vermiştim. Bu sırada, Koloni’deki hareketlenmeden yeni bir proje çıkacak gibiydi. Levent Abi, Çizgili Hayat Kılavuzu’nun yayınlanmasının ardından boş durmamış, Oğlak Yayınlarından Karaoğlan: Erotik ve Milliyetçi bir İkon adlı bir kitap yayınlamıştı. Oğlak ve Maceraperest Yayınlarının Genel Yayın Yönetmeni Raşit Çavaş’a, bir çizgi roman araştırmaları dergisi yayınlama fikriyle gittiğinde, olumlu bir yanıt almış ve böylece çalışmalara başlamıştık. Mevsimlik olarak yayınlanan Serüven’in ilk sayısı, Mart 2004’te, Kenan Yarar’ın Çizgili Hayat Kılavuzu kapağının bir devamı olarak çizdiği bir kapakla çıkmıştı. Bundan sonraki her sayımızın kapağını da, Türkiye’nin önde gelen çizer ve illüstratörleri tarafından özgün olarak çizildi. İlk sayının editör yazısında, Levent Abi derginin yayın politikasını şöyle anlatmıştı: “Çizgi romanı üretici, okuyucu, koleksiyoncu, meraklı ya da akademisyen ilgilerini kapsayacak biçimde ele almaya kararlıyız. Çizgi roman kavramını bilinen, tartışılmaz bir bilgi kategorisi olarak ele almaya niyetli değiliz. Çizgi roman denildiğinde akla gelen her türlü ürün, anlayış ve tutumlara karşı eşit mesafede durmak istiyoruz. Çizgi romanı kapalı bir metne, fetişleştirilmiş bir nesneye dönüştürmemeye çalışacağız. Çizgi romana içeriden bakan “fan” metinleri kadar onun doğasını sorgulayan denemeleri de kullanacağız. Bu, kimi zaman tutarlılık ve birliğe direnen, birbirleriyle çelişen metinlere yer vereceğimiz anlamına da geliyor. Böylesi bir “karmaşa” Türkiye’de çizgi roman araştırmaları gibi bir alanın sınırlılıklarıyla da maluldür, kuşkusuz. Serüven adını seçişimizin bir nedeni de bu: Bilinmeyen daha önce keşfedilmemiş bir kıtanın kâşifleri gibi hissediyoruz kendimizi.” Yayın kurulunda, Koloni grubunun aktif üyeleri yer alıyordu. Zaman zaman değişiklik gösteren bu kadroda Zeynep Akkuş, Levent Cantek, Batuhan Cantürk, Tanyel Ali Mutlu, Orhun Yakın, Şenol Bezci, Kosta Ceran, Orhan Berent, Fatih Okta gibi isimler görev yapmıştı. İlk sayıdan itibaren, her sayıda farklı bir dosya konusuna yer verdi Serüven: erotik çizgi romanlar, edebiyat ve çizgi roman, polisiye ve çizgi roman, bilim kurgu çizgi romanları, çizgi romanda kadın ve son olarak, fanzinler. Ayrıca her sayıda küçük kılavuz kitapçıkları ve kapak resminin olduğu bir kartpostalı da ek olarak vermişti. Bu kılavuz kitapçıkları, çeşitli çizgi romanların Türkiye’deki yayın listeleri ve kimi zaman da haklarında yazılmış yazılara yer verirdi. Flash Gordon, Mister No, Zagor (iki ayrı kılavuz), Corto Maltese, Nasreddin Hoca çizgi romanları ve bantları ve Conan kılavuzları, koleksiyoncular için iyi birer başvuru kaynağı olmuştu.
114
115
Özel Dosya
Özel Dosya
2005 Yaz döneminde çıkan 6. Sayıdan sonra, Serüven dergisinin yayın hayatı, en azından Maceraperest Çizgiler’le olan birlikteliği, sona erdi. Fakat bundan 9 ay sonra, Yeni Serüven adıyla, Kış 2006 sayımızla geri döndük. Ankara’da, Yörünge Akademi Yayınları tarafından yayınlanıyorduk. Ben, bu yeni yayın döneminde biraz daha fazla sorumluluk alarak, derginin editörü olmuştum. Dört sayı devam eden yayın hayatımız 2007 kışında sona erdi. Yeni Serüven de öncülü gibi uluslararası çizgi roman ekollerinden, daha önce memlekette üzerine konuşulmamış pek çok konuya, yayına ve çizere yer vermeyi başardı. Toplam on sayıda 250’nin üzerinde yazıya yer vererek, Türkiye’de çizgi roman araştırmalarına önemli bir katkıda bulundu. Bu yazılar içinde özgün makalelerin dışında, önemli gördüğümüz metinlerin çevirileri, ustalarla röportajlar, polemik yazıları da bulunuyordu. Elbette eksiklerimiz, yapmak isteyip yapamadıklarımız (Setne ve Taş Tanrılar albümü, Bouken adlı manga ve anime araştırmaları eki) da vardı, ama zaten “tamlık bir fantezidir” şiarıyla yola koyulmuştuk. Koloni’yle başlayan bu serüvende üzücü zamanlar da geçirdik. Özellikle Sadi (Konuralp) Abi’yi 2003 yılında beklenmedik bir şekilde kaybetmemiz büyük bir yaraydı bizim için. Geceyarısı Sineması’nda film müziği üzerine yazılarıyla tanıdığımız, ayaklı bir arşiv ve Koloni grubunun neşeli üyelerinden Sadi Abi’yi, ilk sayımızda, onun hazırladığı Flash Gordon maceraları kılavuzuyla andık. Yeni Serüven neden bitti diye sorulursa, pek öyle özel bir nedeni yoktu aslında. Sadece yorgunluk, hayat gailesi ve benzeri dertlerden bahsedebiliriz. Dergide çalışan, yazı yazan herkes bunu herhangi bir karşılık beklemeden, amatör bir ruhla yapıyordu. Bu bir sevgi meselesiydi, yani. Sevgimiz bitmese de, iş-güç, artan sorumluluklarımız, dergiye ayırabileceğimiz zamanı kısıtlamaya başladı. Kendi adıma, Serüven’in yayınlandığı dönemde, bir yandan yüksek lisansımı tamamlamaya çalıştığımı, bir yandan özel bir üniversitede tam zamanlı okutman olarak çalıştığımı ve arada çeviri işleri de yaptığımı belirteyim. Tüm bu sorumluluklar, editörlük görevini layıkıyla yerine getirmeme de pek müsaade etmedi çoğu zaman. Serüven’in önemli özelliklerinden biri, 90’larda çizgi romanla ilgilenmiş “eski” kuşakla, 2000’lerin “genç” kuşağını bir araya getirmeseydi. Akademik ilgilere de hitap etme amacı nedeniyle eleştirildiği de oldu. Bazı okurlar yazıların anlaşılmaz derecede akademik olduğundan şikâyet etti, bizi fazla elitist buldu, ama Serüven’deki yazarların çoğu akademisyen değildi. Pek çok meraklı, koleksiyoncu, çizer ve fan, değerli yazılarını çizgi roman severlerle paylaştı bu derginin sayfalarında. Ayrıca çizgi romanla biraz olsun akademik bir şekilde ilgilenmenin ne gibi bir zararı olabileceği konusunda pek bir fikrim yok. Çizgi romanlara sürekli olarak duygusal ve nostaljik güzellemeler düzmekten ya da tamamen betimleyici yazılar yazmaktansa, eleştirel çerçeveler ve farklı bakış açılarından bakmanın daha değerli olduğunu düşünüyorum. Nihayetinde Serüven’deki akademik yazılarda da atom fiziği anlatılmıyordu. Türkiye’nin farklı yerlerinden, birbirini sadece internet üzerinden tanıyan, ya da hiç tanımayan bir grup insanın bir araya gelerek bir üretim yapma çabasının bir eseri olan bu dergi, ileride benzeri çalışmalar yapmak isteyecekler için bir emsal teşkil etmiştir diye düşünüyorum. Benim için 2000’lerin başından, 2007’ye kadar geçen bu dönem, çocukluğumdan beri sevgiyle bağlı olduğum, fakat hayatımdaki otorite figürleri tarafından zararlı addedilmiş bir sanat türüne, benimle aynı tutkuyla bağlı olan bir grup insanla tanışıp, kendimi daha geniş bir alt kültürün parçası gibi hissetmeye başladığı bir zaman dilimi oldu. Bunun için Koloni grubu üyelerine ve Serüven dergisinde emeği geçen herkese teşekkür etmek boynumun borcudur.
116
Serüven’le eş zamanlı olarak başlayan www.seruven.org sitesi artı güncellenmese de halen yayında. Burada derginin her sayısının içerik sayfalarına, dergide yayınlanan kimi yazılara ve katkıda bulunan ve isimlerini tek tek burada anamadığım pek çok yazar hakkındaki tanıtım bilgilerine, hala aktif olan Koloni (yenikoloni.blogspot.com) ve Serüven (seruvendergisi.blogspot.com) bloglarına ulaşmak mümkün. İnternetin imkânları sayesinde, dileyenler Koloni yahoo grubunda, ilk günden itibaren gerçekleşen yazışmaları, Çizgili Hayat Kılavuzu ve Serüven’in çıkış döneminin tarihçesini bulabilir. Dipnot: Koloni’nin, Çizgili Hayat Kılavuzu ve Serüven’in lokomotifi, Levent Cantek, Yeni Serüven’in ardından boş durmadı ve başka pek çok projelere de önayak veya dâhil oldu. İletişim Yayınlarından ikinci derlemesi, yerli çizgi romanlarda kenar mahalle kavramının işlendiği, Çizgili Kenar Notları 2007 yılında yayınlandı. Bu arada, Yener ve Taner Duran kardeşlerin çizgi roman albümü Setne ve Taş Tanrılar’ın yayın hazırlıkları sürmekteydi. Ankara’da, Kamra Yayınlarının çıkaracağı Tam Macera da, Yeni Serüven’in kardeş dergisi ilan edilmişti. Levent Abi, Yeni Serüven’in ardından, yazılarıyla Tam Macera’ya katkıda bulunmaya devam etti. Setne ve Taş Tanrılar albümünün ve Tam Macera’nın kapanmasının ardından çıkan Deli Gücük albümlerinin yayınını Kamra, bu albümlerin editörlüğünü üstlendi. Deli Gücük’ün 3. Albümü yakında çıkacak. Can YALÇINKAYA
117
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya Studio Rodeo 2012 kitaplarına genel bir bakış
Özüduru'dan Vahşi ve Islak bir Macera
ŞAFAK AYAZI
Rodeo Albümler Dizisi'nde yerini almak üzere hazırlanmış yepyeni bir çizgi roman, bahar aylarında yayınlanmak üzere sırasını bekliyor. Zombistan'la tanınan Cem Özüduru'nun fantastik macera türündeki eserinden çeşitli sayfalar, 39. Uluslararası Angoulême Çizgi Roman Festivali kapsamındaki Sınır Tanımayan Çizgi Roman etkinliği Ocak sonunda sergilenmişti. Kitabın yaratıcısı ve editörü, Şafak Ayazı'nı aşağıdaki cümlelerle tanımlıyor.
ŞAFAK'a Giden Yol
Bundan birkaç sene önce Fındıklı'da okuldan çıkmış, Tünel yoluyla Beyoğlu’na, oradan da eve gitme planıyla ilerlemekteydim. Yalnız başıma Saint Benoit lisesinin önünden geçip gidiyordum ki, bir dükkana gözüm takıldı. Balıkçılık, dalgıçlık, su sporları malzemeleri, eşyaları satan bir yerdi burası. Hâlâ da oradadır. Levhasının yanındaki gerçek bir insan boyutundaki balık adam maketinden tanıyabilirsiniz burayı.
118
Vitrinin önünden içerdekilere bakarak geçerken, bir anda, tarifi zor bir şekilde bazı fikirler belirmeye başladı aklımda. İlk sıyrığın beyne atıldığı o anı açıklayabilmek pek mümkün değil. Ama işte bir hikayeyle ilk buluşma anı da o sıyrığın atıldığı an oluyor. Sonrası ise bir insanın hayatında yaşayabileceği en zevkli, ama aynı zamanda en eziyetli saatler... Başımı vitrinden çevirdiğimde, aklımda denizde ilerleyen bir geminin, ya da bir yatın içindeki insanlar, bir de yüksek kayalıkların üzerindeki simsiyah saçlı zayıf bir kız vardı. Normal olmayan bir kız. Bir anlatı fikrine dair beliren ilk karakterler, kalın bir sis tabakasının arkasındaki siluetler gibidir. Bana önce renk gibi, ışık gibi, ya da gölge gibi görünürler. İsimler en son gelir. Önce yerlerine oturmalıdırlar. Tıpkı taşları bir satranç tahtası üzerine yerleştirmek gibi. Ya da belki daha dağınık bir şeklide, bir sürü yapboz parçasını yere dökmek, sonra oturup yavaş yavaş başından kıçından, bir yerlerinden birleştirmeye çalışmak gibi. O siyah saçlı, anormal özelliklere sahip kızın çok zor bir durumda olmasına, sanki hasta olması gerektiğine karar vermiştim ki, aklım onu bırakıp denizde seyreden yelkenli fikrine kaydı. Tünel’den metroya binip Beyoğlu’na doğru ilerlerken, kızı unutmuştum bile. Yelkenlileriyle seyahate çıkan bir aile düşünmeye başlamıştım. Deniz yolculuğu vardı kafamda. Bir de bir kamarada uyuma görüntüsü. Dışarıda dalgalar coşarken, gece üzerimize inerken, bir kamarada, küçük bir odacıkta uyumanın ne kadar sihirli bir şey olabileceğini düşünmekteydim. Artık fikirlere takılmıyordum. Nedense sadece bu kamarada uyuma anına tutulmuştum. Daha önce hiç böyle bir şeye takılarak başlamamıştım kafamda öyküyü kurmaya. Hikaye hep yavaş yavaş aklımda örülmeye, beni yavaş yavaş heyecanlandırmaya başlardı. Şimdi ise aklımda sadece tek bir an vardı. Bir yatın altındaki küçük kamarasında, kitap okurken uykuya dalmış genç bir çocuk. Üst katta, güvertede yemek yiyen, içki içen ailesi. Her an bunu düşünüyordum. Beni bu görüntü heyecanlandırıyordu. Denizin ortasında, kamaranda uyurken, dışarıda neler olabilir?... Sana neler yaklaşabilir?... Gece yatağıma girdiğimde kendimi o kamarada, o yumuşak yatakta hayal ediyordum. Sanki altımda deniz varmış, gecenin içinde martılar bağırıyormuş gibi. Bu an aklımdan çıkmadıkça yayılmaya, çevresinde bir hikaye oluşturmaya, karakterler sisin arkasından yavaş yavaş belirmeye başladı. Hikayeye kan gerektiğini düşünüyordum. Zombistan’daki gibi vahşetsel bir kan değil. Mavi sudaki bir kan. Aklımda otomatikman köpekbalıklarıyla özdeşleşmiş bir kan. Daha dehşet verici. Daha jilet gibi keskin bir kan. Köpekbalığı dişi. Köpekbalıklarının ağzında 300 adet yedekli diş vardır. Bunların aralarında minik dişler de bulunur. Bu dişler zaman zaman kopar. Yerlerine hemen yenileri gelir. Böylece kopa çıka bu köpekbalıkları hayatları boyunca yaklaşık 30.000 dişe sahip olurlar. Saf korku. Isırılma korkusu, yenilip yutulma korkusu… Dişler.. Antalya’da lisede okurken ‘Dişler’ diye bir çizgi hikayeye başlamış, fakat bitirememiştim. Bitirmek üzere de başlamamıştım zaten. Sadece trenle Romanya’ya giden, orada bir kasabada efsanelerde duyduğu kan emicilerle karşılaşan bir adamın hikayesi olacaktı... Neyse... Benim deniz macerası hikayeme de bir kan emici istiyordum. O siyah saçlı kız…Evet…Fakat o değişmişti, saçının rengi bile farklılaşacaktı, zaten bütün karakterlerim kreatif süreç içinde değişiyordu. İşte şimdi hikayeyi örme zamanıydı. Kan emicim durduk yere başka birine dönüşmüştü, onu o ilk kıza geri döndürdüm. Eklemeler, çıkarmalar, çarpmalar, bölmeler…Şafak Ayazı, aylar geçtikçe etli kemikli, ve çok kanlı bir yaratığa dönüştü... İstediğim her şey girmişti içine. Bir hikayede görmekten en çok hoşlandığım şeylerle doluydu artık. Ama böylece ilk başta düşündüğümden çok daha uzun bir hikayeye evrildi … En çok değişmiş olan şey de bu oldu. Küçük ve güzel bir hikayeden, dev bir efsaneye dönüştü. Sıra yazmakta, sıra çizmekteydi…
119
Özel Dosya
Özel Dosya
Ve artık şimdi, o bir zamanlar Karaköy’deki dükkanın önünden geçerken beynime atılan çizik, büyüyüp bir yaraya, koca bir deliğe dönüşmüştü. Ve içinden, bembeyaz sayfaların üzerine düşüp, kan saçarak çırpınan, ağlayıp çığlık atan bir bebek peydahlanmıştı. Durmaksızın büyüdü. Geceler boyu çizdim, yazdım onu... Genç bir çocuğun bir deniz yolculuğuna çıkışını ve kendini hiç beklemediği bir maceranın içinde buluşunu; kana susamış, korkunç, fakat bir o kadar da yalnız ve zor durumda olan bir kızın, masalların içinden kanatlanarak uçup, çelik soğuğu ıslak gözleriyle gerçek dünyaya şahit olmasını anlattım... Unutulmuş, karanlıkta kalmış korkuları, ateş başında fısıltıyla dillendirilen söylenceleri kattım bu efsaneye… Terk edilişi, yalnızlığı, büyümeyi, çocuk kalmayı anlattım… Adını da ‘Şafak Ayazı’ koydum.. Sabahın ilk ışıklarına kadar okuyun, kapağını kapattığınızda ise üşüyüp titreyin diye belki de. Cem ÖZÜDURU(yazar ve çizer)
Her ikimizin de başından beri istediği, Zombistan'dan sonra gelecek eserin, ikinci değil de beşinci kitap gibi olmasıydı. Yani, basamakların ikişer üçer çıkılması; çok daha gelişkin bir anlatım dilinin ve daha kuvvetli bir görselliğin, gereksizce uzatılmış süreçlerin ardından değil, yoğun mesai ile geçirilmiş birkaç yılın ardından boy göstermesi hedeflendi... Bunun böyle olduğundan emindik gerçi, fakat bu güveni pekiştiren şeyler de oldu. Angoulême'deki sergimizde, diğer Studio Rodeo eserleri ile birlikte Zombistan ve Şafak Ayazı'ndan sayfalar da vardı. Biri ilk kitabın tazeliğini ne denli açıkça yansıtıyorsa, diğeri de, tecrübeyle keskinleşen bir heyecan sunuyordu. Bu, ziyaretçiler tarafından da fark edildi ve dile getirildi. Evet, 2012 yıllığımızın ardından Şafak Ayazı gelecek... Sadece soluksuz bir maceradan, genç bir yaratıcının zihninden ve elinden çıkma bir heyecan fırtınasından bahsediyor değiliz: Türkiye'nin yakın tarihindeki bazı mihenk taşlarının da devreye girdiği, hayal ile gerçeğin dramatik bir örgü içinde buluşup kaynaştığı bir görsel anlatı söz konusu. Hatta daha fazlası. Ve daha çılgıncası! Murat MIHÇIOĞLU(editör)
Gerçeğin Sırtındaki Efsane
Dünyanın önde gelen çizgi romancıları, İstanbul'a dair öyküleriyle
STUDIO RODEO ÇİZGİ ROMAN YILLIĞI 2012'de buluşuyor!
Cem Özüduru'nun ikinci kitabı, ilkinden üç yıl kadar sonra, 2012 baharında okurla buluşmak üzere hazırlanıyor. Bu üç yıl zarfında, sadece Şafak Ayazı vücut bulmadı: Kısalı uzunlu nice çizgi öykü, genç yeteneğin yazar ve/veya çizer olarak katkılarıyla şekillendi. Eh, elbet bir gün ikinci bir kitabı çıkacaktı Cem'in. Ama nasıl bir kitap?
120
Geçtiğimiz yıl TOTEM isimli kitapla yıllıklar serisine başlayan Studio Rodeo, bu kez daha enteresan bir proje gerçekleştirdi. Bir sene öncesinden itibaren yapılan planlamalarla, dünyanın farklı köşelerinden önemli çizgi roman sanatçılarının gruplar halinde İstanbul'u bizzat ziyeret etmeleri; kültürel ve tabii zenginlikleriyle dikkat çeken bu şehri yakından tanımaları sağlandı. Yerinde gerçekleştirilen eskizler, keyifli geziler ve elbette ki hayal güçleri sayesinde, sanatçılar, kendi İstanbul'larını nasıl yazıp çizeceklerini, hangi unsurları ve mekanları öykülerinde öne çıkartacaklarını, kitabın editörü olan Murat Mıhçıoğlu ile birlikte tasarladı. Ardından, ülkelerine döndüler ve yoğun bir emek harcayarak, her biri kendi tarzında eserler ortaya çıkardı. Nisan 2012'de yayınlanacak olan kitap, farklı kültürlerden çizgi roman yaratıcılarının İstanbul esinli çalışmalarını kolektif biçimde ortaya koyuyor. Projeye katılanlar arasında, farklı kuşaklardan yazar ve çizerler var. Bu ön tanıtımda konuk sanatçılardan ikisinin, İtalyan Diso ve Amerikalı Vess'in görüşlerine, eserlerinden örnek kadrajlar eşliğinde yer veriyoruz.
121
Özel Dosya
Özel Dosya
Nasrettin Hoca ile Karşılaştığım An Dokuz saat süren bir uçak yolculuğu... Dünyanın öteki ucu... Ve İstanbul! Daha önce sadece filmlerde veya dergilerdeki fotoğraflarda üstünkörü görmüş olduğum bir şehirdi burası. Ama ayak basar basmaz tüm canlılığıyla, uçsuz bucaksız manzarasıyla, dopdolu bir şekilde kucakladı beni. Ertesi gün, Sultanahmet Meydanı'nı keşfettik. Topkapı Sarayı, Ayasofya, Sultan Ahmet Camii... Her birini heyecanla gezdiğimiz bu yapıların arasında bir yerde, rengarenk giyinmiş sakallı bir adam gördüm. Dostumuz, editörümüz ve yayıncımız olan Murat'a merakla sordum hemen: 'Bu da kim böyle?' Ve cevabı aldım: 'Nasrettin Hoca kılığına girmiş birisi... Nasrettin Hoca, kültürmüzdeki önemli bir karakterdir. Zeki ve espritüel bir çeşit bilge diyebiliriz ona...' Sonrasında, iki haftalık seyahatimiz boyunca, hayatı ve mizahı mükemmelen çözmüş bu ilginç karaktere dair nice öyküler dinledim Murat'tan. Virginia'daki çiftlik evime dönüp çalışma masamın başına oturduktan sonra, öykümü kağıda dökmeye koyulduğumda, başrolde Nasrettin Hoca'nın olacağını çoktan biliyorduk. Yüzyıllar öncesinden günümüze dek farklı isimler altında varolmuş İstanbul'a efsanelerin gözünden baktım ve gerçekliği kendi tarzımda hayale vurdum. Çizgi öyküme ihlam kaynağı olan Nasrettin Hoca'ya da, bu harika şehirde yaşayan insanlara da teşekkürü borç biliyorum. Charles VESS (yazar ve çizer)
Mürekkebime Karışan İSTANBUL İstanbul'a ilk gelişimin üzerinden uzun yıllar geçmişti. Geçen kış Roma'daki buluşmamızda Murat bu görkemli şehre dair projesinden bahsedince, heyecanlandım. Ve ilk çalışma ziyaretimi gerçekleştirdiğimde, İstanbul'daki bazı önemli değişiklikleri fark ettim. Daha kalabalık, daha hızlı yaşanılan, daha zamanı yakalamış bir yerdi artık. Üstelik bu kez, sıradan turistlerin uğrak yeri olmayan, merkeze uzak kaçan bölgeleri de, hatta adaları da keşfettik. Öykümde, tarihi yapı ve mekanlar ağırlık kazandı. Sürpriz bir sonu olan bu çalışmayı okurların beğeneceğini umuyorum. Başka şeyler de hoşuma gitti tabii: Ben tabiatı, özellikle atları çok seven biriyim. Sultanahmet Meydanı'nda, çayırda yuvarlanıp oynamak isteyen köpeklerin canayakınlığı beni çok etkiledi. Özgürce yaşayan sokak hayvanlarının da artık aşılanması, insanların sahipsiz hayvanlara da düzenli yem vermeleri gibi gelenekler, şehre bugünün Avrupa'sında olmayan farklı bir özellik katıyor. Kitabın çıkmasını takiben, bir aksilik olmazsa, yeni projelerle bağlantılı yeni ziyaretler söz konusu olacak. Rodeo'dan çıkmış diğer çalışmalarımı da bu yeni kitaptakiyle birlikte imzalamak için okurlarla buluşacağım günü bekliyorum. Roberto DISO (yazar ve çizer)
122
123
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
“ÇROP, HER TÜRLÜ HABERİN YAPILDIĞI Bİ blog sadece”
Zor bir yılın ardından, dopdolu bir kitap 2012 yıllığımız, farklı etaplardan oluşan uzun bir çalışma gerektiriyordu. Gruplar halinde yapılan İstanbul turları, bu etaplar içinde hem en yorucu, hem de en keyifli olanlardı. Kendi yaşadığım şehri, bambaşka tarzlarda, fakat her biri de yüksek kalitede çizgi romanlar üreten yeteneklerle birlikte yeniden gezdim. Bir yandan onlara çeşitli bilgiler verirken, diğer yandan, onların alternatif bakış açıları sayesinde İstanbul'un aşina gözlerden saklı kalmış bazı niteliklerini de ben keşfettim. Herkesin farklı takvimleri olmasından ötürü, çalışma ziyaretleri için oluşturduğumuz gruplarda İngilizce, Fransızca ve İtalyanca karışık olarak konuşuldu. Sanatçılar sadece İstanbul'la değil, birbirleriyle de tanıştılar. Kitabı Türkiye'de Nisan başında çıkartmayı planlıyoruz. Diğer dillerdeki yayınlar, takip eden süreçte gerçekleşecek. Mart başından itibaren ise, 'teaser' mantığında küçük tanıtımlarımız projeye özel bir blogdan ve resmi sitemiz rodeostrip.com'dan yapılacak. Murat Mıhçıoğlu (editör)
124
Üzerine edilgenlik, çenelerine de durmadan konuş desteksiz at tozu serpilmiş forum alanlarından ilham alarak kurulmasına önayak olduğum bir oluşum Çizgi Roman Okurları Platformu (ÇROP) 6 yaşına hazırlanıyor. … Tarihler 2006 yılını gösterdiğinde en çok arzu ettiğim olaylardan biri çizgi roman adına yapmaya hazırlandığım onlarca projeyi o sıralar üyesi olduğum çizgi roman forumuyla hayata geçirmekti. Kalabalık bir okur kitlesi bir aradaydı ve en azından yazılanlara inanırsak hepsi de bir şeyler yapma isteğiyle doluydu. Bu istek o kadar fazlaydı ki bir yayınevine logosunu kapağın neresine koyması gerektiği aklı verilirken bir diğerine sponsor bulması öğütleniyor, bir başka yayınevine reklam bulamadığı için suçlamalar yapılırken “yiyosa şunu” bassanıza diye meydanlar okunuyordu. Bu arada da çizgi romanı anlamak ve anlatmak için kitap önerilerine karşı çıkılıyor, fazlaca bilgisi olan herkes dışlanıyordu. İki farklı isimle foruma kaydolup kendiyle kavga edip ortalığı bulandıranlar, kendisi değilmiş gibi yapıp kendisine laf sayanlar, ben gidiyorum dedikten sonra başka isimle kayıt olup ortalığı birbirine katanlar… Ve açıkçası ilkesiz kötü bir yönetim… İşte bu gelişmeler içinde ben inatla “haydi bir şeyler yapalım” duyuruları yaparken bunun forumla olmayacağı ortaya çıktı. İlk başta yılmadığımı söylersem yalan olmaz. “Aman, çizgi romanı ben mi kurtaracağım” dediği günler de bu günlerdi işte. Ama kısa bir süre için. Bir okul projesi için birlikte çalıştığım sevgili grafiker Büşra Güvenir’in oluşturduğumuz logoyu kullanmaktan vazgeçtiğini öğrenince hemen onu bazı eklentilerle dönüştürmesini rica ettim. Ortaya bugünkü ÇROP logosu çıktı. Sonra yayınevlerine bu logo altında “batacağınızı bile bile çizgi roman basıyorsunuz teşekkür ederiz” mektubu atma projesini hayata geçirdim ve duyurusunu yaptım. Hatta bunun için bir de yahoo grubu kurarak tanıdığım herkesi oraya davet ettim. 2006 başları gibi gerçekleşen bu olaylarla 23 Nisan mektup atma günü bu süreçte son derece önemlidir. Ben şahsen sohbet ettiğimiz ve konuştuğumuz günleri değil iş yaptığımız 23 Nisan’ı doğum günümüz olarak kabul etmeyi tercih ettim.
125
Özel Dosya
Özel Dosya
Çok şükür hemen de kabul gördü. Ancak… Ancak mektup gönderme işi tam fiyaskoydu ve özellikle bir forum alanından gelen yahoo üyelerinin son derece ciddi muhalefetiyle yapılmak istenen her projenin önü kesilmeye başlanmıştı. Ne önerilse kavga ve isteksizlik çıkıyordu ortaya. Bu sıralar “ÇROP’a çorap” denmesi başta komik geldiyse de yavaş yavaş eğlencelik tarafı kaybolmaya başlıyordu. Hatta bir dostumuz “Ümit, bu ÇROP’ta arzu edilen sinerji oluşmadı sen en iyisi bu işi bitir” önerisi de geldi. Aslında gidişata bakarsak yerinde bir uyarıydı bu. Ya da dikkatle okunması ve ders alınması gereken bir done. Sakarya İl Halk Kütüphanesine çizgi roman bağışı yapma projesinin alt yapısını oluşturma işi bu öneriden çıkarılan dersle “gizli tutuldu”. Heves kıracak tartışmalardan uzak bir girişimle Aydın İleri aracılığıyla başta Toplum Gönüllüleri Vakfı (TOG), Marmara Çizgi, Hoz Comics, Parantez Yayınları, Rodeo Yayınları, Büyülü Rüzgar Sahaf, Zahiri Çizgi Roman Grubu, Uçanbalık Yayınları, Ebe Sobe / Saklambaç Yayınevi, www. resimliroman.net, www.hayalsaati.com, Merih Kostüm, Sineroman, Düşevi Tiy. Org. Yay, Demirbaş Yayıncılık, 40 Ambar Sahaf, Özer Sahaf ve Merlin Yayınevi olmak üzere birçok kurum ve kişinin desteğiyle harekete geçildi toplamda 3.000 civarında çizgi roman kütüphaneye bağışlandı. Üstüne üstlük o dönem Vali olan sayın Nuri Okutan beni kırmayarak peşine bir basın ordusu takarak ve okullardan öğrenciler yönlendirterek görkemli bir açılış yapmamızı sağladı. Bu arada halen ÇROP’ta olup büyük destek veren bir arkadaşımız bana “Senden önce de başkaları böyle hevesle başlayıp bıraktı bu işleri, bakalım seninki ne kadar sürecek” dedi hiç unutmam.
Bunu aktarmadan geçmeyeyim, Aralık 2006 ÇROP yahoo gruptan ayrılmaların olduğu bir aydı çünkü etkinlik düzenlemiştik! Bu mantık tuhaf gelebilir ama bundan sonra her etkinlik duyurumuzdan sonra çoğunlukla tek bazen de beşli gruplar yahoo’dan ayrılmaya başladı ve son üç yıla kadar da bu böyle devam etti. Bu arada ÇROP Blog devreye girdi ve ilk “ÇROP Çizgi Roman Atölyesi” Emel Alp Sarı ve S. Ozan Sarı’nın desteğiyle gerçekleşti. O gün bizi ziyaret eden Prestij Kitap’ın sahibi İlhan Yılmaz ilk “Ücretsiz çizgi roman okuma standımız”ın başında durdu İzmit’ten gelerek ve bir baktık akademilerden ve okullardan her yaştan meraklısına atölye ve stant talebi geliyor. Sonra… Sonra Necmi Yalçın, Emrah Çıldır, Erkin Ergin, Ayşe İnan Alican, Hande Dilek Akçam, Rıdvan Şoray’la çoğu ücretsiz atölyelerle şehir şehir semt semt dolaşmaya başladık. Bu işe inanan ve gönlünü veren o kadar çok kişi oldu ki ÇROP Blog’a sürekli olarak haberler gönderiliyor, etkinliklerimize katılımlar artıyor. Bu işe o derece gönül verildi ki en son Ankara’da gerçekleşen atölye için yol-yemek-yatma karşılığında kar altında, otobüsle, yüreğim ağzımda 6 saat gidiş 6 saat dönüşle toplam 12 saat yol gittim ve sadece iki saat atölye yaptım örneğin. Derken Çocuk Araştırma Merkezi (ÇAM)’ın olağanüstü projesi gündeme geldi. Bu saate kadar çizgi roman yarışmaları düzenleyerek yayınevlerinin hediye vermesi yönünde önderlik ettik, Çizgi Roman Ödüllerini gelenekselleştirdik-yaygınlaştırdık, bazı tv kanallarının çizgi film yayınlaması için kampanyalar yaptık, ÇROP Blog’da “projelerimiz” adlı başlık altında onlarca iş yaptık ama İstanbul içinde Çizgi Roman Kitaplığı oluşturmak bu projelerin en büyüğüydü diyebiliriz. Şaka bir yana şu ana kadar kitaplıkta yayımladıkları çizgi romanı yer alamayan yayınevi yok denecek kadar az. Arşivini bağışlamayan da sadece 5 yayınevi; ki en az 3’ünden söz aldık. Anlayacağınız bu kitaplık gerçek bir şaheser olacak. Bu arada çizgi romanın olmayan ve hasret kaldığı medyayı yarattığımıza inanıyorum. Forumlardaki bilgilendirici paylaşımlardan ayrı olarak dünyaya açık bir Türk çizgi roman gündem ve magazini oluşturduk ÇROP Blog aracılığıyla. Ayrıca bu anlayışı yaygınlaştırmış da olduk. Buna ek olarak yayınevlerini destekliyor olmakla birlikte bize yayınlarının basın bültenini göndermeyenlerin düzenli tanıtımlarını yapmayarak ilkeli duruşumuzu hiç bozmadık. Yayınevlerimizin profesyonelleşmesi için dayatıcı bir unsur olmayı hedefledik ve büyük orandan da başarılı olduğumuza inanıyorum. Artık “sitemizde yayınlıyoruz alın oradan işte bilgileri” devri bitmeye yaklaştı. Yayınevlerini onlarca kişiye basın bülteni gönderiyor. Bunlarla birlikte sempozyumlar, paneller, etkinlikler, atölyelerle çizgi roman okuyan ve onu anlayan bir kitleden çok çizgi romanı tanımayan veya bilmeyen insanlara ulaşmaya başladık bu zaman zarfında. Çizgi romanın ne olduğunu anlattık dilimiz döndüğünce ve daha NTV gazı yokken bile biz hızla yol almaya başlamış ilerlemekteydik başarıyla. Çocuklara atölyelerde sakladıkları oyuncakların üretim ve emek süreciyle çöpe attıkları çizgi dergilerin üretim ve emek süreçlerinin farkını gösterdik. Fabrikasyonla sanatsal üretim arasındaki temelleri yaşattık. Yetişkinlere bir sanat dalından nasıl da mahrum kaldıklarını ve çocuklarını nasıl mahrum bıraktıklarını anlattık her fırsatta. Akademilerde de farklı uzmanlık alanlarıyla çizgi romanın kesiştiği noktaları göstermeye çabaladık imkan buldukça. Şaka bir yana Çrop’un projeleri hazır okurdan çok okumayanlara ulaşan bir organizasyon dizisine dönüştü. Bu arada da vitrinde görünen ben olduğum için ÇROP tek kişilik bir kurum sanılmaya başlandı ki büyük bir yanlıştı bu. Burada temel unsur benim yerinde duramayan “kurtlu” bir adam oluşum aslında. Oysa
126
127
Özel Dosya
Özel Dosya benim dışımda yazar-editör Aşkın Güngör, kütüphaneci-çizgi roman uzmanı Şener Yelkenci, TV yönetmeni Teoman Kozan, uluslararası karikatüristimiz Firuz Kutal, illüstratör S. Ozan Sarı, illüstratör Rıdvan Şoray özellikle ÇROP Blog’a destek olan ve projelerde yönlendirici olabilen bazı dostlarımızdır. Başta atölyelerimiz olmak üzere birçok projemizi farklı illere taşıyan kişilerin başında yazar-yaşam koçu sayın Filiz Tosyalı gelmektedir. Sadece varlığı ve yönlendirmeleriyle projelerimizi akademilere layık hale getiren kişi Yrd. Doç. Dr. Necdet Neydim’dir. Birçok yazılı basın haberlerinde ÇROP’a yer veren veya yazarlarından topladıkları yazılarla çizgi romanı velilere ve çocuklara doğru yönleriyle aktarmaya çabalayan yazar-Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Nilay Yılmaz, yazar-şair Mavisel Yener, yazar-şair Aytül Akal, yazar Çiğdem Gündeş’ler ve daha niceleri var ÇROP’un arkasında. Vitrin başka o vitrine konan ürünleri üreten ve emek verenler başka değil bir bütündür, bu yanılgıdan kurtulunması amacıyla genişçe yazdım bu sefer. Son olarak belirtmek isterim ki ÇROP yöneticisi olduğum sürece çizgi romanı sanat olarak kabul ettirmek için çok önceden belirlenmiş ilke ve prensiplerden ödün vermeden ilerlenmeye devam edilecektir. Sözgelimi yakın zamanda bu yazının başlığına ilham kaynağı olan eleştiriyi yapan bir facebook yöneticimiz ÇROP’un temel dinamiklerini anlamadan ortalara yazdığı bir yazı yüzünden yöneticiliğini kaybetmiştir. Zaten daha sonra gelen eleştirisi de bu hareketimizi doğru çıkarmıştır: “ÇROP: KURALLARA ÇOK ÖNEM VEREN KURUMSAL BİR GRUP OLSAYDI EĞER: SAÇMA SAPAN ÇR YLE BAĞLANTISI OLMAYAN KİTAPLARIN TANITIMLARINI YAPMAZDI. HER TÜRLÜ HABERİN YAPILDIĞI Bİ blog sadece.” Bu güne kadar çizgi romanı kültür-sanat dergilerine almayan zihniyetle çizgi romandan başka bir sanatı ilişkilendirmek istemeyen bir zihniyetin aksine ÇROP Blog yukarıdaki eleştirideki gibi bir blog olayı maalesef sürdürecektir! Bu arada araya giren yenileri olmazsa önümüzdeki 5 yıllık proje planlamamız da uygulanmayı beklemektedir. Yapcaz artık söyledik ulu orta… Ümit KİREÇÇİ umitlila@gmail.com http://cizgiromanokurlariplatformu.blogspot.com
128
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Altın Madalyon
Çizgiroman Sevdalıları Forumu
2009 yılından itibaren faaliyette olan forumumuz ismini Tarkan’ın meşhur macerasına borçludur. Forum logosu da buradan esinlenilmiştir. Forumun ana çizgi roman başlıkları (Amerikan, İtalyan vs.), Güncel Yayınlar, Yayınevleri hakkında bilgiler, sinema ve diğer popüler kültür öğelerini de içerisine alan zengin bir içeriği var. Özellikle seviyeli, emeğe saygılı, kaliteli paylaşımların yapıldığı ve 2 yıl içinde çizgi roman severlerin beğenerek takip ettikleri bir forum olduğumuzu düşünüyoruz. Her 15 günde bir yarışmalar düzenleyerek hediye olarak çizgi roman veriyoruz, sponsorlarımız yayınevleri ve üyelerimiz oluyor. Bugüne kadar 150 civarında çizgi roman hediye ettik. Muhakkak 2-3 ayda bir Kadıköy’de toplanıyoruz, bu toplantılar Edirne ve İzmir’de de yapılmaya başlandı. Aşağıda Edirne toplantısından bir fotoğraf görebilirsiniz. Forum içinde daha çok güncel olaylar konuşuluyor, araştırma yazıları bu mesaj trafiği içinde kayboluyordu. Bu ihtiyaçtan yola çıkarak bir E-Dergi yayınlamaya karar verdik, şimdilik birinci sayıyı çıkardık, düzensiz aralıklarla da olsa devam etmeyi düşünüyoruz.
129
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Anime.gen.tr Tarihçesi
Ayrıca her yıl çizgi romanda yılın en iyilerini seçiyoruz. 13 ayrı kategoride çizgi roman severlerin oyları ile 2011’in En İyileri seçiliyor. 15 Mart tarihine kadar Gölge okuyucularının da oylarını bekliyoruz. http://altinmadalyon.com/altin/index.php/topic,4372.0.html Çizgi roman konuşmak isterseniz foruma bekleriz. İnternet adresi: www.altinmadalyon.com Facebook adresi: http://www.facebook.com/groups/106446892712811/ Dergi facebook adresi: http://www.facebook.com/groups/274847089233019/ Hasan ANAÇ
130
Şu anda Türkiye'nin ilk ve en büyük anime manga portalı olan Anime.gen.tr (AGT) sitesinin kökeninin aslen 1999 yılında kurulan bir Sailor Moon (Ay Savaşçısı) hayran sitesine dayanmakta olduğunu biliyor muydunuz? O yıllarda televizyonda yayınlanmakta olan Sailor Moon adlı anime Türkiye’de oldukça popülerdi, hatta günümüzde adının bir çok kişi tarafından hatırlandığı serilerdendir denilebilir. Bu esnada favori anime serim olan Sailor Moon için 1998 yılında İngilizce bir site kurduktan sonra 1999 yılında bir de Türkçe site kurmaya karar verdim. Aynı dönemde internette animeler üzerine daha başka Türkçe sayfalar da bulunmasına rağmen hepsi kişisel siteler olarak hazırlanmıştı ve sadece kurucularının favorisi olan birkaç anime tanıtılıyordu. Onlardan faklı olarak Türkçe Sailor Moon sitesini genel bir fan kulübü temasıyla hazırlamaya başlayarak ilk adımı atmıştım. Kulübe üye olunabiliniyor ve üyeler sohbet, forum gibi araçlar sayesinde tanışıp tartışabiliyorlardı. Bu sayede ben de Türkiye’de Sailor Moon ile ilgilenen çok sayıda kişiyle tanışma fırsatı buldum. Görüştüğüm birçok kişi sadece Sailor Moon ile değil, diğer birçok anime manga ile de ilgilenmekteydiler ve diğer anime ve mangalar için de böyle bir çalışma olmasını istiyorlardı. Bunun üzerine 2000 yılında Anime.gen.tr sitesi kuruldu. Site, Türkiye’de anime ve manganın tüm türlerini içeren bir bilgi arşivine, güncel haberlere ve herkesin üye olup sevdiği anime ve mangalar üzerine tartışabileceği bir kulüp ve forum sistemine sahipti; ki kendi alanında bu özelliklere sahip ilk Türkçe siteydi. AGT büyük bir ilgi gördü ve üye sayısı hızla arttı. Türkiye anime manga seven çok sayıda kişi ilk defa bu forum sayesinde tanışıp arkadaş oldu. Ayrıca forumlardan bir çok kişi daha sonra sitenin editör kadrosuna katılıp, hazırladıkları yazılar ve tanıtımlarla sitede geniş bir bilgi arşivinin oluşmasını sağladı. Yani bir anlamda bu kişilere, çalışmalarını kolayca yayınlayabilecekleri bir altyapı sağlanmış oldu. Bir diğer faydası da bu çalışmaların görünürlülüğünün artması oldu. Aynı sitede ve kategorilenmiş bir şekilde yayınlandıklarından, siteye girenler ilgilendikleri yazılara kolaylıkla ulaşabilmekteydiler. Halbuki kişisel sitelerdeki yazılar genelde sadece Google gibi arama motorları sayesinde bulunabilmekteler ve bazen sıralamada altlarda kalıp gözden kaçabiliyorlar. Ayrıca kişisel siteler genellikle hobi amaçlı yapıldıklarından kısa ömürlü olabiliyor ve sitenin silinmesiyle yazılar sonsuza kadar kayboluyorlar. AGT ise içinde biriktirdiği yazıları 2000 yılından beri kesintisiz olarak anime manga severlerin erişimine sunarak bir devamlılık sağlamaya devam ediyor. 2004 yılında forumun kapanması site tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. Maalesef site henüz Türkiye’de internetin daha yeni yayıgınlaşmaya başladığı ve dolayısıyla bazı kavramların henüz oturmadığı bir zamanda kurulmuştu. Forumlarda baş göstermeye başlayan sorunlar zamanla sitenin gelişmesini
131
Sinema ve ÇizgiRoman
Özel Dosya engellemeye başlayınca AGT forumları 11 Nisan 2004 tarihinde resmen kapatıldı. Forumun kapanmasıyla sitenin altyapısının geliştirilmesi üzerine yoğunlaşma fırsatı doğdu. O zamana kadar sitenin HTML ile kodlanarak hazırlanmakta olan sayfalarının çok fazla zaman alması üzerine, hazırlamış olduğum daha dinamik bir yapıya geçirildi. 2008 yılında sitenin blogu açıldı. Bu zamana kadar tanıtım ve habere odaklanan site ekibi, blog üzerinden kendi kişisel yorumlarını içeren güncel yazılar yayınlayabilmeye başladılar. Özellikle Japonya’da hemen her sene katılmakta oldukları Tokyo Anime Fuarı, Comic Market gibi Dünya çapındaki dev fuarlar hakkında blogda sunulan özel raporlar büyük ilgi çekmekte. Sosyal medyanın hayatın bir vazgeçilmezi haline gelmesiyle Facebook ve Twitter sayfalarının da hizmete girdiği AGT'de yayınlanan tüm tanıtım ve haberler artık buralardan da takip edilebilmekte. Sitenin diğer bir önemli ve ilgi çeken kısmı ise Türk çizerlerin kendi anime manga tarzı çizimlerini sergileyebildikleri fanart bölümü. İlk olarak 2003 yılında HTML tabanlı bir statik site olarak hazırlanan Fanart bölümü, ilerleyen yıllarda DeviantArt üzerinden hizmet vermeye başladı. DeviantArt sayesinde üyeler kendi resim galerilerini kendileri hazırlayıp sitede yayınlayabildikleri gibi, bu bölümde zaman zaman ödüllü çizim yarışmaları düzenleniyor. AGT’yi öteki sitelerden ayıran diğer bir özellik de ilgili şirketler ve resmi kurumlarla olan yakın bağlantıları. Bu sayede bir çok haber Türkiye’de ilk olarak AGT üzerinden yayınlanmakta. Ayrıca şirketler ve Türk anime manga severler arasında da uzun yıllardır köprü görevi görmekte. Örnek olarak, 2005 yılında Türkiye'de basılacak bir manganın seçimi için yardım isteyen bir fima için anket düzenlenerek site üyelerinin tercihleri şirkete iletildi, yayınlanacak manga seçimi de bu ankete göre yapıldı. Yine benzer bir şekilde, bir TV kanalının isteği üzerine kanalda yayımlanacak animelerin seçimi için site üzerinden bir anket yapıldı. AGT olarak Türkiye’deki çok etkinliğe aktif destek verildi. Özellikle de 2010 Japon Yılı boyunca çok sayıda özel etkinliğe (sergi, seminer vs.) katılıp görev alındı. Ayrıca çeşitli anime ve manga yayını yapan firma ve kanallara gönüllü olarak danışmanlık desteklerinde bulunuldu. Tokyo'da düzenlenen ve dünyadaki en büyük çizgi roman etkinliği olan, yılda 550.000'den fazla kişinin katıldığı dev Comic Market (Comiket) fuarında AGT sitesi 2011 yılında iki ilke birden imza attı. İlk olarak, Comic Market yönetimine yapılan başvuru kabul edildi ve 26 yıllık fuar tarihinde Comic Market'taki bugüne kadarki ilk Türk standı açıldı. Bütün gün standda Japon misafirlerle ilgilenip Türkiye'deki anime manga dünyası üzerine sorularına yanıt verildi. İkinci olaraksa Türkiye'deki anime manga dünyasını anlatan, Türkiye'deki tarihçesi, aktiviteleri, seslendirme sanatçıları, Türk editörler tarafından yazılan yazıların çevrildiği tanıtıcı yazıların ve sitenin fanart bölümü arasından seçilen Türk çizerlerin çalışmalarının yer aldığı Japonca bir kitapçık hazırlanarak satışa sunuldu. Kitap AGT sitesinin yöneticilerinden ve üyelerinden oluşan 12 Türk ve 2 Japon, bir grubun ortak çalışması sonucunda Japonca hazırlandı. AGT, Comic City gibi Japonya’daki diğer büyük manga etkinliklerinde de standlar açıp Türkiye’deki anime manga dünyasını tanıtmaya bir yandan devam etmekte. Üye sayısı 25000’e yaklaşmış olan AGT’nin veritabanında binlerce haber, tanıtım ve yorum, sıklıkla güncellenmeye devam ediyor. Şu ana kadar tamamen gönüllülerden oluşan kadrosuyla AGT sitesi, 12 senelik bir birikimin sonucudur. Bu büyük bilgi hazinesini Türk anime manga severlere daha kolay ulaştırıp, daha iyi hizmet sunabilmek için AGT ekibi sürekli çalışmakta ve kendisini geliştirmeye devam etmektedir. Yazar: Onur ALPARSLAN Düzenleme: İpek CEVAHİR
132
Yeşilçam
Yeşilçam’ın Süper Kahramanlar ile imtihanı 60’ların sonları 70’lerin başları Fantastik Türk Filmleri altın çağlarını yaşarken konu sıkıntısı çeken yapımcılar yabancı çizgi roman uyarlamalarını da tercih etmiştir. Taytlı kahramanların Türk örf ve adetleri ile yoğrulduğu, Türk kızları ile fingirdeştiği ve Türk polisini övdüğü bu ilginç avantürlerin sayıları son derece fazladır ve zamanında seyircinin oldukça ilgisini çekmiştir.
133
Sinema ve ÇizgiRoman
Sinema ve ÇizgiRoman
Bu tarz yapımlarında en başında Kilink gelir. Farklı yönetmenler tarafından tam 13 kilink filmi çekilmiştir. Bu filmler şu şekildedir. Yılmaz Atadeniz1967-Kilink uçan adama karşı: http://www.imdb.com/title/tt0311396/ 1967-Kilink soy ve öldür: http://www.imdb.com/title/tt0392276/ 1967-Kilink istanbulda: http://www.imdb.com/title/tt0292053/ 1967-Kilik caniler kralı: http://www.imdb.com/title/tt0392277/ Yavuz Figenli1967-Kilink ölüler konuşmaz: http://www.imdb.com/title/tt0392279/ 1967- Kiling sarışın tehlike: http://www.sinemadevri.com/kilink-sarisin-tehlike.html Oksal Pekmezoğlu1967-Sihirbazlar kralı Mandrake Kiling'in peşinde: http://www.imdb.com/title/ tt0292093/ Nuri Akıncı1967-Kilink Frankestayn ve Dr. No'ya karşı: http://www.imdb.com/title/tt0292052/ Natuk Baytan1967-Şaşkın hafiye kilinke karşı: http://www.imdb.com/title/tt0392747/ Müjdat Saylav1974-Kilink kolsuz kahramana karşı (1974): http://www.imdb.com/title/tt0392278/ Çetin İnanç1967-Kilink canilere karşı: http://www.sinemalar.com/film/9644/kilink-canilere-karsi Birsen Kaya1971-Kilink ölüm saçıyor: http://www.imdb.com/title/tt0392280/ Aram Gülyüz1967-dişi Kilink: http://www.imdb.com/title/tt0291861/ kaynak: http://sinematik.blogspot.com/2007/05/kilink-efsanesi.html
Kızılmaske filmleri: 1968-Kızıl maske: http://www.imdb.com/title/tt0292058/ 1968-Kızıl maske: http://www.imdb.com/title/tt0292059/ Kızılmaske Sinemamız, aynı yılda iki kızılmaske filmi çekerek başka bir rekora daha imza atmıştır. 1968 yılında Tolgay Ziyal'in çektiği kızılmaske çizgi romana sadık kalarak çekilen bir yapımsa da, aynı yıl çekilen efsane yönetmenimiz Çetin İnanç'ın Kızılmaske'si daha bir türktür. Yaşlılığı nedeniyle görevi babasının elini öperek devralan bir phantom teması mevcuttur. komiklik olsun diye yerel şiveler bolca konuşulur. ayrıca ilk ve tek zenci Fu Manchu karakteri yine bu filmdedir. Red Kit / Lucky lukeSinemamızın, dünya sineması tarihine ilk Red Kit filmi çekerek bir kez daha adını altın harflerle yazdırdığını görüyoruz. Rahmetli Öztürk Serengil’in Red Kit’i canlandırdığı film hakkında fazla bir bilgi olmasa da 1967 yapımı nuri ergün'ün yönetimindeki çifte tabancalı damat olduğu düşünülmektedir. Aram Gülyüz yönetiminde iki red kit filmi dah avardır. 1970 yapımı Red Kit'te, İzzet Günay "yalnız kovboy"a can verirken, 1974 yapımı atını seven kovboy'da Red Kit olmak şerefine rahmetli Sadri Alışık erişecektir. Superman Dünya sathında sahip olduğu popülarite neticesinde sinemamızda en çok karşımıza çıkan karakterlerden biri de Superman’dir. İlk gözümüze çarpan Cavit Yürüklü'nün yönettiği Süper Adam (1971)'dir. bunu Yavuz Yalınkılıç'ın 1972 yapımı süper adam istanbul'da'sı takip eder. 1972 yılında Cavit Yürüklü'nün Süper adam kadınlar arasında (1972) ve Çılgın kız ve üç süper adam (1973). Süpermenleri klonlayan yalnızca Cavit Yürüklü değildir. Yine superman kategorisinde değerlendirilebilecek bir film; türk-italyan ortak yapımı, yönetmenliğini Italo Martinenghi'nin yaptığı, başrolde cüneyt arkın'ın bulunduğu 1979 yapımı Süpermenler’dir. Film bir türk bilimadamının (Ali Şen) yaptığı zaman makinesi ve bu denli değerli bir nesne olunca aksiyonun kaçınılmazlığı düsturunca gelişen olaylar silsilesini anlatır. Yine türün içinde gözden kaçırılamayacak bir filmdir. Kunt Tulgar’ın Süperman’i nasıl uçurduklarını anlattığı hikayeyi kendi ağzından dinleyenlerden biri olarak zamanında bu filmlerin nasıl şartlarda çekildiğini de iyi bilmek gerekir. İmkansızlıklar dahilinde sinemamız Superman’e gereken hassasiyeti göstermiş hatta bir tane superman’in bir filmi götüremeyeceğini düşündüğünden klonlamayı bile başarmıştır. Kunt Tulgar’a sözü vermek gerekirse; “1979 senesinde Paris’te Süpermen filmini seyrediyorduk. Yanımda eşim ve babam (Selahattin Tulgar) vardı. Filmin arasında babam bana “Süpermen gibi bir film çek!” dedi, “bakarız” dedim. İstanbul’a döndüğümüzde kızımın oyuncak Barbie bebeğe eşim Süpermen kıyafeti dikti. O bebeği “background” önünde, yani aydınger kağıdını bir çerçeve içine gererek kağıdın arka yüzüne koyduk, ön tarafından da bizim projeksiyonla oynatarak kamerayla negatife çektik, çalışma kopyası, bizim tabirimizle iş kopyası basarak elde ettiğimiz netice olumluydu ve Süpermen uçuyordu! Hemen senaryo yazım işlemine başladık. Eşim senaryoyu yazdı ve filmi çektik… Film sansasyon yapmadı ama sükse yaptı, zira ilk defa bir Türk filminde adam uçuyordu.”
Kilink filmlerinin en önemli özelliği diğer süper kahramanlardan farklı olarak Kilink’in bir kötü kahraman olmasıdır. Çarpık adalet anlayışı ile Kilink hem polisten kaçmakta hem diğer kötüleri tek tek öldürmektedir. Bu sırada aksiyonun bittiği yerde erotizm, erotizmin bittiği yerde ise Türk milletini övme diyalogları başlar. Örümcek Adam filmleri: 1966-Örümcek Adam (dünyadaki ilk Örümcek Adam filmi olduğu sanılıyor): http://www.imdb.com/ title/tt0392945/ 1972-Örümcek: http://www.imdb.com/title/tt0309117/
Zagor Zagor’u kendi memleketinden bile çok seven ülkemizde çizgi roman uyarlamaları furyasında tabii ki bu karakteri de işlemeden olmaz. Zagor'un dünya sinemalarında ilk görünüşü yine yeşilçam sayesinde olmuş, 1970 yılında Mehmet
134
135
Sinema ve ÇizgiRoman
Sinema ve ÇizgiRoman
Aslan yönetimindeki ilk filmde kostümü Cihangir Gaffari giymiştir. 1971'de Nisan Hançer yönetiminde iki Zagor filmi daha çekilir. Bunlar Zagor kara bela ve Zagor kara korsan'ın hazineleri'dir. her ikisinde de Zagor rolünü Levent Çakır üstlenir. bu iki filme ilişkin en ilgi çekici not ise her iki film de çizgi romandan beyazperdeye aynen aktarılmıştır. Zagor, yanında Çiko ve Bill olmak üzere maceradan maceraya atılır. SwingSon kahramanımız swing, yeşilçam üretimi film olarak yine ilk ve tek olmak üzere dünya sinema tarihinde yerini almıştır. Tunç Başaran yönetimindeki 1971 yapımı korkusuz kaptan Swing'de Swing rolünü Salih Güney üstlenmiş, Ali Şen Mister Blöf'e, Süleyman Turan da Gamlı Baykuş'a hayat vermiştir. Bu film de çizgi romandan aynen uyarımdır.
Baytekin fezada çarpışanlar 1967 - Şinasi Özonuk Flash Gordon Space Soldiers çakması olan, başrollerinde Hasan Demirtaş, Meltem Mete, Aşkın Dilek ve Sevgi Can’ın bulunduğu bu film de özellikle Baytekin’in giydiği süper güçlü sütyen ile hafızalara kazınmıştır.
Yılmayan Şeytan / Yılmaz Atadeniz / 1972 Meksikalı süper kahraman Santo’ya özenen “Bakırbaş”ın maceralarının anlatıldığı film aslında 940 yapımı Mysterious Doctor Satan adlı bir filmin hikâyesini de aynen taklit etmektedir.
1976-Güngörmüşler: http://www.imdb.com/title/tt0355510/ Telif Haklarının ülkemize uğramadığı zamanlarda tavan yapan bu tür çizgi roman uyarlamaları sinemanın seksenlerdeki gerilemesi ile birlikte yok olmuştur. Bazılarına ulaşmak imkansız olsa da kişisel çabaları ile çocukluklarının o güzel anılarına sahip olmak isteyen Ali Murat Güven gibi araştırmacı gazeteciler sayesinde sevindirici gelişmeler olmakta ve filmler tek tek gün yüzüne çıkmaktadır. Özellikle Fantastik Türk filmlerini DVD olarak piyasaya süren, yakın zaman önce kaybettiğimiz Vassilis Barounis’in kuruduğu Onar Films’in de bu konudaki çabalarını unutmamak gerekir. Sinematik ve Öteki Sinema gibi bloglar da bu filmlerin duyurulmasında önemli bir görev üstlenmiş durumdadır. Derleyen ve Hazırlayanlar Hakan Tunga KALKAN-Kahramanlarsinemada Masis ÜŞENMEZ-Öteki Sinema
3 Dev Adam / T. Fikret Uçak / 1973 Rahmetli Metin Demirhan bu müstesna film için şunları yazmıştır: “Çılgın bir çizgi romanlar ve “B” filmleri uyarlaması. Marvel Comics’in iki süper kahramanı Kaptan Amerika ve Örümcek Adam ile Meksikalı ünlü “Lucha Libre” kahramanı El Santo sinema tarihinde ilk defa bu filmde bir araya geliyorlar. Onlara bir de Türk polis komiseri eşlik ediyor. Asıl inanılmaz olan bu filmde Örümcek Adam’ın kötü karakter olması ve 13. Cuma filmlerinin Jason’ı gibi hunharca cinayetler işlemesi. Suat Yalaz’ın Karaoğlan filmlerinde çalışmış bulunan T. Fikret Uçak’ın aksiyon sinemasını ne kadar iyi bildiğini gösteren, imkânsızlıklar dâhilinde çektiği ilginç bir örnek.” Bedmen Yarasa Adam / Günay Kosova – Savaş Eşici / 1973 1973’de çevrilen filmin yönetmeninin kim olduğuna dair iki farklı isme rastlanmaktadır. Bu isimler Savaş Eşici ve Güney Kosova’dır. Rahmetli Metin Demirhan filmin yönetmenin Savaş Eşici olduğu konusunda ısrarlıydı. Biz de öyle kabul edelim. Filmde Bedmen’i, Üç süpermen olimpiyatlarda, Çılgın Kız ve 3 Süper Adam, Kızıl Maskenin İntikamı, Zagor Kara Bela gibi fantastik filmlerde başrol oynayan Levent Çakır canlandırıyor. Çizgi romanlarda olduğu gibi bu filmde de Bedmen’in en büyük yardımcısı olarak Robin (Hüseyin Sayan) karşımıza çıkıyor. Bedmen en akrobatik ve erotik Batman filmi olarak da B Film tutkunlarına göz kırpmaktadır. Bu filmlerin dışında bir de x İstanbulda tarzı filmler çekilmiştir. Tarzan İstanbulda 1952-Orhan Atadeniz Drakula İstanbulda1953-Mehmet Muhtar Görünmeyen adam İstanbulda1955-Lütfi Ö. Akad Fantoma, İstanbul’da Buluşalım 1967-Natuk Baytan
136
137
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Mütareke dönemine ait İfham Gazetesi’nden
Osmanlıca Karikatürler (Eylül 1919 Mart 1920)
Cem Yılmaz’ın meşhur “Bir Tat Bir Doku” isimli gösterisinde Osmanlı dönemindeki karikatürlerle ilgili yerinde bir tespiti vardı: “İsimleri ve suratları değiştir, mevzu aynı!” Seminer ödevi olarak Osmanlıca gazete çevirimim sırasında rast geldim Osmanlıca karikatür örneklerine. Gazeteler zaten ayrı bir konu. Cidden bir müddet sonra o zaman ki insanlarla günümüz insanları arasında pek bir farklılık olmadığını görüyorsunuz. Günümüzde tecavüzlü, ağalı, konaklı, aşk temalı diziler mevcut değil mi? O dönemde “talihsiz aşk sergüzeştleri” yaşayan genç kızların maceraları tefrika ediliyor. Hatta “Hortlak” namıyla muhtemelen korku hikayesi kafasında bir tefrikaya denk geldim ama mikrofilmin azizliği okunamıyordu pek. Neyse işte bu tefrikalar, dizi gibi her gün bir macerayı anlatıyor, dizi kafasında. Gazete ilanları var, sinemadan arsa satımına, ekonomi haberleri var ve illaki siyasi haberler. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim ki o dönemde de benzeri iktidar-muhalefet tartışmaları sürmede. Hatta politik söylemlerin bile benzediği noktalar var. Mesela Eylül 1919’da dönemin sadrazamı Damat Ferit, bir mülakat veriyor “Biz mandaya, sömürgeye karşıyız Osmanlı hürdür” babından bir söylevde bulunuyor. Gelgelelim aynı kişi saltanatın dahi oluru olmadığı halde 1920 Nisan’ında Sevr antlaşmasına imza atarak Osmanlı’yı mandadan beter bir duruma sürüklüyor. Yani söylem-yapılan çelişkisi daha o yıllardan mevcut. Siyasi karikatürlerde de dönemin siyasi-toplumsal çalkantılarını görebilmek. Maalesef çizeni bilinmeyen, imzası meçhul bir karikatüristin ellerinde çıkma bu karikatürler hem çizgi hem de fikir olarak
138
o dönemin izlerini yansıtmakta. O dönemin mizah anlayışını, eleştiri anlayışını göstermesi açısından da bir hayli enteresan. Üstelik gazeteler ve yazarlar arası çatışmalar, Milli harekete meyilli İfham gazetesinin İtilafçı gazetelere saydırması, atışmaları, o zaman bile öğretmenlik ile ilgili yaşanan sorunlar, bu gazetedeki karikatürlere çizgilerle yansıtılmış. Günümüze göre fazla sade ve naif kaçsa da aslında insanın geçmişten günümüze belli açıdan kendisinden önceki toplumla belli özellikleri taşıdığını gösterebiliyor. Bende bu çizgi roman dosyası ile ilgili olarak seçtiğim yedi karikatürü çevirileriyle beraber hazırladım. O dönemin zihnine ve çizgilerine dokunabilmek adına önemli bir tarih yolculuğunu diyebiliriz buna. Mehmet Berk YALTIRIK 15 Şubat 2012 – Edirne
139
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Zagor ilk defa 1961 yılında İtalya'da yayınlanır. Yaratıcısı Bonelli Yayıncılık'ın sahibi G. L. Bonelli'nin oğlu Sergio Bonelli ve çizer Gallieno Ferri'dir. Sergio Bonelli babası G. L. Bonelli ile karıştırılmamak için Guida Nolitta takma adını seçmişti. O, Zagor'u yaratırken rahat okunan ve baba Bonelli'nin dünya çapında ün yapmış Tex Willer karakterinden hem daha değişik hem de onun gibi ünlü ve çok okunan bir kahraman yaratmak istemiştir. Zagor, ABD'nin Pennsylvania eyaletinde hayali Darkwood ormanında yaşar. Bataklığın ortasındaki bir adacıkta bulunan kulübesinde sadık dostu Çiko ile birlikte evrensel barışı korumak için çabalar. Aslında Zagor western çağında yaşamasına rağmen onu diğer western karakterlerinden ayıran özellikleri vardır. En başta kılığı çok acayiptir. Kostüme kahramanları andıran bir kıyafet giyer. Dar bir strech kot pantolonun üstüne omuz başları fırfırlı kolsuz bir kırmızı gömlek giymekte ve bu gömleğin üstünde ise stilize bir kuş deseni bulunmaktadır. Kıyafetinin garip olmasının yanında diğer western kahramanlarının aksine tabancasına pek iş düşmez. Meseleleri balta-çekiç karışımı, bir sopanın üstüne bağlanmış yassı bir taş ile halleder. Öyle ki Zagor pek çok kavgasında bu garip baltasını büyük bir beceriyle kullanır ve ancak çok mecbur kaldığında kemerinin soluna ters bir şekilde asılmış silahına başvurur. Boyu 1.90 civarında olan ve son derece güçlü bedensel bir yapıya sahip olan Zagor'un bir becerisi daha vardır. O tıpkı Tarzan gibi sarmaşıkların yardımıyla ağaçtan ağaca geçer, bir daldan diğerine sıçrar ve bir bakıma yer çekimi kanunlarına meydan okur. Onu western çağının Tarzan'ı yapan en büyük özelliklerinden birisi de budur. Diğer önemli bir özelliği savaş narası ya da acı ve sevinç gibi duygulanımların en üst noktasına ulaştığında attığı garip çığlıktır. Kimi zaman düşmanlarının üzerine saldırırken, kimi zaman çok öfkelendiğinde, hatta tutsak edildiğinde, kimi zaman da bir sevinç narası şeklinde o ünlü haykırışını icra eder. Ahhhyaaaakkkk.
Zagor tartışılmaz bir şekilde Darkwood bölgesinin tek hâkimidir. Onun bu otoritesini tüm Kızılderili kabileleri ve beyazlar kabul etmiştir. Tarzan'ı, Akim'i ya da bizde çok bilinen İtalyan kökenli olan Zembla'yı da göz önüne alırsak Zagor tıpkı onlar gibi kendi hukukunu tartışılmaz bir biçimde Darkwood ormanına ve çevre havalisine kabul ettirmiştir. Bir bakıma Darkwood ormanın Robin Hood'udur Zagor. Ancak şüphesiz onun Robin Hood'luğu sınıfsal bir endişe taşımamakta sadece en büyük takıntısı olan evrensel barış tutkusunu ormanın her köşesinde ve gittiği her yerde sağlamaya çaba göstermesidir. Zagor'un kayıtsız şartsız barış tutkusunun nedeni ırklar arası bir çatışmada anne ve babasını kaybetmiş olmasıdır. Bu trajik olay hayatının birçok kesitinde zaman zaman ortaya çıkarak onun adaletli davranmasında en büyük yol gösterici olmuştur. Bunu en iyi anlamak için Zagor'un hayat hikâyesine bakmak ve onu Patrick Wilding'ten Zagor Tenay “Baltalı İlah” yapan olaylar dizisine kısaca göz atmak gerekir. Çocuk Zagor yani Patrick Wilding, ailesiyle birlikte Darkwood civarında yaşamaktadır. Bir gün Abenaki Kızılderilileri yaşadıkları eve saldırırlar. Çıkan çatışmada anne ve babası öldürülür. Sağ kalan Zagor'u ormanda dolaşırken Wandering Fitzy adındaki bir avcı bulur. Bundan sonra Patrick onunla birlikte yaşayacaktır. Fitzy ona bu vahşi ormanda avlanmayı ve yaşamayı özetle tek başına sağ kalmayı ve kendi kendine yetmeyi öğretecektir. Öğrettikleri arasında meşhur baltasını nasıl büyük bir beceriyle kullanacağı da bulunmaktadır. Fitzy sayesinde Zagor civardaki Kızılderili kabilelerinin dillerini de öğrenir. Ancak bir gün bu mutlu günlerin sonu gelir. Ailesini yok edenler Wandering Fitzy'yi de öldürecektir. Zagor Abenaki'leri yöneten ve eski bir beyaz rahip olan Saleman Kinsky'nin kampına gider. Burada ufak çapta bir katliam yapar. Kinsky'nin ölmek üzereyken söyledikleri ise çok çarpıcıdır. Babası yıllar önce Birleşik Devletler ordusunda subayken Kızılderililerin katledilmesinde başrolü oynamıştır. Kafası karışan Zagor'u Kinowa gibi ırkçı olmaktan ve intikam peşinde koşmaktan alıkoyan şüphesiz bu yaşadıklarıdır. Bundan sonra Patrick Wilding Kızılderililer ve beyazlar arasındaki barışı sağlamak için yaşayacak ve bu uğurda canını bile feda etmekten çekinmeyecektir. Ancak kendisine bir çıkış noktası yakalamak zorundadır. Bunu sağlayacak olan ise gezgin Sullivan'ların tiyatro kumpanyası olur. Onları bir saldırıdan kurtaran Zagor, Sullivanlarla dost olur ve hikâyesini onlara anlatır. Kızılderililerin arasında doğaüstü bir otorite ve ilah olmasını sağlayacak olan yardımı ve hatta kıyafetlerini Sullivan'lar ona verir. Nihayet bir gece havai fişekler ve küçük çapta patlayıcıların yardımıyla bir tepenin üstünde sahneye çıkar. Tuttuğu yol bellidir. Zaman zaman bu çeşit göz boyamalarla Kızılderililer üzerindeki doğaüstü otoritesini pekiştirecek ve Baltalı İlah efsanesinin sürmesine çabalayacaktır. Çabalaması da hep barış uğrunadır.
140
141
Zagor ve Baltası
Özel Dosya
Özel Dosya
Zagor'un Darkwood'da kurduğu barış ortamı birçok kez bozulur ve Zagor bunu düzeltmeye çalışır. Zaman zaman çizgi romanda geçen olaylar tarihi gerçeklerle karşılaştırıldığında ortaya epey umutsuz ve ütopik bir tablo ortaya çıkacaktır. Zagor'un yaşadığı varsayılan 1800'lü yılların ilk yarısında Birleşik Devletlerin doğu ve kuzey doğusunda yerli kabilelerin bir birlik ya da konfederasyon örgütlenmesinden uzak olduğu ve bölgenin birçok yerinde dağınık koloniler halinde yaşadığı görülebilir. New York, Chicago, Boston gibi büyük kentler kuran beyaz adam batıya ilerlemekte, Kızılderilileri de sarp ve yaşanması güç olan kıtanın ücra köşelerine itmektedirler. Batıdaki Kızılderili kabilelerinin aksine doğudakiler fazla bir karşı koyuş gösterememektedir. İşte Zagor'un gerçekleri biraz da eğip büken dünyasında Darkwood Ormanı bir çeşit ütopik bir cennettir. Otoritesi zaman zaman sarsılsa da o Kızılderililerin gözünde Baltalı İlah, beyaz adamın gözünde de huzuru sağlayan yararlı bir insandır. Zagor, yaşadığı coğrafyayı kötülüklerden korurken türlü sorunlarla karşılaşır. Kızılderililerden nefret eden subaylar, onları içkiye alıştırmak isteyen kaçakçılar, yerlilerin arasında ortaya çıkan ve onun otoritesine meydan okuyan savaşçılar Zagor'un hep uğraşmak zorunda kaldığı sorunlardır. Zagor'un maceralarına baktığımızda kurduğu düzenin pamuk ipliğine bağlı olduğunu ve onun fiziksel varlığının yok olmasının aynı zamanda barışın da yok olmasıyla eşdeğer olduğu rahatlıkla görülebilir. Bu yüzden Zagor hep tetiktedir ve senaristler onun üstün bedensel kuvveti yanında şaşmaz sezgilerini, içgüdülerini de ön planda tutmaya her fırsatta dikkat ederler. Şüphesiz Zagor maceraları içinde yolculuk öyküleri ve fantastik öyküler en çok sevilenleridir. Bunun nedeni macera yapısının her türlü unsurun eklenmesine uygun olmasıdır. Başlarda da değindiğimiz gibi Guida Nolitta western arka fonu içinde her türe yer vermeyi ilke edinmiştir. Zagor konusunda kendisine sorulan sorularda onun her yaştan okuyucu tarafından kolaylıkla okunmasını hedef seçtiğini belirtmiştir. Fakat Sergio Bonelli'nin ilk hedefi büyük olasılıkla çocuklardır. 7-14 yaş arasını baz alırsak gerek İtalya'da gerekse ülkemizde çocuklar tarafından Zagor'un değişik bir western çizgi kahramanı olarak algılanmasının bir nedeni de onun inanılmaz işler yapan gizemli bir adam olmasıydı. Çünkü Zagor'da, biraz da yetişkinlere ya da çocukluğu geride bırakmış olan genç erkeklerin tercihi olarak bakabileceğimiz Tex gibi uzun diyaloglar yer almıyor, tam tersine Zagor karelerinde çocuklar Süpermen gibi ağaçtan ağaca uçan, vampirleri, kurt adamları, zombileri alt eden her karesi aksiyonla dolu bir kahramanın maceralarını yaşıyorlardı. Zagor'un benzerlerinden değişik olmasının bir nedeni de Zagor'un gerek yol öykülerinde gerekse fantastik öykülerde hep o gizemli havasını korumasıdır. Bu gizemli havanın da nedeni şudur. Her çizgi roman kahramanında okuyucu ve elbette ki çocuklar sürekli tekrar eden bir olguyu yaşarlar. Tommiks sert adamların ortasında henüz sakalları bile çıkmamış ergen bir çocuktur. Onun büyük bir beceri göstererek kötüleri alt etmesi, babası yaşındaki adamlardan daha ilkeli ve prensipli davranması maceralarının başat özelliğidir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Teksas saf bir güç gösterisidir. En zor anlarda, bir İngiliz kalesine gizlice girerken ya da bir vatansever Amerikalıyı darağacından kurtarırken hep insanüstü bedensel gücüyle işleri kotarır. Akla ihtiyacı olduğunda profesörün yardımını alır. Kaptan Swing gibi Blek'in biraz daha incelmiş ve kibarlaşmış halinde ise gücün yanında aklın ve örgütçülüğün de önemli olduğunu görürüz. Tex ise saydıklarımızdan daha sert görünmesine rağmen incelikli entrikaların adamıdır. Ama onu Zagor'a benzer kılan onun da güçlü bir vücuda sahip olması ve neredeyse Zagor gibi hiç bir kavgada alt edilemeyecek bir dövüş becerisine sahip olmasıdır. Zagor'dan üstün tarafı belki de kemerinde taşıdığı silahı ondan büyük bir beceriyle kullanmasıdır. Tommiks'in büyümüş hali de diyebileceğimiz Tex bu konuda rakipsiz gibidir. Peki, Zagor'un payına gizemli
olmasının dışında ne düşebilir. Elbette ki onun ağaçtan ağaca uçması, birçok macerada her şey süt limanken bile onu uyaran sezgileri, bir şekilde Robin Hood gibi kendine ait bir ormanda racon kesmesi ve adaleti uygulamasıdır. Üstelik Zagor'un işi biraz daha zordur. Tex birçok maceraya yanında Carson gibi becerikli bir yol arkadaşı ya da aynı kendisi gibi kavgacı ve bezdirici oğlu Kit Willer ve sadık adamları Tiger ile çıkar. Fakat Zagor beceriksiz yol arkadaşı Çiko'yu hariç tutarsak tek başınadır. İşte bu gibi nedenlerden dolayı Zagor'un oldukça ilgi çekmesi ve çok değişik rakiplerle uğraşmasına rağmen maceralarında aşağıda inceleyeceğimiz gibi kendine özgü bir bütünlük olması ve kolay okunması onun avantajı olmuş, salt çocuklar değil kimi zaman da büyükler tarafından da ilgiyle okunmuştur. Bu ilgiyle okunmanın diğer bir nedeni de onun kullandığı ilginç silahtır. Balta-çekiç karışımı bu garip alet bir sopaya sarılmış yuvarlak ve yassı bir taştan ibarettir. Zagor bu silahı öyle ustalıklı ve dengeli kullanır ki, kimi zaman bayıltmak ve yaralamak kimi zaman da öldürmek için baltasına özel ayar uyguluyor gibidir. Çünkü bu silahın birçok fonksiyonu vardır. Kalabalık düşmanların arasına bu silahla dalar ve onları dağıtır. Teke tek mücadelelerde ve Kızılderili düellolarında en büyük yardımcısıdır. Uzaktaki bir nöbetçini etkisiz hale getirilmesi ve bayıltılması bu baltanın uzaktan ustalıklı bir şekilde fırlatılmasıyla gerçekleşir. Ve bu değişik kullanım sırasında balta asla hedefini şaşırmaz. Bu yüzden yerçekimi kanunlarına meydan okuyup ağaçtan ağaca ustalıklı bir şekilde sıçrayan Zagor bu silahıyla da özgün bir konuma gelmiş ve adının önüne lakap olarak Baltalı İlah deyimi yerleşmiştir. Gallieno Ferri genellikle her Zagor kapağında onu baltasıyla resmeder. Gerçekten de Zagor baltasını günlük yaşamında da kullanır. Onunla ağaç keser ve parçalar, vahşi hayvanları avlar, düştüğü derin bir yarıkta baltayla toprağı oyar, çok sinirlendi mi kalelerin kapılarını onunla parçalar vb. Hülasa balta önemlidir ve baltasız Zagor düşünülemez
142
143
Orhan BERENT
Özel Dosya
Özel Dosya
Gölge e-Dergi Özel Dosya
Resimli Roman. Net Resimli Roman’ın hikayesi 1999’da başlıyor. O zamanlar Kudret Sabanacı’nın kurduğu Altın Madolyon sitesi var Darkwood Sakinleri dergisi ekibiyle birlikte hazırladığı. Başka Türkçe hiçbir kaynak yok idi. Sitenin adresi de rakamlardan oluşuyordu. İnternetten önce biz çizgi roman seveler okuyucu köşelerindeki mektuplar ile iletişim kurar ve çizgi roman hakkında fikir alışverişinde bulunurduk. Bunun için Alfa yayınlarına ne kadar teşekkür etsek azdır. Bu bölüm sayesinde 90 lı yıllarda bir çok çizgi roman sever ile tanışma fırsatı bulmuştum. İlyas Erkul, Ahmet Sekendiz, Yıldıray Çınar, Mahmud Asar, Ömer Bahadır, Tarık Kavut, Costa Ceran, Ali Recan ilk aklıma gelenler. Ama artık okuyucu köşeleri yoktu onu bırakın çizgi roman yayınlanmıyordu. Böyle bir dönemde bende internet sitesi yapmayı yeni öğreniyorum. www.geocities.com/ yunusce ismiyle başlayan resimli roman serüveni ilk başlarda Örümcek Adam daha sonra Martin Mystere bölümleri ile başlayıp gelişmeye başladı. Bu arada Kudret abi’de yeni bir site açmıştı www.cizgiroman. com oradaki forum alanında da aktif şekilde katılırken İstanbul’da olmayan bir çizgi roman sever olduğum için oldukça yerden yere vurulduğum da oldu. İlginç günlerdi. Resimli Roman sitesine de bedava forum ekledik. Site ismimizi www.resimliroman.cjb.net olarak değiştirdik. Bizim forum alanımız da yavaş yavaş hareketlenmeye başlarken Türk çizgi roman piyasası da yavaş yavaş hareketlenmeye başlıyordu. Derken Kudret abi işleri nedeni ile cizgiroman.com ile ilgilenemez olmuştu. Forum yönetimini Orhan Berent ile bana bırakmıştı. Türkiye’nin iki çizgi roman sitesi tek bir forum üzerinden hizmet vermeye başlamıştı. Ne yazık ki bir süre sonra cizgiroman.com yayınına son verdi. Forum artık www.resimliroman.net üzerinden yayınına devam ediyordu. Türkiye’deki çizgi roman yayınlanmadığı zamanlarda bir hobi olarak çizgi roman için verdiğimiz mücadele sayesinde Türkiye’de çizgi romanın tekrar yayınlanmasında resimliroman.net sakinlerinin de önemli rolleri olduğunu düşünüyorum. 2000’lerden sonra yayınlanan çizgi romanların içerisine bakıldığı çizgi romanlar içerinde adı geçenlerin bir çoğunun resimliroman.net sakini olması bunun bir göstergesidir diye düşünüyorum. Türkiye’de çizgi roman yayınlanmaz iken İzmir, İstanbul ve Ankara’da çizgi roman toplantıları yapıp çizgi roman severlerin bir araya gelip hobileri hakkında konuşması, değişik ekolleri okuyan çizgi roman severlerin bir araya gelmesi, okudukları çizgi romanları anlatmaları ve kendi okudukları ekolleri onları tanımayanlara tanıtmaları en önemlisi de sağlam dostların kurulmasına vesile olması bu dönemin en faydalı yönleri olmuştur bence. Onca yıldır anlamadığım ise çizgi roman bir hobi iken bunu bir ego olarak görenlerdir. Forum alanlarında öyle anlamsız tartışmalar yaşanmıştır ki bugün düşündüğüm zaman bu nedenle yapılan
144
tartışmaların bir incir çekirdiğini bile doldurmayacak tartışmalar olduğunu görüyorum. Çizgi roman ekollerinden başlayan ve ben daha daha iyi biliyorum ile biten tartışmalar acaba yüzyüze yapılsa bu kadar kırılmalara neden olur muydu? Benim fikrim olmazdı. İnterntetin kötü yanı burada yazılan yazılar ne yazık ki yüzyüze yaptığımız tartışmalardaki duyguları anlatamadığı için yanlış anlaşılmalara çok müsait olduğudur. Resimli Roman’ın internetteki çizgi roman serüveni sırasında halen anlatmayı doğru bulmadığım ve beni şaşırtan bir çok şey yaşandı… Artık internet üzerinde yazılan yazıların, tanıtımı yapılan çizgi romanların basılı bir yayında yayınlanma zamanı geldiğini düşünüyorum. Çizgi roman için artık bir çizgi roman gazetesinin yayınlanması gerektiği ve bu gazetenin Türkiye’de çizgi roman okuyanlar sayesinde bir çok yere kolaylıkla dağıtılabileceğini bu şekilde belki çizgi romanın kitapevi esaretinden kurtulup daha geniş kitlelere ulaşmasının temellerinin atılabileceğini düşünüyorum. Bunun başaralı olması için çizgi roman seven ve yayınlayan herkesin bu oluşumun içinde olması gerekliliğine söylemeye gerek yok sanırım. Tüm çizgi roman severlere saygı ve sevgilerimle Yunus ÇENGEL
145
Berรงem Gรถzde ร LMEZ
Pin-up
146